1 gün uyumayıp uykuyu düzene sokmak / Internet Speed Test | monash.pw

1 Gün Uyumayıp Uykuyu Düzene Sokmak

1 gün uyumayıp uykuyu düzene sokmak

yaş çocuklarda sağlıklı bir uyku düzeni için 11 öneri

Uyku bozukluğunun nedenleri çevresel veya bebeğe ait faktörler olabilir. Odanın ısısı ( derece olmalı), nemi (yüzde aralığında olmalı), ışık (karanlık veya loş ışık olmalı), çarşafın katlanması, uykudan önce çocuğun aşırı beslenmesi, bazı ilaçlar (antihistaminikler, soğuk algınlığı ilaçları gibi), bebeğe bakan kişilerin uyku uygulamalarındaki tutarsızlığı, annedeki stres düzeyi ve gebelik dönemi depresyonu gibi nedenler çevresel faktörlerdir. Bebeğe ait faktörler ise; kuru cilt (gerilir ve kaşınır), reflü, alerjik rinit, kolik, diş çıkarma, geniz eti büyümesi, uyku apnesi, dikkat eksikliği, hiperaktivite bozukluğu, astım, otizm, obezite ve demir eksikliği anemisi olabilir. 

Bebeklerde günlük uyku düzeni ay ve yaşa göre değişir

Bir bebeğin günlük uyuma süresi ay ve yaş aralığına göre değişir. Yenidoğan döneminde, eğer bebeğin fiziksel bir sorunu yoksa uykularının da düzenli olması beklenir. ay aralığında bebekler genellikle 3 gündüz uykusu yapar ve toplamda saat uyurlar. Gece uykuları saattir. ay aralığında bebeklerin çoğu gündüz 2 kez, toplamda saat uyur. Geceleri saat kesintisiz uyuyabilirler. ay aralığı, bebekler için tek gündüz uykusuna geçiş dönemidir. Ortalama saat uyuyabilirler. Eğer gece uykuları da saat olursa ideal bir uyku düzeni oluşmuş demektir. 24 aydan sonra gündüz uykuları ortalama 2 saat olur. yaştaki uyku süresi gündüz saat, gece kesintisiz saattir. 

Uyku eğitimine akşam başlanmalı

İlk 4 ay boyunca bebekle bol temas halinde olmak çok değerli. Ancak 4. aydan sonra bebeği destekli uyutmak doğru değil. Bu durum, bebeğin kendi kendine uykuya geçmesini ve kesintisiz uyumasını güçleştirir. Bebekler dakikada bir uyanabiliyor. Destekle yani sallayarak, emzirerek, beraber yatarak, pışpışlayarak ve benzeri yöntemlerle uyutulmaya alışmış bir bebek her uyku döngüsünde aynı desteğe ihtiyaç duyacaktır. Tabii bir odada tek başına ağlamaya bırakılan ya da kendi kendine uyumaya zorlanan bebeklerde oluşan stres de uykuya geçmeyi güçleştirir. Şu çok önemli ki; bebek bir an bile annesinin onu terk ettiğini hissetmemeli. Uyku eğitimini en erken aydan sonra anne vermelidir. İlk gün atlatıldıktan sonra ise baba ya da bebeğin bakımına yardım edecek diğer kişiler devam edebilir. Eğitime mutlaka akşam başlanmalı ve uygun bir yatış- kalkış saati belirlenmelidir. 

Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Esra Kutlu, sağlıklı bir uyku düzeni kurmak için önerilerde bulundu:

  • Saat ’den sonra heyecanlı, hareketli oyunlar, parlak ışıklar yerine; banyo, masaj, kremleme, pijama giydirme ve kitap okuma gibi uyku ritüeli oluşturmaya çalışın. Ancak gece erken yatmasını kolaylaştırmak için sabah en geç ’de perdeleri açıp uyanmasını sağlayın. Bebeğin yatağında yastık dahil hiçbir şey olmamalıdır. Yastığı yaştan sonra kullanabilir, yorgan veya battaniye örtmek yerine uyku tulumu tercih edebilirsiniz. Gün içinde odasını 1 saat havalandırmak önemli. Yenidoğan için sert yaylı yatak bulamazsanız lateks yatak kullanabilirsiniz. Çarşafını gererek örtün ya da hareketle toplanmasını engellemek için lastikli çarşaflar kullanın. 
  • Bebeğinizi uyuttuğunuz ortamın, gece zifiri karanlığa yakın, gündüz loş olmasına dikkat edin. 
  • Gündüz uykularından dakika, gece uykularındansa dakika önce bebeğinizi odasına geçirin. Bebeğiniz gündüz ve gece uykusunu her zaman aynı ortamda uyumalıdır. Odasını 5. aydan sonra ayırabilirsiniz. Tam bu dönemde bir uyku arkadaşı edinmesini de unutmayın. Uyku arkadaşı, bebekler uykuya geçerken ellerine vermeye çalıştığımız, uykuyla özdeşleştirmesini istediğimiz yumuşak, üzerinde burun, göz, düğme gibi küçük parçaları olmayan, yıkanabilir, tüysüz, çok büyük olmayan bir oyuncaktır. 
  • 1 yaş sonrasında katı gıda beslenmesini, bebeğinizi yatırmadan 1 saat önce bitirmelisiniz. 
  • Çocuğunuzu uykuya, konuşarak hazırlayın. Onlar bizi anlıyor. 
  • Ortalama dakika bekleyin. Kararlılıkla gün tutarlı bir tavır sonuç verecektir. 
  • Bebeğinizin çıkardığı en küçük seste yanına koşmayın, çünkü bebeğinizin kendi kendine uykuya dalabilme yeteneğini öğrenme şansını elinden almış olursunuz. 
  • Uyku döngülerini atlatırken bebeklerde minik sesler, küçük ağlamalar, sağa sola hızlı dönmeler olağandır. Eğer bebeğiniz gündüz uykularından ağlayarak uyanıyorsa, halen uykusu var demektir, hemen yataktan almayın. Gündüz uykuları yerleştikten sonra, gece uykusu için son gündüz uykusunun ardından 3 saat beklemelisiniz. 
  • Uykuya dalmadan önce yatağın içinde sürekli dönüp duran, birisine temas etme ihtiyacı olan bebeklere uykudan önce masaj yapılması, yatağına temas edebileceği yastıklar konması, uyku arkadaşı edinmesine teşvik edilmesi ve ağır battaniye kullanılması faydalı olabilir. Ancak dokunsal hassasiyeti olan bebekler yorgan ve battaniyeden rahatsız olurlar. Onlar için de bacaklarını rahat hareket ettirebilecekleri uyku tulumu kullanabilirsiniz. 
  • Prematürelerde uyku eğitimi verilirken tek dikkat edilmesi gereken nokta, düzeltilmiş yaşına göre planlama yapmak olmalıdır. 
  • Uyku eğitiminden verimli sonuç alamadığınızda doktorunuza danışmayı ihmal etmeyin.

Yapılmaması gerekenler

  • Bebeklerin kendi kendilerine uykuya dalmasına fırsat vermeyen tensel dokunmalar 
  • Sallayarak uyutmak 
  • Uykuya geçerken emzirmek veya biberonla besleyerek uyutmak 
  • Kucakta, bebek arabasında uyutmak 
  • Sıcak bir ortamda uyutmak 
  • Bebeği aşırı giydirip uyutmak 
  • Bebeği uyku öncesi yorarak uykuya kolay geçeceğini düşünmek 
  • Bebeği gündüz çok yormak 
  • TV karşısında uyutmak (Televizyon karşısında uyuyan çocuklar sese alışırlar ve uykuya farkına varmadan geçerler).

Devlet Ana - Kemal Tahir (PDFDrive)

0 penilaian0% menganggap dokumen ini bermanfaat (0 suara)
99 tayangan halaman

Judul Asli

Devlet Ana - Kemal Tahir ( PDFDrive )

Hak Cipta

Format Tersedia

PDF, TXT atau baca online dari Scribd

Bagikan dokumen Ini

Bagikan atau Tanam Dokumen

Apakah menurut Anda dokumen ini bermanfaat?

0 penilaian0% menganggap dokumen ini bermanfaat (0 suara)
99 tayangan halaman

Judul Asli:

Devlet Ana - Kemal Tahir ( PDFDrive )

DEVLET ANA
Kemal Tahir
()

Kemal Tahir İstanbul'da doğdu. Gazihasanpaşa Rûştiyesi'ni


bitirip girdiği Galatasaray Lisesi'nin ikinci sınıfından
ayrılarak öğrenimini yarıda bıraktı. Avukat katipliği, ambar
muhasipliği, gazetecilik gibi işlerde çalıştı. 'de Nâzım
Hikmet'le birlikte yargılandığı Donanma Komutanlığı
Mahkemesi'nde on beş yıl hapse mahkum edildi. On iki yıl
Çankırı, Çorum, Kırşehir, Malatya cezaevlerinde yattıktan
sonra, 'de Genel Af Yasası uyarınca geri kalan cezası
bağışlandı. 'ten sonra yayımlamaya başladığı
romanlarıyla edebiyatımızın önde gelen yazarları arasına
katıldığı gibi, tarih konusundaki görüşleriyle de düşün
hayatımızı etkiledi. 21 Nisan 'te, bir kalp krizi sonucunda
İstanbul'da öldü.
Birinci Bölüm
Kancık Vuruş
1

Sen-Jan şövalyelerinden Notüs Gladyüs, sayvana çıkan


merdivenin kapısında, hancı güzeli yerine, karayağız oğlanı
görünce somurttu. "Oynaşını yolladı kancık! Gömleğin
temizliğinden belli bununla yattığı" Karının gelmemesine
değil, oğlanın çok yakışıklı, çok da çalımlı olmasına kızmıştı.
"Silahşörden ürker uşak takımı Hanımının koynuna
girdiğinden mi palikaryalık taslıyor, bu köpek?.."
Delikanlı, pazı güçlerine güvenen yeniyetmelerin
kasıntısıyla yaklaşıp elini göğsüne koyarak eğildi. Belindeki
kırmızı kuşak, omuzlarını daha geniş gösteriyor, sıkı
pantolonu, kısa konçlu yumuşak çizmeleri, biçimli kesimine,
cambaz çevikliği veriyordu.
Şövalye Notüs Gladyüs kaşlarını çattı:
— Nedir?
— Ablam "Bakıver," dedi. Buyrun!
— Özbeöz ablan mı? -Dirseği üstünde gövdesini ileri
sürerek parmağını salladı-: Yalan çıkarsa keserim
kulaklarını
Ses kışkırtıcıydı, cıvıktı.
Delikanlının iyimser gülümsemesi hemen silindi:
— Ablamdır. Emriniz?
— Sağır mı ablan? -Biraz bekledi-: Adını sorduk,
duymazdan geldi. "Görünür mü burdan Ertuğrul’un sınırı?"
dedim, karşılık vermeden savuştu.
— Kusuruna bakmayın! Konuşmayı pek sevmez. Adı,
Liya
— Ne demektir o?
— Zambak
— Zambak -Dişlerini göstererek sırtardı-, İyi
koyulmamış İyi koymalı Neden, "Kaymak" dememiş
baban?
Delikanlı, şaşkın, ürkek baktı.
Şövalye kısa boylu, şişmandı ama tıkızdı. Bir eliyle kılıcını,
ötekiyle hançerini tutuyordu.
Davranışlarında ölümle içli dışlı yaşayanların kuşkulu
tetikliği vardı. Omuzlarına kadar inen gür saçları, yırtıcı
hayvanların kabarmış yelesine benziyordu.
— Kestirmemiş mi kaymak olacağını? Anası da böyleyse
neden kestirememiş? Kaymak, daha yaraşıklı Tadına
doyulmaz. -Göz kırptı-: Denemişe benzersin, bilirim! -
Nedense içini çekti-: Demek ablan? Anlarız ilerde Ya senin
adın, Sarmaşık mı?
— Hayır, Mavro
— Söyle bakalım Mavro, görünür mü Ertuğrul’un sınırı,
buradan?
Mavro biraz düşündü. Issızhan'a gelen yolcuların hemen
hepsi, sayvana çıkar çıkmaz, nedense korkuluğa gider,
uçuruma bakıp sinir düzenlerinin özelliğine göre, taş
kesilmekten düşüp bayılmaya kadar, korku çeşitleri gösterirdi.
Bu da, karnından vurulmuş gibi "Hıhhh" diyerek irkilmiş, iki
büklüm gerilemişti.
— Niye daldın? Görünür mü sınır?
— Evet, görünür, şuraya çıkılırsa
Mavro, böyle diyerek sayvanın korkuluk taşlarına
çıkıverince, Şövalye Notüs Gladyüs, elleri havada, gözleri
yuvalarından fırlak, bir an dondu. Birkaç kez ağzını açıp
kapadı, neden sonra gırtlağını paralayarak bağırdı:
— İn, in Allah belanı versin! Delirdin mi namussuz, in
aşağı
Mavro hiç oralı olmadı. Omuzlarına dokunacak kadar yakın
uçan güvercinlerin arasında, ileri geri sallanıyor, "Al sana
kaymak Bakalım, kestirmiş mi babam, kestirmemiş mi?"
diyerek ölüme meydan okurcasına gülümsüyordu.
Çocukluğundan beri yükseklik korkusu çeken, uçurumlu
düşler görünce, boğazı kesilmiş hayvan hırıltılarıyla uyanıp
günlerce kendini toparlayamayan Şövalye Notüs Gladyüs,
Mavro'nun bu işe çok alışık olduğunu, dengesini hep
sayvandan yana tutmak için sallandığını fark edemeyecek
kadar dehşete kapılmıştı. Debelenerek kalkmaya çalıştı:
— İn, in dedim köpek, iiiin!
Mavro, cıvık herifi yeteri kadar bunalttıktan sonra, yay gibi,
sayvana atladı:
— Seçemedim. Tütüyor bataklık bugün
— Ya kopsaydı taşın biri -Şövalye, seğiren yanağını eliyle
bastırarak uğunuyordu-: Ya taşın biri kopsaydı?
— Kopmaz. Ermeni ustalar yontmuş bunları "Taşın
damarını bilir, Ermeni ustalar" derdi, yeri cennet olası
babam
— Hey akılsız Rum!.. Nah kopmuş ya!
— Kopanı da olur. Allah yapısı değil, kul yapısı
Bu aptal umursamazlık, şövalyenin duyduğu dehşeti, önce
şaşkınlığa, sonra şüpheye çevirdi. "Sayvan, uçuruma balkon
gibi uzanmış değil miydi yoksa! Arada basılacak yer mi
vardı?" Bunu aklından geçirir geçirmez, birden kudurdu,
derisine ateş değmiş gibi hopladı. Arada basacak yer varsa,
oğlanı delik deşik etmek kararıyla korkuluğa koştu,
bakmasıyla katılıp kalması bir oldu.
Sayvan balkon gibiydi. Yükseklikleri yüzlerce metreyi
bulan dümdüz kayalar, aşağıda, geniş ağızlı bir kuyu meydana
getiriyor, suyun yüzüne vuran bulutlar, uçurumun dibini,
cehennemin göklerine açılmış bir deprem yarığına
benzetiyordu.
Şövalye, eli ağzında, boğuk boğuk sordu:
— Ne kadardır burdan aşağısı?
— Üç yüz on altı kulaç
— Kim ölçtü?
— Babam Tebriz kervanının bezirgânıyla, bir gün
iddialaşmış, urganları salmış ulayaraktan, kulaçlaya kulaçlaya
çekmiş
Şövalye dinlemiyordu. Bakışlarını uçurumun dehşetinden
zorla kurtarıp uzaklara dikmişti.
Ova, göz alabildiğine sazlıktı. Nisan yeliyle sanki, sazlar
değil, varoluşun bir döneminde, henüz katılaşmamış toprak
dalgalanıyordu. Dünyanın bu parçasında, canlıların yaşamaya
başlamasından önceki boşluk, anlamsızlık, kesin umutsuzluk
vardı.
Şövalye Notüs Gladyüs, uçurumun tersine, ovada
gördüklerinden memnun olmalı ki, kaşlarını kasıntıyla çatıp
dişlerini göstererek sırtarıyordu.
Gemlik limanında gemiden inip Anadolu toprağına ayak
basalı on beş gün olmuş, Ertuğrul’un sınırındaki
mağaralardan birinde yasayan Cenevizli Keşiş Benito'yu
bulmak için, buraya, İznik, Bursa, İnegöl, Kütahya,
Karacahisar'dan dolaşarak gelmişti. Gerek bu yolculukta
gördükleri, gerekse Keşiş Benito'nun anlattıkları burasının bir
"Alıklar ülkesi" olduğunda hiç şüphe bırakmıyordu. Evet
burada, Türkmenlerle Bizanslılar yüzyıllardır aptallık
yarışındaydılar.
Bir eli kılıcının tutamağında, bir eli bıyığında, ayaklarının
ucuna basarak kısa tıkız gövdesini yükseltti: "Bu alıklar
ülkesini, altı aya varmadan elime geçirmezsem yuf olsun,
taşıdığım kutsal Sen-Jan kılıcına! Yuf olsun, damarlarında
dolaşan kral kanına!" diye homurdandı. Aşevinden gelen
kebap kokusunu derin derin koklayarak yırtıcı bir iştahla
yalandı.
Bitinya ucuna, Rumların kaltabanlığından yararlanıp
yerleşmiş Ertuğrul'un, güvenilir hiçbir dayanağı olmadığını
anlamıştı, Doksan yaşındaki yatalak Türkmen'i, bazı
tekfurların yardımıyla ortadan kaldırmak nasıl işten değilse,
ondan boşalacak yere, kendisinin yerleşmesi de o kadar kolay
olacaktı. İlk basamak Gladyüs Unikus Dükalığı, ikincisi
1

Bitinya Prensliği'ydi. Tekfurları hangi yollardan vassallığa


razı edeceğini çoktan planlamıştı. Bunu sağlamak için, birkaç
yüz Katalan, bir o kadar da Türkopol savaşçısı toplamak
yetişecekti. "Prenslikten sonrası da, göklerdeki Rab İsa
Efendimizin desteğiyle, Bizans İmparatorluğu'nun sahip
bekleyen bahtsız tacı!"
— Sınır neyle işaretlenir bu sazlıkta? Neyi görecektin
bataklık tütmeseydi?
— İnönü Hisarı'nı.
— Ertuğrul'un mudur?
— Yok! Hisar kullanmaz Ertuğrul Bey "Bizim hisarımız at
sırtıyla yalın kılıç" diye gülüşür bu Türkmenler Konya
Sultanı'nın voyvoda tahtıdır, İnönü Hisarı, Eskişehir
Sancakbeyi'ne bağlıdır.
Şövalye, bataklığa abanan kurşun renkli kalın bulutların
neler gizlediğini seçmeye çalışarak, meydan savaşı yöneten
bunalmış bir başkomutan gibi, hırslı, dalgın homurdandı:
— Hisar kullanmazmış Aptal göçebe!
— Yok, göçebe değildir, Ertuğrul Bey Eskiden göçebeyse
de, boşlamış olmalı çoktan
— Yaylaya çıkmaz mı, her yıl bu herif?
— Yaylaya çıkması Yazın barınılmaz ovada sinekten Biz
bildik bileli oturaktır buralar "Konya sultanına memurluk
etmiş, Ertuğrul Bey'in babası" derdi rahmetli babam!
Kendisinin de memurluğu varmış az biraz Memur dedimse,
kılıçlı memur, subaşı filan Bakmış ülkenin işleri bozuk,
vergiler gelmemekte eskisi gibi, tıkır tıkır İstemiş buranın
uçbeyliğini Babam rahmetli
"Mavro!" sesiyle, Şövalye Notüs Gladyüs, elini kılıcına
atarak hızla döndü, gözleri ürkek, ağzı yırtıcı, atılacak gibi iki
büklüm, sayvan kapısına bir zaman baktı.
Kendini toparlayınca dişlerini gıcırdatarak sövdü, yarısına
kadar çektiği kılıcı hışımla kınına soktu. Masaya gidip çöker
gibi oturarak şarap tasını aldı, her yudumda, korkuluğun
taşları düşmüş parçasıyla kapının karanlığını gözetleyerek
içti.
Kıbrıs manastırında, Sen-Jan papazı olmaktan vazgeçip,
tarikatın şövalye adaylarına katılarak, kılıç kuşandığı gün,
falına baktırmış, Çingene karısı, arkadan vurulmazsa yüz yıl
yaşayacağını, çok şanslı işler yapıp başına çok büyük bir taç
giyeceğini söylemişti. O zamandan beri, sırtını güvene
almadan oturmuyor, insanlara, kapılara, köşebaşlarına
arkasını dönmemeye dikkat ediyordu. Dövüşlerde, kimi
zaman aşırı korkak, kimi zaman kudurmuş gibi cesur
davranması bundandı. Saçma sebeplerle dalgınlığa kapılıp
sırtını tehlikede bıraktığı zamanlar kendine kızıyordu.
Tırnaklarını kemirip dururken aptal oğlanın cambazlığı
gözünün önüne geldi. Evet, ihtiyatsızlık etmesine, bu kez
oğlan sebep olmuştu. "Çağırsam itoğlu iti 'Al sana bir altın'
desem, çıkarsam şuraya Vursam ensesine topuzu" Nerde
olursa olsun, topuzunu yanına dayardı. El atıp bulamayınca,
şaşkın şaşkın bakındı. Topuz, kısa baltası, okluğu, yay torbası,
kalkanı, kargısıyla duvarın dibinde duruyordu. Bu dalgınlığın
suçu da Mavro'nunmuş gibi, çocuğu öldürmeye kesinlikle
karar verdi: "Bayılır mı topuzu yer yemez?.. Yok öyle şey!..
Bayılmamalı Neye uğradığını anlamalı da, insanlara sırtını
dönmenin eşeklik olduğunu öğrenmeli." Gözleri topuzdaydı.
"Dertop mu uçar, darmadağın mı? Kaç sayana kadar bulur
dereyi?" Arkasından bakıp öldürmenin tadını
çıkaramayacağına gerçekten üzülerek içini çekti. Düşünüp
dururken bakışlarındaki kıyıcı parıltı silinmiş, gözleri yavaş
yavaş kısılıp dalgınlaşmıştı. "Karı yalnız kalıyor. Gider başına
dikilirim çekip hançeri 'Yat kahpe' derim, 'Nasılmış oynaşını
yollamak cilvesi' derim!" Yumruğunu burnuna sürdü.
Aslında karaoğlanı öldürmek istemesi hancı karıyla yalnız
kalabilmek içindi. Bunu elinde olmadan yapacakmış da
önlemeye çalışıyormuş gibi, sarı sakalını sımsıkı tuttu. Sert
sert soluyor, bacaklarını var kuvvetiyle sıkarak kıvranıyordu.
Ensesinde başlayıp bel kemiğine inen ılık ürpertiyle gözlerini
yummuştu. Sinirleri bozulursa, kan dökme hırsını, cinsel
isteklerini gemleyemiyordu. Bütün denetlerini kaybetmiş,
inmeli hareketlerle sarsılarak gövdesini geri aldı. Kötülük
etmek için birisi gözetliyormuş duygusuyla sayvan kapısına
kuşkulu kuşkulu baktı.
Güvercinler, kabararak, gurulduyarak dolaşıyorlar, korkunç
uçurumun üstünde, keyifle takla atıyorlardı. Bir erkek
güvercin, dişisini kovaladı, götürüp korkuluğun dibine
sıkıştırdı. Kanatlarını yere sürüp şişinerek çevresinde biraz
dolandı, bindi, çiğnedi. "Oh oh! Böyle İşte böyle olmalı!
Canı çektiği yerde, canı çektiği karıyı ıhtırıp paralamalı,
insanoğlu!.. Pazar yerinde, yolda, kilisede" Birden ürktü.
Acele istavroz çıkardı. Kendisine karşı duyduğu umutsuz
acıma, suratını ağlamalı bir güçsüzlükle buruşturmuştu.
"Bağışla bu güçsüz kulunu göklerdeki Rab İsa Efendimiz!" El
yordamıyla tası bulup sonuna kadar içti. Çok yorulmuş gibi,
dirseklerine dayanıp elleriyle yüzünü kapattı. "Sırası mı
namussuz, sırası mı piç kurusu!" Tasarladığı büyük işler için,
gözünü budaktan sakınmaz, aklı yok, pazı gücü çok
yardımcılar toplaması gerekti. Uçurumlara metelik vermeyen
alık oğlanı yanına alıp sırtını sıvazlayarak ölümlere
salacağına, öldürmeye kalkıyordu. "Neden? Bir hancı karı
uğruna Şeytan çarpsın, pis pezevenk! Bu kadar mı çektin
anan olacak küçük orospuya?" İnce bir altın zincirle boynuna
asılı Sen-Jan tarikatının haç biçimi şövalye nişanını hınçla
tuttu bir zaman, canını yakmak istediği bir kadının
memesiymiş gibi dişlerini gıcırdatarak mıncıkladı.
Merdivende ayak sesleri duyunca, birden irkildi, elindeki
nişanı, hançermiş de gelene atacakmış gibi birkaç kere
hoplatıp terazileyerek tetikte bekledi.
Mavro, gözleri yerde, bakır kabı getirip masaya koymuş,
kapağı açınca sayvanı kebap kokusu kaplamıştı.
Şövalye, hançeri çekip ete şüpheyle bakarak sordu:
— Gerçekten karaca mı?
— Karacadır, evet!..
— Şimdi anlarız!
Biraz kesip ağzına attı, uzaktan uzağa duyulan bir şarkıyı
biliş çıkarmak istiyormuş gibi, dura dura çiğnedi.
— Gerçek Bildiğimiz karaca Kim avladı bunu?
— Ben!
— Seninkine "avlamak" demezler, "tutmak" derler.
— Neden?
— Okla vurmuyorsun, tuzakla yakalıyorsun!
— Okla avlanır karaca Tuzak kuşlara kurulur.
Şövalye ucunda et lokması bulunan hançerini, ağzına
götürürken durup merakla baktı:
— Gerçek mi? Karaca vurabilir misin okla?
— Vururum! Uçara atıp düşürdüğüm çoktur. Çabuk da
atarım gerekirse Yağdırırım!
— Bak sen!.. Şövalye gittikçe ilgilenerek Mavro'yu süzdü.
Bu hüner, kendi başına öğrenilmez. Ustan kim?
— Babam rahmetli Yaman avcıydı benim babam, uçanla
kaçan kurtulamazdı yayı eline aldı mı?
— Bu kadar silahşörmüş de neden hancı olmuş?
— Kör Yahudi yüzünden
— Anlamadım.
— Bir garip Yahudi varmış Karacahisar'da Nerden
gelmişse gelmiş İki gözü kör Düğünlerde, bayramlarda
çalgı çalarmış, bahşişle geçinirmiş Bir gün Kara Taun
basmış buraları Her evden birkaç ölü çıkmaya başlamış
sabah akşam Şimdiki Benito keşiş babamızın mağarasında,
o zamanlar bir başka Frenk keşişi otururmuş Sakalı
göbeğinde bir domuz Birkaç akılsız gitmiş Frenk keşişinden
Kara Taun'un dermanını sora Ne dese iyi, kara namussuz?
"Ben yerinden haber aldım, taun maun yoktur. Yahudiler
çeşmeleri, kuyuları ağılamaktadır. Yahudi'sini kesen
kurtuluyor. Kurtulayım, derseniz, paralayın kör çıfıtı" demiş
Bunlar gelip Karacahisarlıları ayaklandırmışlar. Kudurmuş;
Rab İsa beterinden esirgesin, bizim avanak
Karacahisarlımız Fukara kör Yahudi'yi döverek, söverek,
Karacahisar'ın pazar yerine getirmişler. Rahmetli babam
anlatırdı. Ölü gömmekten dönerken rezilliğin üstüne
varmışlar. "Milletin kudurması nedir, ben o gün orada
gördüm" derdi rahmetli babam Paralamışlar garip herifi
"Çıfıt zehrine panzehirdir" diye ayağından, etinden alan sütü
bozuklar da olmuş Babam rahmetli, "Üç gün karnım ekmek
almadı. İçtiğim suyu kustum iki katıyla" derdi. Bizim buraya
göçmemiz, işte bu kör Yahudi olayındandır. O sıralar, ovadaki
kervan yolunu batak yeniden yeniye kesmekteymiş
Katırcılar Kanlı Boğaz'dan yeni işlemeye başlamışlarmış tek
tük Burası yapılışında han değildir. Çok eskiden,
Selçuklu'ya karşı, palangalar sıralamış imparatorumuz
dağların başına Bura, binbaşı hisarıymış Selçuklu sürüp
gelip İznik'imizi aldığında, binbaşı da kalmamış yüzbaşı da
Babam rahmetli, kör Yahudi işinde Karacahisarlıya
kahredince, anamızı alıp gelmiş Bakmış "Kanlı Boğaz
Hanı" denecek, "Issız handır buranın adı" demiş Çok
yalvarmışlar yolunu kesmeye Tekfurumuzun kâhyası "Etme
Kara Vasil, seni kurt kuş yer dağbaşında Sana acımam
körpe karınla karnındaki doğacağa acırım" demişse de
dinletememiş "Sizden ırak olan, İsa Efendimize yakın olur"
demiş rahmetli, "Kötü adam görmenin, dine zararı vardır"
demiş, "Dağa taşa bakarsın, Allah'ın gücünü unutmazsın,
ormanların yeşili, yaylaların esintisi yüreğini temizler, ıssızda,
canın çekse de kötülük edemezsin. Nerede bulur Rab İsa'yı
arayan, ıssızda bulur, kâhya" demiş rahmetli babam
— Aferin Filozofmuş desene Var mıydı okuması
yazması?
— İncil okurdu arada, türkü ağzıyla, Kanlı Boğaz'ı
gümbürdetirdi. Yazdığını hiç görmedim.
— Neciydi Karacahisar'da? Oktan yaydan anladığına göre,
silahşor filan mıydı?
— Çok istemiş tekfurumuz yanına silahşor almayı ama, razı
olmamış rahmetli -Mavro içini çekti-: "Adam öldürmeyi
zanaat edinmekte adamlık yok!" derdi, "Akıllı adam ömrü
boyu kılıç taşımaz" derdi, "Hamallıktır" diye gülüverirdi.
"Kılıç hamallarının çoğu kancık olur, oğlum Mavro, zartına
zurtuna bakma sen," derdi. "Kılıç kılıcı çeker üstüne
'Ölmeyeyim' dersen, atik davranıp karşısındaki öldüreceksin
Atik davranıp öldürmeninse çizgisi çok bulanıktır Yiğitlik
nerde biter, kahpelik nerde başlar, bilinmez!" derdi.
"Silahşörlükte kahpelikle adam vurmaya da bir kez başlayan,
hiç iflah olmaz!" derdi rahmetli
— Halt etmiş ki rahmetli, büsbütün Dedikleri, evet, doğru
ama, Müslüman kâfirleri için
— Hıristiyan, Müslüman ayırt etmezdi babam
— Höst!,. Dinsizliktir bu Bana dedin, başkasına deme
Mavro gerçekten ürktü, hemen bir Ortodoks istavrozu
çıkarıp kekeledi:
— Dini sağlam adamdı, rahmetli Papazımız derdi ki
— Höst Hıristiyan savaşçılar, İsa Efendimizin askerleridir.
Biz kahpelik bilmeyiz. Çünkü ödevimiz dünyadan küfrü
kaldırmaktır. Haklı güçsüzleri, haksız güçsüzlere karşı
savunuruz!.. -Şarap tasını aldı, boşalmış olduğunu görünce
uzattı.-Doldur şunu bakalım!.. Anlamadığın lafları da hiç
taşıma bundan böyle, unut!
Mavro telaşla koşup kocaman şarap testisini kaptı geldi,
ikindi güneşi, bulutları aralayıp bir an görünmüş, akan şarabı
taze kan gibi parlatmıştı. Şövalye başını kaldırdı:
— Sağol arslan Mavro! Geç şöyle! Geç otur!
Koca bir Frenk şövalyesinin "Otur" demesine Mavro birden
sevindi ama bu sevinç çok sürmedi. Sesin apansız
yumuşamasından işkillenmiş, babasının bir öğüdünü
hatırlamıştı: "Anası bacısı güzelse, akıllı delikanlı, akranı
olmayan heriflerin övgülerine inanmayacak, hediyelerini hele
hiç almayacak"
— Sağolun!.. Severim ayakta durmayı
— Otur dedim. Büyüklerin sözünü dinleyeceksin ki, adam
olasın! Otur hadi!
— Ablam çekişir. Müşterilerle oturmak yoktur bizde
— Uzattın ki, tadını kaçırdın. Gelirse kalkarsın.
Soracaklarım var! Geç otur!
Mavro kuşkuyla kapıya baktı, sıranın ucuna ilişti.
— Ne kazanırsınız burda siz? Yıllığınız neye gelir?
— Yıllığımız mı? Hiç belli olmaz. Vaktiyle, boğaz yolu
işlerken, kazanırdık epey!.. Şimdilerde, İsa Efendimize şükür,
geçinmekteyiz Tepenin ardında tarlamız var, ekeriz. Odun
parasız İneğimiz var, sağarız. Koyunumuz, ak keçimiz var,
yününden öteberi örer ablam Odun sarar götürürüm
Karacahisar'a Tuz, kil, mum öteberi alır gelirim. Yoğurtla
peynirle kap kaçak trampa ederiz. Av eti eksik olmaz. Yaban
tavuğu, sülün, keklik çoktur burada -Çenesiyle ayakları
dibinde dolaşan güvercinleri gösterdi-: Bunlar
— Ata binmeyi sever misin?
— Sevilmez mi?
— Bakmayı?..
— Atımız var. At beslerdi babam hep
— Seni yanıma alsam Bir altın versem yıllık Üst baş,
yeme içme benden
Mavro'nun suratı asıldı. Rahmetli babası, "Gâvur-
Müslüman, tarikat takımında oğlancılık vardır, aman haaa!"
derdi. Kendini zorlayarak gülümsedi.
— Bana kalsa ne güzel, ama hiç olmaz!
— Neden?
— Biz imparatorumuzun hür köylü defterine yazılıyız.
— Sizin imparator, sarayında olanlardan habersiz! Ne
bilecek Karacahisar'daki Mavro'yu?..
— Bilmese de töre değildir. "Yılda beş altın verseler, uşak
olacağına, kaldır kendini şuradan Kanlı Boğaz'a at" demiştir
babam rahmetli
Şövalye Notüs Gladyüs şarap içti, kebaptan aldı. Bunları
yaparken Mavro'yu gözden geçiriyor, iyice ölçüp biçiyordu:
— Ya savaşçı alsam yanıma? -Mavro'nun aldırmadığını
görünce, dünyayı bağışlar gibi kasılarak ekledi-: Savaşçı
değil Şövalye adayı
— Şövalye adayı mı? Gerçek mi, aman soylu efendim!
Mavro'nun birden soluğu kesilmiş, yanakları kıpkırmızı
olmuştu. Yutkundu, sevincini bastırmaya çabalayarak,
"Bizimle gönül mü eğlendirmekte yabanın Frenk'i?" diye
kuşkulu kuşkulu araştırdı.
Şövalye delikanlıdaki değişmeleri dikkatle izliyordu. Batıda
köylü delikanlıların savaşçılığa karşı duydukları umutsuz
imrenmeyi çok görmüştü. Buradakiler, zaten silahlı
olduklarından, ancak köylülükten büsbütün kurtarmak yoluyla
kandırılabilirdi. Mavro'nun da böyle bir kurtuluşa can attığını,
han kapısında, kendisini karşıladığı zaman atına, silahlarına
bakışından anlamıştı.
Kasılmayla tekrarladı:
— Şövalye adayı.. At benden Silahlar benden
Toplayacağımız birliğin çavuşu olur, bayrağımı taşırsın, kısa
bir süre Yürekliysen, silahlara güç yetirirsen, bizim tarikatın
okunmuş kılıcını bağlarını beline Seni şövalye adaylarının
defterine yazarım.
— Aman şövalyem! Aman Rab İsa Efendimiz! Aman,
rüyasını gördüm ben bunun
— Nasıl rüya?
— Geçen hafta Asker geçiyormuş buradan Arap
kâfîrler'e savaş açmış imparatorumuz Sınava çekti beni
okçulukta. Koruyucu bölüğüne çavuş aldı. Uyandım ki tere
batmışım Soluğum ağzıma sığmazlanmış sevinçten
İnanayım değil mi Şövalyem? Gönül eğlendirmekte değilsin
öyle ya?
— "Şövalye adayı" dedim! Şövalyelikte şaka olmaz!
Mavro n'apacağını şaşırmış, ellerini birbirine kitleyip
göğsüne bastırmıştı. Böylece, şövalyenin ayaklarına
atılmamak için kendini tutmaya çalıştığı belliydi. Aşevinde,
yere düşürülen bir bakır sesiyle irkildi, kapıya şaşkın şaşkın
baktı. Gözlerindeki mutlu ışık yavaş yavaşkarardı; yüzünü,
dünyanın en acıklı kederi kapladı. Yutkundu:
— Şaka değilse de Hayır, olabilemez şövalyem, biz
şövalye adaylığına geçebilemeyiz!
— Neden? Şövalye gerçekten şaşmıştı. Delirdin mi?
— Hiç olmaz! Ablam razı gelmedikçe hepsi boş
— Alık herif, karı kısmı ne karışırmış böyle işe?
— Karışır. Bu dünyada bizim birbirimizden başkamız yok
Şövalye Notüs Gladyüs'ün canı sıkıldı. "Olup bitti" saydığı
işlerin bozulmasına çok kızardı eskiden beri Tası aldı, biraz
dargın, iyice de ayıplamış gibi sordu:
— Evlenmeye niyetli değil mi ablan?
— Niyetli.
— Kaç yaşında?
— Yirmi dört
— Evde kalacak desene bu gidişle Bulamadı mı bir
uygununu?
— Bulamaz olur mu?
— Kim? Ne iş yapar?
— Ertuğrul Bey’in savaş atı eğitimcisidir, sözlüsü
— Allah Allah, Ertuğrul, nasıl güveniyor savaş atlarının
eğitimini bir Hıristiyan'a
— Hıristiyan değil
— Türkopol mu?
— Yok Müslüman Türk
Şövalye hem şaştı, hem yadırgadı:
— Nasıl veriyorsun ablanı Müslüman kâfirine?
Mavro bu soruyu, hiç duraklamadan karşıladı:
— İyidir Demircan eniştem Buraların ünlü silahşörüdür
fazladan
Şövalye, meseleyi, Hıristiyan-Müslüman açmazına soktuğu
için kendisine kızdı.
— Neden evlenmiyorlar peki?
— Onlara kalsa çoktan evlenecekler ya, Demircan eniştemin
anası razılık vermemekte!
— Niçin?
— "Gâvur kâfir" demekte bize, hâşâ huzurdan, Demircan
eniştemin anası "İlle Müslüman olsun gelinim" diye
direnmekte İçini çekti. Ablam inattır, eniştemin anası
dersen "Bacıbey inadı" nam salmıştır, Konya'dan
İstanbul'a Az biraz sağalsa Ertuğrul Bey, hastalığı
savuştursa biraz
— N'olacak?
— Açacak meseleyi Demircan eniştem Anasına söz
geçirse, bu dünyada, bir Ertuğrul Bey geçirir
— İster mi bakalım, yakın adamının, bir Hıristiyan karıyla
evlenmesini, Ertuğrul ?
— Karışmaz Ertuğrul Bey kimsenin dinine imanına
Savaşçı derviş mi bu, gazi savaşçısı mı?
Şövalye sakalını kaşıyarak daldı.
— Başka isteyen var mı ablanı?
— İsteyen mi? N'olacak?
— Anasından korkan yüreksiz enişteni biraz
dürtüşleyeceğiz arslan Mavro Anladın mı?
— Yok
— Hey avanak! Sözlünü biri isterse, ne yaparsın ? Elini
çabuk tutmaz mısın?
— Buralarda kimse Demircan eniştemin sözlüsünü
isteyebilemez ve de benim ablam, kendini kimseye istetmez.
— Keyfine bırakırsak Sen bu işi oldu bitti say oğlum
Mavro, on beş gün sonra hazır ol şövalye adaylığına
Mavro bir an umutla donakaldı, sonra ellerini dizlerine
vurarak çırpındı:
— Aman şövalyem, inanayım mı? Aman soylu efendim?..
— Amanı yok Bulacağız bir zıpır, vereceğiz biraz para,
gelip isteyecek ablanı Bak bakalım, kaltaban enişten nasıl
razı edecek anasını
Mavro gözlerini kırpıştırarak anlamaya çalıştı, anlayınca,
şövalyenin elini öpmek için atıldı. Herif vermeyince
gömleğinin eteğini minnetle ağzına götürdü.
— Sağolun şövalyem!.. -Üst üste Ortodoks istavrozu
çıkarıyordu-: Yattı aklım Aman göklerdeki Rab İsa
Efendimiz
Şövalye Notüs Gladyüs, diz çökmüş delikanlıya kasılarak
emretti:
— Bırak şu Ortodoks istavrozlarını da, şarap ver!
Mavro sıçradı, şarabı koydu, ellerini göbeğine kavuşturup
ayakta kaldı. Artık şövalyeye babasıymış gibi, saygıyla,
minnetle, beğeniyle bakıyordu. Hanın kapısında, yağız atına,
ak tüylü tolgasına, çeşitli silahlarına ağzı sulanmıştı. Hizmet
ederken biraz kasıntılı davranması, kıskançlığındandı. Şimdi
baktıkça, kanı kaynıyor, herifin, örtbas edilmez çirkinliği bile,
güzelliğe dönüyordu. Bir an "Ablam, Demircan eniştemi
boşlasa da bunu alsa" diye geçirdi aklından, sonra,
Demircan'ın yiğitliğine, aşırı yakışıklılığına karşı suç işlemiş
gibi, gözlerini utançla kırpıştırdı.
Şövalye Notüs Gladyüs, bu işi oturduğu yerde, akılla
bitirdiği için kendinden memnundu. Üst üste içti, kebap yedi,
kemerinden bir delik gevşetti. Örme zırhının üstünde, sol
göğsüne Sen-Jan haçı işlenmiş bir yün gömlek vardı. Örme
zırhtan pantolonu kalın bacaklarını sıkıca sarmış, gövdesinin
kolay yıkılmaz tıkızlığını artırmıştı. Kılıcıyla hançerinin haç
biçimi kabzaları bir örnekti, epeyce pahalı oldukları
oymalarından belliydi. Sırma işlemeli kısa harmaniyesi,
deriden kumanya torbası, çakmak kesesi, gümüş çemberli
şarap matarası, şövalyenin şıklığa meraklı olduğunu
gösteriyordu. Yüz siperliğinin bir canavar başına benzettiği
çelik tolgası, kim bilir kaç altındı. Tolga da, sanki bunu
biliyor, kaim meşe tahtalarından yapılmış masanın üstünde,
kabarık tüyleriyle yırtıcı bir kasıntı yığını gibi duruyordu.
Frenk şövalyesi, apansız, anlamadığı bir dilden garip türkü
tutturunca, Mavro, şarap testisini kanatlanmış da uçuyormuş
gibi şaşırmış, bir an "İncil mi ola?" diyerek kulak vermişti:
— "Hey hey şövalyeler! Gördüm dört imparator öldü bir
buçuk yılda." -Şövalye karşı kayaları gümbürdeten müthiş bir
kahkaha patlattı-: Anladın mı kopuk? Ne diyor bu türkü?
— Türkü mü? Yok Rumca değil
— Değil elbet Halis Latince
Şövalye, yüz yıl önce, bir gezgin şövalyenin yaktığı şarkının
sözlerini Rumcaya çevirdi: "Olağanüstü işler gördüm. Bunun
için hiç kimse gördükleriyle şaşırtamaz beni Dört imparator
öldürüldü önümde Birincisini uykuda boğdular gözdeleri
Kesildi bir meydanda ikincisinin başı Uçuruma attılar
üçüncüyü bir sabah Dördüncüsü vuruldu kazanmışken
savaşı"
— İmparator gördün mü sen hiç?
— Hayır Görmedim. Geçmedi burdan imparatorumuz, ben
beni bileli!
— Kral gördün mü?
— Kral yoktur bizim buralarda. Biz "imparator" deriz!
— Yok mu? Halt ettin şimdi!.. -Delikanlıyı bir zaman
süzdü. Bir sır verecek gibi kapıya bakarak fısıldadı-: Görmek
ister misin?
— Neyi şövalyem?
— Kral!.. -Kasılarak arkasına dayandı-: Kimseye söylemek
yok ama Aç gözünü Mavro, karşındaki özbeöz kraldır
senin
— Aman!..
— Aman yaa Napoli kralı olan teresin piçiyim ben
Yumruğunu uzattı. Bu damarlarda kral kanı var, uyuma, kral
kanı olmasa, yapabilir miyiz seni şövalye adayı?.. Şövalyeliği
krallar verir ancak!
— Aman soylu efendim
— Höst, sorulmadan konuşmayacak şövalye adayı Birine
açtın mı bitiririm! Esir düşersek artırırlar kurtulmalığı
Uçurumun üstünde takla atan paçalı güvercini bir zaman
izledi.
— Nedir o? Nedir ilerde parlayan?..
Mavro parmaklarının ucunda yükseldi, bilgi vermek, işe
yaramak için çırpındığı telaşından belliydi. Çok uzaklarda,
akşam güneşi bir yere vurmuştu.
— O mu efendim Bursa’nın Keşiş Dağı Doruğunun karı
erimez ebedi Parlar güneş vurdukça böyle Yazın
imparatorluğumuzun sarayına kar bu Keşiş'ten gidermiş!
— Ne kadardır burdan Bursa?
— Rahmetli babam, "Altmış fersah" derdi. Bilmem artık,
fersah ne kadarsa
— Altmış fersah Bir adamlık yol Ya şu dağlar?
— İlerdeki Koca Dağ, berisi Yeşil Dağ Daha berikine,
"Yellice" deriz. Domaniç Yaylası vardır oralarda, Ertuğrul
Bey'in Suları buz gibidir. Ormanlarında meşeler, çamlar,
ardıçlar durur ki, dört kişi el ele tutsa gövdeleri
kucaklayamaz.
— Germiyan sınırında mı Domaniç?
— İyi bildin Germiyan
— Demek güneyi Germiyanlı Doğusuyla kuzeyi
Karacahisarla Selçuklu Batısı Bizans, bu Ertuğrul'un
— Aslında üç yanı bataktır efendim Salt Bursa-İznik yönü
sağlam topraktır.
— Üç yanı batak!.. Batak olduğu iyi Allah işini bilmez
mi?
— Bilir kurban olduğum Eskilerde batak matak yokmuş,
imparatorumuz güçlüyken Konya Sultanı’nın gücü
yettiğinde de, Porsuk, Sakarya böyle akamazmış başıboş
Bakımsızlıktan kudurmuş sular Tarlaları, otlakları basmış
Babam rahmetli derdi ki, "Üç kez yatak değiştirdi Sakarya
Irmağı" derdi, "Üç kez, hisarları kuruda koyup savunusuz
bıraktı. Türk'ün, Moğol'un sürüp gelmesi bundan" derdi
rahmetli Yolları yutmuş batak Kervan işlemez olmuş.
Babam rahmetli, "Buraların yoksulluğu bundan" derdi,
"yoksulluk, yıkılsın gitsin, dersen kayzerimizin, ya da Konya
Sultanı’nın, güçlü olmasına dua edeceksin" derdi. Bu batağın
bir ucu Simav Gölü'ne, Koca Su'yun kaynağına dayanır
şövalyem, bir ucu, Sakarya Irmağı'yla gider, Karadeniz'e
kavuşur. Eskilerde, sular, hiç dengesizlik edemezmiş, çünkü
dizgin vururlarmış ağızlarına kayzerler, sultanlar, sert başlı
hayvanlar gibi -İçini çekti-: Aklı erenlere bakarsan,
Frenklerle Moğolların başı altından çıkmış bugünlerin
rezilliği Ülkeyi batıdan Frenkler basmış, doğudan
Moğollar Vergi, haraç alamaz olmuş kayzerimizle Konya
Sultanı Vergisiz, haraçsız nasıl dizginlersin bunca azgın
suyu? Sular kudurgan olursa ekin olmaz, ekin olmazsa köylü
olmaz, köylü olmazsa ekmek olmaz, ekmek olmazsa dünya
batar. Eskiden kervanlar geçermiş ki bizim ovamızdan, başı
Eskişehir'de yükünü çözerken, kuyruğu Bilecik'te denk
bağlamakta olurmuş
Mavro, şövalyenin dinlemediğini anlayınca somurtarak
sustu. Herif, dünyayı unutmuş, şarap içiyordu lıkır lıkır Tası
tüketince hıçkırıp geyirdi:
— Söyle bakalım bayraktar Mavro, ne kadar savaşçı çıkarır
bu senin uç beyin, kötü Türkmen Ertuğrul, sıkışıp bunalırsa?
— Sıkışıp bunalırsa mı? Hiç belli olmaz! Bunların sıkışıp
bunalması kötüdür gayet şövalyem!
— Sesin titremeye başladı yüreksiz Mavro Kötüsü
neymiş?
— Kötüsü Bunlar gazi takımıdır. Törelerince, buranın
gazisi bunaldı mı, dünyanın öbür ucundaki gaziler
duymalarıyla gelip yetişirler, fırtına gibi
— Şu mesele!.. Germiyanlar da gazi değil mi?
— Gazidir evet
— Ama araları yokmuş Ertuğrul'la Neden bakalım?
— Yoktur evet Afyon yapar Germiyan toprağı Savaşçı
dervişler, ille de abdalları afyon tutkunudur. Ertuğrul Bey
afyon sokturmaz uca Bu yüzden
— Gördün mü? ötekiler gelip yetişene kadar, iş işten geçer!
Sen elini çabuk tutamazsan, o başka!
— Konya Sultanı'nın Eskişehir Sancakbeyi'ni ne yapalım?
— Konya Sultanı kalmış mı ki sancakbeyi hesaba katılsın
alık herif!
— Ya gerideki domuz Moğol!?.. Moğol'a baçını yollar
Ertuğrul Bey, gün sektirmez. İyidir arası gayet
— Karıştırma Moğol'u Ertuğrul, kaç savaşçı çıkarır kendi
kabilesinden, onu söyle?
— Kabilesine geldi mi Kayılardan çok adam yoktur
yanında Babam rahmetli anlatırdı. Konya sultanları, "N'olur
n'olmaz" diye dağıtırmış Türkmen aşiretlerini ülkenin
şurasına burasına Yerini bulan, oturak olurmuş Ertuğrul Bey
gibi, bulamayan, dolanır dururmuş Bir Samsa Çavuş vardır,
Kayılardan Tamam!.. Bak, bu Samsa Çavuş, bildiğin,
göçebedir! Geçimsiz bilinir, bizim buralarda, bu Samsa
Çavuş "Yurt tutamaması bundan" derdi rahmetli babam
Yazın sahipsiz yaylalarda yaylalar, kışın şuna buna baç
vererekten Sakarya kıyılarında barınır. -Biraz düşündü-:
Aslını ararsan, Ertuğrul Bey'in adamlarından bazısı, "Biz
Kayılardanız" derse de bildiğinden değildir.
— Uzattın ki bayraktar Kaç savaşçı çıkarır bu herif? Üç
yüz Dört yüz Beş yüz?..
— Eh Artık değilse, noksan da sayılmaz!.. Ama sen
bunları, adam gibi, adam bellemeyeceksin şövalyem Biz bu
Issızhan'da, çoğunu kondurup göçürdük. İl erlerinden, iş
erlerinden, yaban erlerinden, dağ erlerinden, ağaç erlerinden,
batak erlerinden, hisar erlerinden, ulu yörükten, atçeken
yörükten, Türkmen'den, Karakeçili'den niceleri geldi geçti.
İçlerinde ermişi var, dervişi var Rum abdalları derler, Rum
gazileri derler Ertuğrul Bey'in savaşçısı, ev hesabına
gelmez. Bekâr gazilerin beşi onu bir evde barınır çünkü.
Savaşçı dervişlerin beşi onu bir zaviyede birikmiştir. Rum
abdallarına geldi mi, dam, çadır tanımaz bunlar, ağaç
gölgesinde, ot yığınında eğleşirler. Azrail'e el ense çekmiş,
gözü kara yiğitlerdir her biri Karıları bile dövüşkendir
Ertuğrul Bey'in Bunlara "Rum bacıları" derler, başkanları,
Demircan eniştemin anası Bacıbey'dir. Bunların töreleri de,
gaziler, savaşçı dervişler töresi gibi, din yayma üstünedir.
Anladın mı neden razılık vermemekte Bacıbey, Demircan
enişteme? Bunlar Hıristiyanları tenhada tuttular mı, kılıcı
kafalarında çevirip "imana gel yaa kâfir, bitiyorsun" demeden,
geçemezler. Aslında bunlar dur durak bilmeyecek,
kitaplarının kavlince, hiç at sırtından inmeyecek, boyuna
seğirtecek
— Hani ya, çoktandır bir halt ettikleri yokmuş?
— Durmaları Ertuğrul Bey'in dizginlemesinden Demircan
enişteme bakarsan, sıkı emri varmışErtuğrul Bey'in -Biraz
daldı, gözlerini kırpıştırdı-: Evet, uç milletini bunaltmak iyilik
getirmez şövalyem "Hele Bacıbey 'Haydin' dedi karılar
atlanıp kılıcı sıyırdı mı, iş işten geçmiştir" derdi rahmetli
babam Artık güç yetesi kalmazmış Ertuğrul takımına
Çünkü karıları atlanınca, bunlar ölüm şerbetini peşin
içermiş
— Bundan mı yıldınız da, buralarda bu kâfirlere yurt
bağışladınız yüreksizler?.. Bundan mı, dört yandan yürüyüp
dört beş yüz kâfiri tüketemediniz?
Mavro gerçekten korktu. Hemen yapılacak bir kötülüğü
önlemek istermiş gibi, elini kaldırdı:
— Olmaz şövalyem Olmaz öyle şey Uçtur buraları
Uçlarda düzen bozmak hiç olmaz! Türkmen'e bulaştın mı
öldürmekle yakanı kurtarabilemezsin! Aslında büsbütün
kurtulayım dersen, ölüp kurtulacaksın!
— Halt ettin şimdi! Nasıl kurtulmak o?
— Kestirmeden Çünkü uçlarda kan battal olmaz. Herkes
kanlısını izler, kova kova, bir gün kıstırır, alır öcünü Bu
yüzden, yasa tanımaz Moğol'un bile, gözü kesmez buraları
Vergiden, haraçtan geçtim, üste verdiği olur. İmparatorumuz
da vaktiyle vergi mergi ummazmış kendi uç tekfurlarından
Sırasında bahşiş yollarmış. "Talanla geçinir bunlar" diye
duyduktu biz Yalan mı? Uçlarda talan olur ama, töresiyledir,
büsbütün azıtmak yoktur. Ufaktan çapul yapar uç savaşçısı,
dost düşman ayırmaz pek Kendi köylüsünden çarptıysa,
bekçilik hakkına tutar köylü Babam rahmetli, koyunlardan,
keçilerden bir ikisi yiter de derisi, boynuzu bulunmazsa,
gülerdi anamın beddualarına "Hey akılsız karı, bura nere?"
derdi, "Buraları, anasına küsmüş, babasından bezmiş, ipini
koparıp sürüyerek gelmiş birikmiş ademoğlu döküntüsü
harmanı değil mi?" derdi, "Neden Sivas'ta, Kayseri'de tımar
reâyâsı olup oturmamış bunlar? Çünkü sürekli çalışmanın
bezginidirler Bunlara ekip biçmek, demir dövmek, deri
tepmek zor gelmiştir de, canıyla oynamak kolay gelmiştir.
Canını bedavaya veren, başkasının malına para verir mi?"
diye takılırdı.
— Anladım. Yıldırmış sizi bu yatalak Türkmen, güzelce
— Yılma yok Bizim buralarda herkes aklına geleni
işleyemez şövalyem! Düzenin bozulmadığı sıralar, çapul, bir
doyum kavurma kadardır. Ölçüyü aştın mı, gök çöker
başına Önce götürecek pazar, satacak müşteri bulamazsın!
Düzeni bozdun mu, orman yangınına düştün say Dört yanın
ateş Bilmeyen, "Uçlarda geçim kolay, soyguncunun işi
kıyak" der. Yanılır ki ne kadar Çetindir, düzenin temeli
bozulmadan, burada soyguncuların durumu Sıtmalı
bataklıkların derinlerinde, gün görmez sazlıklarda gizlenip bir
zaman, yeri göğü dinleyeceksin! İzini sürerler. Çamurda
yüzerekten yer değiştireceksin. Gündüz ateş yakamazsın,
dumanı görünür, gece yakamazsın, alazası seni ele verir.
Gizlendin, ardındakileri usandırdın, işi külledin, bu kez malı
değerine satamazsın, yüz altının, bir altına gider. Buraların
ünlü soyguncusu Çudaroğlu'dur. Moğol'un Çudar
kabilesindendir. Germiyanoğlu arkalar, Moğol genel
komutanı, Moğolluk gayretiyle korur. Öyleyken çakala
dönmüştür Çudaroğlu, say ki adamlıktan çıkmıştır.
— Desene kimse kimseye değemediğinden yaşamak burada
kolay!
— Kim demiş kolay! Benim bu dediğim, düzen
bozulmazsa Buralarda, düzen apansız bozulur şövalyem!
Diyelim bozuldu, sen sezemedin öncesinden, yandın! Bunun
için tek gözüyle uyuyor uçların adamı Sopayı, pala bıçağını,
oku yayı başucundan eksik edebilemez! Barışa aldanıp
tetikliği gevşettin mi, bittiğin gündür. Burada, adam gibi yatıp
esir uyanmak var. Tatlı canı verip kurtulmak bile, her zaman
ele girmez! Kolları bağlı İran'a, Turan'a, Kara Habeş içine esir
gitmeler olur ki, gör nasıl olur! Yırtıcıdır bizim uçlarımızın
yasaları Rahmetli babam derdi ki, "Oğlum" derdi, "uçlarda
postu kurtarayım dersen, önce oku atacaksın, sonra kimi
vurduğuna bakacaksın" derdi. "Aslında pusu yeridir buralar"
derdi rahmetli. "Ya pusudasın, ya pusuya bilmeden
uğramaktasın."
— Öyleymiş de neden öcünü alamamış sizin Karacahisar
Tekfuru'nuz, kendisini çevirip vireye zorlayan Ertuğrul 'dan.
— "O meselede Ertuğrul Bey'in suçu yok" derdi benim
babam Konya Sultanı askeri çekmiş gelmiş, çevirmiş bizim
Karacahisar'ı Ertuğrul Bey'i istemiş yanına Uçbeyidir, emir
kulu, gelmemek olmaz. Çevirinin bir zamanı, Moğol basmış
yukardan Selçuk ülkesini Sultan giderken, "Karacahisar'ı
senden isterim" demiş Ertuğrul Bey'e Demesi sultan
oyunu
— Neden?
— Çünkü, mancınıklar, mancınık askerleri Sultan'ın, Ayrıca
Eskişehir Sancakbeyi de başlarında
Ertuğrul'a bırakıyor ki, bizim tekfuru, gerisin geri tekfur
dikecek N'olur n'olmaz, uçbeyiyle Karacahisar Tekfuru'nun
arasında bir vazgeçti bulunsun Tekfurumuzun bu öcü
aramamasına, bir başka sebep, İznik-İstanbul yolu Ertuğrul
Bey'in toprağından geçer. Bozuşmak hiç olmaz.
— Ya Karacahisar pazarınızı kapması?
— Aslına bakarsan pazarcıların Söğüt'e yönelmesi de
Ertuğrul Bey'in suçu değil! Pazar baçını artırmaya kalktı,
Frenk zagonuna imrenip bizim tekfurumuzun kardeşi -Zorla
sırtardı-: Soylu Filatyos senyörümüz!
— Höst! Bundan böyle aklına yaz, hiç unutma! Şövalye
adayısın! Dahası benim bayraktarımsın! Soylu Hıristiyan hiç
suçlu olmaz. Çünkü soylunun soyluluğu gibi, yaptığı da hep
Allah'tandır. Pazar baçını artırmaya geldi mi, senyörün
keyfinedir. Kimse karışamaz. Kendi toprağında dilediğini
yapar. Çünkü toprağı da soylular için yaratmıştır, Allah! Salt
toprağı değil, üstündeki köylüyü de bağışlamıştır mal diye,
canı çekerse, asar!
— Asar mı? Asar da, nasıl öder kanını?
— Kanı sorulmaz köylü takımının soylulardan
Mavro bir şeyler hatırlamaya çalışarak daldı, sonra
çekinerek sordu:
— Böyle midir gerçekten sizin oraların zagonu?
— Elbet
— Sizin soylunuz, neden asar köylüyü? Durduğu yerde mi?
— Yok Gölünde, deresinde, izinsiz balık tutanı asar,
ormanında avlayanı, çalı keseni Angaryasından kaçanı,
harmanda, bahçede soylu payına hile katanı Sıkı çalışmayan
kunduracıyı, demirciyi de canı çekerse asar, acır da
bağışlarsa, demire vurur ölene kadar
— Ahiler ne der bu işe aman şövalyem, çarşıyı dar etmez mi
soyluların başına?
— Ahi de neymiş?
— Bizim buraların çarşısı pazarı ahilerden sorulur. Subaşı
da karışabilemez, tekfur da Kadı karışır az biraz, kitabın
yazdığı kadarcık
— Bunlar hep kâfirliktir, Allah'ın emrine karşı gelmektir.
Boşuna mı, Müslüman ayağı altında kalmanız
Mavro iyice ürkmüştü. Duraklaya duraklaya konuştu:
— Peki, n'apar sizin oraların soylusu şimdilerde köylüsüz?
— Köylüsüz ne demek? Köylü kıyamet gibi
— Nerden gelip birikmiş bu kadar avanak köylü sizin
oralara?
— Avanaklıktan değil, alık Mavro, bizim oralarda, soylular
olmazsa, barınamazsın, kurt kuş
paralar seni
— Neden? Giderim baş yukarı, töresi düzgün bir yere
— Yağma yok! Kaçanı yakalar sınır komşuları, getirir verir
döverekten soylusuna..
— Düşmanına kaçarsa?
— Kaçan köylü meselesinde düşmanlık gütmez soylular
"Bugün banaysa, yarın sana" hesabı!..
— Ne bilecek kimin köylüsü olduğumu? Direnirim,
söylemem!
— Boynundaki demir tasmayı n'apalım? Üstüne sahibinin
arması kazılmış, senin adın, sanın!
Mavro, dehşete yakın bir korkuyla gözlerini kısıp elini
boynuna attı:
— Bildiğimiz it tasması gibi mi, aman şövalyem?
— Tamam! Bildiğin it tasması Bizde köylü on yaşını
buldu mu, soylusunun demircisi, bir uygun tasma döver,
oğlanın boynuna geçirip perçinler sıkıca
Mavro birden atlayıp yakalayacaklar da, boğazına demir
tasmayı geçirip perçinleyeceklermiş gibi gövdesini geri aldı:
— Gider başka demirciye söktürürüm. Vicdanlı demirci hiç
mi yoktur sizin oralarda?..
— Vicdanlı demirci -Şövalye keyifle güldü-: Vicdanlı
demirci, bizim oralarda pek çoktur ama, köylünün boynundan
tasma sökeni hiç yoktur. Çünkü demirini söktüren köylüyü,
asarlar bizde, söken demirciye geldi mi, onu kazığa vururlar!
Mavro'nun gözleri donuklaştı. Yavaş yavaş, çok ürkütücü
bir şey hatırladığı dudağının titremesinden belliydi:
— Doğru demek, İnegöl'den göçüp Ertuğrul Bey'in
toprağına Dönmez köyü kuranların dedikleri
— Dönmez mi koymuşlar köyün adını?
— Dönmez
— Dönerler mi, dönmezler mi görürsün yakında Neyi
doğruymuş dediklerinin?
— Sazlıkta rastladım birine Sordum neden göçtüklerini? -
Duraksadı-: İnanamadım! Herifin yalancısıyım Sizin
oraların töresince, evlenecek kızın kızlığı da tekfurunmuş
Yalan değil mi şövalyem, olmaz böyle şey değil mi?
— Yalanı yok!.. Allah'ın emridir. "Köylünün canı soylunun"
ne demek? Geriye kalır mı bir şey! Gerdek gecesi, diler
kızlığını alır, diler kan pahasını
— Vay başıma Gerçek, he mi şövalyem?.. -Elini
yanağından geçirdi-: Peki, Tanrı’nın emriymiş de neden,
"Olmaz böyle rezillik" diye göçmüş köylüsünün önüne düşüp
ak sakal Pop Markos?
— Dinsizliğinden
— Allah'ın emrini, sarhoş Nikolas Tekfur mu bilir, sakalı
göbeğinde köy papazı mı?
— Sizin papazlar doğrusunu bilseler, Papa efendimize karşı
gelirler miydi?
Şövalye Notüs Gladyüs, Mavro'nun iyice şaşırdığını,
bocaladığını görünce kaşlarını çattı:
— Bizi ilgilendirmez bunlar alık Mavro, biz hamdolsun,
kızlık vereceklerden değiliz, canımız çekerse kızlık
alanlardanız! Sen Mavro, şövalye olup hisarlardan birine
yerleşince, dilersen, kızlık hakkını bağışlarsın köylüne
Güldün köpoğlusu. Köylülükten kurtulduğunu unuttun da
korktundu öyle mi? "Allah'ın emridir, hakkımdan geçmem"
diyerek bağırdığın zaman sorarım sana ben
Mavro, yılıştığını fark edince kendini çok ayıplayarak
somurttu:
— Sökmez bizim buralarda böyle işler şövalyem, hiç
sökmez, sarhoş tekfur Nikolas boşuna zorlatmakta Gelemez
üstesinden İmparatorumuzun sınırlarında Komanlardan,
Peçeneklerden, Balgarlardan, Gagavuzlardan Türkopollar
vardır, bunlar hiç yatmaz bu işe Benim bildiğim bizim
Rum'umuz da yatmaz. Müslüman kâfirleri geçtim, putperest
Moğollarda bile görülmemiştir böyle rezillik! Sizin oralara
bizim aklımız ermez. Buralara geldi mi, şarap şaşırtmış
besbelli Nikolas tekfuru "Azı şifadır bu şarabın, çoğu
beladır" derdi rahmetli babam. Bizim buralarda, aklını yitiren,
tatlı canını, uzun boylu gezdirmez gövdesinin içinde,
şövalyem, bu bir İkincisi, çok bunaldı mı bizim köyümüz,
bakmışsın, "Allah'tan başka Allah yoktur. Muhammet onun
elçisidir" deyip Müslümanlığa geçivermiş
— Peki, din değiştiren yakalanırsa n'olur?
— Yakalanmaz ki Vermez çünkü Ertuğrul Bey
Hıristiyanı vermeyen, Müslüman olanı verir mi?
Şövalye eli şarap tasında, donuk gözlerle bakıyor,
gülümsüyordu. Bu gülümseme, kasıntılı somurtkanlığından
daha ürkütücüydü.
— Geçim nasıl Ertuğrul’un topraklarında?..
— Geçim Bu sıralar daraldı biraz şövalyem Günden
güne biraz çetinleşti.
— Neden? Çok verimliymiş duyduğuma göre Bitinya ucu
Kesmekle bitmez ormanları varmışbunların Otlaklarını atlar
sökemezmiş Bağlar, bahçeler İpek yaparmış ki şu kadar
denkBuğdayı, arpası ona göreymiş!
Mavro merakla sordu:
— Kim dedi size? Bilmezin birine çatmışsınız, belli!..
— İnegöl Tekfuru Senyör Aya Nikola söyledi.
— Allah Allah! Aya Nikola Tekfur bilir ya gerçeği, neden
kandırmaya kalkmış sizi, kestiremedim!
— Yalan mı?
— Eskilerde, belki verimliymiştir şövalyem, şimdilerde
kötüdür Ertuğrul ucunun durumu? Orman olmuş kaç para,
odununu, kerestesini alacak bulamayınca Biraz bağ, bahçe
vardır evet ama, yetersizdir! Kapanın elinde kalmıştır.
Yollarda güven olmayınca şu kadar denk ipliğin olsa,
eşkıyalara bahşiş mi vereceksin yola koyup -Biraz
düşündü-: Vaktin birinde, bir kıtlık olmuş buralarda,
şövalyem, bir avuç buğday, bir avuç altına gitmiş de, ele
geçmemiş!.. Babam rahmetli anlatırdı. Kırk yıl önce uğramış,
kıtlık belası buralara İmparatorumuz, İznik'te eğleşirken
Derdi ki rahmetli babam, "İmparatorumuzun kesesinin biraz
para görmesi, o kıtlığın işi" derdi. Belini doğrultamamış
aslında, o zaman bu zamandır, bozkır Gitgide ekilen
toprakları da batak yutmuş Geçim daraldı mı, adam alır
başını savuşur!.. Eskilerde, çok kalabalıkmış bu Ertuğrul
Bey'in ucu Yollar kesilince giden gitmiş Birazı da,
Ertuğrul Bey çapul akınlarını yasakladığından savuştu.
Şimdilerde, evet, daralmıştır Türkmen'in geçimi Kıraçta
toprağın tohumu geri vermediği yıllar çoktur. Sürüleri azaldı
bunların günbegün Sürüler azalınca yapağı azaldı. Yapağı
azalınca karılar kilimleri, halıları, heybeleri, yastıkları neyle
dokusun! Birkaç yıl üst üste dutlara vurgun geldi, çekirge
uğradı. Yaprak kalmadı ki böcek kozaya dönebilse -İçini
çekti-: Bu sıralar, Türkmen'in durumu kötü gayet Et
yemeyince "Ekmek yedim" saymayan Türkmen şimdilerde
ekmeği bulamazlanmıştır. -"Av eti olunca, ablam alır gider de,
fukara Demircan eniştem et yüzü görür" diyecekti. Yabanın
Frenk'ine, eniştesinin yoksulluğundan yanıp yakılmayı uygun
görmedi-: Rahmetli babam derdi ki: "Ekmek eskilerde
arslanın ağzındaymış, Mavro oğlum, şimdilerde işkembesine
inmiştir. Pençe salıp ele geçirilmesi cihan pehlivanlarına
kalmıştır" derdi.
— Nasıl çeker çevirir beyliğin işlerini geliri olmayan herif?
— Türkmen kitabının kavlince, varlıklılar, mallarının onda
birini yoksullara verecek Hıristiyan reâyâdan haraç alır.
"Alır" dedimse, varsa alır. Ertuğrul Bey'in gücü yeterse
yoksula, üste verdiği olur. Bu sebeple beylik sürüleri
azalmıştır iyicene! Beyin uç sürüsü olmak kanundur
Türkmen'de Biz her bir sürüyü üç yüz baş sayarız! Yoksulu
doyurmaktan, çalışmaz aptal takımını, savaşçı dervişleri
besleyeceğim derken, Ertuğrul Bey'in sürüleri yüzer, yüz
ellişer kalmıştır. Demircan eniştem geçende dedi ki:
"Yoksulluğa alıştık, koca Tanrı'ya şükür, ah, şu Moğol
valisinin yıllık armağanları olmasa" dedi.
— Vermeyiverirsin! Vermeyince n'olur?
— Aslında bir şey olmazmış ama, Ertuğrul Bey, onur
etmekteymiş "Yok" demeğe Beyliğine
yaraştıramamaktaymış "Bu yüzden hasır üstünde kaldı uç
milleti, bunaldı ki büsbütün" dedi eniştem Akın isteğini
sıklaştırmaktaymış gün günden derviş aptal takımı Zapt
olmaktan çıkmaktaymış! Karacahisar pazarı, Söğüt'e yöneldi
ya, kulak asma şövalyem, Söğütlü, pazarın alış verişinde
yok Hayvan sahipleri biraz yoğurt, birazcık yağ peynir
getirirse o kadar Çerçi çerezlerine imrenmesin diyerek, eve
kapatırmış karılar pazar günü bebelerini -Kendi
yoksulluğundan, zor altında, utanarak yanıp yakılıyormuş
gibi, duraklayarak konuşuyordu-: Akıl ermez bu Türkmen'in
işine, hiç ermez şövalyem Yiyecek ekmeği yoktur, kapısına
varsan yol sormaya, çabalar ki sofra kursun!
Şövalye, çok keyifli bir şey duymuş gibi, hi hi hi diye
güldü:
— Ne yedirecek ekmeği olmayan zibidi?
— Koşar hemen konuya komşuya Hiçbir şey uydurmasa,
ekmekle turşu çıkarır!.. "Demin yedim!" diyerek yalan söyler,
hep sana yedirmek için Değerli silahları kalmıştır ellerinde
bir Bunları ölseler satmazlar! Bir de savaş atı olan yemez
yedirir, giymez giydirir, bakar gözü gibi Evet, şövalyem,
Türkmen'in işine akıl erebilemez!
Mavro, Frenk'in bu işlere diyeceğini merak ederken Şövalye
Notüs Gladyüs büsbütün başka bir şey sordu:
— Nasıl toplar, bu Ertuğrul, savaşçılarını gerektiğinde?
— Savaşçılarını mı? Toplar kolayca Köylerde,
zaviyelerde, derviş Mağaralarında haberleşme davulları
vardır. Uzaktan davul sesi duyuldu mu, duyan işini bırakıp
kulak verir. Yangın davulu, su baskını davulu, düşman
saldırısı davulu, başka başka vurulur!
— Nasıldır düşman saldırısı davulu?
— Dan dan dan dan dan Üç vurup durur, iki vurur. Gider
böyle Bizim kilise çanları gibi Davulu vurmaya başlayan,
arada bir durup sağını solunu, önünü ardını dinler. Dört
yandan ses alınca davulu atıp silahını kaparak seğirtir, atlısı
atlı, yayası yaya Say ki
Mavro birden susarak kulak verdi. Uzaktan uzağa
anlaşılmaz bir gürültü KanlıBoğaz'ın kayalarında yansımaya
başlamıştı.
— Nedir o?
— Anlayamadım şövalyem!.. Sürü desem, bizim boğazdan
geçmez aşağı köylerin davarı Dur hele!.. -Mavro korkuluğa
gidip Germiyan yoluna baktı-: Çıngırak sesi bu Bildiğimiz
çıngırak Arada çan da var. Kervan desem
Şövalye de kalkmıştı. "İster misin, benim Türkopol,
peresesine getirdim sanıp Germiyanlının hayvanlarını önüne
katsın?" Enikonu telaşlandı. Arkadaşı, Türkopol yüzbaşısı
Uranha, kendi deyimiyle, soygun peresesine getirdi mi, ayaklı
malı, babasının olsa, önüne katıp sürmemezlik edemezdi.
Kıbrıs'ta barınamaz hale gelmesi bundandı. "İşleri karıştıracak
ki, hayvan herif, arap saçına çevirecek Kimsenin malına
dokunmayacaksın demedik miydi bu aptala biz?"
Zil, çan, çıngırak sesleri gittikçe artmış, karşı kayaları
çınlatmaya başlamıştı. Her yankılamada biraz boğuklaşan
gürültüye gümlemeler de katılınca Mavro güldü:
— Anladım efendimiz Savaşçı dervişler ya da apdallar
gelmekte Ertuğrul Bey'in ucuna
— Nerden belli?
— Zil seslerin dümbelek de katıldı. Hanlara yaklaşınca
dümbelek vurur bunlar!..
Dönemeçte beş kişi göründü. Dümbelek çalan önde, dördü
arkadaydı. Arkadakilerden birinin omzunda paçavraya benzer
yırtık pırtık bir yeşil bayrak vardı.
— Hani hayvanları?
— Hayvanları yoktur şövalyem Boyunlarında, kollarında,
ayak bileklerinde asılıdır, ziller, çıngıraklar!
— Sakın cüzamlı olmasınlar. Sokmayalım hana Çabuk
Çevir kapıyı Mahvoluruz.
— Meraklanma şövalyem, yoktur cüzam müzam Turp gibi
dir bunların hepsi Babam rahmetli derdi ki "Derviş kısmına,
bir de keşiş kısmına, hiçbir illet uğrayamaz. Çünkü
pisliklerini delip geçemez" derdi, "Ayrıca bunlar
çalışmadıklarından yıpranmazlar ki, hastalık bunlara güç
yetiremez" derdi. Savaşta bir kazaya uğramazlarsa, uzun
yaşar derviş takımı
Kafile yaklaştıkça gürültü artıyordu. Dönemeçte, iki kişi
daha görünmüş, gelenlerin sayısı yediye çıkmıştı.
— Tamam! Bunlar cavlaktır şövalyem!..
— Ne demektir cavlak?
— Bunlar giyim bilmez yaz kış
— Arkadakiler giyimli?
— Cavlak değil çünkü Biri gezgin ozan! Sazından belli
Allah Allah! "Ülkede kımıldama başladı demektir gezgin
ozanlar sık görünürse" derdi rahmetli babam Geçenlerde
bir daha geçtiydi!
— Ne kımıldaması olabilir?
— Bilmem! Hemi de uzak yerin ozanı Matarası, dağarcığı
var. Yanındaki aksayan da dilenmeye çıkmış esir
Aksamaktadır, çünkü ayağı zincirlidir. Kanlı Boğaz'ı aşar
mutlak, dilenen esirler, Ertuğrul Bey'in ucuna başvururlar bir
kez!
— Neden?
— Sizde ne verilir kurtulmalık toplamaya çıkmış esirlere, en
çok?
— Bir altın Onu da krallar verir, senatolar verir! Savaşta
sıkıyı gören esir gitmesin diye, çok verilmemek kanundur.
— Bizim Ertuğrul Bey, beş altın verir, kanun manun
dinlemez, hazırda parası olursa, on altın da verir: Bir kez,
birine savaş atı bile bağışlamış, rahmetli babama bakarsan
Ben ozanı merak ettim. Geçenki yaşlıydı epeyce Sırım
gibiydi ama Bakalım bu neyin nesi? Ürperir gibi içini çekti.
Sizin oralarda var mıdır böyle gezgin ozan?
— Bulunur.
— Tekin değil derler bunlara Canını sıkmaya gelmezmiş
Nasıldır sizinkiler?
— Burdakiler gibi
— Bizde keşiş mağaraları, derviş mağaraları da tekin
sayılmaz şövalyem, keşişi, dervişi içinde yokken ağzından
bakılabilinemez. Bakanın dili dişi kitlenir Sizde de böyle
midir bu?
— Böyledir.
Dümbeleği sol kolunun altına kıstırıp güm güm döven
gerçekten adam azmanıydı. İki metreden artık boyu, geniş
omuzları, kaim bacaklarıyla dev gibi geliyor, arkasında,
ikişerli kol yürüyen takımının söylediği nefesin durak
yerlerinde parmaklarının ucuna basıp yükselerek "Ohah" diye
naralanması gerçekten yüreklere ürperti veriyordu. Saçları
belinde, sakalı göbeğindeydi. Eğri bir yatağanı çıplak omzuna
asmış, biricik giyimi olan peştemal parçasını apış arasından
geçirip beline dolamıştı. Sırtı, göğsü, kolları, bacakları kara
kıllarla örtülü olduğundan ilk bakışta, ayağa kalkmış çok iri
bir ayıya benziyordu. Arkasındakilerden üçünün apış
aralarından başka her yerleri çıplaktı. Yalnız bayraklının
sırtında gömlek vardı. Dördü de saçlarını, sakallarını,
bıyıklarını, kaşlarını, kirpiklerini kazıtmışlar, çıplak
kafalarına geçirdikleri ak deriden takkelerin iki yanına en
irisinden manda donuzları takmışlardı. Boyunlarında yularlar,
gemler, katır boncuklarından gerdanlıklar, her boydan ziller;
kollarında, dizlerinde, ayak bileklerinde çıngıraklar,
bellerindeki kayışa kocaman demir çanlar asılıydı.
Dümbeleğin vuruşlarıyla hopladıkları, uzun uzun
böğürdükleri için yaklaşan gürültü gerçekten sersemleticiydi.
İri cavlak, hanın kapısına beş adım kala durup bağırdı:

"Biz bel oğlu değiliz hey / Akıp giden sel oğluyuz / Taş
bağırlı dağlar olsa / Yol bizimdir yol oğluyuz."

Gürültüye çıkan Liya önce ürkerek örtüsüyle ağzını kapattı,


sonra gülümsemeye çalıştı:
— Hoş geldiniz derviş babalar!.. -Şe'leri Se söylüyordu.
Sesi bal gibi tatlıydı-: Uğur getirdiniz ocağımıza
Mavro, hemen koşmuş, ablasının yanına yetişmişti.
— Uğurun çok olsun avrat! Gamın kasavetin yok olsun!
— Buyrun Yağımız balımız yoksa da bir kaşık çorbamız
vardır. Atlas döşeğimiz yoksa, yumuşak otumuz var!
Herif dümbeleği bir iki gümletip türküyle karşılık
verdi:AÂdem
Döşek nedir ermişlere / Yerden gelen yata yere /
Cehennemden beter nire / Anda bile sofadayız! / Hudur Allah,
sofadayız!

Bütün dişlerini söktüren iki cavlağın ağızları kuyu gibi


karanlıktı. Hepsinin bellerinde sırma işlemeli, birer meşin
çanta vardı.
Şövalye, Rum abdallarının açıkça afyon kullandıklarını
daha bilmediği için, keselerin neye yaradığını anlayamamıştı.
"Çakmak için desem büyük, azık için desem küçük"
Adam azmanı, bir zaman "Pirimiz Adem babadır Cenneti
verdik kumara" deyip "Ey erenler tutun koptum" diye
dümbeleğini gümleterek naralandı. Sonra elini kaldırıp takımı
susturarak, dua okur gibi, söylenmeye başladı:
— Dinle gör ne söyler. Âdem Ejderhası. Derviş Pir Elvan!
Sözün aslı gönüldür. Gönül hakları evidir. Kim dışa baktı,
gaflet ipini boynuna taktı. Gönülden haberi olmayan eşşeeek,
ne anlasın cevahir taşından! Bu gövde kalıp, sana kiralanıp
içinde rençperlik etsen gerek! Define bulsan gerek!
Âdem Ejderhası, şurdan burdan karmakarışık derlediği
lafları duaya benzeterek söylediğinden soluklanmak için
durdukça, Liya korkuyla "Amin" diyor, Mavro da Ortodoks
istavrozu çıkarıyordu.
— Kâh saraylara kerpiç, kâh ayaklar altında hiç olduk. Kâh
çıktık başa gül olduk, kâh yere saçıldık kül olduk. Kâh avcı
olduk avladık, kâh av olup avlandık. Kâh öğrenci olup
öğrendik, kâh bilgin olup öğrettik. Kâh ataya oğul olduk, kâh
oğula ata Kâh yağmur olup yere yağdık, kâh bulut olup
göğe ağdık. İşiteni koy, görenden al haberi Yolsuza
sapmaktan iz iyi Bakın ihvanlar! Hesap günü ki, sormak
günüdür, burada adem, deniz gibi derin ola, yer gibi sakin ola,
ateş gibi, çiği pişirici ola, su gibi engine vara, yel gibi her yeri
dolana Burada cimriler zordadır, verimkârlar keyifte
Sevenler sevilir, sevmeyene yuf! Tarla tutmak, ev kurmak, işe
koşulmak nedir? Koşulana yuf! Havada gezinen bulutlar, esen
yeller, yağan yağmurlar senin için çabalamaz mı? Bilmeyene
yuf! Gün senin için doğar, gece senin için gelir! Gövde canla
diridir. Kılavuz bulundu, yol bilindi. Şaşırana yuf! Ey
ermişlerin izini izleyenler, uyarıcı eteğine yapışanlar, ardınca
gidenler, "Konağa erişmek zor" demeli değil! Bir kişi, hak
ister olursa nerden istesin? Kendinden istesin! Nasıl istesin?
Soyunup istesin!
Herif birinci "istesin"de yürümeye başlamış, üçüncü
"istesin"i hana girerken söylemişti.
Şövalye Notüs Gladyüs geriden gelenlere baktı. Dilenci esir
belki zincirin verdiği alışkanlıktan, belki yollar ayağını
vurduğundan topallıyor, zinciri ince olduğu halde görüntüsü
insanın yüreğine dokunuyordu. Orta boylu, zayıftı. Sapsarı
süzgün yüzüyle bir çalım, Aydın'ın deniz leventleri kılığına
girmiş İsa'ya benziyordu.
Şövalye Notüs Gladyüs bu benzerlikten çok, bütün
savaşçılarda aralıksız sürüp giden esir düşmek korkusuyla,
adama bakarken, enikonu bunalmıştı. Evet esir düşmek
rezillikti. Yoksul kimsesiz savaşçılar, savaşın kaybedildiğini,
savuşmak umudunun kalmadığını anlayınca zırhlarını,
tolgalarını çıkarıp boğuşmanın en kızgın yerine atılarak
öldürücü yarayı bu yüzden arıyorlardı.
Şövalye Notüs Gladyüs, kurtulmalığı çoktan biriktirmeye
başlamış, Lombardiyalı bir bankerle bu konuda anlaşmıştı.
Öyleyken bile rahat değildi. Bu esiri, izin alması için, sahibi
her çeşit işkenceyle sıkıştırıp zorlamış olmalıydı. İki tarafın
esir sahipleri para sıkıntısına düştüler mi, bu yola
başvuruyorlar, yoksul esirleri de, izinliye kefil olmaları için
zorluyorlardı. İzin alanlar gecikir ya da hiç gelmezse,
kefillerin kulakları, burunları, parmakları kesilmekte, gözleri
oyulmaktaydı.
Mavro esirin zincirini omzundan saygıyla aldı:
— Hoş geldin kardeş, kolayladın mı, az biraz
kurtarmalığını?
— Eh -Esir umutsuz, usanmış gülümsedi-: Ertuğrul
Bey'den haberin var mı? Ağır hastaymış!
— Meraklanma, bir şey olsa, duyardık!
Esir, sayvanda şövalyeyi görünce hemen ilgilendi:
— Frenk mi? -Alacağı karşılığa çok önem verdiği
anlaşılıyordu-: Okuması yazması var mı?
— N'apacaksın?
— Bir mektup yazılacak Latince! Yazar mı, yalvarsak?
Ozan güvenle karşılık verdi:
— Bilir sanırım! Ferah ol; bilirse yazar!
Mavro seslendi:
— Okumanız yazmanız var mıydı şövalyem sizin?
— N'olacak?
— Bir mektup yazdıracakmış esir ağa, Latince
— Kalem kâğıt bulursan yazarız! Mavro hem sevindi, hem
üzüldü:
— Vardı ya Çoktandır gözüme ilişmedi. Bakayım bir
"Liya" diye bağırarak koşunca, gezgin ozan, eli göğsünde
eğildi, çok temiz bir Rumca ile konuştu:
— Lütfedip yazarsanız, bende hepsi var, soylu efendim!
— Gelin bakalım öyleyse
Şövalye Notüs Gladyüs masaya döndü, kasılarak bekledi.
Birine iyilik etmek zorunda kalırsa, başından büyük işlere
özenen çocukların kibrine kapılıyordu. Biraz şarap içti;
zeytin, kuru incir, tulum peyniri, turşu, kebap kaplarını iterek
yazmak için yer açtı.
Önden Mavro çıkmıştı sayvana, yüzü sevinç içindeydi:
— Bulundu şövalyem, hepsi varmış ozan dayıda
Gezgin ozan, Frenk savaşçısını selamladı. Masaya bir
divitle cöngünden kopardığı sarımtırak kâğıtları saygıyla
bıraktı.
Yanık yüzlüydü. Ağzının ucunda, yumuşak bir gülümseme
vardı. Gözlerindeki garip dalgınlıkla, yaşadığı çağa çok
dışardan, çok uzaktan bakıyor gibiydi.
Esir, yıpranmış giyimlerinin ceplerinde aradığı kâğıtları
bulmuş, "Yaklaş, ver" emri bekleyerek boynunu biraz
bükmüştü.
Şövalye eliyle işaret etti. Mavro'nun alıp koşturduğu
kâğıtlara hemen bakmadı:
— Nerelisin?
— Menteşe Beyliği'nden
— Necisin?
— Bey gemisinde levent yüzbaşısı
— Kimlere esir düştün?
— Rodosluya
— Basıldınız mı?
— Yok! Biz, Lindos'u basacaktık! Altı gemiyle çıktık
Bodrum'dan Nesirez Adası'nı vurduk önce Adalı,
sancaklarını baş aşağı getirip ak bezler sallayarak vire istedi.
Sonra apansız saldırdı.
— Boş bulundun?
— Yok! Biz yendik, malları bölüştük, hisarı yaktık. Vireyi
tuzak etmenin cezasıdır. Dolandık Sömbeki'de su yerimize
geldik. İkindileyin uygun havayla açıldık. Durakladı.
Gönülsüz başlamış, sonra kendini savunuyormuş gibi gittikçe
heyecanlanmıştı. Hava patladı ki gökyüzü, deniz yüzü ve de
kara yüzü kararıp birbirine girdi. Sancak-iskele belirsizlendi.
Önüne katıp sürdü bizi, dalgadan kapıp dalgaya hoplattı, say
ki havaya atıp yere çaldı. Bu böyle sürdü gece boyu, sabaha
karşı, candan umut kesilmişti ki, geçti gitti. Kendimize geldik,
onu gördük ki, deniz devlerinin eğleştiği dipsiz mağaranın
önündeyiz. Bunlar, dünya yaratılalı deniz devlerinin oyduğu
adam aklı sıçratır kara mağaralardır ve de uğursuz
mağaralardır. Her bir esintiyle bir ayrı sesten, öyle uğultular,
gurultular, hırıltılar ve de iniltiler koyuverir ki, ürküntüsüne
yürek dayanmaz. Aklı erenler, "İş işten geçti ve de bu akının
hiçbir tadı kalmadı. Nesirez doyumluğu elversin!" dedilerse
de bizim Malta dönmesi Deli Duman Reis kulak asmadı.
Kuşluk zamanı Rodos'un donanma gemilerine çattık. Dümen
kırıp yöneldiler üstümüze Reisin zoruyla savaşa, "Fatiha"
dedik, Allah'a sığınıp helallaştık. Düşmana kavuşunca, bizim
gemi rüzgâr altına düşüp yürümekten kaldı. İki Rodoslu
teknesi, gelip iki yandan, çengel salıp iliştirdi, bizi kesinkes
kitledi, alıp gitmekliğe başladı. Çengelleri kesemeyince, kılıç
çekip savaşa girdik. Ol görüp Frenk'i başaramadık. Reis baktı
ki, geçmiştir iş işten, "Aman bre, diri almasın Rodoslu bizi"
demesiyle zift ve de yeryağı fıçılarını devirip biz bizi
ateşledik. Gemilerin üçü de yandı. Bizden yedi kişi kurtuldu.
— Ne zaman oldu bu iş?
— İki yıl önce
— Kürekte miydin hep?
— Yok! Rodoslunun biri tanıdı yüzbaşı olduğumuzu
Frenk baronlardan birine satın aldırdı bize Üç bin floriye
kestik kurtulmalığı Mektuplar yazıp oyaladık, iki yıl, "Ha
geldi, ha gelecek" dedik. Baktı bizim baron gelen giden yok,
kızdı. Yolladı birini, Menteşe Beyi'ne kefil kâğıdı getirtti.
Verdi elimize dilenme iznini, kurtulmalık bulmaya saldı bizi
zorla!
— Üç bin floriyi salt para mı götüreceksin?
— Yok! Bir ipek halı Bir savaş atı, hanımı için iki top ipek
kumaş
— Ne kadarını topladın? Ne zaman bitecek izin?
— Hepsini topladım duan gücüyle efendim, at kaldı bir
Atın da parası hazır, uygununu geçiremedim ele
— Bulsan çıkartabilir misin Anadolu toprağından savaş
atını? Yasak değil mi? Boynun vurulurmuş yakalanırsan!
— Bulaydık, gerisi kolaydı efendim Kederle gülümsedi.
Biz kıyı adamı olduğumuzdan, çıkarırız!
— Germiyan toprağından geçip geldin değil mi? Dokunan
olmadı mı hiç? Duyduğum doğruysa, esir mesir demez
babasını soyarmış Germiyanlar?
— Soyan olmadı ama, takılan çok oldu efendim. Kimi,
"Şunu soyalım ölçtürelim de sürünmekten kurtaralım, din
kardeşimizdir diye takıldı. Kimi, "Esir gitmek olur muymuş
yiğitlikte?.. Tuh senin yüzüne" diye horladı.
— Ne ummaktasın Ertuğrul gibi, adı sanı belirsiz, bir
Türkmen'den?
— Zorlu savaş atları besler Ertuğrul Bey Yüreklidir ve de
"Esir kısmına acır" ünü vardır. Aradığımız atı verirse Ertuğrul
Bey verir Hemi de azına çoğuna bakmaz.
— Gitmesen olmaz mı? Gitmeyiversen?..
Gezgin ozan, çevresinde, kedi yavruları gibi oynaşan
güvercinlere bakıyordu. Bu söz üstüne, başını hızla çevirdi.
Esir de böyle bir teklifi, bir savaşçıdan, hiç beklememiş gibi
şaşırmış, bakışlarının acı kederi ürküntüye dönüvermişti:
— Gitmemek olur mu hiç!
— Bir demirci çağırsam şurdan Kırdırsam ayağındaki
zinciri Korkma, vermem seni buranın beylerine
Esir yardım ister gibi gezgin ozana baktı:
— Olmaz senyör! Kanun değildir bizde Kefil tuttu
sahibim, üç yoksul esiri Gitmezsek, gözlerini çıkarır,
burunlarını, kulaklarını keser, ellerini sakatlar.
Şövalye Notüs Gladyüs sinirli sinirli güldü:
— Sen bilirsin. Bizden doğru yolu göstermek Yoksula
göz, kulak, burun, parmak ne lazım? Siz Türkmenler hep mi
avanak olursunuz
Bir zaman susup karşılık bekledi. Mavro önünde adam
keseceklermiş gibi telaşlanmıştı. Esir derin derin içini çekti, o
kadar Şövalye kasılarak kâğıtları karıştırdı. Menteşe
Bey'den esirin sahibine yazılmış Latince mektubun suretini
okudu: "İyi komşum, yiğit dostum, önce zatına selam eder,
her hayırlı işte başarılar dilerim Adamın yanıma geldi,
zatından haber getirdi: Esirin levent yüzbaşısı zavallı Kurt Ali
Bey benden kefil kâğıdı getirmen için sana yalvarıp yakarmış.
Hiç kimseye kefil kâğıdı vermemek ahdimi, hatırın için
bozdum! Zatın razı olursan, yarısı para, yarısı mal olarak
istediğin kurtulmalığı bulup sana getirecektir. Kestiğin sürede
bulamazsa kollarını bağlayıp geri göndereceğim. Bunun
kusuru olmaz. Ülkemiz biraz Karışıktır. Kendisine doksan
gün izin veresin. Çabalasın, baksın başını kurtarmaya,
uğraşsın elinden geldiğince Eğer gününü doldurmadan
ölürse, ya ölüsünü yollarım, ya da kellesini Benim
doğruluğuma, insanlığıma güven, ayrıca da, oradaki
esirlerden kefil tutup işini sağlam kazığa bağla Burada
benim esirlerim arasında sizden bir delikanlı var. Kefil
kâğıdına bağlanarak salıverilmek dileğinde Kâğıdı
gönderin, hemen salalım! Adı Roberto di Salvatore'dir, Allah
zatına sağlık versin. Allah'ın izniyle Menteşe Beyi"
Dilenme kâğıdına geçti: "Herkesin bilgisi ola ki bu kâğıdın
sahibi esirimizdir. Kurtulmalığını tamamlamak yolunda
dilenmesi için eline bu izin kâğıdını verdik. Bütün toprakların
askerleri, memurları kolaylık göstere, baç, ayakbastı parası
vermeden dilediği yere gire çıka, kimse dokunmaya,
soymaya, öldürmeye. Allah'ın izniyle Rodos'ta, Alfando
Baron'u"
Şövalye biraz şarap içti. Kâğıdı önüne çekti, diviti evirip
çevirerek sordu:
— Nedir bu? Nerde boya? Hani kalem?..
Mavro hemen atılıp kamış kalemi borusundan çıkardı,
hokkanın ağzını açıp hazırladı. Şövalye kalemi alayla gözden
geçirdi, çok gülünç bir şeymiş gibi, kaba kaba güldü:
— Sizin oralarda kazların tüyü böyle midir senyör ozan?
— Evet, bizim kalemler kamıştan olur efendim!
— Dur bakalım, sizin kamış, bizim Latinceyi yazabilecek
mi? -Esire döndü, kasıldı-: Söyle bakalım!
Esir, çok korkulu bir işe hazırlanıyor gibi, ellerini göbeğine
bağlayarak bir adım yaklaştı:
— Sağolun soylu efendim, Allah zatını beladan korusun!
"Yüksek vicdanlı soylu efendim" diye yazınız. "Ben sizin
yanınız da esirlik çekmedim, kendi toprağımda gibiydim"
diye yazın. Deyin ki, "Efendim, bana darılmayın. Zatın
benden savaş atı istemişti. Çok dolaştım, çok at gördüm,
efendime yararını, değerlisini bulamadım! Hem değersiz, hem
çok pahalı" -Her kelimede yazılmasını yeterince
bekliyordu-: "Şimdi Ertuğrul Bey'in uç topraklarına
gitmekteyim. Buralarda bu yıl çok kış oldu. Hayvanlar kırıldı.
Yollar batak! Gereğince dolaşamadım. Öteki istekleriniz
hazırdır. Dolaşmadığım yer kalmadı, efendimi hoşnut edecek
güzel, bey işi, mallar buldum. Saygıdeğer hanımının istediği
ipek halıyı buldum, ipek kumaşları buldum. At için bana bu
kâğıdımı aldıktan sonra kırk gün mühlet vermenizi
yalvarırım. Eğeri, koşumları, üzengileri alınmıştır. Değerli at
bulamazsam, parasını getireceğim. At çok kıttır. Çıkarmak da
çok zordur. Aman efendim ayaklarınızı öpeyim, ben gelene
kadar zavallı kefillerime dokunmayın. Onlara işkence
ettirmeyin. Mektuplar aldım, yanıp yakılmaktadırlar.
İstediklerinizi bulamasaydım da geri gelip gene esiriniz
olacaktım. Burda at için kimse kimseye yardım etmez. Bir
umudum Ertuğrul Bey'dedir. Ertuğrul Bey'in atlarının ününü
zatın bilirsin. Kurtulmalığımın para kesimini, yollayacaktım,
Moğollar Anadolu'dan para çıkmasını yasakladı. Ancak kâğıt
paraya izin var, onu da sen efendim istemezsin. Zavallı
esirinin hali çok kötüdür, çok korkuludur. Benimle birlikte
salıverdiğiniz zavallı esiriniz Seyit Ağa da üzerine
yüklediğiniz kurtulmalığı bulmak için debeleniyor.
Gezmediği yer kalmadı. Sizin esirinizdir, dilediğinizi ele
geçirmek için çırpınmaktadır. Onun kefillerine de ilişmeyiniz
efendim. Yalvarırım. Çok hastalandı, gereği gibi dilenemedi.
Dolaşacaktır, uğraşacaktır. Kefillerimizi sakatlarsanız,
öldürürseniz ne geçer elinize? Bu kulunuz ayaklarınızı öperek
yalvarır. Allah sizi beladan korusun. Zavallı esirin, levent
yüzbaşısı Kurt Ali kulun"
Levent yüzbaşısı Kurt Ali Bey bütün gücünü bu mektubun
bitmesine göre ayarlamış gibi adını söyleyince gözlerini bir
an kapattı. Esirlik utancı, belli ki savaşçı onurunu aralıksız
yaralıyor, mektubuna yazdırdığı alçaltıcı yakarışlarla savaş
yerinde kendini gereğince savunamamış olmanın acısını
kendisinden sanki tekrar tekrar çıkarmak istiyordu. Bunu
oradakiler de açıkça anladılar. Sayvana çöken bunaltıcı
sessizliği, Liya’nın tatlı sesi dağıttı:
— Nerde kaldınız esir efendi? Söylemedi mi bu alık, sizi
aşağıda beklediğimi? -Dönüp baktılar. Liya sol elinde bir
tahta lenger, ötekinde ağzından duman çıkan iri bir bakır
ibrikle kapıda durmuş gülümsüyordu. Kardeşine şakadan
çıkıştı-:
— Unuttun değil mi, daldın gene Esire yer gösterdi.
Oturun şuraya Ayaklarınızı yıkayacağım!
Esir de, ötekiler de önce hiçbir şey anlamadılar.
Liya üstündeki iş giyimlerini galiba bayramlıklarıyla
değişmişti. Lâcivert kadifeden hırkası boydan boya sırma
işlemeliydi. Mavi çizgili, ak ipekten eteği, kırmızı ponponlu
çedik pabuçlarına kadar iniyordu. Bürümcük gömleğinin
çapraz bağları, diri göğüslerini iyice sıkmıştı. Uzun
başörtüsünü, fesine sarık gibi dolayıp, bir ucunu omzundan
arkasına atmıştı.
Belki de "Ayaklarını yıkayacağım" sözü değil, bu kılık esiri
ürküttü.
— Sağol bacı! Bırak oraya, yıkarım ben!..
— Oturun hadi Soğumasın suyunuz
Esir oradakilere şaşkın baktı. Çok duygulandığı için enikonu
titrek bir sesle yalvardı:
— Bırakın siz Bırakın!
Mavro, ablasının elinden ibriği almak için koştu. Liya
yumuşak bir hareketle bunu önledi. Gösterdiği yere koyması
için yalnız lengeri verip esire de şakadan çıkıştı:
— Elim koptu Suyunuz soğuyacak Hadi canım!
Adam, zincirini sürükleyerek lengerin önüne oturup
ayaklarındakileri çıkardı.
Şövalye Notüs Gladyüs, bakakalmıştı. Liya, kocaman kara
gözlerindeki derin acıma, kırmızı dudaklarındaki kibar
gülümsemeyle tapılacak kadar güzeldi. Bu akıl almaz
güzellik, ayak yıkamayı, bir halayık işi olmaktan çıkarıyor,
çok soylu bir alçakgönüllülük haline getiriyordu.
Esir bir kez daha yalvardı:
— Bırakın bacı Ben hem dökerim, hem yıkarım, alışığım!
Liya buna İncil'den bir sözle karşılık verdi:
— "İmdi ben Rab ve öğretmeniniz olduğum halde
ayaklarınızı yıkadım ise, birbirinizin ayaklarınızı yıkamak
size gerektir."
Müslüman esir bu sözden hiçbir şey anlamadı ama, Şövalye
Notüs Gladyüs ürperdi, "işte ol şehirde günahkâr bir karı
bulunup İsa'nın Farizî'nin evinde sofrada oturduğu haberini
aldıkta, bir şişe hoş kokulu yağ getirdi, ve arkadan ayakları
yanında durup ağlayarak ayaklarını gözyaşlarıyla ıslatmaya
başladı. Ve ayaklarını başının saçıyla öperek bu yağ ile
yağladı." Şövalye gözlerini yumdu, aklı iyice karıştığından
gerisini zorla hatırladı: "Sana derim ki günahları çok olduğu
için bağışlandı, çünkü çok sevdi" Bu sözleri tekrarlarken
Kıbrıs Sen-Jan tarikatı manastırında uykularını bölen karışık
duygulara kapılmıştı. On üç yaşında papaz çömeziyken,
İncil'deki bu ayak yıkama parçasını her hatırlayışta cinsel
huylanışlara yakın bulanık duygularla sarsılır, günah
işlemenin ürküntüsüyle içi titrerdi. İncil'de kadınlarla ilgili
bütün parçaların, yalnız kendi yaşıtı çömezleri değil, saçlı
sakallı papazları da öyle günaha sokarcasına etkilediğini
sonraları öğrenmişti.
Liya, telaşsız su döküyor, Müslüman esir alışık hareketlerle
ayaklarını yıkıyordu. Sıçramalarından korunmak için
hırkasının önünü sıkıca kavuşturduğundan kalçalarının
yuvarlaklığı adamakıllı meydana çıkmıştı. Şövalye hemen
şarap tasını aldı, gezgin ozanın dikkatle yüzüne baktığını
görünce, yüreğinden geçenleri istemeden dışarı vurmuş gibi
somurttu:
— İçer misin şarap?
— İçilmez mi? İyidir Issızhan'ın şarabı. Dinlenmiştir.
— Geçtin demek buradan daha önce?
— Geçtik evet Yakındır bizim yurdumuz buraya Ankara
ile Eskişehir arasında, Sarıköy derler.
— Oraya mı gidiyorsun?
— Yok İtburnu'nda bir şeyh oturur, Edebâlî derler. Bura
ahilerinin babasıdır. Ona uğrayıp döneceğim Konya'ya
Şövalye, Mavro'dan bir şarap tası istedi:
— Kaç konaktır buradan Konya?
— Dokuz
— Saat hesabıyla?
— Yetmiş beş saat Saat, atın düzenli ılgarıyla bir saatte
aldığı yer Üç İtalyan mili Bir fersahtan biraz eksik!
— Yollar nasıl?
Ozan biraz durakladı:
— Eh, iyidir
Mavro tası getirdi, ozanı çorbaya çağırdı. Şövalye ayıpladı:
— Şarap içen çorbayı n'apsın? Doldur hadi!
Ozan şarabı tadını çıkararak içiyordu. Şövalye Notüs
Gladyüs, çok uğraşarak razı etmiş de, bir Müslüman kâfiri
günaha sokmuş gibi, gizlice sevinerek alt dudağını dişledi.
Üçüncü tastan sonra ozanın yüzü biraz kızarmış, gözleri
biraz parlamıştı.
Şövalye beklediği kıvamın gelmiş olacağını düşünerek, çok
önemsiz bir konuymuş gibi gelişigüzel sordu:
— Ne var ne yok Konya'da, nasıl oraları?
Ozan bu kez hiç duraklamadan karşıladı:
— Sahipsiz iyice Vergi üstüne vergi bindirmekte Moğol
Say ki kalıcı değil, gidici Kendi kâğıt parasını almaz oldu
epeydir; gümüş, altın ister oldu. Oysa gümüşün adını çoktan
unuttu millet! Görünürdeki hep alındı, saklıları çıkartmak için
ülkeyi zorlamaktalar sopa gücüyle Bize n'olduysa 'de
oldu, şövalyem! Mısır'ın Memlûk Sultanı geldi, biraz Moğol
öldürdü. Bunu duyan Abaka İlhan, ordusunu çekti yürüdü, öç
almak için iki kere yüz bin kafa kesti. Kan düştü böylece
Anadolu adamıyla Moğol'un arasına Karamanoğlu Mehmet
Bey sıvandı, başına yeterince adam biriktirip Konya'yı basıp
aldı. Birini, "Sultan oğlu" diye tahta oturttu. Kimileri buna
"Düzme" dediler, adını "Cimri" kodular. Konya Sultanı, asker
çekti, yenildi, Moğol'dan yardım istedi. Bu kez Mehmet Bey'i
bozdu, kendisini, kardeşlerini, amcalarını öldürdü. kaçtı,
Germiyan toprağına geldi. Ayağındaki kırmızı çizmeden
bilinip tutuldu.
— Kırmızı çizmenin özelliği nedir?
— Çok pahalıdır kırmızı sahtiyan buralarda Sultanlarla
vezirler giyebilir. Kırmızı çizmeyi atmaya kıyamadığından
verdi tatlı canını Qmri Sultan dölü değilken sultanlığa
kalktığı için, diri diri yüzülüp derisine saman dolduruldu. Ben
saman tepilmiş deri, kargı ucunda gezdirilirken, gördüm
gözümle
— Ne zaman oldu bu iş?
— On, on bir yıl önce
— On bir yıl Şövalye içinden hesapladı: 'da
— Evet Gezgin ozan şarap içti, kebap yedi, biraz dalgın
gülümseyerek içini çekti. Hep Moğol belasıdır bu
çektiklerimiz Aklı ermeyenler "Yollar silindiğinden kervan
geçmez oldu" demekte Hayır, kervan geçmezlenince yollar
silinir. Neden geçmezlenir kervan? Güven ister çünkü tüccar
takımı Ülke, soyguncusuz olmaz ve de olmamıştır. Ama,
sultanı güçlüyse soyguncuyu bulur, tutar, keser başını,
yağmaladığı malı tüccara geri verir. Bacını alır, yığar
hazinesine, bakar keyfine Soyguncu ele geçmezse, burdan
öder tüccarın zararını, güveni korur. Moğol'a geldi mi,
soyguncuyu, bu da bastırıp kesmekte ama, tüccara vereceği
malı kesesine atmakta Bezirganlar baktılar ki, mallar
gitmekte, üste can bile caba gitmekte Çevirdiler kervan
yollarını Akdeniz'e, Karadeniz'e Bir toprağa Moğol atı bastı
mı, gökten say ki, bela indi. Konya sultanları güçlüyken
yollar düzdü, harman yerleri gibi, tekerlek kırılma nedir
bilinmezdi. Şimdilerde "şurdan şurası ne kadar?" dedim mi,
"Üç teker kırımı" demekte köylüler Ben yetiştim,
kervansaraylar vardı ki, her birine iki bin, üç bin hayvan
konardı, içlerinde çarşıları vardı ki, Karacahisar panayırı kaç
para Esnafı, üç beş kervanı donatırdı baştan ayağa Ulak
düzeni dersen, hiç aksamazdı. işin acele de, iki konağı bir mi
edeceksin? Kesen bilir. Parayı sayar, çekerdin altına arap
atını Karılar gezinirlerdi bu ülkede, yaldızlı tahtırevanlara
kurulup, koruyucusuz moruyucusuz Başında tepsiyle altın
götürene dönüp bakabilemezdi hiç kimse Çünkü, yol
güvenini bozmanın cezası, yağlı kendir; ırza geçmenin cezası,
kazık! Ulaklara, dilenen esirlere değen yandı, bunların cezası
Cimri gibi canlıyken yüzülüp derisine saman doldurulmak
Aşağıda dervişler karınlarını doyurup afyonları da yutmuş
olmalılar ki, dümbelek, zil, çıngırak sesleri arasında
naralanarak semaha kalkmışlardı. Şövalye "Nedir?" anlamına
başını sallayınca gezgin ozan suratını buruşturdu:
— "Cavlak" deriz bunlara biz İyi saymayız. Her kötülük
vardır bu takımda Utanmaz bunlar, varlıklıdan haraç ister,
vermeyeni öldürür. Varlıksızın nesini bulursa alır, "Acından
ölür mü?" demez. Bir zamanlar Moğol'a hizmet ettiler,
ordusuna girip Bellerinde gördüğün meşin torba
afyonluktur, gece gündüz yutarlar afyonu Şimdi semaha
durdular. Hoplayıp zıplar, sonunda çoğu düşer bayılır.
Bayılanı Tanrıya varmış sayar bu avanaklar! "Pirimiz dem
baba" derler. Bu hesapça Havva anamız da anaları olur!..
Soğuk sıcak dinlemezler afyon gücüyle Yunup
temizlenmeyi hiç sevmezler. Akınlarda, afyonlu şarapla
sarhoş olup çapula yumulurlar. Omuzlarına kartal kanatları,
kafalarına kara kömüş boynuzları takarlar, gayetle de kıyıcı
olduklarından çapul toprağının adamı yılar bunlardan
Çalışmayı günah sayar bu takım! Ahiliği, "Esnaflıktır" diye
küçümser. Sövmedikleri, korkudandır. Ahiler çarşılarını kılıç
elde savunmasa, ossaat basıp dağıtıp yüklenip savuşurlar
— Bunlar da senin gittiğin şeyhe mi gitmekteler!
— Yok! Şeyh Edebâlî'nin geçemezler yakınından
Geçemezler dedimse, ahilik bozulmadan, geçemezlerdi.
Şimdi bilmem!
— Bozuldu mu?
— Bir ülkede düzen bozulursa, her şey bozulur. Buralarda,
düzeni güçlü sultanlar tutar. Eskiden halifeler, sultanlar da ahi
şalvarı giyermiş Çıraklar da ahi sofrasında yermiş Giderek
bir kazandan yemek, bekâr kalfalara kaldı. Zenginleşen
ustalar evlenip çekildi Parasız çabalayan çıraklar kapı
diplerinde, yan aç sürünür. Duyduğum doğruysa, pek
umursayan yokmuş Ahi Baba töresini şurda burda Şeyh
Edebâlî başkadır. Tuttuğu uzar tutamak olur, bastığı düzelir
basamak olurdu. Ben görmedim, kerameti söylenir. Herifin
biri kimyacılıkta altın yapma tutkusuna düşmüş, baba mirasını
ve de kendi kazandığını harcayıp saçıp savup hasır üstünde
çıplak kalmakla Şeyh Edebâlî'ye gelip sadaka istemiş Şeyh
yerden bir tutam toprak alıp "Kimya öyle olmaz böyle olur,
derbeder" diye uzatmakla toprak, ossaat altın olmuş, şaşkın
herifin aklı sıçrayıp hazreti şeyhin eteğine yapışmış
Şövalye çocukluğundan beri her çeşit kerametle çok
ilgileniyordu. Gezgin ozana bir başka türlü bakarak yavaşça
sordu:
— Siz de Ahi misiniz?
— Yok.. Biz gezgin ozan olmak çabalamasındayız!
Ozanın susması uzayınca sözü, levent yüzbaşısı, esir Kurt
Ali Bey aldı:
— Baba İlyaslıdır ozanımız! Saltuk Baha'dan Burak
Baha'ya, ondan Taptuk Emre'ye geçmiş halifedir. Bilgi
gücüyle deniz derinlerinde, aşk gücüyle gök yücelerinde
gezinir. Gölgesi millete rahmettir. Ülkenin gören gözü, duyan
kulağı, söyleyen dilidir, eteğine yapışan yoksun kalmaz.
— Aman yiğit! Biz bir sefil ozan olup
— Evet! Sayın şövalye, bak ne demiştir bu sefil ozan:

"Yaz yaratıp yer donatan, kar yağdırıp su donduran / Yanan


kömür, kızan demir, örse çekiç salan benim / Emredip bulut
oynatan, yerde bereket kaynatan / Elimde kudret şiriği, halka
ekmek veren benim / Yere göğe direk kuran, bükülmeden
dimdik duran / Denizlere göl çağıran adım Yunus, umman
benim'"

— Yunus mu adınız?
Ne demek? Gezgin ozan yere bakarak gülümsedi:
— Hak edemedik ki ad taşımayı daha biz, anlamı ola!
Şövalye Notüs Gladyüs, ozanın yüzüne araştırarak baktı.
Çökük yanakları, kavrulmuş dudakları, içinde ateş
yanıyormuş gibi, yüzüne acılı bir kuruluk veriyordu.
Gülümsedi:
— Bilirim sizde soy adı olmaz! Bizde vardır ama, benim
yok Babam ünlü bir prenstir. Hadi sizden saklamayayım:
Napoli krallarından Notüs Gladyüs dedim kendime Notüs
babasız demektir Piç, yani Onurlu ad, kendi kazandığımız
addır! Çalıp söylemez misin bize rica etsek!
Gezici ozan Âşık Yunus, hiç nazlanmadan sazı aldı, çok usta
parmakları tellerin gerginliğini, tüy gibi gezinerek yokladı:

"Ey dost aşkın denizine girem gark olam yürüyem / Yürüyem


ya hu yürüyem / Bülbül olup dalda ötem gönül olup ceset
tutam / Başım elime alıp yoluna verem yürüyem / Yürüyem ey
yâr yürüyem"

diye başlayıp yaşamak üstüne, ölüm, sevda, kader, ahret,


dervişlik üstüne birkaç deyiş okudu. Bitirince, söylerken
soluğunu hep tutmuş gibi ciğerlerini "hoh" diye boşalttı.
Esir, deyişleri, kısadan çevirmeye başlamıştı. Şövalye
söylenenleri' önce umursamadan dinliyordu. Birden ilgilendi.
Uzaktan uzağa tanıdık fikirlerdi bunlar Yeni Platonculuğun
İslamlıkla karışması "Başımı elime alıp yoluna verem
yürüyem' sözüyle ürperdi. Allah'la ilgili de olsa, bir aşk
şiirinde, bu ne kocaman, ne kadar çırılçıplak, ne sınırsız
cömertlikti. Neden sonra ürpererek kendine geldi çevresine
baktı, şaşırdı.
Tepede parlayan güneş hemen çekilip gitmiş, Kanlı Boğaz
ürkütücü bir hızla hemen kararmaya başlamıştı. Telaşlandı:
— Akşam oluyor Mavro. Çok uzak mı buraya Dargın Pınar?
Mavro, soruyu birden anlayamadı. Germiyan'ın Dargın
Pınar’ını bu yabancı şövalyenin bilmesine şaşmıştı:
— Epeycedir! Neden sordunuz?
— Arkadaşımı bekliyorum. Karanlığa kalırsa yolu
çıkarabilir mi?
— Buralı mı arkadaşınız?
Şövalye bu soruya karşılık arıyormuş gibi duraklayınca, esir
hemen kalktı. Yunus Emre de şövalyeyi selamlayıp
dervişlerin kudüm sesine doğru yürüdü.
Şövalye, "Başımı elime alıp yoluna verem yürüyem" diyen
ozanın yürüyüşüne, kapıda kaybolana kadar bakmış, bu
yürüyüşte, büyük şiirin müthiş bir kolaylıkla anlatıverdiği
yiğitliğe yakın hiçbir şey görememişti. Omuzları dar, sırtı
biraz kamburcaydı. Yumuşak yol pabuçlarını sayvanın
taşlarında zorla sürüklemişti. Herhangi bir köylüden farksız,
bu kaba saba adamın, bu kadar derin şiir gücünü nerden nasıl
alıp içinde böyle gösterişsiz saklayabildiğine şaştı. Bir yandan
bunları düşünürken öte yandan Mavro'ya vereceği uygun
karşılığı arıyordu:
— Yok Hayır, değil buralı
— Aman etmeyin şövalyem
— Ne var?
— Karanlığa kalırsa, batağı sökemez yaban kişi Niçin
gittiydi Germiyanlı'ya?
— Birini görecekti.
— Boğazı gün ışığında tutamayacağını kestirirlerse
bırakmazlar gece vakti Bırakmazlar inşallah!
— Gerçekten bu kadar korkulu mudur batak?
— Sizin oralarda batak var mıdır? Hiç düştü mü yolun?
— Yok!
— Ne desem boş öyleyse Gündüz bunaltır adamı
namussuz batak, nerde kaldı gece Gidersin bir zaman
Bildiğin sazlıktır. "Gözüm görmekte, aklım başımda" diye
güvenirsin! "Ayak yordamıyla bulurum sağlam toprağı
Kötüsü gelirse, dağlar nah şurada Geri basar girdiğim
yerden çıkarım" dersin. Aman haaa Aman ki ne kadar
Hele atlıysan, yüreğine hiç kuşku gelmez. Çünkü başın
sazlardan yukarda Aman olmaz. Çünkü ölümdür bunun
sonu Çünkü at ayağı, adam ayağından daha kötü saplanır,
tik tökezlemede bineğin yılar. Bakarsın dizleri titremeye
başlamış, gözleri evlerinden uğramış Hayvanın korkusu,
ossaat, seni kavrar. Sökemeyeceğini anladın, döneceksin.
Yedeklemek için attan indin mi, tamam, umduğun dağları da
yitirdin! Yukarda gök, aşağıda batak Dört yanın saz Bata
çıka debelenirken, bakarsın ki, kesiklik seni kapmış
Soluğun ağzına sığmaz olmuş Batak iz saklamaz, sazlar
nişan tutmaz. "Geri basmaktayım, eyvah, dönelemekteyim"
kuşkusunun ardından, ölüm korkusu yüreğini sardı bil!
Yüreğine korku düştüyse, çabalama boşuna!.. Bırak, kartal
kuşları, kel akbabalar gelip yüreğini gagalasın, gözlerini
oysun!.. — Abarttın ki yüreksiz Mavro Cermanya'nın ağaç
denizi mi bu?
— Cermanya'nın ağaç denizini bilmem Benim bildiğim,
koca kervanları önce güçten düşürür, sonra çökertip yutar bu
bizim batağımız. Batağın ayrıntısı yoktur kar tipisinden
Bunu bilir buranın adamı, yolu batağa uğradıysa, kılavuzsuz
şurdan şuraya gidebilemez. İşin kılavuza düştüyse, bela
çiftleşti demektir.
— Niçin?
— Her kılavuza güvenilmez çünkü Kılavuz, hem can
kurtarıcıdır, hem can alıcı Götürür seni, göz göre batağa
gömer, kemerindeki paranı, ya da atını, rubalarını soyar alır.
Kılavuzun durumu da yamandır haaa Batakta yol bulayım
diye kıvranırken, "Bize bir kötülük mü edecek acaba?"
kuşkusu, yüreğine düşerse n'aparsın? Atik davranıp çeker
vurursun. Bu yüzden kılavuz kısmının canı kılın ucundadır.
Kılavuzluğun pahalı olması bundan Batağa herkes hayırlı iş
için dalmaz. Çoğu kötülüğe gider. Kötülük edeceğin herif
n'apar peki? Seni gezdiren kılavuzu düşman alır karşısına O
da tutar bir kılavuz Demek, kılavuzun bir can düşmanı da,
öteki kılavuzlar -Ürperdi-: "Canlıdır batak kısmı" derdi,
rahmetli babam, "Bir günü bir gününü tutmaz, değişir kahpe
karı gibi" derdi.
— Nedir değişmesi?
— Bir hafta önce kervan geçirdiğin yol, bir hafta sonra,
dipsiz kuyuya döner. Çünkü bir yandan, bir sızıntı gelmiştir.
Kılavuzluğa soyunan, kendi yollarını aralıksız kollayacak ki,
batağın kahpeliğine uğramasın. Öteki kılavuzlar, yeni geçit,
yeni pusu yeri, yeni saklanma kuytusu buldu mu, sezeceksin
bunu hemen Seninkileri de kollayan vardır çünkü
Kurtuluş, bilip bildirmemektedir. Şuraya buraya koyduğun
nişanlar bozuldu mu, yabancı nişan koyuldu mu, kollayacak
aralıksız usta kılavuz Açlığa, yorgunluğa dayanıklı olacak,
yılan gibi Hele komşu beyliğin baskıcılarını
gezdirmekteysen, uzun yaşamak yoktur sana Bu yüzden
uzun sürdüreni hiç görülmemiştir. -Bir şey hatırlamış gibi
içini çekerek istavroz çıkardı-: Kara Kılavuz başka
— Kimdir o Kara Kılavuz!
— Bilen çıkmadı şimdiye kadar Gören de uzaktan
gördüyse görmüştür. Yolbağı olduydu geçen yollarda
İstanbul-Tebriz kervanı vurulduydu, imparatorumuzun Tebriz
İlhanı'na saldığı şu kadar bin altınlık armağanları alıp gitti
eşkıya Moğol, Selçuk, Bizanslı iz sürdü üç koldan, getirip
batağa soktu. Bunlar paçalarını sıvayıp girdiler batağa, Karış
karış aradılar, hiçbir şey bulamadılar. Say ki soyguncular,
duman olup göğe çekildi. Ardından İznik'in Ayasofya'sını
soydu hırsızlar. İzleri sürüldü. Bu izler de geldi batağa girdi.
Yitti gitti. İşte o sıralarda çıktı ortaya bu Kara Kılavuz lafı
— Neden Kara Kılavuz?
— Çünkü giyimi kara Tepeden tırnağa kapkara ki, akşam
inmesiyle karanlığa karışıyor! Seçebilene aşk olsun! -Biraz
düşündü-: Kancıktır batak gayet, şövalyem, korkuludur..
— Tanır mısın batağın geçitlerini, pusu yerlerini, saklanma
kuytularını sen?
Mavro, bu sorudan çok ürktü. Vakit kazanmak için gülmeye
çalışarak yalandı:
— Bizim ne ağzımıza şövalyem, bizim gibi hancı
parçasının
— Hele hele Sen, artık, hancı parçası mısın alık Mavro,
sen şövalye yamağı değil misin?
— Olsun Kılavuzluk başkadır şövalyem
— Şuna buna kılavuzluk etmeyeceksin ki
— Edebilemeyiz istesek de Çünkü yemin içirmiştir bize
rahmetli babamız! "Bildiğin sende kalsın" derdi, "Baktın,
kılavuzluktan başka ekmek yolu yok, oğlum Mavro at kendini
şurdan Kanlı Boğaz'a" derdi.
— Başkasına parayla kılavuzluk edersen doğru Biz,
kendimizi gezdireceğiz.
— Kendimiziyse -Mavro kurnaz kurnaz gülümsedi-: O
kadarına gücümüz yeter Allah'ıma şükür O kadarı Eh
Bu sırada, korkunç bir uluma, Kanlı Boğaz'ı çatlatacak gibi
doldurdu, kayalara çarpa çarpa yükselip akşamın
alacakaranlığını enikonu çalkaladı. Şövalye sıçramış, Mavro
da hızla sesin geldiği yöne dönmüştü. Ses kalındı, alabildiğine
gürdü, en müthiş fırtınaları bastıracak kadar insan üstü bir
gücü var gibiydi. "Gratias Deo" diye kükrüyor, son heceyi,
2
dağdan dağa gerilmiş bilek kalınlığı bir saz teline dev bir
mızrapla vurur gibi titreyip inleterek uzatıyordu. Sesin
titreyerek inlemesi, bu iniltinin, hiçbir insan ciğerine
sığmayacak kadar uzaması, sonra da, kayalardan kayalara hiç
kesilmeyecekmiş gibi yankılanması gerçekten ürkütücüydü.
Şövalye art arda istavroz çıkarırken, Mavro hemen davrandı.
— Keşiş baba!.. Keşiş babanın narasıdır bu Benito
Baba’mız
Şövalye kendisini daha toplayamamıştı. Elleri masaya
dayalı, öfkeyle sordu:
— Benito mu? Neden ulur, köpek gibi bu rezil?
— Sus aman şövalyem!.. Benito Baba'ya kötü söylenmez.
Bilir çünkü aklımızdan geçenleri Kızarsa, bizi perişanlatır.
Tekin değildir. Ermiş kısmı keyfinedir, bağırır canı çektikçe
Şövalye de sayvanın kapıyı gören tarafına doğru, Mavro'nun
ardından yürümüştü. Yol doruğa yakın olduğundan biraz
aydınlıktı. Geniş adımlarla harmanlayarak yaklaşan Keşiş
Benito'yu kolayca tanıdılar.
Keşiş, zaten uzun boyluydu. Topuklarına inen kara cüppesi,
çok sivri kukuletasıyla olduğundan çok daha uzun
görünüyordu. Elinde kalın bir sopa vardı. Her adımda,
cüppesinin geniş etekleri, savrularak harmanlanıyor, bu da
yürümesine, ayakları yere değmiyormuş gibi, garip bir
uçuculuk veriyordu.
— İşte bizim Benito Baba’mız, şövalyem Nerden esmiş,
kendini dağlara vermiş, ne kadar dolandıysa dolanıp bize
konuk gelmeyi istemiş. Bağırması keyfinden Evet, kutsal
pederimiz, keyfe gelince salar "Gratias Deo" naralarını, dağı
taşı inletir böylece
Şövalye dişlerinin arasından sövüyordu. Mavro, keşişi
karşılamak için koşacakken durdu.
Dönemece dikkatle baktı:
— Atlı mıydı senin arkadaş şövalyem?
— Ne var? Niye sordun?
— Nah, dönemeci kıvrıldı atlının biri
Şövalye ileri uzanıp seçmeye çalıştı, birden sevindi:
— Tamam! Bizim Uranha
— Uranha mı adı? -Mavro dikkatle bakıyordu-: Nece bu?
— Türkçe besbelli Tükropol'dur Hem de yüzbaşı
Yamandır ha. Şakaya gelmez. Gözüne girmeye çalış Yolu,
atına iyi bakacaksın
Mavro koştu. Şövalye, canı şarap istediği halde, sayvanın
korkuluğundan ayrılmadı.
Keşiş Benito, cüppesini, İspanyol çingene kanlarının
oynarken geniş eteklerini havalandırıp çevirdikleri gibi
savurarak yaklaşıyordu. "Nasıl yapıyor bu numarayı bu
köpoğlu? Dizlerini kullanıyor olmalı madrabaz herif."
Şövalye sırıtarak başını sallarken, Liya koşarak gidip
Benito'nun önüne diz çökmüştü. Keşiş, bacaklarını biraz açıp
sopasına sıkıca dayanarak bir an gözlerini göğe kaldırdı,
sonra imparatora taç giydiren papa kasıntısıyla elini kızın
başına koydu:
— İste, verilecektir. Ara, bulacaksın. Çaldığın kapı sana
açılacak.
Mavro'ya bakmadan elini öptürdü:
— Sana derim ki ey Kara Vasil'in oğlu Mavro, "Gel
arkamcek Seni insan avcısı edeceğim!"
Mavro irkildi. Bu sözden, kendisine biraz önce yapılan
şövalye yamaklığı teklifini Benito babanın, ermişlik gücüyle
bildiği sonucunu çıkarmıştı.
Liya iki büklüm yalvardı:
— Kalacaksınız değil mi, kutsal peder?.. Biz günahkârları,
çiğneyip geçmeyeceksiniz! Evimiz nurlanacak! Ambarımız
bereketlenecek!
— Evimiz deme! "Tilkilerin inleri, hava kuşlarının yuvaları
vardır, lâkin insanoğlunun başını sokacak yeri yoktur" denildi.
Keşiş Benito yaklaşan atlıyı görmezden gelerek omzundaki
ağır torbayı Mavro'ya verip yürümüştü.
Türkopol yüzbaşısı Uranha, dizginini tutan Liya'ya, ister
istemez çok tepeden bakıyordu. Çünkü atı, çok az rastlanacak
kadar yüksek, kendisi de her göreni şaşırtacak kadar ince
uzundu.O kadar yüksek hayvanın üstünde bile, ayakları
nerdeyse yere değecekti. Bu upuzun görüntüyü, ucunda üç
köşe bir flama bulunan, çok uzun mızrağı büsbütün şaşırtıcı
hale getiriyordu.
— Buyrun şanlı efendim, yoksul ocağımıza uğur getirdiniz.
— Bırak gevezeliği kadın! Issızhan mıdır bura? Soylular
soylusu Şövalye Notüs Gladyüs, Issızhan'ı şereflendırmekte
midir?
Şövalye Notüs Gladyüs sayvan korkuluğuna ellerini
koyarak kahkahalarla gülmeye başlayınca Türkopol yüzbaşısı
Uranha başını kaldırdı:
— Burada mısınız sayın şövalyem, Uranha'dan selam!..
— Uzatma Kebap soğuyor. Şarap da tükendi tükenecek
— Yok öyle şey! Tükenemez. Çünkü çiğnerim bu taş
yığınını Yuvarlarım bayır aşağı, tangır tungur
— Höst Bir alay dervişle bir mübarek keşiş var ki, her biri
bir cennet bağında dolaşıyor. Çarpılırsın!..
Mavro'yla Liya yardım ederek tepeden tırnağa zırha
bürünmüş, uzun savaşçıyı atından aşağıya aldılar. Herif
kımıldadıkça dışardan demir, içerden kemik sesi veriyordu. O
kadar kuruydu ki, Mavro tuttuğu çırayı biraz yaklaştırsa
harlayacaktı.
Mızrağını Şövalye'ye uzattı:
— Önce bayrağımız girer!
Şövalye mızrağı çekip aldı:
— Hey Mavro, dediğim gibi, sayın yüzbaşımız Uranha’nın
yoktur şakası Hayvanına dikkat ister çok!
— Hiç meraklanmasınlar
— Neden meraklanacakmışım? -Uranha top gibi bir
kahkaha patlattı-: Kesilecek kulaklar benim mi?
— Duydun ya, Mavro, en küçük cezası kulak kesmektir.
Ona göre
Kapıdakiler avluya girmişlerdi ki, şövalye hızla döndü,
Keşiş Benito'yla karşılaştı:
— Hay Allah belanı versin Bugün kaçıncı dalgınlık bu?
— Aman şövalyem!..
— Sana değil kendime söyleniyorum. -Kapıya bakarak
sesini alçalttı-: Oldu mu?
— Tamam!.. -Keşiş de sesini kısmıştı-: Uyuştular.
— Kapora?
— Alındı. -Mavro sayvana çıkınca Keşiş Benito başını
hafifçe eğip kendini şövalyeye tanıtıyordu-: Allah'ın günahkâr
kullarından Cenevizli Keşiş Benito! Allah'ın rahmeti
üstünüze olsun soylu şövalyem, amin!
— Onurlandım kutsal peder. Ben Sen-Jean şövalyelerinden
Notüs Gladyüs oğlunuz! Buyrun, yoksul soframızı yüceltin!
— Sofranıza, göklerdeki yüce efendimiz Rab İsa'dan
bereket Ağız tadı Mutluluk!
Şövalye, Türkopol yüzbaşısını, keşişle tanıştırıp Mavro'yu
kebap getirmeye yollayınca Uranha'ya fısıldadı:
— Kaça kesiştin?
— At başına beş yüz Venedik altını
— Tüh Kazıklamış Çudaroğlu resmen seni! "Ertuğrul’un
savaş atlarından en kötüsü bin beş yüz altın eder" demedi
miydi, İnegöl tekfuru?
— Çudar'a kalsa dört yüz bile vermeyecekti ya, Benito
babamızın hatırı için çıktı beş yüze Ben epeyce Moğol
soyguncusu gördüm ama, Çudaroğlu denilen bu rezil gibisine
hiç rastlamadım. Herif soyguncuların padişahı olduktan
başka, Tebriz tüccarlarına başbezirgân olacak madrabaz
Baktım da, böyle bir namussuzu köylüsünün başına sarmakla
bizim Tekfur Nikolas'ın yüz kat daha namussuz olduğuna
iman ettim.
Uranha tolgasını çıkarıp saçlarını omuzlarına döktü. Saçları
hem kaim, hem çubuk gibi düzdü. Uzun at suratını sert sakalı
büsbütün aşağıya çekiyor, çökük avurtları, elmacıklarını
büsbütün dışarıya çıkarıyordu. Kafası, omuzları, dirsekleri,
dizkapakları şaşılacak kadar sivriydi. Bu sivrilikleri kalın
örme zırhı bile azaltamıyordu. Uçları aşağıya çekik, kirpiksiz
gözlerinde, arada bir çakıp sönen kurnazlık ışıltısı, hayvansı
aptallığını hiç azaltmamakta, hele yerli yersiz patlattığı
kahkahalar, aptallıktan öte, sinir dengesizliğini
belirtmekteydi.
Mavro, dumanı tüten kebabı getirince Keşiş Benito duaya
başladı. Ötekiler saygıyla başlarını eğdiler.
Sonra gecenin geç saatlerine kadar şarap içerek, cinayet
hazırlar gibi, fısıl fısıl, gelecek günlerden konuşuldu.
Türkopol yüzbaşısı Uranha, Issızhan'ın yerini çok beğenmişti.
Keşiş Benito, tepenin arkasında otuz evlik bir köye yetecek
kadar toprak bulunduğunu söyleyince kararını verdi. İşleri
tökezlemeden yürürse Kanlı Boğaz baronu olarak bu
Issızhan'a yerleşecek, Bitinya Prensliği'nin kapılarından birini
tutarak geçişin baçını toplayacaktı.
1 Latince: Benzersiz kılıç
2 (Lat.) Şükür Tanrıya.
2

Şövalye Notüs Gladyüs, boğazından kaynar kurşun akıtılmış


gibi yanarak uyandı, ilk anda nerede bulunduğunu
hatırlamaya çalıştı. Başının üstünde isten kapkara olmuş
kubbemsi bir tavan, iki yanda tuğladan direklere tutturulmuş
iki kemer vardı. Bunları küçük bir yağ kandilinin ölü ışığı
belli belirsiz aydınlatıyordu. Issızhan'da olduğunu
hatırlayınca dişlerinin arasından sövdü. Yatarken yanına
koyduğu su testisini alıp kafasına dikti, bir solukta yarısına
kadar içti. Uyanmasına sebep olan gürültüye hırıl hırıl
soluyarak kulak verdi. Gürültü avludan geliyordu. Yattıkları
yerin kalın demir parmaklıklı küçük penceresinde, gecenin
karanlığı açık laciverte dönmüştü. Sedirde yatanlara suratını
buruşturarak baktı. Keşiş Benito ağır torbasını başının altına
koymuş, kalın cüppesine sıkıca sarılmıştı. Türkopol, dizlerine
kadar inen kirli gömleğinin içinde, değnek gibi kolları
bacakları, bir deri bir kemik gövdesiyle mumyalanmış çok
eski bir ölüye benziyordu. Yere serilmiş kuru otların üstünde,
cavlak dervişler, başlarını birbirlerinin dizlerine koymuşlar,
kocaman baklalı bir zincir gibi kıvrılmışlardı. Esirin
umutsuzluğu, ozanın yaşadığı çağın dışında kalmışlığı,
yatışlarından belliydi.
Dışarda köpeği azarlayanın Mavro olduğunu sesinden
tanıyınca, her sabah, su başında, karaca beklediğini, dönüşte
tuzakları yokladığını hatırladı. Neden olduğunu kendisi de
bilemeden debelenerek dizleri üstüne geldi. Oda
büyüklüğündeki ocak havayı aralıksız çektiğinden içerisi
enikonu soğuktu. Çıplak etine sardığı on boğumlu para
kemerini, telaşla yoklayıp göbeğine indirdi, emekleyerek
pencereye gitti. Kaymış harmaniyesini Uranha'nın üstüne
örtmeyi bir an aklından geçirmiş, "Canı cehenneme" diye
homurdanmıştı. Oysa biricik sevdiği adamdı dünyada bu
itoğlu it, çünkü eşi bulunmaz alıklardandı. Ancak bu kadar iri
alıklık kendisine güven verebiliyordu. Pencereden gözetler
gibi baktı.
Mavro, sıpa kadar köpeği yerine kapattıktan sonra, iyice
yağlandığı için hiç gıcırdamayan çıkrığı, acı kuvvetiyle
kolayca çevirerek, kapının kalın demir parmaklığını yukarı
çekiyordu. Sonra meşe kanatların ağır sürgülerini açtı. Yay
torbasıyla okluğu omzuna asıp pala bıçağını kuşağına sokarak
çıktı. "Karı nerde peki? Kalkmadı mı?" Mavro'yla Liya'nın
gerçekten kardeş olduklarını söylemişti dün gece Keşiş
Benito "Bunu söyledi ama karıyla yatmadığına yemin
edemedi namussuz" Genellikle genç yaşında dul kalmış
karılarla, evlenmesi gecikmiş kızların papazlara, hele dünyayı
boşlayıp mağaralara çekilmiş güçlü keşişlere karşı garip bir
tutkunluk gösterdiklerini çok duymuştu. "Uğrarmış mağaraya
arada bir bu Liya kahpesi Adadığı horozu tavuğu bırakır,
hasta okutmaya, İncil'le fala baktırmaya gelirmiş Boş
bırakır mı bu şeytan Cenevizli? Okşayarak tava getirip
ıhtırmaz mı?" Demin üşürken, şimdi derisine ateş basmış,
içtiği su, şarap olup beynine saldırmıştı. "Paraysa para
Erkeklikse erkeklik Fazladan, soyluluksa soyluluk"
Paraladığı avı kaptırma korkusuna düşmüş bir yırtıcı hayvan
gibi yalanarak uyuyanları süzdü. Çömelip, atılmaya hazır,
soluklarını keserek eski hisarın sessizliğini dinledi. Kedi gibi
hiç gürültüsüz indi sedirden, kapıya doğru birkaç adım attı.
Birden kaskatı durdu. "Tanrı'nın ağır kılıcı üstümde" Esir,
derin bir sesle sayıklıyordu. "İyi insanlar, görmezden
gelmeyin beni" Şövalye Notüs Gladyüs, herifin
söylediklerini anlayamadığı için kızdı, dişlerini çatır çatır
gıcırdatarak sövdü. Dönüp hançerini almayı düşündü bir an,
bu kadarcık gecikme, yıllardır kolladığı fırsatı, kıyamete
kadar kaçırtacakmış gibi telaşlandı. Alçak kemerli kapıdan
eğilerek geçti, doğrulmayı akıl etmeden iki büklüm yürüdü.
Karının kardeşiyle beraber yattığı yeri dün gece kollayıp
öğrenmişti. Kapıya yaklaşırken duraladı. "Sürgülediyse kaltak
içerden oğlan çıktıktan sonra?" Çaresizlikle çevresine
bakındı. "Aman Rab İsa, Notüs Gladyüs kulunu seversen
sürgülenmemiş olsun!" İttiği kapı hiç gürültüsüz açılınca,
tıkanacak kadar sevindi. Yatağa bakarak durdu.
Sırtında, dizlerine kadar inen gömlekten başka bir şey
yoktu. Bunun yırtmaçlarından bütün çıplaklığı görünüyordu.
Kısa kaim bacakları üstünde tıka basa doldurulmuşa benzeyen
şişman gövdesi iğrenç, kabarmış saçlarıyla sırıtkan ağzı
gerçekten korkunçtu. Tazelenen şarap sarhoşluğuyla kendini
cinsel hırsa kaptırmış, gürültü etmek istemediğini unutmuştu.
Hırıltılı soluklarla yatağa yaklaştı. Liya’nın çıplak kolu
yorganın üstündeydi. Parasını peşin vererek kiraladığı bir
genel kadınmış gibi, yumuk bileği rahatça tuttu.
— Mavro
— Suss! Mavro yok!
— Kimsin? Bırak beni
— Sus! Ben şövalye -Adını unutmuş gibi duraladı. Dişleri
birbirine vuruyordu-: Notüs Gladyüs
— Ne istiyorsun? -Liya ilk şaşkınlıktan kurtulmuş,
debelenmeye başlamıştı-: Bırak!..
— Dinle güzelim Dinle güvercinim Bir altın
— Bırak, bağırırım!..
— İki Üç altın -Kemerini göstermek için gömleğini
açınca kız dehşetle inledi-: Üç altın Üç
Liya, herifin korkunç kuvvetiyle gerçek tehlikeyi iç içe
duyup, can havliyle kurtulmaya çalıştı:
— Çekil namussuz!..
Şövalye, salyalarını zorlukla yutarak hırladı:
— Namussuz mu? Ben bunun yarısı için beş kişi öldürürüm.
-Tuttuğu bileği koparacak gibi sıktı. Suratı büsbütün
canavarlaşmıştı-: Öldürürüm ben
Liya üstüne abanan bu karşı durulmaz kuvvetle boğuşmayı
sürdürürse soluğu kesilip bayılacağını anladı, çırpınmayı
bıraktı:
— Durun şövalyem, durun peki!..
— Peki mi? Haşşöyle -Şövalye de soluk soluğa
konuşuyordu. Bileği bırakmadan gövdesini geri alıp seyrek
dişlerini göstererek sırıttı-: Haşşöyle!..
Liya boştaki elini yastığın altından hızla çekip dikildi:
— Çekil! Zehirlidir bu bıçak!
— Zehirli mi?
Şövalye, zembereğine dokunulmuş gibi sıçramıştı. Çağının
bütün Batılıları gibi zehrin ne kadar bol kullanıldığını, nasıl
da hiç şakaya gelmediğini biliyordu.
— Değdirdin mi? -Can havliyle elini kılıcına atmıştı.
Umutsuz bir sesle fısıldadı-: Kahpeee!.. Değdirdinse
öldürürüm! Öldürürüm!..
— Def ol Değseydi, çoktan gebermiştin Def ol!
Şövalye gövdesini yoklayarak dehşetle geriledi. Liya hemen
kalktı, gömlekle olduğuna aldırmadan, küçük hançerinin
ucunda, herifi sürüp odasından çıkardı.
Kapıyı sürmeleyince, bütün kuvveti bir anda tükenmiş gibi,
dizlerinin üstüne çöktü, sonra yüzükoyun döşemeye kapandı.
"Demircan! Mavro! İsa Efendimiz!" diye inledi.
Hançer zehirli olmadığından, bir yerini çizer diye,
korkmuyordu.
3

Keşiş Benito'nun, kasılarak, dünya nimetleriyle "değiştim"


dediği mağara, çorak bir tepenin tam ortasındaydı. Geniş ağzı,
uzaktan bakılınca, bu tepeyi, çenelerini çatırdatarak esneyen
dişsiz bir devin dazlak kafasına benzetiyordu. Arkasını batağa
vermişti. Yüzü batıya, Ertuğrul Bey'in uç topraklarına
dönüktü. Önünden geçen yol, gökle yerin kavuştuğu çizgiye
kadar, bükülmeden uzanıyordu. Ne ev vardı, ne ağaç, ne de
ekili bir Karış yer
Güneş yeni doğmuş, kıracın bahar ayazını daha
kızdıramamıştı.
Mağaranın loşluğunda, Türkopol yüzbaşısı Uranha, Şövalye
Notüs Gladyüs'ün gömleği üstüne giydiği köseleden yapılmış
hafif Moğol zırhının çapraz bağlarını bağlamaktaydı. Elleri,
bu işlerde çok ustaymış gibi hamarat, gözleri, çok önemli bir
şey düşünüyor gibi dalgındı. Dalgınlığı şövalyeyi giydirirken
ister istemez dokunduğu para kemeri yüzündendi. Varlığını
öğrendiği zaman on sıra olan bu kemerin ancak bir buçuk
sırası dolmuştu. Şimdi hazırladıkları at çalma işi başarıyla
sonuçlanırsa, en azdan dördüncü sıra da dolmuş olacaktı.
— Höst Canımı yaktın gâvur Türk!..
— Alışalım canımızın yanmasına
— Neden, alık herif?..
— Sen Allah'ın oğlu sayılırsın!.. -Notüs'ün piç demek
olmasına takılıyordu-: Nasıl olsa, çıfıtlar seni çarmıha
gerecekler er geç
— Höst -Şövalye bu çarmıha gerilme şakasına bir türlü
alışamamıştı-: Canını şeytan alsın Bitir şunu
Uranha kötü kötü yalandı. Bir genelevde, ağır sarhoşken
tanıdığı kuşkulu şövalyenin n'apıp edip güvenini kazanması
bu altın dolu kemer yüzündendi. İlk görüşte şövalye nasıl
Uranha'yı dünyanın en aptalı, aptal olduğu için de
güvenilecek tek adamı saymışsa, Uranha da, şövalyenin en
acınacak alıklardan olduğunu anlamıştı. Sonraları daha
yakından tanıdıkça bu yargısının doğruluğunda hiç şüphesi
kalmadı. Yarı deliydi bu fukara, bütün yarı deliler gibi,
kendini herkesten akıllı, kurnaz, güçlü sanıyordu. Uranha
bütün Batılıların biraz böyle olduklarına Sen-Jan şövalyelerini
yakından tanıyalı beri kesinlikle inanmıştı. "Nah işte şu
Cenevizli Benito keşiş de kaçık, düpedüz Pislik içindeki şu
mağarada insan değil, domuz bağlansa durmaz."
— Oğlum Uranha, bitir şunu Bitir, sıkıldım!
— Zırhın bağ deliklerini sık yapmış Moğol! Niyeti
cehennemde bile çıkarmamak Ben de sıkı bağlıyorum, öte
yanda, çözülüp mözülüp
— Höst Koparırım çöp gibi boynunu Çabuk ol!..
Birkaç küçük iş yapmışlardı beraber adada. Bütün işleri
kendisi bulmuş, bu akılsız şövalyeyi, hepsine, zorla razı
etmişti. Zanaatları, aslında, soygunken bu Batılılar soygunun
şerefli bir iş olduğunu kabullenmek istemiyorlardı, bir türlü!
Belki de soygun töresini, sırasında, bilmezden gelip, arslan
payını kendileri almak için böyle davranmaktaydılar.
Dünyanın her yerinde bu töre, işi bulanın iki pay alacağını
yazarken, şövalye kazancı dörde bölüyor, birini tarikata, birini
gelecekteki işlerin sermayesine ayırıp gerisini kardeş payı
yapıyordu. Tarikata hiçbir şey vermediğini Uranha çabuk
anlamıştı. Becerdikleri soygunlarınsa sermaye istemediği
açıktı. Aklının ermediği nokta, beleşten geçinmeyi soyluluğun
ana kanunu sayan, bunu başardıkça ömrü artan, bu yüzden
paraya hiç önem vermemesi gereken adamın, altınları kemere
dizmesi, kemeri de derisine sımsıkı bağlamasıydı.
Önceleri bunu kurtulmalık için biriktiriyor sanmış, doğru
bulmuştu. Sonra düşündü, insan kemeriyle beraber esir
almıyor, üstünde çıkan paralar kurtulmalığa tutulmuyordu.
Neyin nesiydi altınları böyle kemere dizip, kıyamet kopsa
çıkarmamak?.. Bir zaman tedirgin tedirgin araştırmış,
sonunda kendisi yani Uranha için toplayıp taşımakta olduğu
inancına varmıştı. O gün bugündür, er geç soyacağı bir
zenginliği yanı sıra gezdirmekten, garip bir heyecan duyuyor,
her an dünyadaki biricik dostunun vurulup düşmesini,
sabırsızlıkla bekliyordu. Birkaç kez, gerçekten büyük ölüm
tehlikesi atlatmış, kendisinin şövalyeden önce ölebileceğini
düşünerek hançerini herifin şahdamarına çalıp bu işi tadında
bitirmeyi tasarlamıştı. Her defasında, biricik heyecanını
kaybettikten sonra yaşamanın epeyce tatsızlaşacağından
korkarak vazgeçti.
Uranha, gözleri boyundaki atardamarda, kösele zırhın
sırımını son deliğinden geçirip çekerken, akılda, kurnazlıkla
Batılı arkadaşlarından kat kat üstün olduğuna bir daha inanıp
kasıntılı, kıyıcı gülümsüyor, bu gülümsemeyle uzun at suratı
derinden kederlenmiş gibi buruşuyordu.
— Tamamdır bu işimiz soylu şövalyem!..
Mağaranın dibindeki karanlıktan apansız çıkan Keşiş Benito
arkadaşlarını daha hazırlanmamış görünce şakadan azarladı:
— Ohhooo N'aptınız bunca zaman, kaltabanlar!
Uranha çarıkları alıp şövalyenin önüne çömeldi:
— Tamamdır! Bir hazırlanmamız kalmıştır!
Keşiş Benito, kukuletalı uzun cüppesini atmış, Bizans
köylüleri gibi giyinmişti. Ayağında sıkı bir pantolon, dizlerine
kadar çıkan kalın çoraplar, bağları çoraplara sıkıca sarılmış
çarıklar vardı. Giydikleri tepeden tırnağa, kara kumaştandı.
Elinde tuttuğu kara yünden örme başlığı görünce, Şövalye
Notüs Gladyüs, dün Issızhan'da Mavro'nun Kara Kılavuz için
söylediklerini hatırladı. Kara başlık, yalnız gözleri dışarda
bırakacak gibi yapılmıştı. Çevreye ürküntü salmış Kara
Kılavuz'un, bu Keşiş Benito olduğunda şüphesi kalmayınca
bir uygun sırada gelip mağarayı yoklamaya karar verdi.
Keşiş Benito bir torbadan, çeşitli okları yere silkeleyip
çömelmiş, kara tüylüleri seçmeye başlamıştı. Bunlar
Karacahisar tekfurunun oklarıydı. Uranha'yla, şövalyenin
alacakları Moğol sadaklarını bunlarla doldurdu. Bir yandan da
söyleniyordu:
— Gören olursa "Moğoldular" diye basacak yemini Biri
vurulursa, Karacahisar oku bulunacak üstünde -Kısa,
keyifli, hain güldü-: Karışacak ki ortalık, içinden çıkabilene
aşk olsun!
Şövalye gibi değişip, tüylü külahı başına geçirince
Uranha'nın da herhangi bir Moğol savaşçısından hiç farkı
kalmamıştı. İki arkadaş bakışıp, Moğollar gibi, ellerini
karınlarına vurarak kahkahalarla güldüler.
Uranha çıkardıkları giyimleri torbalayıp terkiye sardı, Frenk
silahlarını eğerlere astı. Bir şey unutup unutmadığına
bakarken ensesini kaşıyarak duraklamıştı.
Keşiş Benito sabırsızlanarak sordu:
— Nedir aklına gelen domuzluk Türkopol?
— Gerçekten, hiç kimse gelip yoklamaz mı, sen gidince
burayı?
— Yoklamaz!
— Havadan mı söylüyorsun, denedin mi?
— Köylü möylü giremez, haddine düşmemiştir. Girse de,
işaretlerim vardır, bilirim. Kamagan Derviş geldi mi?
— Kim?
— İlerdeki mağarada bir meslektaşım var, Moğol dervişi
— Moğol dervişi mi?.. Nasıl herif! Senden önce mi
buradaymış?
— Benden önce
— Gözetlemez mi seni? Gelene gidene bakmaz mı?
Dinlemez mi konuşulanları?
— Yok canım! Bir deri bir kemik Ağzında diş yok! Gözü
görmez! Yarı delidir. Moğolcayı unutmuş Latince diye bir
dilin varlığını bilmez. Zararsızdır çok Bekler Buraları it gibi
burnu yerde, dolaşır durur!
Şövalyeyle Uranha, bineklerini yedeklerine alıp Cenevizli
keşiş Benito'nun arkasından yürüdüler.
Ertuğrul Bey'in savaş atlarını aşırarak, Bitinya ucunun
yıllardan beri zorlukla sürdürülen barışını, yılı nisan
ayının ilk cuma günü, temellerinden sarsmaya, sınır boylarını
karıştırıp çalkalamaya gidenler kayaların arasında gözden
kaybolunca, mağaranın üstünden küçük meydana, maymuna
benzer biri, maymun çevikliğiyle atladı. Çok ufak tefek, bir
deri bir kemikti. Bütün dişleri döküldüğü için sırıtırken çenesi
burnuna değiyor, fırlak elmacıklarıyla yumuk gözleri Moğol,
ya da Tatar olduğunu gösteriyordu.
Cenevizli keşişin "Meslektaşım" dediği mağara komşusu
Kamagan Derviş'ti bu
Uzaklaşan ayak seslerini bir zaman dinledi. "Alık Frenkler"
diye mırıldandı. Şaşılacak yanı bu sözleri Latince
söylemesiydi.
Batağa girip biraz gidince, gökyüzünden başka hiçbir şey
görünmediğinden yön kaybolmuştu. Bir saz denizinde, daha
doğrusu, sazlarla kaplı bir denizin dibinde yürümeye
çabalıyor gibiydiler. Bata çıka gidildiğinden, yedekteki
hayvanlar da huysuzlanıp zorluk çıkarmaya başladıklarından
yürüyüş çok yorucuydu. Bu da, aşılmaz bir genişliğin
ortasında, dönelemek duygusu veriyor, genişlikle darlığı iç içe
getirerek bunaltının şaşkınlığını artırıyordu. Hepsinden
korkuncu, bastıkları yerin hafiften esnemesiydi. Akıl almaz
bir gariplikle doğadışı, katı bir suyun üstünde gibiydiler. Bu
yumuşak kabuğun kendilerini nasıl çektiğine her adımda
şaşıyorlardı. Sağlam topraktan uzaklaştıkça şaşkınlıkları,
ürküntüye, sonra korkuya dönmüştü.
Biricik umut Keşiş Benito'nun yolu yitirmemesindeydi.
Bunun, nasıl bir bilgiye dayandığını da, artık
kestiremiyorlardı.
Benito, giderek, adamlıktan çıkmış, bataklığın bir parçası
haline gelmişti. Hangi ruh çelişmesiyle yurdunu bırakıp
buralara savurulduğu, bir mağaraya sığındığı, korkunç batakla
nasıl bu kadar içli dışlı olabildiği, ancak şimdi, bu kesin
yönsüzlükte, kımıltı, cıvık, tekdüzenin karışıklığında, hiç
duraklamaksızın gidişinden, biraz seziliyordu. İnsan bir
anlamda bütün insanlığa, yani, kendi kendine gerçekten
düşman olmadıkça, doğanın, anlamını büsbütün yitirmiş bir
parçasıyla bu kadar kaynaşamazdı. Şişkin gözkapaklarının
üstüne düşen gür kaşları, yüzüne uykucu bir dalgınlık verdiği
halde, Keşiş Benito'nun yürüyüşü güvenli, çevik, ölçülüydü.
Yalnız yönün doğruluğunu bildiren işaretleri değil, en küçük
sesleri de kolluyor, neyin nesi olduğunu hemen anlayıp
rahatlıyordu.
Şövalye Notüs Gladyüs, bu Allah'ın belası batakta, bu
herifin, bata çıka, ne aradığını apansız merak etti. Para canlısı
değildi. Şu kadar fersah yol gidip para sayarak aldığı afyonu,
dervişlere, çoğu parasız verdiğini gülerek söylemişti. Tuttuğu
yolun, durduğu yerin de, para toplamakta hiçbir ilintisi yoktu.
Durumu, salt insanlardan kaçmakla da açıklanamazdı:
"Mağara mı yok İtalya'da? Buna sadaka verecek, bunu
besleyecek alık kanlar mı yok? Niçin geldi buraya, nasıl
yerleşebildi?" Yan gözle baktı. Herif şaşılacak kadar rahattı.
Rahatlığı hürlüğünden geliyordu. Bu hürlük, hiçbir bağ
tanımadan, dilediği gibi kötülük edebilme hürlüğüydü. Sırrı
çözer gibi oldu. Burada tadını çıkara çıkara kötülük
edebilmesini önleyecek, duraklatacak hiçbir engel yoktu.
Daha önemlisi, içyüzünü karşısındakilere açıklayarak, hiçbir
örnek, hiçbir deney, birleşik duygu, gelenek, söz konusu
değildi. Burada suçüstü yakalanmak utancı olmadığından, bu
kadar rahatlamıştı. Evet, Benito buraya bütün iyiliklerden
arınıp ölümlü dünyada kötülüğün tadını çıkarmak için
yerleşmişti. Şimdi bataklıkta besbedava debelenirken işte
bunun için gerçekten mutlu, gerçekten korkunçtu.
Şövalye Notüs Gladyüs düşüncesinin burasında birden
ferahladı. Korkmazlıkla iyilik gibi, korkaklıkla kötülük de
kimi kişiler için bir çeşit akrabalıktı. Keşiş Benito'nun kendi
soyundan olduğunu anlayınca kuşkuları dağılmış, gene kendi
soylarından olan şu namussuz batağın hakkından geleceğine,
çirkefe, kana, rezilliğe bata çıka büyük amaca ulaşacağına
yüzde yüz inanmıştı.
— Biz burada batakta boğuşurken, ister misin Uranha, zilli
dervişler, muhterem pederin afyonlarını yağmalasın!
— Türkopol yüzbaşısı Uranha, batağı hiç sevmemişti.
Kuşkusu da gittikçe artıyordu.
— Umurumdaydı! Yapmazlarsa namussuzdurlar!
Keşiş Benito vaaz eder gibi parmağını kaldırıp kesin
konuştu:
— Afyonlarımıza hiç kimse dokunamaz; çünkü tekin
değildir keşiş mağaraları Ve de mağara milleti töresinde
birbirlerini soymak yoktur. -Şövalye yüksek sesle gülünce
hızla dönüp gerçek bir ürküntüyle havadaki parmağını ağzına
götürdü-: Suss! Gürültü yok!
— N'olur?
— Yaklaştık mandaların yaylağına!..
— Anlamadım, ne mandası?
— Ünlü mandaları vardır buralarda Karacahisar
tekfurunun Gezerler, oldum olası, başıboş
Canavarlaşmışlardır Allah esirgesin, hele bahar üstü,
azmışlardır. Kafalarını yere eğip yelelerini kabartarak
saldırdılar mı, dağlar güç yetiremez. Sürer götürür, ezer
bitirirler. Her biri fil kadar ejderhalardır ki, para etmez kargı
margı, kılıç mılıç
— Ne işe yarar bu reziller öyleyse?.. Karacahisar tekfuru
şişinir mi malım var diye sakın?
— Şişinir, çünkü gerçekten değerli maldır. Okçular çıkar
güzün, yaban öküzü gibi, avlanır bunlardan yeteri kadar
Derilerinden gön olur, etlerinden pastırma, sucuk Malaklar
tutulup damgalanır. Başkalarının başıboş hayvanları da vardır
batakta Damgasından bilinir. Kimse kimsenin malına el
süremez.
— Nasıldır, sözgelimi, Ertuğrul’un damgası?
— Dikine iki ok arasında, bir yaylı ok!

Benito, batağın alt geçidine vurduğundan, Karacahisar’ın


sağlam toprağına biraz geç ulaşmışlardı. Bir zaman, kuzeye
doğru gidip Sarısu'yun yatağında uygun bir kuytuya
hayvanları çaktılar.
Bu kez, batak, tersyüzü geçilecekti ama, bura da o kadar
imansız değildi. Benito, sürecekleri atlarla yalnız dönecek
arkadaşlarına dikkatli olmalarını, geçtikleri yerlere koyduğu
nişanları akıllarında tutmalarını, hatta kendilerince de nişanlar
koymaya çalışmalarını salık verdi.
Sarısu batağın kuzey ucu sayılıyordu. Her ne kadar, toprak,
daha birkaç fersah çürükse de, küçük tepeler, söğüt kümeleri,
Sarısu'yun kendisi, en acemi yolcuların bile yitip gitmesini
önlemekteydi. Sazlık burda, artık, insana ürküntü vermeyecek
kadar seyrekleşiyordu.
Türkopol yüzbaşısı Uranha, çamurdan yılmıştı.
Çocukluğundan beri yürümeyi sevmiyordu. Daha on
yaşındayken soygunculuğa, at çalmakla başlaması bundandı.
Körük gibi hışıldayarak dert yandı:
— Bataklığın bu kadar imansız olduğunu bileydim, zor
verirdim atları Çudaroğlu denilen namussuz Moğol'a beşer
yüzden
— İyi verdin gene Çok iyi
— Çok mu iyi? -Uranha, Keşiş Benito'ya, şakalaşıyor mu,
diye baktı-: Bin beşer yüz altınlık hayvanları beşer yüze
vermek neden iyi oluyormuş?
— At satayım derken tatlı canı üste vermek vardır da
ondan
— Tatlı canı kime veriyoruz, o pis Moğol'a mı? Gözünü aç
kutsal peder, ben Türk'üm, Çiğ et yerim!
Benito kederlenmiş gibi derin derin içini çekti:
— Çiğ eti canın çektiği için yemiyorsun Uranha, parayı
daha çok kazanmak için yiyorsun! İyilik getirmez para
canlılığı tefecilerden başkasına
— Tadı yok mudur Baba Benito, kırmızı altınları
biriktirmenin?
— Boş ver altına!.. Durgunluktan usandım Ortalık
karışmalı!.. Karışmalı gümbür gümbür -Keşiş Benito derin
bir keyifle damağını şaklattı-: Kim kime olmalı, gücü yeten
yetene Köylü denilen rezilleri katmalı çoluğuyla çocuğuyla
hayvan sürülerine Çalakılıç Ağlamalılar, yalvarmalılar!
Düşeni ezmeli, çiğnetmek atlara Karıyı kocasından, çocuğu
anasından ayırıp satmalı ucuz pahalı Vurmuşsun, yakıp
yıkmışsın, ezip bitirmişsin, yanına kâr kalmalı Dümdüz
olmalı dünya! Halkasına yapışıp çekip yakıştırmak, kıyamet
gününü
Keşiş Benito'nun, sanki söyledikleri gözünün önünde
yapılıyormuş gibi, sesi sevinçle titriyor, gözleri safasından
süzülüyordu.
Şövalye Notüs Gladyüs, herifin cibilliyetini anlamakta
yanılmadığını görüp sevindi. İlerde Keşiş Benito çok işine
yarayacaktı.
Öğleye doğru uzaktan alçak tepeler göründü.
Uranha'yla şövalyeye batak daha saatlerce sürecek gibi
gelirken apansız sağlam toprağa ayak bastılar, sazlıktan çıkar
çıkmaz fundalarla kaplı tepeleri ummadıkları kadar yakında
görüp biraz şaşkın, biraz sevinçli bakıştılar.
Benito buradan ileri gitmeyi uygun görmedi, çevreyi bir
zaman kollayıp dinledikten sonra, en yakın tepenin
ortasındaki daracık sel yatağını gösterdi:
— Geldik!.. Ben geçmeyim, buradan ileri Şu sel
yatağından çıkacaksınız! İnegöl göçmenlerinin kurdukları
Dönmezköy görünür, doruktan Siz köyü görün ama, köylü
sizi görmesin!.. Dönersiniz kuzeye Orman başlar.
Seyrekleşir dere yatağına yakın At eğitimcisi Demircan’ın
çadırı kuyunun yanındadır. Bu saatte Demircan köye iner
çokluk Köpeği ava götürür yardımcısı Ermeni Toros! Bugün
götürmemişse, çok bağırtmayın Ermeni oğlunu, hemen bitirin
işini
— Duyulur mu köyden?
— Belki duyulur, belki duyulmaz; esintiye bağlı Yakında
biri olur, odun modun kesmeye gelmiş Hayvanların çayırı
görünmez çadırdan Sırtın arkasındadır. Atlar çakılı
olduğundan kolay tutacaksınız. Vakit geçirmeden binip
sürün Yeterince ip var değil mi yanınızda?
— Var!
— Hadi uğur ola Artık uğrayamazsmız bana İnegöl'de
görüşürüz!
— Hay hay
— Güle güle Demircan oradaysa tetik durun, şakası
yoktur, haaa!
— Bahtına küssün!
Keşiş Benito sırıttı, istavroz çıkarıp iki savaşçıyı kutsayarak
döndü, sanki bu kadar saatlik yolu batakla boğuşarak
yürümemiş gibi, dinç adımlarla sazlığa daldı, hışır hışır
uzaklaşarak silindi gitti.
Şövalye Notüs Gladyüs'le Türkopol yüzbaşısı Uranha,
yabancı bir dünyada, yüzüstü bırakılmışlığın ürkekliğiyle bir
an çevrelerine baktılar. Çamura batmışlar, mezarlarını yırtıp
çıkmış hortlaklara dönmüşlerdi. Ellerini birbirlerine sürerek
çamurları ufalayıp silahlarını yokladılar, sel yatağına doğru
kararlı adımlarla yürüdüler.
Şövalye Notüs Gladyüs, Allah'ın emriyle kurulacak
Hıristiyan düzeninden kaçıp Müslüman kâfirlere, daha beteri,
barbar Türkmenlere sığınan Dönmezköy'ü bir zaman kinle
seyretti. Köy tepenin doruğuna, kadın erkek seçilemeyecek
kadar uzaktı. Göçmenlerin kimi Türkmen çadırına, kimi
sazdan yapılmış kulübelere yerleşmişti. Bir yanda temeller
kazılıp kerpiçler kesiliyor, bir yanda mertekler yonulup
tahtalar biçiliyordu. Bu yerleşme hazırlığına karşı kılıcının
tutamağını kinle sıktı: "Çok değil kırk elli savaşçı olsa
şimdi Koyuversek atları tepeden aşağı Uçursak kafaları,
mızraklara geçirip gövdeleri havaya savursak! Çiğnetsek
atlara eniklerini Ateşe versek, ne var ne yok! Kazıklasam
papazı, köyün ortasında! Dikip bıraksam kurda kuşa"
Uranha köye, herhangi bir köy gibi, baktığı için, şövalyenin
neye daldığını anlayamadı:
— Ne bekliyoruz?
Şövalye Notüs Gladyüs şaşırdı:
— Ne mi? Hiç
Sinerek gerilediler, fundalara siperlenerek ormana girdiler.
Orman sıktı. Fırtınalarla, yıldırımlarla düştükleri yerde
çürümüş yaşlı kütükler, çoktandır buranın yakınında yanan
ocak bulunmadığını gösteriyordu. Açık yerlerde geyiklerin,
karacaların, dağ keçilerinin sevdikleri yumuşak otlar vardı.
Sık böğürtlenlere, çalı kümelerine bakılırsa, sülün, keklik,
tavşan gibi küçük avlar da bol olmalıydı.
Düze yakın durdular. Uranha yayını çevirip kirişledi. Keşiş
Benito'nun sadağına koyduğu Karacahisar tekfurunun kara
tüylü oklarından birini alıp hazırladı.
Büyük bir çalı kümesini ihtiyatla dönünce kuyuyu, kütükten
oyulmuş yalakları gördüler.
Çadır biraz ilerdeydi, boştu. Soluklarını kesip sağa sola
kulak verdiler. Hiçbir ses duyulmuyordu. Önde ok atmaya
hazır, iki büklüm giden Uranha birden şaşırarak durdu:
— Allah Allah
— Ne var?
— Baksana, hancı karının sabah erken binip gittiği al kısrak
değil mi bu?
Şövalye Notüs Gladyüs, birden, pusuya düşürülmüş gibi
telaşlandı. Beklemediği zorluklarla karşılaştığı zamanlar,
gerçeği görmezden gelmeye çabalardı. Uranha’nınn bir
gördüğü hayvanı bir daha unutmadığını bildiği halde direndi:
— Yok canım! -Sesi fısıltı halindeydi ama, yılan ıslığı gibi
kinliydi-: Ne işi var kahpenin burada?
— Bilmem!.. At lafı ettik miydi, sakın, gece sarhoşlukta?
— Yok canım!
— Yok da, ne arıyor burada bu hayvan? Yayını kur bakalım
arkadaş, beğenmedim bu işi ben..
Şövalye yayı acele kurup sadaktan bir ok çekti:
Bineklerinden uzak, bilmedikleri yerde pusuya düşmek, ölüm
demekti. Ürperen bir sesle sordu:
— Neydi oynaşının adı?
— Hancı karının mı? Bilmem!
— Nasıl bilmezsin! İki ad söyledi Benito demin! Neydi
onlar?
Uranha gördükleri gibi duyduklarını da hiç unutmuyordu.
Duraklamadan konuştu:
— Demircan Öteki de Ermeni Toros!
— Tamam! Karının oynaşı Demircan Vay orospu vay!
Peki, n'aparım ben adamı, n'aparım?
Kolundan çekerek Uranha'yı durdurttu. Sabahleyin kendini
zehirli hançerle korkutan karı buradaysa, hiç aman vermeden
öldürecekti. Şimdiye kadar korktuğunu gören hiç kimseyi sağ
bırakmamıştı. Hele hançerin zehirsiz olabileceğini düşündü
düşüneli kuduruyordu.
"Ne var" diye fısıldayan Uranha'yı hışımla iterek öne geçti.
Ot yığınını dolanınca, on beş adım ötede Ertuğrul Bey'in at
eğitimcisi Demircan'ın çıplak sırtını, gergin bir kalkan gibi
güneşte parlar gördü. Sol ayağını ileri basıp yayı var gücüyle
çekti, dünyada çok az insanın duyabileceği korkunç bir kinle,
oku bıraktı, boşalan yayın savruntusundan kurtulur kurtulmaz
hantal gövdesinden umulmaz bir hızla koştu.

Liya, bir kadının ancak deli gibi sevdiği erkekle yatarken


duyabildiği bayıltıcı, biraz da kutsal zevkin son anında
kendisini bırakmak için gözlerini yummuş, Demircan’ın
"Hıhh" diye üstüne yıkılarak bütün gövdesiyle seyirmesinden
hiç kuşkulanmamıştı. Ruhunun derinlerinde başlayan
mutluluk dalgalarının etine kızgın kızgın çarpmasını,
soluğunu tutarak dinliyor, gittikçe seyrekleşip yumuşamasına
yanıyordu. Neden sonra, sevgilisinin, duyamadığı canlılığım,
minnetle, saygıyla aradı. Bu kadar mutlu olabilmesine
şaşarken apansız ürktü. Demircan'ın, çok iyi tanıdığı çelik
kadar sert gövdesi, bu kez, bir başka türlü gevşemiş, sanki
aralarına ölüm kadar kesin, buz gibi bir boşluk girmişti.
Gözlerini açıp kürklü Moğol külahının altındaki dişlek suratı
görünce "Hayır! Hayır!" diye inledi, bu söz, korkunç
uyanışın, bilinçle ilgili, son düşüncesi oldu.
Şövalye Notüs Gladyüs, baygın yatan Liya'nın bacakları
arasından hışır hışır yalanarak çıktı. Pantolonunun önünü
kapatırken, büyüklerin bile övüneceği, çok iyi bir iş yapmış,
küçük bir çocuk gibi, utangaç, ama biraz mutlu
gülümsüyordu. Uranha, çamurlu ayaklarını karının ak
pazılarına basıp bağırmasını önlemek için kâfir oynaşının
sarıklı börküyle suratını örtmüş, Şövalye'nin yaptığını görmek
istemediğinden gözlerini yummuştu.
Şövalye, alık Türk'e, biraz takılmak istedi, elleri kemerinde,
sessiz bekledi.
Liya apaçık, darmadağın yatıyordu. Korkunç çıplaklığı,
artık ayıplığını bile kaybetmişti. Suratını buruşturarak
isteksiz, güldü:
— Uyumayalım arkadaş! Sende sıra!
— Sıra mı? -Uranha gözlerini hızla açıp kuşkuyla
kırpıştırdı-: Yok, istemem ben! Hayır!
Şövalyenin kolları yana sarkık gövdesi birden irkilip, yay
gibi sertleşti. Bakışlarına öldürme kızgınlığının donukluğu
geldi. Bu kızgınlık, pis bir suçu bölüşerek karşısındakini de
kirletme ihtiyacından doğmuştu. Elini hançerine atarak bir
sıçrayışta Uranha’nın tepesine dikildi:
— Hadi! Hadi uzatma, hadi! Omzundan hırsla itti. Canımı
sıkma!
Uranha durumun şakaya gelmezliğini sesten anlayıp
emekleyerek çekilince, Şövalye Notüs Gladyüs, Liya’nın
başucuna çöktü. Uranha'yı da, ona zorla yaptırdığı işi de
unutmuş, kafası kesik bir kadınla dünyada sanki yalnız
kalmıştı. Kafası kesik duygusunu, yüzü kapatan burma sarıklı
Türkmen başlığı veriyordu. Bunu bildiği halde, ellerini çıplak
omuzlarda gezdirerek canının ılıklığını aradı. Hem ölmüş,
hem ölmemiş olmasını istiyordu. Ölmüşse, Uranha'yı sürgit
alaya alacak, ölmemişse haddini bilmez kahpeyi bir daha
cezalandırmış olacaktı. Ölmediğini anlayınca, erkeklik gücü
hiçe sayılmış, bu yoldan onuru yaralanmış gibi köpürdü.
Boynun direnen tıkızlığında küt parmaklarıyla atardamarı
arayıp buldu.
Türkopol yüzbaşısı Uranha, başlangıçta arkadaşını
aldatmacaya getirip bu işten sıyrılmayı tasarlamıştı.
Aldatmaca uzayıp istese de bir şey yapamayacağını anlayınca
telaşlandı. Telaşı arttıkça, gevşeklik uzuyor, gevşeklik
uzadıkça telaşı dehşete dönüyordu. Erkeklik gücünü
yitirmenin Tanrı gazabına uğramak olduğunu papazın
birinden duymuştu. Bunu hatırlayınca büsbütün kesildi.
Bırakıp kalsa, yitirdiğini, sanki, kıyamete kadar bir daha ele
geçiremeyecek, zorlamayı sürdürse günahını arttırmış Tanrı
gazabını büsbütün ağırlaştırmış olacaktı. Bu çelişmenin
bunaltısı içinde bir zaman debelendi. "Namussuz Uranha!
Ettin mi kendine edeceğini!" diye böğüre böğüre ağlamaktan
korkarak, imdat ister gibi arkadaşına baktı.
Şövalye, ağzı yarı açık, gözleri yarı kapalı, dünyadan
geçmiş, dalmış gitmişti. Uranha'ya bu dalgınlık umulmaz bir
fırsat, içinde debelendiği çelişmeli bunaltının biricik çıkar
yolu gibi geldi. Yırtıcı bir hayvanı kışkırtmaktan korkuyor
gibi soluklarını keserek, sessiz geriledi. Pantolonu
parçalarcasına çekip kemeri var gücüyle sıktı. "Tanrı'nın
gazabına uğradım! Bela kılıcına çattım!" diye ellerini yüzüne
kapattı, boğuk bir sesle yalvardı:
— Gidelim! Bırak gidelim. Günaha battık! Mahvolduk!
— Günah mı? Ne günahı?
Şövalye, dizlerinin neden titrediğini, boynunun, belinin,
parmaklarının niçin ağrıdığını anlamak için, şaşkın şaşkın
kendisini dinledi. Ellerine bakar bakmaz, boğazını vargücüyle
sıkarak karıyı öldürdüğüne kesinlikle inandı, ciğerini ezen
ağır bir yük göğsünden kalkmış gibi, ferahladı.
— Hadi gidelim! Ayılırsa tanır bizi Plan bozulur!
— Ayılırsa mı? Ölüme baygınlık mı derler sizde Türkopol?
— Öldü mü? Yok canım! -Uranha’nın kafasındaki
düşünceler birden karıştı-: Neden öldü?
Şövalye ayağa kalktı. Çok sevindirici bir haber almış gibi
ellerini birbirine sürerek, gözleri Liya'nın ölüsünde, kısa kısa
güldü:
— Zevkinden Ağzının tadını bilen karı bu iş üstünde ölür.
Bağladın mı donunu sen?
Uranha, Liya'nın boynundaki parmak izlerini görüp işi
anlamıştı. Kesin bir ölümden apansız kurtulmanın sevinciyle
sordu:
— Ne zaman öldü bu? Ne zaman dedim? Ne zaman
öldürdün karıyı?
Tutukluğu, karının çoktan öldüğünü, etinin sezmesinden
ileri gelmişse, Tanrı gazabı söz konusu olamazdı. Üstüne
çöken bunaltı dağılmış, sevinçten, tüy gibi hafiflemişti. Az
kalsın "Meryem Ana yoluna" diye müthiş savaş narası
salıverecekti. Şövalye, suratını buruşturup gözlerini kısarak,
kibirle baktı.
— Neden boğdun fukarayı durup dururken şövalye?
"Şövalye" sözünü tükürür gibi söylemişti. Şövalye "Hi hi
hi" diye güldü. Böyle gülmesi "Sen aptalsın, ben akıllıyım!"
demeye geliyordu. Uranha, bu gülüş karşısında, her zaman
olduğu gibi, kendi üstünlüğüne bir daha inanarak, öfkesini
kolayca bastırdı. Boşuna sormuştu. Frenk'in deli
kudurganlığıydı bu, hiçbir zaman önleyemediği, anlamsız kan
dökme tutkusu

Atları gördükleri anda itin de hırıltısını duydular. Şövalye


elini kılıcına atıp sesin geldiği yönü ararken Uranha oku
şimşek gibi, yayına yerleştirmişti bile Sıpa kadar iri çoban
köpeği gücüne güvendiği için hırlayarak yaklaşıyordu.
Uranha yayı kaldırınca şövalye "Vurma!" diye atılıp kolunu
tuttu. Uranha namlı okçulardandı. Attığının binde biri boşa
gitmezdi. "Vurma" diye bağırıp koluna dokunulduğundan ok,
boyun derisini yırtıp geçmişti. Hayvan inleyerek birkaç kez
döneledi, açılan deriyi dişler gibi yokladı, şövalye yerden
aldığı kocaman taşı fırlatınca kuyruğunu apışarasına kıstırıp
kaçmaya başladı.
Çayıra çakılmış savaş atları gerçekten değerli hayvanlardı.
İnsancıl olduklarından, Uranha bunları kolay gemledi,
demirkırı şövalyenin altına çekti. Yüksek olduğu için doru
kısrağa da kendi binip üçüncüyü yedeğine aldı, gidecekleri
yönü araştırdı. Ölülerin yanından geçmek istemiyordu:
— Şuradan vuralım! Keseden -Şövalye "Hi hi hi" diye
gülünce kızdı-: Neymiş hi hi hi?
— "Karı tanırsa Plan bozulur" dersin, leşleri öyle bırakırsak
işlerin berbat olacağını akıl etmezsin! -Elini kaldırıp
Uranha'yı susturdu, kasılarak emretti-: Uzatma da, gel
arkamdan Sana kalsa hapı yuttuk.
Ölülerin yanına vardıkları zaman şövalye, Uranha'yı,
Liya'nın al kısrağını getirmeye yolladı. Kızın ölüsünü yere
serili Türkmen kilimine sardı, uzun başörtüsünü, yırtarak iki
yandan boğdu. Uranha hayvanı getirince ölüyü, yatak
dengiymiş gibi, eğerin üstüne attı, Türkmen'in burma
sarığıyla sımsıkı bağladı.
Yedeklerini yanları sıra koşturarak doludizgin sazlığı
tuttular. Bu yolu çok teptiği anlaşılan Liya'nın al kısrağı, en
yaman kılavuzlara parmak ısırtacak bir ustalıkla hanımının
kanlılarını batağın kesesinden Karacahisar toprağına ulaştırdı.
Hayvanlarını bıraktıkları kuytuda, biraz dinlenip Keşiş
Benito'nun torbalarına koyduğu yufka ekmeği dürümlerini
yediler. Kılıklarını Germiyan sınırında değiştireceklerdi.
Karacahisar’ın sağlam toprağından ılgarla gitmeyi, adama
rastlamadıkça batağa girmemeyi kararlaştırdılar. Uranha'ya
göre batağa girilmezse akşam kavuşmadan Dargın Pınar'ı
tutmak mümkündü. Ak kısrağın yüküne bakmamaya çalışarak
çekingen sordu.
— N'apacağız bunu?
— Bunu mu? -Şövalye dalgındı-: Bunu Hi hi hi İş var
bunda Türkoğlu, çok iş var! Bak n'apacağız? Gelirken bir
değirmen yıkığı gördük ya
— Gördük!
— Orada indireceğiz yükümüzü Sereceğiz Türkmen
kilimini yere Bağlayacağız senoritanın ellerini arkasından
Türkmen sarığıyla Sen Karacahisar tekfuru olsan,
adamlarından birini böyle öldürseler, n'aparsın?
Uranha, biraz düşündü, sonra sevinçle parmaklarını
şıkırdattı:
— Anladım! Hay aklınla yaşa! "Napoli kralından
peydahlamış anam beni" diye övünürsün ama .
— Aması?
— Yanılmaktasın! Böyle akıl, Napoli krallarından
geçebilemez yavrularına Hele düşün bakalım, hiç Türk'ten
mürkten söz etmiş miydi, yeri cennet olası anacağın?..
Yakışıklı bir Türk esirinden filan
Şövalye Notüs Gladyüs elini kasıntıyla kılıcına atıp "Hi hi
hi" diye güldü.
İkinci Bölüm
Uyandırılan Işık
1

Kerim Çelebi, meşin kaplı eski cöngü kuşağından çıkardı,


üç kez öptü, başına götürdü. Yapraklarını, saygılı, biraz da
kasıntılı, açarak okuyacağı yeri seçti. Sakalından geçirdiği sol
elini belindeki Ahi palasının sapına dayayıp öksürerek
boğazını hazırladı, sesini kalınlaştırmaya çalışarak okudu:
— Şöyledir bilin ey ihvanlar, ey dostlar ve de ey mert
yoldaşlar! Ahilik çok ulu kattır ve de saygılı basamaktır. Ama
onu gördüm ki, bölüklerimize şeytan uğramış, yiğitlerin gönül
gözlerini bağlamış. "Bundan böyle, hiçbir yolsuzluk bize
erişebilemez," diye kibirlenmişler, çizgiden çıkmışlar,
doğruluğu şuraya koyup eğriye sapmışlar. Sohbetler, yârenler
bozulmuş, sofralara haram girmiş, nefisler kuduz canavar gibi
azgınlaşıp gem almaktan çıkmış. Alplığın yerini yavuzluk,
utanmanın yerini yüzsüzlük kapmış. Bilmekliğin uyanık ışığı
sönüp bilmezliğin uykulu karanlığı yerin yüzünü sarmış.
Ahiler, pir kapılarını boşlayıp beyler kapısına birikmiş
Oysa, bu dünyada, her bir nesneye bozuntu elverir, ahiliğe
erişebilemez!"
Sedirin ortasındaki Ahi Baba, sağ dizini indirip sol dizini
kaldırarak oturum değiştirdi. Halifeler, sonra nakipler, daha
sonra yaş sırasıyla oturan, ahi yiğitleri de ayak değiştirerek
Baba'ya uydular.
Avlu kapısının iki yanında ellerini omuzlarına çapraz
bağlamış çavuşlar, taştan yontulmuşlar gibi kaskatıydılar.
Kerim Çelebi, kaldığı yerden okudu:
— "Onu gördüm ki, Ahilerden kiminin kitabı hiç yok. Kitap
olmayınca aktan kara, eğriden doğru ayrılmaz. Kiminin kitabı
var, yazan kısa yazmış, 'Az olsun öz olsun' derken
anlaşılmaza düşmüş. Diledim ki, Ahilik töresi derlensin. Rum
ülkesinde, âdemoğlu, Türkçe söyleyip bilişir. Türk diliyle
yazılsın ki, köylü kentli okuyup okutup anlasın. 'Duymadım
bilmem' demeye özrü kalmasın. Yel gibi estim, yol gibi
tozdum, Pirler kitabını bulmak için Miskin canım üzüldü,
dizlerimin gücü kesildi. Ol görüp ele getiremedim. Umudumu
yitirmekliğime bir şey kalmadıydı ki, bir gün Halep
çarşısında, bir derbeder Hindiye dervişine çattım. 'Ahilik yolu
töresidir bu defter' diye bağırmaktan boğazında tükürük
kalmamış Dönüp bakan yok Seğirttim gördüm ki, bunca
yıldır aradığım kitap 'Kaça?' dedim, 'Üç akça' dedi. Anladım
ki değerini bilmez. Hemen verip aldım, oturup yazdım
bileğim durana kadar Ahilik yolu bilinmeklik için
sorusunun karşılığı verilebilmek için Umuttur ki, bundan
geri yitirilmeye! Erbabı kuşağına sokup gezdire Ey ihvanlar,
ey yoldaşlar, ey dostlar, yiğitlik yönelmektir, Ahilik
başlamaktır ve de Ahi Babalık gerçeğe ulaşmaktır. Aslında
üçü birdir, ayrılık gayrılık yok! Şöyle biline ki, Ahilikte miras
yürümez, babanın kazandığı oğula geçmez ve de herkesin
kendi kazanması kanundur. Ama kazanmak kolay, tutmak
çetin Yüz yıl çabaladın, kazandın, bir gün şaştın, yaramazı
işledin, gitti gider."
Ahi Baba, erkân toplantılarının başında, gelenek olan bu
okumayı yeterli bularak, çavuşlara işmar etti. Sağ çavuş
testiyi, sol çavuş süpürgeyi alıp ortaya geldi. Biri su döker,
öteki süpürür gibi yaparak okumanın yeterliği bildirildi.
Kerim Çelebi cönkü kuşağına sokunca, toplantıyı yönetecek
nakip kalktı, arkasını Ahi Baba'ya dönmeden avlu kapısına
kadar geriledi. Sağ çavuş su doldurduğu bakır tası, sol çavuş
tuz kutusunu koşturdu. Nakip suya biraz tuz atıp tası iki eliyle
başı hizasında tutarak bağırdı:
— Selam olsun sizlere, ey doğru yolumuza girmişler! Selam
ol sun ey Ahilik kuşağı kuşanmışlar!
Ahi Baba erkân adına, karşıladı:
— Selam olsun!
— Gelmekliğimiz yol için Durmaklığımız yol için
Söylemekliğimiz yol için Gelmiş geçmiş, gelip geçecek
pirler, erenler, derviş savaşçılar, Rum gazileri, Rum abdalları,
Rum alpları, Rum bacıları ruhuna huuuu!
Erkân bir ağızdan gürledi:
— Huuuuuu!.
Ahi Baba yere bakarak sordu:
— Dargınlarımız barıştı mı?
— Barıştı.
— Helallik alınıp verildi mi
— Verildi.
Naki, Ahi Baba'dan başlayarak tası dolaştırdı. Herkes iki
eliyle tutarak dudaklarını ıslattı. Nakip de öyle yapıp geriledi,
tası sağ çavuşa verdikten sonra ortaya geldi:
— Bir ahbabımız yola girmek ister.
— Kimdir?
— Kara Osman Bey oğlu Melik Bey'dir.
— Uygun! Kimdir yol atası?
— Bacıbey oğlu Kerim Çelebi'dir.
— Uygun! Ya kimdir yol kardeşleri?
— Savcı Bey oğlu Ahi Bayhoca, Aykut Alp oğlu Kara
Ali'dir.
— Uygun! Alsınlar gelsinler!
Yol atası Kerim Çelebi önde, iki yol kardeşi arkada, avlu
kapısından çıktılar.
Çavuşlar, Ahi Baba'nın önüne iki seccade serdi. Nakip,
bunlardan birine, Melik Bey'in kuşanacağı Ahi kuşağını,
beline sokulacak Ahi palasını, saygıyla koyup oturdu.
Çavuşlar kapının yanındaki yerlerine geçmişlerdi.
Kerim Çelebi'nin anası Bacıbey'in Söğüt'e ün salmış, bol
gölgeli serin avlusunda, kuş cıvıltılarından başka ses
duyulmuyor, ince nisan meltemi havuzu gölgeleyen salkım
söğütlerin taze yeşille donanmış dallarını sallıyordu.
Kapı, üç kez vuruldu. Ahi Baba duymazdan geldi. Üç kez
daha vurulunca seslendi:
— Destuuuur!
Kapıyı çavuşlar yavaş yavaş açtılar.
Önde Yol Atası Kerim Çelebi, arkada Melik Bey içeri girdi.
Yol kardeşleri, iki yandan saltasının eteklerini tutmuşlardı.
Yol Atası Kerim Çelebi, Melik Bey'i seccadelerin önüne
getirdi, sağ elini sol omzuna, sol elini sağ omzuna koydu,
eğildi, sağ ayağının başparmağını, sol ayağının başparmağına
bastırdı. Erkânı selamladı:
— İşbu kardaşımız Melik Bey, siz yol erlerinin ayağına
girip bu insaf eşiğinde durmaktan muradı, aramıza girip
kervanımıza katılıp erkân görüp yol tutup Ahi Baba’mıza
boynu bağlı kul olmaktır ve de uğraş erleri bölüğünde beli
kılıçlı yoldaşlığa koşulmaktır. Bu âşık için nedir
buyurduğunuz?
— Sınava çekilsin yol töresince
— Hayhay
Kerim Çelebi boş seccadeye diz çöktü. Yol kardeşleri Melik
Bey'i getirip karşısına oturttular, kendileri de tuttukları eteği
bırakmadan iki yanına çöktüler. Kerim Çelebi, okurken
kullandığı kalın sesle, büyük soruyu sordu:
— Ey can, kulağını aç! Yola girmek dileğindesin. Şöyle bil
ki, ahilik ince yoldur ve de çetin yoldur ve de gayet sarp
yoldur. Yüreğine, bileğine güvenmeyen girmemek gerekir.
Çünkü yüceleyim derken batağa batmak vardır. Yolumuz
anlamaklık yoludur ve de inanmakhk yoludur ve de tutmaklık
yoludur. Töreleri tutmaya gücün yeter mi? Yüreğin ne
demekte?
— Beliii
— Sınavlanmaya da beli mi?
— Beliii
— Beli dedin, günah gitti bizden Yallah bismillah! De
bakalım, Ahiliğin açığı kaçtır?
— Dörttür.
— Say gelsin!
— Eli, yüzü, gönlü, sofrası
— Kapalısı kaçtır?
— Üçtür.
— Say gelsin!
— Gözü, beli, dili
— Gözü kapalılıktan murat nedir?
— Kimsenin suçunu, ayıbını görmemektir.
— Ekmek yemekte kaç edep vardır?
— On iki
— Say gelsin!
— Oturdukta sağ dizi dikip sol dizi altına ala Lokmayı
önce sağ avurduyla çiğneye Küçük lokma ağızlaya İki
elini yağlatmaya. Ağzından akıtmaya
Ahi adayı biraz duraklayınca Kerim Çelebi fısıldadı: "Yere
dökmeye" Bunu herkes gibi Ahi Baba da işitmişti.
Ayıplayarak tersledi:
— Kerim Çelebiiii Çelebilik böyle değil!..
Melik Bey atıldı:
— Yere dökmeye, ağzı dolu iken konuşmaya
Kerim Çelebi parmaklarıyla gizlice saymayı bıraktı:
— Yedi
— Kimsenin lokmasına bakmaya
— Sekiz
— Başını kaşımaya
— Dokuz
— Sözü kısa söyleye ve de hiç gülmeye
— On
— Yemeğin iyisini konuğa bıraka
— On bir
— Yemekten sonra elini yıkaya
— Tamam! Ya söz söylemekte kaç edep vardır?
— Dört edep vardır.
— Say gelsin!
— Sert söylemeye ki ağzından tükürük saçmaya Bir
kişiyle söyleşirken başka yere bakmaya "sen-ben" demeye,
"siz-biz" diye Elini, kolunu sallamaya
— Peki, yol gitmekte kaç edep var?
— Sekiz.
— Say gelsin!
— Katı katı kasılarak yürümeye Canavarcıkları ezmeye
Dört yanına bakmaya Taştan taşa hoplamaya Yoldan
ayrılmaya Kimsenin ardından gözlemeye Büyüğün önüne
geçmeye Biriyle giderken bekletecek iş tutmaya
— Ya nesne satın almakta kaç edep vardır?
— Üç Yumuşak söyleye Tadına azla baka Aldığını
geri vermeye
— Gelelim, beyler katına varmanın kaç edebi var?
— Beş
— Say gelsin.
— Vakitsiz gitmeye Büyüklerin hepsine ayrıca ayrıca
selam vere Uzak otura Çok söylemeye Öğüt vermeye
Kerim Çelebi, Ahi Baba'ya döndü:
— Ne dersiniz? Daha sınayalım mı biraz?
Ahi Baba yargıyı erkâna bıraktı.
— Uygun
— Elverir
— Yontulmuş yeterince
— Ak etti yol atasının yüzünü, aferiiiin!
Kerim Çelebi, Melik Bey'in eline bir yağlık örttü. Yol
kardeşleri, ellerini bunun üstüne koydular.
Kerim Çelebi son öğütlerini verdi:
— Ey oğul! Saygılı ol ki saygı göresin!.. Sözün dolusunu
söyle ki dinletebilesin! Bundan böyle sana şarap içmek,
kemik ataraktan kumar oynamak yoktur. Gammazlık, kasıntı,
karalamak yoktur. Kıskanmayacaksın, kin tutmayacaksın,
zulmetmeyeceksin!.. Yalan söylemek, sözden dönmek,
namusa kötü bakmak gayet ayıptır ve de yoktur. Ellerin
günahını görmezden geleceksin! Pintilik yoktur, hele
hırsızlığı akla getirmek bile yoktur. Kuşanacağın kuşağın
onurunu bil! Kılıç erliğine soyunmaktasın. "Ali'den üstün
yiğit ve de Zülfikâr'dan üstün kılıç olmaz" denilmiştir. Çabala
ki, bu basamaklara yanaşabilesin! Kalk bakalım!
Öğütleri başı önünde dinleyen Melik Bey kalktı. Kerim
Çelebi ortaya sordu:
— Kuşaklayalım mı ihvanlar? Ehli midir?
— Ehlidir.
— Yaraşıktır.
— Kuşaklansın!
Kerim Çelebi Ahilik kuşağını aldı, dudaklarını kıpırdatarak
okuyup üfleyip Melik Bey'in beline doladı, üç düğüm vurdu,
Ahilik palasını üç kez öpüp kuşağa soktu:
— Ey yoldaşlar! Gülbank çekelim, üçler, yediler, kırklar
aşkına! -Bir ağızdan başladılar-: Allah Allah illallah Baş
açık, göğüs kalkan! Uğraşta kılıç kalkan, eyvallah! Bu
meydan er meydanı, düşenleri sormak olmaz. Yolumuz hak
yoludur, geri durmak olmaz, eyvallah! Düşman kara karga,
Ahi yiğitleri sahan! Can baş Ahi Baba’mıza kurban, eyvallah!
Tanrı birliğiyçün, yol dirliğiyçün, meydan erliğiyçün ölenimiz
şehittir, cennetlik; kalanımız gazidir muhabbetlik, eyvallah!..
Yolumuza girdi Ahi Melik Bey, çabalaması yerini bula!
— Amiiiin!
— Muradı amacına vara!
— Amiiiin!
— Pirler, hak erenler arkacısı ola!
— Amiiiin!
— Bahtı açıla yürüye
— Yürüyeeee
— Ünü yayıla yürüye
— Yürüyeeee
— İnlesin yergök, çekelim hu!
— Huuuuuuu!
— Gerçekler demine huu!
— Huuuuuuu!
— Dervanına huu!
— Huuuuuuu!
Kerim Çelebi "Muhammed'e salavat" derken sustu, "Bre
aman!" diye naralanıp kalkmak için davrandı.
Erkândakiler, önce şaşırmışlar, sonra bağrışmaya
başlamışlardı:
— Tuh, Tanrı belanı vere
— Cılk etti erkânı rezil
— Demedim mi yoldaşlar, bu Kerim Çelebi molladır, yol
atası olabilemez!
En büyüğü on beş yaşında, Söğüt çocuklarının kurduğu Ahi
oyunu bozulmuş, dokuz yaşındaki Melik Bey, beline sokulu
boyu kadar Ahi palasıyla ortada kalakalmıştı. Gerçekten
Ahiliğe giriyormuş da erkân bozulmuş gibi, ağlamamak için
alt dudağını dişliyordu.
Harmanlayarak ayağa kalkan Kerim Çelebi, çenesine
bağladığı, kara keçi pöstekisinden koca sakalı sökerek atıldı,
avluya girip kalabalığı görünce şaşalayan sıpa iriliğindeki
çoban köpeğinin önüne çömeldi:
— N'oldu sana oğlum Alaş? Nedir bu?
Alaş'ın gövdesi boynundan kuyruğuna kadar kan içindeydi.
Uzaklardan koşarak geldiği, el gibi sarkan dilinden, karnını
körük gibi işleterek solumasından anlaşılıyordu.
— Demedim miydi, "Bu it soysuzdur, kuzu paralar."
Nasılmış Bacıbey'in Kerim Çelebi?
Kerim Çelebi hızla döndü. Söğüt'ün ünlü duvarcısı Haçik
kâfirin oğlu gülüyor, ellerini dizlerine vurarak çırpınıyordu.
— Kuzu mu paralamış bu şimdicik Ermeni oğlu?
— Kurt boğmuş değil ya
Ahi Baba kılığındaki, Osman Bey oğlu Orhan Bey'in sert
sesi bütün gürültüleri bastırdı:
— Post benim -Sedirde doğrulup elini kaldırmıştı-:
Canavarın postu benimdir.
Kerim Çelebi'nin anası, Bitinye ucunun Rum bacıları
başkanı Bacıbey'in bakımlı avlusunu birden sessizlik
kaplamış; Ahi oyunu için kılık değiştirmiş, sakal bıyık takmış
Söğüt çocukları katılakalmıştı.
İlk şaşkınlık geçince pöstekiden sakallarını, bıyıklarını
sökenler, ortaya atıldılar. Kurt postunu getirene davar
sahiplerinin az Çok bahşiş vermesi gelenekti. Ayrıca postu
vererek, çerçilerden, bunca zamandır imrenilen çerez merez,
çakı, ayna, mendil, pusu, kemer, külah almak da mümkündü.
— Bre heyyy!
— Hay breee
— Vay aman vayyy!
Gürültüyü Orhan Bey'in amcası oğlu Bayhoca'nın kalın sesi
bastırdı:
— Yağma yok yeğen!.. Post, yetişip el vuranındır Oğuz
töresince
Bu söz üstüne, çocuklar sırtlarındaki eğreti giyimleri
çıkarmak için debelenmeye başladılar.
Bayhoca irikıyımdı. Sırtındaki uzun kaftanın eteklerini
toplayıp kapıya yetişmişti. Orhan Bey, Ahi Baba kürkünü bir
türlü çıkaramıyordu. Yeğeninin eşiği atladığını görünce,
koşmaya hazırlanan Kerim Çelebi'nin eteğini tuttu:
— Bırak gitsin Çelebi Meraklanma, kaptırmayız postu
— Kaptı bile
— Kaptırmayız -Artık telaşsız soyunuyordu-: Söğüt'ün
bütün hayvanları çayırda Babamın iki ulak atından başka
binek yok
— Bayhoca bilmez mi bunu? Doğru size koşmakta
— Koşsun! At vermez kimseye Deli Balta, babamın emri
olmadan -Kürkle Ahi palasını yere atarak yürüdü-: Alırsan,
bir sen alırsın
— Bana verir mi, Bayhoca'ya vermeyen?
Sokakta kıyamet kopuyordu. Üstlerine büyük gelen
cüppelerle, takma bıyıklan, sakallarıyla dışarı uğrayan
çocuklar, su taşıyan kızlara rastlamışlar, birkaçının bakracını
devirmişlerdi.
— Ananınnnn
— Bacım bunlar neyin nesi?
— Molla bunlar kız
— Molla kısmı koşar mı, büvelek tutmuş dana gibi?
— Neyin mollası, Ermeni oğlunu tanıdım.
— Suyumu devirdi rezil Bayhoca!
— Ayağın kırılsın e mi, kötü Moğol
Silah öğretmeni Kaplan Çavuş'un kızı Aslıhan, Kerim
Çelebiyle Orhan Bey'i önledi:
— Oooh! Bastı öyle ya, Bacıbey ablam?.. Ahi oyununa bizi
almaz mısınız, oh olsun!
— Höst! Basılma yok!..
— Tütsülenmiş arı gibi, neden dağıldınız, Bacıbey ablam
kırbacı şaklatınca?.. -Aslıhan, kocaman kara gözlerini belertip
Kerim Çelebi'yi, küçümseyerek dipten doruğa süzdü-:
"Bunlara yaraşır" diyelim Ahi oyunu İlerde pala sokunup
bölüğe girerler, canları çekerse Ya sana n'oluyor, kötü
molla?..
— Kız bak!.. "Mollalığı karıştırma" dedim, "Çiğnerim"
dedim
— Mollalıkta adam çiğnemek hiç yoktur Çelebi Kerim,
buncacık şeyi daha belletmediyse Yahşi İmam'a yazııık!
Kızlar fıkır fıkır gülüştüler. Aslıhan, saç örgülerini silkip
kırmızı sıkmasının iyice belirttiği göğüslerini gererek meydan
okur gibi bakıyordu. Söğüt'ün en güzel kızıydı. Kerim Çelebi
"Lahavle" anlamına başını sallayarak alt dudağını dişledi.
"Güzelliğine güzel ya, bu utanmazlık ne bela?"
Orhan Bey kolunu tuttu:
— Uymayalım bu saçı uzunlara Kerim Ağa Bakmayalım
kusurlarına
— Vay Orhan Bey Akıl saçta mı, bilmeyince beylik ne
zooor!
Kızlar bu kez ellerini dizlerine vurup çırpınarak gülmeye
başlayınca. Kerim Çelebi uygun bir laf bulamamanın
öfkesiyle tepindi:
— Kız sen!.. Hey Allah Bela mısın bu Söğüt'ün başına?
Seni hiç mi terbiye etmedi anam olacak Bacıbey'iniz?
— Biz pala tutmuş savaşçılarız, Bacıbey'in yüzkarası Çelebi
Kerim, bizim terbiyemize aklı ermez molla takımının
Oturaklı laf aramaktasın ama, aklından bulamazsın,
kuşağındaki kitapta varsa, bilmem
— Kız beri bak "Kitabı karıştırma" demedim mi? Kız
ben
Orhan Bey çekerek yürüttü:
— Aman arkadaş, post gider ha
Kerim Çelebi, laf altında kalmanın utancını geçiştirmek için
sordu:
— Nasıl alacağız ulak atını Deli Balta'dan?
— Sen alırsın güzelce Sana güvenir çünkü Yalan
demeyeceğini bilir. Bak n'apacağız Kerim Ağa, gireceksin
fırtına gibi bizim avluya Babam uyur bu saatte Deli herif
gürültü edemez. "Bey ulağım, tez binek!" dersen aklı şaşar.
Atı çeker altına Beni görmesin, kuşkulanır, bir
domuzluğumuz olduğunu bilir. Caminin önünde beklerim seni
ben
Kerim Çelebi, kendisinden üç yaş küçük olan Orhan Bey'in
en çapraşık durumlara hemen bir çıkar yol bulmasını çok
beğeniyordu. Daha da beğendiği, bu çarelerin, kolay,
kestirme, adamına, yerine uygun oluşuydu. Okumayı altı
yaşındayken sökmüş, sekizinde en önemli at yarışını
kazanmıştı. Şimdi, on üçünü bitirirken, silah öğretmeni
Kaplan Çavuş'un dediğine bakılırsa, derisine değecek kılıç
buralarda hemen de yok gibiydi.
Kerim Çelebi, genellikle, çok yumuşak başlı olan Orhan
Bey'in, silahşörlüğe, belki de pek istemeden, bey oğlu
olmanın zorunluğuyla koşulduğunu düşünüyor, ona biraz da
acıyordu. "Mısır'a, Bağdat'a, Buhara'ya gitmeli, medreselerde
okuyup bilginlikte ün salmalı!.. Kitaplar yazıp dünyaya
parmak ısırtmalı!"
— Tamam Defledi Bayhoca'yı Deli Balta Suratının
asıklığından bildim! -Bayhoca, Osman Bey'in avlusundan
fırlamış, ilk sokağa sapmıştı-: Aklıma gelen gibi Çayırdaki
hayvanlara yöneldi. Hadi Kerim Ağa, göreyim seni Ben
burdayım
Kerim Çelebi, hızla 'yürüdü. Kurdun postunu ele geçirmesi
çok sıralı olacaktı. Anası Bacıbey, hoca hakkını çok zor
denkleştirebiliyor, ayrıca, mollalığa girmesini hiç
istemediğinden, bir zaman da söyleniyordu. Bu Söğüt'te,
bütün delikanlılar savaşçı olmaya çabaladıklarından, hocanın
topu topu üç öğrencisi vardı. Bunlar da, sakatlıkları yüzünden
istemeyerek mollalığı seçmişlerdi. Güreşlerde, taş atma, taş
kaldırma, bilek bükme yarışmalarında akranlarından birkaç
gömlek üstün olan Kerim'in, silahşorluğu neden sevmediğine
bütün Söğüt şaşıyordu. Anası Bacıbey çok yalvarmış, çok
ağlamış, sonunda, "Ben molla oğul istemem ve de analık
hakkımı bağışlamam," diye diretmişti. Kerim, okumasını,
Ertuğrul Bey'e borçluydu. "İşi uzattın Bacıbey ve de tadını
kaçırdın. Bize okumuş da lazım. On yiğide bedel Demircan
oğlun yetmez mi, senin Bacıbeyliğine ve de rahmetli Rüstem
Pelvan yoldaşımın ocağını yakmaya?" deyip mollalığa izin
aldığı günü hiç unutmuyordu. Eğer hastalığı gittikçe
artmasaydı, Ertuğrul Bey bu yıl, kendisini İtburnu'na, Şeyh
Edebâli'ye gönderecekti. Şeyh Edebâli gibi ünü dünyayı
tutmuş bir bilginin özel öğrencisi olacağını düşündükçe,
Kerim'in sevinçten yüreği ürperiyor, yüzüne ateş
basıyordu."Varsın geciksin biraz Tek beyimiz sağalsın da,
hayırlısıyla"
Osman Bey'in öfkeli seyisi Deli Balta'yı atlatabilmek için
avluya, suratını asıp hızla girdi.
— Balta emmi Hey!
— Kimsin? Bayhoca sen misin? "Olmaz" dedik! Uzatma
boşuna!
— Bayhoca yok, benim ben Kerim Çelebi
— Nedir?
— Çek şu kıratı Çabuk Bey ulağıyım!
— Bey ulağı mı? Eğlen vardım.
Babası Ertuğrul Gazi, hasta olalı beri, onun yerine uç
işlerini çeviren oğlu Kara Osman Bey, bir yere bir aklı eren
salmak gerekince, hep Kerim Çelebi'yi gönderiyordu. Bu
sebeple, biraz safça olan Deli Balta, "Bey uyumakta Bu
ulaklık neyin nesi?" diye düşünmeden inanmış, ahırın
sekisinden hoplayarak seğirtmişti. Bir yandan eğerli beklettiği
ulak bineğinin üzengisini çözmeye çabalarken bir yandan
merakla sordu:
— Hayır mı, aman Kerim oğlum?.. Savaşçı mı toplamakta
bizim arslan beyimiz?
— Aklın fikrin savaşta Savaşçı n'olacakmış, barış zamanı?
— Barış zamanı Uzadı bu barışın zamanı kopuk, çok
uzadı ve de tadı kaçtı iyice Savaşmaktan geçtim, yiğitler ata
binmeyi, kılıç kuşanmayı unuttu. Hayır, uçlarda töre değildir
bu kadar uzun barış Biz bunun kötülüğünü görürüz, nah
yazdım şuraya Dediydi dersiniz!
— Barışın kötülüğü neymiş bre emmi?
— Höst! Molla kısmının aklı hiç ermez! Barış uzadı mı,
n'olur bakalım? Savaşçı gelmezlenir uca Gelenler de
bakarlar ki bir iş yok, savuşurlar birer ikişer Hani, kaç
zamandır, yeni savaşçı nerde? -Biraz sövdü, biraz beddua etti.
Öfkesinden, üzengileri eğerin üzerinde tutan ipi
dolaştırmıştı-: Buralara, dilenciden başkası uğramaz oldu
epeydir -Üzengileri kurtardı-: Al bakalım! Zorlama çok
Savaşçı toplamaya gitmeyen ulağın çalım satması kanun
değildir. Nerde Orhan Bey, görünmedi, sabahtan bu yana?
— Bilmem Bende görmedim.
— Köslük meydanında aşık oynamaya oturmalı "Cuk
atayım" diye çabalarken başına dikilmeliyim ki Bak
bakalım
Kerim Çelebi, kır atın kolanlarını yokladı, besmele çekip
bindi:
— Eyvallah emmi
— Hele şu mollaya hele Ben neye acırım, molla altına
düşmüş hayvana acırım!
Kerim Çelebi, değme binicileri imrendirecek ustalıkla kır
atın boynuna kapanıp avlu kapısından çıktı, üzengilerin
sivrisini kullanarak tırısa kalktı. Kurdun postunu cebinde
sayıyor, Yahşi imam'ın hoca parasını, anasıyla uğraşmadan
vereceğine seviniyordu.
Orhan Bey, caminin önündeki sedire çıkıp hazırlanmıştı.
Kerim Çelebi yaklaşınca, kendinden memnun güldü:
— Bildim Deli Balta'yı yere çalacağını. Kerim Ağa!..
— Atla, savuşalım!
Orhan Bey terkeye hopladı:
— Sür Çelebi Deli Balta Türk'tür, aklı başına gelir ama,
bereket, biraz geç gelir.
— Nerden sezinler?
— Bayhoca'dan sonra gittin. Pirelidir. "Bunların görülecek
bir işleri var hayvanla" der. Babamın uyuduğunu hatırlayınca
hiç şüphesi kalmaz. Beni sordu mu?
— Sordu.
— Tamam! Tepikle Pirelenmeye başlamış bile farkına
varmadan
Söğüt'ten dörtnala çıktılar. Doruğa yakın Orhan Bey, iti
almadıklarına hayıflandı, sonra değiştirdi fikrini
— Bakmadık yarasına derin mi? Çıkamazdı at ayağıyla bu
yokuşu Sür Kartalları, akbabaları kollayaraktan bulacağız
leşi
Tepede durup gökleri taradılar. Görünürde, harman çeviren
hiçbir karakuş yoktu.
Orhan Bey biraz düşündü:
— Yanlış kalmadıysa aklımda, batağa girmemişti Aloş,
çamura batmamıştı Demek kurdu, senin Demircan Ağa'nın
köyü yakınında boğdu. Yok O zaman Demircan Ağa'ya
giderdi. Demek, Söğüt'e yakın bastırdı. Yaralanınca şaşırıp
eve geldi. Ağanın köyünü doğrulayacağız. Sür bakalım
Kavşağı elli adım kadar geçmişlerdi ki, Eskişehir yolundan
dümbelek sesi duyup durdular. Orhan Bey elini sevinçle
dizine vurdu:
— Savaşçı derviş bunlar Dön bakalım
— Savaşçı dervişlerse, Deli Balta’nın alacağı olsun!
— Neden?
— Barıştan yakındı, "Bizim buralara artık savaşçı gelmez"
dedi.
Yokuşun başında, dümbelek sesi, zikir iniltisi iyice
duyuluyordu.
Orhan Bey köşeyi dönenleri görür görmez, kestiriminin
doğrulanmasına sevindi:
— Tamam! Cavlak bunlar Dört Hayır beş kişi
Dümbeleği çalana bak!.. Âdem azmanı! Babam nasıl
zaptedecek bunları, bakalım!.. Eğer, akın isteyenler ahırımıza
kadar girip Deli Balta'yı da kendilerine uydururlarsa, işi iştir
Kara Osman Bey'in Dur ya hu Beş dedik ama, altı
bunlar
Arkada, tek başına, zinciri omuzlarında, topallayarak esir
geliyordu.
— Arkadaki cavlak değil!..
— Evet Kurtulmalık toplamaya çıkmış esir! Zinciri fark
ettim, omzunda -Suratını astı-: Gene bunaltacak, Ertuğrul
dedem, fukara babamı!..
— Neden?
— Unuttun mu, Beylik işlerini babama bırakalı durumu,
yoksa aklı mı gel git oldu, gereksiz yerlere para harcamakta,
"Bu Osman oğlum iki ucunu bir araya nasıl getirir?"
dememekte "Canı sıkılmasın" diyerek, yoksulluğunu
sezdirmemeye çabalar babam, debelenir!.. Kolay mı, altı
yıldır hazırdan yemekteyiz. "Hazırdan yemek" sözgelişi
Faizli borçtan yemekteyiz!
— Tembihle, yanına koymayıversin Deli Balta, dilenci
takımını, şunu bunu
— Olmaz! Ertuğrul Bey'in adını doğrulayıp sürmüş gelmiş,
şu kadar yerden Ellerin verdiğini verse ya Babam geçende
dert yandı Akçakoca emmime "Yeri gelince söyle oh Koca
Emmi, hazırda olmayanı vermeye kalkacak diye yüreğim
hoplamakta bir isteğe geldi mi biri" dedi. Cebinde bir altın
yokken, "Ver şurdan beş altın" dedi mi, naparsın Kara Osman
Bey olsan?.. -Gelenlere bir zaman baktı-: Evet, anlaşıldı
mesele!.. Bahardır, uçlara gelen olur tek tük Akın, çapul
umuduyla Eskinin hesabı Ne bilsin, akılsız topal, Ertuğrul
ucunun nerde kıvrandığını Sür gidelim! Para ister bunlar
Bizim kese, parayı unutalı hanidir Tepikle hadi!
Kerim hayvanı sürdü. Orhan Bey, dümbelek gümbürtülerini,
böğürtülerini bir zaman dinledi:
— Para olsa da, Kerim Çelebi, cavlak kısmına ıssız yerde
vermek canımı sıkar benim!
— Neden?
— Silahlıdır bunlar Az biraz da soyguncudurlar,
"Korkutup aldık" diye şişinirler.
— Vermeyince?..
— Afyon keyfiyle edepsizlenmeye kalkanı olur.
— Kılıcı elinden alıp tersiyle kıçına vurunca?..
— Ertuğrul dedemden öğütlüyüm: "İtle dalaşmaktan çalıyı
dolaş" buyurmuştur. Ayrıca, "Molla kısmını savaşa
sürmeyeceksin," dediydi bir gün

Gökyüzünün çok yükseklerinde dönen ilk kartalı, yeni


kurulmakta olan Dönmezköy'e yaklaşırken gördüler. Orhan
Bey buna çok şaştı:
— Allah Allah!.. Buralarda mı boğmuş kurdu sizin it?.. -
Biraz bekledi. Kerim Çelebi'den ses çıkmayınca tamamlandı-:
Neden Demircan Ağa'yı bulmadı da sürüp geldi Söğüt'e
kadar, peki?
— Avda mavdaymıştır Demircan Ağam!.. Köylüler de,
yabancı daha

Orhan Bey seslenmedi.


Dönmezköy'ü kuran göçmenler gelenleri görmüşlerdi,
işlerini bırakıp yola doğru, çoluk çocuk, kadın erkek, koşar
gibi yürümüşlerdi. Yaşayışlarının temelden sarsıldığı, bu
sarsıntıyla gerçekten bahtsız oldukları belliydi. Görünürde
hiçbir umut kalmadığı halde, sanki doğdukları topraklara
dönme haberi alacaklarmış gibi her yolcuyu böyle koşarak
karşılıyorlardı.

Orhan Bey bunu daha ikinci gelişinde anlamış,


kederlenmişti. En çok da köy papazı Pop Markos'un hali
yüreğine dokunuyordu Aslında, yüreğe dokunacak bir hali
yoktu papazın Yetmiş yaşındaydı ama dinçti. İyimserliği ruh
gücünü gösteriyordu. Öyleyken, bu yaşta, Müslüman
toprağına yerleşip alışmak, gene de kolay değildi. İkinci
gelişinde, birkaç direk çatıp bir küçük çan asmaya izin
istemiş, Orhan Bey hiç duraklamadan, "Hay hay" deyince
dünyalar bağışlanmış gibi sevinmişti. "Sonra ne düşündüyse
düşündü, kuleyi çatıp çanı asmadı. Çekindi fukara! Haklı da!"
Dedesiyle babası o kadar tembihleyip gözettikleri halde, kimi
savaşçı dervişler, gaziler, hele abdallar, gâvura pek acımıyor,
küçük olaylardan yararlanarak sövüp, tükürüp itekliyorlardı.
Birkaç kere, kıza oğlana dille, bir kez de, elle sarkıntılık
olmuş, suçlu cavlak abdala, dedesi Ertuğrul Bey'in emriyle
Söğüt'ün Köslük Meydanı'nda şeriat dayağı atılmıştı.
Sopalama işi, böyle edepsizleri hiç sevmeyen Demircan'a
verildiği için herif az kalsın geberecekti.

Attakilerden birinin Orhan Bey olduğunu öğrenince Pop


Markos, yaşından beklenmez bir gayretle hızlanıp yetişmişti.
Köylüler çekilip yer açtılar. Adamcağız, iki kat selam verdi,
istavroz çıkarıp uğur diledi. Su başında dinlenmeye, ayran
içmeye çağırdı.
— Sağolun! İşimiz acele Nerde Demircan Ağamız?
Hayvanların yanında mı?
Pop Markos hemen karşılık vermedi. Yere bakarak bir
zaman gülümsedi:
— Bugün görmedim. Gelmedi buraya
Bir küçük çocuk atıldı:
— Konuğu vardı ya ağamızın
Pop Markos çocuğa ters ters bakınca, anası kolundan çekip
boşboğazı arkasına saklayıverdi.
Kerim Çelebi'yle Orhan Bey konuğun kimliğini
kestirmişlerdi. Üstelemediler. Anlaşılan köylü de, Bacıbey'in
yok yere imansızlık edip yavukluların evlenmelerine izin
vermediğini biliyor, Liya'nın geldiği günler, hayvanların
çayırlandığı yere kimseyi göndermiyordu. Böyle günlerde
Demircan'ın yardımcısı Ermeni Toros'u ava yolladığı da
bilinmekteydi.
Kerim Çelebi elini çenesinden alnına, sonra da göğsüne
götürerek selam verdi, hayvanı tepikledi. Akşam yaklaştığı
için, Demircan Ağasının nişanlısı çoktan gitmiş olmalıydı.
Öyleyken, geciktiyse geldiklerini duyurmak için sesini
yükseltti:
— Ah bu benim anamın işleri!.. Rahmetli babam tevekkeli
mi döverdi anamı kırbaçla "Karı kısmının saçı kurumayacak
bir, gözü kurumayacak iki" derdi rahmetli
— Yeri cennet olsun, zamansız öldü baban Bezdik yahu
biz bu Bacıbey'in elinden Geçende beni tuttu,
"Dönmezköy'ün gâvur papazına 'Baba' demişsin, bey kısmı,
ağzından çıkanı bilecek Bir daha duyarsam bak neler olur!"
diye azarladı. Babama da, Bilecik tekfuruna "kardeşim"
dediğinden çıkışmış Yengenin yerinde olsam, "Döndüm
dinimden" derim, eve yerleşirim! Sonra da "Yok dönmedim"
deyiveririm!
— Doğrusu da bu Ağam elini tez tutmazsa, "Dinimden
döndüm" demek de yetmeyecek! Tanrı korusun, beylik büyük
amcan Dündar Alp'in eline geçti mi, derviş takımı, salt
Rumları değil, bizi de yeniden imana çağıracak, duraklayanın
boynunu vuracak
Demircan'ın çadırı görününce Orhan Bey elini boru yapıp
seslendi:
— Heyyy Demircan Ağa? Hey Heyyyy!
Durup beklediler.
Karşılık gelmeyince Kerim Çelebi hayvanın başını çayıra
çevirdi, ot yığınını tırısla döner dönmez, on beş adım ötede,
sırtına ok saplı çıplak ölüyü gördü. "Nedir o?" diyerek
dizginleri var gücüyle çekip hayvanı şaha kaldırdı. Orhan Bey
boş bulunmuş, sağrıdan sıyrılıp yere oturmuştu:
— N'aptın Çelebi?.. Aslıhan duymasın!..
Kendini yere atıp deli gibi koşan Kerim’i izleyince, sözün
gerisi ağzında kaldı. Debelenerek elleri üstüne geldi, yekinip
fırladı:
— N'olmuş? Kim o?
— Ağama kıydılar Yediler Kayı'nın babayiğidini Vay
anam!.. Yediler arslan ağamı!
Orhan, bir bakışta, oku, okun Karacahisarlı olduğunu,
Demircan’ın garip çıplaklığını gördü.
Kerim Çelebi hiçbirinin farkında değildi. Ölünün yanına
çökmüş dövünüyordu:
— Vurdular kahpelikle Ardından vurdular.
— Dur Çelebi Alırız öcünü Meraklanma On katını
alırız!
— Uy Bacıbey Yediler bizi Bacıbey Murat almadan gitti
ağam!
Orhan Bey, elleri belinde, çevresine dikkatle bakarak
düşünüyordu. Birden on üçünde bir çocuk olmaktan çıkmış,
sanki büyümüş de küçülmüştü. Yüksek alınlı ince yüzünde,
köselerin değil, tahta sakalın, burma bıyığın heybetine ihtiyaç
görmeyen güçlü bir savaşçı şefin, sakinleştirici güveni vardı.
Mavi gözlerini kısarak, zorda kaldığı sıralar yaptığı gibi, sağ
kulağının altındaki beni kaşıdı. Ağabeysi Demircan'ı, Kerim
Çelebi'nin ne kadar sevdiğini biliyordu. Şu anda, hiçbir
tesellinin, parça parça olmuş yüreğine ulaşamayacağını
hemen"anlamıştı. Silahşor olmayan bir insanın, ancak
öldürerek öç alma durumuna düştüğü zaman, neler
duyabileceğini pek bilemiyordu ama içine gömüleceği
umutsuzluğun çok daha derin olacağını kestiriyordu. Artık
Kerim Çelebi'yle ilgilenmek de, ondan yardım beklemek de
boştu. İlk işi, topraklarına yeni göçmüş, başka dinden
köylülere sipahileri Demircan'ın zavallı çıplaklığını
göstermemekti. Fazla tartaklamamaya çalışarak, pantolonu
zorlukla çekti, kemeri sıkıca bağladı. Demircan birden
değişmiş, ölümden başka şeyler düşündürür olmaktan çıkıp
kahpece arkadan vurulmuş yiğit bir savaşçı haline gelmişti.
Kerim Çelebi, hiçbir şeyin farkında değildi. Elleri,
dizlerinde cansız, ağabeysinin, sağ yanağı toprağa yapışmış,
gözleri sımsıkı yumulu yüzüne bakıyor, sanki soluklanıp
soluklanmadığını anlamaya çalışıyordu.
Orhan Bey, oku çıkarıp çıkarmamayı, ölünün üstüne bir şey
örtüp örtmemeyi hesapladı. Demircan'a yapılacak her şey,
Kerim Çelebi'nin donmuş acısını dalgalandırıp, kat kat
artıracaktı. Saygılı bir konuk ağırlayacak titiz bir ev sahibinin
noksan arayan dikkatli bakışlarıyla çevresini bir daha gözden
geçirdi. Biraz ilerde Demircan'ın başlığını görünce gözlerini
kıstı. Gidip aldı, düşünceli düşünceli evirip çevirdi, "Neden
çıkarmış sarığını?.. Nereye koymuş, niçin?.." Börk elinde,
hızlı hızlı yürüdü.
Demircan'ın yardımcısı Ermeni Toros’un yattığı çadır, her
zamanki gibi, derli topluydu. Burda hiçbir boğuşma
olmamıştı. Yay torbası, okluk, hatta Demircan'ın babası
Rüstem Pehlivan'dan kalma, Kaplan Çavuş yapısı ünlü kılıç,
direkte asılıydı. Kapının yanında duran Rum heybesini
görünce, gözleri keskinleşti. Gidip boşalttı. Bakır kaplarda
kebap, kaymak, yoğurt, bir tahta kutuda tereyağı, kuru
baklava, peynir vardı. Börekle cevizli ekmek, kar gibi
tülbentlere sarılmıştı. Her şey çok temiz bir ev kadının, çok
sevdiği birine bunları çok özenerek hazırladığını
gösteriyordu.
Orhan Bey'in çocuk gözlerinden ilk defa, gerçekten korkunç
bir kahretme hırsı, mavi bir ışık gibi, çakıp geçti. Yumuşak
çizmeleriyle bir kaplan gibi, sessiz yürüdü, davulu alıp
çadırdan çıktı. Kızgınlığını bundan çıkarmak istiyormuş gibi,
"Baskın var" işaretini vurmaya başladı:
— Dan dan dan-dan dan Dan dan dan-dan dan Dan dan
dan-dan dan
Arada bir duruyor, köyden karşılık bekliyordu. Köy,
duyduğunu bildirince davulu yere attı. Hep öyle kararlı
adımlarla Kerim’i rahatsız etmemek için, biraz açıktan geçti.
Savaş atlarının çakıldığı çayırı boş görünce durdu, elini
beline atarak çevresine biraz ürkek baktı. Ahi oyunu için
kılıcını çıkarmış, gelirken de kuşanmayı unutmuştu. Kerim
Çelebi'yse silah taşımayı hiç sevmiyordu. Kendisini ayıpladı.
Demircan’ın ölüsünü görünce, Liya'yı kıskanan bir
Karacahisar savaşçısı tarafından öldürüldüğü inancına varmış,
arkadan vurmayı, öldürenin tabansızlığa vermişti Silahını
almasına meydan bıraksa, yiğitçe dövüşüp hesaplaşma
kabullense, adam öldürmek, uçlarda pek büyük bir suç
sayılmıyor hiç değilse aileler arasında bir özel kan davası
olmaktan ileri götürülmüyordu. Ama Kara Osman Bey'in ünlü
eğitimcisini öldürmek, savaş atlarını sürüp götürmek,
düpedüz meydan okumaydı. Orhan Bey, boş çayırın şuraya
buraya atılmış kapı direklerine bakarak düşünürken köpeği
yaralayan oku da gördü. Gidip aldı, sarı kaşlarını çatarak bir
zaman, parmakları arasında çevirdi, bir an atıp yere
saplayacak oldu. Vazgeçti, olay kötü bir at hırsızlığı değildi.
Kara tüylü Karacahisar okları, ya açıkça kışkırtma, ya da
komşuları çatıştırmak isteyen aptalca bir oyundu Dedesinin
ağır ustalığını, Dündar Alp'la Osman Bey arasındaki
çekişmeyi, karmakarışık aklından geçirdi. Köylüye karşı nasıl
davranması gerektiğini tasarlayarak döndü.
Kerim Çelebi, bıraktığı gibi, dalgın oturuyordu.
Nacaklarını, baltalarını, palalarını, kılıçlarını kapıp koşan
Rum köylüler, birer ikişer gelip Demircan’ın ölüsünü
çevirdiler. Çok sevdikleri sipahilerine yandıkları, taş
kesilmelerinden belliydi. Papaz Markos anca kadınlar, kızlar
bağrışmaya başladıkları zaman gelebilmişti. Çatal sopasına
dayanıp durdu, elini kaldırıp ağlaşanları susturdu:
— Nedir bu başımıza gelen Orhan Bey?
— Liya hanım mıydı, Demircan Ağanın konuğu?
— Evet
Kadınlar yeniden ağlamaya başlayınca Pop Markos
ayıplayarak baktı ama, seslenmedi. Eski sandallarıyla sessiz
yürüyüp Kerim Çelebi'nin yanına gitti, elini delikanlının
başına koydu.
Kerim Çelebi, iri kara gözleriyle bu ak sakallı adama
tanımadan baktı. Yüzü birden çökmüş, derisi kemiklerine
yapışmıştı. Gülümsemeye çalıştı. Pop Markos'un
bakışlarındaki acıma, dostluk, yüreğindeki donmuşluğu yavaş
yavaş çözüyor, beynine çöken dalgınlığı dağıtıyordu.
Kurumuş dudaklarını yaladı. Bir şey söylemek istedi,
çaresizlikle elini yanağından geçirdi. İri gözyaşlarıyla
ağlamaya başladı.
— Sabredeceksin oğlum! Gücün yeterse affedeceksin.
"Kılıçla vuran kılıçla vurulacak, okla vuran okla" denilmiştir.
Allah'ın her şeye gücü yeter. Hiçbir kötü kurtulamaz.
Kitapları okuyanlardansın. Kitapları okuyanların ödevi bela
karşısında sabretmektir. -Orhan Bey'e döndü-: Çadırına
götürülsün ağamız! Uygunu budur. Emredin, oku da
çıkarsınlar.
Orhan Bey bir şey anlamamış gibi gözlerini kırpıştırdı:
— Evet Çıkarsınlar oku Ama kaybetmesinler. İyisi, bir
kağnı getirilsin
Pop Markos, Kerim Çelebi'yi omuzlarından tutup bir küçük
çocuk gibi kaldırdı:
— Her şeyin zamanı ve gök altında olan her işin vakti
vardır. Doğmanın vakti, ölmenin vakti, aramanın, bulmanın,
yitirmenin vakti vardır. Allah yükleyecek, biz taşıyacağız! -
Kadın bağırtılarını gözlerini yumarak bir zaman dinledi.
Söylediklerinden çok, sesi yatıştırıcıydı. Bütün cemaat,
seslerini kaldırıp çığrıştı ve gideni iyilikle andı-: "Yeri cennet
olsun! Amin!"
Erkekler başlarını açıp istavroz çıkardılar. Kadınlar yere
çömelmişlerdi. Pop Markos'un işaretiyle delikanlılardan biri,
araba getirmek için köye doğru koşarken, dört kişi
Demircan'ın ölüsünü çadıra taşıdı.
Kerim Çelebi, ne yaptığını pek de bilmeden ölüyle beraber
gitmişti.
Orhan Bey, Pop Markos'u kalabalıktan biraz uzaklaştırdı:
— Bu iş kişisel bir mesele değil, Markos Baba. Yalnız
Demircan Ağayı öldürmemişler, babamın savaş atlarını da
çalmışlar.
— Demeyin!.. Kim yapmış olabilir bu kadar tehlikeli bir
işi?
— Anlayacağız. Var mı köylüden, iz sürmesini bilir birisi?
— İz sürmesini mi? -Pop Markos bir an durakladı, sonra
gülümsedi-: Bunu onlardan hangisine sorarsanız beni
gösterir!..
— Yok canım!..
— Gençliğimde merak edip öğrenmiştim. Bakalım unuttum
mu?
— Sizi yormayalım. Soyguncular Karacahisar toprağından
gelmişe benzer. Bilir misiniz bizim kabile damgasını
— Evet!
— Değerli hayvanların nallarına da kazıtırız. Kolaydır
izlerini sürmek
Pop Markos, sakin ama kesin karşılık verdi:
— Ben süreceğim Demircan'ımızı öldürenlerin izini
Karacahisarlı olduklarını nerden kestirdiniz?
— Okun ucundaki kara tüyden
Pop Markos gerçekten usta izciydi. Öldürme yerini, çayırı
kapısını, kuyunun çevresini gözden geçirdikten sonra güvenle
konuştu:
— İki kişi bunlar!Yaya gelmişler bataklıktan Hayvanları
çayırdan alıp ölünün yanına dönmüşler.
— Ne zaman öldürdüler öyleyse, atları çıkardıktan sonra
mı?
— Önce öldürseler Çadırdan başka bir şey alamadıklarına
göre, çayırdan sürüp gitmeleri gerekti.
Orhan Bey, Liya'nın başına da bir kötülük gelmiş
olabileceğini, ilk defa düşünerek durakladı. O zamana kadar,
Demircan'ın kadın gittikten sonra öldürülmüş olmasından
başka türlüsü aklına gelmemişti. "Oynaşırken mi vurdular
sakın! Düşmanın geldiğini sezememesi bundan mı?" Eğer
böyleyse, arkadan vurmanın kahpeliği yüz kat artıyordu. Elini
çaresizlikle yüzünden geçirdi. Aklı karışmış, körpe yüreğini
dehşet kaplamıştı.

Pop Markos, yerlere dikkatle bakarak duraklaya duraklaya


önden gidiyor, bir kısım erkekler, yetişkin kızlar,
Dönmezköy'ün hemen bütün çocukları, karmakarışık bir
küme halinde, on beş
yirmi adım papazlarının arkasından geliyordu.
Çatal sopası, kara cüppesi, Ortodoks papazlarının uzun kara
başlığıyla Pop Markos, başka dünyalardan inmiş, korkunç bir
öç alıcı gibiydi.
Batağa iki yüz adım kala, olup bitenleri gözleriyle
görmüşçesine anlattı:
— Dört hayvanla dönmüş bunlar Orhan Bey
Hayvanlardan birinin nalında sizin damga yok
— Liya hanımın bineği olmasın Ayrı gitmiş olmasın?
— Hayır. Dört hayvan beraber gidiyor. Üçünün binicisi var.
Biri boş
— Üçünün mü? İki kişi demiştiniz?..
— İki gelmiş, üç gitmişler.
— Sakın papaz efendi Bir an bakıştılar. Liya'dan bir
kötülük gelebilir mi?

Mevlana Takvimi

Dekart, Galile, Kopernik, Newton, Lavoisier, Kepler, Wright Kardeşler, Toriçelli, Kristof Kolomb, Vasco de Gama İçinizde bunları tanımayan var mı? İlkokuldan başlayarak tanımaya başladığımız bu yabancı bilim adamları tarih kitaplarına bakarsanız, birçok önemli buluşun “ilk” sahibi. Yüzyıllar önce Semerkant, Bağdat ve İstanbul’dan Latinceye veya Fransızcaya çevirilen bir çok kitaplar ilk bulan alimler göz ardı edilerek Avrupalı bilim adamları tarafından sahip çıkıldı. Mesela “Newton’dan yerçekimini “ilk bulan” kişi diye bahsederiz. Oysa yerçekimini ilk keşfeden, bilim adamı, pek tanımadığımız bir müslüman: Râzi’dir. Avrupa’da ilmî ve fikrî gelişmeler bu devrede de ilerlemiş, ancak henüz bunlar halka mal edilemediği ve sanayiye tatbik olunamadığı için, bu gelişmenin cihan tarihi çapındaki ehemmiyeti duyulamamıştır. Kilise, yavaş yavaş ilmi kontrolden vazgeçmeye başlamıştır. Ancak bilhassa İspanya gibi Katolik ülkelerde ilme karşı taassup devam etmektedir. Meselâ yılında İtalya’da Bruno, Kopernik nazariyesini (teorisini) neşrettiği için Engizisyon tarafından yakılmıştır (Pirenne, II, ). Otuz Yıl Savaşları, Hıristiyanları birbirine düşürerek, Avrupa’da bir şüphecilik havasının teşekkülüne yol açmış, bu, serbest düşünce yararına olmuştur. Rönesans, Arablar ve Bizans vasıtasıyle Avrupa’ya geçen ilim ve tefekkürü, umûmî istifâdeye sunmuştu. asırda müsbet ilimlere atlayarak meyvelerini veren bu akımın önüne geçmek, artık hiçbir kuvvet tarafından mümkün olamadı. Bununla beraber Kilise, müsbet bilginin, kendi batıl dinleri aleyhine bulunduğu iddiasından vazgeçmedi. Dekart, ’de Discours de la Methode’u yayınladı. Fransa’yı şahsı için tehlikeli bulan büyük mütefekkir, hürriyetin daha geniş olduğu Hollanda’da yaşamaya başladı ve Meditations’u neşretti. Diğer taraftan Viete, Türk asıllı Müslüman büyük bilgin Hârezmî’nin bulduğu cebir ilmini tam mânâsıyle Avrupa’ya tanıttı. Gene Müslümanların bulduğu trigonometri, Avrupa’da yayılarak müsbet ilimlerin gelecekteki gelişmelerine zemin hazırladı. (Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi)

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır