ali bektan kitapları pdf / Dünyanın Gizli Silahları - En Ucuz Kitap, eKitap (PDF, ePub, Mobi) Satın Al, İndir

Ali Bektan Kitapları Pdf

ali bektan kitapları pdf

Author: diablolc

Kategori: Siyaset Yazar: Ali Bektan Yayınevi: Bilge Karınca Yayınları

Dünyanın Gizli Silahları

Tanıtım Bülteni

Yakın gelecekte çıkaracakları "Armageddon Savaşı"yla kuracakları "tek dünya devleti" hedeflerine adım adım yaklaşan, Kabalacı Siyonisler'in ve Evanjelistler'in Kara Büyü dahil her türlü karanlık güçle işbirliği yapan llluminati'ciler'in şeytani yüzünü gözler önüne seren ve çok konuşulan "llluminati'nin Hedefi İslam" kitabının yazarı Ali Bektan'dan ürküten yeni bir çalışma. Bu kitapta neler anlatılıyor: İkibin kilometreden yollanan sinyallerle neler yapabilirler hiç düşündünüz mü? Sadece bombalar ve ateşli silâhlar mı Öldürür? Ya İlaçlar? Ve gıda ürünleri? Havadan püskürtülen aeresollarla insanları uyuşturarak, yönlendirme faaliyetleri. llluminatİ herkesi ciplerle takip ediyor, düşüncelerimizi okuyoMar. İsterlerse suni depremlerle binalarımızı başımıza yıkarlar, Tesla teknolojisiyle yapay Tsunami'ler yaratıp, canlı cansız her şeyi suyun altına gömebilirler. Hiçbir radar ve vericiye görülmeden, ışınlanma yoluyla gelip, ülkeleri (Türkiye'de dahil) işgal edebilirler. Evanjelistler, Kara Büyücüler, Okültistler, Kabalacılar ve bunlara hizmet eden özel sermaye kuruluşları neler yapıyor? Sanat dünyası, modacılar, müzik dünyası ve Hollywood kend ilerinden olmayanları yok etmek için elele birlikte çalışıyorlar. Türkiye'de dahil dünyadaki her türlü yakıcı, yıkıcı, kanlı hareketler tamamen dini rİtüellere (onların dini) dayalıdır. Dünyanın en büyük nükleer üçüncü gücü, İsrail tüm Ortadoğu'yu haritadan silebilecek güçte. Nazi bilim adamları hangi ölümcül silahları keşfettiler? Ve bunlar kimlerin eline geçti? Philadelphia Deneyi nedir? Müslümanlar uyuyor hedef Mekke Kabe yerle bir olacak. Cep telefonları yerimizi belli ediyor. Ve cep telefonları bir ölüm silahına nasıl dönüştürülüyor?

Ali Bektan - Türkler Ve Uzaylı Ataları

Citation preview

TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI İÇİNDEKİLER Önsöz.........................................9 Tarihten Önceki Uçaklar...........................11 Çin Kayıtlanndaki Havacılık Bilgileri.................12 Hint Destanlanndaki Uçaklar ve Havacılık Bilgileri ......13 Antik Çağda Uzay Bilgileri ve Astronomi..............16 Güneş Hakkındaki Bilgiler.........................19 Samanyolundaki Gezegenler Hakkındaki Gerçekler ......20 Eskilerin Yıldızlar ve Uzay Hakkındaki Çalışmaları......24 Antik Çağlarda Coğrafya Bilgileri....................27 Elektrik Kullanan Atalarımız........................27 Anavatan Kıta Mu, İnsanlığın İlk Büyük Uygarlığı.......31 James Churcward Mu'yu Anlatıyor I: .................35 James Churcward Mu'yu Anlatıyor II:.................46 Mısırlıların Ölüler Kitabında Mu Konusu ..............49 Uygurlarla Mu Kıtası Arasındaki Bağlantılar............50 Mu'daki Dinin Dünyaya Etkisi......................52 Kur'an-ı Kerîm'de Yok Olan Milletler.................56 Tek Tanrı İnancında Ra'nın Anlamı...................56 Mu'nun Batışı...............'....................57 Sıcak Dumandan Yaratılış..........................59 Çamurdan Yaratılış ...............................60 Türkler'in Ortaasya'da Ortaya Çıkışları ve Mu Kıtası İle Bağlantılar...........................62 Atatürk Kayıp Kıta Mu'yu Neden Arattı...............68 Türklerin Genleri Hititlerden Miras Kaldı..............73 Türklerdeki Ya-Da Taşının Sırrı......................76 Altay Efsanelerinde Yer Alan Uzaylılar................80 Türk Mitolojisinde Tek Tanrı İnancı ..................83 Göç Destanı, Gökyüzünden Gelen Destek..............85 Türklerde Bozkurt Olayı...........................87 Türk Efsanelerinde Tufan Olayı .....................89 Bozkurt Neyi Simgeliyor...........................92 Efsanelerdeki Uzaylı İnsanlar.......................93 Türk Mitolojilerine Göre Uzaydan Gelen Atalarımız......96 Almanlar'la Aramızdaki Benzerlikler Almanlar'da Sümerlerin Soyundan mı Geliyorlar ..................98 Aldebaran "7 Süreyyayı Takip Eden"................101 5 1946-1947 Kışında Amiral Byrd'un Güney Kutbu Operasyonu.........................103 Ağrı Dağında Almanların Bulduğu Ufo...............105 Almanların Ufo Çalışmaları ve Uzaya Gönderilen Gemi..........................107 Haunebu Tipi Uçan Daireler.......................108 Uzaya Gemi Gönderildi mi?.......................108 Binlerce Yıl Öncesinin Tek Tanrıcı Dini Mısır'da.......110 Geçmiş Uygarlıklarda Kalp Nakli Ameliyatları.........116 Aztekler Mu Kıta'sından mı Geldiler?................117 Osiris Olayı Nedir...............................120 Baavi Gezegeninden Gelenler Asya'ya İndiler .........123 Gobi Denizinin Venüslü Ziyaretçileri ................126 Orta Amerika Uygarlıklarında Bulunan İlginç Eserler ... .132 Kolombiya'da Bulunan Altın Eşyaların Sırrı...........133 Ortaasya'da 100 Bin Yıl Önce Yapılan Kalp Ameliyatı.................................135 Uzayı Bizden Önceki Uygarlıklar ve Atalarımız Fethettiler ............................137 Oğuz Kağan Destanındaki Uzay Gemisi..............142 Özbekistan'da Bulunan Kaya Resminde Uzaylılar Var . . .145 Türk Mitolojisinde Tek Tanrı İnancı .................147

Göç Destanı, Gökyüzünden Gelen Destek.............149 Atatürk İnsanlığın Kökeninin Neden Milyonlarca Yıl Öncesine Dayandığını Açıklıyordu ...............152 Mevlâna'nın Bahsettiği Gökyüzündeki Uygarlıklar......154 Kur'an-ı Kerîm'de Uzay İle İlgili Bilgiler Kur'an'da Evrenin Genişlemesi 1400 Yıl Önceden Bildiriliyor .... .156 Kur'an-ı Kerîm'e Göre Yaratılış ....................163 Ay'a Gidilmenin Yüzyıllar Öncesinden Bilinmesi.......165 Amerika Ay'a Gittiğine Bin Pişman .................169 Amerikalılar Neden Ay'a Gitmeye Korkuyorlar ........171 Mars Gezegeni Hakkında İnanılmaz Bilgiler...........173 Mars'taki Yüzün Sırrını Nasa Neden Saklıyor..........175 Zülkarneyn Uzaya mı Gitti? .......................179 "Onu (Güneşi) Kara Balçıklı/Sıcak Bir Gözede Batar Buldu ..........................183 6 Sonra Bir Sebebi Daha izledi Zülkarneyn'in Güneşin Doğduğu Yere Gidişi ..........185 İki Sedd/Südd (İki Bulut=İki Nebula)................186 Kur'an-ı Kerîm'de Bahsedilen Alemler Olayı..........191 Sahra Başka Bir Gezegen mi?......................192 Astronomlar, İslâm Alimlerini Doğruluyorlar ..........193 Kur'an'da Bahsedilen Uzaydaki Gezegenler ve Canlılar.......................................194 Kur'an-ı Kerîm'de Bahsi Geçen Uzaydaki Canlılar......205 Uzaylılara İtiraz ................................207 Dabbe (İnsana Benzeyen Canlı) ....................209 Bize Benzeyen Varlıklar..........................210 Tayr Kelimesinin Anlamı ve Kimleri Kastetmesi........212 Kur'an'daki Uçan Ümmet.........................213 Özel Sinyallere İletişim...........................214 Ufo'nun Karşılığı Yıldızımsı Uçucular mı?............215 Tarih Öncesi Çağlarda Anadolu'da Görülen Ufolar......217 29 Yıl Uzaylılarla Görüştü ........................222 İstanbul'un Fethi Sırasında Ayasofya Üzerinde Görülen Ufolar..................228 Uçan Dairelerin 1981 ve 1982 Yılları Arasında Türkiye Ziyaretleri ..............................230 Çanakkale Savaşı'nda Gökyüzünden Gelen Yardım .....243 Türk Pilotlarının Afyon Üzerinde Gördüğü Ufolar Ne Yapıyorlardı?.. Uzaylılar Türkiye'ye Yardıma Geldiler ve Dünya'ya Düşmekte Olan Büyük Meteoru Parçalayarak Zarar Vermesini Önlediler.........................246 Bir Sürü Işık Kitlesi .............................246 Fotoğrafta İzler Var..............................248 Güneş Sistemine Benzeyen Yeni Bir Sistem Bulundu . . . .249 Türkiye'de Ufo Araştırmaları ......................250 Gizem Dolu Piri Reis Haritası......................254 Haritalarda Neler Gösteriliyor?.....................260 Türkiye Üzerinde Görülen Ufolar...................265 1999 Yılındaki Güneş Patlamaları ve Arkasından Gelen Ufolar...................................266 İzmir'de Binlerce Kişinin Gördüğü Ufo ..............266 7 Hazar Denizi'ne Düşen Ufo .......................267 80 Metre Derinde ...............................267 Afyon Semalarında 2002 Sonbaharında Görülen Ufo ... .268 2002 Yazında Washington Üzerinde Görülen Ufo'yu ABD f-16'ları Kovaladı ....................269 Uçan Şey Bir Anda Kayboldu......................269 İskoçya'daki Uzaylı Kasabası......................270 Ufo'lar Azerbaycan'da Korku Yarattı ................270 Rusların Uçan Daire Araştırmaları ..................272 Rus Astronotlar Ufo Gördüler......................273

Amerikan Başkanı Eisenhover Uzaylılarla Görüştü......274 Tarihi Resimdeki Ufoları Nasa İnceliyor..............277 Vatikan'm Açıklaması "Uzaylıları da Tanrı Yarattı"......278 Türk Polisi Uzaylıya İnanıyor......................278 Hava Harp Okulu Öğrencileri de Uzaydaki Yaşama İnanıyor........................279 Demokrit'in Uzay Bilgileri Günümüzden Farksız, Bilgiler Nereden Geldi.....................280 Uzaylılarla Görüşenler ve Gezegenlere Seyahat Edenler ................................281 Uzaylıların Ana Gemileri .........................282 Uçan Daireler İçin Görüş Bildiren Ünlü İsimler ........289 1952 New Mexico'ya Düşen Ufo'dan 17 Uzaylıyı Amerikalılar Buldu ....................295 Amerikalılardan 5 Yıllık Araştırma İçin Üç Milyar Dolar................................299 Uzaylıların Türkiye Merakı Uzaylılar Neden Türklerle Yakından İlgileniyorlar?..........................300 İlahiyatçı Prof. Dr. Celal Yeniçeri: "Uzaylılara da Kitap Gönderildi"....................................301 Ayetler Gösteriyor...............................302 Vatikan'ın Görüşü...............................303 Uzaylılar Türkçe Konuşuyor.......................305 Yararlanılan Kaynaklar...........................307 Belge Fotoğraflar ...............................309 8 ONSOZ Türklerin kökeni nereye dayanıyor? Bu soru sorulduğunda herkez Ortaasya'dan geldik, oraya dayanıyor diyor. Peki Ortaas-ya'ya nereden geldik. Yoksa mağara adamı iken evrim geçirerek mi modem insan olduk? Bu sorulan ilk defa soran kişi Mustafa Kemal oldu. Kaybolan efsanevi Kıta Mu'yu araştırdı. Sonuçta bu kıtanın tarihi M.Ö 70 bin ile 200 bin yıl öncesine dayanıyordu. Dünyanın en gelişmiş uygarlığı idi ve medeniyeti her yere taşıyordu. Batılı bilim adamları ömürleri boyunca, Türkler'in beş bin yıllık kabile hayatından geldiğini iddia edip bizi de buna inandırmaya çalıştılar. Böyle olunca bizlerin ilkel insanlardan farkı kalmamış oluyor. Bu teoriyi Türkiye'de rededen bir çok yazar ve bilim adamı var. Ben bu kitapta Türkler'in Atalarının kurdukları Mu uygarlığı sayesinde uzay yolculuklarını yaptıklarını ispatlamaya çalıştım. Daha da ileri giderek bugün başka gezegenlerde akrabalarımız olduğunu iddia ediyorum. Ortaasya'daki Türk efsanelerinde anlatılan olayları inceleyip bunları 21 'nci yüzyıl teknolojisine uygulayınca ortaya atalarımızın teknolojik yardımlar aldığını göreceksiniz. Bu desteğin geliş noktası efsanelerde gökyüzü, benim tabirimle uzay olmaktadır. Sanki birileri hep Türkler'e yardımcı olmuş, onları kollamış gibi bir izlenim ortaya çıkmaktadır. Sümerliler Türk'tür. M.Ö 13000 yılında yazılan bir Kraliyet yazıtında "Krallık gücü bize gökten indirildi," derken bu gücün yüksek teknolojiye sahip uzaylı akrabalarımızdan olması akıla mantıklı gelmiyor mu? ABD'li bir bilim adamının da Mezopotamya'da kurulan Sümer uygarlığım uzaylıların kurduğunu ileri sürmesi hayli dikkat çekicidir. Bugün Samanyolu'nda bulunan yıldız sistemlerinde başka canlıların olduğu inancını dünyada milyonlarca insan paylaşıyor. 9 Kısacası evrende sadece bizim dünyamızdan başka bir yerde hayat yoktur demek, hayalden öteye geçemez. Kuran-ı Kerîm'in yanı sıra İslamiyeti anlatan kitaplarda başka gezegenlerde hayatın olabileceği bildiriliyor. Kur'an'da ki Gök Ehli veya Gök halkı tabirlerinin uzaylıları anlatıyor olması ilginçtir. Böylelikle akıllı varlıklara işaret ediliyor. Peygamberimiz Haz-reti Muhammed'den nakledilen hadislerden birinde 18 bin alemden bahsedilmesi, ABD'li astronomların Samanyolunda bizden daha akıllı

veya bizim gibi dünyaların benzerinin olacağının rakamını 18 bin olarak bildimeleri dikkat çekicidir. Kuran-ı Kerîm'de bildirilen bir çok bilginin bilim dünyası tarafından kabul ediliyor olmasını da unutmamak lâzım. Kitapta aynca Türkiye'deki Ufo olaylarının yanısıra ABD'li-lerin yaptığı çalışmalara da yer verdim. Mesela ABD Başkanı George W. Bush galaksideki akıllı varlıklarla temasa geçilecek çalışmalar için önümüzdeki beş yıl için üç milyar dolarlık bir parayı Amerikan bütçesine koyuyorsa, biz de bu araştırmalara bir an önce başlamalıyız. En kısa zaman içinde Türk Uzay Ajansı'nın kurulması ile bu tür çalışmalar da önem kazanacaktır. Hergün Anadolu Semalarında birçok Ufo olayı görülürken çok azı Medya'ya yansıyor. Bu kadar sık ziyaretimize gelen uzaylı akrabalarımızın bizi yalnız bırakmamış oluyorlar diyebilirim. Kitabı okuduktan sonra inanıp inanmamak okuyucularıma kalmıştır. Yorum onlarındır. Ali Bektan 10 tarihten önceki uçaklar Havacılık Tarihi ilk olarak Daedalus ile oğlu Dcarus'un uçmaya çalışmaları ile başlar. Bilim Dünyası öyle kabul ediyor. Baedalus'un oğlu İkarus kendine balmumundan kanatlar yaparak gökyüzünde uçmaya başladı. Ne yazık ki ikarus çok yükseklere havalanınca kanatlan güneşten eridi. Delikanlı denize düşüp öldü. Böylece ilk havacılık kazası ve ölümü de gerçekleşmiş oldu. Bu olayı yalnızca efsane olarak görmek yanlıştır, çünkü İkarus o dönem Dünya üzerinde Tanrılar olarak kabul edilen Uzaylılara özenmişti. Zeus ve diğer Tanrıların ya da uçuş ekibinin üstün teknoloji ile yaptıkları her şey birer olağanüstülük göstermiştir. İlkel insanlar da bunları gördükçe onları Tanrı yerine koymuşlardır. Ondan beş bin yıl sonra çalışmalara başlayan VVright Kardeşler havacılık teknolojisi içersinde uçaklar yapıp, uçma deneylerine başlamışlardı. Yıllar önce tv'de gösterilen Uzay Yolu Dizisindeki bazı bölümlerde, eski Yunan Tanrılarının Dünya'ya gelen bir araştırma ekibi olduğu ve Dünya insanlarına, uygarlıklarım geliştirmek için yardımcı oldukları ifade edilmişti. Aslında dizinin içersinde bazı gerçekler vurgulanmaktaydı. Bu görüşü kuvvetlendirecek en önemli bilgiler Antik Çağda Yunan Medeniyeti'nin sıçrama yapması, Uzay ve Dünya hakkındaki şaşırtıcı bilgilere Yunanlıların sahip olmalarıdır. Günümüz teknolojisi ile elde ettiğimiz tüm bilgilere o zamanlar ulaşan Yunanlılar bunları nereden aldılar derseniz, bunu ancak o zaman uzaylıların dünyamıza geldikleri düşüncesi ile açıklayabiliriz. Uzay Yolu dizisi gösterildiği ülkelerde raiting rekorları kırarken insanoğlu'nun da ufkunu genişletti. Biz M.Ö'den binlerce yıl önce kullanılan uçakların ve Hava Araçlarının kayıtlarına devam edelim. — 11 — ALI BEKTAN Keşiş Roger Bacon'ın eserlerinin birinde anlaşılamayan bir ifade yer almaktadır: "Buna benzer uçan makinalar eskiden kalmadır ve günümüzde de yapılmaktadır." 13'ncü yüzyıl da böyle bir iddianın ileri sürülmesi gerçekten şaşırtıcı değil mi? Bacon ilkin uçan makinaların kendinden önceki zamanlarda var olduklarım, sonra da kendinden önceki zamanlarda da bulunduklarını söylüyor. Bu inanılmaz iddialar bizim tarih öncesinde ileri derecede gelişmiş bu varlıkların var olduğunun kanıtlarından bir tanesidir. Grek Tanrısı Hermes ya da öbür adıyla Merkür ayağına kanatlı sandallar başına da kanatlı bir başlık giyerdi. Bunlar sayesinde havada büyük bir hızla uçabilirdi. Buna söylence deyip geçemeyiz, çünkü bu tür uçuşlar günümüzde de gerçekleşiyor. İstanbul'da Çırağan Sarayı'nda bir otomobil tanıtımı şovu yapılmıştı. Astronotlar gibi

giyinen bir adam sarayın bahçesinden havalanarak, boğazın üzerine doğru uçtu. Geniş bir kavis çizdikten sonra yeniden saraya yöneldi ve bahçeye kurulan büyük podyum üzerine indi. Bu görüntünün Hermes'in uçuşundan pek farkı yoktu. Binlerce yıl önceki efsane gerçek oldu. ÇİN KAYITLARINDAKİ HAVACILIK BİLGİLERİ Çin kayıtlarında Havacılık ile ilgili ilginç ve çarpıcı kayıtlar bulunmaktadır. M.Ö 2200 yıllarında Çin İmparatoru Sun, yalnız uçan bir araç yapmakla kalmayıp, yanına bir de paraşüt eklemiş Onun bu başarısı Daedalus ile aynı tarihlere rast geliyor. M.Ö 1766 İmparator Çeng Tang bilgin Ki-Kung-Si'ye havada uçabilen bir araba yapmasını emretti. Si İmparatorun emrine uyarak bir uçan araba yaptı ve denemek için arabay— 12 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI la Honan Vilayetine kadar uçtu. Daha sonra İmparator aracın yapım sırrının düşmanları tarafından öğrenilebileceğinden korkarak uçan arabayı ortadan kaldırttı. O zamanm hükümdar ve bilginleri böylesine ileri havacılık bilgilerini nereden elde etmişlerdi. M.Ö 3'ncü yüzyılda yaşayan Çin şairi Çu Yuan yeşim taşından yapılma bir araba içinde Gobi Çölünün en yukarılarından, tepeleri karlı Kun Lun Dağlan'na doğru uçuşunu anlatır. Anlatımı bir şairin kurduğu hayallerden çok bir bilim adamının gözlemlerini andırmaktadır. Dördüncü yüzyılın ilk başlannda da Ko Hung'un bir yazısından Çin'de Helikopter bulunduğunu anlıyoruz: "Kimileri jujube ağaamn gövdesinin iç yanındaki keresteyi kullanarak uçan arabalar yapıyorlar. Bu aracı hareket ettirmek için de pervanelere öküz derisinden kayışlar bağlıyorlar." Şantung ilinde M.S 147 yılından kalma bir lahdin üzerindeki oyma, bulutların en üstünden uçan ejderhaların çektiği bir arabayı gösteriyor. Çin folklorunda uçan arabalarla ilgili birçok öykü bulunuyor. HİNT DESTANLARINDAKİ UÇAKLAR VE HAVACILIK BİLGİLERİ Havacılık Konusu Hint Efsanelerinde ve kitaplarında da bolca yer alır. Sanskritçe'de "Vimana Vidya" yani uçan gemileri yapıp yönetmek diye bir deyimin varlığından anlıyoruz ki, o dönemlerde somut olarak uçaklar veya uzay gemileri vardı. Hintlilerin klasik kitaplarından olan MAHABHARAT adındaki Hint eserinde "Yanan demirden yapılma, kanat takılı bir uçan arabadan söz edilir." Uçak mı Uzay gemisi mi? — 13 — ALI BEKTAN Ramayana'da Vimana'nm tanımlanması şöyledir: Lombozları ve kubbesi olan iki katlı tekerlek biçimli bir uçan araç. Bunun "Rüzgâr hızıyla" uçtuğu ve uçarken "Tatlı uyumlu" bir melodi çıkardığı söyleniyor. Vimana kullanacak olan pilotların çok iyi eğitilmiş olmaları gerekiyordu. Vimana'nm yaptığı manevraların havada durup hareketsiz bekleyebilmek gibi özelliklere sahip olduğu anlatılıyordu. Ramayana bize Vimana'nm nasıl bulutların en üstüne yükseldiğini anlatıyor. O yükseklikten bakılınca Okyanus küçük bir su birikintisine benziyormuş. Pilot okyanusun kı-yısıyla ırmakların deltalarını görebiliyormuş. Vimana'lar uçmadıkları zamanlarda "Vimana Gri ha" denilen hangarlarda saklanılmış. Bunlar sanmsı beyaz bir sıvıyla işlermiş. Savaş, yolculuk ve eğlence için kullanırlarmış. İnsan bu ayrıntı zenginliğine şaşmaktan kendini alamıyor. Bu teknik bilgiler bir Alfan Çağadan kalan mirasa benziyor. Eski Hindistan'da altı genç erkek havalanıp uçarak yeniden yere konabilen bir balon yapmışlardı. Pantaçantra kitabı bu tarih öncesi "Zeplin" konusunda ayrıntılı bilgi verir. Bundan anladığımıza göre balonun girintili-çıkmtılı bir kontrol sistemi, yüksek bir uçuş hızı ve manevra yeteneği varmış. Eski Hindistan'ın Pantaçantra kitabı yitik bir teknoloji kitabı mı acaba? Bizce olabilir. Eski Sanskrit yazıları iki smıfa ayrılır: Man usa adını taşıyan ve gerçeğe dayanan belgelerle Day-va denilen

mitolojik ve dinsel yazılar, belgesel sınıftan olan Şamara Suradhara, havacılığı ciddi ve ayrıntılı olarak ele alır. Ve her açıdan, tüm inceliklerine ve derinliklerine inerek işler. Bu kitapta uçan araçların inşanı anlatan ve inşam şaşkınlıktan sersemleten iki yüz paragraf bulunmaktadır. Neler Neler anlatılmıyor ki. "Havalanış, binlerce kilometreyi kapsayan sürekli uçuşlar, normal ve zoraki inişler, hatta uçakların kuşlarla çarpışma durumu." Bunlar birer hayal ürünü olabilir mi. Bizce imkânsızdır. Bakın Çin ve Hindistan ile Ortaasya arasındaki bağlantı çok önemlidir. MU Kıtası'ndan kurtulan — 14 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Bilge kişiler ellerindeki bilgiler sayesinde bu uçan gemileri mi yaptılar, yoksa Uzaydan gelen atalarımız ellerindeki teknolojiyi mi paylaştılar, iki teorimiz de akla ve mantığa uygun gelmektedir. Yoksa siz bu teknolojik basanları ve olayları nasıl açıklarsınız? Altın Çağ gibi bir dönem yaşandığı sözkonusu olunca, bu sefer de şu mesele ortaya çıkıyor. Altın Çağ'da günümüzden farklı olmayan bir şekilde yaşayan insanlar varsa ve bugünkü teknolojiye benzer teknoloji gelişti ve büyük uygarlıklar kuruldu ise, peki onlar onlar bu bilgileri nereden aldılar. Dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyoruz: Bilginin kaynağı neresi veya kimler. Bu arada; zamanımızın en modern insanları olarak kabul edilen Avrupalıların yaşadığı kıtadaki insanlar mağaralarda yaşıyorlardı. İlkel insanların yaşadığı bir Avrupa ve modern insanların yaşadığı Asya, Çin ve Hindistan. Fakat bilimin el değiştirmesi ile durum tam tersine döndü. Bizim Türk efsanelerinde anlatılan olaylardaki kahramanlar ve onlann yaptıkları işler Çin ve Hint destanlarındaki olaylarla paralellik gösterir. Asya Kıtası arkeolojik olarak yeterince incelenmemiştir. Tv'de bir süre önce İpek Yolu Dizisinde gösterilen kentlerin gelecekte daha geniş bir şekilde kazılması ve arkeolojik araştırmalar yapılması, Türkler'in ne kadar ileri bir medeniyete sahip olduğunu gösterecektir. Bir an önce Türk Arkeologlarının Asya'ya giderek, oralarda kazı yapmalarım diliyorum. Böylece ilk atalarımızın göçebe olmadıklarını açıkça ispat etmiş oluruz. Biz Asya'da binlerce yıl boyunca ileri bir medeniyet hayatı yaşarken aynı tarihlerde Avrupalılar mağara adamı olarak yaşantılarını sürdürüyorlardı. Bizi göçebe olarak gösterip barbar damgasını kolayca vurmak isteyen Batılılar bu görüşlerimizi reddetmektedirler. Mustafa Kemal Atatürk'ün İsveçli Arkeolog'un "Asya'nın altı boştur," sözüne itiraz etmesi ve bilakis Asyanın altında büyük uygarlıklar yatıyor demesi oldukça dikkat çekicidir. Atatürk bunu nasıl biliyordu, gidip aylarca süren kazılar mı — 15 — ALI BEKTAN yapmıştı tabii ki değil, O'da okuduğu bazı kitaplardan ve elde ettiği belgelerden öğrenmişti bunu. Mustafa Kemal'in Çankaya Köşkünde gizli bir kütüphanesinin bulunduğu ve burada birçok kitabının olduğu biliniyordu. Türkler'in köklerini araştıran o büyük Lider MU Kıtası ile ilgilenen ilk isimdi. Meksika'ya yolladığı Tahsin Ma-yatepek'in gönderdiği raporları yorumladıktan sonra bazı araştırmalar yaptı. Sonuçta Mustafa Kemal Atatürk'te Türkler'in kökenlerinin Mu Kıtasına dayandığına inanıyordu. Ben de onunla aynı görüşü paylaşırken çalışmayı daha da ileri götürüyorum. Biz Dünya toplumlarına uygarlıklar götüren bir milletiz. Mezopotamya, Anadolu ve Mısır'da ki uygarlıkları kuranlar da bizleriz. Dünya'mn en önemli ve büyük milletiyiz diyebiliriz. Bu konularda biraz daha geniş düşünmek zorundayız. Araştırmacı olmalıyız. Bilime gereken değeri vermeliyiz. Bizler sürekli olarak reddetmek şunu yapmışız. Reddetmek. Araştırma yapmaktan kolaydır. Bu düşünceyi bir kenara atıp çalışmalara başlamalıyız. ANTİKÇAĞ'DA UZAY BİLGİLERİ VE ASTRONOMİ

M.Ö 12'nci yüzyıl astronomlarından Çu gibi bilginler güneş tutulmalarını hiç yanılmaksızm önceden hesaplayıp, haber verebiliyorlardı. Tarih kitaplarında yer alan bu bilgilerden ayrıca Ay tutulmalarının da önceden haber verebiliyorlardı. Çin Panteon'un kahramanlarından olan Nan-Çi Hsien Weng'in bilmeceye benzer bir lâkabı vardı. Güney Kutbunun Yaşlı Ölmezi. Bu kişi M.Ö 1122 yılında Çin Generali Çiang-Tzu-Ya'nın yardımcılığında bulunmuştu. Üç bin küsur yıl önce Çinli bilgeler "Güney Kutbundan" söz ediyorlardı. Bunlara göre dünyanın küre biçiminde olduğunu bilmeleri, akla bu bilgilere nasıl sahip oldukları sorusunu getirmiyor mu? Çanh Heng M.S 78-139 yuları arasında yaşadı. Onun açıklaması "Dünya bir yumurtadır, ekseni de Kutup Yıldızını gösterir," şeklindedir. — 16 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Eski bilgeler Uzay ve Dünya konusunda bu kadar detaylı bilgilere nasıl ulaştılar. Bu düşünceler ancak 20'nci yüzyılda Astronomi bilimi geliştikçe ortaya çıkıyordu. Eskiler havada uçabilen araçlara sahiptiler. Bu Hava araçları bazı özel seçilmiş kişilerde bulunuyordu. Dünya'yı geziyorlar, hatta uzaya çıkabiliyorlardı. Bu araçlarla bilimsel çalışmalar yapabiliyorlar, Dünya ve Uzay hakkında bilgi sahibi oluyorlardı. Ayrıca Uzaydaki başka gezegenlerden gelen ziyaretçilerle temasa geçiyorlardı. Onlar sayesinde bu bilgilere sahip olabiliyorlardı. Her iki olayda da Uzay bağlantısı dikkat çekiyor. Bu iki düşünceyi kabul etmediğimiz zaman tek mantıklı açıklama kalıyor. Antik Çağda bilim çok ileri idi, bu çağ'da yaşayan insanlar günümüz teknolojisinden daha ileri bir teknolojiye sahipti ve bu kişiler yaptıkları çalışmalarla günümüzün bilim adamlarından daha ileriydiler. Ve binlerce yıl önce bu modern uygarlıklar, doğal afetler sonucunda yok oldular. Tufan gibi felâketlerden kurtulabilen bilim adamlarının eldeki bilgileri kullanarak* bir şeyler yapmaya çalıştıkları fark ediliyor. Tarih sahnesine birden bire çıkan medeniyetler daha derin araştırılmalıdır. Mesela Mısır Uygarlığı, Mezopotamya Uygarlığı şaşırtıcı derecede çok gelişmiş uygarlıklar olarak tarih sahnesine bir anda girmişlerdir. Kristof Kolomb o uzun meşhur yolculuğuna çıkmadan önce dünya ile ilgili yazılmış tüm kitapları okumuştu. Bu okuduklarından yola çıkarak; sonunda Batı yönünde bir rota tutturarak Doğu'ya varmanın mümkün olacağını düşünmüştü. Bugün Madrid müzesinde bulunan bir mektubuda Amerika'nın kaşifi tuhaf bir düşünce belirterek "Dünyamızın hafifçe armut biçiminde olduğunu" ileri sürmektedir. Yapay uydular dünyamızın gerçekten de az-buçuk armutumsu olduğunu son yıllarda ortaya çıkardılar. Kristof Kolomb bu gerçeği eski bir kitaptan öğrenmediyse nereden biliyordu? Dünyamızın esrarengiz uydusu Ay ile ilgili bilgiler Antik çağ da çok yer alıyordu. Hint Destanı Surya Siddhata'da — 17 — ALI BEKTAN "Ay'a ışınlar sağlayan parlak güneşten" söz edilir, bu ifade Ay'ın ışığının güneşten geldiğini gösterir. Yunanlı düşünür Parmenides ay konusunda şunları demişti: "Gecelerimiz ödünç alınma ışığıyla aydınlatılıyor." Bu da güneş ışınlarının ay yüzeyinden yansımasının bir ifadesidir. Empedokles "M.Ö 494- 434" aynı düşüncede idi. "Ay Dünya'nın çevresinde dönen ödünç alınmış bir ışıktır." Bizim ay gezilerimizden 2500 yıl önce Demokritus, Ayın yüzeyindeki lekeleri mi soruyorsunuz? Onlar yüksek dağlarla derin vadilerin gölgesidir," demişti. Aynı dönemlerde yaşayan Anaxagoras: "Güneş tutulmasında güneşin kararmasına ay sebep olur. Ay tutulmasında ise dünyanın gölgesi Ay'ın üstüne düşer," görüşünü ifade etmişti. Plutark'm ay konusunda söyledikleri gerçekten peygamber sözü gibidir: "Ay'a bir yıldız ya da semavi bir cisim gözüyle bakarsanız onu

biçimsiz ve çirkin bulacağınızdan korkarım." Gerçekten de Ay'ın yüzeyi çorak, cansız, renksiz ve sıkıcıdır. Eski Brahmanlar'da, Mayalar da ilk insanların Aydan dünyaya indikleri inancı hakimdir. Britannica Ansiklopedisinde "Bir çok ilkel insanların dinlerinde Ay'a, ölen ilk insan gözüyle bakılır" diye yazıyor. Ay gezisinden dünyaya getirilen kayaların, yapılan incelemeler sonucunda yaşı 4.6 milyar yıl olarak belirlenir olarak belirleniyor. Bizim gezegenimiz-dekideki en eski kayaların yaşı 3.3 milyar yıl olarak belirleniyor. Durum böyle olunca akla şu soru geliyor. Acaba ilk gezegenimiz Ay mıydı. Kozmik bir felâketten sonra kurtulanlar dünyaya indi ve hayatlarını burada sürdürmeye mi başladılar. Olabilir mi? Düşünmek gerekiyor. Eskiler denizlerdeki gel-git olaylarıyla ay arasmdaki ilişkiyi de çözmüşlerdi. Babil gökbilimcilerinden Seleukus suların ayın çekimiyle yükselip alçaldığını ileri sürmekteydi. — 18 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI 16'ncı yüzyılda büyük Alman gökbilimcisi Johann Kepler gel-git olaylarına ayın sebep olduğu fikrini ortaya attığı zaman şimşekleri üstüne çekmişti. Tıpkı Galileo'nun Dünya-'nın dönmesini açıkladığı zaman olduğu gibi. Fakat bu insanlar düşüncelerini açıkça savunacak durumda değillerdi. Ortaçağ yobazları bilim adamlarını diri diri yakmak istiyorlardı. Çünkü bu işler Büyücülüktü. Antik çağ insanları ise günümüz bilgilerini her yerde rahatça söylüyorlardı. 10'ncu yüzyılda yaşayan Arap gökbilimcisi Abdülvefa "Ayın değişimlerinden" söz eder. Ayın yörüngesinin elips biçiminde olduğunu yeni ay durumunda iken dünyaya 3219 kilometre daha yakın olduğunu ifade eder. Son çeyreğe ulaşınca 2575 kilometre daha dünyadan uzaklaşmış durumda olduğunu söyler. Bunu ilk önce Tycho De Brahe'nin hesapladığı bilim dünyasında kabul edilmektedir. Ancak, Abdülvefa 1546-1601 yılları arasında yaşayan bilim adamından 600 yıl önce bu işlemleri gerçekleştirmiş durumdaydı. Böyle bir cihazı yapabilmek için çok iyi bir kronometre gerekir. Abdülvefa nın böyle bir şeye sahip olmadığını sanıyoruz. Peki bu arap bilgin ayın değişimlerini nasıl keşfetti. Bilim Dünyası hâlâ bu sorunun cevabını bulmuş değil. Eskilerin Uzay, Dünya, Ay ve Yıldızlar hakkında sahip oldukları bilgiler bugün bazı araştırmacıların ve yazarların dışında bilim adamlarının ilgisini maalesef çekmiyor. GÜNEŞ HAKKINDAKİ BİLGİLER 2500 yıl önce yaşayan Anaxagoras "Güneş ışık saçarak yanan bir madenler yığınıdır," demişti. Dönemin Atinalı yöneticileri güneşi Apollon'un tahtı olarak görüyorlardı. Anaxa-goras doğru bilgiyi yanlış zamanda söyleyince idam edilmedi ama sürgüne gönderildi. Atomik varsayımlarından tanınan Demokratus "Güneşin sonsuz büyüklükte olduğunu ileri sürüyordu." Antik çağda bir çok Milletin güneşe taptıkları zamanlarda böyle modern bilimsel verileri açıklamak ko— 19 — ALI BEKTAN lay değildi. İyi ama bu bilgiler nereden veya kimlerden elde edilmişti. Bunlar hâlâ sırrını koruyor. Aym dönemlerde Çinli gök bilimciler Güneşteki lekeleri kayıtlarına ayrıntılı olarak geçirmişlerdi. Vişnu Purana adındaki Hint kitabında "Güneş her zaman durduğu yerde durur/' denilmekte ve hareket edenin güneş değil "Dünya" olduğu belirtilmektedir. Güney Amerika Uygarlıklarının Uzay BiJgileri bugün elimizde olanların aynısıdır. Mayalar takvim ayının uzunluğunu 29.53020 gün, Palangue Mayalan ise 29.53086 olarak hesaplamışlardı. Günümüzün gökbilimine göre bu rakam 29.53059'dur. Mayalar'm ellerinde hiçbir optik cihaz olmadan bu hesaplamaları nasıl yaptıkları bilinmiyor. Guatemala'da Santa Lucia Cotzumahualpa'daki El Castil-lo'nın birinci sütunu Venüs Gezegeninin 25 Kasım 416 gününde güneş kursunun üzerinden geçişini gösterir Bunu ilk keşfeden C.A. Burland 1956'da Paris'teki Uluslararası Ame-rikanistler kongresinde rapor halinde

sundu. Konuşmasında "Bu kadar ileri bir gökbilime ulaşabilmek için bir uygarlığın ve bu uygarlıktaki fen bilimlerinin yüzyıllar boyunca durmadan ve hiçbir kesintiye uğramadan gelişmiş olması gerekir. Orta Amerika Uygarlığının başlangıç tarihi konusundaki bilgimizin yanlış olduğu anlaşılıyor. Bu uygarlık aslında çok daha eski olmalıdır," şeklinde açıklama yapar. SAMANYOLU'NDAKİ GEZEGENLER HAKKINDAKİ GERÇEKLER Babil Bilgeleri Jüpiter'in teleskopsuz görülmeyen dört büyük uydusunu kayıtlarına geçirmişlerdi. Profesör George Rawlinson bu konuda şöyle yazmıştı: Jüpiter'in dört uydusunu gördüklerinin kesin kanıtı var. Satürn'ün yedi uydusunu bildiklerine inanabiliriz." Jüpiter'in dört uydusunu keşfeden 1610 da Galileo oldu. Daha sonra 1635 ile 1848 yılları arasında Cassini, Huygens, Herschel ve Bond tarafmdan görüldü. Babilliler bunları nasıl — 20 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI bilebiliyorlardı. Onların teleskopları mı vardı. Yoksa yok olmuş bir medeniyetten kalan bilgiler mi vardı. Orta Çağ da bunları konuşan veya görüşlerini açıklayanlar doğrudan büyücülükle suçlanır ve diri diri yakılırdı. O dönemler Dünya-'nın düz olduğuna inanılırdı. Demoritus ise M.Ö 5'nci yüzyılda "Boşluk sayısız yıldızlarla doludur ve Samanyolu uzak yıldızların kocaman bir topluluğundan başka bir şey değildir," diyebiliyordu. Onun söyledikleri ancak son 150 yıl boyunca teleskoplarla yapılan incelemelerden sonra elde edilen bilgilerdir. Milet'li Thales M.Ö 640-546 de bu çeşit dahilerdendi. Yıldızlarla dünyanın aynı maddeden yapılmış oldukları sonucuna varmıştı. Maddenin evrenselliği fikri sonradan Ortaçağın karanlığına gömüldü ve daha sonra çok yakınlarda yeniden su yüzüne çıktı. 2325 yıl önce yaşayan Samos'lu Aris-tarkus "Bizi yıldızlardan ayıran uzaklıklar ölçülemez," diyordu. Demokritus ise "Gezegenlerin sayısı gözle görülenden fazladır," diyordu. Satürn'den uzakta gezegenler olduğunu nereden biliyordu. Demokritus'un gençlik döneminde yaşayan Anaximenes "Yıldızların ışık saçmayan eşleri/' olduğunu söylerdi. Başka güneş sistemlerindeki dünyalardan mı bahsediyordu? Dünya-Uzay ilişkilerine en güzel örnekler bunlar oluyor. Mesela dünyamızı ziyarete gelen Samanyolu'nun akıllı insanlarının, ilkel dünya insanlarını eğittikleri teorisi Avrupalı ve Amerikalı bilim adamlarının büyük bir bölümü tarafından kabul ediliyor. Siz yoksa bu bilgilerin kaynaklan için mantıklı bir düşünce biliyor musunuz? Romalı Seneka M.Ö 4-M.S. 65 DOĞAL SORULAR adlı kitabında gökbilim dalında çok düşündüğünü ve çok isabetli sonuçlara vardığım belirtir: "Gökyüzünde bizim görmediğimiz kaç tane semavi cisim dönüp durmaktadır kim bilir kaç gerçek, keşfedilmek için bizim hatıramızın tamamen siline— 21 — ALİ BEKTAN ceği çağları bekliyor." Seneka ne kadar doğru söyledi. Uranüs, Neptün ve Plüton ancak şu son iki yüzyıl içinde keşfedildi. Yeni gezegenler, hatta uydular bile yeni keşfediliyor. Onun zamanında birkaç bin yıldız bilinirken şimdi yıldız ka-taloglarımızdaki sayı milyonlarla ölçülüyor. Tangutlar Ortaasya'da yaşamış olan bir boy idi. Hara-Ho-to adındaki kentlerinin kalıntısı 1908 yılında kazıldı. Tangut-larm garip inançları vardı: Işık saçan 11 Göksel cisime inanırlardı. Güneş, Ay, Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn sonra da TSİ TSİ, Ouebo, Rahu ve Ketu adındaki gezegenler. Rahu ile Ketu'nun Hindu gökbiliminde ayın yükselen ve alçalan şekillerine verilen ad olduğunu biliyoruz. Ama Tsi-Tsi ve Ouebo'nun ne olduklarını bilmiyoruz. Birinci ihtimal bunlar Uranüs ile Neptün gezegenleri mi acaba, ikinci ihtimal ise Başka bir galaksi'de bulunan gezegenler midir? Eski yazıtlarda, kitaplarda ve efsanelerde "BAŞKA DÜNYALARDA HAYAT OLMASI FİKRİDİR" Dünya'nın en ilkel kabilelerinden tutun da belli bir uygarlık seviyesine çıkmış insanlara kadar bu fikir vardır. O zaman Uzay ile

bağlantı o devirlerde bilinen bir şey olurken, sıradan bir şey gibi algılanıyor. Ortaasya'da yaşayan Atalarımızın efsanelerinde gökten inen güçlü ışıklardan bahsedilmiyor mu? Bu ışıkların içinden bazen silâhlar, bazen de güzel kızlar çıkmıyor mu? Bu güzel kızlarla evlenerek yeni bir soy başlatan bir çok Türk Beyinin hikâyesi bugün bile anlatılıyor. Acaba Türkler'in kökenleri arasında Uzay'dan gelenler olabilir mi?.. Belki olabilir. Bundan otuz yıl kadar önce TRT'de gösterilen bilim kurgu film ve dizileri büyük bir dikkat ve zevkle izlerdik, otomatik kapılara hayrandık. Küçük telsizler vardı. Kulaklıkla ağıza gelen küçük mikrofonla konuşulurdu. Bunlar o zamanlar hayal mahsulü gibi geldi. Bunlar sonraki yıllarda üretildi ve günlük hayatta yerini aldı. Benim en çok dikkatimi çeken şey ışınlanma olayı idi. Mesela Uzay Yolu dizisindeki Uzay Gemisi Atilgan'dan ışınlanan ekip gezegene inerdi. Bilim Adamları bunun çalışmalarını sürdürüyorlar. Amerikalılar 1943 yılında 2'nci Dünya Savaşı'nın en kızgın zamanında — 22 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI meşhur Filedelfîya deneyini yaptılar. Norfolk Limanı ile Fî-ledelfiya arasında bir savaş gemisini ışınladılar. Gemi bir limanda olduğu yerde dururken birden bire kayboldu ve başa bir limanda ortaya çıktı. Deney cisim konusunda başarılı oldu ama insanlar üzerinde olmadı. Deneyde yer alan bir çok denizcinin büyük kısmı kısa süre içinde öldü. Bazıları evde otururken bir anda ortadan kayboluyor kilometrelerce ötede ortaya çıkıyordu. Bazıları ise tamamen kayboldu. İçlerinden bazıları da korkunç şekillerde öldüler. Birden bire kendi kendilerine ışınlanıyorlardı. Duvarın içinden geçerken maddele-şiyor ve o anda ölüyorlardı. Bu olaylar Kitaplara hatta filmlere bile konu oldu. Deney üzerindeki çalışmaları Amerikalılar eminim bugün de sürdürüyorlardır. Çünkü 1943 yılına göre teknolojimiz olağanüstü gelişti. Amerikalılar bunu başarmış da olabilirler. Amerika bir ülkeye müdahale etmek isteyecek ve bir anda binlerce askeri malzemeyi uçağı, topu o ülkeye ışınlayacak. Size bu söylediklerim hayal geliyor olabilir. Ama unutmayın ki deney 1943 yılında yapıldı. Bu sırada Sovyetlerle yaşanan soğuk savaş dönemini düşünürseniz, deneyin başarılı olması için Amerikan Hükümetinin ne kadar ciddi ve ısrarlı olduğunu tahmin edebilirsiniz. Heraklitus ile M.Ö 540-475 ve Pitagoras'm bütün öğrencileri her yıldızı bir gezegen sisteminin merkezi olarak görürlerdi. Demokritus öğrencilerine boşlukta dünyaların doğup öldüklerini öğretirdi. Bu yıldız dünyalarından, ancak bazılarının yaşamaya elverişli olduğu anlatılırdı. M.Ö 500-428 yılları arasında yaşayan Grek düşünürü Anaxagoras da üstlerinde hayat barındırabilecek nitelikte başka dünyalar konusunda yazılar yazıyordu. M.Ö 3'ncü yüzyılda Lampasacus'da yaşamış olan Metro-dotus evrendeki bir çok dünyalarda hayat olduğuna inanıyordu. Yalnızca bizim dünyamızda hayatın olduğunu ileri sürmeyi bir buğday tarlasında yalnızca bir baş buğday büyüdüğünü ileri sürmeye benzetirdi. — 23 — ALI BEKTAN M.Ö 341-270 yıllan arasında yaşayan Epikür üstünde hayat barındıran tek yıldızın biz olmadığımız kanısındaydı. Romalı şair Lukretyus M.Ö 98-55 "Yaratılmış olan dünyalarla gökyüzünün yalnızca bizimki olduğuna inanmak hiç de akla yakın gelmiyor," diye yazmıştı. M.Ö 106-43 yılları arasmda yaşayan Çiçero da başka dünyalarda hayatın olduğuna inamyordu. Hint Veda'ları "Yeryüzünden çok uzaktaki dünyalarda hayat" bulunduğunu çok kesin olarak belirtirler. Çin'deki Sung çağının bilgelerinden Teng Mu ve eski Çin düşünürlerinin çoğu hayatın evrenselliği konusundaki düşüncelerini şöyle özetlerler: "Dünyadan ve bizim gördüğümüz gökten başka dünya ve göklerin varolmadığına inanmak ne denli mantıksızlıktır?"

ESKİLERİN YILDIZLAR VE UZAY HAKKINDA ÇALIŞMALARI Uzay ve Yıldızlan binlerce yıl boyunca inceleyen eskiler bugünkü astronomlar gibi notlar tuttular. M.Ö 204'den başlayan Çin Astronomları Halley kuyruklu yıldızlannm her görünüşünün kaydını tutmuşlardır. M.Ö ll'nci yüzyılda bir kuyruklu yıldızı tam dokuz hafta gözlem altında tuttular ve tıpkı bugünün astronomları gibi her gün değişen biçimini aynntılanyla yazdılar. Seneka 2000 yıl önce "Kuyruklu yıldızların da gezegenler gibi yörüngeleri vardır/' diye yazmıştı. Aristo, Pitagoras'çı-ların kuyruklu yıldızlan, yular süren uzun aralıklarla ortaya çıkan yıldızlara cisimler olarak tanımladıklanm söyler. Bunun onlardan binlerce yıl önce Babilliler'den kalma bilgi olduğu düşünülüyor. Mezopotamya uygarlıkları tıpkı Mısır Uygarlığı gibi bir anda ortaya çıkmışlardır. Ortaasya'dan gelen Turanlılann dolaysıyla Türkler'in dünyanın en güzel ve bereketli topraklanna gelerek şehirler inşa etmesi dikkat çe— 24 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI kicidir. Asya'da bir iklim değişmesinin olduğu bunun üzerine oralarda yaşayanların mecburen bu topraklardan göç etmek zorunda kaldıkları Arkeologlar tarafından kabul edilmektedir. İlkokul'da okurken M.Ö 3500 ve 4000 yıl önce Asya'dan başlayan Kavimler göçü ile Türkler'in atalarının Anadolu, Mezopotamya, Kafkasya, Rusya ve Mısır'a geldikleri anlatılıyordu. O tarihlerde Ortaasya da modern kentler kuran atalarımız büyük bir bilgi sahibi idiler. Kentlerinde modern yollar yapılmış, kanalizasyonlar içme suyu boruları döşenmişti. Sağlık sistemi ise ileri derecede idi. Beyin ameliyatlarının yapıldığım gösteren iskeletlerin bulunması dikkat çekicidir. Bazı iskeletlerde diş dolgularına ve protezlere rastlanılmıştır. O zaman şunu ileri sürüyorum, Türkler'in ataları gelişmiş, medeni insanlardır. Tarihin derinliklerinden gelen bu yüksek medeniyete sahip bir millet olarak Türkler'in kökeni on binlerce yıl ötesine gitmektedir. Dünya uygarlığının ilk öncüleri bizim atalanmızdır. Türk Tarihini 5000 yıllık bir potaya yerleştirmek kesinlikle doğru değildir. Ortaasya'nm altında büyük medeniyetlerin kalıntılarının olduğunu iddia eden Mustafa Kemâl Atatürk, Türkler'in kökenini 1930'lu yıllarda araştırttı. Özellikle Mu kıtasını merak eden büyük kurtarıcının çalışmaları benim için de öncü çalışma olmuştur. M.S 2'nci yüzyılda yaşayan Romalı Tarihçi Suetonius tarafından kuyruklu yıldızlar "Işık saçan ve cahiller tarafından hükümdarlar için felâket habercisi sayılan yıldızlar" olarak anlatılır. Ondan 1400 yıl sonra Medeniyet'in beşiği sayılan Avrupalılar gökyüzünde kuyruklu yıldız gördüklerinde şunları yapıyorlardı: 1681 yılının Ocak ayında, uzun kuyruklu korkunç bir yıldız ufukta belirdiği zaman İsviçre'nin Baden şehrinin Belediye Konseyi şöyle bir bildiri yayınlayarak halktan bazı isteklerde bulunuyordu. "Bütün vatandaşlar her Pazar iki kere kilisede ayine katılacaklar. Oyun ve danstan kaçınılacak, akşamları da gayet az içki içilecek. Düşünün — 25 — ALI BEKTAN Çinliler, Hintliler, Mısırlılar, Grekler ve Romalılar gelip geçtikten sonra Orta Çağ'in modern insanları korkudan ne yapacaklarını bilemiyorlar. Kozmoloji bilim olarak ancak 200 yüzyıl kadar önce Kant ve Laplace ile başladı. Ne var ki Çinli Huai NanTzu M.Ö 120 ile Wang Çun'un M.S 82 de yazdığı Lun Hen adındaki kitap dünyaların, uzay maddelerinin kritalleşmesi yoluyla meydana geldiklerini anlatırlar. Guatemala Mayaları'nm Popal Vuh adlı kitabında dünyanın meydana gelmesini şöyle anlatılır: "Sis gibiydi, bir bulut gibi idi. Bir sis bulutu gibiydi yaratılış." Rus Bilim adamı B. Levin'in Moskova'da 1955 yılında yayınlanan Dünya'nm ve Gezegenlerin Başlangıcı adındaki eserinde yaratılış şöyle anlatılıyor:

"Bu evren, toz zerrelerinin yassılaşmış bulutun merkezi bölgesinde birikmesiyle başlamış oldu." Mayalar'ın Kozmoloji bilgilerinin kaynağı nereden geliyordu acaba. Uzaydan mı? Onlara doğru takvim bilgisini kim verdiyse bu kaynakla o kaynak bence aynıdır. Bugün bilim adamları Evrenin yaratılışının büyük patlama sonrası oluştuğunu kabul ediyorlar. Çalışmalar halen sürüp gitmektedir. -26 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI ANTİK ÇAĞLARDA COĞRAFYA BİLGİLERİ Atinalı Flavyus Filostratus'un (M.S. 175-249) Tyanah Apolloyus'un Hayatı adındaki kitabında Dünya'nın coğrafi bilgileri hakkında antik çağ insanları inanılmaz bilgilere sahipti: "Bütün sularla kara parçalarını karşılaştırırsak, karaların sulardan daha küçük olduğunu görürüz." Eflatun dünyanın genişliği ve başka kıtaların varlığı hakkında sağlam bir fikir sahibi olsa gerekti, çünkü Phaedon adlı eserinde Akdenizlilerin dünyanın ancak küçük bir bölümünü işgal ettiklerini yazmıştı. Strabo M.Ö ll'nci yüzyılda "Bizim üstünde yaşadığımız dünyadan başka, üzerlerinde bize benzemeyen varlıkların yaşadığı birkaç dünya olabilir," diye yazıyordu. Tüm bu bilgilerden anladığımız kadarı ile şunu ileri sürebilirim, Dünya üzerinde binlerce yıl önce modern uygarlıklar vardı. Büyük şehirler kurulmuştu. Uçan gemilere yani uçaklara sahip olan bu insanlar büyük bir ihtimalle bunlar diğer insanları eğittiler. Onlara bilimi öğrettiler. Modern şehirleri kurdurdular. Tarımdan, sağlık sistemine kadar günümüz yaşantısından pek farkı olmayan bu uygarlık MU UYGARLIĞI idi. Bilindiği gibi tarihteki bir çok devlet veya kabile ya da millet büyük doğal felâketler ile yok olmuşlardır. Ayrıca bir çok toplum Dinsel ve Ahlâki çöküntüye uğradıktan sonra da tarih sahnesinden silinmişlerdir. İnsan hayatında zenginlik arttığında dine olan ihtiyacın kalmadığı şeklindeki sosyoloji kuralı Tarih öncesi insanlar için de geçerliydi. ELEKTRİK KULLANAN ATALARIMIZ Antik çağlarda hiç sönmeyen lâmbaların varlığından söz eden bir çok klasik esere rastlıyoruz. Bu lâmbaların elektrik veya başka bir enerji ile çalıştıklarını bilmiyoruz. Romanın ikinci İmparatoru olan Pompilius'un tapmağının kubbesinde — 27 — ALI BEKTAN hiç sönmeyen bir ışık yanardı. Fhıtark'da Jüpiter-Ammon Tapınağı'nm girişinde yanan bir lâmbaya rahiplerin Bu lâmba yüzyıllardan beri hiç sönmeden yanmaktadır," dediklerini anlatır. Grek Taşlama güldürü yazarı Lucian M.Ö 120-180 yaptığı yolculukların öyküsünü yazmıştır. Suriye'deki Hiyerapo-lis'de Tanrıça Hera'nm heykelinin alnında göz kamaştıran bir mücevher gördüğünü, bu mücevherin geceleyin bile tapınağın içini gündüz gibi aydınlattığım yazar. Lübnan Baalbek'teki Hadad ya da Jüpiter tapmağı ise bambaşka yoldan aydınlatılmıştı: Işıyan taşlarla. M.S İkinci yüzyılda Pusardas, Tanrıça Minerva Tapınağında bütün bir yıl hiç sönmeden yanan güzel altın bir lâmbadan söz eder. M.S. 354430 yılları arasında yaşamış olan Ermiş Augustin'in yazılarında da bir harika tanımlamasına rastlıyoruz. Bu lâmba Mısır da İsis'in bir tapınağında duran bir lâmba olduğunu, ne su nede rüzgârın bu lâmbayı söndü-remediğini yazıyor. M.S 6'ncı yüzyılda Bizans İmparatoru Justiryen'in egemenliği sırasında Antakya'da hiç sönmeyen bir lâmba bulunmuştu. Üzerinde lâmbanın hiç sönmeksizin 500 yıldır yanmakta olduğunu gösteren bir levha vardı. Himalaya Dağlarında yer altında yaşayanların mağaralarında sihirli lambaların yandığından bahsediliyor. Hint Tapınaklarında da bir çok sönmez lâmbalar bulunmuştur.

1938-39 yıllan arasında Bağdat'ta kazılar yapan Wilhelm König adındaki Alman Arkeolog, boğazları asfalt kaplı bir takım toprak kavanozlar ve bakır silindirler içinde demir çubuklar buldu. König bunları 1940 yılında yayınlanan 9Jahre İrak adındaki eserinde anlattı. Bulduklarının bir çeşit elektrik pili olduğunu sanıyordu. Eski Babil'de elektrik pili. Bu iddia bilim çevreleri tarafından akıl almaz bir düşünceydi. İkinci Dünya Savaşından sonra General Elektrik Kumpanyasından Willaird Gray 2000 yıllık pilin eşini yaptı. İçine — 28 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI bilinmeyen eski elektrolitin yerine bakır sülfat koydu. Eski Babil'in vazo biçimindeki pilinin yeni eşi denendi ve çalıştırıldı. Babilonya'lıların elektrik kullandıkları da böylece ortaya çıktı. Aynı bölgede bir çok elektronik yoldan kaplama yapılmış galvanize edilmiş nesneler bulunduğundan pillerin daha çok bu amaçla kullanıldığı tahmin ediliyor. Mezopotamya Uygarlıkları da tıpkı Mısır Uygarlığı gibi biranda tarih sahnesine çıktılar. Şimdi ben şu teoriyi sunuyorum: Ortaasya'dan göç eden Atalarımız Mezopotamya ve Mısır'a gelip yerleştiler. Ellerindeki üstün bilgi, sayesinde modern kentler kurdular. Geldikleri bölgenin insanlarını da eğittiler. Böylece Türkler'in ataları Uzaydaki başka gezegenlerden gelenlerden aldıkları bilgilerle dünyayı güzelleştirmeye çalıştılar. Ünlü araşnrmacı Kâzım Mirşan Bey yaptığı araştırmalar sonucunda Ortaasya'da kullanılan yazının benzerinin Mısır'daki Hiyeroglif yazılarıyla benzerlik gösterdiğini yazıyor. Hiyeroglifler arasında 29, harfin Atalarımızın kullandığı dil ile aynı olduğunu belirtmesi, Mısırlıların kökeninin Asya Kı-tası'na dayandığım gösteriyor. Kitabımızın ilerleyen bölümlerinde bu konulara tekrar temas edeceğiz. Uzay-Mu Kıtası ve Ortaasya hattındaki Atalarımız Dünya'ya Medeniyeti getirmiş ve ilk uygarlıkları kurmuşlardır. Tarihî açıdan ise M.Ö 150 bin yıl öncesine kadar gidildiğine inanıyorum. Öyleyse Türk Tarihini beş bin yıllık bir süreye sıkıştırmakla Avrupalıların ekmeğine yağ sürmekten öteye gitmeyiz. Avrupalılar kendilerini medeni insan olarak tanıtırlar. Bilimin beşiği biziz derler. Onlara göre Türkler Ortaasya'da Kabile hayatı yaşayan barbar insanlardır. Anadolu'ya, Mezopotamya'ya,Ortadoğu ve Mısır'a gelen Atalarımız tarihte yerlerini almışlardır. Peki kökenimiz nereden geliyor dersek, Bunun tek cevabı MU Kıtası'dır. Mustafa Kemal'in 1930'larda yaptığı araştırma ile başlayan yolculuğunu bu kitapla ben sürdürmekteyim. Mu Kıtası'nda yerleşen insanlar yani bizim atalarımız 64 milyon nüfuslu, üı— 29 — ALI BEKTAN man iklime sahip bir kıtada Pasifik Okyanusunda yaşıyorlardı. Kozmik bir felâket sonrasında bu kıta denizin derinliklerine gitti. Kıta batarken buradan kurtulanlar Hindistan ve Asya'ya geçtiler. Atalarımız Turan'lılarla birleştiler ve onlara bilgilerini aktardılar. Güzel Kentler kurdular. Sonraki yıllar içinde iklim değişiklikleri nedeniyle göç ettiler ve Medeniyeti bütün Dünya'ya taşıdılar. Bir grup Orta Amerika'ya ulaştı. Mayalar ile Türkler arasındaki benzerlikler içersinde dil başlı başına dikkat çekicidir. Bir çok kelime aynı anlamı ile hem Anadolu'da hem de Orta Amerika da kullanılıyorsa bunun üzerinde önemle durulmalıdır. O zaman Türkler'in kökenlerinin Dünya'nın bir çok yerine dağıldığını kabul etmemiz gerekiyor. Ünlü araştırmacı Roger Bacon 13'ncü yüzyılda yaptığı araştırmalarla dikkat çekmiş birisiydi. Eserlerinden birinde Bacon şunu söylüyor: "Buna benzer Uçan Makinalar eskiden kalmadır ve günümüzde de yapılmaktadır." O yüzyılda böyle bir iddianın ileri sürülmesi gerçekten kafa karıştırıyor: Bacon ilkin uçan makinalarm kendinden önceki çağlarda

var olduklarını, ikincisi kendi zamanında da bulunduklarını söylüyor. Bu iddiaların ikisi de bize olmayacak şeyler gibi görünüyorken, benim Türkler'in kökeninin Mu'ya ve uzaya dayandığını açıklamam kesinlikle garipsen-memeli. — 30 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI ANAVATAN KITA MU, İNSANLIĞIN İLK BÜYÜK UYGARLIĞI Türkler'in kökeninin Ortaasya'ya dayandığı biliniyor. Peki Asya'ya biz nereden geldik. Yoksa orada yaşayan mağara adamları iken bir anda modern insan olup aklımız başımıza mı geldi. İngiliz Albay James Churcvvard 19'ncu yüzyıl ortalarında Hindistan'da bir manastırda bir Rahiple sohbet ederken onun bahsettiği gizli tabletleri merak etmesiyle Mu Kıta-sı'nın varlığı ortaya çıktı. Mu Kıtası Pasifik Okyanusu'nda ve merkezi Ekvator'un biraz altına düşen bir kıta idi. Küçük de olsa bazı kısımları bugün bazı kısımları halen su yüzünde bulunan büyük kıtanın doğudan batıya uzunluğu yaklaşık 9500 kilometredir. Günümüzden 12 bin yıl kadar önce çok büyük depremler ve su baskınları ile birlikte batmış kocaman bir sualtı mezarlığı olmuştur. Bugünkü Paskalya, Tahiti, Samoa, Cook, Marshall, Gilbert, Caroline, Mariana, Hawaii ve Marquesa Adaları bu kadim kıtanın sessiz mezarına bekçilik edercesine ayakta durmaktadırlar. Churcward elli yıl süren araştırmalarının büyük bir kısmını anlatan kitaplar yazmıştır. Dünya'nm dört bir yanını gezerek Mu'nun izini sürmüş ve kayıp parçaları tek tek bulup, biraraya getirmiştir. Zamanın gizemleri içersinde kaybolan bu uygarlığın günümüz kültürleri ve dinleri üzerindeki etkilerini anlatan İngiliz Albay şu sonuca varıyor: "Kuzey ve Güney Amerika, Atlantis, Batı Avrupa, Mısır, Hint, Babil, Uygur ve Anadolu uygarlıklarını etkilemiştir." Mu'dan kalma bazı anahtar sembollerin yorumlarını da açıklamıştır. 1926 yılında ilk kitabı "Kayıp Kıta Mu"yu yazan James Churcvvard'a en büyük ilgiyi Mustafa Kemal Atatürk göstermiştir. Türkler'in ve Anadolu İnsanlarının kökleri ve ataları üzerine araştırmalar yapılmasını isteyerek Nisan 1930 tarihinde 'Türk Tarih Kurumu" kuruldu. — 31 — ALI BEKTAN "Bizim Türk Milletimiz eski ve şerefli bir millettir. Zaten Ortaasya'nın Altay yaylasında yetiştiği için Kartalın meziyetlerini daha gençliğinde kazanmıştır. Ta uzakları görür, hızlı bir uçuşu vardır ve bu ruhu barındıracak kadar kuvvetli bir beden sahibidir/' diyen Atatürk Anadolu halkının köklerinin daha derinlerini öğrenmek istiyordu. James Churc-ward'ın çalışmalarını öğrenir öğrenmez 60 kişilik bir tercüme ekibiyle kitapları Türkçe'ye çevirtti. Atatürk Mu'nun batış nedenlerini, göçlerini, kolonilerini, Ortaasya, Uygurlar ve bütün Türklerle ilgili kısımların altını çizerek incelemiş, okumuş ve notlar almıştır. Ayrıca Mu kökenli özel ad ve sıfatlar ve bunların öz Türkçe ile bağlantılarını incelemiştir. Mu'nun yönetim biçimini güneş enerjisinin aydınlatmada kullanımı gibi konularla ilgili satırların altlarını çizmiştir. General Tahsin Mayatepek'in getirdiği raporları da inceleyip Mu ile arasındaki bağlantıları bulmuştur. Ata'nın vefatından sonra bu konu kapanmış ve çok ilginç bu konuyla hiç kimse ilgilenmemiştir. Uzun yıllar sonra bazı araştırmacılar bu konuya el atmışlar ve Türkler'in soyunu daha da ileriye götürmüşlerdir. Ancak Hepsi de çok yüzeysel kalmıştır. 2000 yılında Ege Meta Yayınlan James Churc-vvard'm kitaplarını Türkçe'ye çevirip yayınlayana kadar çok az insan bilgi sahibi olmuştur. Atatürk'ten sonra ki dönemlerde Türkler'in Kökeni nereden geliyor, neresidir diye sorulduğunda Ortaasya'dır denilmiş ve kısa yoldan gidilmiştir. Oysa ki arkeolojik keşifler Türkler'in Köklerini 10 binlerce yıl öncesine taşımaktadır. Dünya'ya medeniyeti taşıyan bizim atalarımızdır. Bizim Asya'da modern şehirlerimiz varken, Avrupalıların ataları mağaralarda yaşayan ilkel insanlardı. Bu gerçeği Avrupalılar da bilmekte fakat açıklamak işlerine gelmemektedir.

Mustafa Kemal'in, "Ortaasya'mn altında büyük uygarlıklar yatıyor," demesi gibi, Mu Kıtası dünya medeniyetinin merkezidir. Bu medeniyet ortaya çıktığında uzay ile bağlantısı da oluştu. Başka gezegenlerden gelen ziyaretçilerle fikir alış verişi olurken, atalarımız oralara gittiler. Tufan olayı ol— 32 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI duktan sonra bağlantı koptu. Fakat o gezegenlerden gelen atalarımız bizlere tarih boyunca yardımlarını sürdürdüler. Bugün o gezegenlerde üstün teknolojiye sahip atalarımız, bizden çok ileri, her yönden gelişmiş bir şekilde yaşıyorlar ve zaman zaman bizi ziyaret ederek gelişmemizi yakından izliyorlar. Bu gerçekleri özellikle Amerikalı bilim adamlarının bildiğini düşünüyorum. Ayrıca çok önemli bir nokta var: O'da Mu halkının dininin Tek Tanrı inancına sahip olduğunu söyleyebilirim. Allah'a inanan bu insanlar çok yüksek bir medeniyete sahip olduktan sonra zenginliğin getirdiği bozulmayla Allah'a isyan ettiler. Sonları 64 milyon kişiyle birlikte Pasifik Okyanu-su'nun derinliklerine gömülmek oldu. Kur'an-ı Kerîm de kaybolan milletlerden oldukça çok bahseden Âyetler bunlara en güzel örnektir. Türkiye'nin ilginç araştırmacılarından bir tanesi olan ve Ocak 1997'de vefat eden İnsanlığı Birleştiren Bilgiyi Yayma Vakfı Başkanı Ergün Ankdal Mu üzerine bir konferans vererek şunları söylemiştir: "Ezoterik bilgilerimize göre Doğu ve Batı Uygarlıklarının iki ana kaynağı vardır. Bunlardan bir tanesi Atlantis, diğeri de büyük anavatan Mu Uygarlığı'dır. Bu kaynaklar artık kendilerini maddesel olarak yavaş yavaş kabul ettirmektedir. Mu Uygarlığı'nm en büyük evladı At-lantis'tir. Atlantis'de Grönland'a yakın bölgelerden İrlanda'yı içine alacak şekilde bütün Kuzeydoğu Amerika'nın doğu kıyılarından aşağıya doğru, Güney Amerika'nın doğu kıyılarım kapsayacak şekilde bir bölgede yer almaktadır. Bu iki uygarlığın birbiriyle senkronizasyonu çok büyüktür. Onlar kendilerinden önceki büyük kozmik uygarlığın birer merkezi halinde çalıştıkları için birbirlerine bağlı olarak gelişmişlerdir. Hem gelişmelerindeki, hem de çöküşlerinde-ki çizgi hemen hemen birbirine paraleldir. Bütün insanlığın uygarlık adma yaptığı her şeyin temel bilgisi ve ilkeleri bu iki büyük merkezden yayılmış veya onların öğretileriyle nakledilmiştir. Tüm bunlardan sonra şunu sorabiliriz: Acaba — 33 — ALI BEKTAN Anadolu halkı manevi köken olarak nasıl bir realiteye sahip tir. Tarihçiler fiziki kökeni kendilerine göre bir yerlere bağlayabilirler. Ama Anadolu'ya göçüp gelmiş atalarımızın getirmiş oldukları genetik kodun niteliğini bilmezler. Bu kod hakkında elbette yüzyıllardan beri intikal eden bir bilgi akışı var. Anadolu Topraklarına gelen varlıkların bir özelliği var. Burası hem Atlantis'ten hem de Mu'dan göç edenlerin birleştikleri harman olup girdaplaştıklan bir bölgedir. Ege Denizi ve İskenderiye'ye kadar uzanan bölge çok önemli bir kavşak noktası haline gelmiştir. Anadolu halkının en eskisinden en yenisine, yani en son Oğuzların göçüne varana kadar bütün ve asıl beşlenme kaynağı Moğolistandır. Atlantislilerin göçü nasü Mısır'ı meydana getirmiş ise orayı kendileri için büyük bir göç yeri ve esas vatan yapmışlarsa, Mu Uygarlığı run insanları da Uygurları temel olarak seçmişlerdir. Dolaysıyla iyilik ve güzellikle, felsefeyle ilgili bütün bilgilerini oraya nakletmişlerdir. Uygur Uygarhğı'nm kaynağı bugünkü Moğolistan ve Gobi Çö-lü'nün dağ yamaçlarına yakın olan bölgelerdir. Uygurların inanç, bilim, sosyolojik hayat, insan ve doğa arasındaki denge, insan ve kozmos arasındaki yapılar bakımından getirip bıraktıkları esaslar çok doğrudur. Birtakım doğal olaylar sebebiyle başlamış olan Uygur göçleri Hindistan'a, Çin'e, Afganistan'a ve İran yoluyla Anadolu'ya kadar sürmüştür.

Büyük Uygur göçüyle birlikte Mu Bilgeliği ve Atlantis Teknolojisiyle yetişmiş büyük insanlık güçleri de zekâsı ve zihni ile göç etti. Onların içinde karışmış bir çok varlıkta tohum halinde kapasite mevcuttur. Bu insanlann sahip oldukları en büyük özellik; Duyular Dışı Algılamalar ile ilgilidir.(Telepati ve Parapsikolojik Güçler) Bunlar mükemmel bir şekilde hiçbir bozulmaya ve eksilmeye yer bırakılmadan o varlıklar tarafından göçlerle bu ülkeye, Anadolu'ya yeniden getirilmiştir. — 34 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Demek ki Anadolu halkının kalıtımsal olarak getirdiği en büyük özellik psişiktir. Bu toprakların insanlarının başka bir ifadeyle asıl iç yüzleri ruhsal dünyaya dönüktür. Ve öyle yaşarlar. Görünüşte hepimiz dünya malı gibi yaşarız, yeriz içeriz her şeyi yaparız. Bütün dünyadaki insanlann yaptığı gibi, ama arada çok ince bir fark vardır. Bizim iç yüzümüz sürekli bir şekilde ruhsal dünyaya dönüktür. Çünkü doğamızda taşıdığımız DNA'larda bu tarafımız gelişmiştir. Bunlar bize anavatanımız Mu'dan, Uygur akımından intikal eden bir vazife mirasıdır. Bu toplumun vazifesi de Mu ve Atlan-tis'ten gelen kendisinde bulunan ve kendinden sonraki insanlık kitlesine bırakacağı bilgi intikalini sağlamaktır." Türkler'in İslâmiyet'i kabul etmeden önce sahip olduğu dini görüşü bilindiği gibi yüce Tann Gök Tengri'ye inanmaktır. Onun verdiği güçle her işi başarırız derler. Teng-ri'nin iyi bir insan olmamızı istediğini, iyilik yapmak gerektiğini, kötülük yapıldığında ise Tengri'nin ondan ahret hayatında hesap soracağım anlatırlardı. Bu özelliklerin kaynağı da Mu'dur. Bu inançları bir sistem haline getirip dinsel bir şekilde sunan da İslâmiyet'tir. Asya da binlerce yıl yaşayan Türkler'in Buda dinine girmemeleri dikkat çekicidir, üstelik Çin ve Hindistan ile ticari ve kültürel alış verişler olmasına rağmen. Çünkü Budizm tam olarak onları dinî açıdan tatmin etmemiştir. Bu bilgiler ışığında: Türk Milleti'nin üstün ve büyük özelliklerini Mu Kıtası'nı daha detaylı olarak anlatarak devam ediyorum. JAMES CHURCVVARD MUTU ANLATIYOR-1: Hindistan'da Tarih öncesi tabletleri bulan James Chure-ward elli yıl boyunca yaptığı çalışmaları, yazdığı kitaplarda topladı. Onun ilginç tarafı; Hintli rahip ile birlikte tabletler-deki Mu dilini ve sembollerini çözmesidir. Bu tabletler ve diğer kadim kayıtlarla birlikte, Mu'nun ve çok ileri bir anlayı— 35 — ALI BEKTAN şa erişmiş bir uygarlığı anlattığını öğrendi. Hint, Babil, Mısır, Uygur ve Yukatan uygarlıkları, geçmişteki bu yüksek uygarlığın sönmeye yüz tutmuş közleri olduğuna tanık etmektedirler. Churcvvard araştırmalarını şöyle anlatıyor: "Aden Bahçesi Asya'da değil, Pasifik Okyanusu'nda artık var olmayan bir kıtanın üzerindeydi. Dinlerde yeralan yaratılış hikâyesi Ortadoğu'da değil, insanın anavatanı Mu'dan çıkmıştı. Hindistan'da bulduğum kutsal tabletlerde günümüzden elli bin yıl önce 64 milyon kişinin yaşadığı bu inanılmaz topraklarda bizimkinden üstün bir uygarlık gelişmişti. Sonradan gelen tüm uygarlıklar bu kayıtları onlardan almıştı. İki sene boyunca rahip dostum ile birlikte çalıştım ve insanlığın bu ilk dilini açıklamaya çalıştım. Basit görünümlü bu yazılar Kutsal Kardeşler Topluluğu (Naakaller) için özel olarak tasarlanmıştı. (Naakaller kolonilere dini bilgileri ve eğitimi götüren rahiplerdir) Binlerce yıl özel olarak korunan bu tabletleri ilk defa biz görüp, dili çözmeye çalıştık. O sırada Hindistan'daki yedi şehirde bu tabletlerden çok fazla miktarda olduğunu öğrendim. Rahibin getirdiği tabletlerde ilk insanın yaratılışını anlatıyordu, insana ait en büyük sırları gün ışığına çıkardığımı kavrayarak mabedin dışındaki diğer tabletlerin peşine düştüm. Hindistan'ın her yerindeki mabetlere beni tanıtan mektuplar götürdüm, her seferinde soğuk bakışlar ile

karşılaştım, çünkü peşine düştüğüm bu tabletler çok kutsaldı. Öylesine kıymetli bilgiler elde ettim ki tüm eski medeniyetlerin bilgileriyle Mu'nun bilgilerini karşılaştırmak istedim. Sonuçlar inanılmazdı. Grek, Kaide, Babil, Pers. Mısır, Yukatan ve Hindu medeniyetlerinin kesinlikle Mu'nun arkasından yürüdüğünü gördüm. Araştırmalarım sırasmda bu kayıp kıtanın Hawaii'nin kuzeyinde bir yerlerden güneye, oradan Fiji Adaları'na ve Paskalya Adası'na kadar uzanan bir yeri kapladığını keşfettim. Bu toprakların 12 bin yıl önce korkunç depremlerle sallandığını bir ateş ve su girdabı içersinde yok olup gittiğini öğrendim. — 36 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Yaratılış hikâyesini orjinalinden okudum. Mu'dan yola çıkarak izlemeye başladım. Mu'dan Hindistan'a, batık kıtadan gelen insanların ilk yerleşim bölgesine geldim. Hindistan'dan Mısır'a, Mısır'dan Musa'nın onu kopyaladığı Sina Mabedine ve oradan da 800 sene sonraki Ezra'nın hatalı çevirilerine. Konuyu etraflıca araştırmayan kişiler bile bildiğimiz haliyle yaratılış hikâyesi ile Mu'dan çıkan gelenek arasındaki benzerliği gördüklerinde bu ihtimali inkâr edemeyeceklerdir." Tabletlerde Yaratılış şöyle başlıyordu: "Başlangıçta evren yalnızca bir ruhtu. Hiçbir hayatiyet belirtisi yoktu. Dingin, ıssız ve sessiz. Uzaym enginliği boş ve karanlıktı. Yalnızca Yüce Ruh, kendiliğinden var olan kudret. Yaradan dipsiz karanlıkta hareket ediyordu." Yaratıcı Alemleri yaratma arzusu duydu ve Alemleri yarattı ve üzerindeki canlılarla birlikte dünyanın yaratılışı şu şekilde oldu: İlk emir: "Biçimi olmayan ve uzaya dağılmış halde bulunan gazlar biraraya gelsin ve onlardan da yerküre biçimlensin." Sonra gazlar anafor halinde bir kütle oluşturacak şekilde bir araya geldiler. ikinci emir şuydu: "Gazlar katılaşsın ve yerküreyi oluştursun." O zaman gazlar kahlaştılar, hacimler dışarıya çıktı. Hacimlerden su ve hava oluştu. Ve hacimler yeni dünyanın içine gizlendi. Karardık hüküm sürüyordu ve hiçbir ses yoktu, çünkü henüz ne sular ne de atmosfer şekillenmişti. Üçüncü emir şuydu: "Dıştaki gazlar ayrışsın, atmosferi ve suyu meydana getirsinler." Ve gazlar ayrıştı. Bir kısmı suları meydana getirmeye koyuldu ve sular Dünya'yı kapladı. Öyle ki hiç bir kara parçası görünmüyordu. Suları meydana getirmeyen diğer gazlar atmosferi meydana getirdiler ve ışık atmosferin içine yayıldı. — 37 — ALI BEKTAN Ve güneşin ışınlan atmosferdeki ısı ışınlarıyla buluştu ve ona hayat verdi. Artık yeryüzünü ısıtacak sıcaklık da vardı. Dördüncü emir şuydu: "Yerkürenin içindeki gazlar toprağı suların üzerine yükseltsin." O zaman toprak altındaki ateşler üzeri sularla kaplı yer kabuğunu, suların üzerine çıkana kadar yükselttiler, böylece kuru topraklar ortaya çıktı. Beşinci emir şuydu: "Sularda hayat meydana gelsin." Ve güneşin ışınlan suların balçığmdaki toprağın ışınlanyla buluştu ve balçıktaki parçacıklardan kozmik yumurtalar (hayat tohumlan) oluştu. Bu kozmik yumurtalardan emredildiği üzere hayat ortaya çıktı. Alana emir şuydu: "Karada hayat ortaya çıksın." Ve güneşin ışınlan toprağın tozu içinde yerin ışınlanyla buluştu. Ve bundan da, kozmik yumurtalardan da karada hayat ortaya çıktı. Yedinci Emir şuydu: "O zaman Narayana, evrendeki her şeyin yaratıcısı insanı yarattı ve onun bedenine yaşavan ve yok olmayan bir ruh yerleştirdi. Ve insan, zihinsel kuvveti bakımından Narayana gibi oldu. Böylece yaratılış tamam olmuştu."

Yedi emrin aynı zamanda zaman içindeki yedi dönem süresine ya da devire işaret ettiği muhakkaktır. Bir dönemin hangi zaman birimiyle ölçüldüğü belli değildir. Bir gün anlamına da gelebilir, bir yıl ya da bir milyon yıl anlamına da. Yani tabletlerde yaratılışın ne kadar sürdüğü ile ilgili bir beyan bulunmamaktadır. Kaydedilen oluşumlann tamamlanması milyonlarca veya on milyonlarca yıl da sürmüş olabilir. Belirli olan şey yeryüzünün yedi gün içinde varolduğu değildir. Dünya'nın her köşesi yaratılış efsaneleriyle doludur. Ve bunlardaki materyal arasmda öyle büyük benzerlikler vardır ki, ister istemez hepsinin aynı ortak kökenden, Mu'dan geldiği sonucunu çıkartırsınız. — 38 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Tevrat'ta kullanılan "Tann nefesinden üfledi/' ifadesi de aynı sembolle iyi bir örnektir. Her halükârda "Tann'dan alınan özel güçler," şeklindeki mânâ gayet açıktır ve bundan da, bunların Tann'nın bir parçası olduğu anlamı çıkarılabilir, tıpkı yaprağın ağacın bir parçası olduğu gibi. İnsan, Tann'dan gelmişti ve geldiği yere dönmek zorundaydı. Tabletlerdeki veya aynı paraleldeki öğretilerin yansımalarını, eski Hindu Kültüründe de bulabilirsiniz. Hindu Manava Dhanna Sastra 2 Kitap 74 Sloka: "Başlangıçta yalnızca Adite denilen sonsuz varlık vardı. 1 kitap 8 Sloka "Bu tohum bir yumurta oldu," 1 Kitap 10 sloka "Görülebilen evren başlangıçta karanlıktan ibaretti," 1 kitap 9 Sloka "Önce sulan yaptı ve oraya bir yumurta bıraktı." Rig Veda 3,1,2/4,316-317 sayfalar (MÖ 2000-2500) "Yüce varlığın. Tüm Tannlann ve insanın iyi kalpli annesi tanrıça Maya ile birleşmesi sayesinde, yüce varlığın zekâsı Buddha formu içinde bu kozmik yumurtada kopyalandı. Bu Adem ile Havva hikâyesini çağrıştırmaktadır.. Sayfa 3 "Ondan başka hiçbir şey yoktu, karanlıktı;" sayfa 4": "O'ki havadaki ışığı ölçer ve ayınr." Aitareya -Aram'ya 4-8 slokalar "Bu evren aslında bir ruhtan ibaretti, onda faal ya da durağan halde hiçbir şey yoktu. Ona şu düşünce geldi: Alemleri yaratmak istiyorum, böylece O alemleri, ışığı, ölümlü varlıkları, ışığı tutan atmosferi, fani dünyayı ve sulann yerleştiği derinlikleri yarattı." Yukatan -Nahuatl: İlahi yayılımlann atmosferdeki parçacıklara çarpması onlara hayatiyet kazandırdı. Maddenin hareketini belirleyen ısı, atmosfer içinde gelişti." Yazılı ve efsanevi tarih ne söylerse söylesin, bu kitaplann eski mabet kayıtlarından alınıp yazıldığına mabetlerdeki tarihçelerin ise Naakaller tarafından yazılmış olduğuna ve yine onların din ve ilim öğrettiklerine kuşku yoktur. Dünya'nın çok farklı yerlerinde yaratılış efsanesinin dikkate değer varyasyonlarının bulunması hiç şüphesiz bunla— 39 — ALI BEKTAN rın nesilden nesile aktarılmasına bağlıdır. Yaratılışın bilimsel yönlerini ayıklayan ve sembolleri kullanan milletler, yalnızca sonuçları kaydetmişlerdir. Kayıp Kıta İnsanın anayurdunun yok oluşunu anlatan kayıtlar gerçekten sıra dışıdır. Kıyaslamalar bir zamanlar böyle bir kara parçasının mevcut olduğunu kaydediyor. Mısır, Hint ve Maya dillerinde yazılan kayıtlarda yerkabuğunun depremlerle kırılmasıyla alevlere boğulan ülkenin nasıl battığı tanımlanıyordu. Daha sonra Pasifik'in dev dalgaları üzerini örtmüştü. Başka el yazmaları vardır. Mesela Ramayana Destanı bunların arasındadır. Ayhodia'daki Rishi Mabedinin baş rahibi Narana'nm mabetteki eski çağlardan kalma yazıları bilge tarihçi Valmiki'ye okuyup dikte ettirmesiyle yazümıştır. Eserin bir yerinde Valmiki, Naakallerin Burma'ya "doğum yerleri olan Doğu'daki Pasifik yönünde bir ülkeden geldiklerinden söz eder." Kutsal Tabletleri ve Valmiki'yi doğrulayan diğer belgeler:

İngiltere British Museum da bulunan Troano El Yazması-dır ve bu elyazması Yukatan da yazılmış bir Maya kitabıdır. Hindistan, Burma ve Mısır'da karşımıza çıkan aynı sembolleri kullanarak Mu ülkesinden bahseder. Bir başka referans Cortesianus Kodeksidir ki bu da Troano kadar eski bir diğer Maya kitabıdır. Sonra Lhassa Belgesi, Mısır, Yunanistan, Orta Amerika da bulunan diğer kayıtlar gibi. Mu Kıtası Doğu ile Batı arasında 9500 kilometre, Kuzey ile Güney arasında 4500 km'yi buluyordu. Kıta ince boğazlar veya denizlerin ayırdığı üç kara parçasından oluşuyordu. Burası "geniş düzlükleri" olan güzel, tropik bir ülkeydi. Vadi ve ovalar ekili tarlalar ve otlaklarla doluydu. Alçak tepelerden oluşan engebeli araziyi ise gür ve tropik bir bitki örtüsü süslüyordu. Bu yeryüzü cennetinde yüksek dağlar veya sıradağlar bulunmazdı. Ufuk çizgisi nazik ve yumuşacık hat— 40 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI larla uzayıp giderdi. Dağlar henüz yeraltından yukarılara çıkmaya zorlanmamıştı, Bu bereketli topraklar ormanlık tepelerin ve verimli ovaların arasında fantastik şekiller çizerek ve kıvrımlar yaparak acelesizce akan büyük akarsular ve dereler tarafından sulanıyordu. Her yer insanı dinlendiren, huzur veren yemyeşil bir halıyla kaplanmıştı. Bu manzaraya alçak boylu ağaçların al renkli, mis kokulu çiçekleri renk katıyordu. Göz alabildiğine uzanan kumsallara saçaklı gölgelerini düşüren ince uzun palmiye ağaçlan ırmaklara eşlik edip, iç bölgelere denizin esintisini taşımaktaydılar. Irmak kenarları zarif siluetli büyük eğrelti otlarıyla kaplıydı. Arazinin çukurlaştığı vadilerde akarsular genişleyerek küçük göller oluşturmuştu. Bu sularda yeşil bir fon üzerine serpiştirilmiş rengarenk mücevherler gibi ışıldayan "Lotus Çiçekleri" (Nilüfer) dolaşırdı. Irmakların üzeri ise ağaçların sunduğu gölgeliklerin tadını çıkaran ve sanki tabiat aynasındaki renkli güzellikleri daha iyi fark edilsin diye bir aşağı bir yukarı periler gibi uçuşan kelebeklerle doluydu. Çiçekten çiçeğe konmaktan vazgeçmeyen bu türlü çeşit kelebeklerin en yakın arkadaşları kısa ziyaretlerinde onları yalnız bırakmayan ve canlı mücevherler gibi parlayan sinek kuşlarıydı. Birbirlerine çalım atan küçük tüylü ötücü kuşlar ağaç ve çalılıkları şenlendirmekteydi. Her yerden "her şey yolunda" mesajını dünyaya ilan etmek istercesine bıkmadan öten cır cır böceklerinin sesleri duyulurdu. Ne zamandan beri orada olduğu bilinmeyen ormanlarda kocaman kulaklarını sallayarak sinekleri kovalamaya çalışan güçlü mamut ve fil sürüleri dolaşırdı. 64 milyon kişinin saltanatım sürdüğü bu büyük kıtada hayat, neşe ve mutluluk içinde geçiyordu. Orası üzerindekilere her türlü refahı sunan bir yuvaydı Her tarafta tıpkı "Örümcek Ağları" gibi her yanı saran düzgün yollar vardı. Bu yollar pürüzsüz mermer taşlarla — 41 — ALI BEKTAN kaplıydı, öyle mükemmel döşenmişlerdi ki "birleşme yerlerinde ot bile bitmezdi." Bu anlatılan zamanlardaki 64 milyon kişi birbirinden ayrı fakat tek bir hükümet altında toplanan on kabileden veya halktan meydana gelmişti. Çok nesiller önce insanlar bir kral seçmişler ve isminin başına da RA ekini getirmişlerdi. Böylece RA Mu adı altında hiyeratik baş ve imparator olmuştu. İmparatorluk da "Güneş İmparatorluğu" adını almıştı. Hepsinin dini aynıydı: Semboller vasıtasıyla Yaradan'a ibadet etmek. Hepsi de ruhun ölümsüzlüğüne inanıyordu. Eninde ve sonunda geldiği "Ulu Kaynağa" geri döndüğüne inanıyordu, Yaradan'a saygıları o kadar büyüktü ki (ynun ismini telaffuz etmezler, dua ve niyazlannda ona bir sembol aracılığıyla hitap

ederlerdi. Ra, Güneş O'nun bütün niteliklerini simgeleyen kollektif sembol olarak kullanılmaktaydı. En üst mertebedeki rahip olan Ra Mu, Yaradan'ın dinsel öğretilerdeki temsilcisiydi. Temsilci olması nedeniyle Ra Mu'ya tapınılmayacağı esaslı bir şekilde öğretilmiş ve anla-şümıştı. O zamanlarda Mu halkı gelişimlerini çok ilerletmiş ve aydınlanmış bireylerdi, Yeryüzünde vahşiliğe rastlanmıyordu zaten hiç de olmamıştı, çünkü dünyadaki tüm insanlar Mu'nun çocuklarıydı. Ve anavatanın tebası idiler. Mu'da çoğunluk olan beyaz derili bir ırktı. Bunlar duru beyaz ve buğday tenleri, yumuşak bakışları, koyu renkli iri gözleri ve düz siyah saçlarıyla son derece güzel insanlardı. Bunun dışmda sarı, kahve ve siyah derili başka ırklara mensup insanlar da vardı. Ancak onlar yönetim kadrolarında yer alamazdılar. Mu halkı içersinde gemileriyle doğudaki okyanuslardan batıdakilere ve kuzeyden güneydeki denizlere açılan büyük denizciler vardı. Aynca mimarlık, büyük taş mabetler ve saraylar yapmada çok ilerlemişlerdi. Anıt olarak dikilen yekpare taş blokları işlemekte ustaydılar. — 42 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Mu topraklarında yedi büyük şehir ya da merkez vardı. Din, İlim ve diğer disiplinler buralarda öğretilirdi. Üç kara parçasına dağılmış olan ve daha pek çok büyük şehir, kasaba ve köyler de vardı. Şehirlerin çoğu büyük ırmakların denizle buluştuğu yerlere kurulmuştu ve buraları dünyanın her tarafından gemilerin gidip geldiği ticaret ve alış veriş merkezleriydi. Mu ülkesi dünya medeniyetinin, eğitiminin, ticaret ve alışverişin baş merkeziydi. Dünya'nın başka yerlerine dağılmış ülkeler onun kolonileri veya ona bağlı koloni imparatorluklarıydı. Kayıtlara, yazmalara ve geleneklere göre ilk insan Mu topraklarında ortaya çıkmıştı. Ve buna ithafen Mu'nun başına Kui Ülkesi ibaresi eklenmişti. Bütün şehirler üstü açık, yani çatısı olmayan ve kabartmalarla bezenmiş büyük taş bloklardan yapılmış mabetlerle donanmıştı. Üstlerinin açık olmasının nedeni, bütüne yönelik niyaz ve dua faaliyeti içerisindeki kişilerin başına Ra'nın ışınlarının düşmesine imkân sağlamaktı. Bu, Yaradan'ın bu eylemden haberdar olduğunun işareti olarak kabul edilirdi. Zengin sınıflar bir çok mücevher ve kıymetli taşlar takarlar. Çok sayıda hizmetlinin eşliğinde etkileyici saraylarda yaşarlardı. Koloniler dünyanın her tarafında birden başlamıştı. Denizcilikte usta oldukları için gemileri devamlı olarak çeşitli kolonilere ve oradan da Mu'ya yolcu ve yük taşıyorlardı. Akşamları, hava serinlediği zaman, gemiler keyifli saatlere sahne olur, yardıma uzun küreklerin ahenkli sesleri göz kamaştıncı giysi ve mücevherleriyle geceye katılan yolcuların kahkaha ve şarkılarına karışırdı. Medeniyetinin, ticaretin, eğitimin zirveye ulaştığı ve bunun gökyüzüne doğru yükselen mabetler, yekpare heykeller ve anıtsal dikili taşlarla ilan edildiği sırada, Mu topraklarında büyük bir şok yaşandı. Yerkürenin içinden gelen kükre-melerin ardından ülkenin güney kesimleri deprem ve volkanik patlamalarla sarsıldı. — 43 — ALI BEKTAN Kıta'nın güney kıyılarında okyanustan gelen yıkıcı felâket dalgaları karalara hücum etti ve bir çok şehir yerle bir oldu. Volkanik ağızlar ateş, duman ve lav püskürdü. Arazinin düz olma"sı nedeniyle aşağıya doğru akamayan lavlar üst üste birikerek koni şeklini aldılar ve daha sonra volkanik kayalara dönüştüler. Bugün güney denizindeki adaların bazılarında bunu görebilirsiniz. Volkandaki hareketlilik bu şekilde sona erdi. Yanardağların patlamasından sonra insanlar yavaş yavaş korkularının üstesinden gelmeyi başardılar. Şehirler yeniden kuruldu. Ticaret ve deniz trafiği yeniden başladı. Bu ilk ziyaretin üstünden bir çok nesiller geçtikten sonra, bu

fenomen tarihin bir parçası olduğunda, Mu'da tekrar depremler başladı Bütün kıta denizin dalgalan gibi indi çıktı. Yer, fırtınaya yakalanmış bir ağacın yaprakları gibi savruldu ve sallandı. Şehirler enkaz yığınlarına dönüştü. Yer bir alçalıp bir yükselir, sağa sola doğru kayarken, aşağıdan gelen ateşlerin açılan yarıklardan yukan doğru kükre-yerek fışkırmasıyla çapı 4,5 km'yi bulan ateş kitleleri oluştu. Buna gökyüzünü saran yıldırımlar cevap verdi. Okyanustan yükselen ve kıyılan doğru saldıran dev dalgalar önlerine çıkan tüm canlılan ve şehirleri yutarak ova içlerine doğru ilerlediler. Her yanı dehşetle haykıran kalabalıklann sesi doldurmuştu. "Mu kurtar bizi," diye bağırarak mabetlere ve yüksek yerlere sığınmaya çalışan halkın üzerine ateş ve duman yağıyordu. Tüm ülkenin üzerini kaplayan duman kütlesinin ardında batış çizgisine doğru alçalan kızgın güneş tıpkı bir ateş topuna benziyordu. Ufukta gözden kaybolduğu zaman, her yana yoğun bir karanlık çöktü. Yegâne şey, durmaksızın çakan şimşeklerin ışığıydı. Gece boyunca karalar ortalarından yarıldı ve parçalara aynldılar. Gökgürültüsüne benzeyen homurtularla zavallı ülke ateşten bir göle doğru indi. Koskoca kıta parçalar halinde ateşten ibaret bir uçurumun içine düştü. Her taraftan sal— 44 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI dıran alevler tarafından yutuldu. Mu ve üzerindeki 64 milyon kişi ateşe kurban gitmişti. Mu yavaş yavaş bu dipsiz uçuruma doğru çökerken saldırıda bulunan bir başka güç daha vardı. 80 milyon metreküp su. Dev su kütleleri dört bir yandan hücum ettiler. Bunlar bir zamanlar ülkenin merkezi olan bir yerde kaynar halde buluştular. Mu; bilge insanın anavatanı, bütün mağrur şehirleri tapmakları, sarayları, harika sanatları, ilimleri ve her çeşit ustalığı ile birlikte maziye karışmış, ölümcül sular üzerini bir kefen gibi örtmüştü. Ana kaynağın yeryüzünden silinmesi kolonileri etkiledi. Neredeyse 12 bin yıl boyunca bu büyük uygarlığın üzerine kaim bir perde çekildi. Şimdi bu perde bazı yerlerden delindi. Koloni imparatorlukları anavatanın uygarlığını bir süre daha yaşattılar ama ana merkezin desteği olmaksızın bunu çok fazla sürdüremeyeceklerdi. Yavaş yavaş sönmeye yüz tuttular. Onların küllerinden yeni bir uygarhk doğdu ve bugünlere gelindi. Churcward, Mu'yu anlatırken, ortaya koyduğu bilgileri Lhassa Belgesi, Troano El Yazması, Paskalya Adası Tableti, Hindistan ve Maya Belgeleri, Grek kayıtlarından, Hint Val-miki'den ve Pasifik Okyanusu adalarmda kalan kalıntıları inceleyerek Mu'yu böyle detayh olarak öğrenip anlatmaktadır. Mu'yu yaratanın "Yaradan" olarak bilindiği ve Alemleri yaratma arzusu ile dünyayı da yaratüğı açıklanırken bu durumu Allah'ın varlığının bence en güzel delilidir. Çünkü İslâmiyet'ten önce gelen tüm peygamberler insanların çeşitli ilkel tanrılara tapmalarını önlemek isteyerek, büyük yaratıcıya tapılmasını istemiştir. Kur'an-ı Kerîm'de bildirilen peygamber isimlerinin dışında insanlığa 124 bin veya 224 bin peygamberin gönderildiği konusu islâm alimleri tarafından bildirildiğine göre, Mu Kıtası'nda ki insanlara da peygamberlerin gönderilmiş olması mantıklı bir düşüncedir. Gelen Peygambere inanmayan Mu halkı da Tufan olayı sonucunda batmış ve 64 milyon insan yok olmuştur. — 45 — ALI BEKTAN CHURCWARD MLPYU ANLATIYOR-2 İnsanın yeryüzünde ilk ortaya çıktığı yerin Mu toprakları olduğuna şüphe yoktur. Farklı kayıtlar sonuç itibariyle Kutsal Kitaplarda sözü geçen Aden Bahçeleri'nin, Mu Kıtası olduğunu kanıtlamaktadır. Belgeler Mu'nun Amerika'nın batısında, Asya'nın doğusunda yer aldığını gösteriyor. Kanıtlar arasında Denize gömülmüş mabetlerden arta kalan bölümler, heykeller, kutsal semboller ve gelenekler hâlâ

varlıklarını Pasifik Adaları'nda sürdürmektedir. Tarih öncesi bir uygarlığa ait tartışmasız nitelikteki bütün ipuçları, uygarlığın yerini kesinleştirmemi sağladı. Güney Denizi Adaları'nda yapımı yarıda kalan heykeller bulunmuştur. Bunlar batık kıta Mu'nun birer parçasıdır. Troano El Yazmasının verdiği bilgilere göre kıtanın günümüzden 12 bin yıl öncesine kadar varolduğunu anladım. Sonuçta Pasifik Okyanusu'nda kapladığı yeri gösteren tahmini bir harita çizdim. Ülkenin haritadan daha kuzeye doğru uzandığını düşünüyorum ama kayıtlara bakınca Mu'da dağ namına pek bir şeyin olmadığı kanaatindeyim. Gerek Troano El Yazması, gerekse Cortesianus Kodeksi'nde Mu'dan yeryüzünün tepeleri olan topraklar veya "Yeryüzünün Bayın" diye söz edilir. Grek belgesinde ise "düzlük" diye geçer. Üçüne de inanıyorum. Anavatan kökenli olduğuna dair kuvvetli ipuçları bulunan su yüzeyindeki bu kara parçacıklarında, onların büyük bir kıtadan arta kaldıklarından bir kere daha eminim, çünkü bu kara parçacıklarında vahşi bir hayat süren yerliler vardır. Herhangi bir kara parçasından binlerce kilometre uzaktadırlar, ve sırf bu nedenle tarih öncesi çağlarda, burada bir kıta bulunduğuna ve bu kıtada son derece uygar insanların yaşadığına dair herhangi bir belgeden, yazıttan ve gelenekten çok daha güçlü kanıt oluşturmaktadır. Güney Denizi Adaları'nda bulunan eski kayıtlar ve kalıntılar, bize insanın uygar bir varlık olarak yaratıldığını göster— 46 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI mektedir. O kendi ruhundan gelen bir bilgiyle yaratılmıştı: Tann'ya inanıyor ve ibadet ediyordu. Güney Denizi Adalan'nda bulunan kalıntılar, ada sakinlerinin halihazırdaki yarı vahşi durumlarına rağmen her zaman böyle olmadıklarını sergilemektedir. Kayıt ve Geleneklerin eşliğinde onların son derece aydınlanmış ve medeniyette, çok ilerlemiş bir atalar topluluğunun neslinden geldiklerini açıkça anlıyoruz. Şuanda içinde bulundukları şartlar tarih öncesi atalarının maruz kaldıkları muazzam felâketin bir başka delilidir. Maymun teorilerini sağlamlaştırma peşine düşen bilim adamları, erken Pleyistosen zamana kadar yeryüzünde insandan eser olmadığını kanıtlama çabası içindedirler; ancak bu sabun köpüğünü söndürmek için ufacık bir iğne batırmak yeterlidir. Pleyistosen zamanın sonu ve jeolojik Buzul çağının başlangıcı olarak kabul edilen son büyük manyetik felâkette Avrupa'da sular çekilirken meydana getirdiği kum ve çakıl yataklarında insana ait kalıntılar bulunmuştur. Nebraska'daki mağara adamları da aynı felâkete kurban gitmişlerdir. Arkeolog Niven'in Yukatan'da bulduğu kalmtılardaki üst katman şehri Pleyistosen zamanın başlangıcına, dağların oluşmasından önceki zamana aitti. Alt tabakada bulduğu şehir ise bundan on binlerce yıl önce kurulmuştu. Ve Tertiyer döneme doğru gitmektedir. Anadolu'da İzmir şehrindeki Merkez Tepe'de bulunan kesit de aynı şeyi doğrulamaktadır. Bilim adamları beyaz ırkın çıkış yerinin Asya olduğu teorisinin yanında yer alıyorlar, ama bunu destekleyecek kanıtları yoktu. (Sonraki yıllarda yapılan araştırmalarda çeşitli kanıtlar bulunmuştur. Çünkü kitabın yayın zamanı 1920'li yıllardır, y.n.) Bu kitapta beyaz ırkın ortaya çıkışını ve buradan da Avrupa'ya geçişini açıklayacağım. Araştırmacı Fre-derick CBrien'in araştırmaları sonucu Güney Denizi Adalan'nda yaşayan yerli topluluklarında beyaz ırka mensup insanlar buldu. Üstelik yeryüzünün diğer beyaz derili insanlarıyla kusursuz uyuşan bir diğer özellikleri de son derece gü— 47 — ALI BEKTAN zel hatlara sahip olmalarıydı. Sonuçta Beyaz insan Mu'da ortaya çıkarken, Polinezya Adaları'nın büyük bir yıkıma karşı koyamayan bu talihsiz kıtanın uç kalıntıları olduğunu göstermektedir. Kayıtlar ve Gelenekler Meksika ve Orta Amerika'nın Mu'dan gelen insanların yerleştikleri ve koloniler oluşturdukları bölgeler olduğunu göstermektedir. Geleneklerde Mu'dan gelen bu insanların sarışın

beyazlar olduğunu, bu sarışın beyazların biraz daha koyu tenli beyaz insanlar -esmerler- tarafından ülkelerinden gönderildiğini, sarışın beyazların gemileriyle durmadan güneşin yükseldiği yöne-Doğuya- doğru yelken açtıklarını ve sonuçta Avrupa'mn kuzeyine, bugünün İskandinavyası'na yerleştiklerini söylemektedir. Yine aynı kayıtlarda Güney Avrupa'nın, Küçük Asya'nın ve Kuzey Afrika'nın da kolonileştirildiği ve Maya Ülkesi, Orta Amerika ve Atlantis yolu üzerinden gelen esmerlerin buralara yerleştikleri açıkça belirtilmektedir. Frederick O'Brien'in "Güney Denizlerinde Beyaz Gölgeler" (YVhite Shadovvs in The South Seas) adlı kitabında Pasifik'teki Beyaz insanlardan bahsediyor: "Çoktan unuttuğumuz atalarımızın erkek kardeşleri taş devrinden beri genel insanlığın gelişim çizgisinden kopuk olarak bu adalarda yaşamıştır. Beyaz ırkımızın vahşi ve yabani çocukluk adetleri burada, bu ilkel ve vahşi hayatın ortasında yaşatılmaktadır. Temiz yüzleri, dürüst bakışlı iri gözleri, duru esmer tenleriy-le vahşi dostlarım hâlâ beyaz ırkın izlerini taşımaktadırlar." Churcward, "Kadim bir uygarlığın kalıntılarını arayacağımız ve onları bulacağımız yer Polinezya Adaları'nda olacaktır," diyerek şöyle devam ediyor: "Pasifik Okyanusu'na serpiştirilen adalarda büyük bir uygarlığın kalıntılarına rastlayabilirsiniz. Büyük Taş Mabetler, harç kullanılmadan büyük taş blokların üst üste konulmasıyla yapılmış duvarlar, su yolları, taş döşeli yollar ve devasa dikilitaş heykeller, yani hepsi de inşa edilebilmeleri için kıtasal kaynaklar ve beceri sahibi kişilerin mevcudiyetini gerektiren eserler vardı. Bulundukları yerler küçük kara parçaları, sakinleri ise yarı ilkel kabilelerdir. Paskalya Adası'nda ki heykeller de aynı durum— 48 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI dadır. Bu küçük adada halihazırda 555 yontma taş, anıtsal boyutlarda heykeller ve ayrıca tarih öncesi bir ırkın sanatını temsil eden diğer örnekler bulunmaktadır. Paskalya Adasında ayrıca kesilmiş, işlenmiş ve bir platformu andıran dev taş bloklar bulunmaktadır Bu blokların yüksekliği 9 metre, boylan 60 ve 90 metre arasında değişmektedir. MISIRLILARIN ÖLÜLER KİTABINDA MU KONUSU Mısır'ın Ölüler Kitabı batık kıta Mu'nun insan ırkının ük yerleşim bölgesi olduğunu yüksek uygarlık düzeyiyle uzak dünyalarda kurduğu kolonileri kendi yörüngesine oturtan bir çekim merkezi oluşturduğunu kanıtlayan belgeler içermektedir. Mısır Hiyerogliflerinde yer alan PER-M-HRU sözünün anlamını Mısırlı uzmanlar Per-İleri doğru gitme, geliş, varış yakında gelecek, "HRU- gün, gündüz ve M'den" anlamına gelen bir ektir. Fakat Ejiptologlar, bu başlığın ne anlama geldiğinde anlaşamamaktadırlar. Ben onlardan daha farklı düşünüyorum: Bana göre PER geri kalma demektir, HRU gün ve M'de Mu anlamına gelmektedir. O zaman mânâsı "MU GÜNDEN GERİ KALDI" demektir. Bu anlam Mısır'ın Ölüler Kitabı Mu'nun yok oluşuyla birlikte hayatlarını kaybeden 64 milyon kişinin anısına ithaf edilmesidir. Kitabın hangi tarihlerde yazıldığı ve ortaya çıktığı meçhuldür. İlk kopyaların yalnızca birkaç bölüm içerdiği sonradan eklemeler yapılarak bugünkü halini aldığı açıktır. Bu bakımdan Hindu kitabı Mahabaratta'ya benzer, zaten o'da küçük bir kitapken zamanla kalınlaşmıştır. Ölüler Kitabının bir çok bölümünde dolaylı veya doğrudan Mu'ya gönderme yapılır. Kitap Mısır topraklarına insan ayağı değmediği zamanlarda Mu'da kullanılmakta olan sembollerle süslüdür. — 49 — ALİ BEKTAN UYGURLARLA MU KITASI ARASINDAKİ BAĞLANTILAR Albay James Churcward Uygurlann Mu Kıtası kökenli insanlar olduklarını, Uygur belgelerinde yaptığı araştırmalar sonucunda buldu. Belgelerde yer alan sembollerin tek başına bile Mu'nun insanlığın özyurdu olduğunu açıkça kanıtladığı ve en kuşkucu beyinleri dahi ikna

edebilecek yeterlilikte olduğunu düşünmektedir. Uygur İmparatorluğu Mu'-nun en başta gelen koloni imparatorluğu idi. Çin Efsaneleri Uygurlann 17.000 yıl önce medeniyetlerinin zirvesinde olduklarını anlatır. Bu tarih jeolojik fenomenlerle de uyum gösterir. Uygur İmparatorluğu'nun Pasifik'in karşı tarafındaki Orta-asya'dan uzanan güçlü kollan Hazar Denizi üzerinden Doğu Avrupa'yı sarmıştı. Bu; Britanya Adalan'nın Kıta Avrupa-sı'ndan kopmasından önceydi. İmparatorluğun güney sının Koçin Çini, Burma, Hindistan ve İran'ın kuzey sınırlarıyla komşuydu ve bu da Himala-yalar ile Asya'mn diğer dağlan henüz yükselmesinden önceydi. Eski bir Hindu belgesinde nakledildiği gibi Uygurlar Hazar Denizi'nin Batı ve Doğu Kıyılan üzerinden Avrupa'nın içlerine doğru yayılmışlar, buradan da sınırlannı Orta Avrupa dan hareketle batı ucuna İrlanda'ya kadar genişletmişlerdi. Kuzey İspanya'da, Kuzey Fransa'da ve aşağı bölgeler de dahil Balkanlara yerleşmişlerdi. Onlann tarihi, Arilerin tarihidir. Etnologlar Ariler'le hiç ilgisi olmayan bazı beyaz ırkla-n Ari olarak sınıflandırmışlardır. Halbuki onlar başka bir koloni hattına mensupturlar. Uygurlann Başkenti şu anda Gobi Çölü'nde bulunan Khara Khoto harabelerinin olduğu yerdeydi. Uygur İmparatorluğu zamanlarında Gobi Çölü son derece verimli bir bölgeydi. Uygurlar, uygarlık ve kültür düzeylerini çok ilerlet— 50 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI mislerdi. Astroloji, Madencilik, Tekstil Endüstrisi, Mimari, Matematik, Ziraat, Okuma-Yazma, Tıp gibi ilimleri biliyorlardı. İpek, Tahta ve Metal üzerine çalışılan dekoratif sanatların ustasıydılar. Altın, Gümüş, Bronz ve Kilden heykeller yapıyorlardı. Bu, Mısır tarihinin başlangıcından önceydi. İmparatorluk Mu çöktükten sonra yok olmaya yüz tuttu. Khara Khoto'da yerin on beş metre altında Rus Arkeolog Profesör Kozloff tarafından gün ışığına çıkarılan bir mezar bulunmuştur. Mezarın içindeki hiçbir şeyi çıkarmasına izin verilmediği için Kozloff orada bulduğu son derece kıymetli hazinelerin ancak fotoğrafını çekebilmişti. Sunday Ameri-can'ın duyarlı desteği sayesinde bu fotoğrafları ödünç alıp inceledim. Bu resimlerdeki objelerin 16 ve 18 bin yıllık olduğunu söyleyebilirim. Bu kanıtlar bile Mu'yu gayet iyi ispatlıyor. Mu Ülkesinin Kozmik Diyagramı insanoğlu'nun yazdığı ilk kitaptır. Bu diyagramın izini Churcvvard 35.000 yıl öncesine kadar takip ederken, ne zaman kullanılmaya başlandığını bilememektedir. Dünya'da ki o dönemlerde yaşayan tüm uluslar Anavatan'm kozmik diyagramını aynen kopyalamalardı. Fakat onu yalın karakteri ve orijinal anlamıyla koruyan sadece bir millet vardı. O'da Yucatarı Mayaları idi. Diğerleri bazı figürler ve dogmalara ekleyerek, bu yalın sembolü tahrifata uğratmışlardı. Bu işin sorumluları ilkesiz Mısır Rahiplik düzeniydi. Mu'da her yeni yetişene bu kitabın anlamı esaslı bir şekilde öğretilir Tanrı'ya ve ölüm sonrası Ahiret hayatına inancı temin edilebilmesi için tekrarlatılırdı. Bugünkü çocuklarımıza kutsal kitapları öğretmemiz gibi. Bu noktada Mu'daki Tek Tanrı inancının Ortaasya'da ki Atalarımızda yani Türklerde de olduğunu daha önceki bölümlerimizde değinmiştik. Uygurlar'da Tek Tanrı'ya inandıklarına göre, bence insanlık var olduğundan bu yana, Allah'ın varlığına da inanmaktadır. Kitapta ortaya koyduğumuz kanıtlar sonucunda insanların maymun soyundan gelmediği esasına da temas ediyoruz. — 51 — ALI BEKTAN Darwin; teorisini ortaya attığında Pasifik A daları'nda yaşayan yerlilerin soylarını maymunlara bağlamaya çalışırken, biz tam tersine Allah'ın yarattığı bir Dünya ve İnsan ile karşılaşıyoruz. O ilkel olarak gördüğü bu yerlilerin aslında çok büyük bir uygarlıktan yani insanoğlu'nun ortaya çıktığı Mu'dan gelmesini hiçbir zaman

düşünememiştir. Aynı yüzyıl içersinde araştırmaya başlayan Albay ] ames Churcward ise elde ettiği bilgilerle 20. yüzyıl başlarında ciddi bir şekilde Darvvin'in teorilerini çürütmeye başlamıştır. Bu konuya küçük bir örnekle son vermek istiyorum. Bugün Amerika'da ki bazı eyaletlerin okullarında İnsanın yaratılışını anlatan Dar-win Teorilerini okutmak yerine, İncil'de yer alan yaratılış bölümleri okutularak, çalışmalar yapılıyor, alınan kararlar eğitim sistemine yerleştiriliyor. Kısacası Darvvin insan maymundan türemiştir derken, o dönemlerde çok gelişmiş, modern insanların yaşadığı gerek yazılı belgelerde, gerekse arkeolojik keşiflerle ortaya çıkmaktadır. MU'DAKİ DİNİN DÜNYAYA ETKİSİ İnsanoğlu'nun İlk dini Yaradan'a tapılan yalın, saf bir dindi. Daha sonraları içeri sızan ve insanlığın ilk dinine ait kayıtlara uymayan ilaveler, rahiplik kurumunun, büyük fikirlerin arasına sokuşturduğu cezalarla kaçınılmaz bir seviye kaybedişin sonuçlarıydı. Orijinal din bir çok noktalarda uyumsuzlaşmış ve düzeltme, icat ve kavramların yanlış anlaşılmasıyla büyük ölçüde yıpranmıştı. Mısırlı Tarihçi Manetho "Hayvanlara tapınma Mısır'a XI'ncu Hanedan'm ikinci kralı sırasında takdim edilmişti," bilgisini verir. Churcward araşürmalan sırasında "ilk hanedanlar iktidarda iken hayvanlara tapıldığma dair hiçbir belirtiye rastlayamadım. Ayrıca Kufu ve H'nci Ramses arasındaki dönemde de böyle bir şeye nadiren değinilmiştir. Ancak Mısırlıların, sembollerin temsil ettiklerine değil de, sembollerin kendisine tapmaya oldukça erken bir zamanda başladıkları açıkça gözükmektedir. Bu da hayvanlara tapmanın ilk adımıydı diyor." — 52 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Tarihçi Manetho ise şöyle anlatır: "18 Hanedart'a kadar anıt mezarlarda tanrıların hayvan formunda tasvir edilmesi diye bir şey yoktu. Thotmes 3'ncü Döneminde, sembolik hayvanın başının mumyalanması eşliğinde her yerde bu figürlere rastlanmaya başlandı. Ramses'in hükümranlığından sonra hayvanlara ibadet gelişti ve büyük ölçüde yaygınlaştı. Bu güç ve zenginliğin peşine takılan ilkesiz bir rahipler sınıfının Sais'te Thot tarafından öğretilen şekliyle, yalın, güzel Osiris Dini'nin nasıl alçaltıldığına bir örnektir." Dünya'nın ve İnsamn yaratılış kavramı Mu'dan çıkarak Dünya'ya yayılmıştır. Bu kavramın tarih öncesi ermişlere, modern filozoflara veya günümüzün ilkel kabilelerine ait olması önemli değildir. Yaratılışla ilgili tüm kavramlar aynıdır. Terimlerde ve ifade ediliş şekillerinde biraz değişiklik olabilir ve zaten de öyledir. Fakat öncelikli hususlar birbirinin benzeridir ve bu da onların aynı kaynaktan geldiğini gösterir. Semavi dinlerin yanı sıra, Hindulann, Kaidelilerin, Mısırlıların, Mayaların ve Polinezyalıların veya diğerlerinin geleneği olması durumu değiştirmez. Araştırmacı-Yazar Max Müller "Kişi asla dış görünüşlerine bakarak eski dinler hakkında hükme varmamalıdır. Kutsal Metinler incelenirken ilk hatırlanması gereken şey onların sembolik bir dille yazılmış olduğu ve sözcüklerin düz anlamlarının bir şey ifade etmediğidir," der. Tann'nm saf dinini putperestliğe çevirenler insanlara önce sembollere tapmaya öğretmişler, bunun ardından tahta ve taştan yapılmış fetişlere tapma başlamış, son olarak ta insan kurban etmeye başlamışlardı. Eski zamanlarda yazı yazmanın ortak şekli Hiyeroglif veya sembol bir şeyin amblemidir, dolaysıyla harf olarak ele alınmamıştır. Onlar bir şeyi temsil eder, fakat o şeyin kendisi değildir. Sembol ile onun temsil ettiği şey arasındaki farkı ayırt etmede yapılan yanlışlar, hatalı ve eksik deşifrelere ve çevirilere neden olmuştur. Dinsel konularda aslında Tanrı'ya — 53 — ALI BEKTAN derin bir sadakat ve teslimiyetin ifade edildiği metinlerden putperestlik izlenimleri alınmasına yol açılmıştır. Bu özellikle

Osiris Dini'ni ilgilendiren belgelerin çözülmesi ve çevrilmesinde geçerlidir. Osiris Dini ile Mısır Tarihinin başlangıcında Sais Mabedinde Thoth'un öğrettiği dini kastediyoruz. Dünya'yı elli yıl boyunca dolaşarak Mu Kıtası'mn varolduğunu, bu kıtanın insanlığın ilk çıktığı yer olduğunu ispat etmek için çalışan Churcvvard Doğu'da ve Meksika'da bulduğu Naakal tabletlerinde çok eski bir tarihte dünyamızda pek çok yönden bizden çok daha üstün ve modern dünya tarafından henüz yeni kavranmaya başlanılan bazı temel konularda bizden oldukça ileri bir uygarlığın mevcut olduğunu tartışmasız bir biçimde kanıtlıyordu. Bu tabletler Hint, Babil, Pere, Mısır, Mezopotamya Uygarlıkları ve Meksika Yukatan'la birlikte diğer eski uygarlıkların ilk büyük uygarlığın sönmekte olan ateş parçalarından başka bir şey olmadığı konusunda şahitlik yapmaktadırlar diyor. İngiliz Albay devrinin en önemli araştırmalarını Hindistan, Tibet ve Uzakdoğu, Amerika'da Oakland, California, Austin, Teksas, New York, Hawaii Adaları ve Meksika'da yaptı. Tüm hayatım Mu Kıtası'na adayan Churcward şu bilgileri insanlığa sunmuştur: 1- Allah Evreni ve ilk insanı yaratmıştır. 2- İlk İnsan tropikal iklime sahip Cennet gibi tasvir edilen Mu Kıtası'nda yaratıldı. Böylece maymundan gelinmediği kamdandı. 3- Mu'da meydana gelen uygarlık Dünya'ya hükmetti. Binlerce yıl boyunca Avrupa ve Amerika kıtaları da dahil her yerde koloniler kurdu. Medeniyet taşıdı. 4- Din Tek Tanrı diniydi. Yaratıcıya tapılıyordu ve Kolo-nilerdeki herkese bu dini biliyordu. Atlantislıler de buna dahildi. Bunlar, onun yaptığı araştırmalar sonucu yazdığı kitaplardan elde edilen bilgilerdir. 19'ncu yüzyıldan 20'nci yüzyıl — 54 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI başlarına kadar araştırmalar yaparak insanlığın modern bir medeniyetten geldiğini savunan James Churcvvard'ın araştırmalarına şunu ekleyebiliriz; Mu yüksek medeniyet düzeninde iken gerek Güneş Sistemimizden, gerekse Yıldız Sistemlerinden gelen Uzaylıların ziyaretlerine şahit oldu. Gelenlerle yakın temasa geçen Mu Kıtası sakinleri Uzaya gidip gelmeye başladılar. Onlarla ırkî bir bağlantı oluştu. Bu durum binlerce yıl sürdü. En sonunda Mu Kıtası doğal afetle battı. Bağlantı kesildi. Uzaya giden Mu Kıtası sakinleri topraklarını kaybetmişlerdi. Kurtulanlar ise Ortaasya'ya göç ettiler. Uygarlığın en önemli temsilcileri Uygur Türkleri olmuştu. Medeniyetin gücü sayesinde dünyanın çeşitli yerlerinde uygarlıklar ortaya çıktı. Eldeki bilgilerle yetinerek, belli bir düzeye kadar ulaşıldı. Ortaasya'da yaşayan Atalarımızı koruyanlar ise onların Mu zamanında başka gezegenlere giden Atalarıydı. Türk Efsanelerinde anlatılan olayların, bugünkü teknolojiye benzeyen, hatta ileri olan teknolojik harikaları kullanmalarını ancak böyle açıklayabiliriz. Ya-da Taşı ile yağmur yağdırmak, Parçalanan Dağ yüzünden iklimin değişmesi sistemine kadar bir çok şey Asya da ki atalarımızın modern insanlar olduklarını göstermektedir. O zaman Batı Dünyası'nm iddia ettiği gibi "Türkler beş bin yıllık kabile hayatından geliyor," sözünün gerçeği yansıtmadığı da görülmüş olmaktadır. Türkiye'de Türkler'in kökenini araştıran ve saygı duyduğum Profesörler ve Araştırmacı-Yazarlardan oluşan bir grup bulunuyor. Bu kişiler Türkler'in 30 bin yıl öncesine kadar giden ve Asya içlerinde modern kentler kuran insanlar olduğunu savunuyorlar ki, bunların hepsi doğrudur. M.Ö'den 30 bin tarihine gittiğinizde Avrupa'da Mağara Adamları yaşamaktadır. CRO-MAGNON adı verilen, at^şi bilen ve avlanan ve yaptıkları ile ilkel insanın biraz gelişmiş/modelidir diye kabul eden Avrupalılar bizi beş bin yıla sığdırarak, geniş araştırmalar yapmamızı engellemeye çalışmaktadırlar. Bilim geliştikçe ortaya çıkan arkeolojik keşifler bizi haklı çıkarmaya devam edecektir. — 55 — ALI BEKTAN KUR'AN-IKERÎM'DE YOK OLAN MİLLETLER

Kur'an-ı Kerîm'deki bazı Ayetler kaybolan uygarlıklardan bahsetmektedir. Araf Sûresi 7/96 "O ülkeler halkı iman edip de Allah ve Kul haklarım yerine getirmemekten sakın-salardı elbet onlara gökten ve yerden nice bereketler açardık. Fakat onlar yalanladılar, biz de ettikleri yüzünden onları ya-kalayıverdik." Burada geçmiş toplumların durumları dile getirilmektedir. Bu Ayetlerde isyandan ve haksızlıklardan arındırılmış bir yeryüzünün nimetler açısından adeta cennete çevrileceği açıklanıyor. Tarih boyunca yokolan toplumların büyük bölümü, zenginliğin getirdiği dejenerasyondan ve yozlaşmadan sonra, Tanrı'ya isyandan dolayı ortadan kalkmışlardır. Fatır Sûresi 35/44 "Bunlar yeryüzünde gezip kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görmediler mi. Halbuki onlar kuvvetçe bunlardan daha güçlü idiler." Ne göklerde ne yerde hiçbir şey Allah'ı aciz bırakamaz. O her şeyi bilen ve her şeye gücü yetendir" Bu Ayetler Mu gibi büyük uygarlıklar kuranların Allah'ı bırakıp, yanlış yönlere sapmalan üzerine başlarına felâketler geldiğini ve yok olduklarını bildiriyor. Tıpkı kıta batarken Ra-Mu'nun söyledikleri gibi. TEK TANRI İNANCESTDA RA'MN ANLAMI Kutsal kitaplarda Nur, Işık, Tanrı'mn ilk yarattığı şey olarak geçer. Onsuz hayat vücut bulmaz, çünkü hayatı geliştiren, bahşeden O'dur. Mu Uygarlığı'ndaki Ra ismi de Tek Tann'nm ifadesidir. Atlantisliler'in dininin esasını Kutsal Nur teşkil ediyordu. Yani onlar da Dünya'yı yaratan Tanrı-'ya inanıyorlardı. Mısırlılar sonraları bunu yanlış bir anlama getirecek kadar basitleştirdiler ve Güneş'e taptılar. Mu'dan — 56 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI alman Ra ismi de aslında Tek Tanrı'nın ifadesi olduğu halde, GüneşTann anlamına Ra ismini kullanmaya başladılar. Mu uygarlığında da Ra Nur saçan ve Işık saçan anlamına geliyordu. Atlantisliler'de Tek Tanrı'ya tapıyor ve Kutsal Nur'u Tanrı'nın sembolü olarak kabul ediyorlardı. Başlangıçta Mısırlılar da bu din görüşünü aynen benimsediler. Hiyeroglif yazıda Ra, iç içe iki daire halinde gösteriliyordu. Bunlardan içteki halka, Güneş'i temsil eder, ışık kaynağı olarak, Güneş göze görünür bir sembol olduğu için Mısırlılar dar bir görüşle Güneş'i Tanrılaştırma yoluna gitmişlerdir. Dıştaki halka ise Kutsal Nur'un kaynağını, yani asıl Tanrı'yı temsil eder. Bazı tarihçiler, Ra'nın ezoterik anlamım hiç düşünmeden sadece görünüşü üzerinde durmuş ve Mısırlıların baştan itibaren Güneş'e taptıklarını sanmışlardır. Zamanla özellikle aşağı halk tabakasındaki Mısırlılar Güneş'i Tanrılaştırmak gibi bir hataya düşmüş olabilirler. Ancak başlangıçta Mısırlıların Tek Tanrıcı bir dinleri olduğu Ra'nın gerçek anlamından ortaya çıkmaktadır. Atlantis inancında da Ra, her şeyin ilki idi. Kendi kendini yaratan da o idi. Mısırlılarda bu anlayış ilkelleşmiş, Ra'ya başka ikinci derecede Tanrılar yaratmak gibi işlemler yakış-tmlmıştır, bununla beraber Mısırlılar Milattan evvel 1388 yıl önce Firavun AMONHOTEP sonradan Tek Tanrı Dinini Mısır'da hakim kılarak isim değiştirmiştir. Ve AKHENATON Aton'un oğlu adım almıştır. Zamanında tekrar atalarının dinine dönmüşlerdir. MU'NUN BATIŞI M.Ö 2000 li yıllara ait olan Mezopotamya Uygarlıklarından Kaldeli'lerin bir yazıtı Mu'nun batışını anlatmaktadır. Bu yazıt "Baal Yıldızı" adını taşımaktadır. Yazıt halen Kahire Arkeoloji Müzesinde bulunmaktadır. Tercümesi şöyledir: — 57 — ALI BEKTAN BAAL yıldızı düştüğü zaman yedi şehir, altın kuleleri ve saydam duvarlı mabetleriyle günlerce sallandı. Tıpkı ağaçta sallanan yapraklar gibi. Saraylardan ateş ve duman yükseliyordu. Ölenlerin feryatları gök gürültüsünü bastırıyordu. Ölümden kaçanlar

mabetlere sığınıyordu. Ve işte Mu'lu eren ulu Ra-Mu, büyük mabedin rahibi ayağa kalktı ve şunu dedi: "Gelecek olan felâketi size daha önceden haber vermedim mi? En kıymetli mallarını, hazinelerini yanlarına alarak mabede sığman halk yalvarıyordu. —Büyük Mu Kurtar bizi... Mu karşılık verdi: —"Hepiniz ölüyorsunuz. Esirlerinizle, hazinelerinizle ve bütün servet ve samanınızla birlikte mahvolacaksınız. Sizin küllerinizden, yeni insanlar oluşacak. Yeni bir hayat kurulacak. Daha başka, tertemiz bir dünyada hayat daha zengin ve rahat olacak" Ateş ve Duman, Rahip Ra-Mu'nun sözlerini boğdu. Şehirler, halkları ile birlikte yok oldular." Kaideliler ile Güney Amerikalı eski halkı birbirine bağlayan bu gizem insanı şaşırtıyor. Ra-Mu'nun kutsal kitaplarda-ki bir peygamber gibi konuşması dikkat çekici değil midir. Kur'an-ı Kerîm'de gönderilen peygamberlerin milletlere Allah inancmı anlatmalarını, kabul etmeyen milletlerin ise ne kadar yüksek olursa olsun uygarlıklarının yok olduğunu öğreniyoruz. Bir Kaide yazıtında bir rahibe Mu'lu rahip diye hitap edilmesi dikkat çekici ve anlamlıdır. Çünkü Kaideliler Mu'nun kaybolmasından çok uzun yıllar sonra yaşamışlardır. Ancak Mu'nun varisleri olan Uygurlar yakm çağlara kadar yaşamışlardır. — 58 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Mu'lular Başkentlerine Şalmali adını veriyordu. Ortaas-ya'daki Gobi Yakınlarındaki başkentlerine ise Şalmali 2 adını vermişlerdi. Mu ülkesi dört kısma ayrılmıştı. 1- Gobi çölündeki Uyguri. 2- Pasifik te, Filipinler, Japonya ve Borneo Adaları'run kapladığı alanda bulunan Lemuri veya Lemurya. 3- Avustralya Kıtası'nı Asya ya bağlayan Godvvana. 4- Mu Kıtası Pasifik'te Büyük Mu'yu meydana getiren bu dört uygarlık kutsal 4'ler olarak tanınırdı. Sembolü de Nazilerin amblem olarak kullanmış oldukları Gamalı Haç idi. Gamalı Haç dünyayı kuran dört kuvveti temsil ederdi. Bu amblem Mu'dan sonra Hindistan'a geçti ve orada korundu. Naziler de gizli ilimlere meraklı insanlar oldukları için bunu alıp sembol yaptılar. Anlamını Hitler döneminde Almanya'daki bir çok kişinin bilmediğini tahmin ediyorum. Sadece küçük bir azınlık biliyordu. Onlar da büyük ihtimalle Thule Orgütü'nün üyeleriydi. Ra'nın anlamı bir şekilde RAB sözcüğüne yakın olmuyor mu? İncil, Tevrat, Zebur ve Kur'an da RAB sözcüğü geçmektedir. Peki şöyle de olmaz mı Ra( Rab'bin Allah) anlamına gelmez mi? Bence gelebilir. Sonuçta Ra Yaratan anlamına gelmektedir. SICAK DUMANDAN YARATILIŞ Bugün bilim adamları yıldızların dumandan "Sıcak bir gaz bulurundan" oluşumunu gözlemlemektedirler. Sıcak gaz kütlesinden oluşum, aynı zamanda evrenin yaratılışı için de geçerlidir. Kur'an'da da evrenin yaratılışı, bu bilimsel bulguları tasdik edecek şekilde tarif edilmiştir: "Orada yerde onun üstünde sarsılmaz dağlar var etti, onda bereketler yarattı ve isteyip arayanlar için eşit olmak üze— 59 — ALI BEKTAN re orada ki rızıkları dört günde takdir etti. Sonra, duman halinde olan göğe yöneldi. Böylece ona ve yere dedi ki: "İsteyerek veya istemeyerek gelin," ikisi de: "İsteyerek (itaat ederek) geldik," dediler. (Fussilet Sûresi 10-11) Âyette geçen "duman" ifadesi Arapça da "Duhanun" kelimesidir. Ve bu kelime söz konusu kozmik ve sıcak bir dumanı tarif etmektedir. Katı maddelere bağlı uçan parçacıklar içeren, sıcak gaz halinde bir kütle olan bu duman şekli, Âyette geçen kelimeyle tam olarak tarif edilmektedir. Görüldüğü gibi Kur'an'da evrenin bu aşamadaki

görünümünü tarif eden en uygun kelime kullanılmıştır. Bilim adamları ise evrenin sıcak bir gaz kütlesinden oluştuğunu 20'nci yüzyılda keşfetmiştir. Kur'an-ı Kerîm bize bu bilimsel gerçeği 1400 küsur yıl önce bildirirken, günümüzden 12 bin yıl önce Mu Kıtası'nm kültüründe ve dininde yer alan evrenin yaratılışı bölümünde aynı ifadeleri okuduğumuz zaman Tek Tanrı inancının ve Allah'ın evreni yaratmasının izlerini görebiliyoruz. İki Dinde de Evrenin bir gaz kütlesinden yaratıldığı açıkça yer alıyor. İnsanın yaratılması, Hayatın sudan başlaması konulan Mu İnancında da yer alırken, İslâmiyet'in Kutsal Kitabı Kur'an-ı Kerîm'inde bunu bildirmesi, bizce dünyanın var olmasından bu yana Tek Tanrı İnancının da insanlar tarafından bilinmesi gerçektir diyebiliyoruz. ÇAMURDAN YARATILIŞ Allah Kur'an'da insanın yaratılışının mucizevi bir biçimde olduğunu haber verir. İlk insan, Allah'ın çamuru şekil bedeni haline getirmesi ve ardından bu bedene ruh üflemesiy-le yaratılmıştır. Hani Rabbin Meleklere: "Gerçekten ben, çamurdan bir beşer yaratacağım," demişti. "Ona ruhumdan üflediğim zaman siz onun için hemen secdeye kapanın." (Sad Sûresi 71-72). — 60 — TURKLERVEUZAYLIATALARI Şimdi onlara sor: "Yaratılış bakımından onlar mı daha zorlu, yoksa bizim yarattıklarımız mı. Onları, cıvık -yapışkan bir çamurdan yarattık." (Saffat Sûresi 11) Bugün insan dokuları incelendiğinde, yeryüzünde bulunan pek çok element insanın dokularında da çıkar. Canlı dokuların yüzde 95'i Karbon (C), Hidrojen (H) Oksijen (O), Nitrojen (N), Fosfor (P), ve Sülfür (S)'den dokularda 26 element bulunur. Kur'anın başka bir Ayetinde ise şöyle bildirilmektedir: "Andolsun, Biz insanı süzme bir çamurdan yarattık." (Müminun 12) Âyette "Süzme" olarak çevrilen sülale kelimesi, temsili örnek, öz, hulasa, esas gibi anlamlara gelmektedir. Kur'an'-da 14 asır evvel bildirilenler, modern bilimin bize söylediklerini, insanın yaratüışındaki malzemeleri içerdiği temel elementlerin ortak olduğu gerçeğini tasdik etmektedir. Mu Kıtası'nda bizim atalarımızın sahip olduğu Dinin, Allah'ın Dini olduğunu öğreniyoruz. Burada dikkat edilecek bir konu var. Kur'an-ı Kerîm'de anlatılan olaylar genellikle Ortadoğu-Mısır ve Arap Yarımadası şeklinde geçer. Bu İslâm Alimleri'nin kendi devirleri sırasında Kur'an-ı Kerîm'i tefsir ederken baktıkları düşünce şeklidir. Bir çok olayın o bölgelerde geçtiğini büdirerek tefsir kitaplarını yazmışlardır. Bir çoğu evet de, yalnız Kur'an'da geçen güçlü ve zengin milletlerin Allah'a isyan etmeleri sonucunda yok olmaları bildirilirken, nerede yaşadıkları bilinmemiştir. Bu o devirlerin İslâm Alimleri'nin yeteri kadar bilimsel bilgilerden yoksun olmalarına bağlıdır. Ne zaman bilim gelişti, yeni bulgular elde edildi. İşte o zaman Kur'an'ın bildirdikleri daha iyi anlaşılmış oldu. Allah insanların bilimi öğrenmeleri gerektiğini ve Uzay'a açılmalarını da emrediyor. Çünkü Güneş sistemindeki gezegenlere gidebilirsek, oralarda ki canlı varlıkları, insanları göreceğiz ve Yaradan'ın büyüklüğüne şahit olacağız. — 61 — ALI BEKTAN TÜRKLERİN ORTAASYA'DA ORTAYA ÇIKIŞLARI VE MU KITASI İLE BAĞLANTILARI Ortaasya'da yapılan Arkeolojik araştırmalara göre Altay Dağları ile Savan Dağlan'nın Güney-Batı kısımlarında Klasik Tarih Bilimi tarafından Taş Devri adı verilen çağlardan beri "Brakisefal" ismiyle tanımlanan beyaz bir ırk yaşamaktaydı. Bu ırk bir yandan Tanrı Dağlan Bölgesine yayılırken, diğer yandan da bugünkü Kazakistan içlerine doğru ilerlemişti. Amuderya'nın Güneyi'nde Pamir bölgelerinde, Afganistan, İran, Hazar Denizi'nin Kuzeyi'nde, Kuzey Kafkasya ve Güney Rusya'da Akdeniz

ırklanna yakın "Dolikosefal" bir insan nesli vardı. Altay Dağlan'nın Doğusu ve Güney Sibirya'da ise "Mon-goloid" ismi ile tanımlanan bir ırk bulunmaktaydı. Güney Sibirya da ilerleyen dönemlerde bu beyaz ırkla mongoloid ismi verilen ırkların kanşımmdan yeni bir ırk doğmuştur. Kıta'nın en doğusu'nda ise "Çekik Gözlü San" bir ırk bulunmaktaydı. Aradan geçen binlerce yıl sonra dört temel ırkın birbirleriyle karışımından yeni bir ırk doğmuştur. Özellikle Hun Devleti'nin kurulmasıyla farklı kabilelerin bir bayrak altmda toplanması, bu ırklann kanşımına hız vermiştir. Yazar Bahaddin Ögel kitabında şunları yazmaktadır: "Büyük Hun Devleti zamanında Moğolistan, Baykal Gölü'nün kenarlan ve Kuzeyi Brakisefal Mongoloidlerle kaplıydı. Altay Dağlan'nı baştan başa kaplayan ve bu bölgeye hakim olan ırk ise ta ilk devirlerden beri burada yaşamakta olan brakisefal beyaz ırktı. Türkler'in Ataları muhtemelen bu beyaz ırktan geliyordu. Hun Devleti'nin kurulmasıyla Ortaas-ya bir birliğe kavuşmuş oluyordu. Bu Siyasi Birliğin sonucunda Ortaasya halklan arasında büyük bir kanşma ve kaynaşma da meydana gelmiş oldu. Bu ırk değişimi bilhassa yüzlerin hafif çekik gözlülük karakterine bürünmesinden — 62 — TURKLERVEUZAYLJATALARI anlaşılmaktadır. Nitekim Altaylar'ın Kuzeyi'nde ki halkların yüzünde, hafif çekik gözlülük meydana gelmişti. Çünkü bu bölge, eskiden beri Güney Sibirya ile ile sıkı bir temas halindeydi. Altaylar'ın Kuzeyinde dolikosefal -mongoloidlerle, Brakisefal beyazların karışmasından yeni ve ziraatçı bir kavim meydana gelmişti. Altaylar'ın yüksek bölgelerinde yaşayan brakisefal beyazlar ise Göktürk Devri'ne kadar bozulmadan yaşamışlardı." Mustafa Kemal Atatürk'te Türkler'in Ortaasya'dan dünyaya yayıldıklarım biliyordu ama onun bilmek istediği, Asya'ya nereden geldikleri idi. Bu yüzden Türk Tarih Kuru-mu'nu kurdurmuştu. Derhal çalışmalara başlandı. Bilindiği gibi Tahsin Mayatepek'i Meksika'ya gönderdi. Amerika kıtasındaki Kızılderililerle Türkler'in arasındaki dil ve gelenek benzerliklerini öğrenmek istedi. Vardığı sonuç Kutsal Kitaplarda anlatılan Tufan olayının gerçek olduğu ve Tufan'dan önce dünyamızda gelişmiş iki büyük uygarlığın bulunması oldu. Ayrıca bu uygarlıklar yok olmadan önce dünyanın bir çok yerine göçler düzenlemişlerdi. İki uygarlık Mu ve Atlantis uygarlıklarıydı. Mu'lulann etkisi Ortaasya, Orta ve Güney Amerika kıtalarına doğru olurken, Atlantislilerin etkileri Avrupa, Akdeniz özellikle Yunan ve Mısır uygarlıklarına olmuştur. Bu etkileşim sanat, sosyal, kültürel anlamlarda olmuştur. Mu kıtası Tufan da battıktan sonra Pasifik Okyanusunda yer alan birçok ada parçasını gezdiğiniz de oradaki yerlilerin efsanelerinde "Büyük Tufandan" bahsedildiğini görürsünüz. "Bir zamanlar tüm dünya sularla kaplıyken" diye başlar ve "adalarının bir zamanlar büyük bir kara parçasına ait olduğunu" anlatan açık ifadelerle sürer. Bu adaların en tanınmışı Paskalya Adaşıdır. Dünya çapında tanınması ise yirmi metre çapındaki dev heykellerin ve taşlara oyulmuş tabletlerin üzerindeki yazıtlardır. — 63 — ALI BEKTAN Bu yazıtlardaki ilginç ifade "Atalarımızın ataları tarafından bilindiği bir zamanda, bu ada tüm ülkeyi çaprazlamasına saran düz taşlarla döşenmiş yollarla kaplıydı. Bu güzel ülkede Gökler'in Tanrıları hüküm sürerlerdi." Fakat yazıtta anlatılan yolların bir parçası bugün bile ada da görülmektedir.. Tufandan önceki zamanlarda M.Ö 18.000 1er de Mu Uygarlığı dünyanın her yerine kültürünü taşımaktaydı. İlk olarak Atlantis'e geldiler ve bilgilerini Atlantislilere öğretmeye başladılar. Oradan gelen yetenekli gençler Mu'daki okullarda eğitim görüyorlardı. (Bugün Avrupa ve Amerika'da Üniversite öğrenimi gören gençlerin durumları

gibi) Bu gençlerden bir tanesi Osiris adı ile tarihteki yerini alacaktı. M.Ö'den 18'inci yıllarda yaşamıştı. Biri Himalaya Dağlan'nda, diğeri ise Tibet'te bulunan iki ayrı Naacal Tabletlerinde şunlar yazmaktadır: "Osiris büyüyünce doğduğu yer olan Atlantis'i terketti. Anayurdu Mu'ya gitti. Orada Naacal Okullarından birine girerek din ve kozmik bilimlere ilişkin eğitim gördü. Öğretmenlik payesini kazandıktan sonra ülkesine döndü. Yaşamını, Atlantis halkını aydınlatmaya, doğru yolu göstermeye adayarak, ülkesinde insanın ilk dininin yeniden geçerli olmasına, bozulmuş Atlantis rahip sınıfının tesiri altında biriken yanlış anlayışları, uydurmaları düzeltmeye çalıştı" Bu yazıtlar çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Benim yorumum ise şöyle: Mu Uygarlığı tüm dünyayı etkisi altona almıştır. Atlas Okyanusu üzerindeki büyük adalar topluluğu olan Atlantis büe onlara bağlıdır. Ulaşım hızlı gemilerle ve uçan gemilerle sağlanmaktadır. Bilim ve Teknoloji Mu'dadır. Ayrıca o sıralarda dünyanın bir çok yerinde Avrupa'da ve Afrika'da ilke insanlar yaşamaktadır. Öğrenim görmek isteyenler buraya gelirler, sonra ülkelerine dönerler. Ve Mu Kıtası'ndaki dinin temeli Tek Tann'ya inançtır. Çünkü Osiris ülkesine dönünce dini bozan ve bozulan rahip — 64 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI sınıfı ile mücadele etmiştir. Tıpkı Hazreti Musa'nın Mısır'da Firavun ile mücadelesinde, firavuna rahiplerin akıl vermesi olayı gibi. Osiris Allah inancını yerleştirmeye çalışmıştır. Osiris son günlerine kadar ülkesinin Ruhani Lideri oldu. Halk ona sevgi ve saygıyla bağlanmıştı. Osiris'in ölümünden sonra ismini yaşatmak için onun dinini Atlantis'te yeniden tesis etmeye çalıştığı Mu Kültürü'ne "Osiris Dini" adını verdiler. Ölümünden sonra yerine oğlu Horus geçti. Aradan geçen yüzyıllar sonrasında yoldan çıkan Tek Tann'ya inanmak yerine başka Tanrılara inanan Atlantis ve Mu Kıtaları'run halkları M.Ö on binde olan tufan'da yok oldular ve denizlerin derinliklerine gömüldüler. O zaman şunu rahatlıkla savunabiliriz, dünya var olduğundan beri gelen giden kavimler Allah'a inanmayı ret ettiklerinden ve yozlaşdıkları için yok oldular. Mayalara ait Troana El Yazması Mu ile ilgili şu bilgiyi vermektedir: "İlk felâket tarihin bir parçası olduğunda ve üzerinden bir çok nesiller geçtiğinde, Mu'da depremler başladı. Bütün kıta denizin dalgaları gibi bir indi bir çıktı. Ayağımızı bastığımız yer fırtınaya kapılmış bir ağacın yaprakları gibi savruldu. Sallandı. Şehir enkaz yığınına dönüştü." Cortesianus Kodeksi "Yer bir alçalır, bir yükselir, sağa sola kayarken aşağıdan gelen ateşlerin açılan yarıklardan yukarıya doğru fışkırmalarıyla 4,5 kilometreyi bulan ateş kütleleri oluştu." Arkeolog Schelimann tarafından bulunan Lhassa Belgeleri "Her yam dehşetle haykıran kalabalıkların sesleri doldurmuştu. Gece boyunca karalar ortalarından yarıldı ve parçalandılar. Gökgürültüsünü andıran seslerle ülke dibe gömülmeye başladı. Okyanustan yükselen dev dalgalar dört buyandan hücum ettiler." Mu'dan daha önce göç edenlerin bir kısmı Asya'ya diğer bir bölümü de Orta ve Güney Amerika Kıtası'na gittiler. Yazdıkları taş tabletlerle de kayıp uygarlıklarını yazdılar. İnşa ettirdikleri dev eserlerde de Mu'yu anmayı sürdürdüler. — 65 — ALI BEKTAN Amerika Kıtası'nda bulunan Uxmal Mabedi'nin duvarındaki bir kabartmada şunlar yazıldın "Bu yapı Mu'nun Batı Ülkesi denen toprakların kutsal sırlarımızın doğum yerinin anısmı korumak için inşa edilmiştir." Söz konusu mabetin ön yüzü Batı'ya yani Pasifik Okya-nusu'na bakmaktadır. Meksiko City'nin Güney Batısında Xochiucalo'da bulunan bir piramitteki taş yazıtta ise benzer ifadelere rastlanır: "Bu piramit,

gelecek nesillerin Batı ülkelerinin yok oluşunu ebediyete kadar hatırlatmaları için diktiğimiz bir anıttır." Bir çok Doğu Efsaneleri'nde "Himalaya Dağlan'da dahil olmak üzere, Ortaasya'nın tamamı, bir zamanlar düzlüktü ve verimli, tarıma elverişli topraklar ile kaplıydı. Ormanlar, göl ve nehirler bulunuyordu. Mükemmel inşa edilmiş caddeler. Kervan yolları muazzam mabetler ve binalarla doluydu." Bugün Gobi Çölü'nde Tufan'm tüm izleri ve arkadan gelen kuraklığın belirtileri görülmektedir. Mu'yu keşfeden İngiliz Albay James Churcvvard, Tibet'teki bir mabette bulduğu eski bir kayıtta o günlerin şöyle anlatıldığını açıklar: "Uygurlar'm Başkenti tüm insanlarıyla birlikte İmparatorluğun Doğu yakasının tamamım etkileyen ve her şeyi yok eden bir Tufan tarafından yok edildi." Bu yazıtta bize Tufan'm Pasifik'ten Ortaasya'nın içlerine kadar bir çok yeri etkilediğini göstermektedir. Türkler'in ilk vatanları olan bu topraklarda Tufan öncesinde Mu Kolonilerinden olan Uygurlar büyük bir imparatorluk kurmuşlardı. Başkenti bugünkü Gobi Çölü olan ve sınırları Orta Avrupa'ya kadar uzanan büyük bir imparatorluk kurmuşlardı. Doğal afet sonrası Uygur Kolonilerinden kurtulabilenler İskitler, KelÜer ve bazı Ari Irk Kavimleri olmuştur. Buradaki uygarlık düzeyinin günümüz uygarlığında çok üst düzeyde olduğunu rahatça ifade edebiliriz. O zaman biz Türkler geçmişi beş bin yıla dayanan kabile hayatından ol— 66 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI madiğimiz gibi, dünyaya medeniyet taşıyan bir milletiz. Atalarımızın varmış oldukları medeniyet seviyesine bence bugünkü ne Batı ne de Amerikan Medeniyetleri varmıştır. Bizlerin soyunu kabile hayatına dayandıran ve Atalarımızı göç eden ve tarihe hiçbir katkısı olmayan millet olarak tanıtmayı düşünen Batı'lıların beş bin yıllık geçmişi sürekli olarak önümüze koymaları art niyetlidir. Osmanlı İmparatorluğu dünyada süper bir güç iken Orta Çağ'da Bilime karşı direnen bağnaz kilise yöneticileri'nin "Barbar Türk" imajı bugünde korunmaktadır. Dünya'ya Medeniyeti öğreten ve taşıyan sadece Avrupalılardır diyenler tarih boyunca yaşanan en büyük kanlı savaşları başlatmışlardır, l'nci ve 2'nci Dünya Savaşları'ndan ilkinde 17 milyon, ikincisinde ise 55 milyon insan ölmüştür. Onlar yinede medeniyetin beşiği olarak Avrupa kıtasını görürler. Amerika keşfedilince de oraya medeniyeti yine onlar taşımışlardır. İngilizlerin Amerika ile çok yakın ilişkiler içersinde olması bir örnektir. Batılılar tarih öncesinin uygarlıklarını kabul etmeye yanaşmamaktadırlar, çünkü bir yerde onlar da bu uygarlığa bağlı olduklarını öğreneceklerdir. En basit örneği ile Keltlerden bahsedebiliriz. Tufan sonrası Avrupa'ya göç eden Keltler'in kökenleri, Klasik Tarih Bilimi tarafından açıklanamayan beyaz bir ırktırlar. Tarih öncesinde Galya ve Britanya'da yaşamışlar, büyük bilgilere sahiptiler. Keltlerin bir bölümü M.Ö 6'ncı yüzyılda Anadolu'ya göç ederek bir çok kentler kurmuşlardır. Bu basit örnek bile bizim dünyanın ne kadar önemli bir milleti olduğumuzu göstermesi açısından ilginçtir. Kısacası Ortaasya Dünya'nın Medeniyet Beşiğidir. Bunu taşıyan da Atalarımızdır. — 67 — ALI BEKTAN ATATÜRK KAYIP KTTA MUTU NEDEN ARATTI Mustafa Kemal Atatürk Türkiye Cumhuriyeti'nı kurduktan sonra bir yandan devletin yapılanmasını gerçekleştirirken, diğer yandan da ilginç araştırmalar yaptırıyordu. En fazla merak duyduğu konuların başında Türkler'in kökenle-ri'ni araştırmak geliyordu. Ona göre Ortaasya'nm altında kaybolmuş bir çok medeniyet vardı. Hatta bir akşam Çankaya'da yemek yenirken bir İsveçli Arkeolog'un ileri sürdüğü "Ortaasya'nm altı boştur," tezine şiddetle karşı çıkmış ve yanılıyor demiştir. Atatürk bunu nereden bilmiştir? Onun Or-taasya'ya gidip arkeolojik kazılar yapmadığına göre bu bilgiye nereden ulaştı.

Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde Ata'nm isteğiyle bir çok bilim adamı ve araştırmacı bu konularda çalışmalar yaptı. Yabancı bilim adamları Türkiye'ye davet edildi. Kitapları Türkçe'ye tercüme edildi. 1930 yüında Türk Tarih Kurumu kuruldu. Çok zengin malzemeler ve bügiler ortaya çıkarıldı. Maya Diliyle Türkçe arasındaki benzerlik 1932 yılında emekli General Tahsin Bey, Atatürk'ü ziyaret etti. Maya dili ile Türkçe arasında benzerlikler bulunduğundan bahsetti. Mayalar Meksika'da yaşamışlar, Türkler ise Or-taasya'dan gelmişlerdi. Aradaki uzaklığa rağmen, Atatürk konuyla ilgilendi. Derhal Tahsin Bey'i Meksika'ya elçi olarak atadı. Ona iki dil arasındaki benzerlikleri ortaya çıkarma görevi verdi. Tahsin Bey Meksika'ya gitti. Orada kendisine Amerikalı Arkeolog William Niven'in bulduğu tabletlerden bahsettiler. Maya dilinin kökünün bu tabletlerde olduğu anlaşılmıştı. Türkçe ile Maya dili arasındaki benzerlikler de bu tabletler de aranmalıydı. — 68 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Amerikalı arkeologun ortaya çıkarmış olduğu tabletler Tahsin Beyi şaşkına çevirdi. Eğer bunlar doğru ise bilinen tarih ve bilim tamamıyla yanılıyor demekti. Çünkü Tabletler M.Ö 200.000 ile 70.000 arasında Büyük Okyanus'ta yer almış bir kıtayı haber veriyorlardı. Bu kıtanın adı Mu idi. Avustralya dan birkaç misli büyüktü, yüksek bir medeniyete ulaştıktan sonra deprem ve tufan sonucu battığı sanılıyordu. Acaba Türkler'ir kökeni de bu kıtadan göç edenlere mi dayanıyordu? Hindistan daki Tabletler Tahsin Bey konu ile ilgilendikçe, karşısına yeni bilgiler çıkıyordu. Bu kez kendisine İngiliz Albayı James Church-ward'ın Hindistan da bulduğu tabletlerden bahsettiler. Bunlar da kayıp Mu kıtasıyla ilgiliydi. Churchvvard elli yıllık bir çalışma ile bu tabletleri çözmüştü. Bu konuda dört kitap yazmıştı. Tahsin Bey öğrendiklerini ve ortaya çıkardıklarını Atatürk'e raporlar halinde sundu. Atatürk konuya büyük ilgi duymaya devam ediyordu. Churchward'ın Mu ile ilgili kitapları getirildi. Atatürk derhal emir verdi. 60 kişilik bir tercüme heyeti, Churchvvard'ın dört kitabını Türkçe'ye çevirtti. Fakat kitaplar basılmadı. Daktilo edilmiş metinler halinde, Atatürk'ün önüne kondu. Tercüme edilen metinleri Atatürk'ün dikkatle okuduğu biliniyor. Atatürk insanın yaratılışını anlatan bölümlerle ilgilenmişti. Mu'nun insanlığın ana yurdu olduğunu nüfusunun 64 milyona kadar çıktığını, ilk insanın orada yaratıldığını anlatan satırların altını çizmişti. Atatürk, Mu'da geçen Tanrı kavramıyla da ilgilenmiş, yaratıcının insan aklıyla anlaşılamayacağı, şekillendirilemeye-ceği ve adlandınlamayacağı üzerinde de durmuştu. Tercümelerde Maya dilinin yeryüzünün ana dilinden gelmiş olduğunu, tüm dillerin orada doğduklarını ve anadilin Mu dili olduğunu belirten bölümlerin altını çizmişti. — 69 — ALI BEKTAN Irkların Kökeni Atatürk'ü ilgilendiren bir diğer bölüm, ırkların kökeniyle ilgiliydi. Anadolu'daki ilk insanlar olan Karyanlar'ın asıl vatanlarının, Büyük Okyanus'taki Easter Adası olduğunu anlatan bölüm yine Atatürk tarafından işaretlenmişti. Mu'nun batışını anlatan bölümde Mu halkının "Ra Mu, bizi kurtar," diye bağırmalarını işaretlemiş ve altma "Dernek ki Mu birn ilahtır" notunu düşmüştü. Bir çok Mu kökenli özel isim ve sıfatları, Ata Öztürkçe ile karşılaştırmış, notlar almış. Örneğin Tarlaların Allahı anlamına gelen Bal kelimesinin yanma "Balağmak" (anlamı toprağı kazmak, çukur açmak) notunu almış, Ruhların memleketi Kui cümlesinin yanma "köğü, ailedir" diye yazmış. Bu tür kelime notlan hayli fazla. Bir yerde Mu'nun demokrasi ile yönetildiğini, güneş enerjisinin aydınlatılmada kullanıldığım anlatan

satırları çizmiş. Ve bunlar gibi daha yüzlerce satır Cumhuriyetimizin kurucusu tarafından çizilmiş, işaretlenmiş, sayfa yanlarına notlar alınmış. İncelendiğinde görülüyor ki Ata'yı önce Türkler'in kökeni ve Mu dilinin Türkçe ile bağlantısı ilgilendirmiş. Sonra inançlann ve Mu'nun yönetim şeklinin üzerinde durmuş, üçüncü kitaptaysa çok geniş anlatılan Mu sembollerini, Atatürk Latin alfabesiyle karşılaştırmış. Kitaplar neden basılmadı? Atatürk, James Churcward'ın iki kitabıyla özellikle ilgilenmişti. Kayıp Mu Kıtası ve Mu'nun Çocukları. Bu iki kitap Amtkabir kitaplığında 1301 ve 1302 numaralar ile kayıtlıdır. Kitaplardan çıkarılan, daktilo ile yazılmış çeviri metinleri ise yine Anıtkabir kitaplığında 4 dosya halinde durmaktadır. Atatürk'ün Mu ile ilgili düşüncelerini ve çıkardığı sonuçlan ne yazık ki bugün bile tam olarak bilmiyoruz. Çünkü 1935 yılından sonra sinsice ilerleyen hastalığa ona fazla zaman tanımadı. — 70 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Fakat ortada garip bir olay daha var. 1967 ye kadar Türk Dil Kurumu arşivinde sonra Anıtkabir kitaplığında bulunan bu çeviriler hâlâ basılmamıştır, öylece durmaktadır. Acaba neden basılmadı. Kimler izin vermedi. James Churchward'ın yazdığı Kayıp Kıta Mu ve Mu'nun Çocukları Türkçe'ye çevrildi ve basıldı. Fakat bizim için önemli olan Mustafa Kemal'in aldığı notlar. Onlar gün ışığına çıktığında eminim Türkler'in kökeninin Mu'dan geldiği ispatlanmış olacaktır. Benim şahsi görüşüm Türkiye Cumhuriyeti'ni yöneten üst düzey yöneticilerin bu bilgileri okuduktan sonra inanacakları yönündedir. Biz Tarihin en eski uygarlığına sahibiz ve Dünya ya medeniyeti taşıdık. Ana yurdu bilinen en eski millet olarak Türkleri ve Çinlileri örnek gösterebiliriz. Yalnız Çinliler tarih boyunca kendi topraklarından çıkmamışlardır. Türkler ise Anayurtlarmdan ayrılıp Avrupa, Ortadoğu, Anadolu, Mezopotamya, Mısır ve Rusya'ya gitmişler gittikleri yerlerde büyük medeniyetler kurmuşlardır. Atatürk'e kitapları sağlayan Tahsin Mayatepek Meksika'da araştırmalar yaparken, Maya-Aztek-Inka uygarlıklarının Türklerde kullanılan eşyalara benzer eşyalar kullandıklarını öğrenmişti. Ayrıca davullar ve kalkanlar bizimkilere çok benziyordu. Üzerlerinde ise Ay ve Yıldız sembolleri bulunuyordu. Tahsin Bey tüm çalışmalarını belge ve fotoğraflarla birleştirerek üç cilt halinde Atatürk'e yolladı. Bunların ilk ikisi 1970'lere kadar TDK Kütüphanesinde 56 ve 57 noları ile durmaktaydı. Üçüncü defter ise kaybolmuştur. Bu değerli çalışmalar basılmamıştır. Gerek Churchward'ın kitapları, gerekse Tahsin Bey'in çalışmaları basılıp yayınlandığı zaman Atatürk'ün düşüncelerini belki daha iyi anlayabiliriz. Mu Kıtası Okyanus'un derinliklerinde araştırılmayı bekliyor. Zengin bir uygarlık, tabi bu arada kurucuları kimler. Günümüzün modern teknolojisine, belki de daha fazlasına sahip olan Mu insanlarının Uzay ile bağlantıları hangi durumdaydı. Bunun gibi bir çok soru daha cevabmı bekliyor. — 71 — ALI BEKTAN Ben kitabımda bunları açıklamaya çalışıyorum. Türkler, Ortaasya'da ortaya çıkan Turanlılar ve Ön Türkler'den gelmiyorlar, onlardan önceki Tarih Zamanlarında Mu'dan geliyorlar. Kıta'nın varlığı bana göre M.Ö'den 10 bin yılına kadar geliyor. O tarihte olan Tufan ile 64 milyon insanın yaşadığı kıta Pasifik Okyanusu'nun derinliklerine gömülüyor. Neden yok oldular diye düşündüğünüzde tarih boyunca kaybolan milletlere baktığınızda, onların zenginliğe ulaştıktan sonra bir yozlaşmanın içersine girdiğini, Dini ve Ahlaki çöküntü başlayınca devletin yıkıldığını ve o insanların da yok olduğunu görürsünüz. Mu Kıtası'nda yaşayanlarda tıpkı, diğer milletler gibi yok olmuşlardır. Kurtulanlar oldu. Onların bir kısmı Ortaasya'ya geçtiler, Bir kısmı da Uzaydaki gezegenlere gittiler. Tufan sonrası dünyanın durumunu incelemek için geldiklerinde Atalarımızı gördüler. Onları korumaya

başladılar. Binlerce yıldır da bu koruma devam etmektedir. Atalarımızla ne zaman buluşacağız, derseniz onun da zamanı gelecektir. Buna inanıyorum. — 72 — TURKLERVEUZAYLIATALARI TÜRKLERİN GENLERİ HİTİTLER'DEN MİRAS KALDI Türk insanının kromozomlarını inceleyen genetikçiler ilginç bir sonuca ulaştılar: Türkler'in genetik yapısı Selçuklu-lar'a değil, Hititler'e benziyor. Amerika Long Island'da düzenlenen ve genetik bilimci antrapolog ve arkeologların katıldığı Uluslar arası Genetik Konferansı'nda insanoğlunun Kuzey Afrika'dan dünyaya yayılma haritası yeniden çizildi ve Türkler hakkında da ilginç bir iddia ortaya atıldı. İddiaya göre, Türkler'in genetik özellikleri büyük ölçüde Hititler'den geçme. Tanm Reformunu Türkler Yaptı Dünya gen haritası üzerinde "Y" Kromozomunu inceleyen Stanford Üniversitesi'nden Dr. Peter Underhill, günümüz Türk insanının da kromozomlarını araştırdı. Gen hari-tasıyla, tarihi olaylar arasında bağlantı kurulabildiğini belirten Underhill, Anadolu'nun genetik mirasım tarihsel çerçevede değerlendirdi. Anadolu'nun Avrupa ve Asya arasında göç eden insanlar ve ordular için ana koridor olduğunu belirten Underhill, bu koridorda Selçuklu Türkleri, dilini ve kültürünü 40 bin askeriyle geniş alanlara yaymıştır, ancak 12 milyonluk nüfustan geriye nedense zayıf bir genetik işaret kaldığım gördük diye konuşan genetik bilimci, Cilalı Taş Devrinde gerçekleşen tarım reformunu, Anadolu'dan Avrupa'ya taşıyanların Türkler olabileceği üzerinde durulduğunu da belirtti. Hititler Geç Bronz Çağı'na M.Ö 1500-1100 yıllarına damgasını vurmuştur. Başkenti Boğazköy-Hattuşaş Hititler Bronzu keşfedip bunu alet yapımında kullanarak uygarlıklarını ilerlettiler. Toprak, bitki, fırtına ve güneş gibi doğayı simgeleyen tanrılara inanırlardı. Dilleri Akadca, yazı— 73 — ALI BEKTAN lan da Babil-Asur çivi yazısıydı. Fernand Lequenne, Galatlar adlı eserinde onları şöyle tarif eder: Hititler Kumral, karmakarışık uzun dik saçlı, düz burunlu koca şeytanlar, her an gülmeye hazır, konuşkan baş eğmez insanlar. Ama aile hayatını, çocukları ve onların yaramazlıklarını, hayvanları seven iyi insanlar Galatlar inki gibi kadınları alçak gönüllü gösterişsizdiler. Kocaları onlara büyük saygı gösterirdi. Büyük pencereli evlerin yer aldığı şehirleri yüksek tepeler üzerine kurulmuştu." Hititler veya diğer adıyla Etiler de köken olarak Ortaas-ya'dan gelmekteydi. Meşhur Kavimler göçü nedeniyle Anadolu'ya gelen bu insanlarla akrabalığımız bulunuyor. Genler de bunu doğrularken, kurdukları uygarlık oldukça üst düzeyde idi. Mezopotamya'ya gelenlerle aralarında hem kültür, hem de akrabalık mevcuttu. Çünkü kullandıkları dile baktığınızda Akadca, yazı sistemi Asur-Babıl dir. Yalnız genetik uzmanı şu hatayı yapıyor insanoğlu Kuzey Afrika da dünyaya gelmiştir, diyor bu bence yanlış bir görüştür. İlk insanın varolduğu kıta Mu'dur. Kıtada Tufan da battıktan sonra kurtulanlar Asya'ya göç ettiler. İnsanlık böyle devam etti. Kuzey Afrika ve çevresinde iklim daha önceleri ılımandı ve Sahra çölü yeşillikler içersinde insanların yaşadığı bir bölgeydi. Arkeolojik kazılar sonucunda bu görüş kabul edilmiştir. İklim değişikliği olduğu için bölge çölleşmiş, oralarda yaşayan insanlar başka topraklara göç etmişlerdir. Bence Genetik Bilimci'nin Hititler ile Türkler arasında bulduğu bağlantı dikkat çekicidir. Türkiye de ne yazık ki eski uygarlıkları araştırmak ilgi çekici değildir. Hititlerin bizimle akraba olduğumuzu kabul etmeyen hatta onları red eden insanlarda vardır. Sadece bir avuç insan bu eski uygarlıkları ararlar, kitap yazarlar. Çok kişinin aklına bile gelmez. Ankara Üniversitesi Hititoloji Anabilim Dalı Başkam Profesör Doktor

Aygül Süel "Onlar da bizim Atamız," diyor ve şöyle devam ediyor: "Long Island'da yapılan konferansta yapılan değerlendirmeler için Anadolu'dan bir köy seçilmiş ve — 74 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI o köyde yaşayanlardan DNA örnekleri alınmıştı. Bu sonuçlara göre Türkler'in Hitit soyundan geldiği iddia ediliyor. Hititler Anadolu'da çok uzun süre yaşamış bir kavim. Hint Avrupa ırkından geldikleri tahmin ediliyor. Bir çok geleneğimiz onlardan geçme. Hititler'in torunları olduğumuz muhakkak." Ortaasya'dan göç eden HitiÜer kendilerine yurt olarak Anadolu'da bugünkü Yozgat dediğimiz bölgeye gelip yerleştiler. Modern şehirler kurarak ticarete başladılar. O dönemde en büyük ticaret olayı Mezopotamya Bölgesi, Mısır ve Yunanistan di. Böylece güçlü bir devlet kurdular, yüzyıllarca rahat bir şekilde yaşadılar. Sonuçta Türkler'in Anadolu'ya gelişlerinin 1071'den çok önceleri olduğunu biliyoruz. Örf, gelenek ve adetlerimizdeki benzerlikler bu olayın bence en güzel tarafıdır. — 75 — ALI BEKTAN TÜRKLERDEKİ YA-DA TAŞININ SIRRI Çok eski devirlerden kalma yaygın bir inanca göre: "Türkler'in atalarına göklerden gelen sihirli bir taş armağan edilmiştir. Bu taş her devirde Türk Komutanlarının ve Samanlarının elinde bulunmuştur." Böylelikle atalarımızın istedikleri zaman yağmur, kar, dolu yağdırabildikleri, rüzgâr estirip hatta fırtına çıkartabildikleri ilk defa Çin Kitaplarında yer almıştır. Bu bilgilerde Ya-da Taşı'ndan bahsedilmiyor ama Türkler'in Atalarının istedikleri zaman yağmur yağdırabildiklerini çok açık olarak anlatıyor: "Türkler'in büyük ataları Hunlar'm Kuzey'inde bulunan So sülalesinden idi. Oymağın Başbuğu Ananbu idi. Bunlar yetmiş kardeş idi. Birincisi dişi kurttan türemiş olup adı İçji-ni-nişibu tabiatüstü özelliklere sahipti. Yağmur yağdırıp fırtına çıkartabilirdi." Buna benzer örnekler Çin kaynaklarında da yer almaktadır. M.Ö 449 yılında Ortaasya'da meydana gelen bir savaşta şu olay anlatılmaktadır: "Kuzey Hunlar'm idaresinde bulunan Yüceban ahalisinde öyle kahinler vardır ki, Cücenler'in saldırışlarına karşı durduklarında çok şiddetli yağmur yağdırdılar, fırtına çıkarttılar. Cücenler'in onda üçü sellerde boğuldu, soğuktan kırıldı." Bu olaylar nasıl gerçekleştiriliyor. Ancak Ya-da Taşı denen üstün teknolojik bir aletle gerçekleştirildiğine eminim. Bu aleti de diğer gezegenlerdeki akrabalarımızın verdiğini ileri sürersek mantıklı bir açıklama getirmiş oluruz. Bugün yağmur yağdırma teknolojisi dünyamn bir çok ülkesinde hâlâ kullanılmıyor mu? Mesela bir dönem İstanbul'da su sıkıntısı olmuştu, bunun üzerine dönemin Belediye Başkanı Nurettin Sözen yağmur yağdırma sistemini bilen uzmanları getirterek yağmur yağ— 76 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI dırmışh. Böylece İstanbul'un su sorununa bir çare bulunmuştu. Bu teknolojinin daha ileri bir sisteminin atalarımıza verildiği ve zamanı gelince kullanılabileceğini söylemek, bu sistemi öğretmek mantıklı değil mi? İslâm kaynaklarında da Türklerin bir zamanlar ellerinde bulundurdukları taş, yani Yağmur Taşı anlamına gelen Ha-cer-ül Matar ya da Seng-i Cede olarak isimlendirilmiştir. Bu taşla yakından ilgilenen Araplar olayı doğrulamıştır. İslâm Tarihçilerinden Ibn-ül Faldh'in yazdığı kitapta dönemin Halifesi Memun bu gizemli taş hakkında araştırma yapması için Nuh bin Esed'i görevlendirilmiştir. Nuh Bin Esed, Türkler arasında yaptığı incelemeler sonunda Halifeye bir rapor yazarak bu taş hakkında anlatılanların doğru olduğunu, fakat olayın nasıl meydana geldiğini anlayamadığım bildirmiştir. İbn-ül Fakih tarihi kayıtlarında Horasan Emiri İsmail Bin Ahmet'in,

Ebul Abbas'a anlattıklarına yer vermiştir: "Yirmi bin kişi ile Türkler'e karşı savaşa çıktım. Karşımızda baştan ayağa kadar silâhlı Altmış bin Türk vardı. Bunlardan bir kısmı bizim tarafa geçti. Bunlar bize Türklerin iri dolu yağdıracaklarını söylediler." Biz de onlara: "Sizin kalbinizden küfür hâlâ çıkıp gitmemiştir, böyle işleri hiçbir insan yapamaz," dedik Onlar: "Biz haber veriyoruz, sizi ikaz ediyoruz, onların tayin ettikleri vakit yarın sabahtır ama siz daha iyi bilirsiniz," dediler.. "Sabah oldu Korkunç bulutlar bizim üzerimizi kapladı. Herkes korktu. Müthiş dolu yağdı." Bu olayın benzerleri Eski Türk Mitolojisi içersinde yer almıştır. Tabii ki bu olay modern teknolojinin sayesinde olmuştur. Taşın nasıl kullanıldığından da bahsedilir. Er Gökçe Destanın'da taştan şöyle bahsedilir: "Yanındaki adamlar susadı. Er Kosay'a susuzluktan şikayet ettiler. Er Kosay uzun kulaklı sarı atının altından "Cay Taşını" çekip çıkarttı. Salladı, salladı yere koydu. Havadan yağmur yağdı. Yağmur suyunu içtiler." — 77 — ALİ BEKTAN Abdülkadir İnan "Eski Türk Dini Tarihi" adlı kitabında Ya-da taşından da bahsetmektedir. Gizemli taşın su içine konulduğu, suyun üzerine asıldığı, birbirine sürtüldüğü veya taşın sağa sola hareket ettirilerek sallandığını görüyoruz. Farsça bir şiir Ya-da Taşı'nın kullanılmasıyla ilgili önemli çağrışımları beraberinde getirmektedir. "Şekilli bir taştır ki her ne zaman ona dua edilse göğü yarar ve çokça bulut ve yağmur getirir, bu iş Türkler arasında yaygındır." Bu taşm çok kolay bir kullanıma sahip olduğu açıkça görülmektedir. Gizemli Taş Osmanlı Tarihi içinde de yer almaktadır. Şaban Şifai'nin Padişah 4'ncü Mehmef e yazdığı "Risalei Şifaiyye fi beyani envai ahcar" adlı eserinde bu taşla ilgili anlatılanlar dikkat çekicidir: Hiç bulut olmadığı halde Ya-da Taşı ile yapılan işlemden iki saat sonra bulutlar gökyüzünde görülmeye başlar ve ardından bereketli yağmurlar yağar. Ne kadar gerekiyorsa ihtiyaç olunan kadarıyla yağmuru yağdırmak Ya-da'cının başarısına bağlıdır. Taşlar farklı renklere sahip olabilmektedir. Genellikle siyaha çalan toprak renginde olup üzerinde kırmızı noktalar vardır. Beyaz olup üzerlerinde kırmızı noktalara da rastlanmıştır. Büyüklükleri bir kuş yumurtası kadardır. Dolu afetinden tarlaları korumak için taş yüksekçe bir yere asılır ve ona dokunulmaz. Onu ancak bu işin sırrını bilen yadacüar kullanabilir. Taşların birbirine sürtülmesi ve bir tas suyun içine taşın atılması ile bu işlemler uygulanır. Ancak bu işlemleri sırrı bilen kimselerin yapması gerekir. Aksi takdirde arzu edilen sonuca ulaşılmaz. Taşı suya atmak yeterli değildir. — 78 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Bu anlatımlar sonucunda taşın kullanımının bilgi istediğini gösteriyor. Tarihi kayıtlarda bu taşın sırrını sadece Türk-ler'in bildiğini göstermektedir. Bu sırra vakıf olan atalarımızda bunu kimseye öğretmemişler. Kimyasal ve fiziksel özellikleri üstün olan bu taş veya taşlar nereden Atalarımızın eline geçti. Çünkü kayıtlara göre bir çok Ya-da Taşından bahsedilmektedir. Türkler'in eline nasıl geçtiğini açıklamaya çalışırsak, tufandan sonra Ortaasya'ya gelen Mu kökenli atalarımızın vermiş olduğunu ileri sürebiliriz. Onların yüksek bir uygarlık seviyesine çıktığını bildiğimize göre onlardan kalmış diyebiliriz. Bu arada Türkler'in çok eski dönemlerde Uzayla bağlantıları olduğunu düşündüğümüze göre oradaki bilge atalarımızın verdiğini söyleyebiliriz. Yazar Ergun Candan "Türkler'in Kültür Kökenleri" adlı kitabında Ya-da

Taşının Mu Uygarlığında kullanılan "Kristal Enerji Merkezleri" ile bağlantılı olduğunu ileri sürer. Türk Efsanelerinde çok dikkat çekici bir konu vardır. Asya daki iklim değişiklikleri. Sık sık kuraklık nedeniyle göllerin, nehirlerin kuruması üzerine yeni topraklara göç etmeleri konuları işlenir. O zaman birileri Atalarımıza yardıma olmak amacıyla bu gizemli taşlan getirip vermiş, kullanılmasını öğretmiştir. Böylece ya da taşı sayesinde susuzluktan kurtulmuşlardır. Türkler yine korunmuş olmaktadır. Bu korunmanın günümüzde de devam ettiğini söyleyebilirim. — 79 — ALI BEKTAN ALTAY EFSANELERİNDE YER ALAN UZAYLILAR Türk Mitolojisine devam ediyoruz. Altay Efsanelerinde anlatılan bir olay Türkler ile Uzaydaki dostları arasındaki bağlantıya dikkat çekmektedir. "Yerin yer olduğunda, sular yeri sarardı, ne gök, ne ay, ne güneş, ne de bir dünya vardı. Tanrı uçar, dururdu. İnsanoğ-luysa tekti. O'da uçar, uçardı, sanki Tanrı'yla eşti. Uçar hep uçarlardı, yer yoktu konmazlardı, Tanrı idiler çünkü ondan dolayı yorulmazlardı." Burada anlatılan uçma olayı ancak bir hava gemisi aracılığıyla olabilir. Çünkü normal olarak bir insanın kuş gibi uçması söz konusu değildir. Dünya'nın yer çekimi bilindiği gibi çok kuvvetlidir. Yapılan çalışmalarda havada uçan bir cisim yapmanın ve bunu uçurmanın zorluklan biliniyor. Büyük bir enerjide gerekmektedir. Düşünün Ortaasya'da o dönemlerde yaşayan atalarımız Tanrılar olarak bilinen uzaylı yakınlarıyla birlikte havada uçabiliyorlar. Demek ki onlarda uçan cisimlere sahipler diyebiliriz. Altay Efsanelerinden bir başkası da şunları anlatıyor: "Ne Ay ne Güneş varmış, insanlar uçarlarmış Uçanlar ısı verir, ışık saçarlarmış İnsanoğlu yaşarmış Tanrı'nın göklerinde Ne suç ne günah varmış insanın köklerinde İhtiyaç duymazmış ne ay, ne de güneşe Tanrı'yla yaşarmış yokmuş gerek bir eşe" Bu efsanede anlatılan Tanrı'nın göklerinde anlamından başka gezegenler anlatımı ortaya çıkıyor. Uçanlar ısı verirmiş, ışık saçarlarmış bu tamamen bir UFO anlatımıdır. Efsanenin en ilginç tarafı ise suçun ve günahın olmadığı bir dünyada yaşanmasıdır. Aslında tüm dinlerin temelinde bu var— 80 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI dır. Suç ve Günahın olmadığı bir dünya zaten cennet gibi bir dünya olmaz mı? Olur. Ortaasya'nın en büyük çölü olan Gobi ile ilgili anlatılanlar gerçekliğini koruyor. Gobi ılıman iklime sahip bölge iken içersinde büyük bir göl bulunmaktaydı. Gölün üzerinde bir ada vardı. Çin bilgelerinin anlattıklarına göre bu gölde ki adada mavi gözlü ve sarı saçlı beyaz insanlar yaşıyorlardı. Efsanelere göre bu insanlar olağanüstü bilgilere sahiptiler ve gökyüzünden gelmişlerdi. Bu insanların yaşadıkları bölgedeki insanları eğiterek, uygarlıklarını Geliştirmelerine yardımcı olmaları akla ve mantığa uygun gelmektedir. Bu eğitilenler ise bizim atalanmızdır. Ortaasya'dan sonra Türkler'in ikinci anavatanı Anadolu Topraklandır. Bu topraklarda yaşayan bir çok tasavvuf kişileri de yazdıkları ve söyledikleri ile bir şeylerin haberlerini veriyor. Teorilerimden bir tanesi de Samanyolu Galaksi'sinde 18 bin gezegende canlıların yaşadığıdır. Bu 18 bin Alem düşüncesi sık sık İslâm tasavvufunda da karşımıza çıkmaktadır. Yunus Emre de yazdığı bir şiirinde şöyle bahsediyor: "Adım adım izleri/ Bu alemden içeri On sekiz bin alemi gördüm bir dağ içinde Yetmiş bin hicap geçtim gizli perdeler açtım. Ben dost ile birleştim. Buldum bir dağ içinde Gökler gibi gürledim. Yerler gibi inledim

Çaylar gibi çağladım. Aktım bir dağ içinde Bir döşek döşemişler. Nur ile bezemişler Dedim bu kimin ola. Sordum bir dağ içinde Deprenmedim yerimden. Ayrılmadım pirimden Aşktan bir kadeh aldım. İçtim bir dağ içinde Yunus eydür gezerim. Dost iledir bazarım Ol Allah'ın didarm Gördüm bir dağ içinde." — 81 — ALI BEKTAN 18 Bin Alem tanımının geçtiği yerler İslâmiyetin kutsal kitabı Kur'an-ı Kerîm, Mevlana ve Yunus Emre'nin şiirlerinde. En sonunda da Amerikalı Astronomların yaptıkları bilimsel araştırmalar sonucunda elde ettikleri sonuç: 18 bin gezegende bizden daha ileri uygarlıkların bulunabileceği. Türk Mitolojilerine göre vardığımız sonuç günümüzden binlerce yıl önce Yeryüzü ile Gökyüzü arasmda bir irtibat söz konusuydu. Efsaneler 21'nci yüzyıl teknolojisine uygulandığında ilginç bilgilere ulaşıyoruz. Türkler'in Kültür Kökenleri adlı kitabında Ergun Candan da Sirius Yıldız sisteminden gelen varlıkların Türklerle beraber dünyadaki başka uygarlıkları da eğittiklerini ileri sürüyor. Onların Mu Kıtası'nda büyük bir medeniyet oluşturduklarını belirterek, Türkler'in Kökleri incelenirken bu ihtimalleri de göz önünde bulundurmalıyız diyor. Bu görüşe ben de katılıyorum. Çünkü Türkler'in ilk dini olan Gök-Tann dininin içerdiği kurallara uyan Atalarımızın bu ilk dinindeki inançların İslâmiyet'in kuralları ile paralellik göstermesi dikkat çekicidir. Kur'an-ı Kerîm'de ismi belirtilen peygamberlerin dışında 124 bin peygamberin çeşitli milletlere gönderildiği İslâm alimleri tarafından ileri sürülmektedir. Gelen tüm peygamberler öncelikle Allah inancını, yani Tek tanrı inancını açıklamışlar, sonra dinsel öğütleri vermişlerdir. İyilik yapm, kötülük yapmayın. İnsanlara iyi davranın, hırsızlık yapmayın, haksız yere insan öldürmeyin, Allah öbür dünyada iyilik yapanları mükafatlandıracak, kötü olanları cezalandıracak demişler. İbadetlerin nasıl yapılması gerektiğini söylemişlerdir. Kur'an-ı Kerîm'deki "Allah Şira Yüdızının da Rabbidir," sözü ile İslâmiyet'in Sirius ya da arapça adıyla Şira Yıldız sisteminde yaşayan insanlar tarafından da bilindiği ortaya çıkıyor. O insanlar dünyaya geliyorlar hem bizim Atalarımızı eğitiyorlar, onlara büyük bir uygarlık kuruyorlar, hem de Tek Tanrı inancının yer aldığı dini bildiriyorlar. Öyleyse şu sonuca varıyoruz: 'Türkler'in uzayda ataları var ve onlar bizimle yalandan ilgileniyorlar. Onlar gerektiğinde bize yardım ediyorlar." — 82 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI TÜRK MİTOLOJİSİNDE TEK TANRI İNANCI Türkler'in Ortaasya'da sahibi olduklan dinin Tek Tanrı inancına sahip olduğu daha yeni anlaşılıyor. Ruh ve Ahiret inananın yanı sıra yapılan her işte elde edilen başarının Tengri sayesinde olduğu açıklanırdı ve kabullenilirdi. Ortada atalarımızın dinini anlatan yazılı kutsal bir kitap yoktur. O devirlerden günümüze gelen yazıtlar ve efsaneler sayesinde bunları öğrenebiliyoruz. Sümerlerde Tann'ya Tenri, denilirken Gök Tann ve Yüce Tanrı gibi adlarla da adlandırılması ilginçtir. Gök(mübarek, kutsal, semavi, kutlu) anlamında gelirken Göklerin kutsallığı Türkler de ön plâna çıkmaktadır. Tanrı'yı bir ve üstün, yüce kudret ve kuvvet olarak bilmek ve bütün kainatı onun yarattığı varlıklar olarak görmek ve ona yönelerek yakarmak ve bazan da onun göğün enginliği içinde Bulunduğuna inanmak gibi özellikler göstermektedir. Bazı Tabiat güçleri ilahlaştırılmışsa da her zaman tanrının varlığına inanılırdı. Dünya'nın yaratıcısı tek tann kavram) hakkında İbni Fadlan Oğuzlarla ilgili yazdığı bir kitapta şunu açıklar: Oğuzlar bir haksızlığa uğradıklarını sezdikleri zaman, başlarını göğe kaldırarak: "Bir Tengri.." derler. Şimdi bu düşünceyi incelmediğimiz zaman 20'nci yüzyılda görülen

binlerce UFO olayında temasa geçen bazı kişilere, Uzaylılar Evreni Yaratan Tek Tann'dan bahsediyorlar. O zaman Ortaasya'da yaşayan atalarımızın da aynı düşünceyi paylaştığını görmek İslâmiyet'teki Tek Tanrı inancının binlerce yıl önce var olduğunu göstermektedir. Mitoloji deki anlatımlar içersinde "Gökten inen Ateş Gök Tannsı'nın oğludur" Bu anlatım bize Uzay gemisi bu büyük ihtimalle bir Uçan Dairedir yanan ışıklar içersinde dünyaya inmesi içinden de bize benzeyen insanların çıkmasıdır. Onlar yardım için gelirlerken anlatımlar Gökten inen ateş olarak geçmektedir. — 83 — ALI BEKTAN Mitoloji de yer alan Bilge Kağan'in bir sözü çok anlamlıdır. 716 yılında tahta çıktı. Kendisinden küçük kardeşi Kül-Tegin (Gültekin) ve kayınpederi Tonyukuk ile birlikte ülkelerini başarıyla idare ettiler. 734 yılında zehirlenerek öldürüldü. Bilge Kağan'ın kendi adına diktiği anıtta gelecek nesillere şöyle sesleniyor "BEN GÖĞE BENZER GÖKTE MEVCUD OLAN TÜRK BİLGE KAĞAN'IM" Bu söz benim tezime destek veren anlam taşımaktadır. Göğe benzer gök anlamı, başka bir gezegen anlamına geliyor. Sanki kendisi görevli olarak Türkler'in başına Hakan olarak gönderilmiş gibi bir ifade ortaya çıkıyor. Kağan yazıtlarda neden başa geçtiğini şöyle açıklıyor: "Ben Milletimizin böylesine bitkin ve ümitsizlik içerisinde kıvrandığı bir sırada Allah böyle istediği için ve kendim Türk Milletini kurtarmak için Kağanlık tahtına oturdum. Dağılan milletimi toplayıp, yoksul düşen halkımı varlıklı yap-üm. Arzum ve gayem: Türk Birliğini korumaktı. Bütün Türkleri birleştirerek, aşiretleri millet haline getirdim" "Ey Türk Milleti..." Yıkümış ve yok olmak üzere bulunan milletimi dirilterek nasıl yeniden var ettiğimi bu taşa yazdım. Bu taşı okuyarak gerçekleri bilin. Artık seni yıkmak, seni yok etmek isteyen düşmanlarına aldanmamalısın... Şimdi bu sözleri alın Mustafa Kemal Atatürk'ün ortaya çıkışını ve Kurtuluş Savaşı'nı kazanmasını ve Türkiye Cumhu-riyeti'ni kurmasına kurguladığınızda aym olayı görürsünüz. Bilge Kağan anıtının doğu yönün de şöyle yazıyor: "Ben "Gök Tanrı" gibi gökte yaratılmış 'Türk Bilge Kağan'im sözlerimi işitin. Bu sözler sonunda bizim akrabalarımızın veya atalarımızın bulunduğu gezegenler Samanyolu Galaksi'sinde olma ihtimalini ortaya çıkartmıyor mu? Hatta Yıldız Sistemlerini de sayabilirim. Siri-us, Ülker gibi. Bu kitapta anlatmak istediğim düşünceyi sık sık tekrar ediyorum ama iyice anlaşılmasını istediğim için böyle devam ediyorum. — 84 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI GÖÇ DESTANI, GÖKYÜZÜNDEN GELEN DESTEK Uygur ilinde Hulin adında bir dağ vardı - Bu dağdan Tuğla ve Selenge adlı iki ırmak çıkardı. Bir gece bu iki ırmak arasındaki bir ağacm üzerine Gökten mavi bir ışık indi. İki ırmak arasında yaşayan halk bunu dikkatle takip etti. Mukaddes ışık, ağacm gövdesinde aylarca durdu. Ağacın gövdesi gittikçe kabarıyor: Oradan güzel musiki sesleri geliyordu. Bir gün ağacm gövdesi yarılarak içinden beş çocuk çıktı. Bu çocuklar beş ayrı odacıkta idiler. Ağızlan üstünde asılı birer emzikten süt emiyorlardı. Bunlar ışıktan doğmuş mukaddes çocuklardı. Halk ve Amirler onlara büyük saygı gösterdiler. Bu çocukların en büyüğünün adı Sungur Tigin, İkincisinin adı Kutur Tigin, Üçüncüsü Tükel Tigin, Dördüncüsü Ur Tigin, beşincinin adı Buğu Tigin idi. Bunların Allah tarafından gönderildiğine inanan Uygurlar, içlerinden birini Hakan yapmayı düşündüler. Büyük bir şölen yaparak tahta oturttular. Buraya kadar olan anlatımı teknolojiyi düşünerek çözdüğünüzde Gökten inen mavi ışık'm Dünya'ya iniş yapmış bir Uzay gemisi olduğunu, kabarma olayının geminin kanatlarını açması, içindeki çocukların ise özel olarak Türk Milletine yardımcı olmaları amacıyla gönderildiği

anlamı çıkıyor. Çünkü çocukların hepsi çok zeki ve bir tanesini Hakan yapıyorlar. Bir tür yönetici sınıf ortaya çıkmaktadır. Destanın ilerleyen bölümlerinde felâketlere neden olan Kaya'nın Çinlilere verilmesinin hikayesi anlatılıyor. Aradan uzun zamanlar geçti. Bir gün Uygur tahtına. Yeni bir hükümdar oturdu. Bu hakan Çinlilerle yapılan savaşlara bir son vermek için oğlu Gah Tigin'e, Kiyu Liyen adlı bir Çin prensesi almayı tasarladı. Bu prenses, sarayını Hatun Da-ğı'nda kurdu. O çevrede Tanrı dağı adında başka bir dağ ve onun güneyinde de Kutlu Dağ denilen büyük bir kaya vardı. Çin elçileri, bakıcılarla birlikte geldiler. Onlar kendi aralann— 85 — ALI BEKTAN da dediler ki:Hatun Dağı'nın saadeti bu kayaya bağlıdır. Bu hükümeti zayıflatmak için onu yok etmeli." Bunun üzerine Çinliler prenseslerine karşılık, bu kayanın kendilerine verilmesini istediler. Yeni Hakan yu-t içindeki bu taş parçasım Çinlilere tereddütsüz verdi. Halbuki bu mukaddes bir taştı: Uygur ülkesinin saadeti, bu tılsımlı taşın Türk bütünlüğünün ve yurt severliğinin sembolü olan bu kayanın yurtta kalmasına bağlıydı. O giderse, saadette giderdi. Fakat kolay götürülecek bir kaya değildi. Çok büyüktü. Onun için Çinliler kayanın etrafına odun yığıp ateş yaktılar. Taşı iyice kızdırdıktan sonra üzerine keskin sirke dökerek parçaladılar..Parçaları arabalara yükleyip birer birer Çin'e götürdüler. Bu büyük olaydı: Vatandaki bütün kuşlar, hayvanlar kendi dilleriyle bu kayanın gidişine ağladılar. Yedi gün sonra da Tigin öldü. Memleket felâketten kurtulamadı. Halk rahat yüzü görmedi. Irmaklar kurudu. Göllerin suyu tükendi. Toprak çatladı, yiyecek vermez oldu. Nihayet Buğu Han'ın çocuklarından bir başkası yurda hakan seçildi. Onun zamanında memleketteki ehli, vahşi bütün hayvanların, bütün kuşların, bütün çocukların hatta bütün cansızların "Göç Göç," diye derin üzüntüyle bağırdıkları duyuldu. Uygurlar bu manevi işarete (ilahi emre) uyarak toplandılar. Yurtlarını bırakıp göçmeğe başladılar. Nerede durmak istedilerse bu sesleri duydular. Nihayet Beş Balık'ın bulunduğu yere geldiler. Orada sesler kesildi. Uygurlar burada durup beş mahalle (beş şehir) yaptılar. Adını Beş Balık koydular. Burada yaşayıp çoğaldılar. Bu efsaneyi şimdiki anlayış ile açıklamaya çalıştığımızda "Kayanın" enerji yayan jeneratör gibi bir sistem olduğunu düşünelim. İklimi düzenleyen bu enerji dolu kaya sayesinde veya klima sayesinde insanlar mutlu yaşıyorlar. Çinliler savaşlarda Türkleri yenemedikleri için onları felâkete uğratacak bir şey arıyorlar. Sonunda gönderdikleri prenses sayesin— 86 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI de bu sırrın efsanede Kaya olarak adlandırılan veya ileri teknoloji ürünü, büyük enerji yayan klima olduğunu öğreniyorlar. Sonuçta İklimi düzenleyen bu enerji yüklü kaya parçalanıp, Çin'e götürüldüğünde iklim bozuluyor. Herkes bu yerlerde yaşanmayacağına inanıyor ve kendilerine yeni topraklar arıyorlar. Biz destanı sadece bir kaya parçasının anavatandan götürülmesinin getirdiği felâketler olarak görmüyoruz. Olayın mantıklı bir şekilde açıklamasını yapmak istiyoruz. Bu da 21'nci yüzyıl teknolojisi sayesinde olur. Peki bu sistemi kimler gelip kurmuşlardır. İşte üzerinde durulup, düşünülmesi gereken bir konu da budur. Acaba bu gücü kullanmasını bilenler ve kuranlar salon Mu Kıtası'ndan gelen bilgili kişiler olmasın. Bu mümkündür. Göç olayı Türk Mitolojilerinde sık sık yer alan bir olgudur. Şimdi de Türklerde kutsaliyeti çok büyük olan Bozkurt konusuna gelelim. TÜRKLERDE BOZKURT OLAYI Ergenekon'dan çıkarken Türklere yolu gösteren kutsal varlık Mavi renkli veya mitolojideki tabiri ile Gök tüylü bir Boz-kurftur. Bu

nasıl bir hayvandır? Doğa da mavi renkli bir hayvana, kuşlar hariç rastlanmaz. Bir Bozkurt ya da Bozkurtlar nasıl bu renkte olabilir? Şimdi bu soruların cevabını verelim. Bu Bozkurt'lar Elektronik sistemlere sahip birer robot hayvan olabilir mi? Japonlar birkaç yıl önce hatırlarsanız robot köpek imal ettiler. Verilen komutları uygulayan söz dinleyen bu robot köpekler halen satışta bulunuyor. O zaman Bozkurt'u da aynı kategoriye koyabiliriz. Böyle olunca da destan unsuru olan ve kutsal sayılan bu hayvanların Türklere yol göstermesi akla ve mantığa aykırı gelmiyor. Düşünün ileri derecede termal kameralarla donatılmış, müthiş bir elektronik sisteme sahip olan bu Bozkurtlar kendisine kendilerine verilen komutlara ve sorulan sorulara gerekli cevaplan verebiliyorlar, ayrıca öğütlerde bulunabiliyorlar. Bu tür robot-hayvan tiplerine Bi-lim-Kurgu filmlerinde de bol bol rastlıyoruz. — 87 — ALI BEKTAN Oğuz Destanı'n da Bozkurt'un bir nakarat gibi tekrarlanan vazifesi: Türk Ordularının önünde yürüyerek onlara yol göstermesiydi: Bir sabah vakti, tan ağarırken Oğuz'un çadırına Gök tüylü, Gök yeleli büyük bir erkek kurt girmişti. Burada çadırın içine süzülen bir ışıktan doğmuştu. Burada yine gökyüzünden ışıkla gelen destek söz konusudur. Bu Gökten inen ışık Türk Mitolojisi içersinde sık sık karşımıza çıkar. Erkek Kurt, Oğuz'a: "Ey Oğuz Ben senin ordularının önünde yürüyeceğim," demişti. O yürüyünce ordular da yürümüş, onun durduğu yerde ordular da durarak düşmanla savaşmış ve kazanmışlardı. Bu zaferlerde yine gökyüzünden yardım alınması Türkleri yani bizi koruyup kollayan birilerinin varlığına işarettir. Tabu ki Allah'ın varlığı ve onun gücünün Türk Milletini dünya üzerinde var olduğundan bu yana koruması da unutulmamalıdır. Göktürk Destanları, Türkler'in neredeyse tamamının düşmanlar tarafından yok edildiği bir baskın felâketiyle başlıyordu. Bir rivayete göre Türk soyunu bu büyük felâketten, annesi bozkurt olan bir prens kurtarmıştı. Annesi Bozkurt olduğu için öldürülemeyen bu genç tek basma kalmış Sonra yaz ve kış Tanrıları'nın kızlarıyla evlenmiş ve Türkler, tekrar bu izdivacın çocukları olarak çoğalmışlardı. Bu destanda da karşımıza yine Bozkurt çıkar, ama dikkat ederseniz anlatılan olay Uzaydan gelen ziyaretçilerin ekiple-rindeki kızlarla beraber olunması ve yeni nesillerin yaratılması olayı, Tanrı kızları olarak tabir ediliyor. Bu düşünceyi başka ülkelerin, hatta ilkel kabilelerin efsanelerinde de görürsünüz. Sonuçta Türk Destanlarında gökyüzü ile Dünya arasındaki bağlantılar söz konusudur. Türkler ne zaman zor durumda kalmışsa ilahi bir şekilde yardımlar almışlardır. — 88 — TURKLERVEUZAYLIATALARI TÜRK EFSANELERİNDE TUFAN OLAYI Türk Mitolojisini oluşturan en eski efsanelerde tarihin karanlıkları arasında kalmış sıra dışı olaylar bulunmaktadır. Atalarımızın bize miras bıraktığı bu kültürü bugünkü teknolojik bilgiler ışığında çözmeye çalışıyoruz. M.Ö 10 bin yıl kadar önce dünyayı kasıp kavuran Tufan olayı sonucunda Atalarımızın Kıtası Mu, Pasifik Okyanusu'na gömüldü. Buradaki tüm canlılar öldü. Tufan olayı bir çok milletin veya kavmin kültürlerinde yer almaktadır. Altay Dağlannda söylenen ve günümüzde "Yaratılış ve Türeyiş Destanları" olarak adlandırılan bu efsaneler Ortaasya ve Sibirya'nın en önemli destanlarıdır. Altay Efsanesi Tufan olayım şöyle anlatmaktadır: Yerin yer olduğunda, sular yeri sarardı. Dünya bir deniz idi, ne gök vardı, ne bir yer. Uçsuz bucaksız, sonsuz, sular içindeydi her yer. Tanrı Ülgen uçuyor, yoktu bir yer konacak, uçuyor, arıyordu, bir katı yer, bir bucak. Yoktu Tann'mn hiçbir başında düşüncesi, İnsanoğlunun ise, durmadı hiç çilesi. Kutsal bir ilham ile nasılsa gönlü doldu, kayıptan gelen bir ses, ona bir çare buldu.

Bu efsanede bahsedilen Ülgen, aynı zamanda Ülker ola-rak'ta yorumlanır. O zaman Ülker Takım Yıldız'ı sisteminden gelen bir ziyaretçi olabilir mi? Çünkü Mu Kıtası'nda yaşayan büyük uygarlığın köklerinin Uzaydaki bazı gezegenlerde bulunan halklara bağlı olduğunu düşünüyorum. O zaman Tufandan sonra Dünya'da ki hayatın var olup olmadığını, ne olduğunu anlamak için bir uzay gemisi ile gelen Ülker veya Ülgen'in bu uçuşu efsaneye dönüşmüş oldu. Bizce yorumu çok basittir. Daha önce ziyaret edilen ve oradaki canlılarla temasa geçen bizler, oradaki doğal afeti öğrenince hazırladığımız bir uzay gemisini keşif uçuşu yapmak üzere — 89 — ALI BEKTAN oraya gönderiyoruz. Çünkü o gezegende yaşayan halklar ile daha önceden temasa geçmiş ve bazı çalışmalar yapmış bulunmaktaydık. Ticari ve Kültürel ilişkilerimiz vardı. Sonuçta o insanlara yardım etmek amacıyla bu ziyareti gerçekleştirecek ekibi yolluyoruz. Efsanenin anlatımı buna uyuyor. Afet sonrası ise elimizden gelen her şeyi yapmayı düşünüyoruz. Amaç dünyayı yeniden yaşanabilir hale getirmek çünkü bizde yüksek bir teknoloji var. Başka bir Türk efsanesinde Tufan şöyle anlatılıyor: Yıllan sayılmaz, çok çok eski bir çağmış, gökler delinmiş gibi pek çok yağmur yağmış. Dünya sele boğulmuş, bu şiddetli yağmurla yeryüzü hep kaplanmış, sürüklenen çamurla. Sellerin önündeki çamurlar bir yol bulmuş. Kara Dağcı dağında bir mağaraya dolmuş. Mağaranın içinde kayalar yarılmışmış yarıkların bazısı insanı andınrmış. Kayaların yangı insan kalıbı olmuş, kalıpların içine killer çamurlar dolmuş. Aradan zaman geçmiş, yıllar asırlar dolmuş. Bu yarıklarda toprak sular ile hallolmuş. Bir doğal afet böyle açık şekilde anlatılırken, Yakut Türkleri'ne göre havalar başlangıçta çok soğuktu. Fakat sonradan yavaş yavaş ısınmaya başladı. Bu iklim değişimine neden olan şey efsanede çok açık bir şekilde anlatılmaktadır "ÇÜNKÜ KUTUPLAR YER DEĞİŞTİRMİŞTİR" Peki şimdi Yakut Türkleri bunu nereden öğrendiler. Çünkü bilimsel bir olay ve bunu anlamak için sizin kutuplara sefer yapmanız da yetmez, bunu anlamak için ancak günümüz teknolojisi gerektiği gibi, dünyanın çevresinde bulunan uydular aracılığıyla anlayabilirsiniz. Zaten bir derece dünyanın yörüngesinden çıkması, doğal afetleri başlattığı gibi insanlar kıyametin geldiğini düşünürler. — 90 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Efsane şöyle devam ediyor Uzunmuş bütün kışlar, nedense bir zamanlar Çok da kısaymış yazlar yaz görmemiş insanlar Bir ağaç etrafında gezegenler dönermiş. Dönüş yavaşladıkça ateşleri sönermiş. Bir gün gelmiş ki hepsi çok yavaş dönmeye başlamışlar. Olmuşlar duran tepsi, hep birden sönmüşler. Gezegenler bir iple bağlıymış bu ağaca bir Şaman kılıcıyla dağıtmış her bucağa. Yıldızlar ısınmışlar döndükçe çok süratli, dünyayı ısıtmışlar olmuşlar bir boz atlı. Kutuplar böyle açık ve net şekilde anlatılırken Bir Kuzey-Batı Sibirya Efsanesi tüm bu olup bitenleri kendine özgü kültürü ile şöyle anlatıyor: Tanrı yeni bir dünya yaratmayı özlüyormuş. Yaratmış ama dünya durmadan dönüyormuş. Tanrı'nın elçisi de bir Ana-Tanrı imiş, Onun düşüncesi de azıcık ayrı imiş. Bu dönüş Tanrı demiş: "Birazcık yavaşlasın," sonra kızınca demiş "Artık Tufan başlasın," Sular dünyayı basmış ruhlar dünyadan kaçmış. Uçup gökte gezenler yer dönerken hep şaşmış. Dünya tekerlek gibi hiç durmadan dönermiş. Sonra ateşli sular basınca biraz sönermiş.

Bu efsane Mu Kıtası'nda yaşayanların tufan başladığında gemileriyle yola çıktıkları, afetten kurtulmaya çalıştıkları anlamı çıkıyor. Ruhlar olarak bahsedilen insanlar, uçup gökte gezenler ise uzaylı atalarımız oluyor. Biz dünyanın en önemli milletlerinden bir tanesiyiz. Bunu ırkçılık olarak göremeyiz. Eğer öyle bir şey söz konusu olsaydı, Osmanlı İmparatorluğu dünyanın en büyük devletiyken emri altına aldığı ülkelerde istediğini yapardı. İnsanları İslâm dinine girmeye zorlardı, girmeyenleri ise o topraklardan sürerdi. Yada kılıçtan geçirip yok ederlerdi. Bugün Balkanlarda bulunan bir çok millet varlıklarını Osmanlı'ya borçludurlar. Benim burada vurgulamak istediğim manevi yönden olan güçtür. Biz — 91 — ALI BEKTAN Türk milleti olarak kendi gücümüzün farkında değiliz. Ama Avrupalılar ve Amerikalılar bunu biliyorlar. Bizimle yakından ügilenmelerinin nedeni de budur. Özellikle Amerikalılar bizim köklerimizin nereye kadar uzandığını ve geçmişimizi çok iyi bir şekilde biliyorlar ve araştırıyorlar. Dünya tarihine yön veren Türk Milleti için en güzel sözü Mustafa Kemal söylemiştir: "Ne Mutlu Türküm Diyene," Bu söz kendini Türk olarak gören ve hissedenler için söylenmiştir. Anlamı da daha yeni yeni anlaşılmaktadır. BOZKURT NEYİ SİMGELİYOR?.. Bozkurt eski Türkler'de bir simge olarak ortaya çıkarken, kutsal bir hayvan olarak görülmüş. Tanrı tarafından gönderilen bir varlık olduğu düşünülmüştür. İlginç olan iki nokta vardır. Birincisi rengi Gök rengindedir. Yani Mavi'dir. Mavi renkli kurt hayvanlar aleminde yoktur. İkincisi; gelen bu kurt konuşmaktadır. Oğuz Kağan'a gelip ona yol göstermiştir. Oğuz Kağan da onu ordusuyla birlikte takip ederek gitmiştir. Mantıklı düşündüğünüzde Bozkurt'un veya normal bir kurf un mavi renkte olması ve konuşması mümkün değildir. Ama Kurt efsaneleri çoktur. Ergenekon'dan çıkışta yolu o gösterir, Ordulara kılavuzluk yapar, Hakanlarla, Kağanlarla görüşür. Onlara görünür, akıl verir öğütlerde bulunur. O zaman şu soruyu sorabiliriz: Kurt teknolojik üstünlüklere sahip bir robot mudur. Bu mümkün olabilir. Ayrıca Tarihin ilerleyen bölümlerinde ve Ortaçağ da yapılmış o dönemlere göre gelişmiş robotlar mevcuttu. İslâm Bilginlerinin yazdıkları detaylı kitaplarda ev hizmetleri gören robotlar bile anlatılmaktadır. Konu ile ilgili bir olay anlatalım. Evliya Çelebi Viyana'ya gittiğinde çarşıda gezerken kahve öğüten Türk esirler görünce üzülmüştü. Sahibi ile görüşmek istediğinde şimdi git akşam gel cevabım almıştı. Akşam o dükkâna geldiğinde Osmanlı kıyafetleri içersinde esir olarak gördüğü kişilerin cansız birer robot olduğunu görünce çok şaşırmıştı, o dönemlerde robot üretimi demek ki bilinen bir teknoloji — 92 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI imiş. Bu bahsedilen kurtlarda ileri teknoloji ürünü robotlar ise onları kimler gönderiyordu. O zaman Türkleri koruyan dost insanlar vardı. Türkler ne zaman sıkıntıya düşerse onlara yardım ediyorlardı. Mesela Ortaasya'da ki savaşlarda ağır kayıplar veren Türkler yenilseler bile soylarından birileri sağ kalıyorlardı ve onlara yardım eden canlı ise mutlaka kurt oluyordu. Kurt bence her şeyi bilen teknolojik bir robottur ve amacı insanlara, özellikle de yardımcı olmaktır. Böyle düşünmek mantıklı değil mi? Tabii bu bir teoridir ve mitolojiye birde böyle bakıp yorumlayalım. Mitolojiler üzerine yaptığı araştırmalardan kendisini tanıdığımız Bahaddin Ögel Kurt'un neyi simgelediğini açıklamadan bırakmıştır. Şöyle dikkat çekmektedir: "Biz yanlış olarak Türkler'in "Gök-Börü" yani "Gök-Kurt" dedikleri kutsal kurda "Bozkurt" adını vermişiz. Aslında "Gök" ile " Boz" arasında büyük ayrılık vardır. Türkler'in kutsal kurtlarının rengi gök idi. Çünkü O Tann tarafından gönderilmiş bir elçiden başka bir şey değildi. Tanrı kurt şekline girerek, Türkler'e görünüyor ve onlara başarı yolu açıyordu. Onun için de,

kurdun rengi "Gömgök" idi. Daha sonraları Türkler, gök rengini olgunluk ergenlik ve tecrübenin bir sembolü olarak görmüşlerdir. Kurt efsanesinin dünyanın bir çok ülkesinin kültürlerinde de yer alması ilginç bir gelişmedir. Evrensellik gösteren bu durum, dikkat çekmiştir. EFSANELERDEKİ UZAYLI İNSANLAR Dünya tarihinde ister ilkel olsun, isterse modern şehirler kuran milletler olsun hepsinin efsanelerinde uzaydan gelen insanlara yer verirler. Bunlara Ortaasya'dan başlayıp, Amerika Kızılderililerine oradan Ortadoğu ve Mısır'a kadar her yerde rastlayabiliyoruz-Bizimle akraba oldukları iddia edilen Amerikan Yerlileri'nin efsanelerinde de Uzaylılar vardır. Onlar bir çok konuda yardımcı olmuşturlar. — 93 — ALI BEKTAN Piat Kabilesi Reisi Yanmay: "Eski geleneklerimize göre Kızılderililer yüce ruh Gitchie Manitu tarafından uzayda yaratıldılar. Yüce Ruh çocuklarını barındırabilecek bir yer bulabilmesi için Gök gürültüsü Kuşunu (Thımdenbird) yeryüzüne gönderdi. Gök gürültüsü Kuşu bu toprakları keşfedip Kızılderilileri buraya taşıdı." Delaware'de yaşayan Leni-Lenape Kabilesi'nin yerlileri kendilerine tanmı, avcılığı öğreten uzun sakallı, beyaz tenli, görevi bitince uçup bulutlarda kaybolan bir insana inanmak-talar. Kanada Kızılderililerin folklorunda sık sık tekrarlanan bir inançları vardı: "Yeryüzünde yaşayan insanlar önceden başka gezegenlerde yaşardı. Bütün insanlar uzak dünyalardan gelen halkın torunlarıdır." Kraliçe Charotte Adası sakinleri "Ateş Saçan" Dairelerle yıldızlardan inen yüce bilgelerden "Navajos Yerlileri" Uzaydan gelen, uzun süre yeryüzünde kalan sonradan uzak dünyalarına dönen yaratıklardan söz ediyorlar. Orta Amerika ülkelerinden Guatemala'da Atitlan gölünün kıyılarında yaşamış olan Kişe yerlilerinin kutsal kitabı Popol-Vuh'a göre:" İlk ırktan olanlar her şeyi bilirlerdi: Ufu-ğun dört köşesini,gökyüzünün dört noktasını ve yeryüzünün yuvarlak yüzünü incelerlerdi." Ortaasya'da bizim atalarımızın yaşadıklarının benzerlerini Amerikan Kızılderilileri, Guatemala yerlileri, Mısırlılar, Sümerliler de yaşıyorlar. Smithsonian Enstitüsüne göre Eski-molar on bin yıl önce Moğolistan'dan Grönland'a göç etmişlerdir. Önemli olan hangi nedenle Ortaasya'dan kopup buzlar diyarına yerleşmeleridir. Eskimolarm folklorunda yer alan bu olayda kendilerini "Çelik Kanatlı Kuşlar" taşımışlardır. Taşıyanlar ise Uzaydan gelenlerdir. Buradaki dikkat edilecek konu şudur: Mu Kıtası'nın batış tarihidir. O afet olurken,dünyanın iklimi de değişmiştir. Bu arada Grönland daha ıhman bir iklime sahipti ve insanları oraya götürmek da— 94 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI ha akıllı bir iştir. Uzaydan inenler insanlara yardım ediyorlar,uygarlık kurmaları için gerekli desteği veriyorlar. Belli bir süre sonra da dünyadan ayrılıp gidiyorlar. Araştırmalarımız sonucunda ortaya iki gezegen ikide yıldız sistemi çıkmaktadır.Gezegenler Mars ve Venüs olurken, yıldızlar ise Sirius (Şira) ile Ülker yıldızı olmaktadır. Sanki oralarda da bizim atalarımız mı yaşıyorlar. Bence olabilir. İlkel kabileler bu kişileri Tann yerine koyarak bir statü vermişlerdir, ama biz modern dünya insanı olarak onlarında bizler gibi birer insan olduklarını anlıyoruz. Mezopotamya Uygarlıkları tarih sahnesine tıpkı Mısırlılar gibi aniden çıkmışlardı diye daha önce bahsetmiştik. Buradaki Kentler büyüktür ve birer devlet gibi özelliklere sahiptir. Babil de bulunan altın tabaklara kazılmış metinler gökten inen ve bilgili insanlar tarafından verilmiştir. Sümerlilere göre bazı yıldızlar simge olmuştur. Marduk (Mars) ile Ninurta (Sirius) ve Ülker Takımyıldızı önem kazanmıştır. Bu gelenler Ateş Saçan Araçlarla gökyüzünde hareket ederler. (Uzay Gemileri)

ilginç silâhlar kullanırlar. İnar-ma havada yükselip düşmanlarının evlerini göz kamaştırıcı bir ışınla kasıp kavurur (lazer ışını ile ateş edilmesi) gib iör-nekler günümüz teknolojisi ile açıklanabilir. Yalnız gerekmedikçe bu silâhların gerekmedikçe bu silâhların kullanılmadığım da söyleyebiliriz. Gelen uzayhlar Sümerlileri eğitmişler, tarımı ve madenciliği öğreterek bir çok bilgiyi vermişlerdir. Sümerlilerde tıpkı Ortaasya'daki atalarımız gibi bu bilge kişilerin dünyalı kızlarla evlendiklerini ve onların çocuklarının olduğunu yazıyorlar. Sümerliler kim? Bizim atalarımız kökleri Asya'ya kadar ulaşan bir millet böylece onlarla akrabalığımızda ortaya çıkarken, ayrıca Uzaydaki diğer atalarımızla da akraba olmuş oluyoruz. — 95 — ALI BEKTAN TÜRK MİTOLOJİLERİNE GÖRE UZAYDAN GELEN ATALARIMIZ Türk Mitolojisi içersinde Göklerin hangi yöresinden geldikleri, nasıl türedikleri açıklanamayan yere inmiş insanlar ve yaratıklar vardır. Eski Türk Hanlarından da bazıları gökten yere inmiş, öldükten sonra yine geldikleri yere dönmüşlerdir. Bunların içinde güneşten de gelenler vardır. Çin Hanedanı Sienpiler de ilk hükümeti kuran 'Tan Şe Hu Vang" Babası olduğu halde annesi bir gün gök gürlerken göğe bakmış, bu sırada gökten ağzına bir dolu tanesi düşmüş, kadın bundan gebe kalmıştı. Böylece bu hükümdarın da ilk hayat maddesi gökten inmiş oluyordu. Bugün teknoloji tıp alanında o kadar ilerledi ki kadınların kısırlığı üâçlarla tedavi edilirken, sunî döllenme yoluyla da kadınlar hamile kalabiliyorlar. Bu efsanede görüldüğü gibi Tan Şe Hu Vang'ın annesi de basit bir operasyon geçirerek hamile kalmıştır. Hulin Dağı'nm üstündeki ağaca ışık inerek ağaç gebe kalmış, beş çocuk doğurmuştur. Ağaç Türk Mitolojisinde çok önemli bir yere sahiptir. Onların ağaç dedikleri şey dünyaya inmiş bir füze veya kapsül olamaz mı? Ay'dan dönen füzeler de Okyanus'a indiler ve içindeki astronotlara oradan alınıp gemilere nakledildiler. Buğu Tekin'in odasına gökten nur içinde bir kadın inmiş ve ona İlâhi, Tanrı buyruğu olan bazı öğütler verdikten sonra gitmiştir. (İşte bir ışınlanma olayı daha) Kutsal olarak kabul edilen Yeşim Taşı'da gökten inen bir Nur'dan meydana gelmiştir. Türk Kahramanı Alp Er Tonga'nm İranlıların düşmanı olan Zini Ga^ı öldürmesi üzerine gökten Altun Yaruk denilen ışık Türk Kahramanın üzerine inmiştir. — 96 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Yakutların folklorlarında Işıldayan Arabalarla yıldızlardan inen insanlardan söz edilmektedir. Çinli Profesör Tchi Pen Lao'nun açıkla malan ilginçtir. "Bir deprem sonucunda Çin'deki Kun Ming Gölünde yükselen piramitlerde görülen silindir biçimli uçan gemiler yaklaşık olarak 45.000 yıl öncesine kadar bilinmeyen yüksek uygarlığa sahip bir ırkın o çevrelerde yaşadığı görüşünü desteklemektedir. İşte Mu Kıtası'nın varlığına destek veren arkeolojik bir keşif daha. Başka Milletlerdeki uzaylıların torunu iddialarına Japonya'da da rastlıyoruz. Hokkaido adasında yaşayan Aynus Kabilesi kendini bu insanların torunu olarak sayar. Pasifik'teki Paskalya Adası'nm yerlileri de Uzayın Efendilerine inanırlardı. Onların kendilerine her konuda yardım ettiğini söylerler ve akraba olduklarını iddia ederler. Mu Ka-tısa battıktan sonra kurtulan bu insanlar hayatlarını ancak ilkel bir şekilde binlerce yıl boyunca sürdürmüşlerdir. — 97 — ALI BEKTAN ALMANLAR'LA ARAMIZDAKİ BENZERLİKLER ALMANLAR DA SÜMERLİLERİN SOYUNDAN GELİYORLAR?

l'nci Dünya Savaşı sonrasında Almanya kanşılıklar içerisindeydi. İktidar kavgalarının yaşandığı 1920'lerde Vril adlı bir örgüt ortaya çıktı. Bu örgüt Alman Milliyetçiliğini savunurken gizemli araştırmalar da yapıyordu. İlginç görüşlerin yer aldığı tezleri arasında bulunan Almanlar'ın nereden geldikleri bölümü bizi ilgilendiriyor. Vril Örgütünün tezine göre "Çok eski devirlerde yaşayan eski insanlar boğa takım yıldızı'nın ilk yıldızı olan "Aldeba-ran"dan dünyaya gelmişlerdir. Bunlar Sumi- er veya (Sümerler) olarak bilinirlerdi. Bu sebepten Babil'in sembolü "Kanatlı Boğa" idi. Diğer bir deyimle Aldebaran'hlar Sümerlilerdi. Yani onların ataları idi. Gerçekten de sümer lisanı binlerce yü boyunca Mezopotamya ile sınırlı kalmıştı. Ve bu lisan yeryüzündeki hiç bir dil gurubuna girmiyordu. Vril Örgütü okültistleri Aldeba-ran'dan medyumsal haberler almaya başlamışlardı. Bu haberler Sümer Lisanından geliyordu. Bu gelen yazıların deşifre edilmesi 13'ncü yüzyıldan beri Güney Alman Tapmakçıla-rının elinde bulunan bir tapınakçı belgesinin de çözülmesine neden oldu. O güne kadar bu belgenin Fenik Lisanında yazıldığı sanılıyordu. Fakat daha sonra gerçek ortaya çıktı. Yazı "Aldebaran" lisanında yazılmıştı. Bu bilgiler ışığında Bavyera Tapınakçılarının büyük üstadı Koch'un eski evrakları yeniden incelenmeye başlandı. Yapılan araştırmalar sonucunda Koch ve arkadaşlarının "Alde-baran"hlarla (uzaylılarla) temas kurdukları anlaşıldı. Muhtemelen bunları öbür taraftan alınan mesajlar zannetmişlerdi. Bu görüşler sonrasında Aldebaranhlarda teokratik temellere dayalı bir çeşit Nasyonal Sosyalizm hakimdi. Bu sebeplerden — 98 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI dolayı Aldebaranlılar'ın "Boğa Takım Yıldızının Almanları" olduğu anlaşıldı. Bu tezler 1923-1933 yılları arasında ortaya atılmıştı. Çalışmaya katılanlar şu isimlerden oluşuyordu: 1. Dr. Schumann (Aynı zamanda Thule örgütü üyesi uzay uçuş makinası fikir babası). 2. Künkel Koch (Tapmakçıların büyük üstadı. H.Koch'un aynı soyadını taşıyan torunlarından). 3. Rudolf Hess (Hitler'in en yakın silâh arkadaşı. 1941'de İngiltere'ye Chucill ile buluşmaya gitti. Tutuklandı. 1987 yılında hasiphanede öldü). 4 Kiss. 5. V. Schauberger (Avusturyalı mucit-mühendis). 6. H. Himmler (Hitler'in en yalan çalışma arkadaşı). Adolf Hitler'in konuyla ilgili bu toplantılarda olmamasına rağmen konuşulanlardan haberi olduğu anlaşılıyor. Bütün bunlardan sonra şunu söyleyebiliriz: Vril, Aldeba-ranlı ışıklı insanların dini idi. Alman halkı da Aldebaranlı Sumi-er veya Sümerlilerle doğrudan akraba idi. Gerçekten Sümerliler Ortaasya'dan Mezopotamya'ya göç eden bir millet idi. M.Ö. 13 binden gelenler büyük bir uygarlık kurdular. Kral yazıtında daha önce de belirttiğimiz gibi "Kraliyet gücü bize göklerden geldi," demeleri bu bağlantıyı açıklamaktadır. Yalnız burada bir mesele var: Almanlar kendilerinin kökenlerini Sümerlilere oradan da Aldebaranhlar'a dayanırken, Türkleri akraba olarak kabul etmiyorlardı. Ortaasya ırklarını en alt sınıf olarak kabul eden Nazilerin Türk olan Sümerlilerle kendilerini bir tutmamaları ilginçtir. 2'nci Dünya Savaşı sırasında Edirne sınırına kadar Alman Birlikleri Türkiye'ye saldırmamıştır. O tarihlerde Hitler için — 99 — ALI BEKTAN tn acil olan şey Boğazların kontrolü idi. Çanakkale ve istanbul Boğazlarını kontrol ederek askerlerini Rusya'ya daha çabuk göndermek istiyordu ama bu kadar şiddetli ihtiyaca rağmen saldırmaması, belki de Hitler'in Aldebaranlılardan izin almamasından mı

kaynaklanıyordu?.. Mustafa Kemal daha 2'nci Dünya Savaşı çıkmadan önce birgün Sovyet Elçiliğinde verilen davette "Dost ülkeye saldırmak isteyenlere boğazlardan geçiş izni vermeyeceğiz," demesi savaş sırasında ortaya çıktı. Boğazlar Alman Orduları için çok önemli idi. Tnule Örgütün'den biraz bahsedelim: Baron Rudolf Von Sebottendorf "Germanen Orden" üyelerinden bir gurup oluşturdu. Bu guruptan da 1918 yılında Bad Aibling de "T uie Örgütü ortaya çıktı. Gurup, Golden Dawn (Altın Şafak) pratiklerinin yanısıra Tantra, Yoğa Doğu meditasyonlan, bilimsel büyü, astroloji, okültizm ve tapınakçılar bilgisi ile siyaseti birleştirmeyi plânlamıştı. Üyeler İIu İştar kutsal metinlerine inanıyor ve geleceğin meşininin Almanya'da ortaya çıkarak, bir Alman kültürünün gelişmesine yardımcı olacağına inanıyorlardı. Daha sonra örgüt ikiye ayrıldı. Ezoterik (Batıni) bölümünün önderliğini Rudolf Steiner, Exoterik (Dış) bölümünün önderliğini ise Adolf Hitler üstlenmişti. Hitler daha sonra Steiner taraftarlarını yakalattı, bazılarını öldürttü. En önemli öğretileri şunlardı: 1. Aria-cermen dinsel yapı VVihinei. 2. Guido Von List'in felsefesi. 3. Hans Horbiger'in (Buzul Dünya Öğretisi) 4. Eski Ahid'in (Tevrat) karşıtı olan ilk Hıristiyanlık (marcionculuk). Bu örgüte daha sonra Hitler'in tüm silâh arkadaşları, bakanları, Nazi Partisi'nin üst düzey yöneticileri, Almanya'nın önde gelen bilim adamları üye olmuşlardı. — 100 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI ALDEBARAN "7 SÜREYYAYI TAKİP EDEN" Aldebaran Arapça karşılığı "7 Süreyyayı takip eden" anlamındadır. Bu Alfa Boğa Yıldızına verilen addır. Aralık 1919'da Thule mensupları Berchtesgaden yakınlarındaki Ramsau'da bir orman evinde toplandılar. Aralarında meşhur medyum Maria Orsitsch ve Sigrun adlı başka bir bayan medyumla birlikte deney yaptılar. Maria hiç bilmediği bir tarzda ve lisanda mesajlar almaya başladı. Bu mesajlarda uçan bir makinanm yapımı ile ilgili teknik bilgiler vardı. Maria ve Sig-run'un aldığı telepatik mesajlar Vril örgütünün dogmaları halinde getirildi. Bu mesajlar dünyadan 68 ışık yılı uzakta olan Aldebaran Güneş sisteminden geliyordu. Aldebaran güneşinin çevresinde iki gezegen bulunuyordu. Bu iki gezegen "Sümer İmparatorluğunu meydana getiriyordu. Bu güneş sisteminde efendiler ışıklı Tanrısal insanlar (Aryanlar) ve diğer muhtelif insan ırkları bulunuyordu diğer ırklar mutasyona uğramışlardı ve zihinsel olarak biraz daha geri bulunuyorlardı. Sonuçta Aldebaran güneşi büyümeye başladığında mutasyona uğrayanlar atalarının sahip olduğu uzay yolculuğu teknolojisi kendilerinde olmadığından dolayı gezegeni terk edememişlerdi. Aşağı ırklar, efendilerle birlikte gezegeni terk etmişler ve diğer yaşanabilir gezegenlere gitmişlerdi. Bu ırk farklılığına rağmen ırklar arasında karşılıklı bir saygı ve hürmet vardı. Hiç biri diğerinin yaşam alanına tecavüz etmezdi. Dünyadakinin aksine olarak Tanrısal insanlarla, diğer ırklar birbirlerinin haklarına saygı gösterirlerdi. Işık Saçan insanlar güneşin ısısının artması üzerine gezegenlerini terk etmek zorunda kalmışlar, güneş sistemimize gelmişlerdi. Önce Mars'ı kolonize ettiler, ve Mars'taki piramitler, kanallar ve yüz bu uygarlığın izleriydi. Dünyaya geldikleri zaman "Sümerliler" olarak biliniyorlardı. — 101 — ALI BEKTAN Vril örgütü mensuplan bu mesajları incelerken, eski sü-mer dilinin Aldebaran Lisanına ve Almancaya çok benzediğini keşfettiler. Ve böylece örgütün gündemine acilen "Uçan Disk" UFO yapımı meselesi girmişti. Tibetli Rahiplerle temasa geçen örgütün bildiğirdiğine göre rahipler bu ırk ile teması sağlıyorlardı. Aldebaran'lı Aryan ırk

kısmen dünyanın içinde (Buzul çağında yerleşmişlerdi) yaşıyordu. Bu yeraltı imparatorluğu Agarthi (Cermenler Asgard olarak biliyor) adıyla tanınıyordu, mensuplarına da Arianniler deniliyordu. Aldebaranlılar'dan elde edilen bilgilerle yeni denizaltı tipleri geliştirildi. Mükemmel silâh sistemlerine sahip bu denizaltılar 2'nci Dünya Savaşı'na damgalarını vurdu. V. Hel-sing 1995 yılında eski bir Reich donanması subayı, Aldeba-ranlılarm kendilerine bizzat yardım ettiklerini açıkladı. Bunlar; Subaym tarifine göre onlar 2.10 metre uzunluğunda, badem gözlü, açık beyaz tenli, uzun sarı saçlı insanlardı. Bu insanlar bütün vücutlarını kaplayan tek parça düğmesiz ve fer-muarsız giysiler giyiyorlardı. Alman süper denizaltıları Schauberger teknolojisi ile donatılmıştı ve denizaltılara yüksek sürat temin eden bu üstün sürücü güç Aldebaran'dan gelmişti. 2/5/1945'de yani Almanya kayıtsız şartsız teslim olmadan altı gün önce Norveç Kristiansund'dan 120 adet yeni tip Elektro-U Boote denizaltısı ve muhtelif denizaltılar yola çıkmışlardı. Bunlardaki mürettebat genç kızlar ve genç erkeklerden oluşuyordu. Ayrıca Alman Reichl'nın yönetiminde yeralmış önemli şahsiyetler bulunuyordu. Bunların arasında üç bin tonluk yeni denizaltı tipleri vardı. Bu denizaltılar denizin altında 75 deniz mili sürat yaparken, yeniden kazanılan oksijen sayesinde yıllarca su altında kalabilme imkânları bulunuyordu. Kuzey Deniz'ne yönelen denizaltı filosu müttefiklerin dikkatini çekmemişti. U-234 nolu denizaltıda görev yapmış bir Alman Subayı Tümgeneral Remer, Hitler'e Komplo ve ihanet adlı kitabında bizlere şunları açıklıyor: Tokyo'ya doğru yola çıkan denizal— 102 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI h Almanya'dan 23.03.1945 tarihinde ayrıldı. Denizaltının yükleri arasında: 12 adet mayınlarda kullanılan çelik silindir, Almanlar'm saldın ve savunma amacıyla geliştirdikleri en son buluşları, yüksek ve düşük frekans tekniği ile ilgili araştırmalar, roketler ve roket savunma teknikleri ile ilgili, Nükleer enerji ve atom tekniği ile ilgili en son buluşların mikro filmleri vardı. Gemi Amiral Döntz'in 13 Mayıs'taki emri gereği Amerikalılara teslim olduğu zaman, Amerikalı tim başkanı U-234'ün komutanına şöyle demişti: "İncelediğimiz mikrofilm malzemelerinden şu sonucu çıkardık. Almanya teknik yönden, biz batılı müttefiklerden en az 100 yıl ilerde." Irak Savaşı'nı gazetelerden okuduk ve televizyonlardan seyrettik. Amerikanların füze teknolojisinin ne kadar gelişmiş olduğunu fark ettik. Acaba Amerikan Füze teknolojisinin temel bilgileri bu denizaltıda ele geçirilen teknolojik bilgiler olabilir mi? O zaman kitapta ileri sürdüğümüz teori anlam kazanır. Sonuçta Almanların elde ettikleri teknoloji de Uzaylı bir ırktan alınmış olmuyor mu? Aslında UFO yapımı ile ilgili bilgilerde olabilir. 1946/1947 KIŞINDA AMİRAL BYREKUN GÜNEY KUTBU OPERASYONU Almanlar 1938 yılında Güney ve Kuzey Kutbuna Kaptan Alfred Ritter yöretiminde keşif gezileri düzenlenmişti. 1946/1947 kışında Amerikalı Amiral Byrd Güney Kutbuna sözde büimsel bir operasyon düzenledi. Bu hareketa 4 bin asker, 6 helikopter 6 Martin PBM uçağı, 2 Deniz uçağı 13 Amerikan lojistik destek gemisi ve bir uçak gemisi ve çok sayıda paletli ve tırtıllı makina teçhizatı katılmıştı. Misyon ABD Deniz Kuvvetleri tarafından yürütülüyordu. Medyaya hiçbir bilgi verilmemişti. Araştırmalar sürerken meydana gelen kazalar sonucu uçaklar, helikopterler düştü. Askerler kazalarda öldü. Aranan neydi. Aranan gizli bir Alman üssü ve yeraltı şehri idi. Yeraltında büyük bir şehir olarak plânlanan bu — 103 — ALI BEKTAN şehirde Aldebaranlılar ile birlikte Almanlar da bulunuyor olabilirdi. Bu yeraltı şehriyle birlikte uçan gemileri de ele geçirmek isteyen Amerikalılar perişan olarak operasyondan döndüler. ABD Donanması pilotlarından David Bunger'in tuttuğu notlara göre şubat 1947'de VVilkesland'ın Quenn Mary sahilleri üzerinde uçarken,

300 mil karelik bir buzsuz alan keşfetmişlerdi. Bunger'in ifadesine göre bu alandaki göller sıcak su ihtiva ediyordu. 6 Ekim 1977 tarihli Times, Bunger'in raporunu şu sözlerle tastik ediyordu Antartika buzlarının altında 17 göl bulundu. Amerikan bilim adamlarının raporlarmda kutup üzerinde kimliği meçhul cisimler ve ışıklar görüldüğü büdirilmiş-tir. Dr. Wüliam Bernard tarafından yayınlanan Byrd'ün anılarında: Onun uçağının kutuptaki bilinmeyen bir kristal kente uzun boylu sarışın insanlarca uzaktan komuta edilerek indirildiği anlatılır. Bu insanlar ona dünyanın Arianni bölgesinde yaşadıklarını ve Flugelrad (Uçan Disklere) sahip olduklarım göstermişlerdi. İlginçtir ki bu sarışın ve uzun boylu insanlar Almanca konuşuyorlardı ve kültürlerinin binlerce yıllık olduğunu söylüyorlardı. Bu insanlar dış yüzeydeki insanları gözlüyor ve kontrol ediyorlardı. ABD ve Sovyet Hükümetleri 40 seneden süredir belki de daha uzun bir zamandan beri gizli Nazi Üstlerini biliyorlardı ama nasıl başa çıkacaklarını bilemiyorlardı. Bilemedikleri için de ört bas ediyorlardı. Nazilerin Kutuptaki gizli üslerinde dost oldukları bazı dünya dışı varlıkların yardımları sayesinde Nazi uzay araçları çok gelişmişlerdi. Diğer galaksilerden gelen ziyaretçiler AlmanlarTa aynı düi konuşabildikleri için gayet iyi anlaşmışlardı. Amerikan Başkanı Eisenhover ile görüşen Uzaylıları düşündüğümüzde, Almanların da dünya dışı varlıklarla temasa geçip onlardan teknolojik yardım almaları insana mantıklı gelmektedir. Fakat onlar işin içine ırk teorilerini de koyun— 104 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI ca olay farklılaştı. Buna bir de Hitler'in l'nci Dünya Sava-şı'nın intikamını almak için başlatmak istediği savaşı da koyunca Reich çöktü. Peki Almanlar savaşı 5 yıl daha geç baş-latsalardı bugün ne olurdu, bugün dünyada bir Alman İmparatorluğu olur, Amerika'nın esamesi bile okunmazdı. Ruslar Berlin'e girdiklerinde burada karşılaştıkları Tibetli Rahiplerin neden orada olduklarını düşünemediler. Bence Nazilerin Uzaylılarla temas etmediğini düşünürsek, ortaya o zaman şu soru çıkar. Bu kadar bilgiyi nasıl ele geçirdiler ve tekniği nasü geliştirdiler. Belki de Tibet'teki yeraltı kentlerinde bulunan kitaplıklardan gelen bilgilerle silâhlar yapıldı. Tibetli Rahipler de bunları getirip Almanlara sundular. Böyle bir şey olamaz mı? O zaman her iki teoride de yüksek bir teknolojiden gelen bilgilerin kaynağının dünya olmadığı ortaya çıkıyor. Aslında Almanlar 1933-1945 yılları arasında dünyanın en ileri teknolojilerine sahiptiler. Savaşın seyrini değiştirecek silâhları zamanında yetiştirmeye vakit bulamadılar. Mesela füzeler, kıtalararası nükleer füze gibi projeler erken yapılamadı. Yalnız ellerinde UFO'lar olduğunu Amerikalılarda kabul ediyorlardı. Ele geçirmek istediler olmadı. Bugün Amerikan Ordusunun Uçak ve Füze sistemlerini neden geliştirmek istediğini uydular aracılığıyla dünyayı kontrol etmek istemeleri nereden kaynaklanıyor. 21'nci yüzyıl insanlıkla birlikte müthiş olaylara ve teknolojik gelişmelere hazırlanıyor. AĞRI DAĞI'NDA ALMANLARIN BULDUĞU UFO 1937 Temmuzunda Hitler ve Göring'in emirleri ile her çeşit doğaüstü, bilimsel, dinsel ve okült objeleri incelenmek üzere dünyanın dört bir tarafına araştırma timleri gönderildi. Araştırılan cisimlerden biri de kutsal kitaplarda adı geçen Hz. Nuh'un gemisi idi. Gemi için Türkiye ve İran arasındaki dağlarda araştırma yapan tim, Dicle Nehri kenarındaki bir köyün yaşlılarından hayli ilginç bir hikâye duydu. Bu hikâyeye göre 200 nesil evvel esrarengiz parlak bir ev gökten çok — 105 — ALI BEKTAN gürültü çıkararak yere düşmüştü. Bir zaman sonra köyden köye yolculuk yapan bir şahıs bu esrarengiz cisimle karşılaşmıştı. Şahsın ifadesine göre, cisim ıslık gibi bir ses çıkarmakta ve dokunulmayacak kadar sıcaktı. Ayrıca pis bir koku da yaymaktaydı. Bu hikâye araştırmayı yürüten tim tarafından derhal Almanya'ya bildirildi. Bir ay sonra

bölgeye iki araşür-ma timi daha gönderildi. Bölgeye gelen bir gurup bilim adamı, Hitler'in savaş makinasının "Özel Silâhlar" bölümünün öncüleri idiler. Bu gurup evi aramaya koyuldu ve aradıkları ile karşılaştılar. Onu sağlam bir vaziyette buldular. Bu "dünya dışı" bir geminin ilk ele geçirilişi oldu. Disk 25 metre çapında ve 8 metre yüksekliğinde idi. Gemi girişi olmayan metalik bir görünümde idi. Gemi dış güçlere karşı da oldukça duyarlı idi ve toprağın bir kaç metre üstünde havada yüzer gibi duruyordu. Ayrıca en ufak bir dokunuşla hareket edebi-li yordu. 1938 aralık ayında disk Almanya'nın en önde gelen bilim adamlarının toplandığı Münih'in kuzeyinde bir yere getirildi. Etraftaki dağlann çevrelediği bir tuz madeni, diski araştırma ve gerekirse üretmek için gerekli tesisler haline dönüştürüldü. Yapılan tetkikler neticesinde geminin, dünyadaki herhangi bir devletin çok gizli silâhı olamayacağı anlaşıldı. Nazi bilim adamları kısa zamanda gemi ve işleme sistemlerini anlamakta başarılı oldular. 1941 Temmuzun da Almanya Bilim Adamlarından biri ABD'ye kaçıp, bildiklerini anlatmasaydı, kimse Hitler'in neye sahip olduğunu ve onunla ne yapmak istediğini bilemeyecekti. 2'nci Dünya Savaşı sonunda Ruslar'dan hızlı davranan ABD askeri istihbaratı "Oz" kod adı altında Nazi tesislerini ve yukarıda adı geçin diski ele geçirdi. Disk derhal ABD'ye yollandı. Fakat diğer yandan Sovyetler de altı ay sonra esir aldıkları Alman büim adamlan vasıtasıyla, Almanların ele geçirdiği dünya dışı diskten haberdar oldular. — 106 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI ALMANLARIN UFO ÇALIŞMALARI VE UZAYA GÖNDERİLEN GEMİ Almanlar UFO şeklindeki yani disk biçiminde uçaklar yapmaya çalıştılar. Ortaya RFZ-1 ve RFZ-2 adlı uçaklar çıktı. 1934 yılı Haziran ayında uçmaya başlayan bu uçakların hızları o dönemlere göre çok fazlaydı. Mesela Almanyadan kalkan bir RFZ- Amerika'ya dört saatte ulaşibiliyordu. Hitler savaşın sonlarına doğru bu uçaklarm varlığını öğrenince kendisine daha önce bildirilmemesine çok öfkelenmiş ve 1942 yılında bu teknik ile Amerika'yı bombalardık demiştir. 1930'lu yılların ortalarında Almanya teknoloji alanında çok ileride idi. En süratli otomobillere, uçaklara ve ilk televizyona sahipti. (1936 Olimpiyatları esnasında) ilk sesli film yapılıyor ve ilk jet uçağı deneme uçuşunu yapıyordu. Uzun menzilli roketler geliştiriliyordu. Bilinmeyen bir şey vardı o da konvansiyonel teknikle işleyen bir "Uçan Daire" ilk deneme uçuşunu başarıyla gerçekleştirmişti. V-7 şifresi altında gerçekleşen UFO 24 bin metre yüksekliğe kadar çıkıyordu. Sesten hızlı uçabiliyordu. Eski bir KGB ajanı olan Rus yazar Vladimir Terziski'nin "Close Encounters of the Foo Fighter Kind" adlı kitabındaki iddialara göre Naziler bu yüksek teknolojiyi Peenemünde ve Bavyera Alplerine düşen dünya dışı varlıklara ait araçları geliştirerek elde etmişlerdi. Aynı yazara göre Almanlar daha o zamanlarda yeraltında üstler kurarak, dünya dışı varlıklarla beraber araştırmalar yapmışlardı. Avusturyalı bilim adamı Viktor Schauberger (1885-1958) Naziler için 1938-1945 yıllan arasında bir seri uçan diskler icad etti. Bir çok uçan daire kayıtlara göre uçmuştu. — 107 — ALI BEKTAN HAUNEBU TİPİ UÇAN DAİRELER Nazi Almanyası iddialara göre elektromanyetik özel cihazların ürettiği, antigravitasyonun etkisi ile işleyen uzay gemileri projelerini gerçekleştirmişti. Dr. Schuman başkanlığında gurup 1945 başına kadar 17 adet disk şeklinde 11,5 metre çapında uçan daireler yapmıştı. Bu uçan daireler 84 test uçuşundan sonra Vril-1 adıyla uçmaya başlamıştı. Ha-unebu adı verilen modeller ise üç tipte üretildi. 25 metre çapında olan Haunebu saatte 4800 km sürat yapıyordu. 2'nci tipi 26 metre çapında idi ve saatte 6000 km sürat yapıyordu, üçüncüsü ise 71 metre çapında idi ve saatte 7000 km sürat

1 Ali Bektan - Türkler Ve Uzaylı Ataları ONSOZ Türklerin kökeni nereye dayanıyor? Bu soru sorulduğunda herkez Ortaasya'dan geldik, oraya dayanıyor diyor. Peki Orta asya'ya nereden geldik. Yoksa mağara adamı iken evrim geçirerek mi modern insan olduk? Bu sorulan ilk defa soran kişi Mustafa Kemal oldu. Kaybolan efsanevi Kıta Mu'yu araştırdı. Sonuçta bu kıtanın tarihi M.Ö 70 bin ile 200 bin yıl öncesine dayanıyordu. Dünyanın en gelişmiş uygarlığı idi ve medeniyeti her yere taşıyordu. Batılı bilim adamları ömürleri boyunca, Türkler'in beş bin yıllık kabile hayatından geldiğini iddia edip bizi de buna inandırmaya çalıştılar. Böyle olunca bizlerin ilkel insanlardan farkı kalmamış oluyor. Bu teoriyi Türkiye'de rededen bir çok yazar ve bilim adamı var. Ben bu kitapta Türkler'in Atalarının kurdukları Mu uygarlığı sayesinde uzay yolculuklarını yaptıklarını ispatlamaya çalıştım. Daha da ileri giderek bugün başka gezegenlerde akrabalarımız olduğunu iddia ediyorum. Ortaasya'daki Türk efsanelerinde anlatılan olayları inceleyip bunları 21 'nci yüzyıl teknolojisine uygulayınca ortaya atalarımızın teknolojik yardımlar aldığını göreceksiniz. Bu desteğin geliş noktası efsanelerde gökyüzü, benim tabirimle uzay olmaktadır. Sanki birileri hep Türkler'e yardımcı olmuş, onları kollamış gibi bir izlenim ortaya çıkmaktadır. Sümerliler Türk'tür. M.Ö yılında yazılan bir Kraliyet yazıtında "Krallık gücü bize gökten indirildi," derken bu gücün yüksek teknolojiye sahip uzaylı akrabalarımızdan olması akıla mantıklı gelmiyor mu? ABD'li bir bilim adamının da Mezopotamya'da kurulan Sümer uygarlığım uzaylıların kurduğunu ileri sürmesi hayli dikkat çekicidir.

2 Bugün Samanyolu'nda bulunan yıldız sistemlerinde başka canlıların olduğu inancını dünyada milyonlarca insan paylaşıyor. Kısacası evrende sadece bizim dünyamızdan başka bir yerde hayat yoktur demek, hayalden öteye geçemez. Kuran-ı Kerim'in yanı sıra İslamiyeti anlatan kitaplarda başka gezegenlerde hayatın olabileceği bildiriliyor. Kur'an'da ki Gök Ehli veya Gök halkı tabirlerinin uzaylıları anlatıyor olması ilginçtir. Böylelikle akıllı varlıklara işaret ediliyor. Peygamberimiz Hazreti Muhammed S.A.V den nakledilen hadislerden birinde 18 bin alemden bahsedilmesi, ABD'li astronomların Samanyolunda bizden daha akıllı veya bizim gibi dünyaların benzerinin olacağının rakamını 18 bin olarak bildimeleri dikkat çekicidir. Kuran-ı Kerim'de bildirilen bir çok bilginin bilim dünyası tarafından kabul ediliyor olmasını da unutmamak lazım. Kitapta aynca Türkiye'deki Ufo olaylarının yanısıra ABD'li-lerin yaptığı çalışmalara da yer verdim. Mesela ABD Başkanı George W. Bush galaksideki akıllı varlıklarla temasa geçilecek çalışmalar için önümüzdeki beş yıl için üç milyar dolarlık bir parayı Amerikan bütçesine koyuyorsa, biz de bu araştırmalara bir an önce başlamalıyız. En kısa zaman içinde Türk Uzay Ajansı'nın kurulması ile bu tür çalışmalar da önem kazanacaktır. Hergün Anadolu Semalarında birçok Ufo olayı görülürken çok azı Medya'ya yansıyor. Bu kadar sık ziyaretimize gelen uzaylı akrabalarımızın bizi yalnız bırakmamış oluyorlar diyebilirim. Kitabı okuduktan sonra inanıp inanmamak okuyucularıma kalmıştır. Yorum onlarındır. Tarihten Önceki Uçaklar Havacılık Tarihi ilk olarak Daedalus ile oğlu Dcarus'un uçmaya çalışmaları ile başlar. Bilim Dünyası öyle kabul ediyor. Baedalus'un oğlu İkarus kendine balmumundan kanatlar yaparak gökyüzünde uçmaya başladı. Ne yazık ki ikarus çok yükseklere havalanınca kanatlan güneşten eridi. Delikanlı denize düşüp öldü. Böylece ilk havacılık kazası ve ölümü de gerçekleşmiş oldu. Bu olayı yalnızca efsane olarak görmek yanlıştır, çünkü İkarus o dönem Dünya üzerinde Tanrılar olarak kabul edilen Uzaylılara özenmişti. Zeus ve diğer Tanrıların ya da uçuş ekibinin üstün teknoloji ile yaptıkları her şey birer olağanüstülük göstermiştir. İlkel insanlar da bunları gördükçe onları Tanrı yerine koymuşlardır. Ondan beş bin yıl sonra çalışmalara başlayan VVright Kardeşler havacılık teknolojisi içersinde uçaklar yapıp, uçma deneylerine başlamışlardı. Yıllar önce tv'de gösterilen Uzay Yolu Dizisindeki bazı bölümlerde, eski Yunan Tanrılarının Dünya'ya gelen bir araştırma ekibi olduğu ve Dünya insanlarına, uygarlıklarım geliştirmek için yardımcı oldukları ifade edilmişti. Aslında dizinin içersinde bazı gerçekler vurgulanmaktaydı. Bu görüşü kuvvetlendirecek en önemli bilgiler Antik Çağda Yunan Medeniyeti'nin sıçrama yapması, Uzay ve Dünya hakkındaki şaşırtıcı bilgilere Yunanlıların sahip olmalarıdır. Günümüz teknolojisi ile elde ettiğimiz tüm bilgilere o zamanlar ulaşan Yunanlılar bunları nereden aldılar derseniz, bunu ancak o zaman uzaylıların dünyamıza geldikleri düşüncesi ile açıklayabiliriz. Uzay Yolu dizisi gösterildiği ülkelerde raiting rekorları kırarken insanoğlu'nun da ufkunu genişletti. Biz M.Ö'den binlerce yıl önce kullanılan uçakların ve Hava Araçlarının kayıtlarına devam edelim. Keşiş Roger Bacon'ın eserlerinin birinde anlaşılamayan bir ifade yer almaktadır: "Buna benzer uçan makinalar eskiden kalmadır ve günümüzde de yapılmaktadır." 13'ncü yüzyıl da böyle bir iddianın ileri sürülmesi gerçekten şaşırtıcı değil mi? Bacon ilkin uçan makinaların kendinden önceki zamanlarda var olduklarım, sonra da kendinden önceki zamanlarda da bulunduklarını söylüyor. Bu inanılmaz iddialar bizim tarih öncesinde ileri derecede gelişmiş bu varlıkların var olduğunun kanıtlarından bir tanesidir. Grek Tanrısı Hermes ya da öbür adıyla Merkür ayağına kanatlı sandallar başına da kanatlı bir başlık giyerdi. Bunlar sayesinde havada büyük bir hızla uçabilirdi. Buna söylence deyip geçemeyiz, çünkü bu tür uçuşlar günümüzde de gerçekleşiyor. İstanbul'da Çırağan Sarayı'nda bir otomobil tanıtımı şovu yapılmıştı.

3 Astronotlar gibi giyinen bir adam sarayın bahçesinden havalanarak, boğazın üzerine doğru uçtu. Geniş bir kavis çizdikten sonra yeniden saraya yöneldi ve bahçeye kurulan büyük podyum üzerine indi. Bu görüntünün Hermes'in uçuşundan pek farkı yoktu. Binlerce yıl önceki efsane gerçek oldu. ÇİN KAYITLARINDAKİ HAVACILIK BİLGİLERİ Çin kayıtlarında Havacılık ile ilgili ilginç ve çarpıcı kayıtlar bulunmaktadır. M.Ö 2200 yıllarında Çin İmparatoru Sun, yalnız uçan bir araç yapmakla kalmayıp, yanına bir de paraşüt eklemiş Onun bu başarısı Daedalus ile aynı tarihlere rast geliyor. M.Ö 1766 İmparator Çeng Tang bilgin Ki-Kung-Si'ye havada uçabilen bir araba yapmasını emretti. Si İmparatorun emrine uyarak bir uçan araba yaptı ve denemek için arabayla Honan Vilayetine kadar uçtu. Daha sonra İmparator aracın yapım sırrının düşmanları tarafından öğrenilebileceğinden korkarak uçan arabayı ortadan kaldırttı. O zamanm hükümdar ve bilginleri böylesine ileri havacılık bilgilerini nereden elde etmişlerdi. M.Ö 3'ncü yüzyılda yaşayan Çin şairi Çu Yuan yeşim taşından yapılma bir araba içinde Gobi Çölünün en yukarılarından, tepeleri karlı Kun Lun Dağlan'na doğru uçuşunu anlatır. Anlatımı bir şairin kurduğu hayallerden çok bir bilim adamının gözlemlerini andırmaktadır. Dördüncü yüzyılın ilk başlannda da Ko Hung'un bir yazısından Çin'de Helikopter bulunduğunu anlıyoruz: "Kimileri jujube ağaamn gövdesinin iç yanındaki keresteyi kullanarak uçan arabalar yapıyorlar. Bu aracı hareket ettirmek için de pervanelere öküz derisinden kayışlar bağlıyorlar." Şantung ilinde M.S 147 yılından kalma bir lahdin üzerindeki oyma, bulutların en üstünden uçan ejderhaların çektiği bir arabayı gösteriyor. Çin folklorunda uçan arabalarla ilgili birçok öykü bulunuyor. HİNT DESTANLARINDAKİ UÇAKLAR VE HAVACILIK BİLGİLERİ Havacılık Konusu Hint Efsanelerinde ve kitaplarında da bolca yer alır. Sanskritçe'de "Vimana Vidya" yani uçan gemileri yapıp yönetmek diye bir deyimin varlığından anlıyoruz ki, o dönemlerde somut olarak uçaklar veya uzay gemileri vardı. Hintlilerin klasik kitaplarından olan MAHABHARAT adındaki Hint eserinde "Yanan demirden yapılma, kanat takılı bir uçan arabadan söz edilir." Uçak mı Uzay gemisi mi? Ramayana'da Vimana'nm tanımlanması şöyledir: Lombozları ve kubbesi olan iki katlı tekerlek biçimli bir uçan araç. Bunun "Rüzgar hızıyla" uçtuğu ve uçarken "Tatlı uyumlu" bir melodi çıkardığı söyleniyor. Vimana kullanacak olan pilotların çok iyi eğitilmiş olmaları gerekiyordu. Vimana'nm yaptığı manevraların havada durup hareketsiz bekleyebilmek gibi özelliklere sahip olduğu anlatılıyordu. Ramayana bize Vimana'nm nasıl bulutların en üstüne yükseldiğini anlatıyor. O yükseklikten bakılınca Okyanus küçük bir su birikintisine benziyormuş. Pilot okyanusun kı-yısıyla ırmakların deltalarını görebiliyormuş. Vimana'lar uçmadıkları zamanlarda "Vimana Gri ha" denilen hangarlarda saklanılmış. Bunlar sanmsı beyaz bir sıvıyla işlermiş. Savaş, yolculuk ve eğlence için kullanırlarmış. İnsan bu ayrıntı zenginliğine şaşmaktan kendini alamıyor. Bu teknik bilgiler bir Alfan Çağadan kalan mirasa benziyor. Eski Hindistan'da altı genç erkek havalanıp uçarak yeniden yere konabilen bir balon yapmışlardı. Pantaçantra kitabı bu tarih öncesi "Zeplin" konusunda ayrıntılı bilgi verir. Bundan anladığımıza göre balonun girintili-çıkmtılı bir kontrol sistemi, yüksek bir uçuş hızı ve manevra yeteneği varmış. Eski Hindistan'ın Pantaçantra kitabı yitik bir teknoloji kitabı mı acaba? Bizce olabilir. Eski Sanskrit yazıları iki smıfa ayrılır: Man usa adını taşıyan ve gerçeğe dayanan belgelerle Day-va denilen mitolojik ve dinsel yazılar, belgesel sınıftan olan Şamara Suradhara, havacılığı ciddi ve ayrıntılı olarak ele alır. Ve her açıdan, tüm inceliklerine ve derinliklerine inerek işler. Bu kitapta uçan araçların inşanı anlatan ve inşam şaşkınlıktan sersemleten iki yüz paragraf bulunmaktadır. Neler Neler anlatılmıyor ki. "Havalanış, binlerce kilometreyi kapsayan sürekli uçuşlar, normal ve zoraki inişler, hatta uçakların kuşlarla çarpışma durumu." Bunlar birer hayal ürünü olabilir mi. Bizce imkansızdır. Bakın Çin ve Hindistan ile Ortaasya arasındaki bağlantı çok önemlidir. MU Kıtası'ndan kurtulan

4 Bilge kişiler ellerindeki bilgiler sayesinde bu uçan gemileri mi yaptılar, yoksa Uzaydan gelen atalarımız ellerindeki teknolojiyi mi paylaştılar, iki teorimiz de akla ve mantığa uygun gelmektedir. Yoksa siz bu teknolojik basanları ve olayları nasıl açıklarsınız? Altın Çağ gibi bir dönem yaşandığı sözkonusu olunca, bu sefer de şu mesele ortaya çıkıyor. Altın Çağ'da günümüzden farklı olmayan bir şekilde yaşayan insanlar varsa ve bugünkü teknolojiye benzer teknoloji gelişti ve büyük uygarlıklar kuruldu ise, peki onlar onlar bu bilgileri nereden aldılar. Dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyoruz: Bilginin kaynağı neresi veya kimler. Bu arada; zamanımızın en modern insanları olarak kabul edilen Avrupalıların yaşadığı kıtadaki insanlar mağaralarda yaşıyorlardı. İlkel insanların yaşadığı bir Avrupa ve modern insanların yaşadığı Asya, Çin ve Hindistan. Fakat bilimin el değiştirmesi ile durum tam tersine döndü. Bizim Türk efsanelerinde anlatılan olaylardaki kahramanlar ve onlann yaptıkları işler Çin ve Hint destanlarındaki olaylarla paralellik gösterir. Asya Kıtası arkeolojik olarak yeterince incelenmemiştir. Tv'de bir süre önce İpek Yolu Dizisinde gösterilen kentlerin gelecekte daha geniş bir şekilde kazılması ve arkeolojik araştırmalar yapılması, Türkler'in ne kadar ileri bir medeniyete sahip olduğunu gösterecektir. Bir an önce Türk Arkeologlarının Asya'ya giderek, oralarda kazı yapmalarım diliyorum. Böylece ilk atalarımızın göçebe olmadıklarını açıkça ispat etmiş oluruz. Biz Asya'da binlerce yıl boyunca ileri bir medeniyet hayatı yaşarken aynı tarihlerde Avrupalılar mağara adamı olarak yaşantılarını sürdürüyorlardı. Bizi göçebe olarak gösterip barbar damgasını kolayca vurmak isteyen Batılılar bu görüşlerimizi reddetmektedirler. Mustafa Kemal Atatürk'ün İsveçli Arkeolog'un "Asya'nın altı boştur," sözüne itiraz etmesi ve bilakis Asyanın altında büyük uygarlıklar yatıyor demesi oldukça dikkat çekicidir. Atatürk bunu nasıl biliyordu, gidip aylarca süren kazılar mı yapmıştı tabii ki değil, O'da okuduğu bazı kitaplardan ve elde ettiği belgelerden öğrenmişti bunu. Mustafa Kemal'in Çankaya Köşkünde gizli bir kütüphanesinin bulunduğu ve burada birçok kitabının olduğu biliniyordu. Türkler'in köklerini araştıran o büyük Lider MU Kıtası ile ilgilenen ilk isimdi. Meksika'ya yolladığı Tahsin Ma-yatepek'in gönderdiği raporları yorumladıktan sonra bazı araştırmalar yaptı. Sonuçta Mustafa Kemal Atatürk'te Türkler'in kökenlerinin Mu Kıtasına dayandığına inanıyordu. Ben de onunla aynı görüşü paylaşırken çalışmayı daha da ileri götürüyorum. Biz Dünya toplumlarına uygarlıklar götüren bir milletiz. Mezopotamya, Anadolu ve Mısır'da ki uygarlıkları kuranlar da bizleriz. Dünya'mn en önemli ve büyük milletiyiz diyebiliriz. Bu konularda biraz daha geniş düşünmek zorundayız. Araştırmacı olmalıyız. Bilime gereken değeri vermeliyiz. Bizler sürekli olarak reddetmek şunu yapmışız. Reddetmek. Araştırma yapmaktan kolaydır. Bu düşünceyi bir kenara atıp çalışmalara başlamalıyız. ANTİKÇAĞ'DA UZAY BİLGİLERİ VE ASTRONOMİ M.Ö 12'nci yüzyıl astronomlarından Çu gibi bilginler güneş tutulmalarını hiç yanılmaksızm önceden hesaplayıp, haber verebiliyorlardı. Tarih kitaplarında yer alan bu bilgilerden ayrıca Ay tutulmalarının da önceden haber verebiliyorlardı. Çin Panteon'un kahramanlarından olan Nan-Çi Hsien Weng'in bilmeceye benzer bir lakabı vardı. Güney Kutbunun Yaşlı Ölmezi. Bu kişi M.Ö 1122 yılında Çin Generali Çiang-Tzu-Ya'nın yardımcılığında bulunmuştu. Üç bin küsur yıl önce Çinli bilgeler "Güney Kutbundan" söz ediyorlardı. Bunlara göre dünyanın küre biçiminde olduğunu bilmeleri, akla bu bilgilere nasıl sahip oldukları sorusunu getirmiyor mu? Çanh Heng M.S yuları arasında yaşadı. Onun açıklaması "Dünya bir yumurtadır, ekseni de Kutup Yıldızını gösterir," şeklindedir. Eski bilgeler Uzay ve Dünya konusunda bu kadar detaylı bilgilere nasıl ulaştılar. Bu düşünceler ancak 20'nci yüzyılda Astronomi bilimi geliştikçe ortaya çıkıyordu. Eskiler havada uçabilen araçlara sahiptiler. Bu Hava araçları bazı özel seçilmiş kişilerde bulunuyordu. Dünya'yı geziyorlar, hatta uzaya çıkabiliyorlardı. Bu araçlarla bilimsel çalışmalar yapabiliyorlar, Dünya ve Uzay hakkında bilgi sahibi oluyorlardı. Ayrıca Uzaydaki başka gezegenlerden gelen ziyaretçilerle temasa geçiyorlardı. Onlar sayesinde bu bilgilere sahip olabiliyorlardı. Her iki olayda da Uzay bağlantısı dikkat çekiyor. Bu iki düşünceyi kabul etmediğimiz

5 zaman tek mantıklı açıklama kalıyor. Antik Çağda bilim çok ileri idi, bu çağ'da yaşayan insanlar günümüz teknolojisinden daha ileri bir teknolojiye sahipti ve bu kişiler yaptıkları çalışmalarla günümüzün bilim adamlarından daha ileriydiler. Ve binlerce yıl önce bu modern uygarlıklar, doğal afetler sonucunda yok oldular. Tufan gibi felaketlerden kurtulabilen bilim adamlarının eldeki bilgileri kullanarak* bir şeyler yapmaya çalıştıkları fark ediliyor. Tarih sahnesine birden bire çıkan medeniyetler daha derin araştırılmalıdır. Mesela Mısır Uygarlığı, Mezopotamya Uygarlığı şaşırtıcı derecede çok gelişmiş uygarlıklar olarak tarih sahnesine bir anda girmişlerdir. Kristof Kolomb o uzun meşhur yolculuğuna çıkmadan önce dünya ile ilgili yazılmış tüm kitapları okumuştu. Bu okuduklarından yola çıkarak; sonunda Batı yönünde bir rota tutturarak Doğu'ya varmanın mümkün olacağını düşünmüştü. Bugün Madrid müzesinde bulunan bir mektubuda Amerika'nın kaşifi tuhaf bir düşünce belirterek "Dünyamızın hafifçe armut biçiminde olduğunu" ileri sürmektedir. Yapay uydular dünyamızın gerçekten de az-buçuk armutumsu olduğunu son yıllarda ortaya çıkardılar. Kristof Kolomb bu gerçeği eski bir kitaptan öğrenmediyse nereden biliyordu? Dünyamızın esrarengiz uydusu Ay ile ilgili bilgiler Antik çağ da çok yer alıyordu. Hint Destanı Surya Siddhata'da "Ay'a ışınlar sağlayan parlak güneşten" söz edilir, bu ifade Ay'ın ışığının güneşten geldiğini gösterir. Yunanlı düşünür Parmenides ay konusunda şunları demişti: "Gecelerimiz ödünç alınma ışığıyla aydınlatılıyor." Bu da güneş ışınlarının ay yüzeyinden yansımasının bir ifadesidir. Empedokles "M.Ö " aynı düşüncede idi. "Ay Dünya'nın çevresinde dönen ödünç alınmış bir ışıktır." Bizim ay gezilerimizden 2500 yıl önce Demokritus, Ayın yüzeyindeki lekeleri mi soruyorsunuz? Onlar yüksek dağlarla derin vadilerin gölgesidir," demişti. Aynı dönemlerde yaşayan Anaxagoras: "Güneş tutulmasında güneşin kararmasına ay sebep olur. Ay tutulmasında ise dünyanın gölgesi Ay'ın üstüne düşer," görüşünü ifade etmişti. Plutark'm ay konusunda söyledikleri gerçekten peygamber sözü gibidir: "Ay'a bir yıldız ya da semavi bir cisim gözüyle bakarsanız onu biçimsiz ve çirkin bulacağınızdan korkarım." Gerçekten de Ay'ın yüzeyi çorak, cansız, renksiz ve sıkıcıdır. Eski Brahmanlar'da, Mayalar da ilk insanların Aydan dünyaya indikleri inancı hakimdir. Britannica Ansiklopedisinde "Bir çok ilkel insanların dinlerinde Ay'a, ölen ilk insan gözüyle bakılır" diye yazıyor. Ay gezisinden dünyaya getirilen kayaların, yapılan incelemeler sonucunda yaşı 4.6 milyar yıl olarak belirlenir olarak belirleniyor. Bizim gezegenimiz-dekideki en eski kayaların yaşı 3.3 milyar yıl olarak belirleniyor. Durum böyle olunca akla şu soru geliyor. Acaba ilk gezegenimiz Ay mıydı. Kozmik bir felaketten sonra kurtulanlar dünyaya indi ve hayatlarını burada sürdürmeye mi başladılar. Olabilir mi? Düşünmek gerekiyor. Eskiler denizlerdeki gel-git olaylarıyla ay arasmdaki ilişkiyi de çözmüşlerdi. Babil gökbilimcilerinden Seleukus suların ayın çekimiyle yükselip alçaldığını ileri sürmekteydi. 16'ncı yüzyılda büyük Alman gökbilimcisi Johann Kepler gel-git olaylarına ayın sebep olduğu fikrini ortaya attığı zaman şimşekleri üstüne çekmişti. Tıpkı Galileo'nun Dünya-'nın dönmesini açıkladığı zaman olduğu gibi. Fakat bu insanlar düşüncelerini açıkça savunacak durumda değillerdi. Ortaçağ yobazları bilim adamlarını diri diri yakmak istiyorlardı. Çünkü bu işler Büyücülüktü. Antik çağ insanları ise günümüz bilgilerini her yerde rahatça söylüyorlardı. 10'ncu yüzyılda yaşayan Arap gökbilimcisi Abdülvefa "Ayın değişimlerinden" söz eder. Ayın yörüngesinin elips biçiminde olduğunu yeni ay durumunda iken dünyaya 3219 kilometre daha yakın olduğunu ifade eder. Son çeyreğe ulaşınca 2575 kilometre daha dünyadan uzaklaşmış durumda olduğunu söyler. Bunu ilk önce Tycho De Brahe'nin hesapladığı bilim dünyasında kabul edilmektedir. Ancak, Abdülvefa yılları arasında yaşayan bilim adamından 600 yıl önce bu işlemleri gerçekleştirmiş durumdaydı. Böyle bir cihazı yapabilmek için çok iyi bir kronometre gerekir. Abdülvefa nın böyle bir şeye sahip olmadığını sanıyoruz. Peki bu arap bilgin ayın değişimlerini nasıl keşfetti. Bilim Dünyası hala bu sorunun cevabını bulmuş değil.

6 Eskilerin Uzay, Dünya, Ay ve Yıldızlar hakkında sahip oldukları bilgiler bugün bazı araştırmacıların ve yazarların dışında bilim adamlarının ilgisini maalesef çekmiyor. GÜNEŞ HAKKINDAKİ BİLGİLER 2500 yıl önce yaşayan Anaxagoras "Güneş ışık saçarak yanan bir madenler yığınıdır," demişti. Dönemin Atinalı yöneticileri güneşi Apollon'un tahtı olarak görüyorlardı. Anaxa-goras doğru bilgiyi yanlış zamanda söyleyince idam edilmedi ama sürgüne gönderildi. Atomik varsayımlarından tanınan Demokratus "Güneşin sonsuz büyüklükte olduğunu ileri sürüyordu." Antik çağda bir çok Milletin güneşe taptıkları zamanlarda böyle modern bilimsel verileri açıklamak kolay değildi. İyi ama bu bilgiler nereden veya kimlerden elde edilmişti. Bunlar hala sırrını koruyor. Aym dönemlerde Çinli gök bilimciler Güneşteki lekeleri kayıtlarına ayrıntılı olarak geçirmişlerdi. Vişnu Purana adındaki Hint kitabında "Güneş her zaman durduğu yerde durur/' denilmekte ve hareket edenin güneş değil "Dünya" olduğu belirtilmektedir. Güney Amerika Uygarlıklarının Uzay BiJgileri bugün elimizde olanların aynısıdır. Mayalar takvim ayının uzunluğunu gün, Palangue Mayalan ise olarak hesaplamışlardı. Günümüzün gökbilimine göre bu rakam 'dur. Mayalar'm ellerinde hiçbir optik cihaz olmadan bu hesaplamaları nasıl yaptıkları bilinmiyor. Guatemala'da Santa Lucia Cotzumahualpa'daki El Castil-lo'nın birinci sütunu Venüs Gezegeninin 25 Kasım 416 gününde güneş kursunun üzerinden geçişini gösterir Bunu ilk keşfeden C.A. Burland 1956'da Paris'teki Uluslararası Ame-rikanistler kongresinde rapor halinde sundu. Konuşmasında "Bu kadar ileri bir gökbilime ulaşabilmek için bir uygarlığın ve bu uygarlıktaki fen bilimlerinin yüzyıllar boyunca durmadan ve hiçbir kesintiye uğramadan gelişmiş olması gerekir. Orta Amerika Uygarlığının başlangıç tarihi konusundaki bilgimizin yanlış olduğu anlaşılıyor. Bu uygarlık aslında çok daha eski olmalıdır," şeklinde açıklama yapar. SAMANYOLU'NDAKİ GEZEGENLER HAKKINDAKİ GERÇEKLER Babil Bilgeleri Jüpiter'in teleskopsuz görülmeyen dört büyük uydusunu kayıtlarına geçirmişlerdi. Profesör George Rawlinson bu konuda şöyle yazmıştı: Jüpiter'in dört uydusunu gördüklerinin kesin kanıtı var. Satürn'ün yedi uydusunu bildiklerine inanabiliriz." Jüpiter'in dört uydusunu keşfeden 1610 da Galileo oldu. Daha sonra 1635 ile 1848 yılları arasında Cassini, Huygens, Herschel ve Bond tarafmdan görüldü. Babilliler bunları nasıl bilebiliyorlardı. Onların teleskopları mı vardı. Yoksa yok olmuş bir medeniyetten kalan bilgiler mi vardı. Orta Çağ da bunları konuşan veya görüşlerini açıklayanlar doğrudan büyücülükle suçlanır ve diri diri yakılırdı. O dönemler Dünya-'nın düz olduğuna inanılırdı. Demoritus ise M.Ö 5'nci yüzyılda "Boşluk sayısız yıldızlarla doludur ve Samanyolu uzak yıldızların kocaman bir topluluğundan başka bir şey değildir," diyebiliyordu. Onun söyledikleri ancak son 150 yıl boyunca teleskoplarla yapılan incelemelerden sonra elde edilen bilgilerdir. Milet'li Thales M.Ö de bu çeşit dahilerdendi. Yıldızlarla dünyanın aynı maddeden yapılmış oldukları sonucuna varmıştı. Maddenin evrenselliği fikri sonradan Ortaçağın karanlığına gömüldü ve daha sonra çok yakınlarda yeniden su yüzüne çıktı yıl önce yaşayan Samos'lu Aris-tarkus "Bizi yıldızlardan ayıran uzaklıklar ölçülemez," diyordu. Demokritus ise "Gezegenlerin sayısı gözle görülenden fazladır," diyordu. Satürn'den uzakta gezegenler olduğunu nereden biliyordu. Demokritus'un gençlik döneminde yaşayan Anaximenes "Yıldızların ışık saçmayan eşleri/' olduğunu söylerdi. Başka güneş sistemlerindeki dünyalardan mı bahsediyordu? Dünya-Uzay ilişkilerine en güzel örnekler bunlar oluyor. Mesela dünyamızı ziyarete gelen Samanyolu'nun akıllı insanlarının, ilkel dünya insanlarını eğittikleri teorisi Avrupalı ve Amerikalı bilim adamlarının büyük bir bölümü tarafından kabul ediliyor. Siz yoksa bu bilgilerin kaynaklan için mantıklı bir düşünce biliyor musunuz? Romalı Seneka M.Ö 4-M.S. 65 DOĞAL SORULAR adlı kitabında gökbilim

7 dalında çok düşündüğünü ve çok isabetli sonuçlara vardığım belirtir: "Gökyüzünde bizim görmediğimiz kaç tane semavi cisim dönüp durmaktadır kim bilir kaç gerçek, keşfedilmek için bizim hatıramızın tamamen silineceği çağları bekliyor." Seneka ne kadar doğru söyledi. Uranüs, Neptün ve Plüton ancak şu son iki yüzyıl içinde keşfedildi. Yeni gezegenler, hatta uydular bile yeni keşfediliyor. Onun zamanında birkaç bin yıldız bilinirken şimdi yıldız ka-taloglarımızdaki sayı milyonlarla ölçülüyor. Tangutlar Ortaasya'da yaşamış olan bir boy idi. Hara-Ho-to adındaki kentlerinin kalıntısı 1908 yılında kazıldı. Tangut-larm garip inançları vardı: Işık saçan 11 Göksel cisime inanırlardı. Güneş, Ay, Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn sonra da TSİ TSİ, Ouebo, Rahu ve Ketu adındaki gezegenler. Rahu ile Ketu'nun Hindu gökbiliminde ayın yükselen ve alçalan şekillerine verilen ad olduğunu biliyoruz. Ama Tsi- Tsi ve Ouebo'nun ne olduklarını bilmiyoruz. Birinci ihtimal bunlar Uranüs ile Neptün gezegenleri mi acaba, ikinci ihtimal ise Başka bir galaksi'de bulunan gezegenler midir? Eski yazıtlarda, kitaplarda ve efsanelerde "BAŞKA DÜNYALARDA HAYAT OLMASI FİKRİDİR" Dünya'nın en ilkel kabilelerinden tutun da belli bir uygarlık seviyesine çıkmış insanlara kadar bu fikir vardır. O zaman Uzay ile bağlantı o devirlerde bilinen bir şey olurken, sıradan bir şey gibi algılanıyor. Ortaasya'da yaşayan Atalarımızın efsanelerinde gökten inen güçlü ışıklardan bahsedilmiyor mu? Bu ışıkların içinden bazen silahlar, bazen de güzel kızlar çıkmıyor mu? Bu güzel kızlarla evlenerek yeni bir soy başlatan bir çok Türk Beyinin hikayesi bugün bile anlatılıyor. Acaba Türkler'in kökenleri arasında Uzay'dan gelenler olabilir mi?.. Belki olabilir. Bundan otuz yıl kadar önce TRT'de gösterilen bilim kurgu film ve dizileri büyük bir dikkat ve zevkle izlerdik, otomatik kapılara hayrandık. Küçük telsizler vardı. Kulaklıkla ağıza gelen küçük mikrofonla konuşulurdu. Bunlar o zamanlar hayal mahsulü gibi geldi. Bunlar sonraki yıllarda üretildi ve günlük hayatta yerini aldı. Benim en çok dikkatimi çeken şey ışınlanma olayı idi. Mesela Uzay Yolu dizisindeki Uzay Gemisi Atilgan'dan ışınlanan ekip gezegene inerdi. Bilim Adamları bunun çalışmalarını sürdürüyorlar. Amerikalılar 1943 yılında 2'nci Dünya Savaşı'nın en kızgın zamanında meşhur Filedelfiya deneyini yaptılar. Norfolk Limanı ile Fi-ledelfiya arasında bir savaş gemisini ışınladılar. Gemi bir limanda olduğu yerde dururken birden bire kayboldu ve başa bir limanda ortaya çıktı. Deney cisim konusunda başarılı oldu ama insanlar üzerinde olmadı. Deneyde yer alan bir çok denizcinin büyük kısmı kısa süre içinde öldü. Bazıları evde otururken bir anda ortadan kayboluyor kilometrelerce ötede ortaya çıkıyordu. Bazıları ise tamamen kayboldu. İçlerinden bazıları da korkunç şekillerde öldüler. Birden bire kendi kendilerine ışınlanıyorlardı. Duvarın içinden geçerken maddele-şiyor ve o anda ölüyorlardı. Bu olaylar Kitaplara hatta filmlere bile konu oldu. Deney üzerindeki çalışmaları Amerikalılar eminim bugün de sürdürüyorlardır. Çünkü 1943 yılına göre teknolojimiz olağanüstü gelişti. Amerikalılar bunu başarmış da olabilirler. Amerika bir ülkeye müdahale etmek isteyecek ve bir anda binlerce askeri malzemeyi uçağı, topu o ülkeye ışınlayacak. Size bu söylediklerim hayal geliyor olabilir. Ama unutmayın ki deney 1943 yılında yapıldı. Bu sırada Sovyetlerle yaşanan soğuk savaş dönemini düşünürseniz, deneyin başarılı olması için Amerikan Hükümetinin ne kadar ciddi ve ısrarlı olduğunu tahmin edebilirsiniz. Heraklitus ile M.Ö ve Pitagoras'm bütün öğrencileri her yıldızı bir gezegen sisteminin merkezi olarak görürlerdi. Demokritus öğrencilerine boşlukta dünyaların doğup öldüklerini öğretirdi. Bu yıldız dünyalarından, ancak bazılarının yaşamaya elverişli olduğu anlatılırdı. M.Ö yılları arasında yaşayan Grek düşünürü Anaxagoras da üstlerinde hayat barındırabilecek nitelikte başka dünyalar konusunda yazılar yazıyordu. M.Ö 3'ncü yüzyılda Lampasacus'da yaşamış olan Metro-dotus evrendeki bir çok dünyalarda hayat olduğuna inanıyordu. Yalnızca bizim dünyamızda hayatın olduğunu ileri sürmeyi bir buğday tarlasında yalnızca bir baş buğday büyüdüğünü ileri sürmeye benzetirdi. M.Ö yıllan arasında yaşayan Epikür üstünde hayat barındıran tek yıldızın biz olmadığımız kanısındaydı.

8 Romalı şair Lukretyus M.Ö "Yaratılmış olan dünyalarla gökyüzünün yalnızca bizimki olduğuna inanmak hiç de akla yakın gelmiyor," diye yazmıştı. M.Ö yılları arasmda yaşayan Çiçero da başka dünyalarda hayatın olduğuna inamyordu. Hint Veda'ları "Yeryüzünden çok uzaktaki dünyalarda hayat" bulunduğunu çok kesin olarak belirtirler. Çin'deki Sung çağının bilgelerinden Teng Mu ve eski Çin düşünürlerinin çoğu hayatın evrenselliği konusundaki düşüncelerini şöyle özetlerler: "Dünyadan ve bizim gördüğümüz gökten başka dünya ve göklerin varolmadığına inanmak ne denli mantıksızlıktır?" ESKİLERİN YILDIZLAR VE UZAY HAKKINDA ÇALIŞMALARI Uzay ve Yıldızlan binlerce yıl boyunca inceleyen eskiler bugünkü astronomlar gibi notlar tuttular. M.Ö 204'den başlayan Çin Astronomları Halley kuyruklu yıldızlannm her görünüşünün kaydını tutmuşlardır. M.Ö ll'nci yüzyılda bir kuyruklu yıldızı tam dokuz hafta gözlem altında tuttular ve tıpkı bugünün astronomları gibi her gün değişen biçimini aynntılanyla yazdılar. Seneka 2000 yıl önce "Kuyruklu yıldızların da gezegenler gibi yörüngeleri vardır/' diye yazmıştı. Aristo, Pitagoras'çı-ların kuyruklu yıldızlan, yular süren uzun aralıklarla ortaya çıkan yıldızlara cisimler olarak tanımladıklanm söyler. Bunun onlardan binlerce yıl önce Babilliler'den kalma bilgi olduğu düşünülüyor. Mezopotamya uygarlıkları tıpkı Mısır Uygarlığı gibi bir anda ortaya çıkmışlardır. Ortaasya'dan gelen Turanlılann dolaysıyla Türkler'in dünyanın en güzel ve bereketli topraklanna gelerek şehirler inşa etmesi dikkat çekicidir. Asya'da bir iklim değişmesinin olduğu bunun üzerine oralarda yaşayanların mecburen bu topraklardan göç etmek zorunda kaldıkları Arkeologlar tarafından kabul edilmektedir. İlkokul'da okurken M.Ö 3500 ve 4000 yıl önce Asya'dan başlayan Kavimler göçü ile Türkler'in atalarının Anadolu, Mezopotamya, Kafkasya, Rusya ve Mısır'a geldikleri anlatılıyordu. O tarihlerde Ortaasya da modern kentler kuran atalarımız büyük bir bilgi sahibi idiler. Kentlerinde modern yollar yapılmış, kanalizasyonlar içme suyu boruları döşenmişti. Sağlık sistemi ise ileri derecede idi. Beyin ameliyatlarının yapıldığım gösteren iskeletlerin bulunması dikkat çekicidir. Bazı iskeletlerde diş dolgularına ve protezlere rastlanılmıştır. O zaman şunu ileri sürüyorum, Türkler'in ataları gelişmiş, medeni insanlardır. Tarihin derinliklerinden gelen bu yüksek medeniyete sahip bir millet olarak Türkler'in kökeni on binlerce yıl ötesine gitmektedir. Dünya uygarlığının ilk öncüleri bizim atalanmızdır. Türk Tarihini 5000 yıllık bir potaya yerleştirmek kesinlikle doğru değildir. Ortaasya'nm altında büyük medeniyetlerin kalıntılarının olduğunu iddia eden Mustafa Kemal Atatürk, Türkler'in kökenini 1930'lu yıllarda araştırttı. Özellikle Mu kıtasını merak eden büyük kurtarıcının çalışmaları benim için de öncü çalışma olmuştur. M.S 2'nci yüzyılda yaşayan Romalı Tarihçi Suetonius tarafından kuyruklu yıldızlar "Işık saçan ve cahiller tarafından hükümdarlar için felaket habercisi sayılan yıldızlar" olarak anlatılır. Ondan 1400 yıl sonra Medeniyet'in beşiği sayılan Avrupalılar gökyüzünde kuyruklu yıldız gördüklerinde şunları yapıyorlardı: 1681 yılının Ocak ayında, uzun kuyruklu korkunç bir yıldız ufukta belirdiği zaman İsviçre'nin Baden şehrinin Belediye Konseyi şöyle bir bildiri yayınlayarak halktan bazı isteklerde bulunuyordu. "Bütün vatandaşlar her Pazar iki kere kilisede ayine katılacaklar. Oyun ve danstan kaçınılacak, akşamları da gayet az içki içilecek. Düşünün Çinliler, Hintliler, Mısırlılar, Grekler ve Romalılar gelip geçtikten sonra Orta Çağ'in modern insanları korkudan ne yapacaklarını bilemiyorlar. Kozmoloji bilim olarak ancak 200 yüzyıl kadar önce Kant ve Laplace ile başladı. Ne var ki Çinli Huai NanTzu M.Ö 120 ile Wang Çun'un M.S 82 de yazdığı Lun Hen adındaki kitap dünyaların, uzay maddelerinin kritalleşmesi yoluyla meydana geldiklerini anlatırlar. Guatemala Mayaları'nm Popal Vuh adlı kitabında dünyanın meydana gelmesini şöyle anlatılır: "Sis gibiydi, bir bulut gibi idi. Bir sis bulutu gibiydi yaratılış." Rus Bilim adamı B. Levin'in Moskova'da 1955 yılında yayınlanan Dünya'nm ve Gezegenlerin Başlangıcı adındaki eserinde yaratılış şöyle anlatılıyor: "Bu evren, toz zerrelerinin yassılaşmış bulutun merkezi bölgesinde birikmesiyle başlamış oldu."

9 Mayalar'ın Kozmoloji bilgilerinin kaynağı nereden geliyordu acaba. Uzaydan mı? Onlara doğru takvim bilgisini kim verdiyse bu kaynakla o kaynak bence aynıdır. Bugün bilim adamları Evrenin yaratılışının büyük patlama sonrası oluştuğunu kabul ediyorlar. Çalışmalar halen sürüp gitmektedir. ANTİK ÇAĞLARDA COĞRAFYA BİLGİLERİ Atinalı Flavyus Filostratus'un (M.S ) Tyanah Apolloyus'un Hayatı adındaki kitabında Dünya'nın coğrafi bilgileri hakkında antik çağ insanları inanılmaz bilgilere sahipti: "Bütün sularla kara parçalarını karşılaştırırsak, karaların sulardan daha küçük olduğunu görürüz." Eflatun dünyanın genişliği ve başka kıtaların varlığı hakkında sağlam bir fikir sahibi olsa gerekti, çünkü Phaedon adlı eserinde Akdenizlilerin dünyanın ancak küçük bir bölümünü işgal ettiklerini yazmıştı. Strabo M.Ö ll'nci yüzyılda "Bizim üstünde yaşadığımız dünyadan başka, üzerlerinde bize benzemeyen varlıkların yaşadığı birkaç dünya olabilir," diye yazıyordu. Tüm bu bilgilerden anladığımız kadarı ile şunu ileri sürebilirim, Dünya üzerinde binlerce yıl önce modern uygarlıklar vardı. Büyük şehirler kurulmuştu. Uçan gemilere yani uçaklara sahip olan bu insanlar büyük bir ihtimalle bunlar diğer insanları eğittiler. Onlara bilimi öğrettiler. Modern şehirleri kurdurdular. Tarımdan, sağlık sistemine kadar günümüz yaşantısından pek farkı olmayan bu uygarlık MU UYGARLIĞI idi. Bilindiği gibi tarihteki bir çok devlet veya kabile ya da millet büyük doğal felaketler ile yok olmuşlardır. Ayrıca bir çok toplum Dinsel ve Ahlaki çöküntüye uğradıktan sonra da tarih sahnesinden silinmişlerdir. İnsan hayatında zenginlik arttığında dine olan ihtiyacın kalmadığı şeklindeki sosyoloji kuralı Tarih öncesi insanlar için de geçerliydi. ELEKTRİK KULLANAN ATALARIMIZ Antik çağlarda hiç sönmeyen lambaların varlığından söz eden bir çok klasik esere rastlıyoruz. Bu lambaların elektrik veya başka bir enerji ile çalıştıklarını bilmiyoruz. Romanın ikinci İmparatoru olan Pompilius'un tapmağının kubbesinde hiç sönmeyen bir ışık yanardı. Fhıtark'da Jüpiter-Ammon Tapınağı'nm girişinde yanan bir lambaya rahiplerin Bu lamba yüzyıllardan beri hiç sönmeden yanmaktadır," dediklerini anlatır. Grek Taşlama güldürü yazarı Lucian M.Ö yaptığı yolculukların öyküsünü yazmıştır. Suriye'deki Hiyerapo-lis'de Tanrıça Hera'nm heykelinin alnında göz kamaştıran bir mücevher gördüğünü, bu mücevherin geceleyin bile tapınağın içini gündüz gibi aydınlattığım yazar. Lübnan Baalbek'teki Hadad ya da Jüpiter tapmağı ise bambaşka yoldan aydınlatılmıştı: Işıyan taşlarla. M.S İkinci yüzyılda Pusardas, Tanrıça Minerva Tapınağında bütün bir yıl hiç sönmeden yanan güzel altın bir lambadan söz eder. M.S yılları arasında yaşamış olan Ermiş Augustin'in yazılarında da bir harika tanımlamasına rastlıyoruz. Bu lamba Mısır da İsis'in bir tapınağında duran bir lamba olduğunu, ne su nede rüzgarın bu lambayı söndü-remediğini yazıyor. M.S 6'ncı yüzyılda Bizans İmparatoru Justiryen'in egemenliği sırasında Antakya'da hiç sönmeyen bir lamba bulunmuştu. Üzerinde lambanın hiç sönmeksizin 500 yıldır yanmakta olduğunu gösteren bir levha vardı. Himalaya Dağlarında yer altında yaşayanların mağaralarında sihirli lambaların yandığından bahsediliyor. Hint Tapınaklarında da bir çok sönmez lambalar bulunmuştur yıllan arasında Bağdat'ta kazılar yapan Wilhelm König adındaki Alman Arkeolog, boğazları asfalt kaplı bir takım toprak kavanozlar ve bakır silindirler içinde demir çubuklar buldu. König bunları 1940 yılında yayınlanan 9Jahre İrak adındaki eserinde anlattı. Bulduklarının bir çeşit elektrik pili olduğunu sanıyordu. Eski Babil'de elektrik pili. Bu iddia bilim çevreleri tarafından akıl almaz bir düşünceydi. İkinci Dünya Savaşından sonra General Elektrik Kumpanyasından Willaird Gray 2000 yıllık pilin eşini yaptı. İçine bilinmeyen eski elektrolitin yerine bakır sülfat koydu. Eski Babil'in vazo biçimindeki pilinin yeni eşi denendi ve çalıştırıldı. Babilonya'lıların elektrik kullandıkları da böylece ortaya çıktı. Aynı bölgede bir çok elektronik yoldan kaplama yapılmış galvanize edilmiş nesneler bulunduğundan pillerin daha çok bu amaçla kullanıldığı tahmin ediliyor. Mezopotamya Uygarlıkları da tıpkı Mısır Uygarlığı gibi biranda tarih sahnesine çıktılar. Şimdi ben şu teoriyi sunuyorum: Ortaasya'dan göç eden Atalarımız Mezopotamya ve Mısır'a gelip yerleştiler. Ellerindeki üstün

10 bilgi, sayesinde modern kentler kurdular. Geldikleri bölgenin insanlarını da eğittiler. Böylece Türkler'in ataları Uzaydaki başka gezegenlerden gelenlerden aldıkları bilgilerle dünyayı güzelleştirmeye çalıştılar. Ünlü araşnrmacı Kazım Mirşan Bey yaptığı araştırmalar sonucunda Ortaasya'da kullanılan yazının benzerinin Mısır'daki Hiyeroglif yazılarıyla benzerlik gösterdiğini yazıyor. Hiyeroglifler arasında 29, harfin Atalarımızın kullandığı dil ile aynı olduğunu belirtmesi, Mısırlıların kökeninin Asya Kı-tası'na dayandığım gösteriyor. Kitabımızın ilerleyen bölümlerinde bu konulara tekrar temas edeceğiz. Uzay-Mu Kıtası ve Ortaasya hattındaki Atalarımız Dünya'ya Medeniyeti getirmiş ve ilk uygarlıkları kurmuşlardır. Tarihi açıdan ise M.Ö 150 bin yıl öncesine kadar gidildiğine inanıyorum. Öyleyse Türk Tarihini beş bin yıllık bir süreye sıkıştırmakla Avrupalıların ekmeğine yağ sürmekten öteye gitmeyiz. Avrupalılar kendilerini medeni insan olarak tanıtırlar. Bilimin beşiği biziz derler. Onlara göre Türkler Ortaasya'da Kabile hayatı yaşayan barbar insanlardır. Anadolu'ya, Mezopotamya'ya,Ortadoğu ve Mısır'a gelen Atalarımız tarihte yerlerini almışlardır. Peki kökenimiz nereden geliyor dersek, Bunun tek cevabı MU Kıtası'dır. Mustafa Kemal'in 1930'larda yaptığı araştırma ile başlayan yolculuğunu bu kitapla ben sürdürmekteyim. Mu Kıtası'nda yerleşen insanlar yani bizim atalarımız 64 milyon nüfuslu, ılıman iklime sahip bir kıtada Pasifik Okyanusunda yaşıyorlardı. Kozmik bir felaket sonrasında bu kıta denizin derinliklerine gitti. Kıta batarken buradan kurtulanlar Hindistan ve Asya'ya geçtiler. Atalarımız Turan'lılarla birleştiler ve onlara bilgilerini aktardılar. Güzel Kentler kurdular. Sonraki yıllar içinde iklim değişiklikleri nedeniyle göç ettiler ve Medeniyeti bütün Dünya'ya taşıdılar. Bir grup Orta Amerika'ya ulaştı. Mayalar ile Türkler arasındaki benzerlikler içersinde dil başlı başına dikkat çekicidir. Bir çok kelime aynı anlamı ile hem Anadolu'da hem de Orta Amerika da kullanılıyorsa bunun üzerinde önemle durulmalıdır. O zaman Türkler'in kökenlerinin Dünya'nın bir çok yerine dağıldığını kabul etmemiz gerekiyor. Ünlü araştırmacı Roger Bacon 13'ncü yüzyılda yaptığı araştırmalarla dikkat çekmiş birisiydi. Eserlerinden birinde Bacon şunu söylüyor: "Buna benzer Uçan Makinalar eskiden kalmadır ve günümüzde de yapılmaktadır." O yüzyılda böyle bir iddianın ileri sürülmesi gerçekten kafa karıştırıyor: Bacon ilkin uçan makinalarm kendinden önceki çağlarda var olduklarını, ikincisi kendi zamanında da bulunduklarını söylüyor. Bu iddiaların ikisi de bize olmayacak şeyler gibi görünüyorken, benim Türkler'in kökeninin Mu'ya ve uzaya dayandığını açıklamam kesinlikle garipsen-memeli. ANAVATAN KITA MU, İNSANLIĞIN İLK BÜYÜK UYGARLIĞI Türkler'in kökeninin Ortaasya'ya dayandığı biliniyor. Peki Asya'ya biz nereden geldik. Yoksa orada yaşayan mağara adamları iken bir anda modern insan olup aklımız başımıza mı geldi. İngiliz Albay James Churcvvard 19'ncu yüzyıl ortalarında Hindistan'da bir manastırda bir Rahiple sohbet ederken onun bahsettiği gizli tabletleri merak etmesiyle Mu Kıta-sı'nın varlığı ortaya çıktı. Mu Kıtası Pasifik Okyanusu'nda ve merkezi Ekvator'un biraz altına düşen bir kıta idi. Küçük de olsa bazı kısımları bugün bazı kısımları halen su yüzünde bulunan büyük kıtanın doğudan batıya uzunluğu yaklaşık 9500 kilometredir. Günümüzden 12 bin yıl kadar önce çok büyük depremler ve su baskınları ile birlikte batmış kocaman bir sualtı mezarlığı olmuştur. Bugünkü Paskalya, Tahiti, Samoa, Cook, Marshall, Gilbert, Caroline, Mariana, Hawaii ve Marquesa Adaları bu kadim kıtanın sessiz mezarına bekçilik edercesine ayakta durmaktadırlar. Churcward elli yıl süren araştırmalarının büyük bir kısmını anlatan kitaplar yazmıştır. Dünya'nm dört bir yanını gezerek Mu'nun izini sürmüş ve kayıp parçaları tek tek bulup, biraraya getirmiştir. Zamanın gizemleri içersinde kaybolan bu uygarlığın günümüz kültürleri ve dinleri üzerindeki etkilerini anlatan İngiliz Albay şu sonuca varıyor: "Kuzey ve Güney Amerika, Atlantis, Batı Avrupa, Mısır, Hint,

11 Babil, Uygur ve Anadolu uygarlıklarını etkilemiştir." Mu'dan kalma bazı anahtar sembollerin yorumlarını da açıklamıştır yılında ilk kitabı "Kayıp Kıta Mu"yu yazan James Churcvvard'a en büyük ilgiyi Mustafa Kemal Atatürk göstermiştir. Türkler'in ve Anadolu İnsanlarının kökleri ve ataları üzerine araştırmalar yapılmasını isteyerek Nisan 1930 tarihinde 'Türk Tarih Kurumu" kuruldu. "Bizim Türk Milletimiz eski ve şerefli bir millettir. Zaten Ortaasya'nın Altay yaylasında yetiştiği için Kartalın meziyetlerini daha gençliğinde kazanmıştır. Ta uzakları görür, hızlı bir uçuşu vardır ve bu ruhu barındıracak kadar kuvvetli bir beden sahibidir/' diyen Atatürk Anadolu halkının köklerinin daha derinlerini öğrenmek istiyordu. James Churc-ward'ın çalışmalarını öğrenir öğrenmez 60 kişilik bir tercüme ekibiyle kitapları Türkçe'ye çevirtti. Atatürk Mu'nun batış nedenlerini, göçlerini, kolonilerini, Ortaasya, Uygurlar ve bütün Türklerle ilgili kısımların altını çizerek incelemiş, okumuş ve notlar almıştır. Ayrıca Mu kökenli özel ad ve sıfatlar ve bunların öz Türkçe ile bağlantılarını incelemiştir. Mu'nun yönetim biçimini güneş enerjisinin aydınlatmada kullanımı gibi konularla ilgili satırların altlarını çizmiştir. General Tahsin Mayatepek'in getirdiği raporları da inceleyip Mu ile arasındaki bağlantıları bulmuştur. Ata'nın vefatından sonra bu konu kapanmış ve çok ilginç bu konuyla hiç kimse ilgilenmemiştir. Uzun yıllar sonra bazı araştırmacılar bu konuya el atmışlar ve Türkler'in soyunu daha da ileriye götürmüşlerdir. Ancak Hepsi de çok yüzeysel kalmıştır yılında Ege Meta Yayınlan James Churc-vvard'm kitaplarını Türkçe'ye çevirip yayınlayana kadar çok az insan bilgi sahibi olmuştur. Atatürk'ten sonra ki dönemlerde Türkler'in Kökeni nereden geliyor, neresidir diye sorulduğunda Ortaasya'dır denilmiş ve kısa yoldan gidilmiştir. Oysa ki arkeolojik keşifler Türkler'in Köklerini 10 binlerce yıl öncesine taşımaktadır. Dünya'ya medeniyeti taşıyan bizim atalarımızdır. Bizim Asya'da modern şehirlerimiz varken, Avrupalıların ataları mağaralarda yaşayan ilkel insanlardı. Bu gerçeği Avrupalılar da bilmekte fakat açıklamak işlerine gelmemektedir. Mustafa Kemal'in, "Ortaasya'mn altında büyük uygarlıklar yatıyor," demesi gibi, Mu Kıtası dünya medeniyetinin merkezidir. Bu medeniyet ortaya çıktığında uzay ile bağlantısı da oluştu. Başka gezegenlerden gelen ziyaretçilerle fikir alış verişi olurken, atalarımız oralara gittiler. Tufan olayı olduktan sonra bağlantı koptu. Fakat o gezegenlerden gelen atalarımız bizlere tarih boyunca yardımlarını sürdürdüler. Bugün o gezegenlerde üstün teknolojiye sahip atalarımız, bizden çok ileri, her yönden gelişmiş bir şekilde yaşıyorlar ve zaman zaman bizi ziyaret ederek gelişmemizi yakından izliyorlar. Bu gerçekleri özellikle Amerikalı bilim adamlarının bildiğini düşünüyorum. Ayrıca çok önemli bir nokta var: O'da Mu halkının dininin Tek Tanrı inancına sahip olduğunu söyleyebilirim. Allah'a inanan bu insanlar çok yüksek bir medeniyete sahip olduktan sonra zenginliğin getirdiği bozulmayla Allah'a isyan ettiler. Sonları 64 milyon kişiyle birlikte Pasifik Okyanu-su'nun derinliklerine gömülmek oldu. Kur'an-ı Kerim de kaybolan milletlerden oldukça çok bahseden Ayetler bunlara en güzel örnektir. Türkiye'nin ilginç araştırmacılarından bir tanesi olan ve Ocak 1997'de vefat eden İnsanlığı Birleştiren Bilgiyi Yayma Vakfı Başkanı Ergün Ankdal Mu üzerine bir konferans vererek şunları söylemiştir: "Ezoterik bilgilerimize göre Doğu ve Batı Uygarlıklarının iki ana kaynağı vardır. Bunlardan bir tanesi Atlantis, diğeri de büyük anavatan Mu Uygarlığı'dır. Bu kaynaklar artık kendilerini maddesel olarak yavaş yavaş kabul ettirmektedir. Mu Uygarlığı'nm en büyük evladı At-lantis'tir. Atlantis'de Grönland'a yakın bölgelerden İrlanda'yı içine alacak şekilde bütün Kuzeydoğu Amerika'nın doğu kıyılarından aşağıya doğru, Güney Amerika'nın doğu kıyılarım kapsayacak şekilde bir bölgede yer almaktadır. Bu iki uygarlığın birbiriyle senkronizasyonu çok büyüktür. Onlar kendilerinden önceki büyük kozmik uygarlığın birer merkezi halinde çalıştıkları için birbirlerine bağlı olarak gelişmişlerdir. Hem gelişmelerindeki, hem de çöküşlerinde-ki çizgi hemen hemen birbirine paraleldir. Bütün insanlığın uygarlık adma yaptığı her şeyin temel bilgisi ve ilkeleri bu iki büyük merkezden yayılmış veya onların öğretileriyle nakledilmiştir. Tüm bunlardan sonra şunu sorabiliriz: Acaba Anadolu halkı manevi köken olarak nasıl bir realiteye sahip tir. Tarihçiler fiziki kökeni kendilerine göre bir yerlere bağlayabilirler. Ama Anadolu'ya

12 göçüp gelmiş atalarımızın getirmiş oldukları genetik kodun niteliğini bilmezler. Bu kod hakkında elbette yüzyıllardan beri intikal eden bir bilgi akışı var. Anadolu Topraklarına gelen varlıkların bir özelliği var. Burası hem Atlantis'ten hem de Mu'dan göç edenlerin birleştikleri harman olup girdaplaştıklan bir bölgedir. Ege Denizi ve İskenderiye'ye kadar uzanan bölge çok önemli bir kavşak noktası haline gelmiştir. Anadolu halkının en eskisinden en yenisine, yani en son Oğuzların göçüne varana kadar bütün ve asıl beşlenme kaynağı Moğolistandır. Atlantislilerin göçü nasü Mısır'ı meydana getirmiş ise orayı kendileri için büyük bir göç yeri ve esas vatan yapmışlarsa, Mu Uygarlığı run insanları da Uygurları temel olarak seçmişlerdir. Dolaysıyla iyilik ve güzellikle, felsefeyle ilgili bütün bilgilerini oraya nakletmişlerdir. Uygur Uygarhğı'nm kaynağı bugünkü Moğolistan ve Gobi Çö-lü'nün dağ yamaçlarına yakın olan bölgelerdir. Uygurların inanç, bilim, sosyolojik hayat, insan ve doğa arasındaki denge, insan ve kozmos arasındaki yapılar bakımından getirip bıraktıkları esaslar çok doğrudur. Birtakım doğal olaylar sebebiyle başlamış olan Uygur göçleri Hindistan'a, Çin'e, Afganistan'a ve İran yoluyla Anadolu'ya kadar sürmüştür. Büyük Uygur göçüyle birlikte Mu Bilgeliği ve Atlantis Teknolojisiyle yetişmiş büyük insanlık güçleri de zekası ve zihni ile göç etti. Onların içinde karışmış bir çok varlıkta tohum halinde kapasite mevcuttur. Bu insanlann sahip oldukları en büyük özellik; Duyular Dışı Algılamalar ile ilgilidir.(telepati ve Parapsikolojik Güçler) Bunlar mükemmel bir şekilde hiçbir bozulmaya ve eksilmeye yer bırakılmadan o varlıklar tarafından göçlerle bu ülkeye, Anadolu'ya yeniden getirilmiştir. Demek ki Anadolu halkının kalıtımsal olarak getirdiği en büyük özellik psişiktir. Bu toprakların insanlarının başka bir ifadeyle asıl iç yüzleri ruhsal dünyaya dönüktür. Ve öyle yaşarlar. Görünüşte hepimiz dünya malı gibi yaşarız, yeriz içeriz her şeyi yaparız. Bütün dünyadaki insanlann yaptığı gibi, ama arada çok ince bir fark vardır. Bizim iç yüzümüz sürekli bir şekilde ruhsal dünyaya dönüktür. Çünkü doğamızda taşıdığımız DNA'larda bu tarafımız gelişmiştir. Bunlar bize anavatanımız Mu'dan, Uygur akımından intikal eden bir vazife mirasıdır. Bu toplumun vazifesi de Mu ve Atlan-tis'ten gelen kendisinde bulunan ve kendinden sonraki insanlık kitlesine bırakacağı bilgi intikalini sağlamaktır." Türkler'in İslamiyet'i kabul etmeden önce sahip olduğu dini görüşü bilindiği gibi yüce Tann Gök Tengri'ye inanmaktır. Onun verdiği güçle her işi başarırız derler. Teng-ri'nin iyi bir insan olmamızı istediğini, iyilik yapmak gerektiğini, kötülük yapıldığında ise Tengri'nin ondan ahret hayatında hesap soracağım anlatırlardı. Bu özelliklerin kaynağı da Mu'dur. Bu inançları bir sistem haline getirip dinsel bir şekilde sunan da İslamiyet'tir. Asya da binlerce yıl yaşayan Türkler'in Buda dinine girmemeleri dikkat çekicidir, üstelik Çin ve Hindistan ile ticari ve kültürel alış verişler olmasına rağmen. Çünkü Budizm tam olarak onları dini açıdan tatmin etmemiştir. Bu bilgiler ışığında: Türk Milleti'nin üstün ve büyük özelliklerini Mu Kıtası'nı daha detaylı olarak anlatarak devam ediyorum. JAMES CHURCVVARD MUTU ANLATIYOR-1: Hindistan'da Tarih öncesi tabletleri bulan James Chure-ward elli yıl boyunca yaptığı çalışmaları, yazdığı kitaplarda topladı. Onun ilginç tarafı; Hintli rahip ile birlikte tabletler-deki Mu dilini ve sembollerini çözmesidir. Bu tabletler ve diğer kadim kayıtlarla birlikte, Mu'nun ve çok ileri bir anlayışa erişmiş bir uygarlığı anlattığını öğrendi. Hint, Babil, Mısır, Uygur ve Yukatan uygarlıkları, geçmişteki bu yüksek uygarlığın sönmeye yüz tutmuş közleri olduğuna tanık etmektedirler. Churcvvard araştırmalarını şöyle anlatıyor: "Aden Bahçesi Asya'da değil, Pasifik Okyanusu'nda artık var olmayan bir kıtanın üzerindeydi. Dinlerde yeralan yaratılış hikayesi Ortadoğu'da değil, insanın anavatanı Mu'dan çıkmıştı. Hindistan'da bulduğum kutsal tabletlerde günümüzden elli bin yıl önce 64 milyon kişinin yaşadığı bu inanılmaz topraklarda bizimkinden üstün bir uygarlık gelişmişti. Sonradan gelen tüm uygarlıklar bu kayıtları onlardan almıştı. İki sene boyunca rahip dostum ile birlikte çalıştım ve insanlığın bu ilk dilini açıklamaya çalıştım. Basit görünümlü bu yazılar Kutsal Kardeşler Topluluğu (Naakaller) için özel olarak

13 tasarlanmıştı. (Naakaller kolonilere dini bilgileri ve eğitimi götüren rahiplerdir) Binlerce yıl özel olarak korunan bu tabletleri ilk defa biz görüp, dili çözmeye çalıştık. O sırada Hindistan'daki yedi şehirde bu tabletlerden çok fazla miktarda olduğunu öğrendim. Rahibin getirdiği tabletlerde ilk insanın yaratılışını anlatıyordu, insana ait en büyük sırları gün ışığına çıkardığımı kavrayarak mabedin dışındaki diğer tabletlerin peşine düştüm. Hindistan'ın her yerindeki mabetlere beni tanıtan mektuplar götürdüm, her seferinde soğuk bakışlar ile karşılaştım, çünkü peşine düştüğüm bu tabletler çok kutsaldı. Öylesine kıymetli bilgiler elde ettim ki tüm eski medeniyetlerin bilgileriyle Mu'nun bilgilerini karşılaştırmak istedim. Sonuçlar inanılmazdı. Grek, Kaide, Babil, Pers. Mısır, Yukatan ve Hindu medeniyetlerinin kesinlikle Mu'nun arkasından yürüdüğünü gördüm. Araştırmalarım sırasmda bu kayıp kıtanın Hawaii'nin kuzeyinde bir yerlerden güneye, oradan Fiji Adaları'na ve Paskalya Adası'na kadar uzanan bir yeri kapladığını keşfettim. Bu toprakların 12 bin yıl önce korkunç depremlerle sallandığını bir ateş ve su girdabı içersinde yok olup gittiğini öğrendim. Yaratılış hikayesini orjinalinden okudum. Mu'dan yola çıkarak izlemeye başladım. Mu'dan Hindistan'a, batık kıtadan gelen insanların ilk yerleşim bölgesine geldim. Hindistan'dan Mısır'a, Mısır'dan Musa'nın onu kopyaladığı Sina Mabedine ve oradan da 800 sene sonraki Ezra'nın hatalı çevirilerine. Konuyu etraflıca araştırmayan kişiler bile bildiğimiz haliyle yaratılış hikayesi ile Mu'dan çıkan gelenek arasındaki benzerliği gördüklerinde bu ihtimali inkar edemeyeceklerdir." Tabletlerde Yaratılış şöyle başlıyordu: "Başlangıçta evren yalnızca bir ruhtu. Hiçbir hayatiyet belirtisi yoktu. Dingin, ıssız ve sessiz. Uzaym enginliği boş ve karanlıktı. Yalnızca Yüce Ruh, kendiliğinden var olan kudret. Yaradan dipsiz karanlıkta hareket ediyordu." Yaratıcı Alemleri yaratma arzusu duydu ve Alemleri yarattı ve üzerindeki canlılarla birlikte dünyanın yaratılışı şu şekilde oldu: İlk emir: "Biçimi olmayan ve uzaya dağılmış halde bulunan gazlar biraraya gelsin ve onlardan da yerküre biçimlensin." Sonra gazlar anafor halinde bir kütle oluşturacak şekilde bir araya geldiler. ikinci emir şuydu: "Gazlar katılaşsın ve yerküreyi oluştursun." O zaman gazlar kahlaştılar, hacimler dışarıya çıktı. Hacimlerden su ve hava oluştu. Ve hacimler yeni dünyanın içine gizlendi. Karardık hüküm sürüyordu ve hiçbir ses yoktu, çünkü henüz ne sular ne de atmosfer şekillenmişti. Üçüncü emir şuydu: "Dıştaki gazlar ayrışsın, atmosferi ve suyu meydana getirsinler." Ve gazlar ayrıştı. Bir kısmı suları meydana getirmeye koyuldu ve sular Dünya'yı kapladı. Öyle ki hiç bir kara parçası görünmüyordu. Suları meydana getirmeyen diğer gazlar atmosferi meydana getirdiler ve ışık atmosferin içine yayıldı. Ve güneşin ışınlan atmosferdeki ısı ışınlarıyla buluştu ve ona hayat verdi. Artık yeryüzünü ısıtacak sıcaklık da vardı. Dördüncü emir şuydu: "Yerkürenin içindeki gazlar toprağı suların üzerine yükseltsin." O zaman toprak altındaki ateşler üzeri sularla kaplı yer kabuğunu, suların üzerine çıkana kadar yükselttiler, böylece kuru topraklar ortaya çıktı. Beşinci emir şuydu: "Sularda hayat meydana gelsin." Ve güneşin ışınlan suların balçığmdaki toprağın ışınlanyla buluştu ve balçıktaki parçacıklardan kozmik yumurtalar (hayat tohumlan) oluştu. Bu kozmik yumurtalardan emredildiği üzere hayat ortaya çıktı. Alana emir şuydu: "Karada hayat ortaya çıksın." Ve güneşin ışınlan toprağın tozu içinde yerin ışınlanyla buluştu. Ve bundan da, kozmik yumurtalardan da karada hayat ortaya çıktı. Yedinci Emir şuydu: "O zaman Narayana, evrendeki her şeyin yaratıcısı insanı yarattı ve onun bedenine yaşavan ve yok olmayan bir ruh yerleştirdi. Ve insan, zihinsel kuvveti bakımından Narayana gibi oldu. Böylece yaratılış tamam olmuştu."

Daha göster

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır