12 eylül 1980 ülkücü şehitler / 12 Eylül'de asılan ilk ülkücü Pehlivanoğlu'ydu

12 Eylül 1980 Ülkücü Şehitler

12 eylül 1980 ülkücü şehitler

Anılarda 12 Eylül

         

        [gid][/gid]

        12 Eylül darbesi “siyasi” içerikli bir edebiyatın doğmasına yol açmış; şiir, roman, hikâye, tiyatro ve anı/hatırat gibi edebî türlerde bu sürecin yansımalarını konu alan birçok eser üretilmiştir. Bu tür eserleri içerikleri ve yazarlarının ait oldukları siyasi kimlikleri itibarıyla “devrimci” ve “ülkücü” diye nitelendirmek mümkün görünmektedir. Bu yazıda, söz konusu darbenin “ülkücü edebiyat”a yansıması bağlamında “12 Eylül İşkencesinde Ülkücü Bir Gazetecinin Dramı”[1] ve “12 Eylül Zindanlarında Ülkücü Olmak”[2] başlığını taşıyan anı/hatırat türünde kaleme alınmış iki eserin incelemesi yapılmıştır. Bu eserler, darbe sürecini bizzat yaşamış ve mağduriyet görmüş yazarlar tarafından üretilmiştir.

         

        Anı, “Yaşanmış olayların anlatıldığı yazı türü, hatıra.”[3]biçiminde tanımlanır. Cemil Meriç ise “Hatırat smokinli fotoğraf çektirmektir. Tarihin karşısında poz alıştır. Hatıralar indî hükümler taşır, sübjektiftir.”[4]açıklamasını yapar. Buna göre anılar, olayların kişilerin zihinlerinde yer ettikleri şekliyle yapılan öznel aktarımlarıdır. Bu öznelliğe karşılık anı yazarları üstlendikleri toplumsal sorumluluk gereği diğer kurmaca eserlerdeki gibi hayali bir kurgulama yerine somut vakaya olabildiğince sadık kalmayı tercih ederler. Bu tutum anı türünü, edebî metin olmanın yanında tarihî bir vesikaya da dönüştürür. Böyle olduğu için tarih yazıcıları sık sık bu türden metinlerden yararlanırlar. Buna karşılık her sözel metnin geniş anlamıyla “edebiyat”ın sınırları dâhilinde olması bir yana, bu türden eserlerin bazıları aynı zamanda sanatlı metin olarak mülahaza edilir. Bu kapsamdaki metinlerin gerçeği değiştirmesi; “çarpıtması” söz konusu değildir; sanat, sunum biçiminde ve üslupta kendini gösterir.

         

        Anıların yazılmasının birden çok sebebi vardır. Bir sanatçının anı yazmasındaki temel amacın yine “sanat yapmak” olması güçlü bir ihtimaldir. Siyasi veya askerî bir şahsiyet tarafından yazılan bir anıda ise toplumsal mesaj verme kaygısının öne çıkması beklenen bir tutumdur. “Unutulma korkusundan kurtulmak; kişinin kaybolup gitmesine gönlü razı olmayacağı bir gerçeği ortaya koymak; yazma alışkanlığı içinde bulunmak; birlikte yaşadığı kişilerden kimilerine duyduğu hayranlığı belirtmek; tarih ve kamuoyu karşısında hesaplaşmak, pişmanlık duygularını anlatarak rahatlamak, bir çeşit günah çıkarmak; gelecek kuşaklara bir ders vermek; siyasal hasımlarını kötülemek ya da kendisini savunmak.”[5]biçimindeki bir tespit ise anıların yazılış sebeplerini en geniş çerçevede ifade eder.

         

         

        12 Eylül İşkencesinde Ülkücü Bir Gazetecinin Dramı

         

        Ülkücü edebiyat”ın bir ürünü olan bu eser, gazeteci Ali Bademci tarafından yazılmış anı türünde bir metindir. İlk gençlik yıllarından itibaren ülkücülüğe gönül vermiş; ’dan itibaren Hergün gazetesinin Adana sorumlusu olarak çalışmış; 12 Eylül’de tutuklanmış ve işkencelerden geçirilmiş; üç ayı aşkın bir süre tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılmış olan Bademci, sanat yapmaktan ziyade bir dönemin gerçeklerinin bilinmesi ve genç kuşaklara aktarılması amacı güden eserini yazma sebebini, kitabın “Giriş” kısmında şöyle açıklar:

         

        “Ülkemizin falakasını bizleri kullanmak isteyenlerin nafakasına tercih ettik. İşte elinizdeki bu küçük kitapçık genç sayılabilecek bir yaşta fikirleri için falakaya yatırılıp ayaklarından tavana bağlanan bir düşünce adamının yaşadığı gerçek hayat hikâyesidir. Bu yazılarda kitabın her tarafında bir hayat tecrübesi olarak serpiştirilen ve adeta kanunlaşması gereken ‘Ülkücüye Notlar’ göreceksiniz. ” (s. 11)

         

        Yazar satır aralarında gazetecilikle ilgili yaptığı çalışmaları ve darbe günlerine gelirken Türkiye’nin genel görünümüne dair izlenimlerini paylaştıktan sonra ’da yapılan Referandum’dan beri belli grupların ve kişilerin sıklıkla 12 Eylül’de işkenceye maruz kaldıklarını ifade ettiklerini belirterek, “Bana inat herkes olmayanları yazıyor da; ben veya biz neden olanları anlatmaktan imtina ediyoruz diye düşündüm.” (s. 35) sözleriyle eserini yazma sebebine dair açıklamada bulunur. Yazara göre, 12 Eylül’de en çok işkence görenler ve buna rağmen yaşadıklarını anlatmaya çekinenler ülkücülerdir. Bademci, bu hususta şu satırları yazar:

         

        “Şurası bir gerçektir ki eğer 12 Eylül sorgulamaları için kişi elden geçirilmişse, doğrudur ki 90’ı solcu 10’u ülkücüdür. Ama hemen veya kısa zamanda bırakılanların 99’u solcu ancak 1’i ülkücüdür. İşkence için de aynı yoldan gitmemiz lazımdır. Yani 12 Eylül gözaltı ve tutuklamalarında işkence görenlerin %’ü Ülkücü çok az bir kısım da solcu veya DDKO diye bilinen “Kürd” ayrılıkçılarıdır.” (s. 36)

         

        12 Eylül ’de tutuklanan Ali Bademci, Adana’daki 46 ülkücü sanıktan birisi olarak yargılanır. Ona atfedilen suç, kamuoyunu MHP lehine yönlendirmek ve Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’un öldürülmesi emrini Alparslan Türkeş’ten alarak olayın failine iletmektir. Bu suçlamalara karşılık yazar, ülkücü biri olarak MHP’ye ait olan bir gazetedeki faaliyetlerinin taraflı olmasından daha doğal bir şey olmadığını ve bunun bir suç olarak değerlendirilemeyeceğini; Cevat Yurdakul’un öldürülmesindeki rolü ile ilgili iddianın da gerçekle alakasının olmadığını; Alparslan Türkeş’le hiçbir şekilde Cevat Yurdakul hakkında konuşmadıklarını; suçlamaların asılsız olduğunu ifade eder. Buna rağmen yazar gün tutuklu kalmış ve sonunda suçsuz olduğu anlaşılıp serbest bırakılmıştır. Yazar bu gün boyunca fiilî ve psikolojik işkencelerden geçirilmiş; falakaya yatırılmış, askıya çekilmiş, hücreye kapatılmış; kendisine isnat edilen suçları kabul etmesi ve hazırlanan ifadeyi imzalaması için zorlanmıştır. O, bu arada diğer ülkücü arkadaşlarına yapılan işkencelere de şahitlik etmiş; işkencelere dayanamayanlarınsa işlemedikleri hâlde birtakım suçları üstlendiklerini görmüştür. Ali Bademci bu ilk tutuklamadan sonra da defalarca gözaltına alınmış; “Süleyman Ateş davası”ndan hükümlü olduğu yedi aylık hapis cezasından günün düşürülmesiyle 16 gün daha hapis yattıktan sonra serbest kalmıştır.  Fakat cezaevinden çıkmak yazar için bir kurtuluş olmamış; işsizlik ve maddi sıkıntılar da onun için başka bir işkence vesilesi haline gelmiş; o günlerden sonra bir daha gazetecilik yapmayarak hayatını fotoğrafçılıkla idame ettirmiştir.

         

         

        12 Eylül Zindanlarında Ülkücü Olmak

         

        Mehmet Kürşat tarafından yayımlanan bu eser “İşkence Tezgâhlarında Ülkü Yolcuları” ve “Darağacında Ülkücü Olmak” başlıklarını taşıyan iki ana bölümden oluşmaktadır. Anı derlemesi olarak ifade edilebilecek olan ilk bölümde “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası”nda yargılanan on sekiz ülkücünün, Kayseri Zincidere Askerî Cezaevi, Konya Dutlukır Askerî Cezaevi, Bartın Özel Tip Cezaevi, Bursa Özel Tip Cezaevi, Eskişehir Özel Tip Cezaevi, Selimiye Askerî Cezaevi, Kartal Maltepe Askerî Cezaevi, Mamak Askerî Cezaevi ve çeşitli emniyet müdürlüklerindeki gözaltı ve tutukluluk süreçlerinde maruz kaldıkları işkencelerle 12 Eylül darbesi hakkındaki düşünce ve değerlendirmeleri içerir. Eserin ikinci bölümünde ise 12 Eylül Darbesinden sonra idam edilen sekiz ülkücünün mektuplarına ve eğer varsa arkadaşlarının onlar hakkında aktardıkları anılara yer verilir. Eserin başında “Ülkücü Hareket-Komünizm İhtilalin Olgunlaştırılması” başlığını taşıyan giriş niteliğindeki kısım ise Mehmet Kürşat tarafından kaleme alınmış olup, 12 Eylül Darbesi’ne giden süreçte yaşanan olayların anlatılması ve “Ülkücü Hareket”in temel özelliklerinin belirtilmesiyle oluşturulmuştur.

         

        İlk bölümde, 12 Eylül darbesi yapıldıktan sonra “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası” kapsamında yargılanan ülkücülerden bir kısmı, tutuklanma anlarından başlayarak maruz kaldıkları işkenceleri anlatırlar. Bu anıların büyük benzerlikler göstermesi ve anlatılanların çoğunda aynı mekânlardan ve şahıslardan söz edilmesi dikkat çeker. Bu anlatımlara göre; darbeden sonra hızlı bir şekilde tutuklamalar başlamış; darbecilere göre, “12 Eylül öncesinde meydana gelen birçok olayın faillerinin bulunması ve ülkedeki anarşi ortamına son vermeyi” amaçlayan bu tutuklamalarda insanlık dışı uygulamalar ve işkenceler yapılmış; işkence altında imzalanan ifadelerle yeterli tanık ve delil olmamasına rağmen mahkemeler taraflı hükümler vermiştir. Eserde, anılarına yer verilen şahısların hemen hepsi tutuklandıkları andan itibaren şiddete maruz kalmıştır. Tutuklanıp araçlara bindirilir bindirilmez gittikleri yerleri ve kendilerine şiddet uygulayanları görmemeleri için siyah bezlerle gözleri kapatılan tutuklular, daha arabalardayken dövülmeye başlanmıştır. Gözaltı süresince gözlerdeki siyah bezlerin çıkarılmasına müsaade edilmemiş, işkence yapan kişilerin görülmekten çekindikleri belirtilmiştir. Sorgulama başlar başlamaz işkenceler de başlamış, tutuklulardan daha önce hazırlanmış ifade metinlerini imzalamaları istenmiştir. Böylece 12 Eylül öncesinde meydana gelen olayların suçlularının yakalandığını kamuoyuna duyurmak amaçlanmıştır:

         

        “Sordukları sorulara nasıl olursa olsun kabul eder mahiyette cevap vermek gerekiyordu. Zira asıl gayeleri sordukları olay hakkında bilgi edinmek değil, her olaya bir fail bulmaktı. Suçlu olup olmamak onlar için önemli değildi. Devleti yönetenler, darbe ile yönetimi ele geçiren güçlerin mantığı olayların faillerinden ziyade her olaya bir sanık bularak halka, işte biz bütün olayları yapanları yakaladık imajı vermekti.” (s. 27)

         

        İşkenceye daha fazla dayanamayan bazı ülkücüler kendilerine verilen ifade metinlerini imzalamışlardır. Fakat bu da işkencelerin son bulması için yeterli görülmemiş, suç ortakları ve olaylarda kullanılan suç aletlerinin de ortaya çıkarılması istenmiştir.

         

        12 Eylül tutuklularına yapılan muameleler genel anlamıyla işkence sözcüğünde karşılığını bulmasına rağmen bu işkencelerin nasıl yapıldığı da eserin önemli bir kısmını teşkil etmektedir. Falaka, elektrik verme, çarmıha germe, banyo işkencesi gibi adlar verilen bu işkenceler, uzun yıllar unutulmayacak derin acıların da sebebi olmuştur. Tutuklananlar başlangıçta uzun süre ayakta kalmaya zorlanmış; oturma girişiminde ise nöbetçi askerler tarafından engellenmiştir. Yüzü duvara döndürülen tutukluların ellerini olabildiğince yukarıya kaldırarak duvara tutunmaları, tek ayaklarını da kaldırmaları sıklıkla uygulanan bir işkence yöntemi olmuştur. Hem uykusuzluk hem de maruz kalınan diğer işkenceler sabrın sınırlarını zorlamış, psikolojik anlamda da yoğun bir işkence söz konusu olmuştur:

         

        “Orada 15 gün kaldım ve bu süre içerisinde bir kapının demir parmaklıklarına kelepçeli olarak ayakta bekletildim. Oturmak ne kelime, duvara dahi yaslanamadım. Dalıp uyuyacak olup yere doğru oturmaya kalktığımda bileğimi yara eden kelepçenin verdiği dayanılmaz acıyla ayağa fırlıyordum. Ayakta uyumayı orada öğrendim, dile kolay, geceli gündüzlü on beş gün ayakta durmak.” (s. )

         

        Falaka, tutuklunun yere yatırılarak ayaklarına sopayla defalarca vurulması şeklinde gerçekleştirilmiştir. Fakat sorgu sırasında atılan falakadan sonra sivri uçlu sopalarla ayakların altını çizmek ve kanatmak; falakadan sonra mahkûmun zıplamasını isteyerek acısını kat kat arttırmak da yapılan uygulamalar arasındadır.

         

        Çarmıha gerilmek olarak adlandırılan işkence yöntemindeyse tutuklunun elleri uzunca bir sopaya bağlanır ve bu sopa iki dolap üzerine koyularak kişinin asılı kalması sağlanır. Bu şekilde uzun süre kalıp vücudu kasılan kişiye elektrik verildiği ve coplarla vurulduğu da belirtilmektedir:

         

        “Havada asılı kalmıştım, kollarım koparcasına vücudum gerilmişti. Çarmıh denilen işkence türünü uyguluyorlardı; havada, boşlukta duruyordum. Aradan geçen dakikalar sonrasında canım çok yanmış, bağırmaya başlamıştım. Ellerindeki coplarla vücuduma vuruyorlar, küfür ediyorlar, direncimi kırmaya çalışıyorlardı. Burada iki saat kalmıştım, o iki saat aylar gibi gelmişti. Bayılacak duruma gelince yere indiriyorlar, ayılınca tekrar çarmıha geriyorlardı.” (s. 69)

         

        Tutuklulara sorgu sırasında yapılan işkencelerden biri de banyo işkencesi olarak anlatılır.

         

        “Banyo işkencesi… Burada insanın kafasına torba geçirilir, vücudu tamamen ıslatılır ve dövülür. asker, başlarında bir subay olarak yapılan bu işkence sonrasında insan oturamaz, konuşamaz, yatamaz, yiyip içemez. Ancak bir hafta sonra normale doğru yol alır.” (s. ) şeklinde ifade edilen bu işkenceyle de tutukluların bütün uzuvları zarar görür.

         

        Vücuda elektrik verme ise yapılan işkenceler arasında en acımasız olanıdır. Tutuklular bu işkence sırasında çırılçıplak soyulmuş olmalarından dolayı utanç duyduklarını belirtmekte; bunun yanında da elektrik şokuyla tarifsiz acılara maruz kalmaktadır:

         

        “Sorgu odasına sokulduğumda bir tekme ile kendimi yerde buldum. Hemen kaldırıp kayışlarla bağlayıp kafama bir kapşon geçirdiler, sadece parmağıma demir bir halkanın geçirildiğini hissettim. Göğsüme bir polis oturdu, elindeki kabloyu dişlerime, dilime, gözkapaklarıma, kulak memelerime değdirmeye başladı. Bu işkencenin ne kadar sürdüğünü bilmiyordum; ama her uzvuma dokunuşunda içim çekiliyor, her tarafımı titreme alıyordu.” (s. 90)

         

        Tutuklular sorgu odalarında yapılan işkencelerden sonra mahkemelerde yargılanarak cezaevlerine gönderilmişlerdir. Cezaevleri de işkencenin devam ettiği yerler olarak görülmektedir. Askerlerin görev yaptığı cezaevlerinde, er olsalar dahi her askere ‘komutanım’ diye hitap edildiği ve onların mahkûmlar üzerinde baskı kurdukları belirtilmiştir. Mamak Askerî Cezaevi 12 Eylül döneminde işkence denildiğinde ilk akla gelen yerlerden birisidir. “Mamak’ta görev yapanlar özellikle seçiliyordu. Cahil, sadist ve psikolojik sorunları, kaprisleri, kompleksleri olan kişileri… Asker, astsubay, subay hepsi de inanın kişilikleri bozuk kişilerdi…” (s. 97) şeklinde Mamak’ta görev yapanlar anlatılmış; onların yaptıkları işkencelere herhangi normal insanın katlanamayacağı belirtilmiştir.

         

        Mamak Cezaevine getirilen mahkûmlar daha ilk andan itibaren şiddete maruz kalmış ve burada insanlık dışı uygulamaların muhatabı olmuşlardır: “Cezaevine geldiğimizde cephede düşmana saldırır gibi askerler tutuklulara saldırdılar. Ellerindeki copları neremize gelirse gelsin vurmaya başladılar.” (s. ) şeklinde ifade edilen cezaevine girme, cezaevi girişindeki “kafes” adı verilen dört tarafı da demirlerle çevrili yere konulmakla devam etmektedir. Kafeste saçları kesilen ve sağlık muayenesi yapılan mahkûm üç gün ile on beş gün arası bir süre burada kalmakta, askerlerin copla saldırmalarına ve sözlü hakaretlerine maruz bırakılmaktadır.

         

        Kafes cezasından sonra mahkûmlar koğuşlara alınmakta, burada askeri nizama uymak zorunda bırakılmaktadır. Koğuşlar alabileceklerinden çok daha fazla kişiyle doldurulmuş, mahkûmlar yataklarda iki ya da üç kişi yatmak zorunda bırakılmıştır. Mahkûmlara az miktarda yemek verildiği; bunun yanı sıra yemeklerden mutfakta olması imkânsız olacağı düşünülen toprak, çivi, çorap gibi nesnelerin çıktığı belirtilmiştir. Bu kısıtlı imkânların yanı sıra dayak olayları devam etmiştir. Sabah altıda kalkan mahkûmlar, koğuş dışına tek sıra halinde sayıma çıkmakta, bu arada karşılıklı olarak koridora dizilen askerlerin arasından coplanarak geçirilmektedirler. Sayım sırasında mahkûmlar başlarını askerleri göremeyecek şekilde yukarı kaldırmak ve olabildiğince yüksek sesle sayıma iştirak etmek zorunda bırakılmaktadırlar. Bu arada koğuş araması şeklinde mahkûmların eşyaları askerler tarafından yelere saçılmakta ve üzerine basılmaktadır. Bu koğuş arama olayının mahkûmların koğuş dışında olduğu her sefer yapıldığı ve bunun da günde üç kere olduğu belirtilmektedir.

         

        “Yatışlar dahi nizami idi. Hazır olda yatıyor, uyurken esas duruşu bozanlar uyandırılıyor ve nöbetçi asker tarafından cop vurularak cezalandırılıyordu. Sabahtan akşama kadar ise kırk beş dakika eğitim, on beş dakika istirahat ile geçiyordu. İstirahat dediğim, daima diz çökerek oturmaktan ve bir sigara içmekten ibaretti.” (s. 85)

         

        Bu fizikî işkencelerin yanında bir de eğitim işkencesi vardır. Eğitim; silahsız olarak yapılan askerî talimler, Atatürk ilke ve inkılâpları hakkında bilgi veren kitapların okunması, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nin, İstiklâl Marşı’nın on kıtasının ve çeşitli askeri marşların ezbere okunmasını içermektedir. “Toplu namaz kılmak, tespih çekmek, namaz takkesi takmak, seccade bulundurmak yasaktı. Aramalarda böyle bir şey bulurlarsa anında cezayı keserlerdi.” (s. ) şeklindeki yasakların da cezaevi kuralları arasında bulunduğu belirtilmekte, mahkûmların sürekli gözlem altında tutulduğu ifade edilmektedir.

         

        “12 Eylül Zindanlarında Ülkücü Olmak”ta anılan işkencelerden biri de “karıştır-barıştır” yöntemidir. Bununla kastedilen devrimcilerle ülkücülerin aynı koğuşlara konmasıdır. Bu yöntemi uygulayanlar, sözde bu görüş sahipleri arasında barış sağlamak istemiştir. Oysa çoğunlukla durum böyle olmamış; cezaevlerinde karşı görüşteki kişiler arasında çıkan çatışmalarda sakat kalanlar, hatta ölenler olmuştur.

         

        “Koğuşlar, boş; hücreler, tecritler doluydu. Geride ölen, sakat kalan birçok kişi kaldı. İşte ‘Karıştır-Barıştır’ formülünün sonucu… Bu planın birçok boyutu olmasına rağmen ben iki tespitimi aktaracağım. Bu planın gayesinden biri, acaba cezaevi şartları bu gençliğin dinamizmini ve radikal tavrını törpüleyebilir mi? İkincisi, cezaevlerinde devamlı bir şeylerle meşgul olsunlar, yeter ki kitap okumasınlar, eğitim faaliyetlerinde bulunmasınlar.” (s. 64)

         

        Anılarını anlatan ülkücülerden bir kısmı bu “karıştır-barıştır” uygulamasının siyasi tavırlarını netleştirdiğini, görüşlerinin daha sağlam temeller üzerine oturmasını sağladığını belirtmiş olsa da genel kanaat bu uygulamanın kasıtlı olarak yapıldığı ve bu şekilde cezaevinde de çatışmaların körüklendiği yönündedir.

         

        12 Eylül darbesinden sonra tutuklananlara yapılan işkencelerin sebepleri düşünüldüğünde Ahmet Ercüment Gedikli’nin anılarını anlattıktan sonra yer verdiği şu tespit önemlidir:

         

        “Ne yapılmak isteniyordu? Uygulanmaya çalışılan, Kore savaşı sırasında kuzeylilerin esir aldıkları Amerikalı askerlere uyguladığı ve daha sonra CIA uzmanlarınca geliştirilen beyin yıkama metotlarının acemice bir kopyasıdır. Gaula metodu adıyla NATO talimnamelerinde yer alan bu işlem; öncelikle esirlerin gecesi gündüzüne karıştırılarak şiddet uygulama, aşağılama, ses şoku, slogan tekrarı esasına dayanır. Bu işlemlerin tamamı askeri cezaevlerinde fazlasıyla uygulandığı halde en önemli faktör olan zamanı unutturma gerçekleştirilemediğinden beyin yıkama operasyonu başarısızlıkla sonuçlanmıştır.” (s. )

         

        Nitekim 12 Eylül darbesinden sonra sorgu odalarında ve cezaevlerinde mahkûmların maruz bırakıldıkları şartlar beyin yıkama metodu olarak nitelendirilen uygulamalarla birçok yönden örtüşmektedir.

         

        Eserin “Darağacında Ülkücü Olmak” başlığını taşıyan ikinci bölümünde, 12 Eylül sonrasında yargılanarak idam edilen sekiz ülkücü şehit ile ilgili olarak aile ve arkadaşlarının anılarına ve onların bıraktıkları mektuplara yer verilmiştir. Ailelerin idam kararını öğrenmesi, infazın gerçekleştirilmesi ve cenaze işlemleriyle ilgili olan anılar anlatılmış, idamlardan sonra duyulan üzüntüler dile getirilmiştir. Ali Bülent Orkan ve Fikri Arıkan ile ilgili olarak aynı cezaevinde tutuklu bulunan Yusuf Ziya Arpacık’ın anılarına yer verilmiştir. İdam edileceklerin hücrelerde yalnız bırakıldığını belirten Arpacık, Ali Bülent Orkan hakkında şu sözleri söylüyor:

         

        “Hey, asker ağa, bir baksan, diye kapıdaki yüzbaşıya seslenerek mitolojik bir çıkış yapıyor ve günlük sakal tıraşının mecbur olduğu o işkence günlerinde bir haftalık sakalı ile üç adım hücre voltası atarak havalı havalı yürüyordu… O sanki idam mahkûmu değil de ilahi bir celsenin hâkimiydi…”(s. )

         

        Fikri Arıkan’ın ise idama sevinçle gittiğini, beraber yargılandığı arkadaşı Eyüp’ün idamdan kurtulması haberini cezaevindekilere sevinçle duyurduğunu belirtmiştir. Şehitlerin mektuplarında ise ailelerine ve dava arkadaşlarına nasihatleri, idam kararlarının kendilerini üzmediği ve ailelerinin de bu karardan dolayı üzülmemelerini istedikleri yer almaktadır.

         

        “12 Eylül İşkencesinde Ülkücü Bir Gazetecinin Dramı” ve “12 Eylül Zindanlarında Ülkücü Olmak” başlıklı eserler tarihin belli bir dönemine ışık tutma, o dönemde yaşananların unutulmasının önüne geçme iddiasını taşırlar. Anlatılanların üzerinden zaman geçmesi, yazarın geçmişte yaşadıklarını farklı yorumlaması ya da yaşananların bir kısmının unutulması gibi nedenlerden dolayı anılar, tamamıyla nesnel metinler değildir. Anılar tarihe kaynaklık eder; fakat daima belgelere dayanmaz ve zaman zaman öznel yargılara da yer verilebilir. Yukarıda da değinildiği gibi sanatlı edebî metin hüviyeti de taşıyabilen bu metinlerde zaman zaman estetik endişenin somut gerçeğin önüne geçmesi ihtimalinin de göz önünde tutulması gerekir. Sanatlı metinler hakkında Berna Moran, “Bir edebiyat eseri [bu] olumlu yan etkileri açıkça ders vererek değil, çeşitli kişileri çeşitli durumlarda canlı olarak önümüze koymakla daha iyi meydana getirir. Öyleyse bir eserin yararlı yan etkileri olabilmesi için ilk önce başarılı bir sanat eseri olması şarttır.”[6]ifadelerini kullanır. Edebî eserin “okuyucunun ahlaksal, politik alanlardaki ufkunu genişletme, deneyimlerini arttırma, düşünme yeteneğini kamçılama ve olgunlaştırma”[7]gibi yan etkilerinin ise başarılı bir sanat eseri olmasıyla ilişkili olduğunu söyler. Gerçeği anlatma iddiasından yola çıkan anılarda sanatkârane tutum daima sınırlandırılsa da estetik haz yaratma iddiasından bütünüyle azade olmadığı muhakkaktır. İnceleme konusu eserlere bu açıdan bakıldığında şu tespitlere ulaşılmıştır:

         

        “12 Eylül İşkencesinde Ülkücü Bir Gazetecinin Dramı” adlı eser yazarın tutuklanması ve işkence görmesiyle bağlantılı olaylarla başlar ve 12 Eylül darbesinden sonra hapiste yaşadıkları, yargılanması ve serbest bırakılması süreçlerini içerir. Yazar, gençlik yıllarından başlayarak iş hayatını ve siyasi faaliyetlerini kronolojik düzen içinde ve on bir bölümde anlatır. Eserin “Hayat Devam Ediyor” başlıklı on ikinci bölümü ise anı türünün kapsamında değerlendirilemez; yazarın günümüz Türkiye’si hakkındaki görüş ve düşüncelerinden oluşur.

         

        Ali Bademci, sadece anılarını sunmakla yetinmez; zaman zaman okuyucuya da hitap ederek onları düşünmeye davet eder.

         

        “Adana’da zamanın Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’un polis müdürü veya âmirleri bir gece İnşaat Meslek Lisesi lojmanında birlikte oturan ve ülkücü olarak bilinen sekiz öğretmenin evinde arama yapar, fakat suç unsuru bir şey bulamazlar. Öğretmenlerden ikisi polis baskınından kuşkulanır ve geceyi geçirmek üzere başka mekânlara giderler. Korkulan başa gelir ve sabaha karşı 6 ülkücü öğretmen hunharca katledilir. Sıkı durun, aradan zaman geçer bu sefer aynı okulun 16 yaşındaki ülkücü öğrencisinin Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul cinayetinde adı geçer ve 12 Eylül’de tutuklanarak 12 yıl içerde yatar. Yani şimdi bu sıralı olaylar hep tesadüf mü? Tabii ki tesadüf değil ve millet bile bile birbirine kırdırılmıştır.” (s. 35)

         

        Alıntıda “sıkı durun” diye hitap edilen; soru yöneltilerek düşünmeye sevk edilen kişi okuyucudur. Eserde sıklıkla karşılaşılan bir başka durumsa yazarın güncel konularla geçmişi bağdaştırması ve birtakım yorumlarda bulunmasıdır. Bu uygulamalar eserin ideolojik bir metin gibi algılanmasına neden olmakta, anlatılanlarda estetik kaygılardan çok siyasi söylemler ağır basmaktadır.

         

        Ali Bademci, anılarını kısa cümlelerle, daha sonra konu hakkında öğrendiği diğer bilgileri de ekleyerek aktarır. Özellikle şahısların fiziksel özelliklerinin anlatımında sıfatlardan yararlanılır. Yazar, eserinde siyasi anılarının dışında ailesi ve arkadaşları ile yaşadıklarına da yer verir:

         

        “İfadeden çıkınca çok yakınlarda, bayramdan beri görmediğim anamın sesini duyar gibi oldum. Kendi kendime acaba rüya mı görüyorum diye düşünürken bu sefer babamın da ‘Fatma beni bekle.’ dediğini işittim. ‘Anne-Baba!’ dedim ama görevli beni kaldığımız nezarete iteleyerek kapıyı kapattı. Ses az çok duyuluyordu; gerçekten boyu ’yi geçmeyen anam sigara da içmediği için bir çırpıda bilmem kaç kat çıkmış, ’lık babam kilosu da olmamasına rağmen günde iki tabaka tütün içtiği için alt merdivenlerde kalmıştı. Onun için işte biraz da dağlı kafası ile anama kızıyordu.” (s. 67)

         

        Görüldüğü gibi yazar, olayları birtakım yorumlarla zenginleştirme yoluna gitmiştir. O, olaylarla birlikte duygularını da aksettirmek, böylece okuyucuyla fikir birliği sağlamanın yanında duygusal bir bütünlük yaşamak istemiştir. Yazarın bu tutumu, anlatımı akıcı hale getirmenin yanı sıra okuyucunun eserle özdeşlik kurmasını sağlamak, böylece estetik haz yaratmak amacı güder.

         

        Mehmet Kürşat’ın hazırladığı “12 Eylül Zindanlarında Ülkücü Olmak” eseri ise on sekiz kişinin anılarına dayanır. 12 Eylül sonrasında ülkücülere yapılan işkenceleri ortaya koymak amacıyla yazılan bu anıların yazarları farklı olmasına rağmen estetik haz yaratma konusunda bu eserde de benzer bir tutumla karşılaşırız. Eserdeki anıların tamamı, yazarının tutuklanmasından başlayarak serbest bırakılmasına kadar geçen sürede gördüğü işkenceleri anlatmasına dayanır. Yazarlar, ideolojik söylemlerde bulunmaktan sosyal ve siyasi yorumlar yapmaktan çekinmezler.

         

        “Demokrasiden yana, Türkiye’nin bağımsızlığını rehber edinmiş Türk insanına özgürlüğü vermiş olan Atatürk bunları görse bir dönemin gençliğini yok etmeye çalışan bu sahte Atatürkçüleri, Yunan’ı denize döktüğü gibi yine denize dökerdi.” (s. 47),

         

        “Koğuşa verildiğimde ülkücü ve sol görüşlü kişilerin aynı koğuşta, karışık olarak tutulduklarını gördüm. Anlaşılan ihtilal öncesi oynanan oyun cezaevlerinde de düşünce sahibi kişilerin birbirlerine zarar vermeleri hesaplanarak karıştır-barıştır uygulaması adı altında devam ediyordu.” (s. ),

         

        “Rejimin bizleri bu işkence, haksızlık, adaletsizlik zincirinden geçirmesinin tek bir sebebi vardı, Ülkücü Hareket’in Türk milleti ve Türkiye için çözüm üreten kendi kimliği ile demokratik yönetime talip alternatif bir sistem getirmek istemesidir.” (s. )

         

        Eserden alıntılanan bu pasajlar farklı yazarlar tarafından kaleme alınmıştır ve hepsinde de fikirler doğrudan okuyucuya aktarılmak istenmiş; herhangi bir estetik kaygı güdülmemiştir. Bu tutum, anlatıcıların edebî bir eser oluşturma endişesi taşımaktan çok tarihe tanıklık etme isteğinden kaynaklanır. Yazarın/anlatıcının okuyucuyla konuşması; okuyucuya hitap etmesi “12 Eylül Zindanlarında Ülkücü Olmak”’ta da karşılaşılan bir durumdur. “Emin olun, işkence sırası beklemek en korkunç işkencelerden birisidir.” (s. 80),“Sizlere uydurma bir senaryo ile idam cezası almama sebep olan olayı anlatmak istiyorum.” (s. ), “Anlayacağınız ben hâlâ gözaltında tutuluyordum.” (s. ) Bu alıntılarda da görüleceği gibi okuyucuyu bilgilendirme ve kendisine inandırma amacı güden anlatıcılar bilinçli bir biçimde konuşma dilini tercih ederler.

         

        Bu anıların sunumunda düzenli fiil cümlesi ağırlıklı bir gramatikal tercihten de söz etmek mümkün görünmektedir. Bu tutumun olay ağırlıklı içerikle ilişkisi bir yana anlatıma hareketlilik kazandırdığı; estetik haz yaratıcı unsurlardan olan heyecan duygusunun yükselmesine yol açtığı bir gerçektir. Cümle yapısıyla ilişkili bir diğer husus olarak da eksiltili ya da üç nokta ile bitirilen cümlelerden sık sık yararlanılmasıdır. Bu tür cümleler okuyucunun muhayyile gücünü hareket geçirerek zaman zaman edebî haz yaratmada önemli bir işlev görebilir. Burada da bilhassa cezaevleri anlatılırken bu tür cümlelere başvurularak bu işlevden yararlanılmak istenmiştir.

         

        “Orası için kin, nefret, intikam tohumları eken bir çiftlik diyebilirim. Maddi ve manevî her türlü gizliliklerin, çirkefliğin, rezilliğin yapıldığı bir yer… Millî ve dini değerlerin ayaklar altına alındığı, saygı, sevgi ve hürmet gösterilmesi gereken değerlere fiili ve sözlü hakaret ve tecavüzün edildiği yer…” (s. )

         

        Yazarın ve anlatıcıların mekân ve şahıslarla ilişkili tasvirî ögelere yer vermesi de bir anlatım özelliği olarak karşımıza çıkar. Tasvir, görme duyusuna hitap eden okuyucuyu metne bağlamada sık sık yararlanılan bir tekniktir. Estetik hazzın kaynaklarından biri, okuyucunun metinle özdeşlik kurması olduğu için tasvirler böyle bir işlev görürler. Burada da yazar bu bilinçle hareket etmiş görünür ve sık sık bu tasvirî ögelerden yararlanır.

         

        “Odanın içerisinde sol tarafta yüzleri duvara dönük, şahadet parmakları yukarıya doğru kaldırılmış, duvara dayalı vaziyette, gözleri bağlı, tek ayaklarının üzerinde duran üç kişi bitkin bir vaziyette duruyordu. Aynı odanın içerisinde sağ tarafta gözleri bağlanmış bir bayanın diğer üç kişi gibi durduğunu fark ettim.” (s)

         

        “Mamak Askerî Cezaevi’ne demirden bir nizamiye kapısından geçilerek girilir. Çevre yüksek duvarlarla, tel örgülerle çevrilidir. Duvarların iç tarafları ve blokların arası mayın döşelidir. Çelik kuleleri, projektörleri adım başı rastlanan silahını çaprazlama tutan nöbetçileri, kurt ve kangal köpekli devriyeleri, duvarların üzerindeki otomatik silahlı askerleriyle garip bir yerdir Mamak…” (s. )

         

        “On İki Eylül Zindanlarında Ülkücü Olmak” eserinden alıntılanan yukarıdaki pasajlar birer tasvir örneğidir. Anlatıcılar, yaptıkları bu tasvirlerle okuyucunun anlatılanları gözünde canlandırmasını sağlamıştır. Böylece de okuyucunun mekânlar ve olaylar arasında bağ kurması kolaylaşmıştır.

         

        Anı/hatırat Eski Yunan çağından beri bilinen bir yazı faaliyetidir. Bizim edebiyatımızda bilhassa Tanzimat senelerinden itibaren yaygınlaşmış olup siyasi ve edebî nitelikli birçok anı kaleme alınmıştır. Anı yazmak insani bir ihtiyacın; hafızayı diri tutma, kalıcı olma isteğinin de bir yansımasıdır. Siyasi anılar, yazanın yaşadığı kişisel tecrübelerle birlikte devrinin şartlarını gelecek kuşaklara aktararak tarihi doğru okumaya, geleceği biçimlendirmeye hizmet etmek amacı güderler. Edebî anılar ise bir sanat faaliyeti olarak okuyucusunda estetik haz yaratmayı öncelikli hedef olarak görür. 12 Eylül darbesi etkileri, hâlâ devam eden bir tarihsel sürecin başlangıcı olarak Türk milletinin hafızasında derin izler bırakmıştır. Bu zulüm çağının tanıklarının anı yazması kaçınılmaz bir olgudur. İnceleme konusu iki eser bu kaçınılmazlığın bir sonucu olarak ortaya çıkmış ve darbenin yarattığı bireysel ve toplumsal travmaları “ülkücü edebiyat” bağlamında dile getirmiştir.

         

         


        


        

        [1] Ali Bademci, 12 Eylül İşkencesinde Ülkücü Bir Gazetecinin Dramı, Ötüken Neşriyat, İstanbul


        

        [2] Mehmet Kürşat, 12 Eylül Zindanlarında Ülkücü Olmak, Hoşgörü Yayınları, İstanbul


        

        [3]Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara , s


        

        [4] Halil Açıkgöz, Cemil Meriç ile Sohbetler, Seyran Yayıncılık, İstanbul , s. 17 (Alıntılayan: Muzaffer Çandır, Türk Edebiyatında Hatıra Türü ve Samet Ağaoğlu’nun Hatıra Kitapları).


        

        [5] İbrahim Olgun, Anı Türü ve Türk Edebiyatında Anı, Türk Dili Anı Özel Sayısı, s. (Alıntılayan: Muzaffer Çandır, Türk Edebiyatında Hatıra Türü ve Samet Ağaoğlu’nun Hatıra Kitapları).


        

        [6]Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Cem Yayınevi, İstanbul , s.


        

        [7]age, s.

Alperen Aydın


MUSTAFA PEHLİVANOĞLU’NUN ŞEHADETİ Mustafa Pehlivanoğlu, 12 Eylül darbesinden sonra idam edilen ilk ülkücüdür. Ankara'nın Balgat semtinde oturuyor olup 22 yaşındaydı. Ülkücülük suçundan ceza evine girmiş ve idam cezasına mahkum edilmişti. 12 Eylül cuntası tarafından, idam edilmesi için verilen emir, 7 Ekim tarihinde Ankara merkez kapalı Cezaevi'nde yerine getirildi ve sabahın erken saatlerinde asılmak suretiyle şehit edildi. Cenazesi, Ankara Karşıyaka Mezarlığına defnedildi.

CEVDET KARAKAŞ’IN ŞEHADETİ Elazığ'lı olup 21 yaşındaydı. Ailesi ile birlikte Almanya'da bulunuyorken, Türkiye'ye vatanına dönmüştü. Elazığ'da cereyan eden bu olaya adı karıştığı için tutuklandı ve 12 Eylül Mahkemelerinde yargılanarak idam cezasına çarptırıldı. 4 Haziran günü sabahın erken saatlerinde Elazığ kapalı ceza evinde asılarak şehit edildi.

İSMET ŞAHİN’İN ŞEHADETİ: Trabzon'da doğup, büyümüş…  Evli ve 7 çocuk sahibiydi. Milliyetçi-Ülkücü kimliği ile İstanbul’da ayakta kalmaya çalışıyordu. Oturduğu semtte komünistler tarafından tuzağa düşürülmüştü. Polis ve askerlerle çatışan komünist militanların arasında kalmıştı. Bu arada bir askerimiz şehit olmuştu. Askerimizi vuran meçhul kalmıştı. Bu çatışmada arada kalan İsmet Şahin’de olayın sorumluları arasında emniyete alınmıştı.
Bu fırsatı kaçırmayan komünistler; İsmet Şahin bizdendir, askeri o vurdu diyerek iftira atmış ve Ülküdaşımız bu ağır zan altında kalmıştı.
İsmet Ülküdaşımıza en ağır gelen şey; Bir Türk askerini vurmakla itham edilmesiydi. Hiçbir zaman bunu kabul etmedi. Ne acıdır ki İsmet Şahin bu ağır iftiranın neticesinde 20 Ağustos ’de idam edilecekti.

FİKRİ ARIKAN’IN ŞEHADETİ: Çorum’un Alaca kazasından olup 32 yaşındaydı. Ankara Türközü Bademlidere semtinde oturuyordu. Ankara’da cereyan eden bir takım olaylara karıştığı iddiasıyla tutuklanarak Mamak Askeri Cezaevi’ne kapatılmıştı. Yargılandığı 12 Eylül mahkemelerinde “idam”ına karar verildi. 27 Mart günü, sabahın ilk saatlerinde Mamak Cezaevi’nde asılarak şehit edildi. Cenazesi, Ankara Karşıyaka Mezarlığı’na defnedildi.

CENGİZ BAKTEMUR’UN ŞEHADETİ: Malatya'nın Doğanşehir ilçesine bağlı Polat köyünden olup 20 yaşındaydı. Ailece, Doğanşehir'de Yeni Belediye Garajı'nın yakınında oturuyorlardı. Liseyi yeni bitirmişti. Doğanşehir'de meydana gelen bir olaya adı karıştığı için tutuklanıp cezaevine kapatıldı ve 12 Eylül Mahkemeleri'nde yargılanarak idama mahkum edildi. 2 Mayıs günü sabahı Elazığ kapalı Cezaevi'nde asılarak şehit edildi.

ALİ BÜLENT ORKAN’IN ŞEHADETİ: Aslen Bolu Mudurnu’lu olan Ali Bülent Orkan, Ankara’nın Etlik-Aşağı Eğlence semtinde oturuyordu. İncirli Lisesi’nde gece bölümü öğrencisiydi. öncesi meydana gelen bazı olaylardan dolayı yargılandığı 12 Eylül mahkemelerinde idam cezasına çarptırıldı. Kapatıldığı Mamak Askeri Cezaevi’ndeki ölüm hücresinden sabaha karşı alınarak götürüldüğü Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nin infaz bahçesinde 13 Ağustos günü, sabaha karşı asılarak şehit edildi.

AHMET KERSE’NİN ŞEHADETİ: Gaziantep'in Oğuzeli ilçesine bağlı Hacar (Yeşildere) köyündendi. Gaziantep Eğitim Enstitüsü’nde okuyordu. yılı Şubat ayında, polisler tarafından Kilis’te yakalanarak gözaltına alınıp bir ay süreyle işkence yapıldı. Çıkarıldığı 12 Eylül mahkemelerinde, bütün şahitlerin, aleyhine ifade vermedikleri için tutuklandıkları bir yargılamadan sonra, 8 Temmuz tarihinde idam cezasına mahkum edildi. 25 yaşındayken, tutuklu bulunduğu Gaziantep Cezaevi’nin infaz bahçesinde tarihinde sabaha karşı asılarak şehit edildi

HALİL ESENDAĞ’IN ŞEHADETİ: Manisa'nın Gözlet köyündendi. 21 yaşında olup evliydi. Bir takım olaylara karıştığı iddiasıyla polisler tarafından yakalandı. Tutuklandıktan kısa bir süre sonra, 12 Eylül Mahkemeleri tarafından mahkum edildi. 3 Haziran tarihinde, hakkındaki idam cezasını sabaha karşı infaz edildiğine dair Radyo ve TV'den yayın yapılmasına rağmen, polisler tarafından cezaevinden alınıp Emniyet Müdürlüğü'ne götürüldü. Burada, "itiraf" etmesi için iki gün boyunca akıl almaz işkenceler yapıldı ve 5 Haziran günü Buca Cezaevi'ne geri getirilip, sabahın ilk saatlerinde asılarak şehit edildi.

SELÇUK DURACIK’IN ŞEHADETİ: 22 yaşındaydı. Ailece, Manisa'nın Turgutlu ilçesinde oturuyordu. Polisler tarafından arandığını öğrenince kendiliğinden giderek emniyete teslim olmuş fakat, yargılandığı 12 Eylül adaleti dağıtan İzmir 2. No’lu Askeri Mahkemesi tarafından idam cezasına çarptırılmıştı. 5 Haziran 'de Buca Kapalı Cezaevi'nde sabaha karşı asılarak şehit edildi.

Başbuğ Alparslan Türkeş'in Hayatı

Başbuğ Alparslan TÜRKEŞ

Yıl Orta Anadolu'da, Kayseri'nin, Pınarbaşı ilçesi'nin Yukarı Köşkerli Köyünde meskun Avşar Obalarından Koyunoğlu ailesi bir toprak meselesi yüzünden kavgaya girişince Sultan Abdülaziz'in fermanıyla Kıbrıs’a sürgün edilir.

Yıl ve Kasım’ın 25'i, öğle vakti.. yer, Lefkoşe. Haydarpaşa Mahallesi Kirlizade sokağı 13 numaralı mütevazi evde, Kıbrıs’a yerleşen Koyunoğlu soyuna mensup Tuzlalı Ahmet Hamdi Bey ve esi Fatma Zehra Hanimin Ali Arslan adini verdikleri oğulları dünyaya gelir.

Yıl ve 4 yıl 4 ay 4 günlük Ali Arslan, annesi tarafından yıkanır, yeni elbiseler giydirilir ve devrin âdetince fesi mücevherler ile süslenerek Sarayönü ilkokul'una (Sıbyan Mektebi) gönderilir. Sarıklı ve mübarek bir Osmanlı Uleması olan Hoca Efendi'nin dizi dibine çöken Ali Arslan'ın ağzından çıkan ilk söz bir euzü besmeledir. Ey Rahman ve Rahim olan Allah’ım, annem beni yetiştirdi bu mektebe yolladı, okuyup yetişip, milletime hizmet etmek istiyorum dermişçesine bir besmeledir, Ali Arslan'ın ağzından dökülen..

Birbirinin ardısıra gelen ilkokul ve Rüştiye yılları ve her biri birbirinden daha değerli Hüsnü Bey, Selahattin Bey, Mehmet Asim Bey, Ragıp Tüzün Bey, Turgut Bey, Osman Zeki Bey ve Faiz Kaymak gibi Türklük ve Türkçülük şuuruyla bilenmiş birer hançer olan hocalarından feyz alır. Onlar Ona müfredatın yanısıra Kıbrıs Türklerinin yalnız olmadığını Devlet-i âli Osman bakiyesi hür ve müstakil Türkiye'nin yanısıra yeryüzünde kendileri gibi bahtsız esaret altında milyonlarca Türk olduğunu da öğretirler. Dahası Osman Zeki Bey Ali Arslan'ın adini adeta senin adin "Alparslan olsun" ve Sultan Alpaslan'a denk bir yiğit Türk ol, diyerek değiştirir.

Küçük Alparslan’ın doğup, yetiştiği o yıllarda, Piyale Pasa yadigârı Kıbrıs, sevgili Yeşilada'mızın tamamı İngiliz işgali altındadır ve Türk'ün istiklâlini kaybetmesinin ne demek olduğu Onun ruhunun derinliklerine şuurunun uyanmağa başladığı günden, çocukluk yıllarının başlangıcından başlayarak siner. O her gece Türkiye'ye gidip asker olmayı ve gelip ata-baba ocağını kurtarmanın düşüyle uyur, uyanır.

Yıl ve Alparslan’ın artik işgal altında, esaret altında yasamaya dayanacak gücü kalmamıştır. Babası Ahmet Hamdi Bey'i ve Annesi Fatma Zehra Hanım’ı ikna eder, aile mallarını satıp savar yanlarında oğulları Alparslan ve kızları Dervişe olduğu halde, ak toprakların, hür toprakların, Türk'ün Türk olduğundan utanmadığı, boynunun eğik olmadığı toprakların, anavatanın, Türkiye'nin yoluna düşerler; Viyana vapuru ve.. ver elini İstanbul

Ailesi İstanbul’a yerleşince Alparslan’ın ilk isi Kuleli Askeri Lisesi'ne kayıt olmak olur. Artık O yüreğinin Onu çağırdığı yerde ve düşlerinin peşindedir. O düşlerini düşleyen başkaları da vardır İstanbul’da Derlenip toparlanmışlar, Türklük, Türkçülük ülküsünün O bir daha hiç inmeyecek olan bayrağını açmışlardır. O Yüce Dilek, O aziz Ülkü, O muhteşem düşler, özellikle, bir Ülkü devi olan Atsız Hoca’nın can evinde, ocağında pişer ve sohbetlerle, şiirlerle, dergilerle, romanlarla mektuplarla Türk aydınlarının gönlüne cemre cemre düşmekte ve yayılmaktadır. Onlarla tanışır, buluşur, Alparslan Türkeş.

Yıl Kuleli Askeri Lisesi'ni pekiyi derece ile asteğmen olarak bitirince Ankara ve Harp Akademisi yılları baslar. 'de Harbiye'den mezun olur, artik O Türk Ordusu'nun genç bir teğmenidir ve Türk Milleti'nin emrindedir.

Yıl Isparta'da gönlünü Muzaffer Ana'ya kaptırır ve evlenirler. Ayzit, Umay, Selcen, Sevenbige (Çağrı) ve Yıldırım Tuğrul adli çocuklarla çiçeklenir bu evlilik ve bozkurtların Muzaffer Ana’sının yılında elim kaybından sonra yılında, Sevâl Hanım’la yaptığı ikinci evliliğinde de Tanrı Onu Ayyüce ve Ahmet Kutalmış adli iki evlât daha vererek sevindirecektir.

Yıl 3 Mayıs.. Ankara'da eski tabirle bir nümayiş yani gösteri veya yürüyüş vardır. Türk'ün, Türklüğün ölmediğini, ölmeyeceğini ve yükselen Türkçülük bayrağının bir daha hiçbir şekilde inmeyeceğini gösteriyorlar. Hem dosta hem düşmana hem devlet hizmetindeki gafillere hem de yurda sızmaya çalışan hainlere, Asya bozkırlarında yaratılan bozkurt soyluların bozkurt torunlarının, bir kaç çakalın günü birlik menfaatleri için göz yumdukları kızıl yılanın farkında ve onun başını ezme azminde olduklarını gösterirler.

Şâirin öz yurdunda garipsin, özyurdunda parya dediğince tutuklanır Türkçüler Devrin dalkavuk iktidarının uyduruk nedenlerle açtığı Türkçülük-Turancılık Davası baslar. Türkçüler tabutluklara atılırlar, işkencelere uğrarlar. Türkiye'de Türk Milliyetçisi olmanın bedelidir bu Genç Üsteğmen Alparslan Türkeş’te bunlar arasındadır. 20 Ekim 'te kendisini "vatan hainliği" suçlamasıyla sorgulayan mesnetsiz Savcıya "Diğer sanıklar gibi bana da vatan hainliği isnat edilmiştir. Bunu şiddetle redderim. Ben yeryüzünde her şeyden çok milletimi ve vatanimi severim." diye haykırır. Ancak mahkeme tarafından, 9 ay 10 gün hapis cezasına çarptırılır ve bir yıldır hücre hapsi yattığı için tahliye edilir. Kendisine verilen cezada daha sonra Askeri Yargıtay tarafından bozulur ve 2. numaralı mahkemede beraat eder. Bu onun Türk Milliyetçisi olduğu için zindanlara ilk atilisidir ve son olmayacaktır. Ülkücü olmak çileye talip olmaktır, nimete, ikbale değil. O da Türklük Ülküsü için zaman zaman şiddeti artan çileyi bir ömür boyu bir an bile tereddüt etmeksizin ve yakınmaksızın, çekmiş ve çile çekmeyi şeref bilmiştir.

Yıl Alparslan Türkeş ve 15 diğer Türk subayı, A.B.D. Kara Harp Akademisi ve Piyade Okulunda iki yıllık bir süre eğitim görürler. Bu arada ülkemizden Kars ve Ardahan civarıyla Boğazlardan üs talep eden Sovyetler Birliği’nin Komünizm maskesi ardına saklanmış, o eski ve değişmez "Moskofluğu" ayan beyan ortaya çıkar. Bu atmosferde yurda dönen Alparslan Türkeş Gelibolu ve Çankırı’daki görevlerinden sonra yılında Kurmaylık sınavını kazanır ve yılında Harp Akademisi'nden Kurmay Binbaşı olarak mezun olur.

Yıl dış görev için açılan sınavı kazanarak A.B.D. Pentagon'da NATO Türk Temsil Heyeti üyeliğine atanır. Bu arada Üniversitesinde Uluslararası Ekonomi eğitimi görür. yılında Türkiye'ye döner.

yılında Almanya'ya Atom ve Nükleer Okulu'na gönderilir ve bu okulu basarıyla bitirir. O artik bir Kurmay Albaydır.

Yıl , tarih 27 Mayıs öteden beri örgütlenen ve memlekette kardeş kavgasını önleyerek bazı reformlar yapmayı hedefleyen Milli Birlik Komitesi'nin ülke yönetimine el koyduğunu açıklayan bildiriyi radyodan okuyan kişi ve "ihtilâl'in kudretli Albayı”dır. Kurmay Albay Alparslan Türkeş ihtilâl hükümetinde Başbakanlık Müsteşarlığı görevini üstlenir. Bu vazifesi esnasında Devlet Planlama Teşkilatı, Devlet istatistik Enstitüsü ve Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü gibi kurum ve kuruluşları kurar.

Ancak Milli Birlik Komitesi arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle, 13Kasim 'ta Kurmay Albay Alparslan Türkeş ve "ondörtler" olarak bilinen arkadaşları Komite'nin diğer üyelerince emekliye sevk edilerek tasfiye edilirler ve zorla evlerinden alınıp yurtdışında görevlendirilmek suretiyle sürgün edilirler. O da 19 Kasım’da Türkiye'nin Hindistan Büyükelçiliği müşaviri sıfatıyla sürgüne gönderilir.

yılına kadar 2,5 yıl, yönetimi elinde bulunduranlarca Alparslan Türkeş’in Türkiye'ye dönmesine müsaade edilmez.

Yıl tarih 23 Mart Alparslan Türkeş sürgünden yurda döner.

Dava arkadaşlarıyla birlikte kadro oluşturup partileşmek amacıyla "Huzur ve Yükseliş Derneği" adli bir dernek kurar.

Kısa bir süre sonra Talat Aydemir'in giriştiği darbe teşebbüsüne karıştığı iddiası ile tutuklanır ve Mamak Askeri Cezaevinde dört ay hücre hapsinde yatar, yargılanır ve beraat eder.

Tarih 31 Mart saat de Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ne katılır.

Tarih 1 Ağustos Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi Büyük Kurultay’ında Genel Başkanlığına seçilir. Aynı yıl yapılan genel seçimlerde Ankara milletvekili seçilir.

Yıl Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'nin adi Milliyetçi Hareket Partisi amblemi de Üç Hilâl olarak değiştirilir. O yıl yapılan genel seçimlerde Adana milletvekili olarak seçilir.

İlki, 31 Mart Haziran yılları arasında ve ikincisi de 1 Ağustos - 31 Aralık tarihleri arasında Süleyman Demirel başkanlığında kurulan koalisyon hükümetlerinde MHP Genel Başkanı olarak, Başbakan Yardımcılığı ve Devlet Bakanlığı yapar.

Ülkü Ocakları, Büyük Ülkü Derneği ve diğer mesleki örgütlenmeler baslar.

Yılından itibaren Marksist ve bölücü gençlik hareketleri üniversitelerde yuvalanır ve üniversite özerkliğinden istifade ederek buraları silah, cephane deposu haline getirerek "Komünist Devrim" için üs haline koyarlar. Üniversiteler işgal altındadır. Her yer Lenin'in Stalin'in Mao'nun resimleri ve komünist sloganlarla doludur. Komünist yeraltı örgütleri "şehir gerillası" mı "kır gerillası" mi tartışmaları yapmakta okullara kendilerine tabi olanlardan başka hiç kimseye hayat hakkı tanımamaktadırlar. Bunun üzerine Başbuğ Alpaslan Türkeş toplanan çok az sayıdaki gence verdiği seminerlerle onları komünizm konusunda aydınlatmaya ve alternatif olarak da Türk Toplumculuğunu, Türk Milliyetçiliğini anlatır. Kısa zamanda çoğalan gençler örgütlenmeye başlarlar. Doktriner Türk Milliyetçiliği safhası başlamıştır. Türk Milliyetçileri Dokuz Işık, dokuz prensip etrafında toplanırlar.

Bu gelişmelerden rahatsız olan Türklük ve Türkçülük düşmanları özellikle de Komünist örgütler kendilerine okulda, fabrikada, köyde, kentte, dağda her yerde ama her yerde karşı çıkıp mücadele eden Ülkücü Hareket'e karşı savaş ilan ederler ve 12 Eylül 'e kadar civarında Ülkücüyü şehit ederler. Devlet'in zaaf içinde olduğu düşünülen "zinde güçlerdi bir şeylerin yani ihtilâlin şartlarının "olgunlaşması" için daha fazla kanın akmasını beklemektedirler.

Başbuğ için , , yılları bir çoğunu bizzat kendisinin yetiştirdiği binlerce ülküdaşının Komünist çetelerce katledildiğini gördüğü, kan ağlayan bir yürekle her şeye rağmen kaybetmediği soğukkanlılığıyla bir iç savaşı önlediği ızdırap dolu yıllardır.

12 Eylül sabahı pusudakiler yeterince olgunlaşan şartların neticesi ihtilâllerini yaparlar. Başbuğ Alparslan Türkeş ve Türkiye'nin komünist bir ihtilâle kurban olmasını engelleyen Ülkücü Hareket sanık sandalyesinde, idam sehpalarındadır. Mamaklar ve C5'ler bu sürecin şekillendiği mekanlardır.

Başbuğ 12 Eylül'den üç gün sonra teslim olur. Cunta tarafından tutuklanan Başbuğ, önce 1 ay Uzunada'da daha sonrada Ankara Askeri Dil Okulu'nda ve hastalandığı dönemde de Mevki Hastahanesi’nde 4,5 yıl hapis yatar. O ve Ülkücünün idamı istenir, 9 Nisan 'de tahliye olur ve beraat eder.

Tarih 6 Eylül Yapılan referandum neticesi diğer siyasilerle birlikte Başbuğ’a da konulan siyaset yapma yasağı kalkar ve Başbuğ Milli Ülküyü iktidar yapmak davayı kitlelere anlatmak için yine meydanlardadır.

Tarih 4 Ekim Milliyetçi Çalışma Partisi olağanüstü kongresinde Genel Başkanlığa seçilir.

Tarih 20 Ekim Genel seçimlerde MÇP'nin RP ve IDP ile yaptığı seçim ittifakı neticesi Yozgat milletvekili seçilir. Başbuğ, son kez monash.pw Bu dönemde ülkemizi kasıp kavuran bölücü teröre karşı en etkili mücadeleyi O gerçekleştirir.

Tarih 27 Aralık Oniki Eylül'ün kapattığı partilerin tekrar açılabilmesini sağlayan değişiklikler neticesi toplanan MHP'nin son kurultay delegeleri, MHP'nin isim ve amblemini MÇP'nin kullanabilmesine karar verirler.

Tarih 24 Ocak MÇP'nin 4. Olağanüstü kurultayı toplanır ve partinin adini MHP amblemini Üç Hilal olarak değiştirir.

Yıl tarih 4 Nisan

“ÇİL KEKLİK YAVRULARI GİBİ DAĞILAN ÜLKÜCÜLER, BÜYÜK BİR VEBAL ALTINDASINIZ”

BÖLÜM: ÜLKÜCÜ ŞEHİTLER YENİ NESİLE ANLATILMALIDIR!.. BİL VE UNUTMA!..

Ülkücü şehitler kimdir? 

12 Eylül öncesinde vatan hainleri çeşitli yollarla ülkücülere saldırarak kaç ülkücüyü şehit etti ? 

12 Eylül darbesi ardından kaç ülkücü idam edildi? İdam edilen ülkücülerin isimleri nedir?

Ülkücü şehitlerin isimleri ve neden şehit oldukları yeni nesillere anlatılmalıdır. 

Ülkücülerin 12 Eylül öncesi vatan müdafaları, makale ve romanlarla, hatıralarla gelecek kuşaklara aktarılmalıdır. 

İşte size, İftarını açtıktan sonra bir Ramazan gecesi Ankara Site Yurdunda  koministler tarafından 4 Ocak yılında ilk ülkücü şehid Ruhi Kılıçkıran’dan sonra beş bin şehid ülkücüden bir kaç tanesinin kısa hayat hikayesi:

“-KOMÜNİST KATLİAMI:  17 Mart tarihinde Ömer Bayraklar, Salih Uluğ, Bahri Bilgin, Cevat Koca, Sinan Koca isimli 5 ülkücü işçinin aynı anda, Dev-Yol militanları tarafından katledildiğini biliyor musunuz? Ümraniye de oturan bu ülkücülerin hepsinin de Giresunlu olduklarını, Sinan ile Cevat’ın kardeş olduğunu Sinan Koca’nın henüz 10 günlük bebeği olduğunu; Biliyor Muydunuz?

-6 ÖĞRETMEN AYNI ANDA:  18 Eylül tarihinde, Adana’da 6 ülkücü öğretmenin, arkalarından ateş açılmak suretiyle şehid edildiğini biliyor muydunuz? Ahmet Güleç, Davut Korkmaz, Müslüm Teke, Yılmaz Kızılay, Mustafa Karaca ve Özcan Doruk isimli öğretmenleri katleden komünist militanlardan çoğunun yakalanmadığını; Biliyor Muydunuz?

SAATTİR YEMEMİŞTİ:  8 Haziran tarihinde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Bahçesi’nde şehit edilen Yusuf İmamoğlu’nun yapılan otopsi sonucu 36 saattir yemek yemediğini, şehit edilmeden önce okulun arka bahçesinde bulunan ağaçların altında son namazını kılan İmamoğlu’nun, cebinden sadece 35 kuruş çıktığını Biliyor Muydunuz?

-ÖNKUZU HEY, ÖNKUZU: 23 Kasım yılında ülkücü şehid Ertuğrul Dursun ÖNKUZU’nun komünist militanlar tarafından ağır işkencelere sonucu şehit düştüğünü Önkuzu’nun kırılmadık kemiği, patlamadık yerinin kalmadığını ve ağzından ciğerlerine bisiklet pompasıyla hava verilerek ciğerleri de patlatıldıktan sonra okulun 3. katının penceresinden aşağıya atıldığını; Biliyor Muydunuz? 

BİL VE UNUTMA!” (1)

“Peki, 12 Eylül öncesinde vatan hainleri kaç ülkücüyü şehit etti ? 

12 Eylül darbesi ardından kaç ülkücü idam edildi? 

İdam edilen ülkücülerin isimleri nedir?

12 eylül öncesi ve sonrasında ülkücülerin verdiği şehitler hala hatırlanmaktadır. 12 Eylül öncesinde vatan müdafası yapan gencecik ülkücüler kalleşçe şehit edilmiştir. 

Ülkücü şehitlerden 9'u 12 Eylül darbesi ardından Kenan Evren komutasında kurulan mahkemelerin verdiği kararla idam edilerek şehit düşmüştü.

Milliyetçi Hareket Partisi Lideri Kızılcahamam Ülkücü Şehitler Anıtı ziyaretinde ülkücü şehitler için şunları söylemişti:

* “Onların muhterem hatıralarını, kutlu mücadelelerini hasretle, hürmetle, hayranlıkla yad edeceğiz. Ülkücü şehitler yurdumuzu alçaklara uğratmayan kahramanlardır ve onlar fedakarlık burçlarıdır. ”

* “Bir davaya inanan, akıl ve kalbin kenetlenmesiyle bu inancını ifa eden, hayata, hadiselere, zamanın ve tarihin ruhuna ülküleriyle bakan, bununla da kalmayıp zalimlere ve hain emellere cesaretle meydan okuyan şehitlerimizin her damla kanı milli varlığımızın ebedi nişanesidir."

* “Bir davaya inanan, akıl ve kalbin kenetlenmesiyle bu inancını ifa eden, hayata, hadiselere, zamanın ve tarihin ruhuna ülküleriyle bakan, bununla da kalmayıp zalimlere ve hain emellere cesaretle meydan okuyan şehitlerimizin her damla kanı milli varlığımızın ebedi nişanesidir. Aziz şehitlerimiz haklı mücadelelerinin bedelini canlarıyla ödeyen fazilet, feraset, feragat timsalleridir"

-İdam edilen şehitlerden en genci, 20 yaşında Ahmet Kerse idi. Ahmet Kerse, 31 Ocak , Gaziantep Cezaevi'nde idam edildi. 

-Ali Bülent Orkan, 13 Ağustos de Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'nde şehit edildi.

-Cengiz Baktemur, 2 Mayıs de Elazığ Kapalı Cezaevi'nde idam edildi.

-Cevdet Karakuş, 4 Haziran de Elazığ Kapalı Cezaevi'nde idam edildi.

-Fikri Arıkan, 27 Mart de Mamak Askeri Cezaevi'nde asılarak şehit edildi.

-Halil Esendağ, 5 Haziran 83 de İzmir Buca Cezaevi'nde şehit edildi.

-İsmet Şahin, Paşakapı Cezaevi'nde

Mustafa Pehlivanoğlu, 7 Ekim 'de

-Selçuk Duracık, 5 Haziran 'te idam edildi.

DİĞER ÜLKÜCÜ ŞEHİTLERİMİZ

1. Abdil Gök Adana

2. Abdullah Çatli Nevsehir

3. Abdullah Gülpinar Ankara

4. Abdullah Izci Kayseri

5. Abdurrahman Kiliç Gaziantep

6. Abdulkadir Toma Gaziantep

7. Adem Pekmezci Yozgat

8. Adem Tastan Samsun

9. Adem Tomay Adapazari

Adil Demiröz Antalya

Adil Karagülle Artvin

Adil Sakar Çorum

Adnan Baydilli Elazig

Adnan Koç Izmir

Adnan Ünver Konya

Adnan Yilmaz Samsun -

Adnan Yüzgün Mus

Ahmet Adil Okur Antalya

Ahmet Avlamaz Konya

Ahmet Aybak Tokat

Ahmet Çakiroglu Trabzon

Ahmet Çebi Trabzon

Ahmet Çetin Çavdar Istanbul

Ahmet Duran Özhorta Adana

Ahmet Evcimen Istanbul -

Ahmet Gökoglu Kayseri

Ahmet Remzi Akbas Adana

Ahmet Levent Pamukçu Nevsehir

Ahmet Salman Agri

Ahmet Sarpkaya Hatay

Ahmet Serdar Tanritanir Adana

Ahmet Tekin Bingöl

Ahmet Tevfik Pampal Adana

Ahmet Yücelkaya Sivas

Akin Atalay Elazig

Alaatin Gündüz Usak

Alaatin Güvenler Kilis

Ali Alper Demir Ankara

Ali Avsar Adana

Ali Bakir Hatay

ALI BÜLENT ORKAN Samsun

Alican Karaosmanoglu Ankara

Ali Cibir Istanbul

Ali Çakir Trabzon

Ali Çetin Kayseri

Ali Çetiner Gaziantep

Ali Çiftçi Kayseri

Ali Fuat Meydan Artvin -

Ali Görkem Adana

Ali Koç Kayseri

Ali Köleoglu Usak

Ali Muhittin Nariç Istanbul

Ali Osman Deveceioglu Istanbul

Ali Riza Altinok Aydin

Ali Riza Saran Istanbul

Ali Sünnetçi Istanbul

Ali Tezdogan Istanbul

Ali Uzun Bayburt

Ali Yasar Yozgat

Ali Yasar Günaydin Istanbul

Alparslan Gümüs Afyon

Alper Tunga Uytun Tunceli

Arif Üzüm Istanbul

Arif Yilmaz Kayseri

Arslan Karakaya Samsun

Arslan Sivri

Atalay Çakir Balikesir

Aydin Demirkol Malatya

Ayhan Yazici Trabzon

Ayse Çetinkaya Adana

Aziz KARABA -

AYTEKIN TASÇI Aydin (1)

Alfabemizdeki harf sistemine göre listelenmiş tüm ülkücülerimizin isimlerini aşağıdaki (1) nolu linkten öğrenebilirsiniz.  Yer darlığı yüzünden sadece  “A” harfi ile başlayan 72 ülkücümüzün isimlerini yazdım.

Şu tevafuka bakın ki bu yazı serimin bölümü 12 Eylül’de İdam edilen ülkücülerin anlatıldığı bölüme denk geldi. 

İlk ülkücü şehidimiz Ruhi Kılıçkıran olmak üzere tüm ülkücü şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Mekanları cennet olsun.

Ruhlarına el Fatiha.

Devam edecek.

(1) monash.pw

(2) monash.pw

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır