abdülhamid kitap özeti / ABDÜLHAMİD II - TDV İslâm Ansiklopedisi

Abdülhamid Kitap Özeti

abdülhamid kitap özeti

kaynağı değiştir]

Ana maddeler: 93 Harbi, Plevne Savunması ve Berlin Kongresi

Ayastefanos Antlaşması ile Berlin Antlaşması arasındaki Balkanlar'da farkları gösteren harita
Ayastefanos antlaşması ile Berlin Antlaşması arasındaki Kafkas-Doğu cephesindeki farkları gösteren harita eğer Ayastefanos uygulansaydı Osmanlı haritadaki kırmızı alanları da Ruslara vermek zorunda kalacaktı.

İngiliz, Fransız, Alman, Rus vs. büyükelçilerinden oluşan bir heyet Meclis-i Mebusan'nın açılması sonrası Mart sonunda Londra Protokolü denilen Tersane Konferansı kararlarının biraz değiştirilmiş hali olan kararları sert bir muhtıra ile Osmanlı İmparatorluğu'na gönderdi.[42] Edhem Paşa hükûmeti ve Meclis-i Mebusan bu protokolü de reddetti. Rusya'nın da Balkanlar'da ıslahat için büyük güçlerin verdiği kararların kabul edilmesi yönündeki muhtıra da 12 Nisan 'de İbrahim Edhem Paşa hükûmeti tarafından reddedildi. Bunun üzerine 24 Nisan 'de Rusya'nın Osmanlıya savaş ilanıyla, 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı patlak verdi.[C] Abdülhamid'in Rus tekliflerinin kabulü ve Armağan ve Bahadıroğlu gibi bazı araştırmacıların iddialarına göre savaşa karşı olmasına rağmen[43] öncesinde Midhat Paşa, sonrasında Damat Mahmud Paşa ve Redif Paşa gibi devlet adamlarının ısrarlarıyla girilen savaşta esasında Osmanlı ordusu Rus ordusuna nazaran Sultan Abdülaziz'in sağladığı ekipman sayesinde çok daha eğitimli ve donanımlıydı. Ama Osmanlı komuta kademesi için aynı şeyi söylemek çok zordu. Daha başında Rusların Balkanlar'da ordularını gönderip, saldırıya geçebileceği tek bir yer bulunmaktaydı, o da Osmanlı himayesi altındaki Romanya topraklarıydı ve Ruslar bu topraklar üstünde Siret (Sava) Nehri üzerinde Barboşi Köprüsü'nün olduğu yerden ordularını geçirmek zorundaydı. Bu köprü kritik bir öneme sahip olmakla beraber, köprünün havaya uçurulması Osmanlılara en az 2 veya 3 ay vakit kazandıracaktı. Avusturya-Macaristan askeri ateşesi bile devleti Rusya ile gizlice anlaşmış olsa da Osmanlı başkumandanı Çırpanlı Abdülkerim Nadir Paşa'yı İstanbul'dan cepheye hareket edeceğinde "Paşa Hazretleri bilhassa size Barboşi köprüsünün mümkün olduğu kadar süratle tahrîbini tavsiye ederim zîrâ pek mühim noktadır" diye uyarmıştı.[44][45] Nitekim Osmanlı kuvvetlerine askeri danışmanlık veren İngiliz danışmanlar da bu durumun farkındaydılar. Köprünün hemen yakınındaki Osmanlı Tuna donanmasının komutanına İngiliz askeri danışmanı Hobart Paşa, Barboşi’nin tahrip edilmesi emrini verdi fakat Tuna'daki 4 gemilik Osmanlı filo komutanı bunun bir aldatmaca veya casusluk oyunu olduğuna dair şüpheleri yüzünden emri uygulamakta gün kadar gecikti ve tam emri uygulayacak iken de bu defa iş işten çoktan geçmişti,[46] zira Ruslar orduları ile Sava Nehri kıyısına gelip filoyu donanmaları ve karadaki topları ile ateşe alıp batırdı ve yok etti. Sonuçta Osmanlılar için büyük bir fırsat daha muharebenin başında kaybedildi.[44][47]

Abdülaziz'in çabaları ile oluşturulan Osmanlı Donanması, Rus Karadeniz donanmasından son derece üstün bir konumdaydı öyle ki Ruslar Kırım Savaşı'nın aksine Dobruca üzerinden sahilden Osmanlı'nın Bulgar kıyısından saldırıya geçemediler zira bu yönde destek verecek savaş gemileri yeterli değildi, savaş boyunca Ruslar Kırım Savaşındaki Sinop Baskını gibi Karadeniz Donanması ile Osmanlı donanmasına doğrudan saldırmak yerine; Osmanlının zayıf savunmasız ticaret gemilerine baskın yapmayı yeğlediler. Osmanlı ise bu gemileri korumak için savaş gemileri ile eskortluk yapmak zorunda kaldı.[48] Ancak Osmanlı donanmasındaki askeri reformun maddi kaynaklar bakımından yeterli personel yetiştirilmesi ve eğitim açısından ise yetersizliği savaş esnasında ortaya çıktı. Rusya’nın denizdeki yolu ithal teknolojiyi yerli üretimle birleştirmek oldu. Transfer edilen teknolojiyi Rusya kendi personelini kullanarak adapte etmişti. Rusya’nın askeri modernleşmesinin Osmanlıdan en bariz farkı organizasyon kabiliyetini yükseltmeye çalışmaları ve insan gücünün mobilizasyonunu sağlamaktı. Bu bariz fark Osmanlı Devleti’nin Karadeniz’de Rusya’ya karşı bariz üstün deniz gücüne rağmen sivil gemilerden bozma Rus donanmasına karşı başarılı bir blokaj uygulayamaması, Mersin Vapuru Olayı'nda olduğu gibi Karadeniz’in Osmanlı kıyılarında bir vapurun çatışmaya girilmeden esir edilebilmesi Osmanlı Devleti’nin teknolojik üstünlüğünü kalifiye personel eksikliği nedeniyle savaş sahasında ortaya koyamadığını göstermiştir. Mersin Vapuru Olayı'nda () bir Rus kruvazörü Osmanlı donanma eskort gemilerinin gerisine ne hikmetse düşen Mersin Vapuru'na 22 Aralık 'de baskın yaptı. 'dan fazla Osmanlı askeri onlarca sivil tek kurşun atamadan Ruslara esir düştü.[48]

Bunun gibi Osmanlı komuta ve sevk idaresindeki başarısızlıklar yanlış uygulamalar yine paşalar arasındaki kavgalar birbirini kovaladı ilaveten her ne kadar kurulmasının kabul edilebilir bir mantığı varsa da [49] II. Abdülhamid'in savaşı koordine etmekle görevli Heyet-i Müşavere'nin, cepheden çok uzak alanda Yıldız Sarayı'nda kurması, bu kadar uzak mesafede İstanbul çıkan bir emrin cepheye ulaşmasının tek telgraf hattı ile günü bulması, II. Abdülhamid'in sürekli olarak ordunun kendine sadakati yönünde müdahaleleri, başarısızlıklar üzerine sürekli yapılan kumandan değişiklikleri, askerin cansiperane mücadelesi karşısında gerekli takviyelerin zamanında yetiştirilememesi, paşalar arasındaki iktidar mücadelesi, Rus çarının en yakınındaki kişiler bile cephedeyken padişah ve erkanının başkentte sarayda durması buradan tüm cepheyi yönetmeye uğraşması ayrıca Osmanlı Dönemindeki kaynaklardan olan Kaplanzade Ahmed Saib Bey'in[50] () "Son Osmanlı Rus Muharebesi", Kolağası Reşid'in " Seferi Avrupa'da",[51] Ahmed Muhtar Paşa'nın "Sergüzeşti Hayatımın Cildi Sanisi", Mehmed Arif'in "Başımıza Gelenler" gibi eserlerinde ve Cumhuriyet Döneminde de Cemal Kutay gibi pek çok tarihçi, araştırmacı için ağır bir eleştiri konusu oldu.[49][52][53][54]

Özetle karada Gazi Osman Paşa ve Ahmet Muhtar Paşa haricinde komuta kademesi son derece eksik ve birbiri ile sürekli mücadele halindeydi. Bu iki paşanın çabaları ve Plevne Savunması, Kızıltepe, Halyaz, Zivin gibi muharebelerdeki başarıları savaşın gidişatını değiştirmedi. Rus orduları Osmanlı ordu komuta kademesinin kuvvetleri sevk ve idaresindeki hatalarından, Gazi Osman Paşa ve Ahmet Muhtar Paşa'nın uyarılarının önerilerinin zamanında Padişah ve Genelkurmay tarafından dikkate alınmamasından, Şıpka Geçidi gibi kritik bir geçidin yanlış eksik müdahaleler ile tutulamamasından yararlanarak Balkan ve Kafkas cephelerinde Osmanlı kuvvetlerini bir sıra mağlubiyete uğratarak doğuda Erzurum'u, batıda ise Bulgaristan'ın tamamı ile Trakya'nın İstanbul surlarına kadarki kısmını işgal ettiler. 31 Ocak 'de Yeşilköy'e neredeyse dayanan Ruslar ile Osmanlı Devleti önce Edirne Ateşkes Antlaşması'nı imzalamak zorunda kaldı.

Meclis-i Mebusan'da Osmanlı–Rus Harbi’nde gelinen bu son gelişmeler üzerine eleştirileriyle ön plana çıkan bazı mebuslar, bir pazar günü meclisin açık olmadığı zamanda toplanarak iki önemli karar aldılar. Pazartesi günü meclise gelerek verecekleri önergede aralarında nazırların da bulunduğu beş kişiyi “istenmeyen adam” ilan edeceklerini açıklayacaklardı. Bunlar, Sadrazam Ethem Paşa, Tophane Müşiri Damat Mahmut Paşa, Dâhiliye Nazırı Said Paşa, Bahriye Nazırı ve Mabeyn Müşiri Said Paşa ve Serasker Redif Paşa'ydı. Bu kararlar daha meclise gelmeden Sultan II. Abdülhamid tarafından haber alınınca, kabineyi hemen değiştirdi. Sadrazamlığın adını II. Abdülhamid Başvekalet olarak değiştirdiğini belirtip, Ahmed Hamdi Paşa yerine Ahmed Vefik Paşa'yı sadrazam olarak atadı. Milletvekilleri Meclis-i Mebusan'da bu yapılanın anayasaya aykırı olduğunu belirtti. Hükûmetin savaş politikalarına mebuslarca yöneltilen ağır tenkitler padişaha da yöneldi. Osmanlı devleti bu tür iç problemleriyle uğraşırken, Rus baskısı da olabildiğince sürüyordu. Ruslarla yapılacak bir anlaşmaya İngilizlerin desteği alınmak isteniyordu. İngilizler’in Kıbrıs Adası'nı istemeleri üzerine yapılan Meşveret Meclisi’ndeki iki mebustan biri olan Astarcılar Kethüdası Ahmed Efendi, toplantıda ayağa kalkarak Padişah'ın yüzüne karşı alışık olunmayan bir üslupla: "Siz bizim fikrimizi pek geç soruyorsunuz, felaketin önünü almak mümkün olduğu zaman bize suret-i ciddiyede müracaat etmeliydiniz." dedi. Aynı mebus konuşmasının devamında "Meclis-i Mebusan kendi malumatı haricinde olarak husule sebebiyet verilen bir halden dolayı mesuliyeti asla kabul edemez." diyerek meclisin savaşın ağır yenilgisini üzerine almayacağını açıkça ifade etmişti. Bir yönde eleştirilerde doğruluk payı vardı. Zira 13 Ocak 'de daha savaş sürerken padişah, Meclis-i Mebusan yerine Meşveret Meclisi (Meclis-i Vükelâ)'yı toplamış Bosna, Kıbrıs gibi konularda Meclis-i Mebusan'ı atlayarak bu meclis ile Bab-ı Ali arasında bir sistem kurup işleri yürütmekteydi. Savaş boyunca da meclisi atlayıp Harp Meclisi veya danışma meclisleri ile işi yürütmekteydi. Bosna ve Kıbrıs gibi pek çok hayati karar da, meclisin önüne gelmemekteydi. Temsilde ve protokolde bile meclis, Meclis-i Vukelanın gerisindeydi.[55] Ancak bu şekilde Astarcılar Kethüdası Ahmed Efendi'nin padişahın yüzüne karşı yaptığı sert konuşma o günün diplomasisinde olmayan bir üsluptu.[55] II. Abdülhamid vekilin cezalandırılmasını talep etti. Özellikle bu üslubun meclisi kapatma konusunda çekinen padişahın çekincesini giderdiği iddia edilmektedir.[55] Bu konuşma sonrasında "Ben artık Sultan Mahmud’un izinden gitmeye mecbur olacağım."[37][56] diyerek Yeniçeri Ocağı'nı kapatan dedesi II. Mahmud'a atıf yaparak meclisi kapatma yönünde imada bulunduğu belirtilmektedir.[37]

Meclisi II. Abdülhamid'in kapatmasında ikinci olayda bir iddiaya göre 93 Harbi'nin tartışmalı bir kişiliği olan aynı zamanda Abdülaziz'e yapılan darbede rol oynaması sebebiyle Abdülhamid tarafından pek güvenilmeyen ancak harpte zaruri olarak görevlendirilen Süleyman Hüsnü Paşa'nın kendisidir.[57] Abdülhamid tarafından başta başkentte uzak geri planda tutulmaya çalışılan ancak diğer komutanların başarısızlıkları üzerine 8 Kasım 'de Rumeli Orduları Komutanlığına atanan Süleyman Hüsnü Paşa, başarılarına karşın Plevne'de Osman Paşa'nın bulunduğu çemberi aşmasını sağlayamadı ve kaybedilen Şıpka geçidini geri alamadı. Bu yönde kendisinin de iştirak ettiği Maçka Muharebesi başarısız oldu. Ordunun sıkışık durumu ve yaklaşan kışın zorlukları yüzünden İngiltere’nin aracılığıyla Osman Paşa’nın ordusuyla geri çekilmesi, statükonun korunması şartıyla Şubat ayına kadar uzanan bir mütareke akdine girişilmesi ve bunun Rumeli Ordusunun derlenip toparlanmasına, düşmanın Tuna’nın öte yakasına atılmasına vesile olabileceği gibi fikirler ileri sürmesi üzerine kısa zaman içinde azledildi ve yerine Şâkir Paşa getirildi. Ancak kendisi birlik kumandanı olarak hala görevdeydi ve Aralık 'den beri Plevne'nin düşmesi akabinde Ruslara karşı Bulgaristan'ın kaybedilmek üzere olmasından Edirne'de savunma hattı kurulması gerektiği yönünde direnişteydi. Yıldız Sarayı'ndaki Heyeti Müşavere kuvvet komutanlarının durumu anlamamasından yakınmaktaydı. Kendisi durumu anlatmak için haber vermeden cepheden ayrılıp gizlice II. Abdülhamid'in yanına gelip durumu anlatmaya çalıştı, gizlice ayrılıp gelmesi tepki çekti ve Abdülhamid onu kendisine darbe girişiminde bulunulacağı söylentileri altında dinlemedi..[57] İstanbul’dan ayrılıp Edirne’ye vardığında (21 Aralık ) şehrin savunma tertibatı içinde olmadığını gördü ve Rus ileri harekâtı karşısında kuvvetlerin Edirne hattında savunmaya geçmesi gerektiği fikrinde daha da ısrarcı oldu. Bu tutumu zaten arasının kötü olduğu Rauf Paşa’ya, saltanat değişikliğine karışmış olması sebebiyle orduyla İstanbul’a yakın bir yerde bulunmasını padişahın vehmini tahrik edecek şekilde istismar etmesine imkân vermekteydi. 4 Ocak ’de bizzat padişahı da yanına alan Rauf Paşa ile yapılan telgraf görüşmesinde Edirne’de savunma hattı oluşturulması fikrinden dönmedi ve bunun üzerine kumanda mevkiinden alınarak yerine Rauf Paşa tayin edildi.[58] Sonrası Şıpka geçidi düşünce Ruslar Trakya'ya dayandı, ortada Bulgaristan sonrası bir savunma hattı olmadığından 20 Ocak 'de Edirne kolayca Ruslar tarafından ele geçirildi.[54] Süleyman Paşa kendisi de araya giren güçlü Rus birlikleri karşısında çaresizce birlikleriyle Gümülcine'ye çekilmek zorunda kaldı.[58] Rusların İstanbul'a kadar ilerlemesini durduracak bir engel neredeyse kalmadı. Bununla birlikte kendisi Gelibolu’da Bolayır mevki kumandanlığına tayin edildi. 30 Ocak’ta gittiği Gelibolu’da askerlerin İstanbul’a sevkiyle ilgili aldığı emirleri yerine getirmeye çalıştı. Ancak Edirne'de Rusların İstanbul'a dayanması neticesi 31 Ocak'ta imzalanan ateşkes antlaşmasına karşın Ruslar’ın Enez’e çıkartma yapma ihtimalleri bulunduğunu belirtip karşı savaş gemisi gönderilmesi talebinde bulundu ve şikâyetlerini yüksek hükûmet makamlarına yazılı olarak ileterek iki gün içinde olumlu cevap verilmemesi halinde istifa etmiş sayılması talebinde bulundu. Ortalığı ayağa kaldıracak telgrafını 7 Şubat tarihinde Mabeyn’e (Padişaha), Sadarete, Seraskerliğe ve Bahriye Nezâreti’ne gönderdi ve Meclis-i Mebusan'da milletvekilleri ile irtibat kurdu, zaten savaşın başından beri anlaşamadığı Serasker Rauf Paşa ve Bahriye Nâzırı Said Paşa aleyhine suçlamalarda bulundu.[58] Telgraf metni Selanik Mebusu ve aynı zamanda Selanik’te yayımlanan Zaman gazetesinin sahibi Mustafa Bey’in eline geçti. Mustafa Bey, 13 Şubat günü Meclis-i Mebusan’da ayağa kalkıp ağlayarak Süleyman Paşa’nın taleplerini kürsüden duyurdu. Bu durumda meclisin, hükûmetin, sarayın iyice karışmasına neden oldu.Süleyman Paşa, kendisi meclisin kapatıldığı gün tutuklandı. Daha sonra yargılandı ve Bağdat'a sürgün edildi.[57]

Neticede II. Abdülhamid, meclisi 14 Şubat 'de meclis toplantı halindeyken tatil etti.[J] Bahane olarak kararların hızlı alınması gibi nedenler gösterildi. Ama esasında kapatma nedenleri arasında kendisinin 93 Harbi'nin neticesinden şahsen sorumlu tutulma korkusu da bulunmaktadır.[37] 'lere kadar da meclis tekrar toplanacak gibi bir görüntü çizildiğinden başlangıçta bir mebus tepkisi olmadı. Ancak takip eden 30 yıl boyunca meclisi bir daha toplantıya çağırmadı ve bu süre zarfında meşrutiyet anayasası olan Kânûn-ı Esâsî kaldırılmayıp askıda kaldı. Ancak Abdülhamid kâğıt üzerinde de olsa anayasayı muhafaza ederek aldığı kararları yine bu anayasaya göre yürürlüğe koydu.[59] Tarihçi Sina Akşin'in belirttiği ve tarihçi Ahmet Oğuz'un zikrettiği üzere yılı ve sonrasında tutuklama, gözaltılar Abdülhamid tarafından Yıldız Mahkemesinin 'de kurulup Midhat Paşa'nın Taif'e sürgüne gönderilmesi, muhalif kitleye verilen gözdağı ile esas olarak Abdülhamid'in istibdat dönemi denen dönemi başlamış oldu.[55][60]

Armağan ve Müftüoğlu bir kısım araştırmacı her ne kadar Abdülhamid'in meclisi kapatmasının devleti parçalanmaktan kurtardığını demir yumruğu ile devletin çöküşünü yıllarca geciktirdiğini, devletin güvenliğini düşündüğünü iddia etse de[61][62] Ahmed Oğuz[55] gibi bir kısım tarihçiler bunun tam aksi düşüncededir.

ilk açılan Osmanlı Meclis-i Mebusan’ın hızlı ve sert bir şekilde son bulması ve uzun bir süre böyle bir parlamenter meclisin oluşturulamaması, buna karşı gelişen muhalefetin devlet yönetme kabiliyetine sahip olamaması, Osmanlı devletinin belki de sonunu hazırlayan en büyük etkenlerden birini meydana getirmiştir. İttihat ve Terakki hedef olarak kendisine sadece II. Abdülhamid’i tahttan uzaklaştırmayı seçmiş, iktidara gelince ne yapacağını düşünmemiştir. Devletin, İttihat ve Terakki gibi çağı kavrayamayan Sultan'ı devirmekten başka hedef gütmeyen bir gurubun eline geçmesi adeta sonraki felaketlerin başlangıcı olmuştur. Eğer meclis, İslam’ın meşveret anlayışı olarak görülse ve o şekilde çalışabilseydi ne imparatorlukta en sona kalan Müslüman-Türk uyanışı gecikir ne de Abdülhamid sonrası iktidar sarhoşu bir yönetim iş başına geçerdi. Eğer meclis padişahın danışma meclisi hüviyetiyle bile iş görebilmiş olsaydı, yılların olgunluğu içinde devlet için en doğruyu bulabilecek kapasiteye ulaşabilirdi. Bir diğer dikkate alınması gereken ve çok önemli olan başka bir unsur da demokrasinin ancak zaman içinde olgunlaşarak güçlene bileceğidir. Oğlun, yapıcı ve güçlü bir muhalefetin gelişmesi de ancak böyle sağlanacaktır. Eğer istenildiği zaman kapatılabilen bir meclis değil de kurumsallaşan bir meclis tarih içinde gerçekleşebilseydi, Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle boşalan yönetim boşluğu İttihat ve Terakki ile doldurulmayacak, padişaha ve saraya da olumlu yön verebilen deneyimli ve kurumsal kimliğe sahip bir meclisin yol göstericiliğinde devlet yönetilecekti[55]

—Ahmet Oğuz

93 Harbi'ne geri dönersek Edirne'de imzalanan ateşkes antlaşması akabinde 93 Harbi, 3 Mart 'de İstanbul surları dışındaki Ayastefanos (Yeşilköy)'ta karargâh kuran Rus kuvvetlerinin dikte ettiği Ayastefanos Antlaşması ile sona erdi.[10][63] Antlaşmaya göre Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı, sınırları Tuna'dan Ege'ye, Trakya'dan Arnavutluk'a uzanacak bağımsız bir Bulgaristan Prensliği kurulacak, Bosna-Hersek'e iç işlerinde bağımsızlık verilecek, Sırbistan, Karadağ ve Romanya tam bağımsızlık kazanacak ve sınırları genişletilecek, Ardahan, Kars, Ardahan, Batum, Artvin, Eleşkirt ve Doğubayazıt Rusya'ya verilecek; Teselya, Yunanistan'a bırakılacak, Girit ve Ermenistan'da ıslahat yapılacak, Osmanlı İmparatorluğu Rusya'ya ruble savaş tazminatı ödeyecekti.[63]

Berlin Antlaşması sonucu Osmanlı sınırları

Oldukça ağır şartlar içeren bu antlaşmaya Rusya'nın aşırı derecede güçlenmesinden kaygı duyan İngiltere ve diğer Avrupa devletleri karşı çıktılar.[10] İngiltere 14 Şubat 'de Marmara Denizi'ne donanmasından bir kısım gemileri soktu[64] ama bunun yanında İngiltere, Osmanlı Devleti'ne Kıbrıs'ı kendisine kiralaması karşılığında daha iyi şartlarla anlaşmaya Rusları ikna edeceğini bildirdi. Bir yandan da Osmanlı'yı Kıbrıs konusunda zorladı. 13 Temmuz 'de Ayastefanos Antlaşması'nın yerine geçen Berlin Antlaşması İngiltere'nin Osmanlı'dan aldığı Kıbrıs adası tavizi ve baskısı neticesi imzalandı.[10] Yeni antlaşmayla Rusya'nın toprak kazanımları görünüşte kısmen geri alındı, Makedonya, Doğu Bayazıd, Eleşkirt Ovası Osmanlı'da kalırken, Romanya ve Sırbistan, Karadağ'a tam bağımsızlık verildi. Bulgaristan'da Almanya ve Avusturya-Macaristan himayesinde bununla birlikte Büyük Bulgaristan Prensliği yerine daha dar topraklarda başkenti Tırnova ('da Sofya oldu) olan Prensini Osmanlı padişahının seçemeyeceği, kendi savunma kuvvetleri ve milli marşı da olacak özerk Bulgaristan Prensliği oluşturuldu; bunun yanında yine Osmanlı'ya bağlı Bulgar valilerini Osmanlı padişahının seçip atayacağı, Osmanlı Ordusunun denetiminde başkenti Filibe olan özerk Doğu Rumeli vilayeti kuruldu.

Bunun yanında bu savaş Osmanlı tebaası müslüman halk için insanlık dramı yaşanmasına neden olmuştur. yılları arasında özellikle batıda Rus güçlerinin ve onlarla birlik hareket eden Bulgar çetelerinin bunun yanında savaş sırasında ve hemen akabinde doğuda Ruslar ve birlikte hareket eden Ermeni,Kazak milis alaylarının süre gelen katliamları, çatışmaları, yağma vs. hareketleri neticesinde çok sayıda Türk ve müslüman ahali göç etmek zorunda kalmıştır.[65][66] Öte yandan savaş sırasında ve hemen akabinde bağımsız hale gelen Sırbistan'da, Karadağ'da pek çok Arnavut, Pomak, Türk ve diğer Müslümanlar göçe zorlanmıştır, muhacir olarak kötü koşullarda Kosova, Anadolu, İstanbul'a göç etmek zorunda kalmıştır.[67][68][69]

Çırağan Sarayı Baskını ()[değiştir kaynağı değiştir]

II. Abdülhamid tahta geçmeden hemen önceki Osmanlı toprakları. Bu haritada gözüken Mısır, Sudan, Habeş vilayetleri (Eritre, Cibuti, Kuzey Somali toprakları), Tunus, Sırbistan, Karadağ, Dobruca ile birlikte Romanya, Bulgaristan, Girit, Kars, Batum, Ardahan, Bosna-Hersek ve Kotur şehri onun döneminde kaybedildi.
Eylül'ü Eyüp Camii'nde kılıç kuşanma töreninde II. Abdülhamid, saltanat kayığı ile Haliç'i geçip Eyüp Camii'ne ulaşmasını gösteren çizim
Meclis-i Mebusan'ın açılışı,

Amcası Abdülaziz'in 'da tahttan indirilmesi ve şüpheli şartlarda ölümü, ağabeyi V. Murad'ın tahta geçirildikten üç ay sonra ruhi çöküntü geçirdiği iddiasıyla[25] tahttan indirilerek Çırağan Sarayı'na hapsedilmesi olaylarına şahit oldu.[M] 31 Ağustos 'da İkinci Abdülhamid ismi ile padişah ilân edildi ve 7 Eylül günü Eyüp'te kılıç kuşandı.[26]

Abdülhamid tahta çıktığında Osmanlı İmparatorluğu büyük bir buhrandaydı. 'de Âli Paşa'nın ölümünden sonra saray ile Bâb-ı Âli arasındaki çekişme alevlenmiş, 'te devlet, borçlarını ödeyemez hâle düşerek Ramazan Kararnamesi ile moratoryum ilan etmiş, Rusya'nın başını çektiği panslavizm akımının etkisiyle, Osmanlı'ya bağlı özerk gözüken ama fiilen bağımsız şekilde hareket eden Sırbistan ve Karadağ'ın da kışkırtma ve yardımlarıyla Balkanlar'da millî isyanlar baş göstermişti.[27] Yurt içinde Genç Osmanlılar denilen kesimde meşrutiyet yanlısı görüşler güçleniyor, hatta padişahlığın tasfiyesiyle cumhuriyet ilânı fikri tartışmaya açılıyordu.[28] Ağabeyinin yerine tahta geçirildikten sonra ilk başta V. Murad döneminin Sadrazamı Mütercim Mehmed Rüşdi Paşa'yı Aralık 'ya kadar sadrazamlıkta tutsa da daha sonra 20 Aralık 'da istifası üzerine, kendisinden hoşlanmasa da bazı kesimlerde devletin içinde bulunduğu bunalımın onun tarafından aşılabileceği iddia edildiğinden[I] bir de verdiği taahhüt uyarınca[M] her iki saltanat değişiminin mimarı olan Midhat Paşa'yı sadrazam yapmak zorunda kaldı.[29]

Yine II. Abdülhamid, tahta geçtikten sonra Midhat Paşa'ya verdiği taahhüt uyarınca; onun hazırladığı Kanun-i Esasi taslağı (Kanun-i Cedid)[30] üzerinde bazı değişiklikler yaparak büyük devletlerin Osmanlı Balkan topraklarındaki durumu görüşmek üzere İstanbul'da bir araya geldikleri Tersane Konferansı'nın zorlayıcı şartlarının etkisi ile aynı gün 23 Aralık 'da ilk Osmanlı anayasası olan Kanun-ı Esasî'yi ilan etti.[31]Meclis-i Mebûsan ve Âyan Meclisi üyelerinden oluşan ilk meclis Meclis-i Umumi, 19 Mart 'de açıldı. Böylece I. Meşrutiyet dönemi başladı. Padişah ile meclisin ülkeyi birlikte yönetmesi ilkesine dayanan anayasal monarşi sistemine geçilmesi ile birlikte, yargı bağımsızlığı ve temel hakların anayasada teminat altına alınmasına rağmen, esas hâkimiyet padişahındı.[32] Abdülhamid, Kanun-ı Esasî'nin maddesiyle kendisine tanınan "idari sürgün yetkisi"ni kullanarak daha meclis toplanmadan ve 93 Harbi başlamadan önce Midhat Paşa'yı sadrazamlıktan alıp sürgüne yolladı.

Balkanlar'da huzursuzluk ve Tersane Konferansı[değiştir

Belgelerle 2. Abdülhamid Dönemi Kitap Özeti

II. Abdulhamit, Sultan Abdülaziz’in, sebebi hala çözülmemiş olan esrarengiz ölümünden ve V. Murat’ın iki ay kadar süren kısa saltanatından sonra, Osmanlı tahtına oturdu. Osmanlı Devleti’ni en çileli döneminde otuz üç yıl gibi uzun bir süre idare eden Sultan II. Abdülhamid, çok değişik şekillerde ele alınıp incelen tarihi bir şahsiyet olarak, tarihteki yerini almış bulunmaktadır.
…Belgelerle II. Abdülhamid Dönemi’nde Osmanlı İmparatorluğu’nun geçirmekte olduğu bu özel zaman diliminin yansıtılması amaçlanmakta ve bu döneme ilişkin farklı alanlardaki gerçekler, belgelerle gün yüzüne çıkarılmaktadır.

ÖNSÖZ
İleride okuyacağınız satırlar aslında bir kitap olarak hazırlanmadı. Bunlar, çeşitli dergilerde yayınlamış olduğumuz değişik makalelerden ve ilmi konferanslara sunduğumuz tebliğlerden ibarettir.
Bir kaç sene İçinde yazmış olduğumuz makaleleri bir sınıflamaya tabi tutunca, Sultan II. Abdülhamid’le ilgili olanların, bir yekun teşkil ettiğini gördük.
Yakın arkadaşlarımızın devamlı ısrarı üzerine, dağınık olarak basılmış olan bu makaleleri bir araya topladık; ve bir kitap halinde neşrine karar verdik.
Şurası acı bir gerçektir ki, ilmi üniversiteyi kastediyoruz dergilerde yazılanların çoğu, geniş okuyucu kitlesine ulaşamıyor, kütüphanelerin camlı dolaplarının içinde hapsolunup kalıyor. Oysa ki, çok değerli olan bu bilgileri, kamu efkarına takdim etmek lazımdır.
İşte biz, makalelerimizi bu şekilde neşretmeye karar verince, bu gayeyi güttük. Bu makalelerimizi değişik ortam ve zamanlarda yazdığımızdan dolayı bazı tekrarların olması tabiidir. Buna rağmen, makalelerin orijinalitesini bozmamak için bu tekrarlan çıkartmadık; ve bunlara katlanmayı okuyucumuzdan da rica ediyoruz. Kitabın tertibinde de, konular değişik olduğundan herhangi bir mevzu veya kronolji sırası gözetmedik. Onları sadece neşir tarihlerine göre sıraya koyduk. Böylece okuyucu, Sultan II. Abdülhamid’le ilgili herhangi bir konuyu okumak isteyince, kitabın tamamını okumak mecburiyetinde kalmayacak, dilediği konuyu müstakil olarak okuyabilcektir.
Otuz üç sene Osmanlı Devletinin en çileli döneminde devleti idare eden Sultan II. Abdülhamid, çok değişik şekillerde ele alınıp incelenen tarihi bir şahsiyettir.
Biz bu konuda, şu yöntemi uyguladık; duygusal olarak ona “Ulu Hakan” demediğimiz gibi, ona iftira ederek de, ermeni ve yahudiler gibi ona “Kızıl Sultan” da demedik. Biz sadece onun yaptıklarını zikretmekle yetinerek, hükmü okuyucuya bıraktık.
İnsaflı olalım biraz: yüzyılın imkanlarıyla, herkesin kendi çevresi dahil ona düşman olduğu bir dönemde, dünyanın öbür ucunda olan Çin’de, Pekin’de; kapısında Osmanlı bayrağı dalgalanan “Pekin Hamidiyye Üniversitesini açabilen Abdülhamid’e niçin ”Kızıl Sultan” diyelim?
İstanbul’dan, Pekin’e; Hindistan’dan, Türkistan’a; Suriye’den, Cezayir’e, Afrika içerilerine kadar, bugüne dek eserleri ayakta durup “Hamidiyye” mührünü taşıyan Sultan Abdülhamid’e, bir iki ermeni veya yahuduyi sevindirmek için neden “Kızıl Sultan” diyelim? İlerideki tamamen belgelere dayanan sahifeler okununca, onun gerçekten Kızıl Sultan olmadığı görülecektir.
Şu ayetle sözümüzü bağlayalım .”Rabbimiz, unuttuklarımızdan ya da yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine güç yetinmeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet. Bizi bağışla. Bizi esirge. Sen bizim Mevlamızsın. Kafirler topluluğuna karşı da bize yardım et” (Bakara suresi, ).

İhsan Süreyya Sırma

SULTAN II. ABDÜLHAMİD’İN DIŞ SİYASETİNDE TARİKATLERİN ROLÜ

Sultan Abdülaziz’in, sebebi hâlâ çözülememiş olan esrarengiz ölümünden ve V. Murat’ın iki ay kadar süren kısa saltanatından sonra, II. Abdülhamid Osmanlı tahtına oturdu.
Abdülhamid, sadece kendinden önceki dönemlerden intikal eden ekonomik güçlüklerle değil; aynı zamanda, Doksan Üç Harbinin ortaya çıkardığı dış baskıyla da karşı karşıya geldi.
Midhat Paşa’nın empoze ettiği Anayasayı, aynı Anayasanın maddesine1 dayanarak ilga edip sıkıyönetim ilan eden Abdülhamid; siyasi iktidarı eline geçirip, kendisini pasif bir halife halinde, sadece dini meselelerle meşgul bir hale getirmek ve Devletin hakimi olmak isteyen Midhat Paşa’yı2 başbakanlıktan alıp, onu yurt dışına sürdü.
İçeride bu hadiseler olurken, dışarıda, bir yandan Fransa Kuzey Afrika’yı istila ediyor, öbür yandan da Rusya ve Balkanlar, Osmanlı Devletini yıkmak için işbirliği yapıyorlardı.
Osmanlı Devletini paylaşmak için Batı’da projeler yapılıyor ve bu projeler iktizasınca Filistin’de bir yahudi devleti, Doğu Anadolu’da bir ermeni devleti kurulmak isteniyordu.
İşte bu fikirlerin tahakkuku için, özellikle Tanzimat Fermanının azınlıklara getirdiği haklardan istifade eden hristiyan Batı dünyası, Osmanlı Devletini sıkıştırıyor, tıpkı bugün olduğu gibi anarşik hadiseler çıkartıyor, ortaya “Hasta Adam” ve “Şark Meselesi”4 gibi görüşler atıyordu. İstanbul’da ve Devletin diğer köşelerinde yapılan bu gizli faaliyetlerin hangi yollarla propagandasının yapıldığı hakkında, Fransa’nın o zamanlar İstanbul’da bulunan Sefiri, Fransız hariciyesine şu bilgileri veriyor: “…Majestelerinin5 fotoğraflarını taşıyan gravürler, Hüseyin Avni Paşa, Midhat Paşa ve Mehmet Rüşti Paşa’nınkilerle beraber, ekseriyeti ermeni olan hamallar tarafından ikiüç kuruşa satılmaktadır. Ermeni hamallar, bu gravür ve portreleri Bible Houses ve Mason localarıyla ilişkileri olan şahıslar vasıtasıyla elde etmektedirler”
Panislamist siyaseti
İşte Sultan Abdülhamid, hıristiyan Batı dünyasının, Haçlı seferlerinin devamı olarak sürdürdükleri bu faaliyetlerine karşı koymak için, kendi panislamist siyasetini ortaya koydu. Tonynbee’nin dahi endişe duyduğu ve panislamist siyasetiyle, Sultan Abdülhamid, Batı dünyasına karşı bütün Müslümanları bir bayrak altında toplamayı düşünüyordu.
Abdülhamid, bu siyasetiyle Batıya karşı çıkıp, ermeniler vasıtasıyle çıkartılan isyanları sert bir biçimde bastırınca, ermeniler ona “Kızıl Sultan” (Le Sultan Rouge) demeye başladılar. İşte bugün dahi Kızıl Sultan derken, kimleri sevindirdiğimizin farkında değiliz.
Sultan Abdülhamid, hıristiyan Batı dünyasına karşı uyguladığı bu siyasi faaliyette, dünya Müslümanların! istanbul’a bağlamak için, kendi Hilafet sıfatından istifade ediyordu. Onun için özellikle gayri müslimlerin idaresi altında bulunan Müslümanlarla ilişki kurmuş ve onları manen de olsa, İstanbul’a bağlamayı başarmıştır, “Onun bütün kabilelerde, hatta en asi olan bedeviler arasında bile temsilcileri vardı”. Çoğu tarikat şeyhi olan bu gizli temsilciler, Türkistan’a, Hindistan’a Afrika’ya, Japonya’ya, hatta Çin’e kadar gönderilmiştir. Abdülhamid, bu şeyhler vasıtasıyle Osmanlı hilafetine beynelmilel bîr hüviyet kazandırmış, siyasi otoritesini Osmanlı Devletinin sınırları dışında da tesis için oralarda da cuma hutbeleri okutturmuştur.
Sultan Abdülhamid’in bu faaliyetlerini açık bir şekilde yürüten tarikat şeyhleri, Ebu’1Huda, Şeyh Rahmetullah, Seyyid Huseyn el Cisr ve Muhammed Zani idi. Fakat Panislamizm hareketinin esas yürütücüleri, faaliyetlerini gizli olarak yapan tarikat şeyhleriydi.
Kuzey Afrika’da Şazeliye
Kuzey Afrika’da özellikle Sultan Abdülhamid’in müntesibi olduğu Şazeliye ve bunun bir kolu olan Medeniye tarikatları faaliyet gösteriyorlardı. Konuyla ilgili bir arşiv vesikasından şunları okuyoruz: “…Medeniler ki, dini ve siyasi reisleri İstanbul’da ikamet eden ve Sultan Abdülhamid’in şeyhi olan Şeyh Zanidir, sayıları çok olup, bazan Libya’da çok aktiftirler”. Aynı vesikanın devamında şunlar yazılıdır: “… İslâm’ın ön gördüğü hedeflere varmak, yani emperyalist bütün yabancıları yok etmeye ulaşmak için, bütün tarikatlar, aynı propaganda usullerine baş vurmaktadırlar.”
Fransa Konsey Başkanının sorması üzerine, onların Cidde Konsolosunun Paris’e gizli olarak yazdığı 20 Nisan tarihli cevabî yazıda Şazeli Şeyhinin Osmanlı Devlet idaresindeki etkinliği ve panislamizme olan katkıları şöyle anlatılmaktadır;
“İmparatorluğun içlerinde olduğu gibi dış işlerinde de çok büyük bir itibara sahib olan bu büyük Müslüman zatın nüfuz ve hareketi büyük bir ehemmiyeti haizdir. O’nda Din’e ve Taht’a olan desteğin en sağlam misali görülür. İslâm itikadının müdafaası ve Hilafet’in İhyası için her gün biraz daha yayılan hamiyet ve gayreti, onun başına mübalağalı bir hürmet halesi geçirdi. Mevsukan bildirildiğine göre, onun eseri şayanı dikkat derecede büyüktür. Büyük Şeyhi olduğu tarikatı, yeniden teşkilatlandırarak, birkaç sene içinde bu tarikatı kuvvetli ve korkulacak bir müessse haline çevirmiştir. Böylece bu tarikat, hem dini ve aynı zamanda askeri bir hüviyet kazanmıştır. Bu tarikatın kuvvetli olmasına sebep bir çok amil vardır. Her şeyden evvel, çok güzel bir şekilde teşkilatlandırılmış olan silsile i meratibi ve bütün müridlerinin kesin olarak teslim olduğu, tesir kabul etmeyen disiplinli; ve müridlerinin sayılarının fevkalade kabarık oluşundandır. Usta bir şekilde Türk politikasının gereklerine göre düzenlenmiş veya ona uydurulmuş olan itikatları Müslümanların heyecana gelmiş rüyalarına ve hararetli hayallerine ümid vermişe benziyor. Yalnız dini menfaatler için çalıştıklarını gösteren tarikat müridleri, aynı zamanda kendilerini Panislamizm propagandasına adamışlardır.
Batı’ya karşı en çok korkulacak faaliyetler
Osmanlı siyasetinin Batı’ya karşı en çok korkulacak faaliyetlerinin tarikatlar olduğunu söyleyen Fransız Konsolosu, yazısını şöyle devam ettiriyor:
“Şunu iddia edebileceğimi zannediyorum ki, bu iki tarikat imtiyazlı olup, gayretleri ve siyasi faaliyetleri ile, iman eserinden başka hiç bir şeyleri görülmeyen bütün diğer İslâmî cemaatleri geride bırakmaktadırlar. Hülasa olarak kuvvetli teşkilatlan, müntesiblerinin çokluğu, sahib oldukları zenginlik ve yukarıdan gelen özel himaye sebebiyle, bu iki tarikat, bugün için, Türk siyasetinin en faal ve en korkulacak aletleridir.
Batı’ya karşı bu şekilde mücadele veren tarikat hareketini tesirsiz hale getirmek için de, Fransız Konsolosu Paris’e şu tavsiyelerde bulunuyor:
“Mümkün mertebe, sağlık ve ekonomik sebepleri bahane ederek Müslüman tebaamızın Hicaz’a yapacakları Hacc’ı zorlaştırıp azaltmak.
Birbirlerine rakip olan tarikatlara bir takım imtiyazlar tevcih ederek, bu rekabetin artmasına yardım etmek… Burada bizi ilgilendiren husus, bu rekabeti, kendi menfaatimiz yönünde işletmektir.
Büyük Şerifin (Mekke Şerifinin) bizim için desteğini ve teveccühünü kazanmak

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır