September 20, 2016
modernizmi, sürekli değişen bir dünyada kendimizi evimizde hissetmek için yapılan bir mücadele olarak düşündüğümüzde, modernizmin hiçbir tarzının asla tanımalayıcı olamayacağını görürüz. kurduklarımız ve başardıklarımız arasında en yaratıcı olanları bile, eğer hayat devam edecekse, bizim ya da çocuklarımızın onlardan kaçmayı ya da dönüştürmeyi isteyeceğimiz hapishanelere ya da kabirlere dönecektir. / 12
iletişim / 16
saint-preux, metropoldeki hayata ilişkin deneyimini şöyle anlatır: 'her daim çarpışıp duran gruplar ve hizipler, durmaksızın ortaya çıkıveren, yenilenen önyargılar ve çatışan kanaatler... herkes sürekli kendisiyle çelişkide,' ve 'her şey saçma ama hiçbir şey çarpıcı değil, çünkü herkes her şeyi kanıksamış.' öyle bir dünya ki bu 'iyi, kötü, güzel, çirkin, hakikat, erdem sadece yerel ve sınırlı olarak varoluyor.' ... 'gözlerimin önünden geçip duran böylesine çok sayıda nesne başımı döndürüyor. beni etkileyen tüm bu şeyler arasında yüreğimi saran bir tek şey bile yok. yine de hepsi birden hislerimi sarsıyor; öyle ki ne olduğumu, neye ait olduğumu unutuyorum.' / 31
marx, nietzsche / 38
gretchen, faust / 83
gretchen'in ardından gelenler meseleyi kavrayacaklardır: gretchen kalmış ve ölmüştü; onlarsa gidecek ve yaşayacaklardır. gretchen'in zamanından bizimkine iki yüzyıl içinde binlerce 'küçük dünya' boşalmış, içi oyuk kabuklara dönüşmüş, buralardaki genç insanlarsa düşünme, sevme ve büyüme özgürlüğü peşinde büyük şehirlere, açık sınırlara, yeni uluslara doğru yola koyulacaklardır gretchen'in küçük dünya tarafından yıkımı, ironik bir biçimde, bizzat küçük dünyanın yıkımında hayati bir evredir. çocuklarıyla birlikte gelişmeyen veya gelişmek istemeyen kapalı kasaba bir hayalet kasaba halini alacak, son gülen ise onun kurbanlarının hayaletleri olacaktır. / 90
milyonlarca insan, megalomanyakça tasarlanan, vahşice ve duyarsızca icra edilen ve sonuçta yöneticilerin servet ve iktidarını arttırmaktan başka işe yaramayan, sonu felaketle bitmiş gelişim projelerine kurban edildi. üçüncü dünyanın sahte faustları, ancak bir kuşağın ömrünü kaplayan bir zaman dilimi içinde ilerlemenin imaj ve sembollerini manipule etmekte dikkate değer bir beceri kazandılar. ... ama doğurdukları gerçek sefalet ve tahribatı telafi edecek gerçek bir ilerleme sağlamakta gözle görülür bir biçimde beceriksizdiler. zaman zaman şu veya bu halk, tepesindeki sahte geliştiriciyi devirmeyi başarabiliyor, ... eğer pek şansları yoksa, kısa süren devrimci eylem anları hiçbir yere götürmeyen yeni acılar yaratır sonunda. / 113
dünyanın en gelişmiş bölgelerinde bile tüm bireyler, gruplar ve topluluklar sürekli olarak kendilerini yeniden inşaya zorlarnıyorlar; bir an durdular mı, ne olursa olsunlar, süpürülüp atılırlar. faust'un şeytanla yaptığı anlaşmanın en önemli maddesi -bir an olsun durup 'verweile doch, du bist so schön' dediğinde yokolacağı şartı- her gün milyonların hayatında acı sonu yaratıyor. / 114
norman o. brown'un ölüme karşı yaşam'ı (life against death, 1958) faustçu gelişme idealinin çarpıcı bir eleştirisini sunuyordu: 'insanın tarih içinderi faustvari huzursuzluğu gösteriyor ki, insanlar bilinçli arzularının tatmin edilmesiyle tatmin olmazlar.' brown, radikal biçimde yorumlanan psikanalitik düşüncenin 'bitmek bilmez 'ilerleme' karabasanından ve bitmek bilmez faust huzursuzluğundan bir çıkış yolu, insan nevrozundan bir çıkış yolu, tarihten bir çıkış yolu' önereceğini umuyordu. brown faust'u esas olarak tarihsel eylem ve endişenin bir simgesi olarak görüyordu. 'faustvari insan tarih yapan insandır.' ama, cinsel ve psişik basıtırma bir şekilde altedilebilirse -brown'un umudu buydu- o zaman 'insan tarih yapmak yerine yaşamaya hazır olabilir.' o zaman 'faustvari insanın huzursuz kariyeri son bulacaktır, çünkü tatmin olacak ve verweile doch, du bist so schön diyebilecektir.' / 115
modern egemen sınıfa gerçekten korku salan ve onun kendi imgesinde yarattığı dünyauı gerçekten tehdit eden tek bir hayalet var ki bu, geleneksel elitlerin (ve dolayısıyla geleneksel kitlelerin) hep özleyip durdukları şey: kalıcı, katı istikrar. bu dünyada istikrarın tek anlamı, antropi ve yavaş yavaş ölmek. ilerleme ve büyüme hissimiz ise yaşadığımızı bilemenin tek yolu. toplumumuzun çözülmekte olduğunu söylemek, onun canlı kanlı olduğunu söylemekten başka bir şey değil aslında.
... hangi sınıftan olursa olsun, insanların modern toplumda varlıklarını sürdürebilmeleri için kişiliklerin de bu toplumun akışkan ve açık biçimine girmesi gerekiyor. modern insanlar değişimi arzulamayı öğrenmek, kişisel ve toplumsal hayatlarında değişikliğe açık olmaktan öte, onu pozitif anlamda istemek, aktif olarak peşinde koşmak ve ona uymak zorundalar. gerçek ya da fantazileşmiş bir geçmişin 'yerleşik, donuk ilişkileri'ne nostaljik göz yaşları dökmek yerine, hareketlilikten haz duymayı, yenilenme peşinde koşmayı; yaşam koşulları ve diğer insanlarla ilişkilerinde ileriye, gelecekteki gelişmelere bakmayı öğrenmek zorundalar.
kapitalizmin sorunu, her şeyde olduğu gibi burada da, yarattığı insani olanakları yoketmesindedir. herkesin kendini geliştirmesini teşvik eder, hatta bunu zorlar. ama insanlar ancak sınırlı ve çarpıtılmış şekillerde gelişebilirler. piyasanın kullanabileceği özellik, güdü ve yetenekler (çoğu zaman yeterince olgunlaşmaya fırsat bulamadan) gelişmeye itelenir ve geride hiçbir şey kalmayana değin sıkılır, suyu çıkarılır. bunun dışında, içimizde pazarlanması mümkün olmayan ne varsa ya zorbaca bastırılır, ya kullanılmamaktan körelir ya da hayata geçecek fırsatı bile bulamaz. / 136 - 137 / özgünlüğün politikası 145-159
18. yüzyılda, hakikat anlamında çıplaklık ve kendini keşfetme anlamında soyunma metaforları, yeni bir politik tını kazanır. montesquieu’nün pers mektupları’nda iranlı kadınların giymeye zorlandığı peçeler, geleneksel toplumsal hiyerarşilerin insanlara uyguladığı baskıyı simgeler. paris sokaklarında peçelerin olmayışı ise, tam tersine, yeni tür bir toplumu, ‘özgürlük ve eşitliğin hüküm sürdüğü’ bir toplumu simgeler; bundan dolayı ‘her şey açıkça dile gelir, her şey görünür, her şey duyulur. yürek kendini yüz gibi açıklıkla gösterir.’ rousseau ise sanat ve bilim üzerine söylevler’inde çağını gizleyen ‘kibarlığın birörnek ve aldatıcı peçesi’ni eleştirir ve der ki ‘iyi insan çırılçıplak boğuşmayı seven bir atlettir; güçlerinin kullanımını engelleyen tüm o iğrenç süslerden nefret eder.’ / 153
Çıplaklık diyalektiğine Marx’ınki kadar güzel olmayan, ama en az onun kadar olası başka sonlar da tahayyül etmek mümkündür. Modem insanlar Rousseau tarzı koşullanmamış bir benliğin yalnızlık içindeki pathos ve görkemini ya da Burke tarzı politik maskenin kollektif ve birörnek rahatlığını, Marx’ın bu ikisini en iyi şekilde kaynaştırma çabasına tercih edebilirler pekala. Hatta, diğer insanlarla olan bağlarını benliğin bütünlüğüne yöneltilmiş bir tehdit olarak görüp onlardan ürken ve kaçınan türden bir bireycilik veya benliği toplumsal rolü içinde eritmeyi amaçlayan türden bir kollektivizm, entelektüel ve duygusal açıdan daha kolay olduğu için Marksçı sentezden daha cazip görünebilir. / 154-155
Nihilizm sorunu Marx’m, bir sonraki satırında yine ortaya çıkar: “Burjuvazi her türlü kişisel onur ve saygınlığı değişim değeri içinde eritti; insanların uğruna savaştığı tüm özgürlüklerin yerine ilkesiz bir tek özgürlüğü koydu: serbest ticaret.” Burada ilk önemli nokta piyasanın modern insanların iç yaşamları üzerindeki müthiş etkisidir: insanlar sadece ekonomik soruların değil, metafizik soruların -neyin değerli, neyin onurlu, hatta neyin gerçek olduğu gibi soruların- yanıtlarını bulmak için de fiyat listesine bakmaktadırlar. Marx’ın diğer değerlerin değişim değeri içinde “çözündüğünü” söylerken vurguladığı nokta, burjuva toplumunun eski değer yapılarını silmeyip massetmiş olduğudur. Eski tarz onur ve saygınlık ölmemiş; bilakis piyasayla bütünleşmiş, üstlerine fiyat etiketleri konmuş, emtia niteliğiyle yeni bir yaşama kavuşmuşlardır. Bu yüzden, akla gelebilecek her türden insan davranışı ekonomik açıdan mümkün, “değerli” olduğu andan itibaren ahlaki açıdan kabul edilebilir hale gelir; kazanç sağladıktan sonra her şey uyar. Modern nihilizm budur işte. Dostoyevski, Nietzsche ve 20. yüzyıldaki ardılları bu derdin kaynağını bilimde, rasyonalizmde, Tanrı’nın ölümünde göreceklerdir. Marx ise bunun temelinin çok daha somut ve dünyevi olduğunu söyler: burjuva ekonomik düzeninin -insani değerimizi piyasa fiyatımıza, ne eksik ne fazla bu fiyata eşit gören ve bizleri, fiyatımızı olabildiğince yükseltmek için genişlemeye zorlayan düzenin- sıradan gündelik işleyişinin bir parçasıdır bu. / 156 - 157
ancak iş bulabildikleri müddetçe yaşarlar ve ... ancak emekleri sermayeyi arttırdığı müddetçe iş bulabilirler. Kendilerini parça parça satmak zorunda olan bu işçiler diğer her ticari mal gibi birer metadırlar dolayısıyla rekabetin iniş çıkışlarına, piyasanın dalgalanmalarına tabidirler. (479)
Bu yüzden, ancak sermayesi olan birileri onlara para verdiği sürece kitap yazabilir, resim yapabilir, fizik veya tarih yasalarını keşfedebilir, hayatlarını idame ettirebilirler. Ama burjuva toplumun baskıları o düzeydedir ki karşılığını vermeden, yani eserleriyle şu veya bu şekilde “sermayeyi arttırmadan” kimse onlara para vermez. Onların beyinlerim sömürerek kâr sağlamaya istekli bir işverene “kendilerini parça parça satmak” zorundadırlar. Kendilerini en kârlı şekilde arz edebilmek için uğraşıp didinmeleri gerekir; sırf çalışmalarını sürdürebilmek için satın alınma imtiyazı uğruna (çoğu kez amansız ve acımasızca) rekabet etmek zorundadırlar. Eser tamamlandığında onlar da, diğer tüm işçiler gibi kendi emeklerinin ürününden koparılmış olurlar. / 164
Baudelaire’e göre alınması gereken ders şudur: Modern hayatın ayırdedici ve otantik bir güzelliği olmasına karşın, bu onun doğasından kaynaklanan sefalet ve kaygı duygusundan, modern insanın ödemesi gereken faturadan ayrılamaz.
Ortaya koyduğu yeni zevkler ölçüsünde insanlığı zarifleştiren sınırsız ilerlemenin en zalim ve en saf işkence olup olamayacağı sorusunu bir yana bırakıyorum; kendi kendini yadsıyarak ilerleyişinin durmaksızın yenilenen bir intihar biçimi olup olmadığı sorusunu hummalı ilahi mantık çemberine hapsedilmiş, kendini bizzat kendi kuyruğuyla sokan bir akrep olup olmaya cağı sorusunu da- ilerleme, bizzat kendi ebedi kederi ne dönüşen o ebedi arzu! / 195
Benjamin’in Paris yazıları Greta Garbo’nun Ninotchka'sına şaşırtıcı bir benzerlik gösteren dramatik bir performans sergilemektedir. Yüreği ve duyarlığı, karşı konulmaz bir şekilde şehrin parlak ışıklarına, güzel kadınlarına, moda dünyasına, lükse, parıltılı yüzeylerin ve ışıltılı sahnelerin akışına çeker onu; Marksist vicdanıysa onu bu tutkudan alıkoyar, tüm bu parıltılı dünyanın çökmüş, boş, içeriksiz, ruhsuz, proletaryayı ezici, tarih tarafından mahkum edilmiş olduğunu söyler durur ona. Paris tutkusundan korunabilmek için ardarda ideolojik açıklamalar sıralar- ama, dönüp bulvara ya da şehrin ışıklarına son bir kez daha bakmadan edemez; kurtarılmak istemektedir, ama henüz değil. / 201
Haussmann, Ortaçağdan kalma eski teneke mahalleleri yıkarken, farkında olmadan geleneksel kent yoksullannın içe dönük ve dışarıya sımsıkı kapalı dünyasını da yıkmıştır. En yoksul mahallelerin ortasında kocaman delikler açan bulvarlar yoksulların bu deliklerden geçip kendi yıkık dökük mahallelerinden çıkmasını, ilk kez şehrin ve hayatın geri kalan kısmının neye benzediğini keşfetmelerini sağlar. Ve görürken görülürler de: görüntü, tezahür iki yönlüdür. Büyük mekânların ortasında, parlak ışıkların altında görmezden gelmek mümkün değildir. Işıltı, yıkıntıları aydınlatır ve bu parlak ışıkların bedelini ödeyen insanların karanlık hayatlarını ortaya serer.* Balzac bu eski mahalleleri Afrika’nın en karanlık cangılına benzetir, Eugène Sue ise “Paris’in Esrarları” diyordu onlara. Haussmann’m bulvarları egzotik olanı yakma getirmektedir; bir zamanlar bir esrar olan sefalet artık bir olgudur.
Modern şehirdeki sınıf bölünmelerinin ortaya çıkması modern benlik içinde yeni bölünmeler doğurur. Aşıklar ansızın yanı başlarında biten bu partal insanları nasıl karşılayacaklardır? Bu noktada modern aşk masumiyetini yitirir. Yoksulların varlığı şehrin ışıltısının üzerine acımasız bir gölge düşürür. Büyülü biçimde aşkı esinleyen dekor artık bir ters büyü yapmakta, aşıkları kendi romantik sınırlarından çekip daha geniş ve daha az özgür ağların içine yerleştirmektedir. Bu yeni ışıkta kişisel mutluluk bir sınıf imtiyazı gibi görünür. Bulvar politik davranmaya zorlar onlan. / 209 - 210
Baudelaire, adamın da kadının da tepkilerinin, liberal duyarlılıkla gerici acımasızlığın, aynı derecede çıkmaz olduğunu bilmektedir. Bir yanda, yoksulları rahat insanlar ailesine katmanın bir yolu yoktur; öte yanda, onlan uzun süre göz önünden uzaklaştıracak bir baskı biçimi de mevcut değildir - daima geri döneceklerdir. Ancak modern toplumun kökten bir yeniden inşası bulvarın aydınlığa çıkarttığı yaralan -toplumsal olduğu kadar kişisel yaralan- iyi edebilir. Ama, ne var ki köklü çözüm de çoğu kez yıkımdan pek farklı olmuyor: Bulvarlan yıkmak, parlak ışıklan söndürmek, insanları oradan oraya gönderip yeniden yerleştirmek, modem şehrin var ettiği güzellik ve coşku kaynaklarını öldürmek. Baudelaire’in bir zamanlar umduğunu bizler de umabiliriz, şehir ışıkları gibi güzellik ve coşkunun herkesçe paylaşıldığı bir geleceği. Ama bu umudumuz, Baudelaire’in şehrinin atmosferini dolduran o ironik üzüntüden arınamaz bir türlü. / 211 - 212
Meta ekonomisinin önde gelen özelliklerinden biri, Marx’in açıkladığına göre, piyasa değerlerinin sonsuz başkalaşımıdır. Bu ekonomide kazanç sağladıktan sonra her şey uyar ve hiçbir insanî olanak kitaplardan silinmez; kültür bir gün tekrar satılabilir umuduyla her şeyin stokta tutulduğu devasa bir depo halini alır. / 220 - 221
Bir aydınlanma anında, modern şehri oluşturan yalnızlıklar yığını yeni bir ilişkiyle bir araya gelerek bir halk oluşturur. “Sokaklar halka aittir”: şehrin unsurlarına el koyar ve onu kendilerinin kılarlar. Kısa bir süre için, yalnız ve tek tek ani hareketlerin modernizminin yerini kitle hareketinin düzenli modernizmi alır. / 222
Mitolojik “vahşi batı”nın önemli bir özelliği de sınıfsızlığıdır. İki adam, bireysel olarak, bir boşluk içinde karşı karşıya gelirler. Vahşi batı mitolojisini güçlü ve çekici kılan medeniyet öncesi “doğa insanlar”ı demokrasisi hayalidir. / 293
Azgelişmişliğin modernizmi modernliğin düşlem ve hayallerine dayanmaya, seraplar ve hayaletlerle yakınlık kurarak, savaşarak beslenmeye zorlanıyor. Kaynaklandığı hayat biçimi ve sadık kalabilmek için sorunlu, tuhaf, tutarsız olmak zorunda kalıyor. Kolayca tarih yapamadığı için kendi içine kapanıp kendine eziyet ediyor - ya da tarihin tüm yükünü üstlenmek için ölçüsüz girişimlere atılıyor. Çılgına dönmüşçesine kendini aşağılıyor ve ancak öz-ironi yetisiyle ayakta kalabiliyor. Ama bu modernizmin içinden doğup büyüdüğü tuhaf gerçeklik ve altında yaşayıp hareket ettiği tahammül edilmez baskılar -toplumsal ve politik olduğu kadar ruhsal baskılar- bu dünyada yerini bulmuş olan Batı modernizminin hiç ulaşamadığı gözükara bir ışıltıyla dolduruyor onu. / 311
“Kamuyu severdi o, halkı değil”: Dostoyevski, “insanlığa” duyulan sevginin, gerçek insanlara duyulan nefretle birlikte gitmesinin modern politikanın ölümcül tersliklerinden biri olduğu konusunda defalarca uyarmıştı bizi. / 404
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen bolluk döneminde çağdaşlığın önde gelen simgesi yeşil ışıktı. İkinci Dünya Savaşı sonrası olağanüstü bolluğun temel simgesi, federal ekspresyol sistemiydi. Sürücüler, bu ekspresyol üzerinde bir kıyıdan bir kıyıya hiçbir ışığa rastlamadan gidebilirdi. Ama 1970’lerin çağdaş toplumları, hız sının ve dur işaretinin gölgesi altında yaşamak durumundaydı. Toplumsal hareketliliğin azaldığı bu yeni dönemde modern insanlar gitmek istedikleri yön ve uzaklık konusunda derin derin düşünmek, onlan bir yerlere götürebilecek araçların peşine düşmek zorundaydı. / 439
Söylediğim şuydu: Modern olmak, kişisel ve toplumsal yaşamı bir girdap deneyimi gibi yaşamak; insanın kendini ve dünyasını sürekli bir çözülüş, yenilenme, sıkıntı, kaygı, belirsizlik ve çelişki içinde bulması demektir. Kısaca, katı olan her şeyin ergiyip havaya karıştığı bir evrenin parçalan olmak... Öte yandan bir modernist olmak, insanın kendini bu girdabın içinde bile bir şekilde evinde hissetmeyi başarması, bu girdabın ritimlerini özümsemesi; bu girdabın akıntılan arasında, mahvedici akışının ortaya çıkmasına izin verdiği gerçeklik, güzellik, özgürlük ve adalet biçimleri arayışında olmak demektir. / 460