2 abdülhamit dönemi yenilikleri / ABDÜLHAMİD II - TDV İslâm Ansiklopedisi

2 Abdülhamit Dönemi Yenilikleri

2 abdülhamit dönemi yenilikleri

T.C. Hitit Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi II. ABDÜLHAMİD Hilmi Alperen ÖZTEMİR Prof. Dr. Hakan REYHAN Çorum Giriş Sultan II. Abdülhamid toplumda dindar, gerici, yenilikten uzak, tamamen başarısız bir padişah olarak görülmektedir. Bunun sebebi Osmanlı devletinin o zaman ki şartlarda olduğu konumudur. Makalede hakkında az bilgi ile çok fazla eleştiri alan Abdülhamid’i inceleyeceğim, yapmış olduğu yenilikleri ve eleştirilerin ne kadar haklı olup olmadığını ortaya koyacağım. II. Abdülhamid'in Hayatı Sultan Abdülmecid ile Tîrimüjgân Kadın Efendi’nin oğlu olan Osmanlı padişahı Sultan II. Abdülhamid, 21 Eylül sabahı Eski Çırağan Sarayı’nda doğdu. 11 yaşında annesini veremden kaybetti. Babası Sultan Abdülmecid, çocuğu olmayan gözdesi Piristu Kadın Efendi’yi Şehzadeye analık yapmakla görevlendirdi. Piristu kadın O’na, şehzade Abdülhamid de Piristu Kadın’a her zaman saygıyla davrandı. Tahta çıktıktan sonra O’na Valide Sultanlık rütbesi verdi. Bu durum Osmanlı Devlet tarihinde bir ilkti. Fiziksel görünüm olarak Sultan Abdülhamid orta boylu, esmerce tenli, Osmanlı padişahlarının karakteristik özelliği olan yüksek bir burun yapısına sahip, koyu kumral saçlı, hafif kıvırcık sakallı idi. Göz rengi yeşil ve mavi arası, bakışları gayet zeki ve hassastı. Sesi tatlı, kalın ve gürdü. Bir şey söylediğinde zevkle dinletirdi. Fikirlerini ve meramını fevkalade bir ifade ve nezaketle anlatırdı. Açık bir tarzda konuşur, kendisine anlatılanları uzun müddet sabırla dinlerdi. Hafızası pek nadir insanda bulunacak kadar kuvvetli idi. Dikkati çekecek tarzda üst düzey bir zekaya sahipti. Vücutça zinde ve çevik idi. Uyuşukluktan hiç hoşlanmazdı. Şehzadeliğinde özel hocalardan İslâmi ilimleri, hat, musiki, Arapça, Farsça, siyaset, iktisat, Osmanlı Edebiyatı ve tarih dersleri alan II Abdülhamid, resme ve marangozluğa merakı sebebiyle sanatkarlardan ayrıca marangozluk ve oymacılık öğrendi. 19 yaşında babasını da, annesi ve dedesi 2. Mahmut gibi veremden kaybetti. Bu suretle çok genç yaşta anne ve babasından mahrum kalmıştı. Bu durumun O’nun şahsiyetine etki ettiği muhakkaktır. Anne ve babasından yoksun olmasının; O’nun içine kapalı biri olması, sorunlarını kendi başına çözme ve hadiseleri metanetle karşılama yeteneği kazandırdığı söylenebilir. Babasından sonra amcası Sultan Abdülaziz tahta çıktı. Sıradaki veliaht abisi V. Murat’tı. Bu yüzden padişahlığı kendisine uzak görüyordu. Abdülhamid, saraydan ayrılarak Maslak’taki köşk, Tarabya’daki yazlık ve Kağıthane’deki çiftlik arasında ailesi ile beraber kendi halinde bir hayat yaşamaya başladı. Tutumlu, becerikli, akıllı ve çalışkandı. Tarımla uğraşıyor, sarayın kendisine bağladığı altınlık maaşın ’sini harcıyor, ’sini biriktiriyordu. Kazancını dönemin önemli üç bankerinde değerlendiriyordu. Padişah olduğunda dağıttığı 60 bin altın cülus bahşişini kendi cebinden ödemişti. Tutumluluk özelliği O’nu en zengin Osmanlı padişahı yapmıştı. Dindar ve çok temizdi. İslamiyet’in emirlerini yapmakta ve yasaklarından kaçınmakta son derece hassasiyet gösterirdi. Çok okurdu. Şehzadeliğinde Osmanlı devletinin geçmişine ait çok sayıda kitap okumuştu. Dedektif romanlarına ve seyahatnamelere çok meraklıydı. kitaptan oluşan polisiye roman koleksiyonu vardı. Sherlock Holmes’in bütün polisiyelerini Osmanlıca’ya çevirtmişti. Atlara ve güvercinlere düşkündü. Fırsat buldukça atları ve güvercinleri ile ilgilenirdi. Büyük cüsseli bir kedisi vardı. Ona Ağa adını takmıştı. Gençliğinde binicilik, atıcılık sporları ile ilgilendi. Çok iyi at binicisi ve iyi bir atıcı olmasına rağmen, padişahlığında bunlara fırsat bulamamıştı. Aşırılıktan, şatafattan hiç hoşlanmazdı. Bu yüzden hep siyah, gri, lacivert elbise giyer, aynı renkten boyun bağı kullanırdı. Tiyatro ve operaya ilgi duyardı. Yıldız sarayına tiyatro sahnesi yaptırdı. Buraya çeşitli oyun ve operalar getirtir, ailesi ve saray mensupları ile izlerdi. Bazen vermek istediği mesajları, oyunların içine sokuştururdu. Sultan Abdülhamid, muhafazakar ve mutaassıp olmakla birlikte müzikte batı tarzını tercih ederdi. Türk müziğine düşkün değildi. Alaturka gam veriyor, alafranga ile neşeleniyorum derdi. Ancak, bu tercihi Onun Türk müziğini himaye etmesini engellememişti. monash.pwkler ve Değişimler Hukuk Alanında Yenilikler Hukuk Alanında Yenilikler XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin adalet dağıtmak için çağdaş bir sistemi benimsemesi ve devletin bağımsızlığının temel kurumlarından olan adalete yabancı müdahalesinin önlenmesi gerekiyordu (Ortaylı, ). II. Abdülhamid döneminde bu amacı gerçekleştirmek için hukuk alanında; adliye teşkilatının çalışmalarının hızlandırılmasını sağlayarak güvenilir bir hukuk sistemi kurulmuş ve adliye çalışanlarını özlük hakları ile çalışma koşullarını düzenlemek amaçları ile mahkeme teşkilatlarına ilişkin yasal düzenlemeler yapılmıştır. Hukuk ve ceza muhakemeleri usulü ile mahkemelerin teşkilatına dair düzenlemeler yapılmıştır. İcra memurlarına, mübaşirlere, mukavelat (sözleşmeler) muharrirlerine, hapishaneler ile ilgili Adliye Nezareti'nin görevleri ve teşkilatına dair nizamnameler düzenlenmiştir. Nezarette müdürlükler, Osmanlı Nizamiye Mahkemelerinde müdde-i umumilik (savcılık), "merkezde ve vilayetlerde adlî müfettişlikler, mahkemelerde icra memuriyetleri teşkili, mukavelat muharrirliklerinin fiilen teşkilatı, mahkemelerde hey'et-i ithamiyye tesisi gibi önemli yapısal değişiklikler gerçekleştirilmiştir. XIX. Yüzyılda Osmanlı Devleti’nde dünyayı tanımlayacak ve eklektik dahi olsa bir yasa hazırlama niteliğine sahip hukukçular, başta Ahmet Cevdet Paşa olmak üzere hiç de az değildi (Ortaylı, ). Ayrıca yabancılarla Osmanlı vatandaşları arasındaki davalara bakan dava kalemleri olan; "davalara mahsus ve ecnebileri bir mevki-i mümtazla bulundurmaya alet olan hariciyye kitabeti" kaldırılarak bu görevler mahkemelere verilmiş, Mezahib (mezhepler) idaresi Hariciye Nezareti'nden alınarak Adliye Nezaretine bağlanmış ve mahkemelere arz-ı hal (dilekçe) verme izni verilmiştir. Yabancıların müdahalelerini ve imtiyazlarını ortadan kaldırıp, yargının bağımsızlığını sağlamak için idare ile mahkemelerin kuvvetlerinin birbirinden ayrılmasına ilişkin düzenlemeler bu dönemde gerçekleştirilmiş ve bu konuda yabancı devletlerden gelen itirazlar bu dönemde bertaraf edilmiştir. Yine bu dönemde nizami mahkemeler gibi şer'i mahkemelerde de istinaf ve temyiz usulü getirilmiştir (Çevik, ). Dönemin hukukçu ve düşünürleri meşruti rejimi İslam’daki meşveret prensibi ve kurumuna bağlayarak açıklamaktadırlar. Ancak anayasal kurumlar, özellikle parlamento meşveret prensibi ile alakasız ve ters bir niteliğe sahipti (Ortaylı, ). II. Abdülhamid döneminde hukuk alanında yapılan yeniliklerin diğer yenilikler ile (devletin yeniden yapılandırılması) eşgüdümlü yürütüldüğünü görmekteyiz. Mülki İdare Alanında Yenilikler I. Meşrutiyet Anayasası olarak bilinen Anayasası’nda (Kanun-i Esasî) il yönetimi ile ilgili konuların yer aldığı görülmektedir. Batılı anlamda ilk Osmanlı Anayasası olan bu önemli hukukî metin il yönetiminde yetki genişliği esasını getiriyordu. Kanun-i Esasî döneminde, yetki genişliği (tevsi-i mezuniyet) ve görevlerin ayrımı (tefrik-i vezâif) anayasa kuralı iken, uygulamada mutlak bir merkeziyetçilik hüküm sürmüştür. Anayasaya yetki genişliği ve görevlerin ayırımı biçiminde giren bu yönetim esası, valilerin yetkilerini genişletiyor, yerinden yönetim anlayışını önceliyor, yerel otoriter güçlerin etkisini artırıyordu. İlk Anayasa, vilayetlerin yönetimine ilişkin meclislerle ilgili hükümlerde getirmekteydi. Anayasa “İdare Meclisleri” ile “Vilayetler Genel Meclisleri”nin oluşturulacağı, bu meclislerin üyelerinin seçimi gibi konuların çıkarılacak özel bir yasayla düzenleneceği belirtiliyordu. İdare meclisleri, vilayet, sancak ve kaza merkezlerinde kurulan, yönetim konseyi tarzında çalışan kurumlardı. Bugünün il özel idarelerinin kaynağı olan vilayet genel meclisleri ise bayındırlıktan sanayiye, ticaretten tarıma, eğitimden vergi konularına kadar önemli görev ve yetkileri olan bir yerel meclis niteliği taşıyordu (Parlak, ). Anayasa kuvvetler ayırımı ve “âdem-i merkeziyet”temeli üzerine yeni bir taşra yönetimi ve yerel yönetim anlayışı getirmesi bakımından yönetim tarihinin temel belgelerinden biri olmuştur. Anayasası döneminde il yönetimiyle ilgili Meclis-i Mebusan’da yeni bir yasa çıkarılması gündeme geldi. Bunun üzerine Danıştay’ın hazırladığı “Vilayetler Kanunu” tasarısı, Meclis-i Mebusan’da kabul edildi. Aynı meclisin onayından da geçen bu tasarı II. Abdülhamid’in vetosuyla karşılaştı. Meclise geri gönderilen yasa tasarısını, Osmanlı-Rus savaşı ve diğer gelişmeler sebebiyle kapatılan Meclis-i Mebusan tekrar görüşemedi. II. Meşrutiyet’e kadar yasal çerçevede yetki genişliği gibi bazı kavramlar adı altında âdem-i merkeziyetçi taşra yönetimi gündeme getirilmişse de uygulamada merkeziyetçi bir il yönetimi ve merkez-taşra ilişkisi varlığını korumuştur (Parlak, ). Esasında teori-pratik çatışma olarak adlandırılabilecek bu çelişkili durum yılında ilan edilen II. Meşrutiyet dönemi boyunca da il yönetiminde fiilen yaşanmış, âdem-i merkeziyet’e daha yakın düzenlemeler getirilmişse de, uygulamada vilayetlerdeki seçilmiş meclislerin, merkeziyetçi yapıdan uzaklaşmadıkları görülmüştür. Tanzimat’ın halkın girişim kabiliyetini ve inisiyatifini de yok ederek onun yerine bürokrasiyi ikame etmiş olması ve her şeyin bürokrasiye, devlete, başkente havale edilmesi süreci ve anlayışı meşrutiyet sonrası dönemlerde başlamış, ’dan sonra da devam etmiştir. Merkezi hükümetin sanayiden eğitime yerel yönetimlerden özel teşebbüse her alan üzerinde kontrolü vardır. Bu gelişmeler sırasında yabancı devlet misyonerleri ülkenin her yerinde sayısız okul ve sosyal kurum açmaktadır. Bu okullar ve sosyal kurumlar aynı zamanda Osmanlı Devleti hakkında bilgi toplayan ve topladıkları bilgileri kendi ülkelerine aktaran merkezler durumundadır (Ortaylı, ). Osmanlı Devleti'nin mülki idare sisteminin son yüzyılda oldukça karışık olduğu ve sistemin tartışıldığı bilinmektedir. Mülki ve idari sistemde karışıklıkları engellemek için bir “Vilayetler Nizamnamesi” hazırlanmıştır (Çevik, ). Nizamnamede merkezden uzakta bulunan nahiyeler teşkilatından da söz edilmişti (Parlak, ). Vilayet Nizamnamesi vilayet, liva, kaza idare meclislerinin seçimli üyelerinin fahri olarak çalışmalarını öngörüyordu. Bu organların tüzel kişilik kazanması, üyelerin niteliklerinin belirlenmesi hususları daha sonraki dönemlerde düzenlenmiştir. Vilayet meclislerinin tabi üyeleri; mülki amir, memurlar, ruhani reislerden oluşuyordu. Halkı temsilen seçilen üyeler ise yarısı Müslim yarısı gayrimüslim dört kişi idi (Ortaylı, ). Sultan II. Abdülhamid merkeziyetçi bir mülki idare yapılanması kurmuş, Mülkiye Mektebi mezunlarını vali olarak seçmeye özen göstermiştir. Bu arada modernleşme hareketi yönetimde bürokratik örgütün büyümesine neden olmuştur (Ortaylı, ). Mülki idare üzerinde bazı hallerde yabancı müdahale teşebbüsü görülmektedir. II. Abdülhamid zaman zaman yabancı elçilerin tavsiye ettiği vali ve mutasarrıfları kabul etmek zorunda kalmıştır (Ortaylı, ). Sadrazam Mehmet Said Paşa, tarihli padişaha sunduğu bir layihada, “toplumda büyük bir ahlak çöküntüsü olduğunu, bunun devlet memurlarına da sirayet ettiğini, bunun da giderek devletin felaket ve dağılmasına sebep olabileceğini” söylemektedir. Ona göre ahlakı bozan başlıca şeyler: “Bozgunculuk, rüşvet, yalan ve vatan sevgisi (hubb-u vatan) yokluğudur. Teselli olunacak tek konu ise, bu bozulmanın henüz üst tabakalardan alt tabakalardaki halka bulaşmamış olmasıdır. Dönemin devlet adamları bu hastalığın kaynağının kurutulması ve devlet memurlarının rüşvet almalarının da şiddetle önlenmesi gerektiğini savunmuşlardır. Ayrıca iyi hareketlere özendirici tedbirleri alınmasının rüşvet, yalan ve bozgunculukla mücadelede etkili olacağını savunmuşlardır (Çevik, ). II. Abdülhamid döneminde taşra yönetimindeki usulsüzlük ve yolsuzluklarda layihalar yolu ile padişaha şikâyet edilmiştir. Bu şikâyetler merkezde alınan kararların ve yeniliklerin taşra teşkilatlarında uygulama imkânı bulunamadığını göstermektedir (Sırma, ). Çıkarılan kararname ile memuriyete giriş prensipleri, memurların disiplin hükümleri, terfileri ve emeklilik işleri düzenlenmiştir. Memuriyete girmek için diploma veya buna denk bir bilginin imtihanla ispat edilmesi şart koşulmuştur. Mülkiye Mektebi'nden mezun olanlardan başka, devlet hizmetine girmek isteyenler mesleğin en alt kademesinden başlamakla yükümlüdürler. Memuriyette bir üst kademeye çıkabilme şartı ise, bulunulan memuriyette en az iki yıl çalışmış olmak idi. Memurlar bulundukları dairenin iç yönetmeliğine kesinlikle uyacaklardı. Memuriyetten azledilmeleri Kanun-ı Esasi'de belirtilmiş olan ana prensiplere göredir. Memurlar hangi meslekten olurlarsa olsunlar, emeklilik (Tekaüt Sandığı) hakkına sahiptirler. Emekliye ayrıldıklarında, bu amaçla kurulmuş olan sandıktan emeklilik maaşı verilmesi esası da bu kararname ile kabul edilmiştir (Küçük, ). Memurların haklarına ilişkin yapılan düzenlemeler toplum hayatında yeni bir zümrenin ortaya çıkmasına zemin hazırlayacak nitelikleri barındırmaktadır. Mali Alanlarda Yenilikler Devlet Maliyesinin Genel durumu ve Yeni Kurumlar Osmanlı Devleti, yılına gelindiğinde dış borçlarının faizini bile ödeyemeyecek duruma gelip, mali iflasını ilan etmişti. II. Abdülhamid Mebusan Meclisi’ni feshettikten sonra planladığı mali politikasını geliştirmek için imkân bulmuş oluyordu. Padişah kendi geliştirdiği, içinde çok önem verdiği mali konuların bulunduğu Osmanlı mali sisteminin hemen tamamını kapsayan programını yılı başlarından itibaren uygulamaya başlamıştır. II. Abdülhamid, devlet bütçesini denkleştirmeye ve hazine açığını kapatmaya çalışmış, merkezi mali denetim için bir dizi yeni düzenlemeler yapılmıştır. İlk olarak tasarruf tedbirleri alınmış ve memur maaşlarının azaltılması uygulamasına gidilmiştir. Memur maaşlarının azaltılması uygulamasına Sadrazam Mehmet Said Paşa’nın maaşından başlanmış, sadrazam maaşı kuruştan kuruşa indirilmiştir (Çevik, ). tarihli mali reform programının ilk hedefi Maliye Nezareti'nin iç teşkilat tüzüğünün hazırlanmasıydı. Daha önce başka daire memurları, özellikle valiler ve belediye başkanları ile Dâhiliye Nezareti gibi dairelerdeki memurlar tarafından yürütülen mali işler Maliye Nezareti'ne devredildi. II. Abdülhamid bunların çalışma alanlarını birleştirmek için Maliye Nezareti'nde bir “Tahsilât-ı Umumiye İdaresi” kurulmasını, her vilayette de bir Tahsilât Müdürü ve her sancakta da bir Tahsilât Müdür Muavini tayin edilmesini teklif etti. Padişahın bu isteği 11 Kasım 'da çıkartılan Tahsil-i Emval Nizamnamesi ile yerine getirildi. Devletin mali operasyonlarını ve muhasebe düzenini merkezileştirmek ve çeşitli nezaretlerin kendi mali ve muhasebe düzenlerini geliştirmelerini önlemek için Maliye Nezareti'nde bütün nezaretlerin mali operasyonlarını ve bütçe çalışmalarını koordine edecek ve bunu Vükela Heyeti önüne çıkarılmadan önce yıllık bir bütçe halinde düzenleyecek olan bir Mali Reform Komisyonu kuruldu. Yine Padişah tarafından Devlet Muhasebe İdaresi'nin kurulmasına hazırlık olmak üzere ve bunu idare edecek bir muhasebe teşkilatının kurulması için Maliye Nezareti dışında bir Divan-ı Muhasebat kuruldu ( 18 Kasım ). Bu yeni müessesenin görevi Maliye de içlerinde olmak üzere bütün nezaretlerin mali operasyonlarını denetlemekti. Böylece ilk defa nezaretler ve daireler gerçek bir merkezi maliye denetimine giriyordu. Ayrıca bu yılın başında Maliye Nezareti ve Divan-ı Muhasebat'ın çeşitli dairelerinin çalışmalarını koordine etmek ve özel sektörden mali uzmanların fikirlerini alabilmek için bir Heyet-i Müşavere-i Maliye kurulmuştur (3 Şubat ) (Özcan vd,). Düyun-ı Umumiye Antlaşması ve Reji İdaresi'nin Kurulması Osmanlı Devleti'nin yılından sonra dış borç faizlerini bile ödemede güçlük çektiğini biliyoruz. Bu sorunun çözümü için yapılan görüşmeler sonucunda; yılında alacaklı devletlerle bir anlaşma sağlandı. Padişaha tarihinde sunulan uzun layihada "Devlet-i Aliyelerinin mesele-i esasiye-i hayatiyesi Mesele-i maliye" tespiti yapılmış ve yapılması gerekenler, layihayı hazırlayan Sadrazam Mehmet Said Paşa tarafından açıklanmıştır; 1. Para değerini rasyonelleştirerek uygun yıllık bütçe ve muvazenelerin yayınlanması 2. Adil ve verimli bir vergi sisteminin kabulü 3. Devletin mali işlemleri için uygun bir muhasebe sisteminin getirilmesi 4. Mali reorganizasyon ve reformu Böylece tarım, sanayi ve ticaretin gelişmesi ve ulaştırmanın yayılması için süratle gerekli olan bayındırlık işleri de mümkün olacaktır (Çevik, ). 20 Aralık (28 Muharrem )'de devletin dış borçlarının miktarı ve ödeme imkânları, alacaklıların temsilcileri ile yapılan görüşmeler ile tespit edilmiştir. Bu tespit sonrası Düyun-ı Umumiye11 İdaresi'ni kurulmuştur (Küçük, ). Alacaklılar ile görüşmeler sonucunda Eylül ayında anlaşma sağlanarak Sterlin tutarındaki dış borçlar Sterline indirilmiştir (Çevik, ). Duyun-u Umumiye İdaresi Maliye Nezareti dışında bir komisyonca idare ediliyordu. Komisyonda İngiltere, Hollanda, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı Devletlerinden birer üye ile Galata bankerlerinin bir temsilcisi bulunuyordu. Bu üyeler 5 yıl süreyle seçiliyorlardı. Komisyon üyelerinin yardımcı uzman personeli kişilik olup, bunun % 2'si yabancı, geri kalanı da Osmanlı vatandaşı idi. Osmanlı tebaasından olanların da içinde Hıristiyan olanların oranı % 7'yi geçmeyecekti. Bu idare sadece dış borçların ödenmesi değil, bunun yanında Rus tazminatının ve devletin eski tımar ve mukataa borçlarının da ödenmesi amacıyla kurulmuştu. Daha önce Rüsum Dairesi'nin topladığı vergiler içinde olan tuz, tütün, ispirto resimleri, ipek aşarı, gelir vergisiyle sağlanacak yeni gelirler ve yeni konulan İmtiyaz Hakkı Vergisi bu komisyonca idare edilip toplanacaktı. Doğu Rumeli, Kıbrıs, Yunanistan, Bulgaristan ve Karadağ borç ödemesi olarak paylarına düşen miktarı doğrudan doğruya Düyun-ı Umumiye Komisyonu'na ödeyeceklerdi. Düyun-ı Umumiye devlet içinde bağımsız bir yapı olarak devletin mali bağımsızlığını tehdit etmekteydi. Bununla birlikte bu yolla sık sık görülen dış baskı ve müdahaleler önlenmiş, bir ölçüde siyasi bağımsızlık da korunmuştur. Düyun-ı Umumiye İdaresi'nin bir başka kazancı da dış borçların toplamının yarıdan aza inmesidir. Ayrıca yeni borçlanmaların bu idarenin garantisi altında yapılması ve II. Abdülhamid'in tasarruf yanında faizlerin zamanında ödenmesine özen göstermesi devletin mali itibarını yükseltmiştir. Düyun-ı Umumiye İdaresi'nin başkanlığını Osmanlı Devleti'nden en çok alacağı olan İngiltere ve Fransa nöbetleşe yürütmüşlerdir (Küçük, ). II. Abdülhamid döneminde yürürlüğe konulan mali program ile devletin en önemli mali sorunu olan dış borçlara bir çözüm getiren Düyun-ı Umumiye uygulamaları ile beklenen sonuç elde edilebilmiş midir? Aslında devlet gelirlerinin borçlara ayrılan yüzdesine baktığımızda uzun vadede istenen hedeflere ulaşılamadığını görülür. Mesela bütçesinde bu oran % 'ten, bütçesinde % 'ya yükselmiştir. Şüphesiz bu durum 'teki durumdan daha iyiydi. Her şeye rağmen bu dönemde bütçeyi dengeleyebilmek için borç almaktan başka işler de başarılmıştır. Bunlar arasında imparatorluğun vergi temelini genişletebilmek için ekonomik gelişmenin özendirilmesini ve Duyun-ı Umumiye Komisyonu'nun yardımıyla pek çok Avrupalı sanayici, banker ve tüccarın, hızla ekonomik canlanmaya katkı getirecek alanlara ilgi duymasının sağlanmasını sayabiliriz (Çevik, ). Rusya ile Savaş Tazminatı Sorunları Osmanlı-Rus Savaşı sonunda Osmanlı Devleti'nin Rusya'ya ödemek zorunda kaldığı tazminat milyon Osmanlı lirasına yakındı. Bu tazminatın 3/1’i indirilerek ödemede faiz şartıyla borç taksitlere bağlanmıştı. İstanbul'daki Rus sefiri Osmanlı Devleti’nin ödeyeceği savaş tazminatları konusunda Ragıp Bey ile anlaşmış, ancak bu anlaşma devlet adamları arasında anlaşmazlığa neden olmuştur (Çevik, ). Rus sefiri ayrıca Bulgaristan gelirlerinin bir kısmı ile Düyun-ı Umumiye'ye kendilerinin de alınması konularında ısrar etmiştir. Hatta Bab-ı Âli’nin Rus isteklerini kabul etmemesi üzerine, Rus Çarı, Petersburg Sefiri Şakir Paşa'ya bu konuda dert yanmıştır. Osmanlı Devleti ile Rusya arasındaki tazminat sorunları uzun tartışma ve görüşmelerden sonra vilayetler üzerindeki havaleleri kaldırmak, borçları faizsiz takside bağlamak şeklinde nispeten Osmanlı Devleti lehine sonuçlanmıştır (Mart- Nisan ) (Çevik, ). İstanbul Ticaret Odası'nın Kurulması Osmanlı Devleti XIX. yüzyılda ticaret ve sanayi sorunlarını çözmek, sanayi ve ticaret ile uğraşanlar ile birlikte sorunlara çözüm bulmak ve sektör temsilcilerini aynı çatı altında toplamak ihtiyacı duydu. Osmanlı Devleti’nin önceki dönemlerinde bu görevleri icra etmiş olan loncalar, klasik örgüt yapıları ve çalışma biçimleri nedeniyle coğrafi keşifler sonucunda ortaya çıkan yeni ekonomik koşullara adapte olamadılar (Nazır, ). Bu nedenle bu görevleri yerine getirecek müesseseler oluşturulmasına karar verildi. II. Abdülhamid’in isteği ile “Meclis-i Ticaret ve Ziraat” kurulmasına 25 Haziran ’da karar verildi (Nazır, ). İstanbul Ticaret Odası'nın kuruluş tarihi olarak “Meclis-i Ticaret ve Ziraat” kurulması kabul edilir monash.pw: ). Bu meclis bir süre “Büyük Meclis-i Ticaret ve Ziraat ve Meclis-i Ticaret” (Kurşun, ) olarak faaliyetlerini sürdürdü. Meclis-i Ticaret, Dersaadet Ticaret Odası kurulana kadar faaliyetlerini sürdürdü. Dersaadet Ticaret Odası, ilk toplantısını 14 Ocak tarihinde yaptı ve o tarihte "Dersaadet Ticaret Odası" adıyla kuruldu. II. Abdülhamid, Ticaret Odası’nın kurulmasına izin veren iradesiyle, aynı zamanda, odanın ticaret müdüriyetince hazırlanan 11 maddelik kuruluş nizamnamesini onaylamıştır. Dersaadet Ticaret Odası’nın idari yapısı bugünkü ticaret odalarından oldukça farklı idi. Bugünkü odalarda yürütme ile denetim işleri ayrı kurullarca yürütülürken, Ticaret Odası’nda ise bütün işler tek bir kurul tarafından görülmekteydi. İstanbul Ticaret Odası’nın açıldığı yılı içinde toplam 44 toplantı gerçekleştirildi. Bu toplantıların otuzunda, hükümetin odaya havale etmiş olduğu konular görüşüldü. Bütün bu faaliyetler, Oda Başkanı Aristakis Azaryan Efendi’nin yılsonunda hazırladığı tafsilatlı bir raporda açıklandı (Nazır, ). Rapora göre, Ticaret Odası’nın açılışından sonra ilgilendiği ilk konu, Bartın Limanı’nın temizlenmesi ve etrafına rıhtım inşası oldu. Daha sonra Oda, deniz ticareti ve filosunun geliştirilmesi, Osmanlı bayrağını taşıyan tüccar gemileri ve kayıklarından alınan rüsumun sınırlandırılması hususlarını görüştü. Oda heyeti, gerekli gördüğü takdirde, gündemdeki önemli konulara ilişkin fikirlerinden yararlanmak üzere uzmanlar davet edebiliyordu. yılında ise İstanbul Ticaret ve Sanayi Odası adını aldı (Nazır, ). Eğitim Öğretim Alanında Yenilikler II. Abdülhamid döneminde ilköğretim meselesi Kanun-i Esasi ile ele alınmış ve burada yer alan “Osmanlı efradının kafeince tahsil-i maarifin birinci mertebesi mecburi olacak ve bunun deracatı ve teferruatı nizam-ı mahsus ile tayin kılınacaktır” maddesi ile ilköğretim mecburiyeti getirilmiştir (Köksal, ). Eğitim ve öğretim işleri Kanun-i Esasi’nin emri olarak devletin görevleri arasına girmiş ve Meclis-i Mebusanda dahi eğitim işlerini düzenlemedikçe diğer alanlarda yapılacak ıslahatın başarıya ulaşamayacağı gerçeği kabul edilmiştir. İlkokulların Anadolu'ya yayılması siyasetine özel bir önem verilmiştir. II. Abdülhamid döneminde orta öğretimde rüştiyelerin açılması için gayret ve özen gösterilmiştir. II. Abdülhamid zamanında çoğu İstanbul dışında Anadolu’da olmak üzere arasında 44 rüştiye (ikisi kız), 3 Öğretmen okulu, 14 idadi (ikisi kız) açılmıştır. 'dan itibaren yabancı okulları Türk müfettişlerin teftişi ilkesi getirilerek, eğitimde Türkçülük uygulamaların ilk örneği verilmiştir. Maarifin bu dönemde okul sayıları açısından ilerlediği görülmektedir (Sırma, ). Sadrazam Said Paşa hatıralarında, ülke genelinde, vilayetlerde , İstanbul'da 17 rüştiye mektebi açtırdığını ve bu okullara mecburi Fransızca dersi koydurduğunu belirtmektedir (Baltacı vd,). Ayrıca özel okul (mekatib-i hususiye) açma isteği üzerine İstanbul'da 13 özel okul açılmıştır. yılı sonunda İstanbul dışında 4 idadi eğitime açılmış, 24 idadi binası inşaatı başlamış ve 15 merkezde de idadi açılmasının girişimi başlamıştır (Kurşun, ). II. Abdülhamid döneminde eğitim öğretim kurumları açısından büyük hamleler yapıldığı bir gerçektir. Mülkiye ve Hukuk () Mekteplerini açıp himayesine alan Padişah gene şahsi gayretleriyle Ticaret Mektebi'ni de açtırmıştır (Kurşun, ). Özellikle Mülkiye Mektebi Türkiye'de yükseköğretimin yeni modern merkezleri arasında tamamen sivil ilk kurumdur ve Abdülhamid rejiminin son yıllarındaki baskılar altında bile önemli bir entelektüel merkez ve yeni fikirlerin yeşerdiği yer olarak kalmıştır (Dursun, ). Mülkiye gibi, Pangaltı'daki harbiye ile önceki reformculardan miras alınan askeri ve sivil tıp okulları, topçuluk, deniz ve kara mühendis (istihkâm, makine) okulları gibi bazı diğer kuruluşlar korunup geliştirilmiştir. Bu kadarla da yetinmeyen II. Abdülhamid mevcut bu okullara sayısı 18'den aşağı olmayan yeni yüksek ve mesleki okullar ekledi. Bunlardan bazısı kısa ömürlü olduysa da genel olarak etkileri önemliydi. Bunlar arasında Maliye (), Hukuk(), güzel sanatlar (Sanayi-i Nefise) (), Ticaret (), Baytar (), Polis (), Gümrük () okulları ile geliştirilmiş bir Tıp Okulu () vardı (Türk, ). II. Abdülhamid Darülmuallimin (Erkek Öğretmen Okulu) ve Darülmuallimat (Kız Öğretmen Okulu), Darülfunun isimli eğitim kurumlarını da açmıştır (Sırma, 67). Öğretmen okulları ilk ve orta öğretmenler için üçer şubeden oluşuyordu. Öğrencilere kuruş aylık burs veriliyor ve mezuniyetten sonra beş yıl mecburi hizmet yükleniyordu (Ortaylı, ). 26 Ocak 'te İstanbul'da Ticaret Mektebi ve aynı yılın 9 Aralık'ında Hendese-i Mülkiye Mektebi açılmıştır. Diğer taraftan Haziran 'te Bayezid Kütüphanesi halkın hizmetine girmiştir. Kütüphane, içine cilt kitap konulmak suretiyle o zaman İstanbul'un en büyük kütüphanesi haline getirilmiştir (Kurşun, ). II. Abdülhamid İstanbul’da olduğu gibi Anadolu’da da yeni eğitim kurumları oluşturulmuştur. Konya, Osmanlı Devleti’nin bu dönemi’nde yükseköğretim kurumuna sahip tek Anadolu şehridir(Taşer, ). Bu kurum Darülfünun’un bir şubesi olarak yılında açılan Hukuk Mektebi’dir. Bu okulun hangi gerekçeyle Konya’da açıldığı, kurumun özellikleri ve öğrencilerinin niteliği açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Bununla birlikte üzerinde durulması gereken bir başka husus İstanbul’da ancak yılında alınan bir kararla açılabilen ilk modern medresenin, Konya’da yılında kurulmuş ve çağdaş anlamdaki İstanbul medresesine model oluşturmuş olmasıdır (Sarıçiçek, ). Ulemadan ve halktan kişilerin gayretleriyle devletten yardım almaksızın meydana getirilen Islah-ı Medâris tüm yönleriyle Caner Arabacı tarafından incelenmiştir (Arabacı, ). Osmanlı- Rus savaşı sonunda ortaya çıkan meseleler, Osmanlı hükümetini eğitim alanında yapacağı ıslahatı ertelemeğe mecbur etmişti. Savaşın içte ve dışta etkileri azaldıktan sonra eğitim alanındaki düzenlemeler sürdürülmüştür (Sarıçiçek, ). ’da Mekatib-i Sıbyaniye Dairesi kurulmuş ve bu dönemde ilköğretim geleneğe dayalı eğitim veren ”Mekatib- i Sıbyaniye” ve modern eğitim veren “Mekatibi İptidâdîye” olarak ikiye ayrılmıştır. ’de Maarif Nezareti bu ikiliği ortadan kaldırmak için ağırlığını iptidailer tarafına koymuş zaman içerisinde sıbyan mektepleri iptidaiye dönüştürülmüş ve ’a kadar birçok sıbyan mektebi yeni usul üzere eğitim yapar hale gelmiştir (Baltacı vd, ). Abdülhamid döneminde ilköğretim ve öğretim alanında yapılan çalışmaları şu şekilde özetlemek mümkündür. Mecbur tutulan ilköğretim için idari ve hususi tedbir olarak merkez ve taşrada ilköğretim teşkilatının kurulması, iptidai okullarının açılması ve çoğaltılması sağlanmıştır. Sıbyan okullarına yeni öğretimin sokulması, Müslüman halkın kalabalık olduğu yerlerde ilköğretime öncelik ve ağırlık verilmesi, halkın eğitim alanındaki maddi yardımının sağlanması ve taşrada öğretmen yetiştirmek üzere Dar’ül- Muallimlerin açılması ve bu konularda alınan kararların düzenli şekilde yürürlüğe sokulması ayrıca bu dönemde İstanbul’da çok sayıda İptidai Mektebi açılmıştır (Kurşun, ). II. Abdülhamid taşraya eğitim götürmeye çalışmıştır. Ancak mali durumun bozukluğu eğitim çalışmalarının tam olarak uygulanmasına imkân vermemiştir. Bütün bunların yanında II. Abdülhamid döneminde ilk ve orta öğretimde, genel anlamda eğitim alanında yol almıştır. Nitekim Rüşdiyeler ’den ’e, idâdîler 5’ten ’e, Dar’ülmuallimler 4’ten 32’ye çıkarılmıştır. Yine sayıları olan iptidai okullarına, – civarında, yenileri eklenmiştir (Baltacı vd, ). Bütün bu gelişmeler, aksaklıklarıyla beraber, daha sonra yapılacak maarif reformlarının temelini oluşturmuşlardır. Bunların yanında modern anlamda ilk merkezi ve taşra eğitim teşkilatı bu dönemde kurulmuş ve günümüze kadar gelmiştir. II. Abdülhamid, Müze-i Hümayun (Eski Eserler Müzesi), Askeri Müze, Beyazıt Kütüphane-i Umûmisi, Yıldız Arşivi ve Kütüphanesi gibi kültür müesseseleri kurmuştur. İmparatorluk içindeki vakıf kütüphanelerinin kitap mevcudunu tespit eden ilk kataloglar bu dönemde yapıldı. Yayın çalışmaları desteklendiği için kitap, gazete ve dergi sayısında büyük artış oldu. II. Abdülhamid başta İstanbul olmak üzere imparatorluğun çeşitli şehirlerinin önemli fotoğraflarını ihtiva eden çok değerli bir albümler koleksiyonu hazırlattı. Bu albümler bugün İstanbul Üniversitesi Kütüphanesinin önemli bir bölümünü ihtiva etmektedir (Küçük, ). II. Abdülhamid, eğitimi, mutlak monarşinin kendisini yeniden üretmesini sağlayacak bir kurum olarak kullanmaya çalışmıştır. Bu dönem, ders program, müfredat ve kitaplarında yer alan fikirlere bakarak, gelenekçi modernizm dönemi olarak nitelenebilir. II. Abdülhamid döneminde açılan batı etkisindeki okullarda yetişen aydınlar Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda önemli görevler üstlenmişlerdir. II. Abdülhamid devrini bir cehalet devri sayanlar bile, O’nun Maarifi teşvik ettiğini ve pek çok okul açtığını yani bu konuda yeni hamleler yaptığı kabul etmektedirler. II. Abdülhamid’in hem cahilliği istemesi, hem de Batı tipi okulların açılmasını destekleyip teşvik etmesi bir çelişkidir (Baltacı vd, ). Sağlık Alanında Yenilikler II. Abdülhamid döneminde sağlık alanında yenileşme ve reform adımları atılmıştır. Tıbbiyede öğretim dili Fransızcadan Türkçeye çevrilmiş, Haydarpaşa Tıbbiyesi ve II. Abdülhamid’in kendi parası ile yaptırdığı Şişli Etfal Hastanesi ile bir kısım masraflarını kendi kesesinden karşıladığı Darülaceze’nin kuruluşu sağlık alanında önemli yeniliklerdendir (Küçük, ). II. Abdülhamid tıp eğitimini yeniden düzenlemek için, 'lardan itibaren Almanya'dan İstanbul’a tıp profesörleri getirmiştir. Temmuzunda Rieder ve Deyke adlı iki Profesörün İstanbul'a gelişini bazı Alman gazeteleri; "Fransız tababetinin yerini Alman tababeti alacak." diye başlıklarla haber verdiler. Bu tarihten sonra Mektebi Tıbbiye"nin modernleştirilmesi için Alman öğretmenlerden yararlanılması düşünüldü ise de, Türkiye'de Fransız tıp öğretmenleri ve ders kitapları kullanımı 'lardaki üniversite ıslahatına kadar devam etmiştir. Alman tıbbının Türkiye'deki etkisi Haydarpaşa Hastanesi’nin kurulmasıyla başladı. Fakat bu alanda ordunun ihtiyacını ön planda tutan Osmanlı yönetimi, Viyana Üniversitesiyle ilişki kurup, gerçek modern Alman tababetini tercih edeceğine, bir kaç Alman tıp profesörü ve uzmanını getirmekle yetinmiş görünüyordu (Ortaylı, Sultan II. Abdülhamid dünyadaki ilmî gelişmeleri çok yakından takip etmiştir. O Fransa ile olan münasebetlerimizin yoğunluğu sebebiyle bilhassa bu ülkedeki yenilikleri takip ederek Batı medeniyeti ile ülkemiz arasındaki seviyenin açılmaması için gayret gösteriyordu. Bu dönemde Fransa'da öne çıkan ilim adamlarından biri olan Pasteur ile irtibatı kuduz aşısının bulunmasıyla başlar. Kuduz aşısının keşfedildiğini öğrenen Sultan yılında Zoreos Paşa, Dr. Hüseyin Remzi ve Veteriner Hüsnü Bey’den oluşan bir heyeti eğitim için Paris'e göndermiştir. Heyet II. Abdülhamid’in kendi istihkakından ayırarak verdiği Frankı ve önemli Osmanlı nişanlarından birisi olan Mecidiye Nişanı'nı Pasteur'e ulaştırır. Paris'te eğitim gören bu heyetin yurda dönmesinden sonra İstanbul'da yılında Darü’s-Saadet Darü’l-Kelb ve Bakteriyoloji Ameliyathanesi (Kuduz Enstitüsü) kurulur. Kuduz aşısının keşfinden sadece üç yıl sonra İstanbul’da kuduz aşısı üretilmeye başlanmıştır. Bu merkez Dünya’nın üçüncü Doğu ülkelerinin ise ilk kuduz hastalığı tedavi merkezi olmuştur (Mahiroğlu, ). 'da Telkihhane (Çiçek Aşısı Üretim Merkezi) 'te Bakteriyoloji hane-i Şâhâne daha sonra da Bakteriyoloji hane-i Baytarî kurulmuştur. Bu müesseselerde üretilen aşı ve serumlar o zamanlar dünyayı kasıp kavuran tifo kolera dizanteri veba tifüs ve menenjit gibi hastalıkların önünün kesilmesinde rol oynamıştır. Yine hayvanları kırmakta olan şarbon, veba ve çiçek gibi hastalıkların da devası bulunmuştur. Bu çalışmalar enfeksiyon ile mücadelenin öneminin anlaşıldığın göstermektedir (Özcan vd,). İngiliz Şarkiyatçısı Prof. Wambery, bu dönemde yapılan işleri şöyle anlatmaktadır: "Padişah elindeki bütün imkânları seferber ederek her fırsatta hayırseverliğini göstermekten kaçmamaktadır. Eğitim ve sağlık hizmetleri için yorulma bilmeden çalışmaktadır. Padişahtan bıkabilirsiniz hatta nefret bile edebilirsiniz; ama onun çalışkanlığını ve adaletini inkâr edemezsiniz. Savurganlığa son veren tutumuyla Osmanlı maliyesini ıslah etmiş ve ülkeyi bir uçtan diğer uca kateden demiryollarını döşetmiştir. Osmanlı bu son dönemdeki canlanmasını Padişahın enerji ustalık ve vatanperverliğine borçludur. Sultan Abdülhamid’in bu açıdan değeri hiçbir şekilde inkâr edilemez (Mahiroğlu, )." II. Abdülhamid'in sağlık alanında yapmış olduğu yenilikler Batı Dünyası’ndaki gelişmeleri takip ederek yenilik ve gelişmeleri ülkesine getirmeye çalışmıştır. monash.pwamizm İdeolojik olarak Panislamizm, İslam uygarlığının temel değerlerine ve geleneklerine geri dönüş olarak adlandırılabilir. Politik olarak da Sultan’ın iç işlerinde pek çok dış müdahaleye maruz kaldığı bir sırada, Avrupa saldırılarına karşı halifeliğin gücünü ve pozisyonunu artırmak üzere planlanmıştır. Panislamist politikanın çıkış sebebine gelecek olursak Müslümanlar, Osmanlı Devleti’nde gördükleri gerilemenin sebebini, İslamiyet’i hakkıyla yaşamamaya, Müslümanlığa aykırı gidişin ve İslamcı zihniyeti anlayamamanın sonucu saymışlardır. Osmanlı Devleti, manen ve maddeten kalkınmak, medenileşmek ve eski azametli günlerine dönmek arzusunda ise gerçek surette İslamiyet’e dönmeliydi. Böylelikle fert de, millet de, devlette zıt düşmeyecek netice itibariyle doğu, batı, Fransız ve İngiliz hayranlıkları içinde bu aşağılık duygusuna düşmeyeceklerdi 6. Nitekim Sultan İkinci Abdülhamid Han, parçalanmakta olan Büyük güçlerin göz diktiği Osmanlı topraklarını ancak ve ancak İslam birliği dolayısı ile Panislamist politika ile korumayı amaçlıyordu. monash.pwşlar Osmanlı – Rus Savaşı (93 Harbi) () Sultan II. Abdülhamid saltanatının yedinci ayında Osmanlı-Rus Savaşı patlak verdi. Osmanlı Devleti’ndeki azınlık isyanları, Rusya’nın Balkanlardaki genişleme siyaseti, Romanya ve Bulgaristan’ın bağımsızlık istekleri ve Panslavizm akımı savaşın sebeplerindendir. Avrupa Devletleri savaşı önlemek için Tersane Konferansı’nı toplamışlar ve Osmanlı’ya ağır şartlar sunmuşlardır. Osmanlı Devleti bu şartları kabul etmeyince, Rusya Osmanlı Devleti’ne savaş açmıştır. II. Abdülhamid’in diplomasi yoluyla savaşı önleme çabaları parlamentonun ve devlet adamlarının tutumu yüzünden pek işe yaramamıştır. Mithat Paşa, Damat Mahmut Paşa ve Redif Paşa gibi devlet adamlarının ısrarlarıyla girilen savaşta Ruslar Balkan ve Kafkas cephelerinde ordularımızı yenilgiye uğratmıştır. Savaşın getirdiği sorunlar nedeniyle, 14 Şubat ’de Sultan II. Abdülhamid meclisi kapatmış ve yönetimi tekrardan eline almıştır. Rus Orduları Doğu’da Erzurum’u alırken, Batı’da ise Yeşilköy’e yaklaştılar. İstanbul’un işgal edilmesi tehlikesi ortaya çıkınca Osmanlı barış istedi. 3 Mart tarihinde Ayastefanos Antlaşması imzalandı. Antlaşma Şartları Çok Ağırdı II. Abdülhamid antlaşma şartlarını ve ağır tazminatı kabul etmedi. İngiltere’yi Rusya’ya karşı kışkırttı. Rusya’nın Balkanlarda tek güç olması ve sıcak denizlere inebilme ihtimali İngiltere’nin Rusya’ya baskı yapmasını sağlamıştır. Diğer Avrupa devletleri ile savaşı göze alamayan Rusya antlaşmayı yeniden gözden geçirmiştir. Berlin Konferansı’nın ardından 13 Temmuz tarihinde Berlin Anlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma ile Osmanlı Devleti 35 yıl daha Balkanlarda kalmıştır. Ancak Osmanlı, İngiltere’ye bazı tavizler vermek zorunda kalmıştır. Kıbrıs İngiltere’ye Üs Olarak Verildi Kıbrıs’ın üs olarak verilmesi hakkında çok tartışma var. Videolara yapılan yorumlarda bile bu durumun neden böyle olduğunu bilmeyen çok kişi var. Bu önemli durum “II. Abdülhamid Kıbrıs’ı İngilizlere verdi” diye geçiştirilebilecek bir durum değildir. Nedenleri iyi anlaşılmalıdır. Ayastefanos antlaşması tam bir felaketti. Tazminatlar çok ağırdı ve kritik toprak kayıpları vardı. Bu durum düzeltilmeliydi. İngiltere ile yapılan diplomatik görüşmelerde, Osmanlı’ya yardım etmeyi kabul etmişlerdi. Ancak Kıbrıs’a göz dikmiş oldukları için burayı üs olarak istemişlerdir. II. Abdülhamid, İngilizlere hayır dese, Ruslar Yeşilköy’de olduğu için, her an İstanbul’u işgal edebilirlerdi. Evet dese, İstanbul’u kurtarmış oluyordu fakat Kıbrıs çakalların eline düşüyordu. Kıbrıs’ın Osmanlı devletine ait olacağını, vermekte olduğu vergiyi Osmanlı’ya ödemeye devam edeceği, sadece askeri amaçlarla üs olarak kullanılacağı ve Rusların işgal ettikleri yerlerden çekildiklerinde, İngiltere’nin de buradan çekileceği maddelerinde antlaşma sağlanmıştır. Ayrıca İngiltere bu antlaşma kabul edilmezse Kıbrıs’ın işgal edileceğini belirtmiştir. İşte bu sıkıntılı durumda, devlet adamlarının da baskısıyla II. Abdülhamid antlaşmayı kabul etmek zorunda kalmıştır. İngilizler sözünü tutarak, Rusya’ya anlaşmayı değiştirmesi için baskı yapmışlardır. Ancak Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı’na girdikten sonra İngilizler burayı ilhak etmişlerdir. Fransa’nın Tunus’u İşgali () Fransa, bazı sınır olaylarını bahane ederek, Osmanlı’nın içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılardan ve çeşitli bunalımlardan yararlanarak Tunus’u işgal etmiştir. Bu durum, o dönemde Yunanistan ile sınırların belirlenmesi sorunuyla uğraşan Osmanlı’yı zor duruma düşürmüştür. Diğer yandan mali sıkıntılar ve askeri açıdan hazırlıksız yakalanmak II. Abdülhamid’i sıkıntıya sokmuştur. Abdülhamid Tunus’a savaş gemileri göndermeyi düşünmüş, ama bu niyeti zamanında haber alan Fransızlar tehditkâr bir tavır almışlardır. Sorun diplomatik açıdan da çıkmazdadır. Çünkü Fransa, İngiltere ve Almanya tarafından desteklenmektedir. Diğer güçler de bu olayla ilgilenmemektedir. Neticesinde duruma müdahale edilmekte geç kalınmıştır. İstanbul’dan yardım alma umudunu kesen ve tamamen aciz kalan Tunus Beyi, 12 Mayıs ’de Bardo Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalmıştır. Bu antlaşma ile Tunus Beyi, siyasi ve ordu işlerini bir Fransız Genel Valisine bırakmıştır. İki yıl sonra da “La Marsa” sözleşmesiyle tamamlanmış olan bu antlaşmayla, Fransız himayesi resmen kurulmuştur. Bu duruma karşı çıkan ayaklanmalar insafsızca ve kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Osmanlı Devleti, bu oldu bittiyi tanımayı reddetmiştir. Devlet Salnamelerinde Tunus, tıpkı Bosna veya Kıbrıs gibi, “imtiyazlı vilayetler” arasında sayılmıştır. Yaşanan kriz, Osmanlı İmparatorluğu’nun diplomatik açıdan nasıl tecrit ve askeri açıdan da ne kadar aciz olduğunu bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Fransız himaye rejimi ’da Tunus’un bağımsızlığını kazanmasına kadar devam etmiştir. İngiltere’nin Mısır’ı İşgali () Berlin Kongresi’nden sonra açık bir şekilde Ortadoğu politikalarında değişiklik yapmış olan İngiltere, Akdeniz’de kontrolü ele geçirmek için ’de Mısır’ı işgal etmiştir. İngiltere, Mısır’ı işgal ettikten sonra bunun geçici olduğunu bildirmiş, fakat hangi tarihte çekileceğini bildirmekten kaçınmıştır. Ayrıca Fransa ve Rusya gibi güçlerin tepkisinden çekindiği için Mısır’ı doğrudan yönetimine dâhil etme cesareti gösterememiştir. II. Abdülhamid bu duruma karşı, dikkatli bir politika izleyerek bölgedeki egemenlik haklarını korumaya çalışmış, bölgenin sömürgeleştirilmesine yönelik İngiliz politikalarını engellemiş ve geciktirmiştir. Osmanlı’nın boyun eğmeyen tutumu ve İngiltere’nin uluslararası alanda yalnız kalmasına yol açan işgalin meşruiyeti sorunu, Londra hükümetini Osmanlı Devleti ile görüşme masasına oturmaya zorlamıştır. Osmanlı tarafı Mısır’ın tahliyesini bir takvime bağlamak istedikçe İngiltere ayak diremiş, müdahale hakkının sadece kendilerinde bulunmasını istemiştir. Bu durum İngiltere’nin Mısır’ı boşaltmaya niyetli olmadığını göstermiştir. II. Abdülhamid, diplomatik kanalları kullanarak durumu değiştirmeye çalışsa da olumlu bir sonuç alamamıştır. II. Abdülhamid, 27 Nisan ’da tahttan indirilse de, onun bu diplomatik direnişi sayesinde Mısır’da Osmanlı egemenliği I. Dünya Savaşı’nın çıktığı ’e kadar devam etmiş, bu tarihte İngiltere Mısır’ı himayesine almış, ’de ise tek taraflı olarak Mısır’ın bağımsızlığını ilan etmiştir. Ayrıca Lozan Antlaşması’nda da Mısır ile ilgili bir madde vardı. I. Meşrutiyet’in Ardından Kaybedilen Topraklar yılında Selânik’teki Üçüncü Ordu subayları ayaklanıp, askerî müfettiş Şemsi Paşa’yı vurmuştur. İttihat ve Terakki’nin büyük rol oynadığı bu olayla padişah yeniden meşrutiyeti ilan etmek zorunda kalmıştır. 23 Temmuz ’de II. Meşrutiyet ilan edilmiştir. Devrimden iki ay sonra, Abdülhamid tartışılmaz bir şekilde zayıflamıştır. Güvendiği adamların çoğu kaçmış veya içeri atılmıştır. Ordunun denetimini de büyük ölçüde yitirmiştir. Bu olayların ardından Osmanlı Devleti, diplomatik krizlerle karşı karşıya kalmıştır. 5 Ekim’de Bulgaristan Prensliği tek taraflı olarak tam bağımsızlığını ilan etmiştir. Ertesi gün Avusturya- Macaristan ise Bosna-Hersek’i ilhak ettiğini açıklamıştır. Birkaç gün sonra ise Girit, Yunanistan Krallığına bağlandığını ilan etmiştir. Bu olaylar yeni rejimden kaynaklanmaktadır. Meclis-i Mebusan açılacağı için, imparatorluğa bağlı topraklarda seçimler düzenlenip söz konusu bölgelerin meclise mebus göndermeleri sağlanacak demektir. Bu durum söz konusu devletlerin özerkliğini ciddi bir tehlikeye sokabilir. Hem Jön Türkler hem de İttihat ve Terakki Cemiyeti sert bir darbe yemiştir. Diplomatik açıdan hiçbir şey yapamamışlardır. Ülkede bu kayıplara karşı büyük üzüntü duyulmuş ve gerilim artmıştır. Sonrasında 31 Mart Olayının ardından padişah tahttan indirilmiştir. Sonuç Abdülhamid dönemin zorlu şartları içerisinde ayakta kalmaya çalışmış aynı zamanda devleti de ayakta tutmaya çalışmıştır. Bugün insanların yapmış olduğu ağır eleştirileri hak etmeyen bir padişahtır. Konuşulanın aksine yapmış olduğu sayısız yenilik vardır. Bu yeniliklere örnek olarak Osmanlı devletinden sonra gelen Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrolarını yetiştirmesi bakımından açılan okulları gösterebiliriz. Demiryolları, telgraf hatları, darülaceze kurulmuştur. Bu döneme istibdat dönemi olarak adlandırılsa da dönemin şartlarının bunu gerektirdiğini de göz ardı etmemek lazım. Savaşlarda devleti toprak kaybına engel olacak hamleler yaparak savaşlardan daha az kayıpla çıkmasına sebep olmuştur. Genel olarak Abdülhamid batıda görmüş olduğu yenilikleri Osmanlıya uyarlamaya çalışmıştır nitekim başarılı olmuştur. Yıkılmakta olan devleti bir süre ayakta tutmuştur. KAYNAKÇA ALDERSON, Anthony Dolphin; Osmanlı Hanedanı, (çeviren: Şefaattin Severcan), Kaya Matbaacılık, İstanbul, ARABACI, Caner, Osmanlı Dönemi Konya Medreseleri –, KTO Yayınları, Konya, BALTACI, Cahit; Erol Özbilgen, Abdülkadir Özcan ve diğerleri, Osmanlı Dünyayı Nasıl Yönetti, İz Yayıncılık, İstanbul, BAYKARA, Tuncer; Osmanlılarda Medeniyet Kavramı, Akademi Kitapevi, İzmir, BOZDAĞ, İsmet; Abdülhamid’in Hatıra Defteri, Pınar Yayınları, İstanbul, ÇEVİK, Zeki; Sadrazam (Küçük) Mehmed Said Paşa (siyasi hayatı), Ankara Üniversitesi, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, GÜLSOY, Ufuk; Dersaadet Ticaret Odası Türkiye’de Ticaretin Öncü Kuruluşu, İstanbul Ticaret Odası yayınları, İstanbul, GÜVEN, Gül; Kamil Paşa ve Said Paşa'nın Anıları - Polemikleri, Arba Yayınları, İstanbul, NAZIR, Bayram; “Dersaadet Ticaret Odası’nın Kuruluşu Ve İlk İcraatları”, Hukuk, Ekonomi ve Siyasal Bilimler Dergisi, İstanbul, ORTAYLI, İlber; İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Timaş Yayınları, Baskı, İstanbul, ÖZTUNA, Yılmaz; Türkiye Tarihi, Hayat Yayınları, İstanbul, François Georgeon, Sultan Abdülhamid (Abdulhamid II, Le Sultan Calife), Homer Kitabevi,

Kısaca II. Abdülhamit Dönemi ve Islahatları

Osmanlı Devletinde II. Abdülhamit dönemi, 31 Ağustos ’da başlar ve Abdülhamit&#;in 33 senelik saltanatının ardından tahttan indirildiği 27 Nisan &#;da biter. 

Meşruiyet rejimine geçmekte direnen Sultan Abdülaziz’i tahttan indiren Osmanlı bürokrasisi, V. Murat’ı tahta geçirmişti.

 

Ancak V. Murat tahta geçmesinden kısa bir süre sonra psikolojik sorunlar yaşamaya başladığından kısa bir süre sonra tahttan indirildi. 

Bunun üzerin meşrutiyete geçiş sözü veren kardeşi II. Abdülhamit tahta çıkarıldı.

 

Sözünü tutan II. Abdülhamit, ilk Osmanlı anayasası olan Kanun-i Esasi’yi, 23 Aralık ’da ilan etti ve böylece ilk Osmanlı meclisi açılmış oldu. 

 

Ancak meclisin ömrü çok uzun sürmeyecek, 93 Harbi’ni ileri süren Abdülhamit, savaş koşullarını ileri sürerek, 14 Şubat ’de meclisi kapatacaktır.

 

Bu tarihten itibaren Osmanlı Devleti, meşruti monarşiden mutlak monarşiye geri dönmüş ve bu dönem ’e kadar sürmüştür.

 

Abdülhamit’in bu dönemde muhaliflere karşı takındığı sert tutum nedeniyle, dönem () “İstibdat Dönemi” olarak da adlandırılmıştır.

 

Meşrutiyet yanlılarının sürgüne gönderildiği bu dönemde geniş bir hafiye ve jurnal ağı kurulmuş, basın üzerine yoğun bir sansür uygulanmıştır.

Bununla birlikte Osmanlı Devletini ayakta tutmaya yönelik yenileşme hareketleri bu dönemde de tüm hızıyla devam etmiştir. II. Abdülhamit döneminde özellikle eğitim, haberleşme ve ulaşım alanında büyük yenilikler gerçekleştirilmiştir.

 

Özellikle eğitim alanında yapılan reformlar göz alıcıdır.

 

İlk ve orta öğretim alanında hem öğrenci hem de okul sayısı bakımında önemli artışlar yaşanmıştır. Ayrıca Hukuk, Maliye, Güzel Sanatlar, Ticaret, Polis, Gümrük ve Veterinerlik gibi alanlarda birçok mesleki yüksekokul açılmıştır. İlk Osmanlı üniversitesi olan Darülfünun da bu dönemde açılan okullar arasındadır().

 

Haberleşme konusunda ise özellikle telgraf alanında büyük ilerlemeler kaydedilmiştir.

Bu dönemde gerçekleştirilen çalışmalarla neredeyse bütün taşra kentlerine telgraf çekilmiş; böylece merkez ve taşra arasındaki iletişim hızlanarak idari merkezileşme güç kazanmıştır.

 

Ulaşım alanında yapılan yeniliklere geldiğimizde ise, en çok göze çarpan demir yolu yapımına verilen ağırlıktır. II. Abdülhamit tahta çıktığında Osmanlı Devleti, çok kısıtlı bir demiryolu ağına sahipti.

 

Bunlar İzmir-Aydın, İstanbul-Edirne ve İstanbul-İzmit arasındaki demiryolu hatlarıydı.

 

Ancak Abdülhamit dönemiyle birlikte çoğu imtiyazlı yabancı şirket tarafından yoğun bir demiryolu inşa süreci başladı.

 

Fransız ve İngiliz şirketleri Suriye ve Filistin kıyılarından iç kesimlere, bir Alman şirketi de Ankara ve Konya’ya kadar uzanan demiryolu hatları yaptı.

 

Şam ve Medine arasındaki &#;Hicaz Demiryolu&#; hattı da yine bu dönemde tamamlandı. Hicaz Demiryolu, hacıların kutsal topraklara en kolay şekilde ulaşması amaçlanmaktaydı.


Son olarak II. Abdülhamit döneminin ideolojik özelliğine bakacak olursak, bu dönemde din ve devlet birliği pekiştirilmiş, Batılı devletler karşısında güçlü bir İslam birliği oluşturulmaya çalışılmıştır.

 

Devletin kurtuluşunu İslam’da arayan ve İslamcılık olarak isimlendirilen bu politika, II. Abdülhamit döneminin en önemli özelliklerinden birisidir. Bu dönemde Abdülhamit, halifeliği bir siyasal güç olarak kullanmaya çalışmış ve bir İslam dayanışması kurmaya çalışmıştır.

 

 

Yaptığı tüm yenileşme çabalarına rağmen, meşruti yönetimin tekrar kurulmasına sıcak bakmayan II. Abdülhamit, kendisine karşı güçlü bir muhalefetin oluşmasını engelleyememiştir.

 

Birçoğu onun kurduğu okullardan yetişen asker ve sivil bürokrat, çeşitli muhalif örgütlenmeler kurarak Abdülhamit yönetimine bayrak açmıştır.

 

Nihayet bu örgütlenmeler arasında en güçlüsü olan İttihat ve Terakki Cemiyeti, 31 Mart Olayı’nın ardından 27 Nisan ’da Abdülhamit’i tahttan indirmiş ve yerine V. Mehmet’i (Mehmet Reşat) tahta geçirmiştir. 

 

Tahttan indirilmesinin ardından Selanik’e sürgün edilen Abdülhamit, 3 yıl burada ev hapsinde tutulmasının ardından, Balkan Savaşları sonucunda Selanik’in elden çıkması üzerine tekrar İstanbul’a, Beylerbeyi Sarayı’na getirilmiştir.

 

Burada 6 yıl daha yaşayan II. Abdülhamit, 10 Şubat ’de hayatını kaybetmiştir. 

Özetleyecek olursak II. Abdülhamit dönemi;

 

İstibdat Dönemi olarak adlandırılmakla birlikte özellikle eğitim, ulaşım ve iletişim alanlarında önemli yenileşmelerin yaşandığı bir reform dönemidir. Dönemin ideolojik özelliği ise, çözümü İslam’da arayan ve Batı’ya karşı bir İslam birliğini hedefleyen İslamcılık ideolojisidir.

kaynağı değiştir]
II. Abdülhamid tahta geçmeden hemen önceki Osmanlı toprakları. Bu haritada gözüken Mısır, Sudan, Habeş vilayetleri (Eritre, Cibuti, Kuzey Somali toprakları), Tunus, Sırbistan, Karadağ, Dobruca ile birlikte Romanya, Bulgaristan, Girit, Kars, Batum, Ardahan, Bosna-Hersek ve Kotur şehri onun döneminde kaybedildi.
Eylül'ü Eyüp Camii'nde kılıç kuşanma töreninde II. Abdülhamid, saltanat kayığı ile Haliç'i geçip Eyüp Camii'ne ulaşmasını gösteren çizim
Meclis-i Mebusan'ın açılışı,

Amcası Abdülaziz'in 'da tahttan indirilmesi ve şüpheli şartlarda ölümü, ağabeyi V. Murad'ın tahta geçirildikten üç ay sonra ruhi çöküntü geçirdiği iddiasıyla[25] tahttan indirilerek Çırağan Sarayı'na hapsedilmesi olaylarına şahit oldu.[M] 31 Ağustos 'da İkinci Abdülhamid ismi ile padişah ilân edildi ve 7 Eylül günü Eyüp'te kılıç kuşandı.[26]

Abdülhamid tahta çıktığında Osmanlı İmparatorluğu büyük bir buhrandaydı. 'de Âli Paşa'nın ölümünden sonra saray ile Bâb-ı Âli arasındaki çekişme alevlenmiş, 'te devlet, borçlarını ödeyemez hâle düşerek Ramazan Kararnamesi ile moratoryum ilan etmiş, Rusya'nın başını çektiği panslavizm akımının etkisiyle, Osmanlı'ya bağlı özerk gözüken ama fiilen bağımsız şekilde hareket eden Sırbistan ve Karadağ'ın da kışkırtma ve yardımlarıyla Balkanlar'da millî isyanlar baş göstermişti.[27] Yurt içinde Genç Osmanlılar denilen kesimde meşrutiyet yanlısı görüşler güçleniyor, hatta padişahlığın tasfiyesiyle cumhuriyet ilânı fikri tartışmaya açılıyordu.[28] Ağabeyinin yerine tahta geçirildikten sonra ilk başta V. Murad döneminin Sadrazamı Mütercim Mehmed Rüşdi Paşa'yı Aralık 'ya kadar sadrazamlıkta tutsa da daha sonra 20 Aralık 'da istifası üzerine, kendisinden hoşlanmasa da bazı kesimlerde devletin içinde bulunduğu bunalımın onun tarafından aşılabileceği iddia edildiğinden[I] bir de verdiği taahhüt uyarınca[M] her iki saltanat değişiminin mimarı olan Midhat Paşa'yı sadrazam yapmak zorunda kaldı.[29]

Yine II. Abdülhamid, tahta geçtikten sonra Midhat Paşa'ya verdiği taahhüt uyarınca; onun hazırladığı Kanun-i Esasi taslağı (Kanun-i Cedid)[30] üzerinde bazı değişiklikler yaparak büyük devletlerin Osmanlı Balkan topraklarındaki durumu görüşmek üzere İstanbul'da bir araya geldikleri Tersane Konferansı'nın zorlayıcı şartlarının etkisi ile aynı gün 23 Aralık 'da ilk Osmanlı anayasası olan Kanun-ı Esasî'yi ilan etti.[31]Meclis-i Mebûsan ve Âyan Meclisi üyelerinden oluşan ilk meclis Meclis-i Umumi, 19 Mart 'de açıldı. Böylece I. Meşrutiyet dönemi başladı. Padişah ile meclisin ülkeyi birlikte yönetmesi ilkesine dayanan anayasal monarşi sistemine geçilmesi ile birlikte, yargı bağımsızlığı ve temel hakların anayasada teminat altına alınmasına rağmen, esas hâkimiyet padişahındı.[32] Abdülhamid, Kanun-ı Esasî'nin maddesiyle kendisine tanınan "idari sürgün yetkisi"ni kullanarak daha meclis toplanmadan ve 93 Harbi başlamadan önce Midhat Paşa'yı sadrazamlıktan alıp sürgüne yolladı.

Balkanlar'da huzursuzluk ve Tersane Konferansı[değiştir

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır