allah a kulluk etmek ne demektir / Sesli Sözlük - allah'a kulluk etmek

Allah A Kulluk Etmek Ne Demektir

allah a kulluk etmek ne demektir

Gerçekte kulluk nedir? Allah&#;a kulluk etmek ne demektir? İtaat manasında kulluğu melekler yapıyor zaten. İnsan, manadan yahut maddeden eserler inşa eder, tasarımlar yapar Namaz, oruç, zekat gibi tüm "ibadet"ler de bunların vasıtalarıdır

Değerli kardeşimiz,

Kulluk, yaratılan insan ile Yaratan Allah arasındaki ilişkiyi düzenleyen bir ameliyedir. Bu yüzdendir ki, ilk inen vahiyde, Allah’ın yaratıcılığı ve insanın da yaratılmışlığı öne çıkarılmıştır:

“Yaratan; insanı yapışkan bir hücreden yaratan Rabbinin adıyla oku.”(Alak, 96/).

Yine Kur’an’da, insanı Allah’a  kulluk yapmağa davet eden ilk ayette de bu ilişkiye dikkat çekilmiştir:

“Ey insanlar! Hem sizi hem de sizden önceki insanları yaratan Rabbinize ibadet ediniz / kulluk yapanız.”(Bakara, 2/21). 

Bundan anlaşılıyor ki, kulluk insan için bir fıtrat vazifesidir, yaratıcıya karşı bir teşekkür ifadesidir, ruhanî ve cismanî  mekanizmaların yaratılış amacını gerçekleştirmeye yönelik bir kutsal eylemdir.

Şimdi, çok özet bir halde çerçevesini çizmeye çalıştığımız kulluk hakikatini birkaç madde halinde sunmaya çalışacağız: 

Kulluk iki şekilde yapılır: Biri Yaratanın gıyabında, doğrudan ona hitap etmeden yapılan, diğeri ise, onun huzurunda, ona hitaben yapılan kulluk.. 

1. Yaratanın gıyabında yapılan kulluk, şöyle özetlenebilir: 

a. Kulluk:  İnsanın kâinat çapında görülen “salatanat-ı rububiyete”; yaratma, yönetme, düzenleme, dizayn etme gibi harika işlere bakıp, yüce Allah’ın büyüklüğünü tasdik etmek, sanatının güzelliğini alkışlamaktır. 

b.Kulluk: Allah’ın güzel isimlerinin birer yansıması olan varlıktaki güzel sanatları görmek, kendi aralarında bunları müzakere etmek ve birbirinin ibret nazarına sunmaktır.

c. Her birisi birer manevî hazine olan Allah’ın güzel isimlerinin cevherlerini, idrak terazisiyle tartmak, kalbin kıymet-şinaslığıyla takdir edip değer vermektir. 

d. Kulluk: Kâinatı / göklerin ve yerküresinin sayfalarını Allah’ın kudret ve hikmet kalemiyle yazılmış bir kitap olarak algılamak, mütalaa edip tefekkür etmektir. 

e. Kulluk: Kainat çapında görülen harika sanatlar, ince nakışlar, süslü dizaynlar penceresinden bakıp, Yüce Yaratıcının manevî cemal ve kemalini temaşa etmek, onu yakından tanımak, onu sevmek ve ona saygı duymaktır. 

2. Yaratanın huzurunda -ona hitaben- yapılan kulluk, şöyle özetlenebilir: 

a. Kulluk: Her zaman Allah’ın huzurunda olduğunu idrak etmek ve ona göre bir duruş sergilemektir. Eserden müessire / sanattan sanatkâra geçmektir. 

b. Kulluk: Yüce Yaratıcının, harika ve mucizeli sanatlarını teşhir etmek suretiyle kendini tanıttırmak istediğini anlamak ve bu isteğini imanla karşılayıp mukabele etmektir. 

monash.pw:  Rahman ve Rahim olan Allah’ın, sonsuz rahmetinin bir yansıması olarak bin bir türlü rahmet ürünlerini sergilemekle kendini sevdirmek istediğini idrak etmek; onun bu isteğini, kendisini severek yerine getirmek, sevgisini ona tahsis etmek ve kendisi de ona kulluk ederek kendini ona sevdirmeye çalışmaktır. 

d. Kulluk:  Sonsuz kerem ve ihsan sahibi olan Allah’ın, maddî-manevî sayısız nimetleriyle insana ikramlarda bulunup,  maddî-manevî duyu organlarına hitap edip, damağına ve dimağına keyif ve lezzetler enjekte etmek isteğini kavramak, buna mukabil; fiilleriyle, sözleriyle, tutum ve davranışlarıyla, hatta elinden gelse varlığının bütün zerreleriyle ona övgülerini, şükranlarını sunmaktır. 

e. Kulluk: Atomlardan galaksilere kadar her yerde yansımaları görünen Allah’ın celal ve cemal sıfatlarına karşı “Subhanellah, elhamdulillah, Allahu ekber” diyerek  hayret içinde ayakta el-pençe durmak, iki büklüm olarak rükua varmak, yüzünü yerlere sürerek secdeye kapanmaktır. 

Ayrıca, kulluk; ibadet ve ubudiyet olarak da ikiye ayrılır: Oruç, namaz, hac, zekât birer ibadet olarak kulluk olduğu gibi, hayatı kolaylaştıran, insanların yararına olan her türlü teknoloji üretmek de bir kulluk görevidir. Örneğin; araba yapmak, gemi yapmak, uçak yapmak, yol yapmak, köprü yapmak, çeşitli sanayi ürünlerini istihsal eden fabrikalar kurmak da bir kulluktur. Şüphesiz, gerek ibadetin gerekse ubudiyetin bir değer ifade etmesi için, Allah’ın rızasını esas yapmak ve işlerinde samimi olmak şarttır.

İlave bilgi için tıklayınız:

İbadet nedir? Cennet vaad edilmeseydi ve cehennemle korkutulmasaydık ibadet eder miydik?

Selam ve dua ile
Sorularla İslamiyet

Yaratılış gâyemizi net bir şekilde belirleyen âyetinde Yüce Rabbimiz şöyle buyurur: Cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.1 Müfessirlerce âyetteki kulluk, Allâh’ı birlemek, O’nu tanımak, O’nun emir ve yasaklarını bilip gereğini yerine getirmek olarak anlaşılmıştır.2 Kişi, Rabbini doğru bir şekilde tanıdıkça O’na kulluk ve ibâdette devâm edecek, bu konuda O’na yaklaşacaktır. Nitekim bir hadislerinde Peygamberimiz, Ben sizin Allâh’ı en iyi tanıyanınız, O’ndan en çok korkanınız ve en çok sakınanınızım3 buyurarak buna dikkat çeker. Demek ki kulluk, bizim dünyâya geliş gâyemiz ve hayâtımıza değer katıp onu anlamlandıran ruhtur.

Yüce Allâh’a kulluk; O’nu gereği gibi tanımak, O’na bağlanıp O’nun rızāsını kazanmak için çalışmak, O’na karşı sorumluluklarını yerine getirmek, duā, ibâdet ve tāati yalnızca O’na has kılmakla mümkündür. Îman ve sâlih ameller Allâh’a kulluğun göstergeleridir. Nitekim mü’minler günlük olarak tekrar tekrar okudukları Fâtiha sûresinde Yalnızca Sana ibâdet/kulluk eder ve yalnızca Senden yardım dileriz diyerek O’na bağlı olduklarını ve yalnızca O’nun kulu olduklarını dile getirirler. Bütün Peygamberlerin ortak mesajı, insanlığı Allâh’a kulluğa çağırmak olmuştur: Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona, ‘Benden başka ilâh yoktur, şu halde Bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım.4Ey insanlar! (Azaptan) korunmak için, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kul olun.5

Yüce Allâh’a kulluk, insan için en büyük şereftir. Kulluğun süresi ömür boyudur: Ölüm gelinceye kadar Rabbine kul ol!6 Kulluk, öteki dünyâda da devâm edecek olan bir sorumluluktur. Cennette ibâdet olmayacaktır ancak cennetlikler orada da Yüce Allâh’ın kulu olmaya devâm edeceklerdir. Onun için Hz. Peygamber, büyük mûcizelerden biri olan İsrâ mûcizesi ile anılırken kulluk unvânıyla anılır: Kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan, kendisine bir kısım âyetlerimizi göstermek için, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allâh’ın şânı ne yücedir! Doğrusu O, işitir ve görür.7 Hz. Peygamber (sav), cinlerle buluşup onlara Kur’ân okuması anlatılırken de Abdullâh/Allâh’ın kulu unvânıyla anılır.8 Kelime-i Şehâdet’te de Abdühü ve Rasûlüh denilerek O’nun Allâh’a kul oluşu, O’nun elçisi oluşundan önce zikredilir. Onun kul oluşunun zikredilmesindeki temel amaç, onun insanlık için örnek bir kul oluşunu hatırlatmak, bu konuda onu örnek almak ve onu insanüstü nitelemelerden uzak tutmaktır.

Bütün bunlar bize, Allâh’a kulluğun ne büyük bir şeref ve saādet olduğunu gösterir. Zâten Yüce Rabbimiz, O’nun katında bize değer kazandıracak asıl ölçünün kulluk olduğunu bildirir: Kulluğunuz/duānız/ibâdetiniz olmasa Rabbim size ne diye değer versin?9

Bāzılarının sandığı gibi Allâh’a kulluk, aslâ sıradan bir kölelik değildir. Aksine O’na kulluk, insanı esîr/zelîl eden diğer kölelik ve esâret zincirlerinden kurtulmaktır. Onun için Allâh’a kulluk, gerçek özgürlüktür. Tıpkı Hz. Mevlânâ’nın dediği gibi: Ben kul oldum, ben kul oldum Ben zayıf bir kul olduğumu ve kulluğumun gereğini ifâde edemediğim için utanıp başımı önüme eğdim. Her köle âzâd edilince sevinir. İlâhî, bense Sana kul/köle olduğum için seviniyorum.10Hz. Ali (k.v) gerçek kulluğun hakīkī özgürlük olduğunu şöyle açıklar: Sevap elde etmek için Allâh’a kulluk, tâcirlerin ibâdetidir. Korkudan dolayı kulluk, kölelerin ibâdetidir. Allâh’a şükretmek için kulluk ise, işte asıl hürlerin ibâdeti budur.11

Kulluk, gönülden Yüce Yaratıcı’ya inanıp O’na bağlanmakla başlar, ancak burada bitmez. Kulluk, kuru bir iddia değildir. Gerçek kulluk, söz ve davranışlara yansımalıdır. Söylem ve eylemler kulluğun isbâtıdır. Yüce Rabbimiz bir âyetinde kulluğu ve onun yansımalarını şöyle açıklar:

Oysa onlar/Kitap ehli, doğruya yönelerek, dîni yalnız Allâh’a has kılarak O'na kulluk etmek, namazı kılmak ve zekâtı vermekle emrolunmuşlardı. Dosdoğru olan din de budur.12 

Yegâne hak/dosdoğru dînin en temel esasları bunlardır: Yalnızca Yüce Allâh’a kulluk… Dîni Allâh’a has kılmak… Namazı ikāme etmek… Zekâtı vermek… Târih boyunca insanlık, öncelikle bu ilâhî emirlere muhatap olmuştur. Bu emirlerde ihlâs, ītikad, bedenî ve mâlî ibâdetler ve sosyal dayanışma bir araya gelmiştir. Bunlar birbirinden ayrıl(a)mazlar. Zîrâ pek çok âyetinde olduğu gibi bu âyetinde de Yüce Rabbimiz, bütün bunları bir arada ve iç içe zikretmiştir. Şimdi âyette birlikte sayılan bu güzellikleri kısa kısa açıklayalım:

Yalnızca Yüce Allâh’a kulluk… Tevhîd üzere olmak için, yalnızca O’na kul olmak. İbâdeti yalnızca O’na yapmak. İbâdete riyâ ve süm’ayı karıştırmamak. Görsünler, duysunlar, beğensinler diye değil, herhangi bir beklenti için değil, Yüce Allâh’a, ibâdet ve kulluğa lâyık yegâne güç olduğu için ibâdet ve kulluk etmek. Rabbine kavuşmayı uman kimse faydalı iş işlesin ve Rabbine kullukta hiç ortak koşmasın.13 

Dîni Allâh’a has kılmak… Din koyma, dînin esaslarını belirleme yetkisini Yüce Allâh’a bırakmak. O’nun bu yetkisini başka varlıklara vermeye kalkmamak. Şirke bulaşmamak. Şirkten ve şirk şâibelerinden uzak durmak. 

Dîni O'na has kılmak. Tüm hal ve harekâtını O'na göre programlamak. Her şeyimizle O'nun olmak. Özümüzle, sözümüzle. O'nun dînini O'nun indirdiği ve istediği gibi anlayıp yaşamak. Dîni O’ndan öğrenmek, O’nun dînine kendimizden bir şey katmamak, kendi tez ve düşüncelerimizi O’na söyletmeye kalkmamak. İşte dînin Allah için olması ve yalnızca O’na has kılınması budur. Dîni Allâh’a has kılmak, şirk şâibelerine bulaşmamayı ve bütün yapılanları yalnızca Allah için yapmayı da içine alır.

İlim, sāhibini ihlâslı olmaya götürürse onun için mânevî doyum ve huzur gerçekleşir. Kişi yakīnî ilimle gerçek ilim sāhibi olur, ihlâsla amele dönerse, ondan sızlanma, cehâlet ve kuru bilgi gider. Sızlanmanın yerini sabır alır, cehâletin yerini ilim alır, kuru bilginin yerini eylem alır. Zâten ihlâs, kalbiyle ve kalıbıyla, iç ve dış dünyâsıyla O’nun olmak değil midir? 

Namazı ikāme etmek… Dîni bu şekilde doğru anladıktan sonra, sıra gereklerini yerine getirmeye gelecektir. Gereği gibi namazı kılarak, zekâtı vererek dîni hayâta geçirmektir öncelikle yapılması gerekenler. Sağlam bir inançtan sonra, bedenî ve mâlî tüm ibâdetleri Allâh’a has kılmak, beden ve malları O’nun uğruna seferber etmektir. İşte dosdoğru din, haniflik budur. Hayat Düstûrumuz Kur’ân, namazı ikāme etmekten, onu huşû/içtenlikle edâ etmekten, onda devamlı olmaktan ve onu muhāfaza etmekten bahseder. 

Namaz, bedenî ibâdetlerin şâhıdır. Namazı ikāme etmek, onu ayağa kaldırmak, onu vaktinde, gereği gibi kılmaktır. Namazı ikāme etmek, namazla ayağa kalkmaktır, namaz rûhunu hayâta taşımaktır. O rûhu namaz kılınan yer ve zamanda bırakmamaktır. Ve bütün bunları āile boyu, cemiyetin bütün fertleri ile birlikte yapabilmektir.

Zekâtı vermek… Sāhip olduklarımızı sınav aracı olarak görmek ve gerektiğinde onları, onların asıl sāhibi Yüce Allâh’ın emirleri doğrultusunda, O’nun belirlediği zaman ve miktarda, O’nun emrettiği yerlerde harcamaktır. Yüce Allâh’ın malını, O’nun emriyle, O’nun rızāsını kazanmak için, O’nun kullarına vermektir.

Zekât arınmaktır. Malın şüpheli şeylerden arınması, vâriyetli kulun cimrilik ve bencillikten arınması, yoksul kulun da kıskançlık ve servet düşmanlığından kurtulmasıdır. Sonuçta zekât, dünyevîleşmenin kirli ağından sıyrılarak toplumun arınmasıdır.

Tabii ki ibâdetler bu sayılanlardan ibâret değildir. Müslüman, ibâdetleri âdetlere dönüşmekten kurtaran ve aksine âdetlerini ibâdete dönüştürmesini bilen kimsedir. İbâdetler âdete dönüşürse namaz ritüeli, bir kısım bedenî hareketlerden ibâret kalır. İbâdet, âdete dönerse oruç, bir çeşit diyet uygulamasına; infâk insancıl bir paylaşıma; hac turistik seyahate; cihâd ganîmet sevdâsıyla savaşa dönüşür. Ama âdetler ibâdet rûhuyla yapılırsa Müslümanın her sözü ve her eylemi ibâdete dönüşür ve ona Allah katında değer ve sevap kazandırır. Nitekim Ufuk Peygamberi bu konuda şöyle buyurur: 

Güneşin doğduğu her gün, insanların her bir eklemi için bir sadaka gerekir. İki kişi arasında adâletle hükmetmen sadakadır. Bineğine binmek isteyene yardım ederek bindirmen yâhud yükünü bineğine yüklemen sadakadır. Güzel söz sadakadır. Namaz için mescide giderken attığın her adım bir sadakadır. Gelip geçenlere eziyet veren şeyleri yoldan gidermen de sadakadır.14

Mü’minin başka hiç kimsede bulunmayan ilginç bir hâli vardır. Onun her işi hayırdır. Eğer bir genişliğe nīmete kavuşursa şükreder ve bu onun için bir hayır olur. Eğer bir darlığa musībete uğrarsa sabreder ve bu da onun için bir hayır olur.15

Yüce Rabbimiz bizleri, kulluk bilinci ve ibâdet şuuruyla her işini hayra dönüştüren bahtiyâr kullarından eylesin.

Dipnotlar:

1 51 Zâriyât

2 Tefsîru Mukâtil.

3 Buhârî, İman 13, İ’tisâm 5, Nikâh 1; Müslim, Sıyâm 74, 79; Ebû Dâvûd, Edeb 17, Savm

4 21 Enbiyâ

5 2 Bakara

6 15 Hicr

7 17 İsrâ1.

8 72 Cin

9 25 Furkân

10 Tahirü’l-Mevlevî, Mesnevî Şerhi, I,

11 Gölpınarlı Abdülbak, Mesnevî ve Şerhi, I,

12 98 Beyyine 5.

13 18 Kehf

14 Buhârî, Sulh 11, Cihâd 72, ; Müslim, Zekât Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Tatavvu’ 12, Edeb

15 Müslim, Zühd

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

SOHBETİN ADI: ALLAH’A KUL OLMAK VE ALLAH’A KULLUK ETMEK
TARİHİ:

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah’a sonsuz hamd ve şükrederek inşaallah sözlerimize başlıyoruz. Konumuz; Allah’a kul olmak ve Allah’a ibadet etmek. Belki şöyle söylemek de mümkün: Allah’a abd olmak ve abid olmak.

Abd; kul demektir. Ama abid ibadet eden demektir. Kul, zaten Allah’a ibadet eden bir kişidir, her hâlükârda. Ama birbirinden o kadar farklı hüviyetleri var ki… Dîndeki kavram kargaşası bu muhtevayı mahvetmiş durumda.

Sevgili kardeşlerim! Abd; bir insanın vasfıdır, sıfatıdır. Allah’a kuldur o. Kişinin ismidir. Kur’ân’da Allah’ın kulu var, tagutun kulu var. Açık bir şekilde abd olarak yer almış, Allah’ın kulu da şeytanın kulu da. Ama abid, ibadet eden demek. Namaz kılan, oruç tutan, zekât veren, hacca giden, kelime-i şahadet getiren, zikir yapan kişi. Zikirle beraber (İslâm’ın 5 şartı arasında bildiğiniz gibi zikir yok), Allah’a abd olmak da unutulmuş, sevgili kardeşlerim. Abd olmakla abid olmak arasındaki fark unutulmuş. Ve nerede abd kelimesi geçerse, o kulluk eden anlamına, ibadet eden anlamına kullanılıyor.

Sevgili kardeşlerim! Abd; Allah’ın kulu demektir. Allah’a kul olmaksa herkesin haddi değildir, harcı da değildir. Kişi, Kur’ân’ın kendisini kul yapacağını kesinleştirdiği bir emri yerine getirmeden Allah’a asla kul olamaz.

Allah’a kul olmak son derece basittir, son derece kolaydır. Ama insanlar bilmiyorlar. Bu iki kelime; “abd” kelimesi ile “abid” kelimesi, birbirine Kur’ân-ı Kerim’de en üstün ifadeleri kullananlar için dahi, bir yanıltıcı faktör olarak devreye girmektedir.

Allah’a kul olmak, Allah’a ulaşmayı dilemeyen hiç kimse için mümkün değildir. Birinci kulluk, Allah’a ulaşmayı dilediğiniz zaman gerçekleşir. Allah’a ibadet eden kişi ibadet ediyor diye Allah’a kul olamaz. Kim Allah’ın kuluysa mutlaka cennete girer. Herkes Allah’ın kulu olamaz. İnsanlar İslâm’ın 5 şartını yerine getiriyorlar diye Allah’ın kulu olmaları mümkün değildir.

Allah’ın kulu olmak, bir şartla gerçekleşir. Kim Allah’a mülâki olmayı, ruhunu Allah’a hayattayken ulaştırmayı dilerse, sadece o Allah’ın kulu olabilir. Allah’a mülâki olmayı dilemeden, hiç kimse Allah’ın kulu olamaz. O, ömür boyunca şeytanın kulu olarak kalacaktır.

Öyleyse bakalım ne diyor, Kur’ân-ı Kerim bu konuda? İşte Bakara Suresinde Allahû Tealâ şöyle buyuruyor:

2/BAKARA Allâhu velîyyullezîne âmenû, yuhricuhum minez zulumâti ilân nûr(nûri), vellezîne keferû evliyâuhumut tâgûtu yuhricûnehum minen nûri ilâz zulumât(zulumâti), ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).

Allah, âmenû olanların (Allah’a ulaşmayı dileyenlerin) dostudur, onları (onların nefslerinin kalplerini) zulmetten nura çıkarır. Ve kâfirlerin dostları taguttur (onlar, şeytanı dost edinirler, şeytan kimseye dost olmaz), onları (onların nefslerinin kalplerini) nurdan zulmete çıkarırlar. İşte onlar, ateş ehlidir. Onlar, orada ebedî kalacak olanlardır.


“Allah âmenû olanların dostudur. Onları zulmetten nura çıkarır. Kâfirlere gelince, onlar tagutun dostudurlar. Ve tagut onları nurdan zulmete çıkarır.”

İşte buradaki 1. faktör, âmenû olmak; insanı Allah’ın kulu yapan temel faktördür. Sadece âmenû olanlar Allah’ın kulu olabilirler. Allah’a ulaşmayı dileyenler Allah’ın kulu olabilirler. Sadece Allah’ın kulu olmak şerefine erenler cennete girebilirler. Ve Allah’ın kulu olmak bir tek dileğe vabestedir. Bir tek dilek. Allah’a ulaşmayı dilemek, o kişiyi mutlaka Allah’ın kulu yapar. Kim Allah’a mülâki olmayı dilerse, o kişi mutlak olarak Allah’ın kulu olmak şerefine ermiştir; dilediği an.

İşte şimdi abd kelimesi ile abid kelimesinin birbirine karıştırılmadığı ve abd’ın Allah’ın kulu olarak değerlendirildiği âyet-i kerimeye geliyoruz. Zumer Suresinin âyet-i kerimesine, Allahû Tealâ şöyle buyuruyor:

39/ZUMER Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâdi.

Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!


Allahû Tealâ sahâbe için diyor ki: “Onlar taguta kul iken Allah’a yöneldiler, Allah’a ulaşmayı dilediler. Ve Allah’a kul oldular. Onlara müjdeler vardır, kullarımı müjdele.”

Onlar taguta kul iken, tagutun kulu olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Neden? Allah’a ulaşmayı dilediler. Allah’a ulaşmayı diledikleri için, Allah’a münîb oldukları için.

Allah’a ulaşmayı dileyen herkes münîbtir (enâbû kelimesi).

“ve enâbû ilâllâh:Allah’a yöneldiler. Allah’a ulaşmayı dilediler.

“Onlara müjdeler vardır.” diyor, Allahû Tealâ. Ve şeytana kul iken, Allah’a ulaşmayı dilemek sebebiyle onların kul olduklarını Allahû Tealâ ifade ediyor. “Kullarımı müjdele!” diyor.

Âyet-i kerime son derece kesin olarak bütün sahâbenin tagutun kulu olduğunu söylüyor baştan. “Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ: Onlar taguta kul olmaktan, abd olmaktan kaçındılar. Kendilerini kurtardılar.”

İçtinap etmek; kaçınmak, sakınmak ve kurtulmak demek. “İçtinap ettiler, kaçındılar. Taguta kul olmaktan çekindiler, kaçındılar.” Niçin? “Allah’a yöneldiler. Onlara müjdeler vardır.” diyor, Allahû Tealâ. Sadece, bütün insanlardan sadece Allah’a ulaşmayı dileyenler şeytana kul olmaktan kurtulabilirler. Allah’a kul olabilirler. “Onlara müjdeler vardır, kullarımı müjdele.” diyor.

lehumul buşrâ: onlar için müjdeler vardır.
fe beşşir: öyleyse müjdele

“Ibâdi:kullarımı.” diyor, Allahû Tealâ. “İbadet edenlere” demiyor, “kullarımı müjdele” diyor.

Sevgili kardeşlerim! Bu öylesine önemli bir kavram kargaşası ki; kişiyi cennete veya cehenneme götürebilir. Sadece bu kavram kargaşası, tek başına. Bir insan ibadet ediyor diye Allah’ın kulu olamaz. Bir insanın Allah’a namaz kılması, oruç tutması, zekât vermesi, hacca gitmesi, kelime-i şahadet getirmesi (İslâm’ın 5 şartını yapmak), hiç kimseyi cehennemden kurtaramaz.

Bu 5 şart, zaten İslâm’ın 5 şartı olarak Kur’ân-ı Kerim’de yeterli bir seviyeyi ifade etmez. İslâm’ın 6. şartı, Allah’a ulaşmayı dilemektir. Üstelik de olmazsa olmaz şartıdır Kur’ân-ı Kerim’in. İslâm’ın 7. şartı, zikirdir. Unutulan ve önemsiz sayılan; İslâm’ın 5 şartının yanında o kadar önemsiz sayılan ki; ne 32 farzda ne 54 farz da yer almamıştır zikir.

Sevgili kardeşlerim! İslâm’ın başına nasıl çoraplar örüldüğünü, nasıl bir tuzak kurulduğunu çok açık bir şekilde anlatır, İslâm’ın bugün kullanılan standartlarına bakmak. Sevgili kardeşlerim! Muhtevaya baktığımız zaman; 32 farz, 54 farz… Bunlar dînîmizin bugün kullanılan bütün bölümünü içermesi lâzım. Aslında, içeriyor diyebilir miyiz? Evet. İnsanların büyük kısmı, bu 32 farzla 54 farzın -özellikle 54 farzın, tabiî farklılıklar, burada eksiklikler kısmen giderilmiş- İslâm’ın bütününü kapladığını zannediyor. Bu farzların olmazsa olmaz şartı, Allah’a ulaşmayı dilemektir. Ve dilemeyen insan abd olamaz.

Herkes abiddir. Namaz kılan, oruç tutan, zekât veren, hacca giden, kelime-i şahadet getiren. Özellikle abid olmak, namaz kılmakla kendisini belli eder. İbadetin en büyük faktörü, insanı günde 5 vakit değil, 7 vakit meşgul edecek olanı namazdır. Namaz dînin direğidir. Namazın ötesinde, mademki konumuz abd ve abid olma müessesesi (Allah’a kul olmak ve Allah’a ibadet etmek müessesesi); ibadetlerin muhtevasına baktığımız zaman, bütün insanlar için şöyle bir sonuçla karşı karşıyayız sevgili kardeşlerim: İblis İslâm âlemini darmadağın etmiş, mahvetmiş. Sadece bir tek Allah’a ulaşmayı dilemeyi bu başlangıçtaki temel şartın içine katmamak suretiyle, insanları cehenneme kesin olarak mahkûm etmiş iblis. Allah’a ulaşmayı dilemeyen hiç kimse Allah’ın kulu olamaz. O hep şeytanın kulu olarak kalacaktır. Ama o kişi bir abiddir. İslâm’ın 5 şartını yerine getiren kişi namaz kılar, oruç tutar, zekât verir, hacca gider, kelime-i şahadet getirir. Ve namaz kıldığı sürece o abiddir. İbadet eden birisidir. Ama abd değildir. Abd olması mümkün değildir.

İşte Allahû Tealâ’nın sahâbeden verdiği misal: Sahâbe tagutun kulu iken, Allah’a mülâki olmayı dileyerek Allah’ın kulu oluyor. Yani Allah’a abd oluyor, Allah’a ulaşmayı dilediği için. Sahâbeye bakıyoruz; Kur’ân’ın omurgasını oluşturan, temelini oluşturan 7 safhanın 7’si de farz ve bütün sahâbe 7 safhanın 7’sini de gerçekleştirmişler.

1. farz: Allah’a ulaşmayı dilemek (3. basamak); farz. Allah’a ulaşmayı dilemeyen, Allah’ın kulu olamaz. Ama o kişi oruç tutuyorsa, namaz kılıyorsa, ibadetlerini yapıyorsa o kişi bir abiddir. Hiç kimse “O kişi abid değildir.” diyemez. O kişi abiddir. Ama o ibadet eden kişi, ibadetlerini yapan, Allah’a ibadet eden kişi, abd olamaz. Sadece abiddir.

Öyleyse Allahû Tealâ’nın Zâriyât Suresinin âyet-i kerimesindeki ifadesine bakın. Allahû Tealâ şöyle buyuruyor:

51/ZÂRİYÂT Ve mâ halaktul cinne vel inse illâ li ya'budûni.

Ve Ben, insanları ve cinleri (başka bir şey için değil, sadece) Bana kul olsunlar diye yarattım.


“Allah insanları ve cinleri başka bir şey için değil, Allah’a abd olsunlar diye yarattı.” ifadesine bakın. “Ya'budûn” kelimesinde, Allahû Tealâ’nın ifadesi “kulluk etmeyi” de içeriyor. Burada açık ve kesin bir şekilde bir vakıayla karşı karşıyayız. Allah’ın kulları Allah’a ibadet edenlerdir tabiî. Allah’a ulaşmayı dileyen kişide Allahû Tealâ evvelâ ibadet zevkini oluşturur. O kişi namaz kılarken büyük sevinç içindedir. Zikir yaparken büyük sevinç içindedir. İbadetlerin hepsini yapar. Allah’a başkalarından çok daha fazla ibadet eder. Allah’ın yolunda olmayanlar (Allah’a ulaşmayı dilemeyenler), Allah’ın seyr-i sülûk isimli yoluna girmeyenlerdir. Ve Allah’a ulaşmayı dilemeyen hiç kimsenin cennete girmesi mümkün değildir.

Sevgili kardeşlerim! Bu insanları Allahû Tealâ’nın; “Allah’a abd olmaları için veya abid olmaları için cinleri ve insanı yarattım.” demesindeki ifade, iki mânâya da gelebilir. İkisi de geçerlidir. Ama aslî unsur, bir kişiyi cehennemden kurtaracak unsur; o kişinin ibadet etmesi olsaydı, o zaman İslâm’ın 5 şartı herkesi kurtarırdı. Ama Allahû Tealâ’nın insanları kurtuluşa ulaştırdığı noktaya bakıyoruz; o abid olmakla değil, abd olmakla mümkün.

Bütün sahâbe Allah’a ulaşmayı dilemişler ve Allah’a abd olmuşlar, abid değil. “Fe beşşir ıbâdi: Kullarımı müjdele.” diyor, Allahû Tealâ.

Şimdi Kur’ân-ı Kerim bunu söylüyorsa, kim bunun aksini iddia edebilir ki? Ayrıca dînîmizin -önce Yahudilerin dînlerini kaybetmesinden, sonra Hristiyanların dînlerini kaybetmesinden daha ötedeki bugüne yaklaştıkça geçen devirler- başlangıçta bütün boyutlarıyla insanları kul eden bir dizayn içinde olan İslâm’ın, bir süre sonra kurtarıcı hüviyetini kaybettiğini görüyoruz.

Ne vardı, Peygamber Efendimiz (S.A.V) zamanında? Namaz kılmak vardı, oruç tutmak vardı, zekât vermek vardı, hacca gitmek vardı, kelime-i şahadet getirmek vardı. Hepsi vardı. Ama buna ilâveten Allah’a ulaşmayı dilemek vardı. Ve zikir vardı.

Sevgili kardeşlerim! İslâm’ı, hiç kimseyi Allah’ın cennetine ulaştıramayacak olan bir hüviyete sokanlar ve bunun yeterli olduğunu yalnız zannetmekle kalmayıp iddia edenler, milyonlarca insanın cehenneme girmesinde üzerlerine vebal alanlardır. Ve bu konu, Allah’ın bugünkü öğretisinin mimarı olan bizim nezdimizde, cinayetten daha ağır bir cürümdür.

Sevgili kardeşlerim! Bu insanlar, sadece Allah’a ulaşmayı dilemedikleri için, bu kavram unutulmuş olduğu için cehenneme doğru gidiyorlar şu anda. Ve biz bütün gücümüzle onlara anlatmaya çalışıyoruz ki; “Ne kaybedersiniz?” diyoruz. “Sadece bir dilek. Ruhunuzu Allah’a ulaştırmayı dileyeceksiniz. Sizden Allah’ın istediği şey bu kadar! Bunu yaptığınız zaman gideceğiniz yer, Allah’ın cennetidir.” diyoruz. Âyetlerle ifade ediyoruz. İspat ediyoruz, herkesin cehenneme doğru gitmekte olduğunu. Oysaki sadece bir Allah’a ulaşmayı dilemenin herkesi cehennemden kurtaracağını ispat ediyoruz. Ve insanlar duvar gibi, sessiz.

Dîn öğreticileri! Omuzlarınızda şu anda dünyanın en büyük vebali monash.pwâm dînînin öğreticileri! O insanların cehenneme gitmesinin arkasında, sizlerin cehenneme gitmenizin arkasında sadece bir tek sebep var: Sizin bu konuya yeterli boyutlarda eğilmemeniz, incelemek gereğini duymamanız. Bu bir fitnedir. Ve Allahû Tealâ diyor ki: “Fitne, katilden beterdir.” Bir insan en nihayet bir kişiyi öldürür, iki kişiyi öldürür, on kişiyi öldürür. Ama fitne, bütün bir toplumu cehenneme götürür.

Sevgili kardeşlerim! Şu anda fitne dünyayı tehdit ediyor. Peygamber Efendimiz (S.A.V) Allah’ın hakikatlerini ifade ederken, Allahû Tealâ diyor ki: “Onların arasında da kitap sahiplerinin hepsi birbirine eşit değildir. Onların arasında da gece-gündüz namaz kılanlar, zikir yapanlar var. İbadetlerini sizin gibi sürdürenler var. Ve sana bu âyetler geldikçe, gözlerinden sevinç gözyaşları akanlar var.” diyor, Allahû Tealâ.

Çünkü Hristiyanlarda da Yahudilerde de çoktan unutulmuş, temel emirler. Namaz unutulmuş, zikir unutulmuş. Zikir, sevgili kardeşlerim namazdan daha büyük bir ibadettir. İşte Allahû Tealâ’nın söyledikleri:

29/ANKEBÛT Utlu mâ ûhıye ileyke minel kitâbi ve ekımıs salât(salâte), innes salâte tenhâ anil fahşâi vel munker(munkeri), ve le zikrullâhi ekber(ekberu), vallâhu ya’lemu mâ tasneûn(tasneûne).

Kitaptan sana vahyedilen şeyi oku ve salâtı ikâme et (namazı kıl). Muhakkak ki salât (namaz), fuhuştan ve münkerden nehyeder (men eder). Ve Allah’ı zikretmek mutlaka en büyüktür. Ve Allah, yaptığınız şeyleri bilir.


“Habibim! Sana vahyettiğim o Kur’ân-ı Kerim var ya; o Kur’ân-ı Kerim’i onlara, sahâbeye oku. Tilâvet et, anlat. Ve namaz kıl. Çünkü namaz münkerden ve fuhuştan men eder. Ama zikrullah; Allah’ı “Allah, Allah, Allah, Allah…” diye zikretmek bu ikisinden de daha büyüktür.” diyor.

Üç tane zikir saymış Kur’ân-ı Kerim’de Allahû Tealâ, burada:

1- Allahû Tealâ’nın Kur’ân-ı Kerim’inin okunması,
2- Namaz kılmak,
3- Zikir yapmak.

“Ama zikir diğer ikisinden daha büyüktür. En büyük ibadet zikirdir.” diyor, Allahû Tealâ.

Zikir olmazsa İslâm yaşanamaz. Hiç kimse, Allah’ın üzerimize defaatle farz kıldığı ruhunu Allah’a ulaştıramaz. Zikirsiz böyle bir şeyi gerçekleştirmek mümkün değildir. Sadece Allah’ı zikretmek sebebiyle; Allah’ın katından gelen salâvâtla rahmet, salâvâtla fazl nurları kalbimize ulaşır. Kalbimizde îmân kelimesinin üzerine fazıllar ulaştığında, karşıt çekim güçleri sebebiyle nefsimizin kalbinde fazıllar yerleşir.

İşte başlangıçtaki herkesin kalbine kolayca inebilen %2 rahmetin ötesinde, asıl fazılların gelip (7 defa %7: %49) yerleşmesi lâzımdır ki; ruh zemin kattan Allah’a doğru yolculuğunu her %7 fazl birikiminde bir gök katı aşarak Emmare, Levvame, Mülhime, Mutmainne, Radiye, Mardiyye ve Tezkiye kademelerini de aşsın ve Allah’ın Zat’ına ulaşsın.

Allahû Tealâ defaatle vuslatı üzerimize farz kılmış. Ve zikirsiz, nefsin kalbine Allah’ın nurlarının gelmesi hiçbir şekilde mümkün değil. Nurlar gelmezse nefs tezkiyesi yok. Yoksa, hidayet de yok.

Dînin temel faktörlerini toplum unuttuktan sonra da asırlar boyunca tasavvufu yaşayanlar Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahâbenin yaşadığı İslâm’ı aynen yürütmüşler. Onlar; Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve bütün sahâbe, ruhlarını da vechlerini de nefslerini de iradelerini de Allah’a teslim etmişler. Arkasındaki en büyük ulaştırıcı faktör; zikir. Zikir yoksa seyr-i sülûk yok. Zikir yoksa, ruhun Allah’a ulaşması yok.

Öyleyse böyle diyen Allahû Tealâ, zikrin Allahû Tealâ’nın farzı olduğunu; az zikrin de günün yarısından daha çok zikrin de daimî zikrin de farz olduğunu Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’e koymuş. Üzerimize farz kılmış. Allahû Tealâ şöyle buyuruyor:

73/MUZZEMMİL Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).

Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş.


“Rabbinin ismiyle zikret ve her şeyden kesilerek Allah’a ulaş.”

Günün yarısından daha fazla zikrin farz olduğunu söylüyor Allahû Tealâ:

33/AHZÂB Yâ eyyuhâllezîne âmenûzkûrullâhe zikren kesîrâ(kesîran).

Ey âmenû olanlar! Allah’ı çok zikirle (günün yarısından fazla) zikredin.


“Ey âmenû olanlar! Allah’ı çok zikirle zikredin. Günün yarısından daha çok zikredin.”

Kim Allah’ı günün yarısından daha çok zikrederse, onlar “zahid” olurlar. Allah’a dünyadan daha fazla değer verdiklerini, 12 saatten fazla her gün zikir yaparak ispat ederler Allahû Tealâ’ya. Her an içlerindeki ses “Allah” kelimesini tekrar eder. Yeter mi? Hayır, yetmez.

Daimî zikir de farz. Allahû Tealâ Nisâ Suresinde şöyle buyuruyor:

4/NİSÂ Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alâl mu’minîne kitâben mevkûtâ(mevkûten).

Böylece namazı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken, otururken ve yan üstü iken (yatarken), (devamlı) Allah'ı zikredin! Daha sonra güvenliğe kavuştuğunuz zaman, namazı erkânıyla kılın. Muhakkak ki namaz, mü'minlerin üzerine, "vakitleri belirlenmiş bir farz" olmuştur.


“Ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikredin.” diyor, Allahû Tealâ.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allahû Tealâ zikri farz kılmış, günün yarısından daha fazla zikri farz kılmış. Ve bir insan üç halde bulunabilir. Ya ayaktasınız ya oturuyorsunuz ya da yatıyorsunuz. Üç halin üçünde de Allahû Tealâ’yı devamlı zikretmemizi farz kılmış. Aradan 14 asır geçmiş sadece. Bugün tatbikata bakıyoruz, üniversitelerde öğretilen dîn öğretimine bakıyoruz ve korkunç bir tuzağa düşürüldüğümüzü görüyoruz.

Zikir; nefs tezkiyesini ve tasfiyesini sağlayan, insanların ruhunu nefs tezkiyesiyle Allah’a ulaştırmasını sağlayan, sonra fizik vücutlarını, nefslerini ve iradelerini Allah’a teslim etmelerini sağlayan daimî zikir ve arkasından tespih; daimî zikrin ötesi. İradî yapının dışında, “Allah” kelimesini o kişinin iç dünyasında devamlı tekrar etmesi. Sünnetullah’ın insan üzerinde vücuda getirdiği tespih.

Sevgili kardeşlerim! Şimdi olay buysa, Allahû Tealâ zikri farz kılmışsa, 14 asır evvel Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve bütün sahâbe zikr-i daime ulaşmışlarsa ve ruhlarını da fizik vücutlarını da nefslerini de iradelerini de Allah’a teslim etmişlerse… Bugün biz insanlar İslâm’ın 5 şartıyla amel ederek İslâm âleminin kurtuluşa ulaşacağını zannediyorsak… Ve biz bu hakikatleri söylemekten dilimizde tüy bitmesine rağmen, bu hakikatler insanlar tarafından benimsenmiyorsa… Gözlerimizin önünde her ölen kişi, cehenneme doğru bir yolculuk yapıyorsa… Bunun ıstırabını düşünebiliyor musunuz sevgili kardeşlerim, bundan ne kadar üzüntü duyduğumuzu?

Biz, sizler için yaşıyoruz. Sizleri kurtarmakla vazifelendirildik. Ve zikir kurtuluşunuzun bel kemiğidir. Ve ne 32 farzın içinde ne 54 farzın içinde zikir mevcut değil. Şeytanın bizi nasıl bir tuzağa düşürdüğünün farkında mısınız?

Sevgili kardeşlerimiz, bizi dinleyenler, izleyenler! Omuzlarımızdaki yükün ne kadar ağır olduğunun farkında mısınız? İnsanlar dinlesinler demiyoruz. Dinledikten sonra bir tahkik etsinler söylediklerimizi Kur’ân-ı Kerim’den. Bakalım hepsi doğru mu? Söylediklerimizin hepsi doğru mu? Kur’ân’da hepsi var mı? Yetmez. Evvelâ bunu tahkik edeceksiniz. Söylediklerimiz hep Kur’ân âyetleriyledir. Açıp bakacaksınız, o Kur’ân âyetlerine. Orada var mı söylediklerimiz? Göreceksiniz ki hepsi var. Ondan sonra örnekleri nerden veriyoruz? Kur’ân âyetleriyle Allahû Tealâ’nın emirlerini birlikte veriyoruz. Ondan sonra da o emirlerin, bizim sizlere lanse ettiğimiz, açık bir şekilde Allah’ın bize öğrettiği; size mutlaka öğretmek mecburiyetinde kaldığımız o emirlerin, Kur’ân-ı Kerim’de evvelâ var olduğunu ispatlıyoruz size.

Yeter mi? Yetmez. Bir şey daha ispatlıyoruz. 14 asır evvel Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) ve O’nun bütün sahâbesinin bunları gerçekleştirdiğini görüyoruz.

Sevgili kardeşlerim, 14 asır evvel onlar;

• Allah’a ulaşmayı dilediler.
• Kâinatın en büyük mürşidine tâbî oldular.
• Ruhlarını Allah’a ulaştırdılar.
• Fizik vücutlarını Allah’a teslim ettiler.
• Nefslerini Allah’a teslim ettiler.
• İrşad oldular.
• İradelerini de Allah’a teslim edip, irşad makamına tayin edildiler Allahû Tealâ tarafından.

Öyleyse sevgili kardeşlerim, bu hakikatlerin İslâm âleminde kabul edilmemesi ve insanların, dîn öğretenlerin söylediklerimizi incelemek zahmetine dahi katlanmaması; sadece bizim ülkemizde 60 milyon insandan fazlasını şu anda cehenneme doğru götürüyor. Bu korkunç bilançoyu, hangi vicdanı sızlamayan insanlar, böyle olduğunu bile bile gözlerini kapatarak insanlara Allah’ın hakikatlerini ulaştırmazlar; bunu idrak etmek bizim için mümkün olmuyor. Bu nasıl bir vicdan anlayışıdır ki; gözlerini kapatıyor dîn adamlarımız: “Onlar cehenneme gitsinler.” diyorlar. Bu mânâya gelmiyor mu?

Sevgili kardeşlerim! Her geçen gün hüznümüz büyüyor. Hakikatleri bildiğimiz halde, her ölen kişinin bu hakikatlerin bilincinde olmadan ölmesi sebebiyle; sadece bir tek dileği dilemediği için, sadece bir Allah’a ulaşmayı dilemediği için cehenneme gideceğini bile bile yaşamak… Bunun nasıl bir hüzün olduğunu biliyor musunuz?

Sevgili kardeşlerim! Dilemeyen kişinin cehennemden kurtulması mümkün değil. Bakınız ne diyor Allahû Tealâ?

10/YÛNUS İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).

Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.

10/YÛNUS Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).

İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).


“Onlar kesin surette, muhakkak surette Bize mülâki olmayı (ruhlarını hayattayken Bize ulaştırmayı) dilemezler. Onlar dünya hayatından razıdırlar. Dünya hayatıyla mutmain olurlar. Onların gidecekleri yer, kazandıkları dereceler itibariyle (iktisap ettikleri dereceler itibariyle) ateştir, cehennemdir.” diyor, Allahû Tealâ.

Sadece bir tek sebep: Allah’a mülâki olmayı dilememek.

Elbette hakikatlerin bütün boyutlarıyla ortaya çıkacağı günlere geleceğiz. O zaman bütün dünya bir sulh ve sükûn dünyası olacak. Ama ya, o günlere ulaşıncaya kadar bizim dîn adamlarımızın söylediklerimizi inceleyip de doğruyu anlaması ve başkalarına anlatması noktasına kadar ölecek olan milyonlarca insan? Onların vebali, bu konuda söylediklerimizi incelemeyen dîn adamlarının üzerinedir. Allah taksiratlarını affetsin…

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah’ın huzurunda hepinizi selâmlıyoruz. Gene hüzünle kapatıyoruz bu konuşmayı. Gözümüzün önünde hep cehenneme doğru yol alan milyonlarca insan var, sevgili kardeşlerim. Milyonlarca insan… Dünyadakiler ve özellikle bizim ülkemizdekiler. Ve insanlar, dîn adamları da dâhil olmak üzere cehenneme doğru gidiyorlar. Yazık değil mi, sevgili kardeşlerim?

Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını; hepinizi o tek dilekle, Allah’a ulaşmayı dilemek suretiyle, Allah’ın kulu kılmasını ve Allah’ın cennetine ulaşmanızı Yüce Rabbimizden dileyerek, sözlerimizi inşaallah burada tamamlıyoruz.

İmam İskender Ali  M İ H R

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır