7 akbaba kıyametin habercileri / 7 Akbaba - Tevfik Yener | Doğan Kitap

7 Akbaba Kıyametin Habercileri

7 akbaba kıyametin habercileri

Tevfik Yener 7 Akbaba PDF

75%(4)75% found this document useful (4 votes)
5K views329 pages

Original Title

338368238-Tevfik-Yener-7-Akbaba.pdf

Copyright

Available Formats

PDF, TXT or read online from Scribd

Share this document

Share or Embed Document

Did you find this document useful?

75%(4)75% found this document useful (4 votes)
5K views329 pages

Original Title:

338368238-Tevfik-Yener-7-Akbaba.pdf

Kıyametin Habercileri

Yazan: Tevfik Yener

Yayın hakları; © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık T ic.A .Ş.


Bu eserin bütün hakları saklıdır.Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya
tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.

I. baskı / ekim 2009 / ISBN 978-605-1 11-377-7


Sertifika no: 11940

Kapak tasarımı: Yavuz Korkut


Baskı: Şefik Matbaası / Turgut Özal Caddesi
No: 137 İkitelli - İSTAN BUL
Tel: (212) 549 62 62

Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapım cılık Tic. A .Ş .


19 Mayıs Cad. Golden Plaza No. I K at 10,34360 Şişli - İSTAN BUL
Tel. (2 i 2) 246 52 07 / S42 Faks (2 12} 246 44 44
www .dogankitap.com .tr / e d ito r@ d ogan k itap.com .tr / satis@ dogankitap.com .tr
7 Akbaba
Kıyametin Habercileri

Tevfik Yener

İv » , i * İS. " ı , i. V*/ . ‘ ' >$/.* w

T«fc. .V . ~n!t"

S3T56G •

D
DOĞAN
KİTAP
“Vurun hepsinin kellesini!..”
Sahibinin sesindeki keskinlikten ürken at şaha kalktı. Emri
alan sekbanlar altı elçiye çullanıp dizüstü çökerttiler. Yakalanın
çekip yırtarak enselerini açtılar, kılıçlarını çektiler. Keskin ve ağır
kılıçlarını elçilerin çırılçıplak enselerine indirmeye, başlarını göv­
delerinden ayırmaya hazırdılar.
Son “vur” emrini almak için gözlerini ona çevirdiler.
O, “Bekleyin!..” diyerek atım yokuşun başma sürdü. Bir daha
şalıa kalkıp oynaşan kır atın başını geriye çevirdi. Kelleleri kopa-
nlmak üzere olan elçilere seslendi...
Konstantiniyye, 1452

Öğleden sonra güneş aniden kaçtı. Kapkara bulutlar gökyüzü­


nü boş bulup hücum ettiler. Bir karanlık bastı ki, Akşemseddin
Hazretleri, “Bir hikmeti vardır gündüzün geceye dönmesinin,
güneşinin battığım Bizans’a haber vermektedir” dedi.
Üst üste vurdu gökyüzünün davulları, dağı taşı kara buluta sanp
gümbürdetti, inletti, sarstı. Delse de karanlığı şimşekler aydınlığı
getirmeye güç yetiremedi, yıldırımlar da korkup yeryüzüne aktı,
düştüğü yeri yaktı. Yağmur dağı taşı önüne kattı, denize döktü.
Bisans halkı kiliselere doldu, Ayasofya’daki ayine İmparator Kons-
tanlinos Dragazes katıldı, kenti koruması için Tann’ya yakardı.
Kandiller Ayasofya’yı aydınlatmaya yetmedi. Kubbenin camların­
dan girerek mozaikteki Hazreti İsa’yı havalanmış gösteren ikindi
güneşinin göz kandıran ışığı olmadığından peygamber hareketsizdi.
Kâhinler, “Dünya var oldukça lanet sürecek Konstantiniyye felaket­
lerden kurtulmayacak” dediler.
Üç gün boyunca gök gürledi, yağmur aralıksız yağdı ve sonra
birden durdu, hava açıldı.
O sabah bulutsuz gökyüzünde güneş parlıyor, ısıttığı nemli top­
raktan yağmur sonrasının yaşam vaat eden o eşsiz kokusu yükse­
liyordu.
Görülmemiş şiddetteki yağmur kısa sürede bitmesi gereken önem­
li işi aksatmıştı. Göz açtırmayan üç günlük yağmurdan sonra telaş
tekrar başlamıştı. Yüzlerce insan denize inen dik araziyi tepeden
yamaca doldurmuştu. Çalışanlar genç erkeklerdi. Sakız beyazı kuşak­
larım bellerine sıkıca sarmışlardı. Paçaları diz altından bağlanmış
şalvarları simsiyahtı. Çoğu yalınayaktı. Sınm gibi vücutları çalışmak­
tan kızarmıştı ve terden parlıyordu. Belden yukansı çıplakların yanın­
da kar beyazı gömlekliler de vardı. Çok hızlı çalışıyorlardı.
12

Hareketleri şaşılacak kadar uyumluydu. Bir teki bile konuşmu­


yor, çevresine bakmıyordu. Toprağı yaran kazmalarla, toprağa
dalan küreklerin çıkardığı seslerin eş aralıklı düzeni şaşmıyordu.
Bir ritim çalgıları orkestrasının kusursuz ahengi kulaklara gelmek­
teydi.
Sayılan yirmiye yakın kabarık sanklı, cüppeli kişiler çalışanlan
sessizce tepeden izlemekteydi. Cüppelerinin ağır kumaşları,
duruşlanndaki üstten bakış önemli adamlar olduklannı gösteri­
yordu.
Hepsinin önünde çok genç bir adam durmaktaydı. Sakız beyazı
sanğı, güneş yanığı yüzüne yakışmıştı. O kadar gençti ki, yanakla-
nndan gelerek bıyıklanyla birleşen sakalının ayva tüyleri belli ki
henüz sertleşmişti.
Siyah uzun cüppesinin ipek kumaşı tatlı esen rüzgârla dalgalanıyor,
ara sıra hafifçe kabanyordu.
O siyah cüppeli genç adam, mağrur duruşu, keskin bakışlan ve
kıvrık burnuyla tepeye konmuş bir kartalı andınyordu.
Aşağıdan gelen ritmik sesleri dinliyordu. Eş tempoyla metro­
nom düzeninde toprağa inen kazmalann küreklerin sesine, çalı­
şanların her vuruşta çıkardığı “hunh!..” sesleri eşlik etmekteydi.
Ayin yapıyorlardı sanki...
Yeryüzü davula döndürülmüştü, dövülüyordu. İnsanoğlunun
hırs dolu inleyişi ürkütücü olduğu kadar görkemli, saygı yaratan
bir melodiyi tepeye doğm yükseltmekteydi.
Tepedeki mağrur genç adamın ince dudakları hoşnut bir
gülümsemeyle hafifçe kıvrıldı. Bizans toprağının etini koparan
adamları, Konstantiniyye’nin kemiklerini de kıracaktı.
“Dünyanın efendisi olmak” ihtirası, yüreğindeki ateşi sürekli
alevlendiriyordu. Halkının içinde aynı ateşin yandığını görmek
onu mutlu etmişti.
Ellerini gökyüzüne doğru kaldırdığında siyah cüppesinin geniş
kolları rüzgârla doldu. Kartal kanatlarını açmıştı. Başım kaldırdı,
gözlerini kısarak Konstantiniyye’ye doğru baktı.
“Ey Roma!.. İşte gör!.. Senin kalbine dayanacak kılıcımın çeliği
dövülüyor!..”
Sesi kılıç kadar keskindi.
Arkasındakiler başlanın biraz daha eğerek genç adamı saygıyla
dinlediler. Sadece baştan aşağı beyazlar giyinmiş ak sakallı yaşlı
adam gülümsedi.
Genç Sultan Mehmed çalışanları biraz daha seyrettikten sonra
tepeden aşağı ağır ağır yürümeye başladı. Çalışarılann arasına
13

girecek, onlarla birlikte taş taşıyacak, gayret verecekti. Arazinin


ortasında doğal bir teras vardı. Terasa yaklaştığı sırada yamaca
doğru koşanlan gördü. Onların telaşı sultam meraklandırmıştı.
Koşuşmanın sebebini öğrenmek için sekbanlarını gönderecekti
İd, aşağıdaki kalabalığın içinden Zağanos Paşa çıktı. Ellerini hava­
ya kaldırmıştı, orada bir şeyler olduğunu işaret etmekteydi. Paşa
gibi serinkanlı adam ilk defa böyle heyecanlıydı.
Onun heyecanı yokuşu inmekte olan Sultan Mehmed’i hızlan­
dırdı. Muhafız sekbanları çevresinde Zağanos Paşa’nm yamna
indi. Padişahın geldiğini görenler işlerinin başına dönmek üzere
çabucak dağıldı.
Kalabalığın açılmasıyla herkesi heyecanlandıran o şeyi padişah
da gördü.
Heyecan duyulmayacak, şaşkınlık yaratmayacak gibi değildi.
Kazılan toprağın içinden bir kubbe çıkmıştı. Sıradan bir kubbeden
farklıydı. Tuğla, kiremit veya taş değildi. Aynca harabe değildi.
Sapasağlam kubbe metaldi.
Sultan Mehmed hayretini gizleyemedi.
“Bu ne ki Zağanos?”
Zağanos Paşa sultanın hem hocası hem de eniştesiydi. îyi bir
asker oluşundan başka önemli bir bilim adamıydı. Nihayet serin­
kanlılığına dönmüştü.
"Kazacağız etrafını sultanım, ortaya çıkaracağız ne olduğunu
anlayacağız.”
Padişah iyice sokularak baktı.
“Kurşun mu kubbe?”
Zağanos Paşa olumsuzca salladı başmı.
“Baktım ben. Kurşun değil. Sert bir maden, çelik gibi, ama çelik
değil. Başka bir şey. Kazmayı küreği çekiyor. Nasıl bir metaldir
anlayamadım, daha önce görmedim böylesini.”
Sultan Mehmed ellerini beline koydu. Boğazkesen (Rumeli)
Hisan’mn inşası için başlayan kazılar gömük bir binanın “tuhaf”
kubbesini ortaya çıkarmıştı.
Boğaz’m bu en dar yeri, Anadoluhisan’mn tam karşısında deni­
ze dik bir araziydi. Yerleşim bölgesi değildi. Konstantiniyye’ye
uzaktı. İnsan eli değmediği bilinen çalılık, dikenli, taşlı yamaca
kim bu binayı dikmişti? Üstelik kubbesi bazı kilise çatılarında
olduğu gibi kurşun değildi, yabancısı oldukları bir metaldi. Sultan
Mehmed’in çok meraklandığı belliydi.
“Kazsınlar!.. Tamamı çıksın ortaya... Dikkat etsinler ama bir
zarar vermesinler yapıya.”
14

Üç günlük yağmurun yumuşattığı toprak kolay kazüıyordu.


Metal kubbenin çevresi hızla açılıyordu. Kubbenin tamamı belir­
mişti. Çapı 40 arşın1 olabilirdi.
Çukur gittikçe derinleşiyordu.
Kazmacılardan biri “Hah!..” diye bağırarak durdu.
Diğerleri de durdular. Metal kubbenin “acayipliği” üstlerinde
gerilim yaratmıştı. “İyi saatte olsunlara” ait dokunulmaz bir yapı
mıydı?
Ya çarpılırlarsa? Tedirginlikle birbirlerine baktılar. Zağanos
Paşa “Nedir?” diye seslenince, bağıran kazmacı dizlerinin üstüne
çökerek elleriyle toprağı açmaya başladı. Bulduğu “şeyi” tam ola­
rak ortaya çıkarıp göstermek istiyordu. Padişah merakla oraya
yöneldi. Çizmelerinin çamura bulaşmasına aldırmadı. Yanlarına
geldiğinde çalışanların gözleri irileşmişti, şaşkın bakışıyorlardı.
Toprağın içinde bir iskelet belirmişti. Toplandılar iskeletin
başma... Parçalanmamıştı, kafatası dahil bütün kemikleri yerin­
deydi. Kazmacı toprağı biraz daha eşeledi. Bulduğu iskeletin
hemen yanında bir kafatası daha görüldü.
Zağanos Paşa, “İskeleti bozmadan kubbenin bütün çevresini
dikkatle araştırın, başkaları da var” dedi.
Kazmalar, kürekler dikkatle kullanıldı. İşçiler zaman zaman
kazmayı küreği bırakıyor toprağı elle kaldırıyorlardı. Kubbeyi
çepeçevre açtıklarında dört iskelet daha ortaya çıktı. İskeletlerin
giysileri, toprakta hırpalanıp parçalanmış olsa da üstlerinde duru­
yordu.
Heyecan ve merak doruktaydı. Zağanos Paşa eğildi, iskeletler­
den birinin giysisine baktı. Tuttuğu kumaş parmaklarının arasın­
da dağıldı. Padişaha baktı.
“Giydiklerinden hangi millet olduklarını anlayamadım, ola ki
Rum’durlar” dedi.
“Bunlar nasıl ölmüş? Buraya kim, neden gömmüş, araştırın”
diyen sultan, iskeletlerin kaldırılmasını ve kazıya devam edilme­
sini emretti.
Kazmalar hırsla saplanıyor, kürekçiler çıkan toprağı küfelere
yüklüyor ve küfeler çukurun üstüne çekiliyordu. Kubbenin altın­
daki binanın gövdesi belirmişti.
Bina yedi köşeliydi. Duvarları ile kubbesini işlemeli kabartma
sütunlarla süslenmiş metal bir çember birleştiriyordu. İşlemeler
bilmedikleri üsluptaydı. Ne Romanesk, ne de İslami.
Sultan Mehmed ile Zağanos Paşa’nm yanına bembeyaz giysileriyle

î . Yaklaşık olarak 68 cm ’y e e şit olaıı u zu n lu k ö lçü sü . 40 arşın yaklaşık 27,5 m.


15

Akşemseddin de gelmişti. Sultan Mehmed’i çocukluğundan itibaren


eğiten yol göstericisi Akşemseddin Hazretleri; tam adıyla Şeyh Meh­
med Şemseddin bin Hamza, çağının en büyük bilgini olan ve baştan
aşağı beyazlar giyindiği için Akşemseddin denilen şeyh, metal kubbe­
li yedi köşeli binaya büyük ilgiyle bakıyordu. Kürekçüerden birkaçım
çağırdı, duvan kaplayan toprağı kazıttı, sonra yıkatarak iyice temiz­
letti. Siyah duvarı incelemeye başladı.
Binanın duvarları tuhaf bir taştan yapılmıştı. Siyah taş kaygan­
dı, ama mermer değildi. Şaşırtıcı yönü, duvar tek parça gözükü­
yordu.
“Böyle bir taşı ilk defa görüyorum” dedi Akşemseddin.
O sırada vakanüvis Oruç Bey de yanlarına geldi. Kubbe bulun­
duğu anda sekbanbaşı Oruç Bey’e hemen haber göndermişti.
Böyle bir olayı kayda geçirmek onun göreviydi. Tarih yazıcı habe­
ri alır almaz atını dörtnala sürerek hisar inşaatının yapıldığı böl­
geye gelmişti. Mürekkebi, diviti, kâğıtları, kalem kamışlarım ufak
tahta kutunun içinde getirmişti.
Sultan onu görünce memnun oldu.
“Tam zamanında geldin Oruç.”
Oruç saygıyla temenna etti.
Akşama doğru kubbeden itibaren 20 arşın derinliğe inilmişti.
Marangozlar dibe kadar enli bir merdiven yaptılar. Çukurda bek­
liyorlar kazı derinleştikçe merdivene basamak ekliyorlardı. Ayrı­
ca padişah ile maiyetinin kazıyı izlemesi için ahşap iskele kur­
muşlardı. îskeleye dört yanından bağlı zincirler üstte birleştiril­
miş, tek zincir halinde çukurun üstüne uzanıyordu. Araziye çakılı
kalın kazıklara takılmış çıkrıktan geçirilen zincirler serbest bıra­
kıldıkça iskele aşağı iniyordu.
Sultan Mehmed, Akşemseddin, Oruç Bey ve Zağanos Paşa iske­
lenin üstündeydiler. Saruhan Paşa ile Sadrazam Çandarlı Halil
Paşa ise hisarın yapımıyla ilgileniyorlardı.
Gün kararmıştı. Çukurun içinde ve üstünde onlarca meşale
yakılmıştı. Meşalelerin alevleri hafif rüzgârla oynuyor ortalığı
dalga dalga aydınlatıyordu.
Serinleyen hava çalışanları rahatlatmıştı.
Akşam karavanası geldiğinde ise iyice mutlu oldular. Halis
tereyağlı pilavın üstüne dökülmüş tandır kuzu eti tepsilerle önle­
rine konmuştu. Herkese birer testi ayran verilmişti. Üzüm hoşafı
ziyafeti tamamlayacaktı.
Sultan Mehmed yemek için çukur açma çalışmasını durdurmamış­
tı. Yemeğini yiyenler yemeyenlerden vardiyayı teslim alraışü. Padişah
16

ağzına sadece bir lolona pide atmış, biraz su içmişti. Akşemseddin,


Zağanos Paşa ve Oruç Bey ona uymuştu. Sultan dikkatim kubbeli
binaya ve onu ortaya çıkarmak üzere olan kazıya vermişti.
Çalışma bütün hızıyla sürerken kazmanın toprağa saplanma­
sından daha farklı bir ses, sert bir tınlama duyuldu.
Padişah elini kaldırarak, “Durun!..” diye bağırdı. “Nedir o ses?”
Çalışanları denetleyen sekbanbaşı seslendi:
“Kazma demire çarptı padişahım.”
Zağanos Paşa üzerinde bulundukları iskeleyi dibe kadar indir­
meleri için yukarıya seslendi. Zincirler gıcırdadı ve iskele yavaşça
inerek çukurım dibine oturdu.
Sultan Mehmed kazmanın demire çarptığı yere yürüdü. Sek­
banlar meşale tutarak o noktayı iyice aydınlatmıştı. Açılmış top­
rağın içinde metal bir tabaka görülüyordu.
Sultan Mehmed kazıcılara “Açın biraz daha” dedi.
Metal tabakanın üstündeki toprağı kazıcılar elleriyle dağıttılar.
Tabuta benzer bir sandık çıktı ortaya. Sandığın her yanım kazdı­
lar. Yüksekliği bir arşın kadardı. Tabuta benzeyen metal sandık,
kubbeli binanın yapıldığı siyah taştan kaidenin üstündeydi. Biraz
daha kazınca sert bir zemine ulaştılar. Sandığın 2 arşın yüksekli­
ğindeki kaidesi bu zemine oturtulmuştu.
Kaideyi ortaya çıkarmak için açtıkları çukurun bir tarafındaki
toprak kayıverdi. O zaman bir başka kaide daha olduğunu gördü­
ler. Üstünde bir başka metal sandık vardı.
Esrarengiz kubbenin ve içinde bulunduğu çukurun yarattığı
merak zirvedeydi.
İkinci kaideden itibaren yanlara doğru yapılan heyecanlı kazı
sonunda 14 kaide ve onların üstünde 14 metal sandık buldular.
Aynı zamanda kubbeli binanın oturduğu zemin de ortaya çık­
mıştı.
14 metal sandık, kubbeye diklemesine konularak, yan yana
düzenle yerleştirilmişti. Sandıkların hepsinin kapağında insan
başı büyüklüğünde kabartma daire vardı. Dairenin içine ayrıca üç
tane üçgen çizilmişti ve üçgenlerin uçlan birbirine değmekte olup
yonca yaprağma benzemekteydiler.
Sandıklardan yedi tanesinin kapağındaki yuvarlak işaret kubbe
tarafındaki uçlardaydı. Geri kalan yedisinin kapağmdaki yuvarlak
işaret ters yöndeydi.
Zemine varılmasıyla birlikte binanın girişi de görülmüştü. Üstü
yuvarlak, yaklaşık iki arşın yüksekliğinde ancak bir kişinin geçe­
bileceği kadar dar, çok düzgün kubbeli bir oyuktu.
17

İçini dolduran topraklar temizlenince oyuğun dibinde bir kapı


görüldü. Kapı, kubbeyi kaplayan metaldendi.
Sandıkların kapağını kaldırmaya hazırlanırlarken kapımn orta­
ya çıkması dikkatlerini girişe çekmişti. Zağanos Paşa padişaha
sorar gibi baktı.
“Kapı mı, sandık mı? Hangisini önce açalım?”
“Önce kapı” dedi Sultan Mehmed.
Paşa, iyice temizlenen oyuğa girdi. Kapı dümdüzdü, tutacak
kolu yoktu. Güçlü kollarıyla kapıyı itti. Zağanos Paşa’nm nam
salmış gücüne rağmen kapı kımıldamadı. Sultan Mehmed’e
baktı.
“Açılmıyor Padişahım, ama bu acayip binanın kapısını kırmak
doğru olmaz. Bir çare gerek, ama ne?..’’
O anda hiç beklemedikleri bir şey oldu, “trak” diye bir ses
duyuldu, kapı aniden açıldı. Sanki içerden biri kapıyı hızla çekip
ardma kadar açmıştı. Onca zaman yeraltında kalmış dört beş par­
mak kalınlığındaki kapmm böylesine kolay açılması şaşırtıcı
olduğu kadar ürkütücüydü.
Hepsi tek söz söyleyemeden büyük bir sessizlikle kapının
ardındaki karanlığa bakıyordu.
Kapıdaki karanlık birden açılmaya başladı, kara boşluk yerini
beyaz yoğun bir ışığa bıraktı. Işık değil dışarıya akan sütun biçi­
minde sıvı mermerdi sanki. Kapıya yakın duran sekbanlar birer
adım geri çekildi.
İçeride ne vardı?
Sultan Mehmed, “Sekbanlar girip baksın!..” emrini verdiğinde
Zağanos Paşa padişahın kulağına eğilerek bir şeyler söyledi.
Sekbanlar kapıya giderken Sultan Mehmed el işaretiyle onlan
durdurdu, geri çağu'dı.
“Destur verin sultanım” diyen Zağanos Paşa cüppesini çıkardı,
kapıya yürüdü.
Bir süre içeriye baktı ve sonra girip gözden kayboldu.
Zağanos Paşa’nm yalnız girmesi Akşemseddin ile Oruç Bey’i
tedirgin etmişti, ama padişah desturu vermişti. Sultanın kulağına
ne söylediğim çok merak ettiler.
Padişah konuşmuyor, gözlerini kapıya dikmiş sessiz bekli­
yordu. Kitle halindeki yoğun beyaz ışık Sultan Mehmed’in kafa­
sındaki soruları çarpıştırıyordu. İçerde uzun süre kalması
padişahı da meraklandırmışken, paşanın kapı oyuğunda belir­
mesiyle herkes rahatladı. Zağanos Paşa yanına geldiğinde yüzü
çok ciddiydi.
18

“Padişahım, içeriye siz, Akşemseddin Hocam, Oruç Bey ve ben­


den başkası girmesin.”
Sultan Mehmed çok güvendiği Zağanos Paşa’nın yüzündeki
kararlılığı okudu.
“Sekbanlar!.. Biz içeriye giriyoruz. Kapıyı tutun, arkamızdan
kimse gelmeyecek.”
Zağanos Paşa padişahın sözlerini tamamladı.
“Gereken bir şey olursa seslenirim. Kulaklarınız açık ola!..”
Padişah ve diğer üçü muamma binaya “Bismillah” diyerek ufak
kapıdan girdiler.
Sekbanlar arkalarından dua ettiler, meralda, heyecanla bekle­
meye başladılar. Metal kubbeli binanın içinde neyin olduğunu bir
an önce öğrenmek istiyorlardı.
Padişah ile maiyeti umulandan fazla içerde kalmışlardı. Esra­
rengiz binaya girmelerinin üstünden endişe edilecek kadar uzun
süre geçmişti.
Bir ara Zağanos Paşa girişe geldi, dört testi su istedi. Saatler
akıp gidiyordu, padişah ile maiyeti çıkmamışlardı. Sekbanbaşı
sonunda dayanamadı girişten içeriye doğru seslendi.
“Padişahım bağışla!.. Sıhhatte misiniz?”
Biraz sonra derinden Zağanos Paşa’nm sesi yankılandı.
“Meraklanma sekbanbaşı, iyiyiz. İçeri sakın girmeyesin ha!..”
Geceyarısına yakın binaya girmiş olan padişah, Akşemseddin,
Zağanos Paşa ve Oruç Bey sabah ezanında çıktılar.
Sekbanlar derin soluk almıştı. Şimdi içeride ne olduğunu, bina­
nın ne sebeple inşa edildiğini öğreneceklerdi. Artık onların içeri
girmesine destur verilirdi. Padişaha, Alcşemseddin’e, Zağanos
Paşa’ya ve Oruç Bey’e bakıyorlardı.
Genç Sultan Mehmed ve yanındakiler hareketsizdiler, suskun­
dular. Meşalelerin aydınlattığı yüzleri ter içindeydi. Bir şeyi gizle­
menin gayreti içindeydiler. Donuk ifade takınmalarına rağmen
şaşkınlık gözlerinden okunuyordu. Tavırlarındaki ağırlık, düşün­
celi durgunluk, şaşkınlık ve suskunlukları olağan değildi. Sekban­
ların merakı iyice artmıştı.
Ayak basılmamış bir yerde, toprağa gömülü acayip bir bina ve
çevresinde tabuta benzer 14 metal sandık bulmuşlardı. O esraren­
giz binaya girenlerin içerden böyle suskun çıkması olanaksızdı.
Sekbanlar, “acayip” binanın içini ilk görenlerden heyecanlı
açıklamalar beklerken padişah ve maiyetinin heykel sessizliği
tuhaftı.
Metal kubbeli binanın içinde ne gördüklerini Sultan Mehmed’e
29

ve paşalara elbette soramazlardı. Soran gözlerle bakmaktan


başka çareleri yoktıı.
Padişah ve maiyetinin ağzından çıkan ilk söz “su” oldu. Soğuk
pınar suyunu kana kana içtiler. Sonra Zağanos Paşa, kazıcılardan
çukurun üstüne çıkmalarını, sekbanların çukurda kalmasını iste­
di. Kazıcılar çıkınca kalanları padişahın karşısına dizdi. 21 yaşın­
daki Sultan Mehmed kartal bakışlarını sekbanların üstüne dik­
mişti.
“Şu andan itibaren yapacaklarınızı, gördüklerinizi hiç kimseye
anlatmayacağınıza, sıranızı saklayacağınıza, hak vaki olunca da
mezara götüreceğinize yemin edin. Sessizce edin.”
Sekbanbaşı bir adını öne çıktı, yemine önderlik etti. Sekbanlar
hep bir ağızdan padişahın isteğini yerine getirdüer.
“Vallahi, billahi, tallahi sırrı saklayacağız!..”
Alçak sesle ettikleri yemini çukurun üstündekiler duymamıştı.
Şafak söküyordu, gün ağarmaya başlamıştı. Sultan Mehmed ile
Zağanos Paşa sekbanlara uzun süre talimatlar verdi. Gün aydın­
landığında yukarıya çıktılar. Padişahın emrini Zağanos Paşa yuka­
rıda bekleyen Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’ya ve Saruhan
Paşa’ya aktardı.
“Sekbanlardan başkası çukura inmeyecek, çevresinde bile
dolanmayacak. Soru sorulmayacak.”
Padişah talimatlarının tam olarak anlaşıldığına emin olunca
atının getirilmesini emretti. Dinlenecek, temizlenecek ve kısa
süre sonra dönecekti.
“Hocam, Zağanos, Oruç, siz de gidip dinlenin. İkindi namazında
tekrar burada olalım” dedi.
Nazlı nazlı gelen kır atma sevgiyle baktı. Arap atlarına has
küçük güzel başını okşadı. Seyisin kavuşturduğu ellerine sol dizi­
ni koydu, seyis onu kaldırdı, sağ bacağım atın üstünden geçirerek
yumuşak Çerkez eyerine oturdu. Maiyetinin de atlan getirildi.
Arazinin tepesine at sürdüler. Tepeden sonrası geniş düzlüktü.
250 kadar sekban padişahm güvenliği için karşılıklı iki sıra halin­
de dizilmişti. Ortalannda altı Bizanslı atlarından inmiş bekliyor­
du. Dördü yüksek askeri üniforma giymişti. İki sivil ise İmparator
Konstantinos Dragases’in elçisiydi. Padişah onlan tanıyordu,
çünkü daha önce de gelmişlerdi.
İki elçi ilk gelişlerinde İmparator Konstantinos Dragases’in
mesajını getirmişti. Padişah onlarla konuşmamış, sadrazamı
görüş türmüştü.
Konstantinos, “Sultan bana ait o araziye inşaat yapmak için
20

benden izin almalı” haberini göndermişti. Sultan o zaman, “Bir


daha gelirlerse kelleleri gider” diye elçileri ihtar ettirmiş, geri
göndertmişti.
Atını onlara doğru sürdü, aniden mahmuzlanan kır at hafif şaha
kalkarak fırladı. Sultan tam önlerinde atının dizginlerine asüdı.
Elçiler korkmuştu.
“Bre ben size haber etmiştim ki, bir daha gelirseniz kelleler
gider diye?”
Sekbanlara döndü.
“Vurun bunların kellesini!..”
Sekbanlar bir anda Bizanslı altı elçinin başına çöktü, emir bek­
ledi.
Dizlerinin üstüne bas tırılmış elçilertitriyordu. Sultan Mehmed’in
gözlerinden ateşler çıkıyordu. Aşağılayarak süzdü onları.
“Bir daha affediyorum. Söyleyin kralınız Konstantinos
Dragases’e, ben dilediğimi yaparım. Benim kılıcımın yetiştiği yere
onun hayali ulaşamaz.”
Atının başını tekrar tepe üstüne çevirdi, mahmuzladı. Sadra­
zam Çandarlı Halil Paşa ile Saruhan Paşa’yı çağırdı. Az önce ver­
diği talimatların daha da hızlı yerine getirümesini istedi.
Kubbenin bulunduğu çukurun üstü o andan itibaren hasırlarla
yapılmış yüksek duvarla çevrildi.
Hisann yapımı geçici olarak durduruldu, tüm kazıcılar gönde­
rildi. Avcı sekbanlardan yeminli 120’si kazı işine verildi. Kısa süre
sonra onlar da gönderildi. Sadece 18 Sekbanlar kaldı.
18 Sekbanlar’m çukurda ne yaptıklarım, kubbeli binanın içinde
ne olduğunu ve 18 Sekbanlar’m 18 öküz arabasıyla, ne taşıdıkları­
nı kimse öğrenemedi. Tarih yazıcı Oruç Bey metal kubbeli binayı
resmi tarih kayıtlarına geçirmedi.
İşe dönmelerine izin verilen kazıcılar inşaat arazisine geldikle­
rinde hayretler içinde kaldılar. Metal kubbeli bina yoktu, çukur
kapanmıştı. Hepsi tembihliydi, kubbeli binayla ilgili tek sual sora­
nın, kubbeli binadan söz edenin kellesi gidecekti.
Kubbeli binanın bulunduğu alana Konstantiniyye toprakların­
daki ilk caminin temeli atılıyordu. Cami üstte gözükecek, kubbeli
bina unutulacaktı.
31 ağustos 1452, Konstantiniyye

Boğazkesen Hisan 4 ay 16 gün sonra tamamlanmıştı. Böylesine


görkemli bir kalenin bu kadar kısa sürede inşa edildiği daha önce
görülmemişti. Hisann yapılması Sultan Mehmed’in Konstantinopolis’i
fetih planlan içindeydi.
21 yaşındaki padişah Konstantinopolis’i 53 günde fethetti. Fatih
Sultan Mehmed olarak anılır oldu.
Metal kubbeli bina ve çevresindeki 14 metal sandık sır olarak
kaldı.
Padişah ve üç maiyetinden başka sırrı sadece 18 Sekbanlar
biliyordu. Fatih Sultan Mehmed’in sadık muhafızlarından 18 Sek­
banlar İstanbul’un fethindeki sokak savaşlarında şehit düştü.
Mezarları Saraçhanebaşı ile Şehzadebaşı arasında İstanbul Bele­
diye Sarayı’nın yanında 18 Sekbanlar Sokağı’mn başında, caminin
yanındadır. Mezarlığın biraz ilerisinde XV. yüzyılda yaşamış
“gönül harabiyetlerinin iyileştiricisi, yoldan çıkmışları yola sokan”
Üryani Baba Türbesi de yer alır. O sokağa girenler 18 Sekbanlar’ın
mezarlarını ziyaret edebilirler. Ruhlanna el fatiha...
18 Sekbanlar’m şehadetinden soma Fatih Sultan Mehmed ile
Akşemseddin, Zağanos Paşa, Çandarlı Halil Paşa, Saruhan Paşa
ve Oruç Bey’in ölümleriyle metal kubbeli binanın sırrı da toprağa
gömüldü.
Aradan yüzlerce yıl geçti. Boğazkesen’in adı Rumelihisarı ola­
rak değiştirildi. Müze yapüdı, yaz aylarında konserlere, tiyatro
oyunlanna mekân oldu. Kimse hisann inşaatı sırasında bulunan
metal kubbeli binayı bilmedi. 2008 yılındaki bir tesadüfe kadar...

Berlin 2008

Bayan Leoni Adelheid öyle bir laf etti ki medya başına üşüşü­
verdi.
22

“Naziler 1933’te kitapları yakarken oradaydım. Nazilerle ilgili


kimsenin bilmediği, anımsamadığı olayları gördüm yaşadım. Bun­
ları yazdım” demişti.
97 yaşındaki Bayan Leoni Adelheid bu sözleri, yayınevinin tele­
vizyon reklamında söylemişti. Kitabın piyasaya çıkmasına 1 ay
vardı. Sadece Alman medyası değil, bütün dünya “kimsenin bil­
mediği” yakın tarih olaylarının tanığı 97 yaşındaki kadına büyük
ilgi göstermişti.
Bilinmeyenler neydi?
Bauer Yayınevi, Bayan Leoni’nin kitap çıkmadan önce konuş-
mamasmı istemiş, ilgili maddeyi kontrata koymuştu.
Leoni, yayınevinin düzenlediği basm toplantılarında önceden
hazırlanıp kendisine verilen konuşmaları yapıyordu, sorulan asla
yanıtlamıyordu.
Yayınevinin taktiği iyi sonuç vermişti, Bayan Leoni Adelheid’m
kitabı dünyanın her yanından milyonlarca sipariş almıştı. Heye­
can büyüktü.
Genç gazeteci Teo von Huber, Bayan Leoni Adelheid’m torunu
Tobias’la yakın arkadaştı. Bayan Leoni’yle ilk konuşan gazeteci
olmak istiyordu. Torunu Tobias’ m ısrarlarına dayanamayan
Bayan Leoni, yayınevinin yasağına rağmen gazeteci Teo’yla görüş­
meyi kabul etti. Tek şartla; söyleşi kitap piyasaya çıktıktan bir
gün sonra gazetede yayımlanacaktı. BÖylece Teo von Huber 97
yaşındaki yazarla söyleşi yapabilen ilk gazeteci olacaktı.
Kitabın çıkmasına dört gün vardı. Randevu anı gelmişti. Arkadaşı
Tobias’la birlikte eski VVT’sine binen Teo von Huber çok heyecanlıy­
dı. Bayan Leoni’nin evine yollandıklarında tatlı hayaller kuruyordu.
Nazi döneminin bilinmeyenleri Bayan Leoni’nin belleğindeydi. Bütün
dünyanın ilgisini hiç yitirmediği Nazi dönemine ait bir bombayı pat­
latabilirse kariyer karnesine yüksek notlar yazılacaktı.
Bayan Leoni, kitabında yer vermediği tanıklıklan da anlatabi­
lirdi. Onlardan yararlanarak kendisine de kitap yazma imkânı
doğardı.
Teo düş kuruyordu; bir milyon kitabı satılsa vergi hariç 3-4
milyon euro kazanırdı ama onu mutlu edecek olan kitabının mil­
yonun üzerinde okur bulmasıydı. Zengin aristokrat ailesinin
bıraktığı ve yüzde 50 ortağı olduğu dev şirketten tek kuruş alma­
dan yaşamını sürdürmeye kararlı ilginç ldşiliğe sahipti.
Teo tatlı düşlerin heyecanıyla Tobias’ı dirseğiyle dürttü.
"Tobi, bu akşam sana Le Boubou’da harika bir ziyafet çekece­
ğim.”
23

Tobias güldü.
“Bizim cadı bakalım neler anlatacak. 97 yaşında oluşuna balona,
beyni 18 yaşındaki bir genç kız kadar tazedir. Çok zekidir, dikkatli
ol. Gazeteci dümenleri yapıp uyutmaya kalkarsan hemen çakar ve
susarak seni cezalandım-, ona göre ayağım denk al Teo.”
Bayan Leoni Adelheid’a ulaşmak için Teo epey direksiyon sal­
layacaktı. Bayan Leoni’nin evi Schöneiche bei Berlin’deydi.
Kentin en güzel beldelerinden biri olan Schöneiche’nin kurulu­
şu 6 500 yıl öncesine dayanıyordu. İkinci Dünya Savaşı sonunda
Doğu Berlin sınırları içinde kalmıştı. Berlin Duvarı yıkılınca batıy­
la birleşen Schöneiche gerçek kimliğine kavuşmuştu. Bayan
Leoni Adelheid ancak o zaman aile malikânesine dönmüştü.
Bakımsız kalmış binayı onartmış, malikâne savaş öncesindeki
görkemli durumuna getirilmişti. Schöneiche, Berlin’in önemli bir
kültür merkeziydi ve doğanın en iyi korunduğu parklardandı.
Teo arabasını uzun Schöneiche Strasse’ye soktu. Yolım iki
yanındaki ormanın güzelliği, insanı kent yaşamının kargaşasın­
dan kurtarıyor dinlendiriyordu.
Uzun orman yolundan sonra Bayan Leoni Adelheid’m evinin
bıüunduğu Mozart Strasse’ye döndüler. Sokağı yanladıklarında
Tobias üç bina sonrasını işaret ederek, “İşte şu pembe beyaz ev”
dedi.
Teo önüne park ettiği binayı hayranlıkla seyretti. Bayan
Leoni’nin malikânesi 20’şer metrelik eşit genişlikteki bahçelerle
çevrilmişti, üç katlıydı. Çift kanatlı beyaz kapı binanın ortasınday-
dı. Her iki yanda üçer yüksek pencere vardı. Pencerelerin iki
yanından sütunlar iniyor ve üstlerini sütun başlığı tarzında yapıl­
mış saçaklar örtüyordu. İlk iki katı beyaz, üçüncü kat pembe
renkteydi. Onların üstündeki çatının dar kızıl kiremitleri bakım­
lıydı. Çatı odalannın pencere çıkmtılan geleneksel Alman mimari
tarzının imzasıydı.
Balıç e, yanm metre yüksekliğindeki beyaz taş duvann üstüne
dizilmiş yine yarım metre boyunda Akdeniz tipi tombul sütunlarla
sokaktan aynlıyordu. Berlinli binanın tarzına uyumsuz Akdenizli
görüntüsü sonradan yapıldığını belli ediyordu. Ancak güzel duru­
yordu. Pembe, kırmızı ve san burunlarını gösteren gül goncalan
boyunlarını sütunların arasmda sokağa doğru uzatmıştı. Yine
Akdeniz tarzı kemer girişli bahçe kapısının üstü de sarmaşık gül­
leriyle çevrelenmişti. Mevsim gelmişti, güller açacaktı. Bahçe
şimdi de güzeldi ama o güller açtığında herhalde cennete dönü­
yordu.
24

Bahçeye girdikten sonra kare biçimindeki taşlardan oluşturul­


muş yoldan kapıya yürüdüler. Yolun iki yanındaki çimenler ve
çiçek tarhları şaşılacak kadar bakımlıydı. Bayan Leoni’nin bahçı­
vanı çılgın biri olmalıydı.
Teo, “Bayan Leoni zevk sahibi. Ev, bahçe çok bakımlı. Hele
bahçeye şaştım. Bahçıvan geometri uzmanı olmalı ha... Bir de,
ninen Akdeniz’i çok seviyor galiba ki Berlin’e taşımış” dedi.
“Öyledir. Portofino’da evi var. Zaten iki haftaya kadar mutlaka
oraya gider. Bahar aylarım kaçırmaz. Eve girince onun zevkini
daha iyi değerlendirirsin.”
Tobias bunları söyledikten sonra çift kanatlı işlemeli beyaz
kapının züini çaldı.
Kapının açılmasıyla birlikte minik bir çığlık duyuldu.
“Tobiii... Seni çok özlemiştik.”
Bunları söyleyen yaşlı kadm Tobias’a büyük bir sevgiyle bakı­
yordu. Tobias ona annesiymiş gibi içten sanldı, kadm da Tobias’ı
evlat şefkatiyle kucaklamıştı.
Ayrıldıklarında kadm Teo’dan özür diledi.
“Kusura bakmayın efendim, bir zamanlar kucağımdan inmeyen
Tobi hayırsızını tam dört aydır görmedim. Siz Bay Teodor von
Huber olmalısınız. Bayan Leoni sizi bekliyor.”
Teo ne diyeceğini şaşırmışken Tobias onları tanıştırdı.
“Bu güzel hanımefendi masal prensesi Sofıe’dir. Annemin ölü­
münden sonra bana annelik yaptı. Şu evde yaşamının 50 yılını
geçirmiştir. Ninem onsuz yapamaz. Ondan başkası da ninemi
idare edemez.”
“Memnun oldum” diyerek gülümseyen Teo, Sofie’nin elmi say­
gıyla sıktı.
“Salona geçin Bay Von Huber. Tobi, burası senin evin, konuğu­
nu ağırlasana...”
Açık pembe renkli mobilyalarla döşenmiş, beyaz vazolar ve
çiçeklerle bezenmiş oda iç açıcıydı. Duvardaki orijinal Renoir
tablosu çiçek temalı odayı daha da güzelleştiriyordu. Beyaz mer­
mer şöminenin üstündeki duvara eski devlet yöneticilerine ait
dört resmi asa konmuştu.
Sofie onları oturttuktan sonra, “Ben Leoni’ye haber vereyim”
diyerek çıktı. Tobi, hizmetçi Sofie’nin ninesini ilk adıyla anması­
nın Teo’yu şaşırttığını fark etmişti.
“Sofie aslında nineme adıyla seslenir, yabancı konuk geldiğin­
de ise Bayan Leoni Adelheid der. Şimdi ben varım ya daldı, onun
için Leoni dedi.”
25

“Çok yalanlar yani...”


“Evet. Hizmetçi ve hanımı ilişkisi yoldur aralarında... İki arka­
daştırlar. Ancak ninem 97, Sofie ise 74 yaşında ve sağlıklı oldu­
ğundan ev işlerini o yönetiyor.”
“Tek başına mı?”
“Yok canım Teo, evde bir aşçı ve iki hizmetçi var. Sofıe’nin
kocası Anton alışverişleri yapar. Hayran olduğun bahçenin bahçı­
vanı odur. Anton klasik bir Alman1dır.”
Tobias sözlerini bitirdiğinde Bayan Leoni Adelheid salona
girdi. Karizması müthişti. Teo, onun duruşundan hemen etkilen­
mişti.
Bayan Leoni Adelheid uzun boylu, ince bir kadındı. 97 yaşmda
olmasına rağmen dik duruyor ve ağır adımlarla yürüyordu. Teo
onun tekerlekli sandalyeyle geleceğini sanmıştı.
Elmaslı minik taçla süslediği saçları koyu siyaha boyalıydı.
Kaim siyah kaşlarının altındaki 97 yıllık gözler çocuk kadar pırıl­
tılı bakıyordu. Yüzündeki kırışıklar ustaca yapılmış makyajın
altına elverdiğince gizlenmişti. Yanaklarına ve dudaklarına hafif
pembelik sürülmüştü. Yaşma rağmen etkili olan alımlı hali gençli­
ğinde nasıl bir afet olduğunu ortaya koyuyordu.
Kulaklarındaki elmas küpeler ile elmaslı zümrütlü kolyesi zarif
bir takımdı. Açık zeytin yeşili üstüne ince gri çizgili ve ayaklarını
örtecek kadar uzun kostümüyle Leoni Adelheid geçmişten gelen
kraliçeydi.
Teo ve Tobias onu görünce ayağa fırlamışlardı. Tobias gitti,
elini tuttu, öptü ve sonra ninesine sanldı. Bayan Leoni Adelheid
güldü.
“Sen cezalısın aslında.. Tam dört ay sonra bu eve geldin. Seni
almazdım ama arkadaşına dua et, dedi. Sesi yaşından gençti.”
Teo, aynen Tobias gibi elini öptü. Bayan Leoni Adelheid kendi­
sine ait olduğu belli olan yüksek arkalıklı koltuğa oturdu. Onlara
da oturmaları için işaret etti.
“Size ne ikram edeyim?”
Sofie kahve ile kek ve pasta servisini yapana kadar Teo ild üç
nezaket kelimesinden başka laf edemedi. Sadece, kendisini kabul
ettiği için minnettarlığım bildirebildi. Ninenin iyice etkisinde kal­
mıştı. Servisten sonra Bayan Leoni onu rahatlattı.
“Evet Bay Von Huber, benden neyi öğrenmek istiyorsunuz?”
Teo heyecanlandı, oturduğu yerde dildldi.
“Sizinle ilk söyleşiyi yapmak elbette kariyerime önemli katla
yapacak. Bu imkânı verdiğiniz için size minnettarım. Kitabınız
26

hakkında açıklama yaparken, ‘Kimsenin görmediği, bilmediği


olayları yazdım’ demiştiniz. Yazdıklarınızın son derece önemli
olduğuna inanıyorum ve okumak için sabırsızlanıyorum.’’
“Evet doğru, bütün dünya kitabımı okumak için sabırsızlanı­
yor. Pardon, devam edm Bay Von Huber.”
“Efendim ben diyorum ki... Kitabınıza yazmadığınız bir anınızı
bana verir misiniz? Böyle bir anı var mı?
Bayan Leoni Adelheid güldü.”
“Bravo. Akıllı bir çocuksunuz. Ancak neyim varsa kitaba dök­
tüm. Size maalesef bir şey kalmadı Bay Von Huber.”
Teo uğradığı hayal kırıklığıyla kıpkırmızı olmuştu. Nine onun
yıkık halini hemen anladı.
“Bak yavrum şu resmiyeti kaldıralım. Sana bundan böyle Teo
diyeceğim... Tamam mı?”
“Memnun olurum efendim.”
“Pekâlâ, sana kitaptaki konulardan birini veririm, kitap çıktık­
tan bir gün sonra gazetede yayımlarsın. Bak Tobi fotoğraf da
çekiyor. İkimizi baş başa gösteren fotoğrafı da eklersin yazıya...
Basın toplantısına kadar medyanın önüne çıkmayacağıma göre
harika bir gazetecilik yapmış olursun. Bayan Leoni Adelheid’la ilk
ve son röportaj dersin. Nasıl? İşte sana rekor kariyer puanı...”
Teo sevinçle ayağa kalktı, ninenin ellerine sarılarak öptü.
“Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum efendim.”
“Tamam tamam heyecanlı adam, abartma canım. Nihayet
kitaptan ild sayfa koparıp vereceğim” diyen nine, Tobi’ye döndü.
“Bu kadar çektiğin yeter, fotoğrafçılığına güvenin mi yok?”
Tobi otururken güldü.
“Güzelliğinizi tespit etmeye doyulmuyor efendim.”
“Hadi oradan dalkavuk sen de.”
Nine çok sevdiği limonlu kurabiyeye uzanırken Tobias arkada­
şına fısıldadı.
“Tatmin oldun mu?”
“Elbette, sağ ol Tobi.”
Bayan Leoni bu arada Sofıe’ye seslendi.
“Kitabın dördüncü bölüm kopyalarının dosyasını getir Sofie.”
Gelen dosyadaki sayfalan büyüteçle inceleyen Bayan Leoni
dört yaprağı ayırdı.
“Al Teo, bu bölüm hayli çarpıcıdır. Sofie bir zarf getir!..”
Teo okumak için deli oluyordu ama nezaket gereği sayfaları
zarfa koymak zorunda kaldı. Nineye tekrar teşekkür etti.
“Bana büyük bir iyilik yaptınız.”
27

Bayan Leoni eliyle bir şey değil gibilerden işaret yaptıktan


sonra durdu, biraz dikleşti.
“Bakın aklıma bir anı geldi çocuklar. Şimdi geldi... Bunu kitaba
yazmadım.”
Teo heyecanlanmıştıi
“Anlatın lütfen efendim.” Çok şanslı günündeydi.
97 yaşmdaki kadının gözleri daldı bir an, hafifçe gülümsedi, anı­
lar canlanmıştı. Akıp geçen o anları gözlerinin önüne getiriyordu.
“Iütaplann yaloldığı 1933 yılmda babam Berlin Kütüphanesi
Yönetim Kurulu başkaraydı. Kütüphaneyle bütünleşmişti; binlerce
kitap, vücudundaki hücrelerdi sanki... Nazi yönetimi geldiğinde
babamı görevden yine Schöneiche’de bu evde oturuyorduk. Ailemiz­
de çok kişi belediye başkanlığı yapmıştı. Şöminenin üstündeki asa­
lar onlara aittir. Adelheid ailesi vatanseverdir. Babam Nazi olmamak­
la beraber komünist de değildi. Rosa Luxemburg ve Liebknecht’in
fırtına gibi estiği dönemlerde diğer entelektüeller gibi komünizme
yalanlaşmamıştı. Naziler bu nedenle babamı kara listeye almadılar.
Babam da işini iyi yapıyordu. Aman kitaplarına dokunmasınlar da,
başka endişesi yoktu. Ne yazık ki babamın rahatı çabuk kaçtı.
Çünkü Propaganda Bakanı Goebbels, ‘Alman kültürü temizlenmeli,
Yahudi yazarların Alman ruhunu yozlaştıran kitaplarından kurtulun-
malıdır’ diyordu. 1933 yılının nisan aymdaydık, Alman Öğrenciler
Birliği yayınladığı bildiride şöyle diyordu: ‘Birleşik Alman ruhunu
bozan kitaplara karşı Sauberung2 operasyonu şarttır.’ Gençler
‘aykırı’ gördükleri kitapların yakılmasını öneriyorlardı. Yahudi lite­
ratürünün Alman dilinin safiyetini kirlettiğini ve Yahudi yazarların
bunu bilerek yaptıklarım ileri siirmekteydüer. Mayıs başında eleme­
den geçen sakıncalı 25 000 kitap babamın kütüphanesinden alına­
rak Bebelplatz’da yakıldı. Buna ‘sembolik’ diyorlardı, yakılacak
milyonlarca kitap vardı. Babam çok rahatsız olmuştu, kara listeye
alınan Bertolt Brecht, Erich Maria Remarque, Lion Feuchtwanger,
Alfred Kerr ve saymakla bitmez daha niceleri... Amerikalı yazarlar
Emest Hemingway ve Helen Keller... Sonra Yahudi Kail Marx, Sig-
mund Freud, Maxim Gorky, Heinrich Heine ve Walter Rathenau gibi
yazarların birçok eseri Berlin Kütüphanesi’ndeydi. Babamın korktu­
ğu günlerin ikmcisi de geldi. Berlin Kütliphanesi’nden toplanan
kitaplar bu kez Berlin Üniversitesi Önünde yaküdı. Kitap yakma
törenleri çığımdan çıkmış, ilkel ayinler halini almıştı. Bandolar geli­
yor, milli danslar yapılıyor, törenlere Nazi olmayan profesörler ve
öğrenciler korkudan katılıyordu. Bizim SchÖneiche’nin nüfusu o

2 . Alm ancada, "te m izlik ” .


28

yıllar 5 000 kadardı. Beldemizde 170 Yahudi yaşardı. Yahudi komşu­


larımızdan Janos Klein babamın asistanıydı. Ateşli bir delikanlıydı,
genç yaşta evlenmişti, kansı Leah hikayeciydi, iyi bir yazardı. Üç
küçük çocukları vardı. Onlan ailece severdik.”
Tobias burada ninesinin sözünü kesti.
“Özür düerim ama Teo’nun işi var, gazeteye yetişmesi gereki­
yor, gelecek ziyaretinde bu güzel anılan dinler.”
Teo hemen atıldı.
“Hayır hayır, harika anılar bunlar, günlerce sürse de dinlerim.”
Bayan Leoni, torununa ters ters baktıktan sonra devam etti.
“Janos, Yahudi karşıtı eylemlerin artışından endişeliydi. Berlin
Kütüphanesi kitaplan o sırada durmadan sansürden geçmektey­
di. Yakmak için yine epey kitap ayırmışlardı. Babam ve Janos
kahroluyordu. 10 mayısta büyük kitap yakma töreni yapılacağını
üan ettiler...”
Burada susan Bayan Leoni gülmeye başladı.
“10 mayıs günü komik bir şey oldu, onun için gülüyorum. Nazi
öğrenciler, SS’ler kitapları meydanlara yığmıştı. Sadece Berlin’de
değil, tam 21 üniversite kentinde... Fakat gelin görün ki, o gün
bütün Almanya’ya sağanak yağmurlar yağdı. Kitaplan yakamadı­
lar, komik duruma düştüler. O gece Janos, kansı ve çocuklarını
alarak bize geldi. Çok endişeliydi, Tahudileri toplayıp çalışma
kamplarına atacaklarmış, böyle bir projeyi bizim cemaatten bazı-
lan duymuş’ dedi. Almanya’dan kaçmak istiyordu. Babam nereye
gitmek istediğini sordu. Janos, ‘Türkiye’ye İstanbul’a’ dedi. Hepi­
miz şaşırdık. Çünkü kaçan Yahudilerin pusulası hep Amerika ve
İngiltere’yi gösteriyordu. Ben 1933 yılında 23 yaşındaydım, her
şeye aklım eriyordu. Ayrıca Nazi rejimine karşıydım. Babama
‘Kaçmasına yardımcı olalım, Janos haklı, başlanna kötü işler
gelebilir’ dedim. Babam, annem, ben ve Janos’la kansı Leah kaçı­
şı organize etmek için düşünmeye başladık. Babam Janos’a, ‘Sana
bazı çok değerli elyazmalan vereceğim onları da götür’ dedi.
İslam bilginlerinin elyazmalannı Nazilerden kurtarmak istiyordu.
Şimdilik ırkçıların gözlerinden kaçmıştı, ama mutlaka İslam dün­
yasının yazarları da kara listeye girecekti. Türkiye’ye gideceğine
göre, İslam ülkesinde elyazmalan güvende olacaktı. Türkiye’nin o
dönemdeki lideri Atatürk bir dünya savaşı daha çıkacağım, fakat
Türldye’nin tarafsız kalacağım söylemişti. 1933 yılında, o tarihte
albay olan ünlü Amerikalı kumandan Mac Arthur Ankara’da
Atatürk’le konuştuklarını Caucasus dergisine yazmıştı. Türkiye’nin
lideri ‘Altı yedi yıl sonra Almanya'nın başlatacağı bir savaşa
29

kesinlikle inanıyorum’ demiş ve eklemiş: ‘Bu savaş Almanya ile


İngiltere ve Fransa arasında, Birinci Dünya Savaşı’nm rövanşı
olacaktır. Yeni silahlarla çok can alacak bu savaşa Türkiye katıl­
mayacaktır.’
Atatürk’ün sözlerini çok net hatırlıyorum. Çünkü Caucasus
dergisindeki bu söyleşi Almanya’nın entelektüel çevrelerinde
yankı yapmıştı. Hitler söyleşiyi okuyunca dergiyi toplatmış ve
okunmasını yasaklamıştı. Çünkü Atatürk şöyle demişti: ‘Savaşı
Hitler kaybeder, ancak galip ülkelerin Sovyetler’i fazlaca destek­
leyip Almanya’yı ezmesi Rusya’yı Avrupa’nın kalbine yerleştirir.’
Bizi de en çok etkileyen şu son sözlerdi. O tarihte Almanya’da çok
tartıştık. Sonuçta Atatürk haklı çıktı, tam söylediği tarihte savaş
çıktı, savaşı Hitler kaybetti, Stalin’in Rusyası Berlin’i ikiye böle­
rek Avrupa'nın kalbine yerleşti. Atatürk’ün yorumunun dikkatleri
çektiği 1933 yılında Türkiye yolculuğuna hazırlanan Janos Klein
elyazması kitaplar ve İslam literatürü konusunda önemli bir
uzmandı. Kitaplara tutkundu. Babamın önerisine sevindi. Elbette
bir sorun vardı, kaç tane kitap götürebilirdi ve hangi yoldan kaça­
caktı. Janos, ‘Hamburg’dan Türkiye’ye gidecek bir gemiye binece­
ğim’ dedi. ‘Amerikan, İngiliz, Fransız, Norveç, İsveç, Portekiz
veya Türk bandıralı gemilerin Yahudüeri aldığını’ söyledi. Kendi­
siyle birlikte Almanya’dan kaçmak isteyen Hamburg’daki akraba­
sı Oswald, ‘Türkler bizi kaçırmaktan korkmaz. Önce Türk gemici­
lerle anlaşmaya çalışacağım’ demiş. Planı zor gözüküyordu ama
Janos Klein her ihtimali denemek zorundaydı. O yıl Yahudilerin
seyahat etmesi henüz kontrole bağlı değildi. Janos babamın ver­
diği kitapları ufak valizine koyarak Hamburg’a trenle taşıdı.
Limandaki gemi nakliyatı şirketinde çalışan akrabası kitaplan
depolarında gizliyordu. Babam bir yolunu bulup Janos’u Ham­
burg Kütüphanesi’ne tayin ettirdi. Ailece oraya gidebilir, bütün
eşyalanm da taşıyabilirlerdi. Berlin’deki son gecelerinde biz de
bu evde yemek yedik. Babamın en çok merak ettiği şey neden
ısrarla İstanbul’a gitmek isteyişiydi. Janos güldü:
‘7 Akbaba’mn sırrmı öğreneceğim, Davud Peygamber’in yedi
kollu şamdanım cemaatimize armağan edeceğim, altın sandığı
çıkaracağım. Yüzyıllardır aranan Bamabas İncili’ni bulacağım’
dedi. Ne demek istediğini tam anlamamıştık ama hepimiz merak
etmiştik. Janos açıkladı: ‘Kütüphane’de 1491 adlı elyazması bir
eser var. 1491’de yazılmış. Oruç Bey adlı Osmanlı İmparatorluğu
resmi tarih yazıcısının eseri... İspanya 1492’de Yahudileri kovmuş­
tu. Yahudileri topraklarına kabul eden Türkler olmuştu. Bu neden­
30

le 1491 isimli kitap ilgimi çekti. Bir Türk tarihçi büyük Yahudi
göçünden bir yıl önce neler yazmıştı, Osmanlı İmparatorluğu’nda
o çağın yaşamı nasıldı merak etmiştim. Kitap Arap harfleriyle
Türkçe yazılmış. Ancak Almanca çevirisinin iki nüshası bizim
kütüphanede bulunuyor. Üstat Lukas Koch’un çevirisi olduğu için
lötabagüvendim. Okudukçaügim arttı. Oruç Bey, Konstantinopolis’i
fetheden Fatih Sultan Mehmed’in tarih yazıcısıymış. Kitabının bir
bölümünde, Fatih’in İstanbul’u fethetme planındaki hisarın yapımı
sırasında bulunan esrarengiz binayı anlatmış. O esrarengiz binaya
Fatih ve iki paşayla birlikte girmiş Oruç Bey. Kendilerinden başka
kimse binaya sokulmamış, kimseye binanın içinde neler bulundu­
ğu anlatılmamış. Çünkü Fatih Sultan Mehmed bu binadan söz
edilmesini yasaklamış. Sultan 1481’de öldükten sonra 1491’de
Oruç Bey bu kitabı yazmaya cesaret edebilmiş. Gördüklerinin,
bildiklerinin tarihe geçmesini istemiş.”
Bayan Leoni burada bir soluk aldı. Sonra anlatmaya devam
etti.
“Bunları nasıl anımsadığımı merak edersiniz; Janos anlatırken
babam ilgüenmiş, notlar almamı istemişti. Yazdıklarım beni de
etkilediği için sonra defalarca okudum. Belleğimde hayli kırıntı
kalmış. Oruç Bey kitabında, binanın içindeki 7 Akbaba heykeli
olduğunu yazmış... Notlarımı savaş sırasında kaybettiğim için
Janos’un anlattıklarının yüzde yüzünü aktaramıyorum şimdi...
Kıymetli taşlarla süslenmiş akbaba heykellerinin göğsündeki
veya kaidesindeki levhalarda hiçbir dile benzemeyen yazılarla bir
şeyler yazılıymış galiba... 7 Akbaba’nm bulunduğu binanın orta­
sında bir sütun varmış. Sütundaki yazıları Fatih Sultan Mehmed’in
hocası olan Akşemseddin adlı bilgin fark etmiş. O yazılar
Latince’ymiş. Akşemseddin ve Fatih Sultan Mehmed Latince bilir­
miş. Yazıyı okumuşlar. Levhalarda kıyametten, insanlığın gelece­
ğinden söz ediliyormuş. Kıyametin tarihi konusu beni etkilemişti
zaten... Metal kubbeli binayı kimin yaptığını, ne amaçla yapıldığı­
nı, neden o arazinin seçildiğini ve nasıl toprağa gömüldüğünü bir
türlü çözememişler. Janos bunları anlattıktan sonra, ‘Oruç Bey’in
eserinin bundan sonrasını okuyamadım. Kütüphaneye koydukları
Nazi gözlemcilerden çekindim, Yahudi olduğumdan, gözleri üze­
rimdeydi. Dikkatlerini kitaba çekmek istemedim. Türkiye’ye git­
tikten sonra umarım ki okuyacağım’ dedi. Janos’a sordum, ‘Altın
sandık, Bamabas İncili ve Davud Peygamber’in yedi kollu şamda­
nından söz etmiştin diye. Janos çok kararlı konuşmuştu: ‘Onlar
da İstanbul’daymış. Bu nedenle oraya gitmek için yanıp tutuşuyo­
31

rum.’ Janos’un başka neler söylediğini 75 yıl sonra anımsamam


zor... 0 anlattı bir şeyler daha, sonra hepimiz şakalaştık, Janos’a
‘hazine avcısı’ diye takıldık. Ertesi sabah Janos ve ailesi trenle
Hamburg’a gitti. Eşyalarının arasına yine değerli elyazmalan giz­
lenmişti. Bir ay kadar sonra Janos ve kansı Leah’ın çocuklanyla
birlikte Hamburg’dan bindikleri Panama banchralı bir gemiyle
Türkiye’ye kaçabildiklerini öğrendik. Sonra onlardan hiç haber
alamadık. Almanya karanlıklara sürükleniyordu. Savaş çıkacağı
belliydi. Yahudi!er toplanarak kamplara götürülüyordu. Savaş
sırasında yakıldıklarını duyduk. Aklımıza o zaman Heinrich
Heine’m 1821’de söylediği söz geliyordu: ‘Eğer bir yerde kitapları
yakıyorlarsa, orada eninde sonunda insanlan da yakacaklardır.’
Naziler, Heine’ın 100 yıl önce yazdığı kitapları da yakmışlardı.
Heine ise, Nazi vandallığmdan 110 yıl önce bu sözü söylemişti.
Sonra savaş felaketi geldi malum... Savaşın acılan bize Janos
Klein ve ailesini unutturmuştu bile... 1933 yılının sonundaki veda
yemeğimizden beri Janos Klein ve ailesini ne gördüm, ne de
onlardan bir haber alabildim...”
Frau Leoni Adelheid’ın bunlan anlatırken zaman zaman gözleri
buğulanmıştı.
“İşte böyle delikanlı” dedi Teo’ya. “Belki bu hikâye işine
yarar.”
Teo büyülenmişçesine dinlemişti. İlginç bir anıydı. Bayan
Leoni’nin bütün anlattıklarını teybine kaydetmişti. 97 yaşındaki
saygıdeğer hanımefendiye defalarca teşekkür ederek evden ayrıl­
dığında çok heyecanlıydı. Tobias da ninesine teşekkürler etmiş,
yanaklarından defalarca öpmüştü.
Köhne VWye bindiklerinde Tobias arkadaşının yakasına yapıştı.
“Sözünü unutma, doğru Le Boubou’ya gidiyoruz.”
“Tamam dostum. Seni üç akşam üst üste o lokantaya götürebi­
lirim.”
Le Boubou Restaurant, Kurfuerstendamm 31 numarada,
Fransız-Batı Afrika mutfağının kaliteli lokantalanndan... İsmini
Afrika dilinde Boubou denilen işlemeli uzun entarilerden almış.
Teo üe Tobi lokantanın camlı ön bölümünde oturmak istiyor­
lardı ama orası doluydu. İçeri geçtiler boş masa yoktu. Teo çevre­
ye bakınırken omzuna biri dokundu.
“Merhaba eski dost. İki kişisiniz değil mi? Bekleyin burada.”
Boubou’nun hızlı garsonu Senegalli İdrissa bunlan söyledikten
sonra gözden kayboldu.
Biraz sonra sesleniyordu.
32

“Hey gazeteci, bak buraya!..”


Arka taraflarda iki kişilik bir masa ayarlamıştı İdrissa.
Teo hemen beyaz şarap istedi. Heyecan içini yakmıştı, soğuk
şaraba deli gibi susamıştı. Birer kadeh içtikten sonra Boubou’nun
spesiyalitesi sıcak füme uskumru gelince heyecanları yatışmıştı.
Bayan Leoni Adelheid onunla ilk defa karşılaşan Teo’yu etkile­
mişti.
“Sana çok teşekkür ederim Tobi. Büyükannen muhteşem bir
hanımefendi. Verdiği doküman ve anlattıkları yaşamımı etkileye­
cek kadar önemli.”
Teo ileriyi doğru görmüştü. 97 yaşındaki kadının anlattıkları
kaderinin şaşmaz takvimini belirleyecekti.
Tobias da arkadaşı kadar mutlu olmuştu.
“Ninemin kitabı üzerine aldığın bilgilerle bomba patlatacaksın
şanslı kerata...”
“Sonra da konuyu kitap yaparım; ‘Janos’un Hâzineleri’... Bak
Tobi ikimizin ailesi de çok varlıklı, ama ben ismimin şirket levha­
sında değil, kültür tarihinde kalıcı olmasını istiyorum...”
Tobias onun eline dostça vurdu, kadehini kaldırdı,
“Çok uçtun Teo ama yazı dizin çok tutulur, buna kesinlikle ina­
nıyorum. Hadi başarma içelim şanslı çocuk.”
Kadehlerini masaya koyduklarında Tobi parmağını Teo’ya
doğru uzattı.
“Seni uyarayım, ninemin anlattığı Janos Klein’m İstanbul ve
akbaba rüyaları üstünde durma... Aptalların bile inanmayacağı
masallara kanmış Janos... Belki o yıllardaki Nazi korkusundan
her Yahudi gibi aklı başından gitmişti. Bunlan yazmaya kalkarsan
kariyerin çizilebilir, alay konusu olursun. Sakın hayal peşinde
koşma, gerçeklerle gazetecilik yap. Janos’u ve akbabalan unut.”
Teo düşündü, Tobias doğru söylüyordu.
“Haklısın dostum, Bayan Leoni’nin kitabından verdiği bölümler
zaten kariyerime büyük katkı yapacak...”

Tobi’yi evine bırakan Teo kendi evine yollanırken mutluydu.


Yorgunluktan şikâyet eden VW motorunun dırdırına aldırmadan
yüksek sesle şarkı söylüyordu. Ufak bekâr dairesine girince ilk işi
buzdolabından bir şişe su almak oldu. Şarap susatmıştı.
Kitap sayfalarını koyduğu zarfı, teybini ve Bayan Leoni’nin
fotoğraflarının bulunduğu dijital belleği ufak başucu masasına
yaydı. Soyundu dökündü, yatağına uzandı, masayı yatağa doğru
33

çekti. Önce zarftaki dört sayfayı okudu. Bayan Leoni ona çarpıcı
bir bölümü vermişti.
Bölümde, Nazi kamplarındaki tıp araştırmalarının bilinmeyen
yönlerini anlatmıştı Bayan Leoni.
Özellikle Auschwitz kampında Dr. Eduard Wirths’in yönetimin­
de insan üstünde yapılan denemeleri kampta görevli bir doktor­
dan dinlemişti. Birinci ağızdan edindiği bilgiler gerçekten bugüne
kadar yayımlanmamıştı. Teo’nun haberi de, Bayan Leoni’nin kita­
bı da etkili olacaktı.
Sonra teybi açarak dinlemeye başladı. Bir defayla tatmin olma­
dı. Bayan Leoni’nin anlattıklarını iki kez dinledi. Başa sardı teybi,
Oruç Bey’in 1491 adlı kitabı takılmıştı akima...
Tobias’m; “Masallarla uğraşma gazetecilik kariyerine zarar
verebilir” uyarısına rağmen kitaptaki gizemli olaylar Teo’yu çek­
mişti. Esrarengiz kubbeyi ve 7 Akbaba’yı merak etmeye başlamış­
tı. Kitabı okumanm ne zararı olacaktı, bir göz atmalıydı.
Janos ne demişmiş: “Kitabın Almanca çevirisinden üd nüsha var.”
Kitap hâlâ Berlin Kütüphanesi’nde olabilir miydi? Bu düşünce
kafasına girince uykusu kaçtı, sağa sola dönerek sabahı zor etti.
Ertesi sabah VW’sini kütüphanenin bulunduğu Potsdamer
Strasse’ye sabırsızlıkla sürdü. 1661 yılında yapılmış tarihi binaya
girdiğinde kütüphane henüz açılmıştı. Dünyanın en zengin kütüp­
hanelerinden Staatsbibliothek zu Berlin’de acaba Oruç Bey’in
1491 adlı ldtabmı bulabilecek miydi?
Danışmaya elyazmasmdan çevrilmiş bir kitabı aradığım söyle­
di. Memur, Oriental Literatür bölümünün yerini tarif etti. Teo
doğrudan bölüm başkanma giderek kendisini tanıttı ve gazetesi
için bir araştırma yaptığmı söyledi.
Oriental ve Elyazmalan Bölüm Başkanı Alois Friedhof nazik bir
adamdı. Universitat der Künste Berlin’de3 profesörmüş. Elyazmalan
uzmanlığı yanında “Zamana Bağlı Medya” dersleri veriyormuş.
Teo ne aradığını söyleyince Profesör Friedhof asistanım çağır­
dı. Asistan “pöti” denilen tiplerden ufak tefek ama bütün hatları
düzgün son derece güzel bir kadındı. Profesör tanıştırdı.
“Uzman asistanım Bayan Lara Grabovvski, gazeteci Bay Teo
von Huber. Bizim sevgili Laramız elyazmalan ve antik semboller
konusunda dünyadaki uzmanlar arasında ilk üçe girer.”
Lara utanır gibi oldu.
“Lütfen profesör, ama ayrıca teşekkür ederim” dedi, sonra
Teo’ya döndü.

3 . Berlin Sanat Ü n iv e rsite si.


34

“Pardon Bay Von Huber, sizinle tanıştığıma memnun oldum.”


Teo ile Lara tokalaştılar. Genç adam biblo gibi kadına hayran
olmuştu. Profesör, Lara’ya ne aradıklarını söyledikten sonra,
“Aramayı burada yaparsan Bay Von Huber de görür” dedi.
Lara, bölüm başkanının odasındaki bilgisayarda kitabı arama­
ya başladı.
“Oriental kitaplar bölümünde 40 000 elyazması ve bunların
Almanca çevirileri var” diyen Lara, Oruç Bey 1491, Oruç Bey adlı
kitabı ararken Profesör Friedhof kahve ikram etti.
“Aramamız uzayabilir, kütüphanemizde varsa elbette bulaca­
ğız. Bir tek endişem var, eskinin kitap yakma törenlerine kurban
gitmesinden korkarım.”
“1933 kitap yakma faciasını söylüyorsunuz herhalde.”
“Evet. O dönemde, 1933’te Berlin Kütüphanesi’nden 25 000
kitap alınmış ve Bebelplatz’da törenle yakümış. Sonra iki kez
daha kütüphaneden büyük miktarda kitap gasp edildi ve yakıldı.
Birçok değerli kitap yok artık.”
Profesörün sözleri Teo’yu endişelendirmişti. Bir Türk yazarın
1491’de yazdığı kitabm tercümesi Nazilerin öfkesini çekebilir
miydi?
“Sadece Naziler değil efendim. İkinci Dünya Savaşı sırasında
bu kütüphanedeki 3 milyon kitap kaçırıldı. Bombardımandan
kurtarmak için kaçırılan 3 milyon kitap 30 manastıra dağıtüarak
saldandı, Savaş bittikten ve kütüphane onarıldıktan sonra geri
getirildi. İşte o kaçırmalar, götürüp getirmeler sırasında kazaya
uğrayan kitaplar oldu. Kitaplan kaçıran kamyonlar bombalandı,
uçurumlara devrildi, kitap sandıkları nehirlere döküldü, dağa taşa
dağıldı.”
“Aradığım kitap da kaybolanlar arasında olabilir diyorsunuz
yani profesör?”
“Olmamasını dilerim.”
“Ben de...”
Kitabı bulamamak endişesi Teo’nun tadım kaçırmıştı. Önüne
bakarak sustu. Profesör onu anlayışla izledi. Bir kitap meraklısı­
nın heyecanla aradığı bir eseri bulamaması üzücü olurdu.
Profesör Friedhof onu oyalamak için sordu.
“Başka aradığınız eser var mıydı?”
Teo “hayır” diyecekti ki, Lara onlara döndü.
“Burada "1491, Oruç Bey” diye bir kayıt var. Açıyorum şimdi.”
Teo gibi profesör de heyecanla bilgisayarın başına gitti. Asistan
Lara açılan sayfadaki kayıtlan okudu.
35

“Evet, böyle bir elyazması kitap varmış. Ama savaştan önce var­
mış. 1930’dan önceki kayıtlarda kitap kütüphanede gözüküyor.
Savaşm bitiminde kitaplar manastırlardan toplandıktan sonra yapı­
lan sayımlarda 1491, Oruç Bey adlı elyazması kitap ne yazık ki
bulunamamış. 1946 yılının ocak ayında tutulan zaptı dönemin
kütüphane başkam Bay Waldemar Adelheid imzalamış.”
Teo bu ismi duyunca, “Bayan Leoni Adelheid’m babası...” dedi
içinden. Lara devam etti.
“1491, Oruç Bey adlı elyazmasımn kütüphanede iki çevirisi
varmış. Lukas Koch tarafından Almanca’ya çevrilmiş.”
“Evet evet...” dedi Teo heyecanla.
“Çevirilerden biri kayıtlarımızda görülüyor.”
“Yani?”
Lara gülerek Teo’ya baktı.
“Yani sizi o kitaba götürebilirim.”
Kadını sarılıp öpmemek için Teo kendini zor tuttu. Profesör de
memnundu.
“Eh gözünüz aydın Bay Von Huber. Düerseniz Lara sizi hemen
kitabınıza kavuşturur.”
“Lütfen profesör, bir an önce kitabı görmek istiyorum.”
“Düediğiniz zaman bana geliniz. Danışma vesaire, ne dilerse­
niz” dedi profesör Teo’yu uğurlarken.
Teo da defalarca teşekkür etti, profesöre kartım verdi ve onun­
kini de aldı.
Lara, profesörün verdiği anahtar kutusu elinde önden yol göste­
riyordu. Kitabı bulmak kadar önündeki Lara’mn zarif bir vazoyu
andıran vücudu da Teo’yu heyecanlandırıyordu. Yaklaşık 1,65
boyundaki Lara kısa siyah saçlıydı. Vücuduna tam oturan açık gri-
mavi tayyörü bu güzel biblonun tüm kıvrımlarını sergiliyordu.
İncecik belinin altında genişleyen kalçaları ve dizinin az üstündeki
eteğinin seyretmeye izin verdiği ince bileklerine uzanan bacakları
Teo’yu büyülemişti. Gözü, Lara’nın sert adımlarıyla ritmik oynayan
kalçalarındaydı. Nerelerden geçtiklerini bile anlayamadı.
“İşte burası!..” diyen Lara’mn sesiyle kendine geldi. Önünde dur­
dukları kapının üstünde “Özel Bölüm” yazıyordu. Lara anahtarıyla
kapıyı açtı. Dolaplarla dolu büyük bir odaya girdiler. Odadan çok
salon denmeliydi buraya... Temiz ahşap dolapların hepsi
camekânlıydı. Bir köşede rutubet çeken makine vızüdıyordu.
Ortada genişçe ahşap bir masa ve çevresinde dört iskemle, iki
okuma lambası vardı. Lara masanın üstündeki kutudan iki çift
plastik eldiven aldı, bir çiftini Teo’ya verdi.
36

“Bunlan takmalıyız.”
Eldivenleri taktıktan sonra Lara kutudan çıkardığı başka anah­
tarla kat kat çekmecelerin bulunduğu bir dolabm cam kapısını
açtı. Teo çekmecelerden birinin üstündeki “1491, Oruç Bey-
Lukas Koch çevirisi” etiketini gördü.
“Aman Tannm, işte kitap burada” dedi Teo.
Lara gülümseyerek çekmeceyi çekti açtı. Elini itinayla uzata­
rak kitabı aldı ve çekmeceyi kapadı.
“Bay Von Huber, kitabı bu odada okuyacaksınız. Yanınıza göz­
lemci memur koymam gerekiyor. Kural böyle, çünkü bu bölümde­
ki eserler son derece değerli.”
“Pekâlâ, tabu kural kuraldır, benim için sakıncası yok” dedi Teo.
Lara iç haberleşme telefonuyla bir memur çağırdı.
“Oturun lütfen Bay Von Huber.”
Teo oturunca masa lambasını yakan Lara kitabı önüne koydu.
Iütap siyah deri kaplıydı. Bir dosya kâğıdının yansı büyüklüğün-
deydi. Hayli kalındı, Teo’nun tahminine göre 700 sayfadan aşağı
değildi.
Memur gelince Lara “İyi çalışmalar” diyerek çıktı.
Gözlemci Teo’nun tam karşısına yerleşti. Başıyla selam verdi o
kadar... Sfenks gibi otunıyordu.
Kitap 1887 yılında basılmıştı, iyi korunmuştu. Sadece cildinin
sırtında bazı kırışıklar ve aşınmalar vardı. Teo kapağı açtı. Girişte
kitaptaki konulann sıralaması vardı. Okumaya başladı.
“1. Sultan II. Murad’m tahtı şehzade II. Mehmed’e bırakması.
2. Sultan II. Mehmed,'in eğitimi ve Akşemseddin Hazretleri.
3. Komtantiniyye’nin fethine karar verildi.
4. Boğazkesen H isan’nm yapılması. Hisar’ın planı.
5. Hisann temelleri kazılırken bulunan acayip bina. ”
İşte Teo’un aradığı buydu. Bir alttaki başlığa baktı.
“6. Acayip binanın içindeki tuhaflıklar, 7 Akbaba, okunma­
yan yazılar. ”
Konular giderek şaşırtıcı olmaya başlıyordu. Oruç Bey’in kita­
bındaki içerik bölümü sayfayı dolduruyordu. Teo okudu.
“7. Kıyametin tarihini yazan levhalar, ”
“Aman Tannm, kıyametin tarihini yazan levhalar mı?” Teo
heyecanla titredi, okumaya devam etti.
“8. İmparator Konstantinos’u n Kudüs’ten getirttiği kutsal
emanetler. Hazreti Musa’n ın asası. Hazreti Davud'un veya Haz-
reti Süleyman’ın yedi kollu şamdanı, Hazreti Nuh’un baltası,
Hazreti İsa’nın kemikleri, cüppesi, kaymak taşından yapılmış
37

kâsesi, ekmek kırıntıları, çarmıh parçalan. Bamabas încili.


9. Konstantinos’un altın mektubu, kutsal emanetleri ne yaptı?”
Daha sonrasını okuyamadı. Hazine bulmuştu, eli ayağı titriyor­
du, sevincinden zıplamak, oynamak istiyordu. Beşinciden doku-
zuncuya kadar olan beş başlığın içerdiği konular herkesi çıldırta-
bilirdi. Bu değerli kitabı Janos Klein’dan başkası şükür ki görme­
mişti. Janos da İstanbul’a gitmiş, kaybolmuştu.
Sayfaları hızla çevirmeye başladı. Konu başlıklarına bakarak
geçiyordu.
Dördüncü bölüme gelmişti. “4. Boğazkesen H isan’nın yapıl­
ması. Hisar’m planı” başlığını gördü, bir sonraki beşinci konu “5.
Hisar’m tevıelleıi kazılırken bulunan acayip bina” olmalıydı.
Yavaş yavaş dördüncü bölümün sayfalarım çevirdi. Bölüm bit­
tiğinde gözlerim yanlış mı görüyor diye durakladı. Karşısına çıkan
sayfa Almanca değildi. Beş numaralı bölüm yoldu.
Dikkatle baktı, sayfadaki yazılar Almanca değil Latince’ydi.
Evet evet, bu Oruç Bey’in kitabı olamazdı. Gördüğü İncil’den bir
sayfaydı. Çevirdiği sayfada İncil devam ediyordu. Saymaya başla­
dı, Teo hayretler içindeydi, tam 80 İncil sayfası saymıştı.
80 sayfadan sonra tekrar Oruç Bey’in kitabı başlamıştı, ancak
karşısına ilk çıkan 10’uncu bölümdü. Başlığında, “10. Fatih Sul­
tan Mehmed’in Konstantiniyye planını çizdirmesi" yazıyordu.
Teo şaşırdı, bir sonraki bölüme doğru sayfaları çevirdi. Karşısı­
na, “11. Konstantiniyye mimarlığı, Ayasofya’nm camiye çev­
rilmesi” başlığı çıktı.
Teo durdu. Başlıklar girişteld dizilişe uymuyordu. Kitabın sonu­
na kadar sayfaları çevirdi. Bütün başlıkları dikkatle okudu. İlgi­
lendiği beş bölümü bulamadı. Gözlemciye kitabı gösterdi.
“Aradığım beş bölüm yok.”
Gözlemci bir şey demeden kaşlarını kaldırıp dudak büktü. Teo
biraz daha açıkladı.
“Girişte başlıkları yazılı olan beş bölüm kitabın içinde yok.”
Gözlemci bu defa lütfen konuştu.
“Bu konuları Bayan Lara’yla görüşünüz” dedikten sonra yine
sustu.
Teo kitabı sondan başa giderek incelemeye başladı. Aradığı
bölümlerin olması gereken yerde İncil sayfalan vardı. Bir şey fark
etti. O bölümdeld İncil sayfalan, asıl kitabın sayfalarından bir
milim kadar daha büyüktü. Kitabı eline ilk aldığında heyecandan
bir milimlik taşmayı fark etmemişti. Kitabı iyice açarak baleti.
Kitabın basıldığı eski tipografya sistemi matbaacılıkta baskılar
38

tabaka kâğıtlara yapılırdı. Kitap boyutuna göre üretilmiş kâğıdın


bir yüzüne kitabın sekiz sayfası, diğer yüzüne sekiz sayfası bası­
lırdı. Sonra o tabaka kâğıt katlanarak on altı sayfalık bir forma
haline getirilirdi. Formalar üst üste konularak elle birbirine dikilir
ve dikildikten sonra sırtları tutkallanarak cilde yapıştırıhrdı.
İncil'in başladığı ilk sayfanın cilde yapışan yerine parmağıyla
bastırdı. Forma ciltten kolayca ayrıldı. İncil forması bir önceki
formaya dikilmemişti.
Gözlemciye baktı, Teo’nun ne yaptığının farkında değildi.
Yoksa üstüne atlayacağı kesindi. Adamı huylandırmamak için
serinkanlı davranarak 80 İncil sayfasını çevirdi. Aynen ilk sayfa­
ya yaptığı gibi son sayfaya parmağıyla bastırdı. Son forma da
ciltten ayrılıverdi. Dibinde dikiş yoktu. Biraz daha bastırdı,
şimdi cildin iç sırt kısmı ortaya çıkmıştı. Cildin sırt kartonunda­
ki yırtıkları ve kitabın orijinal formasından kopmuş ip parçaları­
nı gördü.
Beş bölümü alan kişi ayırdığı formaları diğerlerine bağlayan
dikiş iplerini kesmişti. Cilde yapışık formalann çekilmesiyle cil­
din sırt kartonu yırtılmıştı. Bu durumda İncil sayfalan, formaları
diken cilt işçisinin hatasıyla araya karışmış değildi.
Açıkça belliydi, en önemli bölümlerin yazılı olduğu beş formayı
biri koparıp almıştı. Yerine İncü’den 80 sayfayı üstünkörü yapış­
tırdığına göre işini aceleyle yapmak zorundaydı.
Teo çok kötü oldu, başı dönüyordu. Gözlemciye “Bak memur
bey” derken sesi hırıltüı çıktı.
“Bu kitabın beş forması, yani 80 sayfası kopanlıp alınmış. Gör­
düğün gibi ben almadım. Şimdi lütfen Bayan Lara’ya haber verir
misin?”
Gözlemci kaşlarını çatarak ayağa kalktı, kitaba eğildi, baktı.
“Kesinlikle ben burada nöbet tutarken olmamıştır” dedi.
Teo neredeyse adama hakaret edecekti. Kendini zor tuttu.
“Elbette, senin gözünden kaçar mıydı yoksa memur bey?”
Gözlemci Lara’yı iç haberleşme telefonundan aradı.
“Ciddi bir durum var Bayan Lara. Özel Bölüm odasına gelmeniz
gerekiyor.”
Bunlan söyledikten soma Teo’ya İhtan verdi.
“Şu andan itibaren kitaba dokunmayın bayım.”
Lara merakla odaya girdiğinde Teo’nun yüzündeki üzgün ifade­
yi gördü. Gözlemci durumu kabaca anlatmaya çalıştı.
“Kitabın içinden sayfalar koparılmış.”
Lara irkilmiş ti.
39

“Nasıl olur? Yanlış mı duyuyorum? Çolc değerli bir kitap bu...”


Teo açıklamak: gereğini duydu.
“Kitabın içinden 80 sayfa koparılıp alınmış, yerine de Incil'den
80 sayfa konmuş.”
Kitap masanın üstünde duruyordu. İncil yapraklarının koyuldu­
ğu bölüm açıktı. Lara eğilip baktı, sayfalan çevirdi. Yüzündeki
büyük şaşkınlık öfkeye dönmüştü.
“Tanrım, biz bu kitaplan çok iyi koruyoruz. Odanın ve dolapla­
rın anahtarları benden ve Profesör Friedhof dan başkasında yok.
Buraya gelen tek tük ziyaretçilerin yanında daima gözlemci durur.
Böyle bir şeyin olacağına inanamıyorum. Nerede hata yapmış
olabiliriz?”
Kitabın içindeki bölümlerin çalınmasından kendini sorumlu
tutacaktı neredeyse... Teo onu teselli etmeye çalıştı.
“Sanınm burada hatalı olan siz değilsiniz, ortada bir hırsızlık
var. Kendinizi suçlamayın, kim çaldıysa suçlu o dur Bayan
Lara...”
Genç kadının sinirden elleri titriyordu.
“Kitabı al, profesörün odasına gidelim Joachim” dedi gözlemci­
ye...
“Siz de buyrun Bay Von Huber.”
Lara odayı dikkatle küitledikten sonra Profesör Friedhof un
odasına gittiler. Durumu öğrenen profesör bayıhr gibi oldu.
“Görülmemiş bir şey... Bu kütüphane son teknolojiyle korunu­
yor. Her yerde kamera var. Özel Bölüm de kamerayla izleniyor.
Hırsızlık mümkün değil.”
Gözlemci bön bön bakıyordu, salakça sordu.
“Peki ne oldu öyleyse? Kim çaldı sayfalan?”

Zaman Tüneli’nde 2008’den 1943’e

Farlan sönük otobüs uzakta patlayan bombaların anlık ışığın­


da ancak görülebilen titrek korkak bir siluetti. 48 yolcusu yaşlı
otobüse ağır geliyordu, aşırı yüklenmiş arabayı çekmek zorunda
olan sıska bir beygiı* gibi inliyordu.
48 yolcu, bombaların çaktığı korkunç ışıklara endişeyle bakı­
yordu. Bomba menzilinden kurtulmaya çalışan şoför, otobüse hız
verebilirmiş gibi direksiyonu itiyor, göğsünü ileri şişiriyordu.
48 yolcunun 40’ı Friedrichstadt Fransız Katolik Kilisesi papa­
zıydı. Yedisi papaz okulu öğrencisi yetim çocuklardı. Bir de şoför
Gustav.
40

Kilise bir gün önceki bombardımanda isabet almış ve kulesi


yıkılmıştı. Kiliseyi terk etmek zorunda kalan papazlar Gustav’m
otobüsünü tutmuştu. Öğrenci çocuklar evlerine yollanmış, yedi
yetimi yanlarına almışlardı. Bomba sağanağından uzaklaşıp kırlık
alandaki bir manastıra sığınmak istiyorlardı.
Kalın paltosuna rağmen kürekkemikleri belli olan kırçıl saçlı
şoför Gustav, “Az kaldı, az kaldı tehlike bölgesinden çıkacağız”
diye bağırıyordu. Ter içinde kalmıştı. Kanca burnu da akıyor, küf­
rederek paltosunun koluyla siliyordu.
Amerikan bombardıman uçaklarının bütün modelleri Berlin’e
bomba yağdırıyordu. Yüzlerce değil, binlerce A-20, A-26, B-17 ve B-24
uçan kaleleri bombalarım bırakıp gittikten soma Almanya’dan bir
parça yok oluyordu, insanların yaşamı yanında tarihi yapılar da...
Gustav’ın bağıra çağıra yüreklendirmek istediği papazlar bir­
den irkildi. Üstlerine gelen güçlü motor sesleri köhne otobüsün
öksürüklerini bastırmıştı. Gustav da sesleri işitmişti, sustu.
Papazlardan biri yanmdakine sesini duyurmak için bağırdı.
“Uçaklar... Tanrı bizi korusun.”
Arkadaşının, “Korkma buraları bombalamazlar, tarlaları ne yap­
sınlar” dediği anda müthiş patlamayla Gustav şoför koltuğundan
savruldu. Bomba otobüsün çok yakınmda patlamıştı. Bombanın
yarattığı basınçla otobüs devrilir gibi oldu, iki tekerleği havalandı.
Tekrar yola oturduğunda Gustav yaşından beklenmeyecek çekirge
çevikliğiyle sıçramış tekrar direksiyon başına geçmişti.
“Yerinizden kımıldamayın, panik yapmayın, olduğunuz yere
çökün kafanızı koruyun” diye bağırıyordu.
İkinci bomba otobüsün hayli gerisine indi.
“Tanrı’dan korkmazlar otobüsten ne istiyorlar?” dedi papazlar­
dan biri.
Koltukların önüne çöken papazlar tespih çekiyor, kendilerini
koruması için Tanrı’ya dua ediyorlardı.
Uçakların uğultusu kulakları sağır edecek kadar güçlü gelmeye
başlamıştı.
Gustav, “Tepemizde yüzlerce uçak var be!.. Burada ne halt edi­
yorlar, tarlalardaki kargaları mı kaçıracaklar Tann’run cezalan”
diye bas bas bağmyor, hız yapamayan otobüsüne “Hadi eski dost,
sakın ölme ha!” diyerek yalvanyordu.
Bomba sağanağı çevredeki sağlı sollu tarlalara inmeye devam
ediyordu. Sağ tarafındaki tarlaya düşen bombadan sonra Gustav’m
gözleri açılmıştı. Tarlalardaki patlamalar devam ediyordu. Birkaç
büyük patlama daha oldu. Sanki yeraltmdaki korkunç bir güç
41

yeryüzüne yanardağ gibi ateş fışkırtıyordu. Lav gibi püsküren


ateşler havada bir daha patlamaktaydı.
Gustav durumu anladı, papazlara seslendi.
“Bakın, burada cephanelik varmış be! Onun için bombalıyor­
lar.”
“Bizim için burada değiller öyleyse” diyordu ki papazın biri,
sözünü tamamlayamadı. Çok yalana düşen bomba otobüsü tüy
gibi uçurdu. Birkaç saniye havada kaldı, burun üstü yola indiğin­
de takla atarak şarampole düştü. Çukura çarpıp top gibi sıçrayan
otobüs tarlada birkaç takla daha atarak yana yıkıldı, bir süre
kaydı, durdu. O anda otobüsün yanında bir bomba daha patladı.
Bombaların korkunç gürültüsü ortasında otobüs, vurulmuş bir
asker gibi koyu bü duman içinde sessizce yatıyordu. Motorundan
cılız bir alev yükseliyordu. İçinden çıkan olmamıştı.
Titrek bir el pencerenin kenarına tutundu. Kırık cam elini kesti
ama çerçeveyi kavrayan kişi buna aldırmadı. Kendini zorlukla
dışarıya çekti, çıktığı pencerenin kenarına oturdu. Yana yatmış
otobüsün üst tarafında şoför mahalline yakın yerdeydi. İnleyerek
titrek elleriyle vücudunu kontrol etti. Yarası yok gibi görünüyor­
du. Bombardıman artarak devam etmekteydi. Yakma düşen bom­
balardan, patlayan tarlalardan korkmadığını fark etti. Buna ken­
disi de şaştı. Delirmiş miydi? Yoksa ölmüş müydü?
İki yanağını birden sertçe tokatladı. Canı acıdı, demek ölme-
mişti.
“Tann’ya şükür” diyerek otobüsün üstünden yavaşça kaydı, tar­
laya düştü. Dizlerinin üstünde emekleyerek şoför mahalline geldi,
ayağa kalkarak pencereden baleti. Bakmasıyla sarsılması bir oldu,
donmuş gibi durakladı, sonra yine dizlerinin üstüne yığıldı.
Hepsini kurtarmak için çırpınan zavallı şoför Gustav’m başı
direksiyon direğinin üstüne düşmüştü. Boynu kırılmıştı, yüzü
yukan doğru dönmüştü. Sağ gözü ile sağ kulağını ön camdan
giren şarapnel uçurmuştu. Ağzı açıktı.
Bombalar, gömük cephaneliğin bulunduğu sağ taraftaki tarlaya
yağıyordu. Papaz tekrar emekleyerek otobüsün soluna geçti.
Sürünerek bile olsa bu cehennemden uzaklaşmalıydı.
Otobüste sağ kalan var mıydı? Girip bakmalı, yaralılara yardım
etmeliydi. Otobüse sürünürken biraz ötesinde patlayan bombalar
korku duyusunu geri getirdi, yüzükoyun tarlaya yapıştı. Toprağın
kokusuyla delice paniğe kapıldı, mezarlar kokardı böyle... Artık
otobüse girip bakacak durumda değildi. Korku bastırdı, kutsal
vicdanı “din kardeşlerine yardım et” komutunu geri aldı, karanlı­
42

ğa çekildi. Vakit geçirmeden carımı kurtarmalıydı.


Önündeki kapkara ormanlığa doğru hızla sürünmeye başladı.
Bir vınlama, ölüm habercisi o ıslık yüreğini tekrar ağzma getirdi,
bomba geliyordu. Patlama uzandığı tarlayı deprem gibi sarstı.
Yüzünü gömdüğü topraktan başım azıcık kaldırarak geriye baktı.
Otobüs havalanmıştı, ateşler, metal parçalan ve 39 papaz, 7
yetim parçalara ayrüdı, soma tarlaya döküldü. Acıyamadı, sadece
“İyi ki tekrar içine girmemişim. Tannm sana şükürler olsun haya­
tımı bağışladın” diyerek dua etti.
Tekrar sürünmeye çalışırken uçakların pervane sesleri uzaklaş­
tı. Geriye, sıcak ekmek gibi dumanı tüten altüst olmuş tarla, parça
parça dağılmış otobüs ve ceset parçalan, yanan yeraltı cephaneli­
ğinin çıtırtıları ve bir de kendisi kalmıştı. Kilisesinden 47 yoldaşı
bir anda yok olmuştu.

L. Manastın

Berlin’in banliyösü Brandenburg’daki L. Manastırı o güne


kadar bombalanmamıştı. Berlin’in hayli dışında olduğundan Ame­
rikalılar Hitler’in orada olduğunu düşünemezdi.
Berlin’in merkezi ise, Hitler her yerde olabilir varsayımıyla
cehenneme döndürülüyordu. Kentin merkez semtlerindeki mabet­
ler bombalardan mutlaka payını alıyordu. L. Manastm’mn mabet
olması yine de bombardımandan biraz olsun kurtulmasını sağlı­
yordu. Fabrika olsaydı eğer, Amerikalıların yerle bir etmesi kaçı-
nılmazdı.
Papaz oımanda 100 metre kadar ilerledikten soma sürünmeyi
bıraktı. Sırtüstü uzandı, ağır gövdesini ormana taşıyan dizleri ile
dirsekleri sızlıyordu. Biraz daha dinlendikten soma kalktı, gündü­
ze kalmamalıydı.
Papaz Sebastian gece boyunca yürüdü. Güçlü bir adamdı. Onnan-
dan çıkar çıkmaz gördüğü paralel uzanan çifte parlaklık onu çok
mutlu etti. Demiryolu, önünde kıvrılıp gidiyordu ve onu Berlin’in
güneybatısındaki L. Manastm’na götürecekti. Demiryolunu gözden
kaybetmeden yarımdan yürüdü, yürüdü, yürüdü...
Manastıra vardığında sabah olmuştu. Gücünün son kmntılany-
la manastırın kapı çanım çalabildi. Kapıyı açan rahibin kollarına
yığıldı.
“Ben Rahip Sebastian Augustinus, Fransız Katolik Kilisesi...”
diyebildi.
Sebastian ertesi gün kendine geldiğinde yıllarını geçirdiği Fri-
43

edrichstadt Katolik Kilisesi’nin bombalarla tamamen yıkıldığını


öğrendi.
Sebastian’ın L. Manastın geniş bir araziye yayılmıştı. Bombar­
dımanlar başlayınca Berlin Kütüphanesi yönetimi 3 milyon kitabı
kent merkezleri dışmdaki 30 manastıra dağıtmıştı. L. Manastın
bunlardan en önemlisiydi, büyüktü ve çok miktarda kitabı saklı­
yordu.
Protestan cemaate ait L. Manastırı’na sığman Katolik Rahip
Sebastian Augustinus, Vatikan’ın takdir ettiği bir din adamı ve
Hıristiyanlık literatürü konusunda dünya çapında uzmandı.
Bombaların yok ettiği kilisesinde yanıp kül olan eşi bulunmaz
kitaplarının üzüntüsüyle sarsılmıştı.
1943 yılının şubat ayında Sebastian Augustinus öğle yemeğin­
den sonra her zamanki gibi kütüphaneye gitti. Manastmn kalın
sütunlarla desteklenmiş yüksek, sivri kıvrımlı romanesk tavanı
altında sessizce yürüdü.
40 yaşlarında olabilirdi. Belki de 45. Yuvarlak kafalı, yuvarlak
yüzlü kaim enseliydi. Arkadan bakınca küçük toparlak bir kavuna
benzeyen kafasının kaim boynuna gömüldüğünü görürdünüz.
Rahip Sebastian şişman değildi, iriyan bir adamdı. Orta boylu
olduğundan eni ile boyu eşit gibiydi. Rahipten çok güreşçiye ben­
zerdi. Aslında sarı olan azı kırlaşmış saçlan kısacık kesilmişti.
Alm geriye doğruydu, kaşları seyrekti, mavi ufak boncuk gözleri
vardı. Toparlak yüzü, ufak ama delikleri büyük burnu, daima ıslak
kaim pembe dudakları ve yuvarlak çenesiyle, Tann bağışlasın
ama domuza benzerdi.
Kısacık sessiz adımlarla yürürdü. Cüppesinin örttüğü ayakları
görülemediğinden soğuk taş zeminin üstünde kayarak gidiyor­
muş sanılabilirdi. Manastmn loşluğu içinde var yok bir hayal
gibiydi. Dar koridora karşm çok yüksek ve birbirine yakın sütun-
lann üstündeki sivri tavan altında insanlar ufacık ve âciz gözükür­
dü. Ürkütücü görkemiyle insanlan ezdiğinden, Ortaçağ’m din
adanılan kiliselerin romanesk ve onu izleyen gotik mimari tarzıy­
la yapılmasını istemişti.
Kütüphane kapısında bir süre durdu Sebastian, kısa bir dua
okudu. Ağıi' yüksek kapıyı iterek sessizce kütüphaneye girdi. Burası
onun dünyasıydı. L. Manastın kütüphanesinin bu bölümünde 560
elyazması takım cüt ve 1 000 elyazması tek kitap bulunuyordu. Hıris­
tiyanlığın ild büyüle azizesi Birgitta von Schweden ve Hildegard von
Bingen’in yazdığı kitaplar da buradaydı.
Rahip Sebastian kapıyı kapadı, elyazması bölümüyle iç içe olan
4 ‘I

büyük salona geçti. Bombardımandan kaçırılan Berlin Kütüpha­


nesi kitapları bu salonda korunuyordu. O kitapların arasından
biri dikkatini çekmişti. Bugün onu inceleyecekti.
Siyah deri ciltli kitabı aldı, masanın üstüne koydu. Cilt kapağını
açtı. Henüz ayaktaydı, kitabın ilk sayfasma kuşbakışı bakıyordu.
İlk sayfadaki yazı şöyleydi:
“1491, Oruç Bey “Fatih Sultan Mehmed dönemi Osmaniı
tarih yazıcısı. Çeviren: Lukas Koch. ”
Rahip Sebastian gözü kitapta oturdu. Fatih Sultan Mehmed
dönemi onun ilgi alanına giriyordu. Hıristiyanlığın rakibi İslam
dininin yayılmasında önemli rol oynayan Sultan Mehmed,
Konstantiniyye’yi almış, Roma İmparatorluğu’nun sonunu getir­
miş, kiliseleri camiye döndürmüş, Ortaçağ’ı kapatıp yeniçağı
açmıştı.
Başlıklarla belirtilmiş ve numaralanmış içeriğe baleti. Beşinci
maddeden sonrasını okumaya başlayınca Rahip Sebastian ayağa
fırladı. İki eliyle başını avuçlayarak kitaba fal taşı gibi açılmış
gözlerle baleti ve yüksek sesle, “Bakire Meryem bu senin gönder­
diğin bir armağan mı?” dedi.
Sekizinci madde aklını başından almaya yeterdi:
“8. İmparator Constantinus'un Kudüs’ten getirttiği kutsal
emanetler. Hazreti Musa'nın asası. Hazreti Davud’un veya
Hazreti Süleyman’ın yedi kollu şamdanı, Hazreti Nuh’u n bal­
tası, Hazreti İsa’nın kemikleri, cüppesi, kaymak taşından
yapılmış kâsesi, ekmek kırıntıları, çarmıh parçalan. Bama-
bas İncili. ”
“Barnabas İncili ha! Orijinal Bamabas!"
Şaşkınlığını öyle yüksek sesle dile getirmişti ki, ağzından çığlık
gibi çılean sözler kütüphanede yankılandı.
Yaşamında ilk defa böyle coşku gösteren Rahip Sebastian ken­
dini tutamadığı için utandı, endişeyle çevresine baktı. Gösterdiği
aşırılıktan dolayı Tanrı’dan bağışlanma dileyerek dua etti.
Gösterdiği beklenmedik tepki dikkati çekerdi ve tepkisinin,
önündeki kitaptan kaynaklandığı anlaşılırdı. 1491, Oruç Bey adlı
kitabı kimse leeşfetmemeliydi. Görülmediğinden, duyulmadığın­
dan emin olmak için salonun en kuytu köşelerine kadar gidip
baleti. Sinsi bir papaz dolapların gölgesine gizlenip kendisini izle­
yebilirdi. Evhamının yersiz olduğunu anladı. Büyük kütüphanede
yalnızdı.
Bundan sonra yapması gereken kitaba sahip olmaktı.
“Değerli Augustinus yine kitaplara gömülmüşsünüz.”
45

Sebastian Augustinus sıçramaktan zor alıkoydu kendini...


Kütüphane sorumlusu Rahip Dolf Hartman’dı seslenen. Yüzün­
den eksik etmediği gülücükle yaklaşıyordu. Okuduğu kitabı
merak edecek, yılların alışkanlığıyla her zaman yaptığı gibi mutla­
ka gelip bakacaktı. Sebastian paniğe kapıldı. Bu kitabı asla gör­
memeliydi, görürse okumak isteyecekti ve o ilginç sekizinci
madde onun da dikkatini çekerdi. Sonra, sır elinden çıkmış
demekti.
Serinkanlı gözükmeye çalışarak kalktı, sakin bir sesle konuştu.
“Dostum Dolf henüz beni çekecek bir kitap bulamadım.
Bir yandan da rafa doğru yürüyordu. Oruç Bey kitabını hemen
yerine koydu ve başka bir kitabı çekip aldı. Hızla cildin sırtındaki
yazıyı okudu.
“Ah bakırı dostum, bu kitap beni çeker işte; Fransız İhtilali ve
Dinde Reform. Ne dersiniz?”
Sebastian bir yandan da î 491, Oi'uç Bey kitabını koyduğu raf­
tan uzaklaşıyordu.
Rahip Dolf artık yanma gelmişti.
“Güzel bir kitap, demek daha önce okumaya fırsat bulamadı­
nız,”
“Ne yazık ki öyle dostum. Bundan utanmalıyım.”
Rahip Dolf hep güleç yüzlüydü, şefkatle Rahip Sebastian’m
omzunu okşadı.
“Benim de okumadığım o kadar çok önemli kitap var ki...”
Daha fazla konuşmadan, “İzninizle hayli işim var” diyerek salon­
dan çıkan D olf un ardından rahat bir nefes aldı. Kısa süre oyalan­
dıktan sonra kütüphaneden ayrıldı. Kafası karışıktı, 1491, Oruç
Bey kanını kaynatmıştı. O kitabı alıp saklaması şarttı. Saklayacak
yeri yoktu ki? Ne yapabilirdi? Manastırın bahçesinde dolanıp
duruyor çare düşünüyordu.
Sebastian ertesi gün yine öğleden sonra kütüphaneye gitti.
Kütüphanenin her köşesine göz attı, içeride kimse yoldu. Hemen
1491, Oruç Bey'i aldı, bu defa duvara bitişik loş köşedeki tek
kişilik masaya oturdu. Kitabı açtı, ilgilendiği konulan içeren say­
falan saydı; tam 80 sayfa... Ne olursa olsun bu 80 sayfaya sahip
olacaktı, hazırlıklı gelmişti.
Çevresine bakındı, derin bir nefes aldı, sinirleri iyice gerilmişti.
Yaptığını görürlerse ceza verirler, manastırdan kovarlardı. Bunlar
umurunda değildi. Tek çekincesi vardı, yakalanırsa, Protestan
papazların dikkatini Oruç Bey kitabına çekmiş olurdu. Onlar da
okuyup büyük sim öğrenirlerdi. Korkusunun, heyecanının sebebi
46

buydu; Sebastian Katolik’ti ve sırn Protestanlarla asla paylaşmaz­


dı. Özellikle, yasaklanmış Bamabas încili’ni elde etmek Protestan
teologları memnun ederdi.
Oruç Bey’in kitabı kutsal emanetlerin yerini gösteriyordu.
Katolik cemaati, yani Vatikan, kutsal emanetlere sahip olmalıydı.
Emanetleri Vatikan’a kazandırmalıydı. Bunu başarırsa kendisine
mutlaka aziz rütbesini verirlerdi. Hem de 300 yıl beklemeden...
Aziz Sebastian Augustinus; “Aziz” unvanı adına ne kadar da yakı­
şıyordu. Aziz olabilmek için hayatını sunmaya hazırdı.
Kutsal görevi başlıyordu. 80 sayfalık beş formayı tuttu. Bir eliyle
de formaların dibrne bastırıyordu. Formalara asüdı, güçlü adamdı
fazla zorlanmadı, sayfalan birbirine bağlayan iplikler gözüktü. Cüp­
pesinin iç cebinden İncil’ini çıkardı, silkeledi, bir jilet masaya
düştü. Jileti dikkatle sürdü, kesilen gergin cilt ipliklerinin çıtlaması
sessiz kütüphanede yankılanınca hemen durdu, çevreyi dinledi.
Soma ayırdığı bölümün iplerini altlı üstlü kesti, 80 sayfayı kavraya­
rak asüdı, fonnaları birbirine bağlayan ipler tamamen kopmuştu.
Bir daha çekince tutkallı bölüm de ciltten aynldı.
Kopardığı 80 sayfayı hemen cüppesinin içine gizleyen Sebasti­
an iç cebinden küçük bir şişe çıkardı. încil’den 80 sayfa saydı, cilt
iplerini kesti, çekti kopardı. Ardından küçük şişeden parmağının
ucuna yapıştırıcıyı bolca dökerek sayfaları kopardığı Oruç Bey
kitabındaki boşalmış yere sürdü.
Hemen yapışsm diye üfledi ve 80 İncil sayfasını oraya yapıştır­
dı. İncil sayfaları belki bir milimetre kadar taşmıştı.
“Sen, sen! Ne yapıyorsun Sebastian?”
Sebastian yıldınm çarpmış gibi sarsıldı. Rahip Dolf Hartman
her zamanki o nazik rahip değildi, şimdi gürlüyordu. Gözleri öfke­
den ve şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmıştı.
Kitabı saklamaya çalışarak ayağa kalktığında Dolf’le göğüs
göğüse geldi. Dolf, Sebastian’m elinden kitabı kaptı. Sebastian da
onun elinden çekti aldı. Dolf kollarım açarak üstüne geldi.
Kitabı masaya atan Sebastian yumruğunu salladı ama oturta­
madı. Dolf ona engel olmaya çalışarak iki koluyla bh’den kendi­
sinden kısa olan Sebastian’m gövdesini sardı. Sebastian ayağını
Dolf ün ayağına doladı, çelme takarak yaşlı adamı yere indirmek
istiyordu, ama Dolf uzun boylu güçlü bir ihtiyardı, yıkılmadı. İti­
şirken çarptıkları masa devrildi. Sebastian çıkan gürültünün
duyulmasından korktu. Bir kolunu Dolf ün çemberinden kurtar­
dığı an iki parmağını tüm gücüyle Dolf’ün gözlerine soktu. Yaşlı
papaz inleyerek geri çekildi, olduğu yerde sallandı. O anda gırtla­
47

ğına müthiş bir yumruk yedi. Dolf dizleri üstüne çöktüğünde


Sebastian yaşlı rahibin kafasını hırsla tekmeledi. İhtiyar kendini
kaybetmişti, sadece hırıldıyordu. Sebastian ip kemerini çözdü,
inleyen rahibin boğazına sardı. Öldüğünden emin olana kadar
bütün gücüyle sıktı.
Salona o ana kadar kimse gelmemişti. Kemeri tekrar beline
taktı. Dolf’ün cesedim sürükleyerek kitap dolaplarının arkasında­
ki boşluğa yatırdı. Dolaplar ile duvarın arası dardı, ortadaki
küçük dolabı çekerek boşluğun girişini kapattı. Cesedi kokana
kadar Dolf’ü bulamazlardı.
Kitabı aldı, yapıştırdığı İncil yapraklarıyla kitap eski kalınlığın­
da gözüküyordu, “Bunun içinden sayfa koparıldığını kimse fark
etmez” diyerek 1491, Oruç Bey'i raftaki yerine koydu.
Oruç Bey kitabının 80 sayfasım, kopardığı 80 sayfanın yerine
İncil’in içine yerleştirdi. Jileti de sayfalarının araşma koyduğu
İncil’i cüppesinin altına sağlamca koydu. Tutkal şişesini cebine attı,
kütüphaneden çıktı. Heyecandan mı, korkudan mı, yoksa sevinç­
ten mi bilemiyordu ama titriyordu. 1943 yılırım 26 haziranıydı.
Amerikalüann 27 şubatta Wilhelmshaven’i yıkarak başladıkları
bombardımanlar Almanya’yı yok ederek sürüyordu.
22 haziranda müttefikler Sicilya’yı Alınanlardan almıştı. 24
haziranda İngilizler Hamburg’u bombalamıştı.
O gün 26 hazirandı ve Sebastian için yapılacak en doğru şey
Almanya’dan kaçmaktı. Katolik Rahip Sebastian Augustinus ken­
disini uzun süre bağnna basan L. Manastın’ndaki Protestan dost­
larına veda etmeden ortadan kayboldu.
Savaş 1945’te bitti. Manastırlara kaçırılan kitapların-bir kısmı
1947 yılında onarılan Berlin Kütüphanesi’ne taşındı. L.
Manastırındaki 1491, Oruç Bey kitabı da geri getirilenler arasın­
daydı. 80 sayfa eksilde...

30 mart 2008, Berlin

Teo von Huber, iki gün önce Bayan Leoni’den aldığı bilgilerle
sevinmiş, 29 martta kütüphanede üzülmüştü. Elyazmalan müdü­
rü Profesör Friedhof ile asistanı Lara da en az Teo kadar üzgündü.
Kendi bölümlerindeki değerli bir kitabın 80 sayfası çalınmıştı.
“Kitabın orijinal elyazması ile iki çevirisinden biri zaten kayıptı,
son nüsha da eksik çıktı” diyen profesör neredeyse ağlayacaktı.
Teo ikisine de teşekkür ederek kütüphaneden ayrılmıştı. Gazeteye
giderek, Bayan Leoni’nin kitabından seçerek verdiği dört sayfalık
48

bölümü yazacaktı. Kayıp 80 sayfadan kafasını kurtarmalıydı.


Haberi yazdı, yazı işleri müdürü onu kutladı. Ancak Oruç Bey
kitabının kayıp sayfalarını o kadar merak ediyordu ki... Saat
17.00’ye gelmeden Berlin Kütüphanesinin telefonunu çevirdi,
Lara’yı istedi. Genç kadınm sesi sıcaktı.
“Ooo Bay Von Huber, bir ipucu mu buldunuz yoksa?”
Teo nihayet gülebildi.
“Buldum evet... İpucu sizsiniz. Size o kadar çok şey sormak
istiyorum ki...”
“İyi ama sizden fazlasını ben de bilmiyorum.”
“Bana bir iyilik eder misiniz Bayan Lara? Sizi bu akşam yemeğe
davet etsem, şu elyazması kitaplardan konuşsak... O kadar üzgü­
nüm ki, bu konuyu mutlaka konuşmalıyım.”
Lara hemen yanıt vermedi. Biraz sustuktan sonra konuştu.
“Teşekkür ederim davetiniz için... Şey bilmem ki... Hiç aklıma
gelmezdi...”
Teo ısrar etti.
“Bakın çekinmeyin, dilerseniz bir arkadaşınızı, varsa ve çekini­
yorsanız nişanlmızı, flörtünüzü filan da getirin.”
“Çok naziksiniz Bay Von Huber, çok sıküdığınızı anlıyorum.
Pekâlâ o halde... Ben ancak saat 8 gibi gelebilirim.”
“Harika!.. Dilerseniz ben sizi evinizden alırım.”
“Hayır teşekkürler, ben gelirim. Ama nereye?”
“Alt Luxemburg olur mu? Hoş bir yerdir. Sessizdir, yani konuş­
mak için uygun demek istedim. Yemekleri de lezizdir. Adresi
Windscheidstrasse 31 numara...”
“Biliyorum, Alt Luxemburg’a birkaç kere gittim. Ben de seve­
rim” dedi Lara.
“Saat 8’de bekliyorum.”
“Okey...”
Teo telefonu kapatarak tekrar açtı, Tobias’ı aradı.
“Oğlum Tobi, şans kapım sonuna kadar açıldı. Bu gece dünya­
nın en çekici ve akıllı kadınıyla yemek yiyorum.”
“Vay... Hem en çekici, hem de akıllı... Böyle bir kadın dünyada
var mı? Kimmiş akimı uçuran güzel cellat bakalım?”
“Berlin Kütüphanesi semboller ve elyazmalan bölümünden bir
uzman...”
“Nasıl tanıştın?”
“Kütüphaneye gittim. Şimdi sen çıldırdın diyeceksin ama daya­
namadım, 1491, Oruç Bey kitabım aradım.”
“Ne yaptın, ne yaptın? Yahu Teo sen adam olmazsın. Ben sana
49

o kitaptan, daha doğrusu o palavradan uzak dur demedim mİ?"


“Merak Teo merak... Kitapta yazılanları öğrenmek istedim, ne
var bunda?”
“Kafam masallarla karıştırmasana deli çocuk. Sen gerçekçi
parlak bir gazetecisin... Yoldan çıkma.”
“Yoldan çıktığım yok. Sadece merak. Kütüphaneye iyi ki gitmi­
şim oğlum, Lara gibi bulunmaz bir yaratıkla tanıştım.”
“Kitabı okudun mu peki?”
“Hayır. Kitabın en önemli bölümleri 80 sayfasındaymış. İnan­
mazsın, o sayfalar çalınmış. Biri koparmış, yerine Incil’den 80
sayfa koymuş... Hayret değil mi?”
Tobias çok şaşırmıştı, neredeyse bağırarak sordu.
“80 sayfayı koparmışlar ha... Vay canına.”
“Bu kitapta bir iş var diyorum sana Tobi. Bu akşam Lara’yla
yemekte kitabı konuşacağım. İpucu yakalayıp kitaptan koparılan
sayfalarda yazılanları öğrenmek istiyorum. Kayıp 80 sayfanın
peşine düşeceğim.”
“Bak Teo, sen beni kızdırmak için saçmalıyorsun herhalde...
Gerçek konuların peşinde ol diyorum, sen hayal peşinde koşaca­
ğım diyorsun.”
“Kararlıyım Tobi, gerekirse İstanbul’a bile giderim.”
“Ben yarın aklım başına getiririm... İstanbul’a gidecekmiş filan,
seni bırakacak mıyım bakalım?.. İstanbul konusu kapanmıştır,
sana yasaklıyorum. Şimdi ne halt edersen et. O yaratıkla nerede
yemek yiyeceksiniz?”
“Alt Luxemburg’da çocuğum Tobias. Baş başa... Mum ışığın­
da...”
“Kızı kitapla uğraştırma, bu manyağı ne yapayım demesin. Kız
geliyorsa gecenin sonunda aşk umuyordur. Kitapla sıkma, eve at
oğlum, kafanı somut işlere çalıştır. Şarap ve ardından doğanın
yasasım işleme koymak... İşte hayatın gerçeği. Sana iyi oyunlar
dilerim Teo.”
Tobias’m uyarılarına aldırmayan Teo’nun içi sıcacıktı, Lara gibi
farklı bir güzelle buluşacağı için mi, yoksa kayıp kitap sayfalan
üzerine bir uzmanla konuşacağından mı?

Baş döndüren kadın

Alt Luxemburg’da iki kişilik masa ayırtan Teo randevuya 20


dakika kadar erken gelmişti. Heyecanını yenmek için barda bir
duble viski içti, barmenle laflayıp biraz oyalandı. Saat tam 8’de
50

masasına geçerken Lara da kapıdan girdi.


Lokaııtadakilerin bakışları ister istemez genç kadına çevril­
mişti. Koyu kırmızı tayyörün içinde güzel, farklı, kaliteli bir kadm
duruyordu. Teo hemen fırladı, bu güzel küçük kadını şefle birlik­
te masaya götürdü. Geldiği için de iki defa teşekkür etti.
Lara kısa siyah saçlarını yaptırmıştı, puıl pınl parlıyordu. Mak­
yajı Icütüphanedekinden çok farklıydı. İri siyah gözleri, uzun
kirpikleri, hokka gibi burnu, ufak ama dolgun dudaklı ağzıyla
etkileyiciydi. Lara, ürkülecek kadar çekici kadındı.
Alt Luxemburg’un romantik atmosferine Lara çok yakışıyor­
du. Lokantanın duvarları “Türk Kırmızısı/Alizarin Red” ahşapla
kaplıydı. Lambrinin larmızı renginden daha açık “Rönesans kır­
mızısı” kostümüyle Lara, fon rengiyle barışık klasik tablo figü­
ründen farksızdı. Siyah saçları, beyaz teni ve kırmızı dudaklarıyla
başının tam üstünde asılı Veneto’nun Laura tablosuna benziyor­
du. Benzerliği fark eden Teo güldü. Lara’ya benzerliği söyledi,
Lara dönüp baktı. “Ne ilginç” dedi. O kadar... Benzetmeden hoş­
lanmamış mıydı?
Teo, ne söyleyeceğim, konuşmayı nasıl açacağım bilemiyordu.
“Hava bayağı ısındı” filan gibi aptal laflar etmek istemedi... “Keşke
sevgilim olsaydı bu kadm” diye düşünürken garson yetişti.
“İyi akşamlar efendim... İçki ne alırlar?”
Teo soran gözlerle Lara’ya baktı. O “Beyaz şarap, lieblich”
dedi.
Teo hemen bir şişe “Riesling Auslese Goldkapsel” sipariş etti.
Teo’ya göre Goldkapsel en iyi “lieblich”4 beyaz şaraptı. Ren böl­
gesinin beyaz üzümlerinden yapılan şaraplar rakip tanımazdı.
“Çok teşekkür ederim Bay Von Huber, ama en pahalı lieblich
şarabı sipariş ettiniz, gerek yoktu” dedi Lara.
“Şey... Bana Teo demeniz sizi rahatsız eder mi?”
“Bana Lara dersen olur Teo.”
İkisi de tatlı tatlı güldüler. Gece iyi başlamıştı.
Garson şarabın altın yaldızlı folyosunu fiyakayla kaldırıp
Goldkapsel’i açtı. Karides salatası ve ardından Türkiye’den gün­
lük getirilen fırında levrek fileto a la crem sunuldu.
Lara o ana kadar iki kadeh şarap içmişti.
“Severim burayı” dedi gülerek. İyice rahatlamıştı. Teo aslında
şu andan itibaren hiç de kitaptan söz etmek istemiyordu. Lara’yla
geçmişi olsaydı da, karşılıklı romantik sözler söyleselerdi diye
düşünüyordu.

4. A lm ancada, "d ö m isek ".


51

“Aslında bizim o kitapla ilgili yanıp yakılmaktan başka yapaca­


ğımız bir şey yok” deyince Lara, kendini topladı.
“Almanya’daki diğer büyük kütüphanelerde bulma şansımız
yok mu?”
“Yok” dedi Lara, “bilgisayarla hepsini araştırdım. 1491, Oruç
Bey kitabının çevirisinden bugüne sadece bir tane kalmış, o da
bizim kütüphanedeki...”
Teo çaresizce kollarını iki yana açtı.
“O halde ben de İstanbul'a gider Janos KLein’m izini bulurum.”
Lara anlayamamıştı.
“Janos Klein kim?”
“1491, Oruç Bey kitabım keşfeden adam.”
“Nasıl yani?.. Anlayamadım söylediğini... Kitabı nerede bulmuş
Janos Klein dediğin kişi? Kitapla ne ilgisi var, kimin nesi?”
Teo ellerim teslim olur gibi kaldırdı.
“Şimdi Lara, hazır ol. Janos Klein sizin kütüphanenin 1933 yılı­
na kadar önemli bir memuru... Kütaphane müdürü Bay Adelheid’m
asistanı ve oryantal elyazmalan uzmanı...”
“Yani şu efsanevi başkan Bay Waldemar Adelheid mı?”
“Evet, asistanı Janos Klein o kitabı okumuştu. 1491, Oruç Bey
kitabının orijinali, yani elyazmasını alıp Almanya’dan kaçtı.”
Lara çok ilgilenmişti.
“Bunu nereden biliyorsun Teo?”
“Bay Adelheid’m kızı anlattı.”
“Aman Tannm Teo, neler söylüyorsun? Sana anlatan Leoni
Adelheid olmalı. Hani Nazi döneminin bilinmeyenlerini kitap
yapan 97 yaşındaki kadm... O mu?”
“Tam isabet Lara. Torunu Tobias arkadaşımdır. Onun sayesinde
Bayan Leoni’yle buluştum. Janos Klein’m hikâyesini o anlattı.
1491, 0?~uç Bey kitabını keşfeden Janos, Naziler kitaplan yakar­
ken elyazması orijinali kurtarmış, başka değerli kitapları da ala­
rak İstanbul’a kaçmış.”
“Neden kaçıyor? Kitabı kurtarmak için mi?”
“Sadece kitabı değil, canını kurtarmak için de kaçıyor, çünkü
Janos Klein Yahudi...”
Lara sinirle gülmeye başladı.
“Neler olmuş bizim kütüphanede... Peki ama Janos Klein neden
İstanbul’a gitmiş?”
“Kitapta okudukları onu fena sarmış. Bay Adelheid da İstanbul’a
neden gittiğini sorunca, ‘7 Akbaba’yı, Davud’un yedikollu şamda­
nını bulacağım... Onlar İstanbul’da’ demiş. Ben de Janos’un oku-
52

duklarmı merak ettim, size gelerek 1491, Oruç Bey kitabım sor­
dum. Ama sonucu biliyorsun...”
Teo sözlerini bitirince Lara parmağım şıklattı.
“Şimdi anlıyorum, kitabın ild çevirisinden birini de mutlaka
Janos Klein aldı. Orijinal elyazmasmdan okuması mümkün değil­
di. Elbette ki çeviriyi okuyordu. İstanbul’a kaçarken çeviriyi de
götürdü.”
“Bravo Lara, mutlaka öyle olmalı. Acaba diğer çevirinin 80 say­
fasını da Janos mu koparıp götürdü?”
“Sanmam” dedi Lara. “Bir kitabı alabüen kişi istese diğerini de
alırdı, neden sayfalarım koparsın? Bana göre Janos’a tek çeviri
yetmiştir. İki aynı kitabı taşıyacağına, başka değerli bir elyazma-
smı almıştır.”
Teo düşündü biraz.
“Kimse okumasın diye sayfalaıı almış veya yok etmiş olamaz mı?”
Lara başını iki yana salladı.
“Olamaz. Kitaplara değer veren kimseler böyle kitaplan asla
bozmaz, yırtmaz, yok etmez. Bay Adelheid gibi bir efsanenin asis­
tanı asla böyle şey yapamaz. Aklına bile gelmez.”
“O halde başka birisi kopardı sayfalan... Bu demek oluyor ki,
kitabın en önemli bölümlerini okuyan sadece Janos değil. Biri
daha var. O kim peki? Neden kitabı almamış da, sayfaları kopar­
mış. Hadi bakalım çıkabilirsen çık bulmacanın içinden...”
“Doğrusu çok ilginç. O kişi ldmse, sayfaları çalmaktaki amacı
neydi Teo? Çaldığı sayfaları ne yaptı ve şimdi nerede?”
“Ölmüştür belki... Temenni ederim” diyen Teo gülümsedi.
“Bak Lara, ben o kitaba ve içerdiği müthiş hikâyelere o kadar
takıldım ki, Janos Klein’m ailesini bulmak için İstanbul’a gide­
rim.”
Lara şaşırmıştı.
“Ciddi mi söylüyorsun?”
Teo’nun kendisi de şaşırmıştı.
“Seninle buluşmadan önce Tobias’la telefonda konuşurken
öyle ağzımdan çıktı işte... Böyle bir yolculuk aklıma bile gelme­
mişti. Coştum demek ki... Fakat fena fikir değil, neden olma­
sın?”
“Sağlığın bakımından gerçekten fena fikir değil Teo. Çünkü sen
bu ldtaptaki kayıp konuları bulamazsan hasta olabilirsin gibi geli­
yor bana...”
Teo kadehini kaptı ve kaldırdı.
“Hadi Lara, İstanbul’a gitmek fikrine içelim.”
53

Lara da kadehini kaldırdı ve bu defa o Teo’yu şaşırttı.


“Belki ben de gelirim. İstanbul’u çok eskiden beri merak ede­
rim.”
Teo’nun ağzı açık kalmıştı. Lara acaba kafayı bulmuş da atıyor
muydu? Yok canım, o öyle gevşek kadınlardan değildi. El çırptı
Teo.
“Sen de gelirsen kendimi dünyanın en mutlu adamı ilan edebi­
lirim Lara.”
“Sakin ol Teo” dedi Lara, “ben zaten tatile çıkıyordum. Ayrıca
bizim kütüphaneden alınmış 1491, Oruç Bey kitabının izini sür­
mek, Oruç Bey’in yazdıklarını bilmek isterim. Ne olduğunu anlaya­
madığımız şu 7 Akbaba’nın ve Davud Peygamber’in yedi kollu
şamdanı, İsa Peygamber’in kemikleri gibi kitapta yazılı gizemli, akıl
almaz şeylerin sıram kim öğrenmek istemez. Ancak Janos Klein’m
izi bulunabilir mi? Adam 75 yıl önce İstanbul’a gitmiş. Orada kalmış
mı, başka ülkeye geçmiş mi, ailesi ne olmuş bügin yok. İstanbul
benim için kitap aramayı da içeren hoş bir gezi olur. Ancak, elin boş
kalırsa düş kınklığı seni sarsmasm. İyi düşün Teo.”
“Fantastik bir gezi olsa da, aptalca bir hayalin peşinde koşmak
sayılsa da, ben galiba İstanbul’a gitmeyi kafaya taktım Lara. Hele
seninle olursa her şeye değer.”
Lara onun “Seninle olursa her şeye değer” sözleri üzerine cid­
dileşir gibi oldu. Teo’nun ağzından kaçan sözler romantikleşmeye
başladığını gösteriyordu.
“Evet Teo, artık evlerimize gidelim mi? Tatlı sohbete daldık,
hayli geç olmuş.”
Teo birden telaşlandı.
“İstanbul’a gitmekten vazgeçmedin değil mi?”
“Sözüm söz Teo, ama sen kendin için karar ver. İyice düşün
sonra konuşalım.”
Teo’nun evine kadar götürme teklifini Lara kabul etmedi.
“Taksiyle geldim, taksiyle gideyim, evlerimiz uzak zahmet
etme” dedi Lara.
Taksi gelince Teo’yu yanağından öptü.
“Teşekkür ederim, çok güzel bir geceydi” demeyi de ihmal
etmedi.
Lara’mn dudakları yanağına değdiğinde bir tuhaf olmuştu. Par­
fümü ne güzel kokuyordu. VW’sine bindi, yavaş yavaş sürüyordu.
Arabanın camını indirdi, havayı içine çekti. Lara’yla İstanbul’da
bir şeyler olur muydu acaba? Evleneceği kız nihayet karşısına
çıkmıştı galiba.. Teo, “Haftada yedi gün aşk, eder hafta boyu aşk”
54

şarkısını söylemeye başladı. Hayat güzeldi be...


Bomboş caddenin sonundaki üç yol ağzından sola, evine giden
sokağa dönecekti. Farlarını söndürmüş çöp kamyonunu son anda
gördü, direksiyonu sola kırarak kasanın altına girmekten son
anda kurtuldu. Korkmuştu, çok kızmıştı. “Caddeye gece vakti
sinyalsiz kamyon bırakan eşeği polise bildireyim" dedi. Kamyo­
nun yanından geçerken baktı, sürücü direksiyondaydı.
“Vay hayvan herif’ dedi. İyice öfkelenmişti. Şikâyet için cep
telefonunu alırken kamyonun hareket ettiğini gördü. Kısa farları­
nı yakan çöp kamyonu şimdi 10 metre kadar arkasmdaydı. Teo
çok yavaş sürüyordu ama çöp kamyonu onu sollamadı. Caddenin
sonuna doğru kamyonun motor gürültüsü artarak yaklaştı. Dikiz
aynasından baktı, son sürat üstüne geliyordu. Ne yapacağını
şaşırdı.
Korkuyla “Heey heeey!..” diye bağırdı, kolunu camdan çıkara­
rak “solumdan geç” gibilerden sallamaya başladı, bir yandan da
gaza basıyordu. Koskoca kamyon iyice yaklaştı, ona çarpmaya
kararlıydı ve kaplumbağasını yerle bir ederdi. Tamponuna değ­
mek üzereydi, dağ gibi araç üstünden geçecekti. Nasıl kurtulacak­
tı? Direksiyonu birden sola kırdı. Vosvos savruldu kurtuldu.
Kamyon sağ tarafından geçer geçmez fren yaptı, geri vitese taktı
geri geri hızla sola yönelerek tekrar üstüne geldi. Koskoca çöp
konteyneriyle çarpışacaktı.
Teo otosunu caddeyi ikiye ayıran çimenliğin üstüne çıkartarak
kurtulabilen. Kamyon da ardından çimenliğe çıktı. Teo bu defa
karşı yola geçti, kamyon da peşinden... Caddeden geçmekte olan
tek tük araçların hepsi yolun sağma soluna kaçıştı, dehşet içinde
onları izliyorlardı.
Kamyon o kadar yalandı ki, Teo kurtulmak için ne yapması
gerektiğini bile düşünemiyordu. Neden olduğunu bilemiyordu,
ama kamyon kendisini öldürmeye kararlıydı. Azrail’i arkasınday-
dı, ölümle tampon tamponaydı.
Teo ters yolun sağına direksiyon kırınca kamyon da sağa geçti.
Teo bu defa aniden sola dönerek kaldırıma çıktı. Azrail’i de gürül­
tüyle kaldırıma fırlamıştı, yine arkasmdaydı. Büyük çöp kamyonu
kaldırıma sığmıyordu, çöp kutularını, ufak işaret direklerini,
fidan halindeki ağaçları yıkarak hızla arkasından geliyordu.
Teo’nun kaplumbağası ne yazık ki kamyondan hızlı değildi. Cad­
denin bitimindeki üç yol kavşağına gelmişlerdi. Yol burada sağa
sola düz ayrılıyordu. Düz yolun bir yanı parktı. Parkm önündeki
Türklerin döner büfesi 24 saat açıktı. Teo yıllardır arabasıyla ora­
55

dan geçerdi, hem de sık sık uğrar döner yerdi. Büfenin yan tara­
fındaki elektrik trafo istasyonunun yanında uzun beton bir aralık
vardı. Orası Türk donerciye aitti. Kararmı verdi, dar beton aralığa
girerek kurtulacaktı.
Teo dua ediyordu: “Tanrım, aralıkta dönercinin arabası olma­
sın.”
Kaldırımdan caddeye indi, ters yönden gidiyordu ama karşıdan
araç gelmedi.
Hafif sol yaptı, arabasını hizaladı, büfenin yanındaki dar ara­
lığa giriverdi. Oraya kamyon asla sığamazdı. Kamyonu süren de
oraya giremeyeceğini fark etmiş, fren yapmıştı. Tekerlekleri
keskin seslerle asfaltta kara izler bırakırken kamyon duramadı,
sağa doğru kafa verdi, kaydı ve döner büfesinin önündeki rek­
lam tabelasına ve meşrubat dolabına çarptı. Gürültü caddede
yankılandı.
Türkler öfkeyle dışarı fırladı. Ustanın elinde kılıç kadar
uzun döner bıçağı vardı. Kamyonun sürücüsü çabuk toparlan­
dı. Geri vitese aldı, kamyonu büfenin önünden kurtardı, düzelt­
ti, gazı kökledi ve soldaki bulvara girdi. Ardından küfürler
ettiler, yapacak başka şey yoktu, kamyoncuyu ellerinden
kaçırmışlardı.
Teo ölümle yüz yüze gelmenin bitkinliğiyle çökmüştü. Araba­
sından indi, bacakları tutmadı kaldırıma oturdu. Türkler, aralığa
giren bu Alman komşuyu iyi tanıyorlardı, onu severlerdi.
Almanya’daki Türklerin haklarım savunan genç gazeteciydi. Kol­
larından tutup kaldrrdılar, Teo nefes nefese konuştu.
“Beni öldürmek istedi.”
Biraz sonra polis otoları sirenlerini çalarak geldiler. Türkler
polislere çöp kamyonunun kaçtığı yönü gösterdi. Bir polis otosu
Teo’nun yanında kaldı. Kendine gelmeye çalışan Teo ile polisler
bir süre konuştu. Sonra birlikte merkeze gittiler.
Teo polis merkezinde komisere olanı biteni ayrıntılı olarak
anlattı.
“Düşmanın var mı?”
“Hayır.”
“Ne iş yapıyorsun?”
“Gazeteciyün.”
“Adın?”
“Teodor von Huber.”
Onu tanıyorlardı.
Komiserin ikram ettiği kahveyi içerken çöp kamyonunu takip
56

eden polisler telsizle haber verdi: “Kamyon terk edilmiş olarak


bulundu. Belediyenin tamirhane parkından çalınmış."
“Örgüt işi olmalı... Mafya veya yasadışı siyasi örgütlerden biriy­
le ilgili yazı yazdınız mı?” diye sordu komiser.
“Hayır" dedi Teo, “benim branşım mafya veya yasadışı örgüt
gazeteciliği değil, sanının beni birine benzettiler. Herhalde yanlış
tarif kurbanı olacaktım. Vahşi herifler, Berlin’in göbeğinde ezerek
adam öldürmeye kalktılar. Umarım onları yakalarsınız.”
Komiser sırtını okşadı.
“îşimiz bu... Onları yakalayınca sizi haberdar ederiz. Ancak
güvenlik olarak otomobiliniz bizim garajda kalsın. Yarın öbür gün
bomba koyabilirler. Suçluyu yakalayana kadar sizi sivil plakalı
polis aracıyla bizim çocuklar taşıyacak...”
Teo “Yanlışlık olmuştur, korumaya gerek yok sanırım” dediyse
de komiser kabul etmedi. Teo korunacaktı.
O gece Lara’yla geçirdiği mutlu anlardan sonra başma gelen
beklenmeyen olaydan dolayı eve yorgun gelen Teo şaşkınlığını
atmaya çalışıyordu. Karabasan gibi bir olaydı, kamyonun altında
parça parça olmaktan zor kurtulmuştu.
Yaşadığı korkunç olayı akimdan atmaya çalıştı, Lara’yla geçir­
diği kısa sıma tatlı anı, onu çok seven arkadaşı Tobias’ın “macera­
yı boş ver” nasihatlerini düşündü.
Burnunun ucuna kadar sokulan ölümün üstüne sinen kokusu
genç adamı tedirgin etmişti. Kimse ölümünün tarihini bilemiyor­
du, o halde her anı mutlu yaşamak gerekiyordu. Mutlu ve huzurlu,
akılcı ve sakin... “Değil mi?” diye sordu kendine...
İstanbul’a gitme kararını düşündü. 75 yıl önce kaybolan adam,
bilinmeyen adresteki Janos Klein’m izini arayıp yorulacaktı. Oruç
Bey kitabı neydi, 7 Akbaba ile Hazreti Davud’un yedi kollu şam­
danı, kayıp Bamabas İncili, İsa'nın kemikleri gerçekten var
mıydı? Onları bulacağını düşünmekle aptallık mı ediyordu?
Yoksa, 1491, Oruç Bey sırlarının izini bırakmak mı aptallıktı?
Tesadüfen öğrendiği bu konu ayağına kadar gelmiş büyük bir
şans ise...
İstanbul’da eli boş kalsa bile ne olurdu yani? Lara gibi bir
kadınla birlikte olacaktı. İşte bu bile tek başma kaçırılmaz fırsat­
tı...
Ertesi sabah Lara’ya telefon etti.
“Sevgili Lara, kesin kararlıyım gidiyoruz. Bu akşam dilersen Alt
Luxemburg’da buluşalım, yolculuk tarihini vesaireyi konuşalım.”
“Okey çılgın adam” diyerek güldü Lara.
57

Ailenin hikâyesi

Teo telefonu kapattıktan sonra sevinçle ellerini çırptı ve tekrar


telefonu aldı.
“Alo Peter, n’aber? Seninle konuşmamız gerek, hemen.”
Peter von Huber ağabeyiydi. Kendisinden dokuz yaş büyüktü.
14 yıl gazetecilik yaptıktan sonra babalarının kendisini emekliye
ayırması üzerine ailenin ticari işlerinin başma geçmişti. O güne
kadar iki kardeş de babalarının ısrarına rağmen şirkette çalışma­
mışlardı. Gazeteciliğe tutkundular. Ancak, baba Von Huber’in
çekilmesinden sonra iki kardeşten biri yönetim kurulu başkanı
olmalıydı. Teo kaçmış, ağabeyi Peter şirketin sorumluluğunu yük­
lenmişti.
Von Huber înşaat Sanayii şirketi dev bir kuruluştu, Prusyalı
aristokrat Von Huber ailesi sayılı zenginlerdendi. Ailenin hikâyesi
bir romana esin verecek kadar ilginçti.
Büyük dede Teodor Von Huber ile oğlu Martin, Birinci Dünya
Savaşı sonrasımn çökertilmiş Almanyası’nda işlerini yeniden
kuracak kadar becerikli kişilerdi. Prusyalı aristokrat ailenin en
büyüğü Mareşal Alexandre von Huber’di. Savaşta Almanya’nın
müttefiki olan Osmanlı İmparatorluğu ordusunda görev yapmış
ünlü bir askerdi.
Türklerin hâkimiyetindeki Bağdat’ın savunması sırasında İngi-
lizler kimyasal silah kullandı. Britanya İmparatorlğu kimyasal
silahı ilk kullanan ülkeydi. XVIII. yüzyılda Lord Jeffrey Amherst,
Kızılderililere soykırım uygulamasmda “çiçek hastalığını” yaymış­
tı. Yüz binlerce yerliyi hastalık aşılayarak katletmişti.’
İngiliz Harp Dairesi kurmayları bu kez yandaşlan Araplara
dizanteri basili vererek Türk askerlerinin içme sularına attırdılar.
Halk arasında “kanlı basur" denilen dizanteri çok sayıda Türk
askerinin ölümüne sebep oldu. “İskender Paşa” adıyla anılan
Mareşal Alexandre von Huber de dizanteriye yakalandı ve
Bağdat’ta öldü.
Dizanterinin öldüremediği askerler ağır hastaydı. Dizanteri,
dışkının kanla karışık çıktığı korkunç ishaldi. Günde 30 kez tuva­
lete oturtur, kalbi zayıflatarak öldürürdü. Dizanteriyle zayıf düşü­
rülen Türk ordusu Bağdat’tan çekildi. “İskender Paşa” Von
Huber’in naaşı İstanbul’a getirildi ve Tarabya Alman Mezarlığı’na
törenle gömüldü.
Oğlu Teodor ile torunu Martin Almanya’nın en sancılı yıllarında
sanayici olarak yükselirken, komünistler ile Nazi Partisi de yük­
58

selişteydi. Sermaye sahipleri komünist tehlikesine karşı, Kilise’yi


de arkalarına alarak Nazileri destekledi.
Von Huber ailesi destekçiler arasında değüdi. Nazi Partisi iktidara
gelip Adolf Hitler başbakan olunca ailenin kara günleri başladı. İşle­
rinde ve özel yaşamlarında baskı görüyorlardı. Martm’in eşi Sarah’nm
Yahudi olması, baskı yapmakta Nazilere kolaylık sağlıyordu.
1933’ten 1934 yılma kadar Teodor von Huber tüm servetini
İsviçre’ye kaçırdı. Aynı yıl bütün aile, geride tek kişi bırakmadan
Amerika’ya göçtü.
Teodor, oğlu Martin ve gelini Sarah’yla Almanya’daki inşaat
sanayii işini Amerika’da kurarak yükseldi.
Martin ile Sarah’nm tek evladı Mark 1938’de doğdu. Aile savaş
sonrasında Almanya’ya dönerek bombalardan yıkılmış fabrikala­
rını canlandırdı. Artık okyanusun iki yanında da büyük işlere
sahip sanayicilerdi. Dede Teodor öldükten sonra genç oğlu Mar­
tin işleri daha da büyütmüştü. Mark babasının yanında yetişti.
Genç yaşta Heddy’yle evlendi ve Peter ile dedesinin adı verilen
Teo(dor) Amerika’da doğdu.
Babası Maıtin’den sonra yönetimi alan Mark Amerika’daki
inşaat işini bıraktı, üç bankanın büyük hisselerini satın aldı.
Almanya’daki inşaat sanayii işini büyüttü, çocuklarını Berlin’de
yetiştirdi. 65 yaşma gelince oğullan Peter ile Teo’yu şirkette
sorumluluğa çağırdı. Kendisini emekliye ayırdı, Peter yönetim
kurulu başkanı oldu. Baba Mark ise Amerika’ya döndü, Long
Island’daki görkemli malikânesinden denizi izleyerek kitap yazı­
yor ve eşi Heddy’yle balığa çıkıyordu. Peter ona her ayın başında
işler hakkında rapor verirdi.
Teo farklı bir gençti, ailenin bütün varlığına rağmen emek ver­
mediği şirketin parasım almazdı. Hissesinin getirisi milyonlarca
euro idi, bankadaki parası dağ gibi birikmişti, ama dokunmazdı.
Kendi kazancı ona yetiyordu. 45 yaşma geldiğinde ancak şirkette
görev alacağını söylerdi.
Ağabeyi Peter onun telefonundan sonra meraklanmıştı, Teo ilk
defa böyle telaşla “hemen” görüşmek istiyordu.
“Öğle yemeğine şirkete gel” dedi Teo’ya.
Ağabeyinin ardından Tobias’ı arayan Teo arkadaşını da koruma
polislerinin arabasma aldı. Tanımadığı araba ve sivil polisler
Tobias’ı şaşırtmıştı. Teo güldü, “Aptal aptal bakınma” diyerek
kendisini öldürmek isteyen çöp kamyonunu anlattı. Tobias inan­
madı. “Teo, Oruç Bey kitabından sonra hayal gücün arttı bakıyo-
nım” dedi ve sonra kulağına fısıldadı:
59

“Polisleri uyutursun ama beni böyle ucuz numaralarla işlete­


mezsin.”
Teo ciddiydi, alçak sesle işletmediğini, polis merkeziyle kendi­
sini konuşturacağını söyledi.
“Sen ne diyorsun, benimle dalga geçiyorsun sandım. Kim seni
öldürmek ister Teo?”
“Bana göre, birine benzettiler. Pis işlere bulaşmış biri değilim
ki, benim düşmanım yok, olamaz biliyorsun Tobi.”
Tobias tedirgin olmuştu.
“Sen yine de kendine dikkat et, Teo. Olay aydınlanana kadar
polisin korumasında kalmalısın. Şu Oruç Bey masalı peşinden
İstanbul’a gitmekten de vazgeç.”
“İstanbul’a gitmemin ne sakıncası olabilir Tobi?”
“Çöp kamyonuyla adam öldürmeye kalkanların kim olduklarını
bilemiyoruz. Nereye dokunacağını bilemediğin bir yazı yazmış
olabilirsin. İstemeden düşman kazanmışsmdır belki... Bir varsa­
yım, ama seni öldürmek isteyen varsa İstanbul’a gitmekle onların
işini kolaylaştırırsın. Kafanı koparıverirler.”
“Şimdi sen hayalci oldun Tobi çocuğum.”
“Ben sadece en sevdiğim arkadaşımı korumaya çalışıyorum
kafasız” dedikten sona Tobias küskün küskün oturdu, konuyu bir
daha açmadı.
Şirketin merkez ofisinde çalışanlar iki patrondan biri olan
Teo’nun denimli, montlu, spor ayakkabılı boş vermiş giyimine
şaşarlar, şirkete uğramayıp fakir biri gibi eski Volksvvagen’la
dolaşmasına akıl erdiremezlerdi. Oysa ağabeyi Peter, son model
Bentley’ye biner, en pahalı kostümleri giyer, kravatsız görülmez­
di. Teo’nun uzun saçlarının tersine Peter “adam gibi” tıraş ettirirdi
saçlarını...
Ağabeyiyle eşit olarak şirketin en büyük iki hissedaıından biri
olan Teo 29, Peter 38 yaşındaydı. Her iki kardeş de yakışıklıydı.
1,85 boylarında sportmen adamlardı. Açık kahverengi dalgalı saçlı,
yeşil gözlüydüler. Burunlan dikkati çekecek kadar düzgündü, kes­
kin dudakları etkiliydi. Ortasında hafif bir çukuru bulunan geniş
çeneleri güçlü insanlar olduklarını gösteriyordu. Köşeli, hatlı, sert
görünüşlü yüzleriyle Alman ırkının tipik örnekleriydiler.
Üçü yemeğe oturduğunda Teo ilk defa hesabından para çeke­
ceğini söyledi. İstanbul’da yapacağı araştırma çok para gerektire­
bilirdi. Peter kardeşinin garipliklerine alışkındı, ancak bu defa
anlattıklarına aldı ermemişti. Tobias’m yolculuktan vazgeçirme
gayretleri de işe yaramadı. Teo’nun kararlı olduğunu anlayan
60

Peter’in ona hayırlı yolculuklar dilemekten başka çaresi kalma­


mıştı.
Teo, yüklüce nakit para ve seyahat çekleri ile limitsiz iki kredi
kartı için bankasına talimat verdi.

Alman İskender Paşa

Peter İstanbul’a yabancı değildi. Her yıl İstanbul’a gider, büyük


dedeleri Mareşal Alexandre von Huber’in mezarının bulunduğu
Alman Mezarlığındaki törene katılırdı.
Birinci Dünya Savaşı öncesi Osmanlı ordusunda danışmanlık
yapan Alexandre von Huber’e padişah da madalya ve rütbe ver­
mişti. İsminin Alexandre olmasından ötürü Türkler ona İskender
Paşa demişti.
Osmanlı ordusuna danışmanlık yapan ve “Golç Paşa” olarak
anılan Mareşal Von der Goltz da aynı mezarlıkta yatıyordu. Wil-
helm Leopold Colmar Freiherr von der Goltz, Osmanlı ve Alman
ordularından mareşal rütbesi alan Prusyalı bir askerdi. Aynı
zamanda önemli bir yazardı. Birinci Dünya Savaşı sırasmda 19
nisan 1916’da Kutü’l Amare kuşatması sırasında Osmanlı ordu­
suyla Ingilizlere karşı savaşırken kimyasal bombanın yaydığı
tifüse yakalanarak o da Bağdat’ta vefat etmişti.
Bir yıl önceki Çanakkale Savaşı’nda ölen 697 Alman askeri,
yine Çanakkale Savaşı sırasında hemşirelik yapan Alman kraliyet
ailesinden Prenses Marie zu Hohenlohe-Ingelfingen Tarabya
Alman Mezarlığı’na gömüldü. Prenses 35 yaşında, İstanbul
Fener’de 17 mayıs 1918’de ölmüştü. Aynca iki Alman büyükelçisi
de aynı yerde yatmaktadır. Bu nedenle Alman Milli Matem Günü
mezarlıkta tören yapılır.
Peter Von Huber her yıl yapılan törenleri uzun süre kaçırmadı.
Son üç yıldır işleri nedeniyle gidemiyordu, ama İstanbul’da birkaç
dostu vardı. Bunlann başında gazeteci Koksal Demir gelmektey­
di. Kardeşi Teo’ya bir kart uzattı.
“İstanbul’da gazeteci arkadaşım var. İsmi Koksal Demir. Anma
törenlerine gittiğünde buluşurduk. İyi bir insandır, tanınmış bir
gazetecidir. Bu karta telefonlarını ve adresini yazdım, ziyaret
edersen iyi olur. İhtiyacın olursa sana yardım eder, çevresi çok
geniştir. Ayrıca ben de Köksal’a telefon ederek senden söz edece­
ğim.”
Teo kartı aldı, Peter’e veda ederken nedense duygulandı. Peter
de kardeşini uğurlarken dayanamadı sıkı sıkı sarıldı.
61

“Kendine dikkat et aslanım. Projeni eğlence haline getir, sakın


tehlikeli işlere girme.”
Şirketten çıktıktan sonra Teo yolda Tobias’m gönlünü almaya
devam ediyordu. İstanbul’a gitmek fikrini tekrar açtı. Tobias’m
küskünlüğü geçmişti ama yine olumlu değüdi. Biraz öncesinden
daha yumuşak konuştu.
“Boş ver yahu Teo, ben de seni akıllı adam zannederdim.
İstanbul’a gidip kendini yoracaksın. Madem Lara o kadar güzel
kadın, bırak 7 Akbaba’yı aslanım, tatilini akbaba dedektifliğine
değil aşk gezisine çevir. Masanın üstüne bir akbaba bir de fıstık
gibi kız koysalar hangisini alırsın?”
“İkisi bir arada olsa...”
“Sen kafayı üşütüyorsun Teo. 7 Akbaba’ymış, Davud’un şamda­
nıymış, yok Oruç Bey kitabı filan... Bunlar masal... Enayice koştu­
racaksın, bir şey elde edemeyeceksin, çünkü somut bir şey yok
ortada. Böyle yüzlerce efsane var. Sen böyle salak değildin. Keşke
nineme götürmeseydim seni...”
Teo gülerek onun yüzüne baktı.
“Ben kafayı üşüttüm ve Lara’yla İstanbul’a gidiyorum Bay Tobi­
as, tamam mı? Sen de bize katüırsan ne kadar sevinirim.”
Tobias onun suratım itti.
“Önüne bak oğlum, otomobil sürüyorsun.”
“Gelirsen çok iyi olur Tobi, her maceraya birlikte daldık. Beni
bırakma şimdi...”
“Asla... Aptal işlere beni isteme."
Teo ona ters ters baktı.
“Kalleş sen de...”
Tobi gülümsedi o kadar.
Tobias arkadaşına dikkat etti, tekrar 1491, Oruç Bey sırlarına
kilitlenmişti. O geveze Teo VW’mı sürerken konuşmuyordu. Tobi­
as dayanamadı.
“Sen bu Oruç Bey sırlarını kafandan atmazsan paranoyak ola­
caksın. Yerinde olsam Lara’yı alır, Hawaii’ye tatile giderim. Boş
ver İstanbul’u Teo... Git Hawaii’ye veya Jamaika’ya, at kendini
denize, ananas kabuğu kadehlerde kokteylini iç. Lara’yla çılgın
gibi seviş... Pompanın volümünü yükseltmekten başkasını düşün­
me. Hadi gel beni dinle, pomp, pomp, pomp... pompanın volümü­
nü yükselt!”
Teo gülmedi, onun suratına dik dik baktı.
“Neden paranoyak olacakmışım. Büyük bir iş peşindeyim.
Umduğumu bulursam dünya çalkalanacak. Küçük düşünüyorsun
62

Tobi... Ben ise büyük düşünüyorum.”


“Ben seni çok seven en yakın arkadaşınım, büyük düşünen
küçük beyinli, sadece mutlu olmam istedim.”
“Sağ ol dostum. Ancak boşuna çeneni yorma, kararım kesin.”
Tobias bu sözler üzerine sadece kaşlarmı kaldırdı, sustu. Burnu
akar gibi oldu, cebinden çıkardığı küçük paketi açtı, başparmağı
ile işaretparmağı arasını çukurlaştırdı, oraya döktüğü beyaz tozu
burnuna çekti.
Teo kızmıştı.
“Lanet olası kokaini bırakmazsan hakiki bir budala olarak
geberip gideceksin... Hem sana arabamda böyle halt yeme deme­
dim mi?”
Tobias başını geriye yaslamış, gözlerini kapamıştı.

Son akşam yemeği

Akşam yemeğinde buluştuklarında Teo kendi heyecanını


Lara’da görünce sevindi. Ertesi sabah salıydı, biletlerini alacaklar
ve çarşamba günü İstanbul’a uçacaklardı.
Tobias onları uğurlamaya Tegel Havaalam’na gelmişti. Lara’yı
ilk defa görüyordu. Fırsatı bulunca Teo’ya fısıldadı.
“Aptal herif, böyle bir kadınla kitap aramaya gidilir mi? Sana
son defa söylüyorum, geri ver şu İstanbul biletlerini, at kendini
Hawaii’ye... Ben de gelirim söz...”
“Beni İstanbul’a göndermeme takıntısı başladı sende Tobi. Mutla­
ka bir psikologa gitmelisin” diyen Teo arkadaşını kucakladı.
“Kendine iyi bak tek dostum. Bensiz sıkılırsan atla gel
İstanbul’a...”
THY’nin TK1722 sefer sayılı Boeing uçağı 11.35’te Berlin’den
havalandığında Teo çok mutluydu. Dayanamadı yanında oturan
Lara’nm elini tuttu. Lara gülümsedi kibarca elini çekti. Türkiye
saatiyle 15.20’de Atatürk Havaalam’na inmişlerdi.
Teo, İstanbul Hilton’da rezervasyon yaptırmıştı. İstanbul’un
sarı küçük taksilerinden biri onları Hilton’a götürüyordu. Şoför
iki yanı çiçekli havaalanı yolundan sahil şeridine indi. Teo ve Lara
masmavi uzanan Marmara denizine hayranlıkla baktılar.
Taksi sahil yolundan içeriye Aksaray’a döndü. Sahilin sakinliği
bitmiş, tipik metropol gürültüsü başlamıştı. Yolun her iki yanında­
ki uçalc bileti satan seyahat acenteleri ile giyim eşyası satan
dükkânların Rusça, İngilizce, Almanca, Arapça ve İbranice tabe­
laları ikisinin de dikkatini çekti.
Geniş cadde çok kalabalıktı, koşuşturan insanlar, trafiğin sıkı­
63

şıklığı, durmadan bağıran kornalar, Teo ile Lara’nm hoşuna git­


mişti.
“Almanya’dan çok farklı. Hiçbir şey şablon değil. Disiplinsizli­
ğin içindeki kendine özel disiplin insanı deşarj ediyor galiba” dedi
Lara.
Roma İmparatorluğu’nun, Osmanlı İmparatorluğu’nun görkem­
li yapılan arasından, kemerlerin altmdan, köprülerin üstünden
geçtiler.
Otele gelene kadar yabancısı olduklan yan A La Turca yan
Avrupalı dünyayı merakla seyrettiler.
Onlara Hilton’un 100 numaralı dubleks dairesini ayırmışlardı.
Otelin bahçesinin zeminindeki deniz manzaralı dairenin alt katın­
da Teo, üst katta Lara yatacaktı. Her iki kat da aslmda iki ayn
daireydi. Arzu edilirse aradaki kilitli kapı açılabilirdi. Sadece üst
kattaki oturma salonu büyükçeydi ve geniş bir barı vardı.
Saat akşamın 5’iydi. Duş alıp giysilerini değiştirmişlerdi. Lobi­
ye çıkıp birer espresso söylediler. Teo ağabeyinin verdiği kartı ve
telefonunu çıkardı.
“Peter’in arkadaşı Türk gazeteciyi arasam mı?”
“Ara ara, Almanca biliyor mu acaba? Bilmese bile İngilizce
biliyordur herhalde...”
Teo numarayı çevirdi. Peter’in verdiği direkt numaraymış, kar­
şısındaki Köksal’dı. Teo kendini tanıtınca Koksal memnun oldu­
ğunu, Peter’in aradığını, onları beklediğini söyledi. Eğer uygunsa
onları akşam yemeğine almak istediğini belirtti.
Teo yemek davetini Lara’ya sordu. Evet, memnun olurlardı.
Telefonu kapattı Teo.
“Adam benim kadar Almanca konuşuyor.”
Köksal’la tanıştıklarında tahminlerinde yanıldıklarını gördüler.
Göbekli, orta boylu, kravatı gevşek bir gazeteci tipini gözlerinde
canlandırmışlardı. Oysa Koksal uzunca boylu, ince sportmen
yapılı, kıvnınlı siyah saçlarının şakak kısımlan grileşmiş, ince tel
gözlüklü, son derece şık yakışıldı bir adamdı.
Lacivert blazeri içine giydiği ince mavi çizgili spor gömleği, laci­
vert fulan, bej pantolonu, açık kahverengi mokasenleriyle fotomo­
del gibiydi. Bakışlarında sıcaklık, gülüşünde içtenlik vardı.
Onları Tarabya’daki Garaj Lokantası’na götürüyordu. Köksal’a
göre İstanbul’un en iyi balık lokantalarındandı Garaj.
Boğaz’m eşsiz manzarasını izleyerek sahil yolundan lokantaya
yaklaşırken Range Rover’mm şoförüne seslendi.
“Çetin, Alman köşkünün önünde dur.”
64

Deniz kıyısındaki beyaz görkemli köşk büyiik geniş bahçesinin


içinde göz alıcıydı.
“Büyük deden İskender Paşa’mn, yani AIexandre von Huber’in
mezan burada, Peter her yıl ziyaret ederdi, sen hiç gelmedin” dedi
Koksal.
“Evet, hiç gelmedim” dedi Teo, “ilk fırsatta ziyaret edeceğim.
Yeri de çok güzelmiş.”
Lara ve Teo, Garaj Lokantası’mn rakipsiz lakerdasına, yaprak
ciğerine, karides salatasına ve mezelerine, ızgara ve buğulama
balık yemeklerine hayran oldular. Garsonların sıcaklığı, atmosfer,
Boğaz manzarası harikaydı.
“Buraya Peter’le çok geldik, sanırım özlemiştir” dedi Koksal.
Biraz yemek ve içkiden sonra Teo, Türkiye’ye gelmekteki ama­
cını açıkladı; Janos Klein adındaki bir Alman Yahudisi’nin izini
bulmak istiyordu, Oruç Bey’in kitabından söz etmedi. Klein’ı
gazetesine hazırladığı yazı dizisi için arıyordu. “Kayıp Almanlar
gibi bir başlıkla yayımlanacak” dedi.
“Sana yardımcı olurum” diyen Koksal, ertesi günden itibaren
Range Rover’mı ve şoförünü Teo ile Lara’ya göndereceğini söyledi.
“Taksiyle başa çıkamazsınız. Benim Çetin İstanbul’un kılcal
damarlarını bile bilir. Arabadaki “Basın” plakası da bazı yerlerde
yararlı olur.
Teo ile Lara, sıcalc dostluk gösteren, yardımcı olan Köksal’a
teşekkür ettiler.
Sabah erkenden Köksal’ın şoförü onlan otelden aldı. Alman
Konsolosluğu’na giden Lara ile Teo, “Janos Klein” adındaki
Alman’m kayıtlarında olup olmadığını sordular. Görevli böyle bir
bilgiyi konsolosun izniyle verebileceğini söyledi.
Teo konsolosa gazeteci olarak araştırma yaptığım, Klein’m Yahudi
olduğunu, kitap yakma olayları sırasında korkarak 75yıl önce İstanbul’a
kaçtığını söyledi. Konsolosun güvenini kazanmak için, “Janos Klein’m
hikâyesini, Nazi Döneminde Gördüklerim kitabını yazan Bayan Leoni
Adelheid’ı anlattı... Onların dostuymuş, ben de gazete içki iyi bir yazı
dizisi olur düşüncesiyle İstanbul’a geldim” dedi.
Konsolosun talimatıyla görevli memur Teo ile Lara’yı arşive
götürdü. Görevli Elmar, “Alman kolonisi Türkiye’de uzun süredir
varlığını sürdürüyor. Sayılan da az değil... Eski dosyaların tama­
mını bilgisayara yazdık, öyle olmasaydı yüzlerce dosya içinde
işimiz zordu” diyerek aramaya başladı.
“İşte iki tane Janos Klein bulduk. Kayıtları 1935 ve 1952 yılla-
nnda yapılmış.”
65

“Bizim Janos Klein 1933’te Almanya’dan çıkmış, ama belki kon­


solosluğa daha sonra geldi, 1935 yılında kaydı yapılan olmalı”
dedi Teo.
Konsolosluk memuru Elmar kaydı okudu.
“1935 kayıtlı Janos Klein, 1935 İstanbul doğumlu gemi mühen­
disi. Ailesi 1873 yılında Osmanlı İmparatorluğu’na gemi mühendi­
si olarak gelmiş. Ailenin bütün kuşakları gemi mühendisi olarak
İstanbul’da çalışmış. Janos Klein da aynı işi yapmış ve emekli
olmuş, İstanbul’dan Ege’ye göçmüş, Marmaris’te ev almış halen
orada yaşıyor.”
“Bu Janos bizim aradığımız değil” dedi Teo. Bizim aradığımız
Janos Klein 1900 doğumlu, bugün 108 yaşmda olması gerekirdi.
“Bir de 1952 kayıtlıya bakalım” dedi memur Elmar. İkinci
“Janos Klein” isminin üstüne tıkladı. Olumsuzca başını salladı.
“1952 kayıtlı Janos Klein 1958 yılında 6 yaşmda ölmüş. Cenaze­
sini ailesi Hanover’e götürmüş, bir daha da dönmemişler.
Lara ile Teo bakıştılar. Teo umudunu kesmemişti.
“Elbette onu bulamayacağımızı biliyorduk. Aradığımız çocuk­
ları veya torunları... Klein soyadı olanları bize verebilir misiniz?”
Memur aradı ama başka Klein yoktu. Teo ile Lara konsolosluk­
tan hayli üzgün ayrıldılar. Teo’nun omuzları çökmüştü.
“Daha ilk günde şaman yedim Lara.”
“Dur bakalım hemen moralini bozma... Janos’un bu şehre gel­
diği kesin değil bir kere... İstanbul’a gidiyorum demiş ama acaba
becerebilmiş mi? Yakalanıp tutuklanmış sonra da Gestapo tara­
fından kaybedilmiş olabilirler. Yolculuk sırasında kaza vesaire
gibi bir sebeple ölmüş olabilirler.”
“Dediklerinin hepsi mümkün Lara. Bunları Berlin’de hesapla­
malıydım. Keşke Tobi’yi dinleyip Hawaii’ye gitseydik.”
Lara onun omzunu okşadı. Alman Konsolosluğu’nun karşısın­
daki binalardan birine takılı tabelayı Teo’ya gösterdi.
“Bak ne yazıyor, Fischer Deutsche Restaurant. Hadi gel baka­
lım nasıl bir yermiş?
Fischer küçük şirin bir lokantaydı. Garsondan iki maden soda­
sı istediler. Biraz serinledikten sonra yemek söyleyeceklerdi.
Çünkü henüz öğle olmamıştı. Yakındaki Atatürk Kültür Merkezi’nin
otoparkında bekleyen şoför Çetin’e telefon ederek iki üç saat
sonra kendisini çağıracaklannı, dilerse yemeğim yemesini söyle­
diler.
Limonlu sodalarını içerlerken Teo cep telefonundan Köksal’ı
aradı. Janos Klein’m izini bulamadıklarını ve şu anda yılgın bir
66

halde Fischer lokantasında oturduklarını iletti.


Koksal yarım saat sonra geldi. Teo son derece üzgündü. Onun
yıkılc haline bakarak güldü Koksal.
“Sevgili dostlar üzülmeyin canım, olur böyle şeyler, şnitzeli
ünlüdür lokantanın, tavsiye ederim, üzüntünüzü alacak bir lezzet
gerek size..." diyerek Şef Mutlu’ya üç şnitzel ısmarladı. Havadan
sudan bahsetti, Peter’le İstanbul’da neler yaptıklarını anlattı.
Sonra duvardaki büyük fotoğrafı gösterdi.
“Bu lokantarun kurucusu Bayan Fischer, İstanbul’un mozaik
taşlarındandır, lokanta daha Önce Galatasaray’daydı. Yani başka
bir yerde...” Güldü. “Galatasaray’ın neresi olduğunu bilemezsiniz
elbette...”
Janos Klein’ı bulamamanın üzüntüsüyle sıkılan Lara ve Teo,
Köksal’ın umursamaz tavrına şaşırmışlardı. Onların düş kırıklığı
adamın umurunda değildi.
Şnitzelleri gelince Koksal şoförüne telefon ederek “ 15 dakika
sonra Fischer lokantasının önünde ol” dedi. Şnitzelini hızla yer­
ken onlara da “çabuk olun” dedi. O kibar adama bir şeyler
olmuştu.
Range Rover’a bindiklerinde nereye gittiklerini bilmiyorlardı.
Araç Tarlabaşı yolundan eski Amerikan Konsolosluğu’nun tenha
sokağına girdi. İki yanındaki eski yüksek binaların gölgeleriyle
grileşmiş sessiz tarihi sokaktaki antikacı dükkânının önünde
durdu. Koksal eliyle dükkânı gösterdi.
“İşte, Kenan Iülan isimli beyefendinin antikacı dükkânı.”
Lara ile Teo ne demek istediğini anlamadılar. Koksal hâlâ gülü­
yordu.
“Dükkânın sahibi Bay Kenan Kılan, aradığınız Janos Klein’m
torunudur.”
Kulaklarına inanamadılar. Böyle bir sürprizi beklemiyorlardı.
Teo’nun gözleri açılmıştı heyecanla sordu.
“İnanılmaz bir şey!.. Onu nasıl buldun? Konsoloslukta kaydı
yoktu.”
Koksal gülerek parmağını ahuna dokundurdu.
“Ama sinagogda vardı.”
“Aman Tanrım” dedi Lara, “bunu akıl edemedik. Öyle ya Janos
Klein Yahudi’ydi...”
“Biraz övüneyim” diyerek güldü Koksal. “Akıl etseniz de adresi
sinagogdan alamazdınız, size vermezlerdi. Yahudi cemaatindeki
bana güvenen çocukluk arkadaşlarımın sayesinde adresi buldum.
Janos’un torunu Kenan Kılan’dan ve kızı Suzan’dan randevu da
67

aldım. Sizden de bahsettim. Demek istiyorum ki, şu anda bizi


beklemekteler."
“Ben sana nasıl teşekkür edeyim can dost” diye Teo cipten
heyecanla indi. Lara ile Koksal onu izlediler.
Hayli büyük dükkân tıklım tıklım antika doluydu. Şamdanlar,
lambalar, sehpalar, biblolar, koltuklar, gramofonlar, teneke oyun­
caklar, taş plaklar, yüzyılı devirdikleri belli kitaplarla başka akla
gelebilecek ne varsa yığılmıştı. Tavana asılmış antika avizelerin
hepsi pınl pınl yanıyordu. Güler yüzlü genç bir kadm onları kar­
şıladı.
“Koksal Bey, hoşgeldiniz.”
Ardından Almanca, “Misafirlerimiz mi?” diyerek Teo üe Lara’yı
gösterdi. Sıcak bir tavırla elini uzattı.
“Siz de Suzan Hanım olmalısınız?” dedi Koksal. Hepsi Almanca
konuşuyorlardı.
“Hı hı...” dedi. “Şöyle buynın bu kalabalığın içinde oturacak
yerimiz bile var."
Suzan balık etinde, 30 yaşlarında açık kumral saçlı hoş bir
kadındı. İnce elbisesi vücudunun hayli güzel olduğunu ortaya
çıkarıyordu. Misafirlerini dükkânın arka tarafındaki ofise aldı.
“Babam az sonra gelecek. Ben Kenan Kılan’ın kızıyım, size
limonata ikram edeyim, hava çok sıcak...”
Teo ile Lara büyük heyecanla Janos Klein’m torunu Bay Kenan
Kılan’ı bekliyordu. Fazla beldetmedi. Kapıdan uzunca boylu, 55
veya 60 yaşlarında gösteren beyaz saçlı, temiz pembe yüzlü zayıf
bir adam girdi. Konuklarına şöyle bir baktı, gülümseyerek Alman­
ca “Hoşgeldiniz” dedi. “Ben Kenan Kılan.”
Teo elinden geldiği kadar çabuk kendisini neden aradığını
anlattı.
“Hem Bay Janos Klein’m Almanya’dan sonraki yaşamı, hem de
İstanbul’a beraberinde getirdiği 1491, Oi'uç Bey adlı kitap beni
ilgilendiriyor.”
Kenan Kılan hiç tepki vermemişti, alçak kısık bir sesle konuşu­
yordu.
“Dedem Janos Klein’m Hamburg’dan gemiye binene kadar olan
yaşamını biliyorsunuz demek.”
Biraz durdu Kenan Kılan.
“Sonrasını anlatayım” dedi. “Sonrasında ise dedem, ninem ve o
yıl üç yaşmda olan annem ile beş yaşındaki dayım 27 günlük deniz
yolculuğundan sonra İstanbul’a geliyorlar. İltica ettiklerini söylü­
yorlar. Türk yetkililer onları alıyor ve bir eve yerleştiriyor. Türkiye,
68

Almanya’yla ilişkileri bozmamak için o yıllar titiz davranıyor.


Dedeme, ‘Güvendesiniz, ancak sizin burada olduğunuzu Alman
makamları bilmemeli, geri isteyebilirler, biz vermeyiz ve siyasi kriz
çıkar’ diyorlar. Bütün aileye Türk kimlikleri çıkartıyorlar. Dede­
min adı Yusuf Kılan, ninemin adı Ayşe Kılan, annem Suzan Kılan,
dayım Rıfat Kılan oluyor. Durumu sadece sinagog biliyor. Dedem
Türk kimliğiyle sinagog kütüphanesinde çahşıyor ve kısa sürede
Türkçe' öğreniyor. Eski kitaplar, elyazmalan ve kütüphanecilik
konusunda uzman olduğu öğrenilince Türkiye Cumhurbaşkanı
Atatürk kendisini çağmyor, görüşüyor. Dedem üniversitelerde
ders veriyor, devlet arşivlerinin düzenlenmesinde çalışıyor. Tezler
hazırlıyor, Profesör Yusuf Kılan oluyor.
Dedem o kadar yararlı çalışmalar yapıyor İd, Cumhurbaşkanı
Atatürk onu ödüllendiriyor, bu caddenin üstünde bir ev armağan
ediyor. Emeldi olunca bu antikacı dükkânım açıyor dedem...
Babam büyüyor ve İstanbul’a 400 küsur yıl önce yerleşmiş olan
Yahudi ailesinin kızı annemle evleniyor, bendeniz dünyaya geliyo­
rum. Dedem Yusuf Kılan’ı, yani Janos Klein’ı 1983 yılında kaybet­
tik. 83 yaşmdaydı. Ardından dayım gitti. Babam ve annem de bir
yıl arayla 95 ve 96’da öldüler. Dört yıl önce de ben eşimi kaybet­
tim. İşte bizim hikâyemiz. Dükkânı kızımla ben yürütüyoruz.
Büyük dayımın kızı ile oğlu üniversitede profesördü. Onların
çocııklan da üniversitede öğretim görevlisidir. Ailenin o bölü­
münde herkes akademisyen. Bundan başka sormak istediğiniz bir
şey var mı?”
Teo teşekkür etti.
“Sizi yorduk” dedi “ama aklı Oruç Bey suiarının bulunduğu
kitaptaydı. Dedeniz Berlin’den aynlırken yanında bazı kitaplar
vardı. Yazı dizim için özellikle onlardan birini bulmam şart. O
kitaplar sizdedir herhalde.”
“Dedem bütün kitaplan bu dükkâna koyardı. Yıllar boyunca
yüzlerce eski kitap geldi, gitti. Ne kadar kitabımız varsa raflarda.
Bunlara bakınız, ama içlerinde dedemin Berlin’den getirdiği bir
kitabın olması imkânsız. 65 yıl önce açılan bir antikacı burası, o
kitaplar çoktan satılmıştır.”
Teo tatmin olmamıştı.
“Berlin’den getirdiği sözünü ettiğim kitaplan satacağını sanmı­
yorum. Evinde tutmuştur. Evindeki kitaplan görebilir miyiz?”
Kenan Kılan bir an düşündü.
“Sizin aradığınız kitabın adı nedir?”
“1491, Oruç Bey. Kitabın orijinal Türkçe elyazması ile çevirisi­
69

ni kaçırması içirı Berlin Kütüphanesi Başkanı Waldemar Adelheid


dedenize izin vermiş. Tarih ise, Almanya’da kitapların yakıldığı
1933 yılı. Bunu bize anlatan Waldemar Adelheid’m kızı. Dedeniz
Janos Klein’ı çok yakından tanıyor. Dedeniz bir emaneti asla sat­
mayacak onurlu birisiymiş. Ayrıca onu İstanbul’a getiren sebep
kitapta okuduğu şeyler... Bu konular aile içinde herhalde konu­
şulmuştur.”
“Hayır, hiç konuşulmadı. Dedem o kitabı kesinlikle İstanbul’a
getirmedi. Bizde olsaydı bilirdim. Ancak sözünü ettiğiniz 1491,
Oruç Bey adlı kitabı babamm zamanında soranlar olmuş. Bana da
son 10 yıl içinde birkaç kere sordular. ‘Yok’ dediğimde nedense
bir türlü inanmadılar, bazıları sinirleniyor. İki hafta önce gelen
genç neredeyse benimle kavga edecekti.”
Teo, Lara ve Koksal şaşkınlıktan ayağa kalktılar.
“15 gün önce biri bu kitabı mı sordu?”
“Evet, o kişi Alman’dı. Hem şaşılacak şey, bu sabah, sizden iki
üç saat önce başka bir Alman aynı kitabı sordu. ‘Yok’ dediğimde
uzun uzun yüzüme baktı. ‘Birine mi sattınız?’ diye sordu. ‘Hayır,
böyle bir kitap bizde hiç olmadı’ dedim. Gözlerime yalan arar gibi
bakıyordu, ‘Sizde kopyası veya ikinci baskısı olmalı değil mi? Ben
kopyayı arıyorum’ dedi.”
Kenan Kılan güldü.
“Kopyası da yok, orijinali de yok diye üstüne basa basa söyle­
dim. Sinirle sınttı. ‘Orijinali zaten olamaz, kendini ne sanıyorsun’
dedikten sonra bir şey söylemeden gitti. Ürkütücü bir tipti.”
Teo, Lara ve Koksal iyice meraklandı.
“Bu sabah ha?” Teo tekrarladı. “Bir Alman ha?..”
“Evet bir Alman. Zayıf, sinsi, tehditkâr bakışlı biri. Hem lütfen
bana söyler misiniz, bu kitapta ne var? Neden bu kadar ısrarla,
hatta öfkeyle soruluyor? Hele bir adam vardı 8-10 ayda bir gelirdi.
Siyah melon şapkası, yakası astragan kürklü siyah paltosu, siyah
bastonuyla hemen tanınırdı. Kamburunu çıkararak yürür, yüzüme
bakmadan kitabı sorardı. Her defasında bizde olmadığını söyler­
dim. Bir defasında, ‘Beyefendi siz hep geliyorsunuz, ben de hep, o
kitap bizde yok diyorum, siz yine geliyorsunuz’ dedim. Hiç kızma­
dı. ‘Belki biri getirmiştir size... Şansımı deniyorum’ dedi. ‘Gelirse
size haber vereyim' dedim, adresini istedim vermedi. ‘Ben yine
gelirim’ diyerek gitti. Son gelişiydi, bir daha uğramadı. Yıllardır
bitmez tükenmez bir istek var. Kitabın elyazması bizde olsa
dedem mutlaka gösterirdi. Çevirisi bizde olsa bilirdik. Emin olun
sizier kadar ben de merak ediyorum, hiçbir kitap 1491, Oruç Bey
70

kadar sorulmadı. Tuhaftır, bizde olmayan bu kitap 60 yıldan beri


ailemden isteniyor.”
“Ben de şimdi bu sabah kitabı soranı merak ediyorum? Ama
belki rastlantıdır” dedi Teo.
Koksal ise, Kenan Kılan’a hiç beklemedikleri bir teklif yaptı.
“Dedenizin evine giderek kitaplarına bakmamıza izin verir
misiniz? Belki bir ipucu buluruz.”
Kenan Kılan gülümsedi.
“îpucu ha? Kimseye güvenme kuralı... Dedektif gibisiniz. Dede­
min evinde şimdi ben oturuyorum. Suzan yarın sizi götürsün
bakın.”
Koksal özür diledi.
“Kusura bakmayın lütfen. Teo’nun rahat etmesi için rica
ettim.”
“Anlıyorum, gençler tutkulu oluyor” diyerek tekrar gülümsedi
Kenan Kılan.
Ertesi sabah saat 10’da Suzan dükkânda bekleyecekti. Evleri
iki adımdı.
Kenan ile Suzan’a defalarca teşekkür ederek dükkândan çıktı­
lar. Kenarda bekleyen Range Rover yanaştı bindiler.
Şoför Çetin’in Köksal’a alçak sesle ve Türkçe söylediklerini
Lara ile Teo anlamadı.
“Koksal Bey siz içerdeyken bir minibüs tam dört defa ağır ağu*
geçti. Her geçişte içindekiler eğilip sizin girdiğiniz dükkâna baktı­
lar. Beyaz bir Ford. Ben huylandım plakasını aldım.”
“İyi yapmışsın Çeto, plakayı gazetedeki polis istihbaratına ver,
minibüsün sahibini öğrensinler.”
“Tamam efendim. Şimdi nereye gidiyoruz?”
“Hilton’a...”
Hilton’un muhteşem manzaralı terasında oturduklarında kafaları
hayli karışıktı. Garson içkilerini ve çerezlerini getirdikten sonra
güvencinler de masalarına kondu. Çerezlere bayılıyorlardı. “Guk
guk” sesleri çıkararak fıstıklarını yutan arsız çerez ortaklarına baka­
rak güldüler. Güvercinlerin şovu gerginliklerini yumuşatmıştı.
Kısa sürede olanları sıraya koymaya çalışıyorlardı. Lara kitabı
soranların bu kadar çok oluşuna şaşırmıştı.
“Kitabı çok ldşi biliyor ama elbette okuyamamışlar, sırları bil­
miyorlar. Sırları öğrenmek için çatlıyorlar İd, yok denildiğinde
kızıyorlar.”
Teo, Kenan’ın “Dedem kitabı İstanbul’a getirmedi” sözüne inan­
mıyordu.
71

“Kenan bizden gizliyor veya gerçekten bilmiyor. Kitaba ne


olduğunu belki babası biliyordu ama ne yazık ki o ölmüş.”
“Kenan kitabın 60 yıldır sorulduğunu söyledi. Çok ilginç. 60
yıldır sorulduğuna göre, kimse kitabı bulamamış” dedi Koksal.
Kıvranıyordu Teo.
“Ne yapacağız peki?"
Koksal bir öneri getirdi.
“İstanbul'da eski kitap satan birçok dükkân vardır. Bazılarında
ummadığınız değerli kitaplan bulursunuz. Birçoğunun sahibi de
arkadaşımdır. Ben yarın onları arayayım, ayrıca gazetedeki
çocuklardan birkaçını da gönderirim, bakarsın sahaflardan birin­
de kitabı buluruz, Milyonda bir ihtimal de olsa, denemeye değer.
Siz Suzan’a gidin, ben de kitapçıları araştırayım.”
“Ben de sizinle geleyim, eski kitaplar benim işim size yardımcı
olurum. Kenan’ın evinde bir şey bulamazsa Teo da bize katılır”
dedi Lara. Teo da aynı fikirdeydi.
“Siz yann Lara’yla gidin, ben Suzan’dan aynlmca size telefon
ederim, buluşuruz.”
Üçü biraz daha konuştular. Koksal onları yemeğe çıkarmak
istedi. Teşekkür ederek erken yatacaklarını söylediler.

Yeni bir gün yeni umut

Sabah saat 9.30’da Koksal arabasıyla geldi, Teo ve Lara’yı ala­


rak Kenan’ın dükkânına gittiler. Teo orada indi, Suzan’a el salladı­
lar. Koksal ile Lara Kadıköy’deki kitapçılan araştırmak üzere yola
devam ettiler.
Saat 13.00 olmuştu, Koksal ile Lara aradıklan kitabı bulama­
mışlardı. KadıkÖylü sahaflar 1491, Oruç Bey adlı kitabı hiç duy­
madıklarını söylediler. Oruç Tarihi adlı yeni basım bir kitap vardı
ama aradıkları o değildi.
Beyazıt’taki sahaflan araştıran gazeteden muhabirler de telefon
ederek Oruç Bey, 1491 kitabım bulamadıklarını Köksal’a bildirdiler.
Ayaküstü bir şeyler atıştmp Galatasaray’daki sahaflara gitmek
üzere arabaya bindiler. Teo henüz aramamıştı.
Galatasaray’a geldiklerinde 14.30 gibiydi... Teo hâlâ aramamış­
tı. Koksal onu aradı Teo’nun telefonu açılmadı.
Galatasaray’daki pasaj içi sahaflannda Köksal’ın çok dostu
vardı. Hepsinin dükkânlarım tek tek dolaştılar. 1491, Oruç Bey
kitabını onlar da duymamıştı.
Saat 17.00 olmuştu, o saate kadar Koksal defalarca aramasına
72

rağmen Teo’nun telefonu açılmamıştı.


“Bir daha arayayım” diyerek Koksal Teo’nun cep telefon numa­
rasını saat 17.10’de tekrar tıkladı. Zil uzun uzun çaldı, telefon yine
açılmadı. Ondan sonra 10 dakikada bir Teo’yu aradılar. Sonuç hep
aynıydı, telefon açılmıyordu.
Saat 20.00 olmuştu. Teo ortada yoktu. Merak yerini endişeye
bırakmıştı. Lara konuşmadan ne yapmaları gerektiğini sorarcası­
na Köksal’ın yüzüne bakıyordu. Kölcsal da bir şey söylemiyordu
ama korkmaya başlamıştı.
“Antikacı dükkânına gidelim” dedi.
Suzan, “Evimiz iki adım” demişti. Dükkân kapanmış olmalıydı
ama komşu kapıları çalarak semtin bu en esld ailesinin evini
öğrenmek kolaydı.
20.45 civarı dükkânın önündeydiler. Kepenkler inikti. Şoför
Çetin ile Koksal kapısını çaldıkları ilk evden Kenan Kılan’m
adresini öğrendiler. Gerçekten dükkâna iki adım sayılacak
kadar yakındı. Zile dokundular, kapıyı Suzan açtı, onları görün­
ce biraz şaşırdı ama içeri buyur etti. Babası da hemen arkasm-
daydı. Lara ile Koksal telaşlıydı, oturmadılar. Ayaküstü konuşu­
yorlardı.
“Rahatsız ettik bağışlayın, ev telefonunuz bende yoktu gelece­
ğimizi haber veremedik. Teo bizi aramadı ve ortada yok. Çok
merak ettik, sabah sizinle buluşmuştu” dedi Koksal.
Baba-kız şaşırmışlardı.
“Siz Teo’yu bıraktıktan sonra buraya eve getirdim. Kitapları
gösterdim” diyerek Teo’un ziyaretini anlattı Suzan.
“Aslında büyük dedemden kalan kitap yoldu, hepsi babamın gün­
lük okuduklarıydı. Baldı baktı onların aradığı kitaplar olmadığım
söyledi, gülüştük, sonra kahve ikram ettim. Biraz Almanya’dan bah­
settik ‘Dedeniz Janos Klein’m fotoğrafı varsa görmek isterim’ dedi.
Dedemin duvara asılı büyük fotoğrafım gösterdim. Uzun uzun bakıp
başım salladı. Sonra ona aile albümlerini getirdim. Çok eski fotoğraf­
lar da vardı. Dedemin İstanbul’a ilk geldiğinde çektikleriyle ilgilendi.
Bazı fotoğraflara baldı, ‘Bu, dedem Alexandre von Huber’in mezarı­
nın fotoğrafı, burada ne işi var?’ diyerek şaşırdı. Ben de Janos
Klein’m her şeyin fotoğrafım çekmiş olduğunu söyledim. Bazı notlar
aldı. Sonra teşekkür ederek gitti.
“Saat kaçtı sizden ayrıldığında?”
“12 veya en geç 12.30 olabilir.”
“Bu saate kadar kendisinden haber alamadık. Defalarca aradık,
telefonu açılmıyor. Endişelenmeye başladık. Neyse biz gidelim, sanı-
73

nm polise başvuracağım” diyen Köksal’a Kenan kartmı uzattı.


“Biz de merak ettik, bir haber alırsanız lütfen bizi evden arayın,
hangi saatte olursa olsun... Telefonum kartta yazılı.”
Arabada giderlerken Lara, “Teo’nun dedesinin mezar fotoğrafı­
nın Janos Klein’m albümünde çıkmasına ne dersin? Çok garip bir
rastlantı değil mi?” diye sordu Köksal’a.

Boğaz’da korku

Klarnetçi aletinin kalağını havaya dikmiş neşeli fasıla çığlık


çığlığa eşlik ediyordu. Tavernanın müşterileri iyice coşmuştu.
Hep birlikte oynuyor, bağıra çağıra şarkı söylüyorlardı.
Alı ah fıkır fıkır fıkırdama
Gel bana gel
Ah alı şıkır şıkır şıkırdama
Gel bana gel

Darbukacı fırladı ayağa kalktı, oynayanların araşma karışmak


için masaların önünden koşarak geçti. Tam piste dönecekti ki...
Lokantanın girişine yakın yerde biriyle Öyle bir çarpıştı ki, darbu­
kası elinden uçtu. Düşmemek için tutunduğu adamdan Özür dile­
yecekti... Fakat dondu kaldı.
Adamı tutan elleri vıcık vıcık ıslanmıştı.
Adamın yüzüne bakınca “AllaaaahL” diye feryat etti. İki adım
geri kaçtı, bir daha bağırdı: “AllaaaahL”
Feryadı müzik sesini bile bastırdı.
Onun çığlığını duyan ışıkçı, güçlü projektörü sesin geldiği yöne
çevirdi. Gördüğü şeyle yerinden fırlayan ışıkçı lokantanın tüm
lambalarım yaktı.
Ortalık gündüz gibi aydınlanmıştı. Darbukacı ıslanan ellerine
baktı, kıpkırmızıydı. Sahnede göbek atan müşteriler de ışıkçının
gördüğünü görmüştü. Kadınlar çığlık atarak geri geri gitti. Erkek­
ler şaşkın bakakaldı.
Spotların göz yakan ışığı altında baştan aşağı kanlar içinde
bir adam duruyordu. Kan, saçlarını yüzüne yapıştırmıştı. Kıp­
kırmızı yüzünde parlayan bembeyaz gözakları büyümüş kor­
kuyla bakmaktaydı. Çenesinden sürekli kan damlıyordu. Göm­
leği ve pantolonu kan havuzuna batırılıp çıkarılmış gibiydi...
Bir şeyler söylemek istedi, söyleyemedi, dudakları birbirine
vuruyordu, öksürünce ağzındaki kan püskürdü. Kadınlar bir
daha çığlık attı.
74

Boynundaki yaradan ince bir fıskiye gibi kan fışkırıyordu. Elini


uzattı... Yardım istiyordu. Adım atmaya çalıştı... Sallandı, sonra
taş kesilmiş gibi durakladı, yıkıldı kaldı.
Kadınlar yüzlerini kapadı, erkeklerin dili tutulmuştu. Garsonlar
yere yığılan adama ürkek adımlarla sokuldu, hiçbiri ona dokuna-
mıyordu. Zavallının her yanı kandı. Atan sinirleri bacaklarını tit­
retiyordu.
“Ambulans çağırın, polise haber verin!” bağrışmaları sürerken
devriye polis otosu lokantanın kapısına yanaştı. Polisler içeri
koştular. Biri eğildi, yaralıya baktı.
“Can çekişiyor.”
Tarabya’da saat 21.00’i biraz geçiyordu.
Koksal ile Lara otelin terasında ağızlarına bir lokma koymadan
oturuyorlardı. Teo’dan hâlâ haber yoktu. Koksal polise durumu
bildirmişti. Gazetenin gece muhabirlerinin tümü İstanbul kara­
kollarını ve hastanelerini dolaşıyordu. Koksal paparazzileri bile
Teo’yu aramaya göndermişti.
Saat 22.00’ye yaklaştığında gazetenin polis istihbarat şefi Kubi-
lay aradı. Köksal’a Tarabya’da bir olay olduğunu anlattı.
“Yabancı olduğu sanılan bir genç öldürülmüş. Ceset hastanede.
Genç biri, üstünden kimlik çıkmadı. Görmek isterseniz Sarıyer’de
hastanede bekliyorum.”
Koksal telefonu kapar kapamaz ayağa fırladı.
“Hadi Lara gidiyoruz” dedi.
Sarıyer yolunda Lara’yı ürkütmeden olayı anlattı. Biri öldürül­
müştü ama inşallah Teo değildi. Güçlü olmasını öğütledi Lara’ya,
cesedi sadece Koksal görebilirdi.
Hastanenin kapısında karşılayan Kubilay onları cesetlerin kondu­
ğu bölüme aldı. Camlı bölümün girişinde küçük bir masa ile 2 sandal­
ye vardı. Koksal Lara’yı omuzlarından tutarak sandalyeye oturttu.
“Lütfen burada bekle.”
Lara korku dolu bakışlarla “olur” gibilerden başım salladı. Kok­
sal ile Kubilay camlı bölüme geçtiler. Klimanın buzdolabına çevir­
diği bölümde beyazlar giymiş dört görevli ile iki polis vardı. Uzun
metal masanın üstüne siyah ceset torbası yatırılmıştı. Beyaz saçlı
görevli Köksal’m görmesi için ceset torbasının fermuarım açtı.
Lara’mn tüyleri diken diken olmuş, gözlerini dikmiş KÖksal’m
göstereceği tepkiyi bekliyordu.
Koksal iyice eğildi, cesede baktı. Birden dikildi. Onun dikildiği­
ni gören Lara ayağa kalktı. Bölümü ayıran cama yapıştı. Koksal
kımıldamadan duruyordu. Yüzünü bir türlü kendisinden yana
75

çevirmiyordu. Dayanamadı kapıyı açıp içeri daldı. Onun ayak sesi


Köksali kımıldattı. Arkasına döndü, Lara’mn cesedi görmesini
engellemek için sanldı, ayaklarını yerden kesti, camlı bölümün
dışına kadar taşıdı.
Lara haykırdı.
“O mu?”
“O...”

Kötü haber çabuk ulaşır

Saat 01.30.
İstanbul’dan Köksal’m tuşladığı numara Berlin’deki Peter’in
telefonunu çaldırdı. Berlin’de saat 23.30’du. Peter uyumamıştı.
Telefonda Köksal’m sesini duyunca önce sevindi. Soma yüzü cid­
dileşti, sonra gerildi. Sordu:
“Nasıl?”
Dinledi. Sordu:
“Neden?”
Dinledi. Sordu dinledi, sordu dinledi... Nefesi kesilene kadar
sordu... Hıçkırdı, koltuğa yığıldı. Telefon elinden düştü, zorla eği­
lip aldı.
“Bağışla Koksal, telefonu düşürdüm. Yarm İstanbul’a geliyo­
rum... Hayır, özel" uçağımla gelirim. Elbette saatini bildiririm.
Tabii... elbette... Üzülmemek elde mi, elde mi?..”
Titreyen elleri ile akan gözyaşları fark edilmese Peter’i gören
ölü sanabilirdi. Kolları iki yana düşmüştü, ağzı yarı açık koltuğun­
da hareketsiz oturuyordu. Bir süre öyle kaldıktan soma ilk akima
gelen babası ile annesi oldu. Kara haberi onlara nasıl iletecekti?
Gözlerini yumdu, söyleyeceklerini toparlamak istedi, olmuyordu.
Ne diyecekti?
“Size kötü haberim var çok kötü... Kardeşim öldü, oğlunuz
Teo öldürüldü...” Böyle diyemezdi. Buna benzer bir şeyleri daha
yumuşak söylemek zorundaydı... Annesi ile babasının yüreğine
indirmeden anlatmalıydı. Ah şu görevi başkası yerine getirsey­
di... Çaresiz telefona uzandı, Amerika’daki evin numarasını
çevirdi.
Telefonu bıraktığında karısı Meg’in hıçkırdığını duydu. Annesi
ile babasına anlattıklarım duymuştu. Meg şimdi bağırarak ağlıyor­
du. Peter duygularını gizlemeye çalışmadı. Bir çocuğun annesine
sığınması gibi karısının ellerini tuttu, başmı göğsüne koydu, ikisi
de sarsıla sarsıla ağladılar...
76

Saat 10.45, İstanbul

Peter von Huber’in özel jeti Sabiha Gökçen Havaalam’na indi.


Koksal kucaklaştığı arkadaşım VIP salonuna aldırdı, pasaport ve
gümrükten geçişini hızlandırdı. Peter, iki Amerikalı korumasını
da getirmişti. Biri zenci diğeri beyaz korumalar Beyaz Saray dene­
yimliydi. Peter’in eşi Meg koruma tutmasını kocasına zorla kabul
ettirmişti. Jack ile Matt’i, babası Mark bir yıl önce Amerika’dan
göndermişti. İki koruma da FBI’dan ayrılmış uzmanlardı.
Jack ile Matt filmlerdeki gibi siyahlar giyinmiş güvenlik ele­
manları değildi. Zenci Jack bej rengi tişört, Matt mavi tişört giy­
mişti. Beyaz gömlek siyah pantolon giymiş olan Peter eşini getir­
memişti.
“Meg gelmedi, üzüntüden hasta oldu, ben de cenazeyi Berlin’e
götüreceğim” dedi Peter.
Sonra Lara’yı sordu.
“Teo’nun beraberindeki kız ne oldu, iyi mi?”
“Perişan” dedi Koksal. “Oteldeki odasında yatıyor. Doktor
yatıştırıcı iğne yaptı, haplar verdi. Günde ild kez kontrole gelecek,
deneyimli hemşireler 24 saat nöbetleşe yanmdalar.”
Peter üzüntüyle başım salladı.
Koksal arkadaşı için son model bir Mercedes kiralamıştı. Şoför
güvenli biriydi. Hep birlikte Adli Tıp Enstitüsü’ne gittiler. Teo’nun
cesedi Sarıyer’den Adli Tıp’a gönderilmişti.
Adli Tıp Enstitüsü’nün Fen Bilimleri Anabilim Dalı kriminalis-
tik uzmanı Profesör Sevim Atlı onlan kabul etti. Peter’e başsağlığı
diledi.
Teo’nun raporu profesörün önündeydi. Almanya’da hocalık
yapmıştı, Peter’in dilini kusursuz konuşuyordu.
“Bay Von Huber, adli tıp otopsi raporunun Almanca kopyasını
hazırladık. Konsolosluğunuza ve size vereceğiz. Şu anda otopsi
sonucunu kısaca mı anlatayım, yoksa raporda yazılı olanları
ayrıntılarıyla öğrenmek ister misiniz?”
“Sayın profesör teşekkür ederim. Tüm ayrıntıları öğrenmek
istiyorum.”
“Dayanabilir misiniz?”
“Gayret edeceğim profesör.”
Profesör Sevim Atlı rapordald teknik terimleri aktarmak yerine
bulgulan konuşma diliyle açıklayarak anlattı.
“Maktul Theodor von Huber 23 bıçak darbesi almış. Darbelerin
16 tanesi belden aşağısında bulundu. 14 darbe bacaklarında, iki
77

darbe kasıklarında görüldü. Başında 2 derin kesik var. Diğer beş


darbeden ikisi göğsünde, diğerleri boynunda, sırtında ve karnında
görülüyor. Kamındaki, boynundaki ve kasığındakiler öldürücü
darbeler. Ölümün ana nedeni karın boşluğundaki aorta bağlı
damarm kesilmesidir. Kasıktaki ve boyundaki damarların da
kesilmesi ağır kan kaybı gerçekleştirerek ölümü hızlandırmış.
Öte yandan, maktul mücadele etmiş. Vücudunda bağ veya kelep­
çe gibi bulgular yok. Gövdesinin ve başının birçok yerine darbeler
almış. Kendisini savunmuş, yumruklar attığmı ellerinin üstündeki
yıpranmalar, parmaklarındaki şişlikler belli ediyor. Anlatacakla­
rım bu kadar Bay Von Huber. Raporda tüm teknik bilgiler var.
Geri kalan bilgileri cinayeti soruşturan polisten alabilirsiniz. Size
tekrar başsağlığı dilerim.”
Peter anlatılanları bembeyaz yüzle metin olmaya çalışarak din­
ledi.
“Sayın profesör, teşekkür ederim. Teo’yu görmek istiyorum.”
Profesör Sevim Atlı asistanım çağırarak konuklarını morga
götürmesini istedi.
Peter ayağa kalkarken hafifçe sendeledi, Koksal dirseğinden
tuttu, sonra kendisini topladı. Morg dolabından çıkarılan kardeşi
Teo’nun yüzüne uzun uzun baktı, okşadı.
“Merak etme yavrum” dedi. “Sana kıyan alçakları bulacağım,
elimle cezalandıracağım. Yasalarla değil elimle Teo...”
Hiç konuşmadan morgdan çıktı.
“Koksal, otele gidelim, Lara’yı göreyim.”
Sonra yine tek kelime etmedi Peter, otele kadar dalgın gözlerle
İstanbul sokaklarına baktı. Teo’nun ölü yüzünü görüyordu sade­
ce...
İpucu peşinde

Lara, yatıştırıcı ilacın etkisinde uykulu gözlerle Peter’e baktı.


Teo’nun ağabeyini ilk defa görüyordu. Peter onun elini tuttu.
“Üzüntü çözüm değil. Hızla toparlanmalısm Lara. Bundan
sonra kardeşime neden kıyıldığım öğrenmeliyiz. O zaman katille­
re ulaşırız. Hep birlikte ve serinkanlı olalım.”
Lara gözleriyle “anlıyorum” dedi. Hemşireye artık yatıştırıcı
almak istemediğini söyledi.
Hiçbirinin iştahı yoktu ama otelin terasındaki lokantada top­
lanmışlardı. Lara, Koksal, Kubilay ve Peter. Kanepeler ve sandviç
istemişlerdi. Sadece su ve kahve içiyorlardı. îlk konuşan Koksal
oldu.
“Polis araştırıyor ama biz de nereden bu noktaya geldiğimizi
biliyoruz. Kubilay size polisten aldığı bilgileri aktaracak. Ben ter­
cüme edeceğim. Anlat Kubi...”
Kubilay bloknotunu masaya koymuştu. Uzun notlar almıştı,
şöyle bir göz atarak anlatmaya başladı.
“Olayın başlangıç yerinin Alman Elçiliği’nin Tarabya’daki yazlığı
olduğu anlaşıldı. Daha doğrusu yazlığın balıçesi... İç ve dış duvar­
larda ve yerde kan lekeleri var. Yaralı kişinin duvara içten tırmanıp
dışan atladığım, bıraktığı izlerden polis tespit etmiş. İzler yani kan
lekeleri, Alman köşkünün bahçe duvarına uzak yerinde, mezarlığın
yakınında başlıyor. Dış duvara doğru geliyor.”
“Alman Elçiliği’nin yazlığı mı?” Peter şaşırmıştı. “Teo’nun işi
neydi orada? Özür düerim Kubi, devam et.”
“Kan izleri dış duvann Önünden yazlığın karşı çaprazında bulu­
nan 70 metre uzaklıktaki tavernaya doğru geliyor. Orası Teo’nun
girdiği taverna. Garsonların ve müşterilerin verdiği ifadeye göre,
içerde coşkulu eğlence olduğu için kimse Teo’nun nasıl geldiğini
79

görmüyor. Ardında kimler vardı, kovalanıyor muydu, kimse bilmi­


yor. Polisin ilk raporları bunlar... Araştırma sürecek. Savcı sizleri
de ifade için çağıracaktır.”
“Biz Lara’yla telefonunu bekliyorduk. Haber vermeden
Tarabya’ya gitmesi normal değil. Polise göre Alman köşkünün
bahçesine girmiş. Neden bana telefon etmemiş, ne sebeple bahçe­
ye girmiş, hayret...” dedi Koksal.
“Suzan’la buluştu, kadının bize söylediğine göre öğle saatlerin­
de ondan ayrıldı. Suzan’dan aynlınca ilk yapacağı onu almamız
için telefon etmek olacaktı. Bizi aramadan neden elçilik yazlığına
gitti? Kimler orada saldırdı? Yanıt bulmamız gereken şey..." der­
ken Peter atıldı.
“Suzan kim?”
Koksal kısaca Janos Klein’m torunu Kenan Kılan’ı anlattı. Teo
ile Suzan’m buluşmasını, evde olanları kadının ağzından duyduğu
gibi nakletti. Teo, Klein’lann aile albümüne bakmıştı. Eski fotoğ­
raflarla ve Janos Klein’m İstanbul’a ilk geldiğinde çektikleriyle
ilgilenmişti. Sonra teşekkür ederek gitmişti.
Peter kardeşinin “7 Akbaba hikâyesi, Hazreti Davud’un yedi
kollu şamdanı ve 1491, Oruç Bey kitabının peşinden Janos
Klein’m izini araştırmak için” İstanbul’a geldiğini biliyordu.
Janos’un torununu bulduklarını ve gerisini Köksal’dan öğrendi.
“Suzan’ın evinden çıktıktan sonra başma bu felaket geldi. Tan­
rım neden öldürdüler benim saf kardeşimi... Hırsızlık mı, ne der­
sin Koksal?”
“Hırsızlık olduğunu sanmıyorum” diyerek olumsuzca başını
salladı Koksal.
“Bence Suzan’m evine giderek Teo’nun kaybolmadan önce gör­
düklerine, albüme filan biz de bakmalıyız... Özellikle sen bakma­
lısın Peter...”
Sabah Suzan’dan randevu alacaklardı. Kubilay cinayet şubesinden
bir dedektifin kendileriyle gelmesinin yararlı olacağım söyledi.

Antikacı dükkâmnda buluştuklarında Kenan Kılan ve kızı


Suzan, Peter’e başsağlığı dilediler. Peter acele ediyordu, dükkânda
fazla durmadılar, cinayet masası dedektiflerinden Zeki, Nurcan ve
gazeteci Kubilay’la birlikte Suzan hepsini apartmanlarına götür­
dü. Zeki ve Nurcan, Peter’in Amerikalı korumalarım biraz yadır-
gamışa benziyordu.
Kılanların tarihi apartmanı saray gibiydi. Yüksek tavanından
görkemli bir avize sarkıyordu. Salon antikalarla doluydu. Suzan
80

salona açılan koridorun ışıldarım yaktı.


“Dilerseniz önce Teo’nun nelere baktığını göstereyim. Sonra
otururuz, size albümleri getiririm.”
Suzan’m anlattığına göre; Teo salondaki elyazmalanyla ilgilen­
mişti. Almanca elyazmalan yamnda Türk hatları ve fermanlar
güzel çerçevelerle duvarlan süslüyordu. Peter Almanca elyazma-
lanna baktı. Yme Teo’nun yaptığı gibi Janos Klein’m renklendiril­
miş foto portresinin önünde durdu. Janos Klein bu fotoğrafı
İstanbul’da ünlü Süreyya Stüdyosu’nda çektirmişti, onlar renklen-
dirmişti. Fotoğrafın alt köşesinde "Süreyya” imzası vardı.
Peter içinden, “Janos Klein yakışıklı adammış” diye geçirdi. Sık
dalgalı saçları kabarmış, kurdele kravatı yana kaymış, kalender
tavırlı Janos filozofa benziyordu. Ancak dikkati çeken, zekâ fışkı­
ran kocaman gözleriydi. Duvara asılı bir başka fotoğrafta Janos
Klein, modern Türkiye’m kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’le
görülüyordu. Fotoğrafın altında 1937 tarihi vardı.
Salondan soma Suzan onlan kütüphane odasma götürdü. Gün­
lük kitaplann bulunduğu kitaplıkla Teo’nun ilgilenmediğini anlat­
tı. Hepsi bu kadardı. Teo ile Suzan salona dönmüşler, kahve
içmişler ve Suzan aile albümünü göstermişti.
Şimdi aynısını yapacaklardı. Suzan hepsini oturttu, kahve
ikram etti. Sonra albümleri getirdi. Koksal Peter’in bakmasını
istedi.
“Teo’nun gözüyle ancak sen görebilirsin Peter.”
Albümler üç taneydi. Biri ailenin yeni resimleriydi, diğer iki
albümde esld fotoğraflar vardı. Peter eskilerden birini aldı. Albüm
sayfalarını çevirmeye başladığında dikkatinin dağılmaması için
konuşmadılar.
Janos Klein’m çektiği fotoğraflann bulunduğu albüme bakar­
ken Peter yavaşladı. Bazı sayfalara uzun uzun takılıyordu. Bir
sayfada durdu. Suzan uzanıp baleti.
“Teo da işte bu sayfada durmuştu” dedi.
Diğerleri merak etti, o albüm sayfasında ne vardı? Peter gösterdi.
“Janos Klein bu fotoğrafları Tarabya’daki Alman Mezarlığı’nda
çekmiş. Köşkün fotoğrafları da var ama çoğunlukla mezarlık ve
tek tek mezarlar çekilmiş.”
“Hatıra veya belge olarak çekmiştir” diyen Suzan devam etti:
“Almanya büyük dedemin hep içindeydi. Küçüktüm ama onun
özlemini fark ederdim. Vatanından uzakta ölmüş gitmiş, uzakta
gömülmüş Almanlann mezarlarının onun için duygusal bir anlamı
vardı. Belki de Alman isimleri yazılı mezar taşlanna bakmak içinde
81

bilmediğimiz duygular uyandırıyordu. Ayrıca mesleği kütüphaneci­


lik ve arşivcilik olduğu için belge olarak saklamış da olabilir.”
“Bakın bu da benim büyük dedem Alexandre von Huber’in
mezarı. Her yıl katıldığım törenlerde dua eder, çiçek koyardım,
diyen Peter albümü onlara çevirip fotoğrafı gösterdi. Mermerden
yapılmış büyük Alman haçının altındaki kitabede, Alexandre von
Huber’in altında, “İskender Paşa” yazısı da vardı.
“Dedemizin mezar fotoğrafım görünce Teo bir şey söyledi mi?”
Suzan gülümsedi.
“Aynen sizin söylediklerinizi söyledi. Mezarlığı ziyaretlerinizi
anlattı. Resimlerin yanına dedemin karaladıklarını bir kâğıda not
etti.”
Peter albümü sonuna kadar iyice inceledi.
“Kardeşimle başka ne konuştunuz Suzan?”
“Hiçbir şey. Teşekkür etti, vedalaştı ve gitti.”
Konuşulanların hepsini Koksal dedektiflere çevirmişti. Onlar
da konuşulanları teybe kaydetmişti. Gitmeden önce Peter’in bir
ricası vardı.
“Suzan izin verirsen albümün bazı sayfalarının fotoğraflarını
çekmek istiyorum. Anı olsun diye...”
“Memnuniyetle” dedi Suzan.
Peter cep telefonunun kamerasıyla albümün birkaç sayfasını
çekti.
Dükkâna da uğrayıp Kenan Kılan’a veda ettikten sonra ifade
vermek için savcılığa gittiler. Savcı, acılı Peter’e ve Lara’ya son
derece nazik davrandı. Ayrıca Koksal da ifade verdi.. Peter ve
Lara’mn Almanya adreslerini ve telefonlarını kaydettirdi. Ne
zaman döneceklerini sordu.
“Bümiyoram, katiller bulunana kadar kalmak isterim” dedi
Peter.
Lara ise İstanbul’da kalma süresinin işyerinden alacağı izne
bağlı olduğunu söyledi. Savcı Hilton’daki oda numaralarını yaz­
dırdı. Peter, Lara ve Koksal cep telefon numaralarını da verdiler.
Adliyeden çıktıklarında Peter heyecanlı ve telaşlıydı.
“Otele gidelim, bazı şeyler var.”
Odasına girer girmez hemen laptopunu açtı. Çektiği fotoğrafla­
rı cep telefonundan laptopa aktardı.
“Şimdi bakın” diyerek çektiği fotoğrafları büyüterek ekrana
getirdi.
“Dedemin mezarını görüyorsunuz. Janos Klein mezarı sadece
karşıdan değil, her iki yanından ve baş tarafındaki kitabenin arka-
82

smdan da çekmiş. Hatıra için mezann her yanım çekmek gerekir


miydi?”
Fotoğrafı değiştirdi Peter, bir başka mezar görüntüsü ekrana
geldi.
“Bu mezar Çanakkale Savaşı sırasında hemşirelik yapan Pren­
ses Marie zu Hohenlohe-Ingelfıngen’e ait. Janos o mezarın da dört
tarafının fotoğrafım çekmiş. Aynen dedeminki gibi... İlginç bir şey
daha var.”
“Nedir?..”
Koksal, Lara ve Kubilay üçü birden sormuşlardı.
“Osmanlı dönemindeki iki önemli büyükelçinin mezarlarının
sadece ön görünüm fotoğraflarım çekmiş Janos... Diyelim ki,
arşivlemek için çektiği belgesel fotoğraflarda objeyi dört yandan
görüntülemek gereldyor... Peki, o halde elçilerin mezarlarım da
dört yandan çekmeliydi, ama öyle değil. Neden?”
“Belki çekti, albüme koymamış olamaz mı?” diye sordu Lara.
“Olabilir, söylediğin mantıklı... İlginçtir, mezar resimlerinin
yanma Ayasofya’nın fotoğrafını koymuş. Dedeminki ile
Ayasofya’nın ve Prenses’in fotoğraflarının kenarlarına bazı şeyler
yazmış. Bir de ilginçtir Keops Piramidi ile Kız Kulesi’nin fotoğraf­
ları da aynı albüm sayfasındaydı.”
Peter fotoğrafların yan kenarlarım iyice büyüttü. Kenarlarda
rakamlar ve bazı işaretler vardı. Lara işaretleri defterine yazıyordu.
Mareşal Alexandre von Huber’in mezar fotoğrafı: + ▼ 220.
Prenses’in mezar fotoğrafı: + ▼ 230. Hepsinde bir haç, aşağıyı
gösteren ^ ok ve 230 ile 220’den başka birçok uzun sayı vardı.
Ayasofya fotoğrafının kenarında ise 4+5 rakamları, yukarıyı
gösteren ^ ok ile yanma bir kutu Q çizilmişti, 7,50 m yazılmıştı,
yanma bir daire çiziliydi ve “Prophet M.” yazılıydı ve yine bir­
çok sayı... Lara, Keops Piramidi ve Kız Kulesi fotoğraflarındaki
işaret ve sayıları da yazdı.
Koksal yavaşça Peter’in koluna dokundu.
“Bulmaca çözmeden önce gitmemiz gereken bir yer daha var.
Janos Türkiye’ye geldiğinde sinagog kütüphanesinde çalışmıştı.
Nazilerden kaçarken korumak istediği neydi? Kitaptı... O halde
akima ilk gelecek yer sinagog kütüphanesi olmaz mı? Klein’m
adresini de sinagogdan bulmuştum.”
Peter yorgun başım salladı.
“Haklısın dostum, sinagoga gitmeliyiz.”
Barış Vahası Sinagogu’nda kültür ve halkla ilişkilerle görevli
Haham Yakup Barokas’tı. Köksal’a Janos Klein’m ailesinin adresi­
83

ni veren kişiydi. Ziyaret amaçlarının birazını telefondan öğrenen


Haham Barokas onları ellerinde dosyalarla beklemekteydi.
Cinayeti gazetelerden öğrenmişti. Peter’e başsağlığı diledi.
Medya olayı soygun cinayeti olarak vermişti, öyle biliniyordu.
Koksal, 1491, Oruç Bey kitabından başlayarak Teo’nun öldürül­
mesine kadar olan biten her şeyi Haham Barokas’a açıkça arılattı.
“Teo’nun katillerine ulaşmanın yolu bu kitaptan geçiyor inancın­
dayız. Kitapta neler yazdığım öğrenmemiz gerekiyor. Janos’un toru­
nu, kitap 60 yıldır bizden soruldu diyor. Soran kişiler kitaptan son
derece önem verdikleri bir şeyi öğrenmek istiyorlar. Teo bu kitabı
bulmak için İstanbul’a geldi ve öldürüldü.”
Koksal, 1491, Oruç Bey kitabının sinagog kütüphanesinde
olup olmadığını sordu.
“Kitap sizdeyse okumamıza izin vermenizi rica ediyoruz.”
“Bir konuyu açıklamam gerekiyor” dedi Haham, “Banş Vahası
Sinagogu 1952’de açıldı. Janos Klein birçok Yahudi gibi 1933 yılın­
da İstanbul’a geldi. Nazilerden kaçan Yahudi nüfusu savaş sonuna
doğru iyice arttı. Yeni bir sinagog yapımı kararlaştırıldı, Türk dev­
letinin izni ve katkılarıyla 1948’de başladı inşaat... Yani Janos’un
İstanbul’a geldiği yıllarda Barış Vahası Sinagogu yoktu.
Bir dosya açtı, kısa süre göz attı.
“Bakın, Janos’un görev yaptığı mabedin adı; ‘Bet ha-Knesset
Tofre Begadim’ denilen sinagog. Çok eski bir sinagogdur orası...
Sultan II. Abdülhamid’in özel başarı madalyası verdiği Saray Ter­
zisi Mayer Schönman’ın ricası üzerine padişahın fermanıyla
kurulmuş. Almanca konuşan Yahudi Aşkenaz terzilerin yetiştiril­
diği meslek okulu da olduğundan o sinagoga “Schneiderschul”5
veya “Schneidertempel”6 denmiş. Hem meslek odası ve okul, hem
de mabet olarak yararlanılmış. Bugün kültür merkezidir.”
Lara üzüntüyle ayağa kalktı.
“Yine düş kırıklığı...”
“Sabırlı olun” dedi Haham Barokas, “burası, yani Barış Vahası
Sinagogu açılınca kütüphanesini Janos Klein kurmuş.”
“Oh bir umut” diyerek yerine oturdu Lara.
Haham devam etti.
“Kendi değerli kitaplarını da kütüphaneye bağışlamış. Bunların
arasında aradığınız, 1491, Oruç Bey elyazması ve çevirisi de bulu­
nuyor.”
Hepsi birden “Nee?” diyerek doğruldular.

5 . T e rzi O k u lu .

6 . T e rzi Tapınağı.
84

“Kitaplar burada demek ki... Aman Tanrım” diyen Lara tekrar


ayağa kalkmıştı. Ancak, hahamın sözleri sevinçlerinin üstüne
buzlu su gibi geldi.
“Kitaplar burada değil.”
Şaşkın bir suskunluk oldu. Haham Barokas onlara anlayışla
baktı.
“Çok karışık gibi görünüyor, ama Janos kitapları tekrar
Almanya’ya göndermiş.”
Sağlı sollu yumruklar gibi inen sürprizlerle kafaları iyice karış­
mıştı.
“Neden ama?..”
“Sinagog yönetimine başvurmuş. ‘Kitapları yakılmaktan kurtar­
mak için aldım. Berlin Kütüphanesi Başkam Adelheid kendisi
verdi. Savaş bitti, Almanya artık demokratik ülke, kitapları ait
oldukları yere göndermezsem kendimi hırsız hissederim’ demiş.
Cemaatin yetkili kurulları Janos’u haklı buluyor. Janos kurulun
huzurunda kitaplan Ailen Goldberg adındaki Berlin’de yerleşik
arkadaşına vererek Almanya’ya gönderiyor.”
Lara heyecanla sordu.
“Kime gitmiş kitaplar?”
“Berlin Kütüphanesi Başkanı Waldemar Adelheid’a gönderil­
miş. Bakın burada bütün kayıtlar, teslim etme ve teslim alma
imzalan. İşte şu belgede Adelheid’m kitaplan aldığına dair imza­
sını görüyorsunuz. Belgelerin fotokopisini size veririm.”
Şimdi en çok Lara şaşırmıştı. Bir şeyler söyleyecekti, sustu.
Aklına gelen soruyu çevirerek başka bir şey sordu.
“Bay Adelheid kitaplarla birlikte Janos’tan haber alınca sevin­
miştir. Sonra haberleşmişler mi?”
“Hayır. Nazi döneminde ailesiyle birlikte yaşadığı büyük korku­
lar Janos’ta derin izler bırakmış. Asla eski kimliğiyle anılmak iste­
miyormuş ve adresini kimseye vermiyormuş. Kitabı Adelheid’a
teslim eden Ailen Goldberg, ‘Kitaplar sinagog tarafından gönderil­
di’ diyor. Adelheid, 1933’te kitaplan teslim ettiği asistanı Janos’u
soruyor ama Ailen Goldberg böyle birini tanımadığım söylüyor.”
Öğrenecekleri başka bir şey kalmamıştı. Hepsi teşekkür eder­
ken Lara, hahama sordu.
“İki kitap şu anda Berlin Kütüphanesi’nde olmalı değil mi?”
“Evet, öyle olmalı.”

Kitapların Adelheid’a teslim belgesinin fotokopisini de veren


Haham Yalcup Barokas’a tekrar teşekkür ederek aynldılar.
85

“Hahamın sayesinde kafalarımızdaki karmaşık fantezilerden


kurtulacağız” dedi Peter.
Lara güldü.
“Hiç sanmıyorum, Peter. Nedenini sorarsan, ben de sana şunu
sorarım: Benim işyerimin adını söyler misin?”
“Berlin Devlet Kütüphanesi...”
“Evet aynen öyle... Ve kütüphanede 1491, Oruç Bey elyazması
ve çevirisi yok ki Peter. O kitabı bir hafta önce Teo için aramıştım.
Sinagog Almanya’ya Bay Adelheid’a göndermiş ama kitap kütüp­
haneye girmemiş...”
“Bir dakika durun lütfen. Kafam zonklamaya başladı... Öyle
ya... Hadi bir kafeye, bara filan oturalım” diyen Koksal hepsini
cipe doldurdu.
“Çetin bizi hemen şuraya Pera Palas’a götürüver.”
Peter’in korumaları ise Mercedes’e geçerek arkalarına düştü.
Sinagogdan anacaddeye çıkarken tam dört yol yol ağzında
önlerindeki eski kamyonet sarsılıp aniden durdu.
“Aman Tanrım öldürecek!..”
Çığlık atan Lara elleriyle yüzünü kapamıştı.
Koksal o anda soldaki sokaktan aşırı hızla gelen kamyonu
gördü. Kamyonun çarpmasından kaçamazlardı. Önlerindeki kam­
yonet yollarını tıkadığı için Azrail gibi gelen kamyonun karşısında
çaresizdiler.
O anda saniyeler içinde bir mucize oldu. Dört yol ağzında nöbet
bekleyen polis otosu aynı anda siren çalarak kamyonun geldiği yola
yöneldi. Kamyonun sürücüsü polis otosunu görünce öyle sert fren
yaptı ki, süratle gelen araç savruldu, iki tekerleği kaldırıma çıktı,
duvara çarptı, sürtündü durdu. O sırada şoför Çetin yolu kesen kam­
yonetten bilinin indiğim gördü. Adamın elinde havluya sanlı bir şey
vardı, cipe doğru geliyordu. Çetin tehlikeyi sezmişti.
“Herifin silahı var!..” diye bağırdıktan sonra geri vitese taktı.
Korumaları taşıyan arkasındaki Mercedes’in tamponuna vurarak
kaldırıma çıktı, tam gaz geri geri fırlattı cipi...
Koksal iki eliyle aynı anda Peter ile Lara’mn kafasına bastırdı.
“Yere yatın!..”
Onlar ne olduğunu anlamamışlardı ama hemen cipin zeminine
çöktüler.
Koksal, duvara çarpıp duran kamyonun şoförünün araçtan
atlayıp koşarak kaçtığım gördü. Cip kaldırıma sıçrarken Peter’in
iki koruması otolarından fırlayarak havluya sardığı “silahla”(?)
gelen adama koştu. Bir polis de düdük çalarak üstlerine geliyor­
86

du. Onları gören adam kirli havluya sardığı “şeyi” sımsıkı tutarak
kamyonete döndü. Bozulmuş gibi duran kamyonet birden canlan­
dı ve görüntüsüne göre inanümaz hızla uzaklaştı.
Çetin yavaşlar gibi olunca Koksal bağırdı.
“Durma!.. Kuledibi’ne çık!..”
Çetin ters yoldan Galata Kulesi’nin altındaki parka girdi, bank­
larda oturanlar ne olduğunu anlayamadan hızla geçerek karşıdaki
sokağa daldı. Sokaktaki ilk yokuştan anacaddeye inerken koru­
maların arabası onlan izliyordu. Karaköy’ün yoğun trafiğine girin­
ce zorunlu olarak yavaşladılar. Korumalardan Jack arabasından
inerek cipe atladı, Peter ile Lara’nm yanma oturdu. Şaşkınlıkları
hâlâ devam ediyordu.
“Neler olduğunu polisten öğreniriz” dedi Koksal. Çetin’den
Pera Palas Oteli’ne gitmesini istedi.
Peter, üstlerine gelen kamyonun rastlantı olup olmadığını ve
kamyonetten inen adamın elindeki havluya sarılı “şeyi” yol
boyunca sordu. Silah mıydı?
15 dakika içinde tarihi Pera Palas Oteli’ne geldiler.
Otelin Haliç’e bakan harika manzaralı lokantasına oturdukların­
da derin bir “o f’ çeken Peter, “Bu kadar gerginliğe artık dayanamı­
yorum, viski içeceğim” dedi.
Sinirleri Peter kadar yorulmuş olan Lara ile Koksal da ona katılacak­
lardı. Kubilay soda istedi. Korumalar ayrı bir masada oturuyordu.
İki gün içinde yaşananlara dayanmak zordu. Peter kardeşini,
Lara ile Koksal da kardeş kadar sevdikleri bir dostlarmı kaybet­
mişlerdi. Pırıl pırıl genç adam İstanbul’a geldiğinin üçüncü
gününde delik deşik edilerek öldürülmüştü.
Peter bol buzlu viski bardağını ağrıyan başma tuttu. Bir süre
konuşmadılar. Romanlara, şiirlere, tablolara ilham vermiş Haliç’i
simyacı gibi altına çeviren güneş kızararak alçalıyordu, Eşşiz tari­
hi koya renk değiştirterek “Altın Boynuz” dedirten güneş Eytip’ün
mermer mezar taşlarına altın tozu serperek batıyordu. Sessizce
görkemli manzarayı izlediler.
Güneşin batışıyla altm renginin yerini giderek koyulaşan mavi­
lik alırken ilk konuşan Koksal oldu.
“Esrarengiz kitabın peşine düşen kişileri öldürecek birileri,
belki de bir organizasyon var. Almanya’da olduğunu bildiğimiz,
ama nerede kimde olduğunu bilmediğimiz kitabı mutlaka bulmalı
ve okumalıyız.”
Lara uzandı Peter’in masaya koyduğu zarfı aldı. Zarfta hahamın
verdiği fotokopiler vardı.
87

“Kitap gönderiliyor, Berlin’de teslim almıyor. Teslim alan


kütüphanenin efsane başkanı Bay Valdemar Adelheid ve kitap
ortada yok. Olamaz, olamaz, olamaz...”
Lara konuşurken bir yandan da fotokopilere bakıyordu. Elini
birden masaya vurdu.
“İlginç bir şey var. Janos kitabı Adelheid’m evine göndermiş.
Bakın adrese; Bay Valdemar Adelheid, Mozart Strasse 22, 15 566
Schöneiche bei Berlin. Tarih 5 temmuz 1968. Yani kütüphaneye
göndermemiş.”
Bunları söyledikten sonra çantasını açarak cep telefonunu
çıkardı Lara, “Bizim bölümün başkanı Profesör Friedhof’u araya­
cağım” dedi ve parmağıyla susun işareti yaptıktan sonra numara­
lan tıkladı.
“Alois merhaba... Evet korkunç bir şey oldu, Teo’yu...” Yan
gözle Peter’e baldı. “Maalesef... TV haberlerinde gördün değil mi,
evet... Ben iyiyim, iyiyim... Elbette çok üzüldüm. Ağabeyi Peter şu
anda yanımda... Söylerim sağ ol... Alois lütfen kütüphane perso­
nel kayıtlanna bakar mısın, Bay Valdemar Adelheid hangi yıl
emekli olmuş. Tamam, sen beni arayacaksın. Kendime bakarım
merak etme, çüsss...”
Telefonu kapatıp Peter’in eüni tuttu.
“Alois başsağlığı diliyor. Teo’yla tanışmıştı. Cinayet Almanya’da
TV’lerde birinci haber, gazetelerde manşet olmuş. Alois de çok
üzülmüş.”
Lara’mn telefonu çalmaya başladı. Arayan Alois’ti, Lara “Hım
hım” diyerek dinledikten som a teşekkür ederek kapattı.
“Bay Valdemar Adelheid 1968’in nisan ayında emekli olmuş. 7
temmuz 1968’de ölmüş. Yani kitabı teslim aldıktan iki gün sonra...
İnanılır gibi değil. Demek ki kitabı aldı ama kütüphaneye teslim
etmeye ömrü yetmedi.”
Peter dimdik olmuştu, gözleri açılmıştı.
“O halde?”
“O halde kitap en güçlü olasüıkla Bay Valdemar Adelheid’m
evinde arkadaşlar” dedi Lara.

Berlin’e dönüş

Peter ertesi gün kardeşi Teo’nun cenazesini teslim aldı. Lara’yla


Ürün Özellikleri

Gazeteci-yazar Tevfik Yenerden soluk soluğa okuyacağınız, tarihten günümüze uzanan nefes kesici bir macera romanı.İstanbul-Berlin hattı, hiç bu kadar ürpertici olmamıştı…-Kıyamet ne zaman kopacak?-Rumelihisarında gömülü esrarengiz kubbeye yazılmış kıyamet tarihi.-7 Akbabanın anlattıkları…-Sırları öğrenmek için güzelliğini ve erotizmi kullanan kadın aslında kimdi?-Fatih Sultan Mehmedden Nazilere, oradan da günümüze uzanan kıyamet sırrı…-1491de ne oldu?-Fatihin vakanüvisi Oruç Beyin kitabında gizlenmiş, kıyamet bilgisi…-Berlin Kütüphanesinden İstanbulun karanlık sokaklarına uzanan kovalamaca, esrarengiz cinayetler, ateşli aşklar ve büyük sırrın peşinde bir gazeteci.Yazar hakkında: Tevfik Yener, İstanbulda doğdu. Resim eğitimi gördü, gazeteciliği meslek seçti. 42 yıl genel yayın yönetmenliği yaptı. Rekor tirajlara ulaşan gazeteler yarattı ve yönetti. TV programları yaptı. Ansiklopediler ve referans kitapları yayımladı. Medya yöneticiliğini bıraktıktan sonra New Yorkta yaşamaya başlayan Tevfik Yener, politik ve toplumsal içerikli tablolar yapıyor, kitap yazıyor.

7 Akbaba Kıyametin Habercileri

Öne Çıkan Bilgiler
Bu Ürünle Birlikte Alınanlar Pakete Git

6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu uyarınca hazırlanmış aydınlatma metnimizi okumak ve sitemizde ilgili mevzuata uygun olarak kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak için lütfen tıklayınız.

RUMELiHiSARI’NDA YATAN KIYAMET

Doğan Kitap tarafından yayınlanan ‘7 Akbaba Kıyametin Habercileri’, tarihi bir gerçekten esinlenerek yazıldı. Kitabın yazarı Tevfik Yener, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethine hazırlanırken uğursuzluk sayılır düşüncesiyle ‘7 Akbaba ve kıyamet’ buluntusunun bilinmesini istemediğini, hatta söz edilmesini bile yasakladığını belirtiyor, “7 Akbaba heykeli yüzyıllar boyunca gizli kaldı” diyor.
Yener, Fatih Sultan Mehmet’in ‘vakanüvis’i (Osmanlı Devleti’nde zamanın olaylarını tespit etmek ve yazmakla görevli devlet tarihçisi) Oruç Bey’in 1485’te şunları yazdığını kaydediyor:
“1452 yılında yapımına başlanılan Rumelihisarı’nın, temel kazıları sırasında kubbeli bir bina bulunuyor. Sultan Mehmet ile Akşemsettin, Zağanos Paşa ve devlet tarihçisi Oruç Bey birlikte binaya giriyorlar. Kubbeli binada yedi tane akbaba heykeli görüyorlar. Latince levhalarda, her akbabanın önünde binlerce yıllık geçmiş anlatılıyor ve yedinci akbabada kıyametin kesin tarihi yazıyor. Fatih Sultan Mehmet kimseye bir şey söylemiyor ve esrarengiz kubbeyi tekrar toprağa gömmelerini emrediyor, yedi akbabadan bahsedilmesini yasaklıyor.”

Haberin Devamı

Kutsal emanetlerin adresi
Yener, Oruç Bey’in, yedi akbabayı gördüğünü Fatih öldükten sonra 1485’te yazmaya cesaret edebildiğini, orjinal yazımın Alman tarihçi Franz Babinger ve Stefanos Yerasimos’un kitaplarında da aynen yer aldığını belirtiyor. Kitapta ayrıca, Bizans İmparatoru Büyük Konstantin’in annesi Helena tarafından Kudüs’ten getirilen kutsal emanetlerin (Hz. İsa’nın cübbesi, çarmıh parçaları, Hz. Nuh’un baltası, Hz. Musa’nın asası ve Barnabas İncili) Çemberlitaş’ın altında gizlendiğini, Atatürk’ün bunları araştırdığını ama sonradan bu araştırmayı durdurduğunu dile getiriyor.

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır