Kafkas Halklarının yaşadığı Kafkasya diye adlandırılan bölge, Kafkas Sıradağları doğrultu-sunda (kuzeybatı-güneydoğu), kuzeybatıda bir Karadeniz liman şehri olan Anapa'dan, Hazar Denizi kıyısındaki Bakü ve Lenkoran'a kadar uzanır. Kafkas Halkları yüzyıllar boyunca gerek ataları sayılan İskitler, Alanlar ve Sar-matlar; gerekse işgalci Hunlar, Moğollar, Tatarlar ve Araplardan (hatta Yunanlı ve Roma-lılardan) etnografik olarak etkilenmişlerdir. Bu etkiler genelde Abhazya ve Gürcistan gibi dağların sıklığının nispeten az olduğu yerlerde ve sıradağların yamaçlarında olmuştur.
Kafkas halklarının tarihini üç dönemde özetleyebiliriz:
Birinci Dönem: M.Ö. 1200'de Kimmeryalılar ile başlayıp, 19. yüzyılın başında Rusya'nın Gürcistan'ı ilhakı ile sona eren 3 bin yıllık işgaller dönemidir.
İkinci dönem: Çeçenlerin 18. Yüzyıl sonunda Rusya'ya başkaldırmasıyla başlayan ve yaklaşık altmış yıl boyunca tüm Kafkasya Halklarının katıldığı ve 1858'de Şeyh Şamil'in teslim olmasıyla sona eren direniş dönemidir.
Üçüncü dönem: 1859'da Ruslarla barışın kabul edildiği tarihten günümüze kadar süren ve kimi tarihçilerin Kafkas Savaşı'nın asıl başladığı dönem olarak nitelendirdikleri zaman dilimidir.
KAFKAS SAVAŞI
Kafkas Savaşı, 1780'de başladı ve tüm Kafkas Halklarının olağanüstü çaba ve kahramanlıklarına rağmen 1864'de Çerkeslerin ve Abhazların yenilmesi ile son buldu. Kafkas Savaşı'nın temelinde Rusların, Avrupa ve Asya'yı birleştiren, stratejik önemi büyük olan Anadolu'ya ve dolayısıyla önemli ticaret yollarına yakın olmak istemeleri ve iki büyük denize; Hint Okyanusu ve Akdeniz'e açılma arzuları yatmıştır. Ancak Ruslar bu amaçlarının karşısında, kendilerini on yıllar boyu uğraştıracak üç cesur Kafkas Halkı'nı bulacaklardı: Çerkesler, Çeçenler ve Dağıstanlılar.
Özellikle Çerkesler ve Dağıstanlılar, Müslümanlığın verdiği birlik olma dürtüsüyle Gazi Molla ve Şeyh Şamil gibi önderlerle, “Müridizm” diye adlandırılan ideolojiyi kullanarak dağınık halkları bir araya toplamayı başarmış ve Rusların korkulu rüyası olmuşlardır. Bu iki ismin yanında “Nakşibendi” tarikatına mensup olan Şeyh Mansur da Tatarları yanında toplamayı başarmış ve Kafkas Halkı'nı Rusya'ya karşı ayağa kaldırmıştır.
Kafkasların bu olağanüstü direnişlerine Avrupa'dan da destek gelmiyor değildi. Özellikle İngiliz David Urquhart (Portfolio adlı dergisi aracılığıyla) ve James Stanislas, Fransız şövalye Taitbout de Marigny gibi türlü mesleklerden yabancılar konuyla yakından ilgiliydiler. Hatta David Urquhart, 1837'de yayınladığı “Avrupa Saraylarına Yönelik Çerkesistan Halkları Bağımsızlık Bildirgesi” ile, dönemin dışişleri bakanı tarafından konsolos yardımcılığı görevinden alınmayı göze almıştı.
Bu gezgin ve düşünürlerin çabaları, Gazi Molla ve Şeyh Şamil'in örgütlemeyi başardığı Kafkas ordusu Rusları durdurmaya yetmiyordu. Bunun yanında Şamil'in şeriatta ısrarı ve Çerkeslerin geleneksel hukuku olan “adat” ı terk etmemeleri gibi ince ayrıntılar da Kafkaslara güç kaybettiriyordu. Nihayet 1858'de Şeyh Şamil, Rus prensi Bariatinski'ye teslim oldu ve Kafkas Savaşlarının sonu başladı. Bu olay ardından Ruslar hızlı bir asimilasyon politikası uygulamaya başladılar. Kafkaslara verdikleri toprağın beş mislini ezeli düşmanları Kazaklara vererek halkın Kazaklar arasında erimesini amaçladılar. Bunu reddedenler ise çok kötü şartlar altında gemilerle Samsun ve Trabzon'a göçe zorlandılar. Türkiye'nin karşılığında para yardımı aldığı bu göçün son konukları Çeçenler, Çerkesler ve Abhazlardı. Artık Kafkasya'nın egemenliği Rusya'daydı.
KAFKASYA HALKLARININ RUHU
Çerkesler: Çerkesler Kafkas Savaşlarından önceki zamanlarda Adigeler denilen ve aynı dili konuşan kabileler arasında yaşayan, açıkça belli bir grubu ifade etmeyen dağlılardı. Savaşın başlangıcıyla birlikte diplomatik raporlarda ve tarihi kayıtlarda Çerkesler ve Çerkesistan adları geçmeye başlamıştır. Etnograflar Çerkesleri iki gruba ayırmışlardır:
Sıradağların kuzey eteklerinde, Terek Irmağı'nın doğusunda bulunan Kabartay kabilesi. Ve Adige Halkı (Abazalar, Şapsığlar, Natuhaylar, Bjeduğlar ve Ubıhlar).
Çerkeslerin kökeniyle ilgili çeşitli savlar ortaya atılmıştır. Bir olasılık Karadeniz kıyısında Abhazlarla birlikte oturan en eski halk olan Yunanlılardan geldikleridir. Diğer görüşler arasında bazı Çerkes ailelerinin Sarmallardan, bazılarının da İskandinavya'dan gelen Gotların etkisinde kaldıkları vardır.
Dünyanın en güzel ırklarından biri olarak nitelendirilen Çerkesler için atları ve silahları, çok değer verdikleri kadınlarından daima daha önemli olmuştur. Kincal denilen kısa kılıçlarına, gümüş ya da çelikten zırhlarına ve çift tabancalarına her zaman özen göstermişlerdir. Mükemmel bindikleri atlarını daima özel cins olarak üretir ve yetiştirirlerdi.
Diğer birçok Kafkas Halkı'nda olduğu gibi Çerkesler de önce Hıristiyanlığı ardından Şeyh Mansur ile Müslümanlığı benimsemiş ancak gelenek ve göreneklerinin etkisiyle bu dini tam anlamıyla yaşatamamışlardır.
Abhazlar ve Svanlar: Abhazlar Karadeniz'in doğu kıyısında yaşayan halkların en eskilerindendir. İki bin yıldan fazla bir zamandır Kafkas Sıradağları'nın güneydeki dar sahil şeridinde yaşamışlardır. Abhazların kökeniyle ilgili çok ilginç savlar ortaya atılmıştır. Abhaz dili olan Adigece ile, Bask dili arasında şaşırtıcı benzerlikler tespit edilmiştir. Ama yine de en sık sunulan teori, bu halkın kökeninin Mısır'la ilgili olduğudur. Heredot'a göre, Firavun Fatih Seostris İskitlere olan seferinden dönerken bir kısım Mısırlı Elbruz dağından çıkıp Karadeniz'e dökülen Rion yakınlarında yerleşmişler. Abhazların dili ve bazı adetleri Mısırlılarla hatta Etiyopyalılarla benzerlikler gösterir.
Svanlar, Abhazların Çerkeslerden de daha tehlikeli olan düşmanlarıydılar. Suhumi'nin art ülkesindeki dağlarda yaşayan savaşçı ve aşırı derecede kıyıcı bir kavimdir.
Osetler: Hint-Avrupa ırkından olan Osetler, tıpkı Germenler gibi sarışın mavi gözlüdürler. İron ve Digor dillerini konuşurlar. Kökenlerinin Medlere dayandığını belirten etnograflara göre Osetler kuzeyden göç ederek İranlılarla karışmışlardır. Daha sonra Osetler'in en yakın atalarının İran-Ari kökenli Alanlar olduğu kanıtlanmıştır. Osetler, Gürcüler gibi Müslümanlıktan çok önce Bizanslılar vasıtasıyla Hıristiyanlıktan etkilenmişlerdir.
Çeçenler: Rus etnografları, Çeçen Halkı'nın M.Ö. 8. ve 9. Yüzyılda bugünkü Ermenistan'ın, doğu Türkiye'nin ve İran Azerbaycan'ın dağlık kesimlerine yayılan Urartu İmparatorluğu olduğunu ileri sürmüşlerdir. Çeçenlerin, Gürcüler vasıtasıyla Hıristiyanlıktan etkilendikleri görülmüşse de Şeyh Mansur ve Şamil'in etkisiyle yayılan Müslümanlık inancı kalıcı olmuştur.
İnguşlar: İnguş toprakları, Küçük Kabardey ile Çeçenistan arasında Terek'in iki kolu olan Sunja ve Asse'nin kaynaklarına yakın dağlık bir bölgede bulunur. İnguşlar, Kafkas Halkları arasında İslamiyet'i en geç (1860-70) benimseyenlerden olmuşlardır. İslamiyet'e inanmaları Dağıstan'dan gelen “Kadiriyye” mezhebinden sufi misyonerler sayesinde olmuştur.
Dağıstan Halkları: Kafkas Sıradağları'nın doğu ve kuzeydoğusunu kapsayan bu dağlık bölgede yaşayan halklar: Lezgiler (Laklar), Avarlar ve Gazi Kumuklardır.
Lezgiler: Doğu Kafkasya'da, Çeçenistan'ın güneyi sayılan Dağıstan'ın büyük çoğunluğunu oluşturan halktır. Lezgiler yağma yaparak geçinen, aşırı çetin iklim koşullarına göğüs gerebilen ve düşmanlarına dehşet saçan saldırganlıklarıyla tanınırlar.
Avarlar ülkesi: Kuzeyden güneye tüm Dağıstan dağları arasından, kuzey eteklerinde Sulak kıyısındaki Çir-Yurk'tan 160 kilometre daha güneyde Gürcistan sınırına kadar uzanır. Efsanelerin anlattığına göre Avarlar da bir zamanlar bazı Kafkas Halkları gibi kuzeydeki ovalarda göçebe yaşamı sürüyorlardı. Tüm Avarlar arasında en etkili kabile Hunzallar kabilesiydi. Bu kabile Dağıstan'ın ortasındaki stratejik yerleriyle ve savaştaki maharetleriyle Avarlar arasında dikkati çekmiştir.
Gazi Kumuklar Hazar Denizi kıyısında Terek'in denize döküldüğü yerle Derbent kenti arasından, Hunzallar ülkesinin güneydoğusunda Dağıstan'ın ortasındaki Kumuk'a hakim olan 3 bin metre yüksekliğindeki tepelere kadar yayılırdı. Batıdaki komşuları Avarlar ve Çeçenlerdi. Gazi Kumuklar, Dağıstan'da Müslümanlığı seçen ilk gruptular ve Lak dilini konuşurlardı.
Gürcistan: 1801'de Rus ilhakından önce Gürcistan, sınırları hiç bir zaman tam olarak çizilemeyen bir ülkeydi. Gürcüler, İranlıların buyruğundan çıkarak Rus hakimiyetini kabul ettiklerinde Hıristiyanlığın serbestçe yayılmasına da izin vermişlerdir. Kuzeyinde Osetler, güneyinde Ermenistan, doğusunda Dağıstan ve batısında da İran ile komşu olan Gürcüler, tarih boyunca İranlılar, Mısırlılar, Yunanlılar, Hazarlar, Ermeniler, Araplar, Türkler, Bizanslılar, Alanlar ve son olarak da Ruslar tarafından işgal edilmişlerdir.
KELTLER-TÜRKLER
GALATLAR-TÜRKMENLER
BEKTAŞĐLER
ALEVĐLER
NADĐR ELĐBOL
KAVĐMLER; YAŞAMLARI VE ĐNANÇLARI ÜZERĐNE BĐR ÇALIŞMA
BÖLÜM I
GĐRĐŞ
BÖLÜM II
KELTLER
1- Avrupa’dan Britanya’ya
2- Đnançlı Druid Rahipleri
3- Onlar gerçeği ararlardı
4- Bayramlar, kutlamalar
5- Druid’in kutsal bilgileri
BÖLÜM III
TÜRKLER
1- Türklerin soyları, boyları
2- Dinleri yoktu, Tanrıya inanırlardı
3- Gök Tanrı ve Türklerin yaradılışı
4- Gök; Yıldızlar ve burçlar
5- Yer; Dağlar, mağaralar, ateş, su, hava, ağaçlar
6- Şaman ve insan
7- Türkler tarihte yer alıyor
BÖLÜM IV
KELTLER ANADOLU’YA GELĐYOR GALATLAR
1- Galatlar Avrupa’dan yürüyüşle Anadolu’da
2- Anadolu’nun yerli halk; Frigler
3- Kızılırmak-Sakarya arası şehirler kuruluyor
4- Paulus, Galatları ziyaret ediyor
5- Đnsanlar Tanrı’nın varlığını öğreniyor
6- Roma, Hıristiyanlığı Din Yapıyor
7- Galatlar, Anadolulu oluyorlar
8- Hıristiyan Roma, Galatların peşinde
9- Galatlar, Balkanlar’a dönüyorlar oradan Toulouse’ye gidiş
10- Keltler, şövalyeler, Tevrat ve Zohar
BÖLÜM V
TÜRKLER ANADOLU’YA GELĐYOR, TÜRKMENLER
1- Dünyadan habersiz Türkler
2- Hz. Muhammed Mekke’den sesleniyor
3- Müslüman Araplar Türk yurtlarına saldırıyor
4- Türkler yurtsuz kaldı
5- Bizans, Türkler Anadolu’ya göçüyor
6- Baş Şaman Bektaş-ı Veli’de geliyor
7- Bektaş-ı Veli’nin emaneti Aleviler
BÖLÜM VI
OSMANLILAR
1- Bektaşiler Osmanlı devletini kuruyor
Padişahlar, kadınlar, sadrazamlar
2- Bektaşiler Fetihlerde
3- Osmanlılar, Türkmenlerden ayrılıyor
4- Komşu ve akrabamız Bizans’ta neler oluyor?
5- Đstanbul alınmalı! Fetih
BÖLÜM VII
MUSTAFA KEMAL’ĐN TÜRKĐYESĐ : ANADOLU
Aleviler Kurtuluş savaşında, Osmanlı sona eriyor, halifelik kaldırılıyor, din ve
laiklik, özgür Anadolu halkı, cumhuriyet gençliğe emanet
BÖLÜM VIII
DEĞERLENDĐRME
BÖLÜM IX
SÖZÜN SONU
ÖNSÖZ
Gözlerinizi kapatın !
Yarın, sizin çok doğru sandıklarınıza başkalarının (hatta kendinizin bile) kahkaha ile
gülebileceği hiç aklınızdan çıkarmayın!
Düşünebilen insanların bile yanlış olanı doğru sanmalarıyla nasıl boş şeylerle
uğraştığını, onların peşinden koştuğunu, bu yüzden değerlerin de zaman içinde nasıl
değiştiğini, nasıl kaybolduğunu, hatta unutulduğunu gözledim.
Demek ki olaylar arasında ilgi ve bağ kurulmadığı takdirde, bugün bizlerin içinde
olduğu, bulunduğu olayların da yarın yanlış değerlendirilebilmesinin mümkün
olabileceğini düşündüm.
Bugün pek çok kişi, yalnızca doğru sandıklarını veya bildiklerini konuşurken, zamanla
bunların değişebileceğini ve diğerlerinin doğrularının da doğru olabileceğini veya
zamanla farklılaşabileceğini düşünemiyor, diğerini inkar veya reddetmenin de
sürtüşmeye hatta kavgaya neden olabileceğini anlamıyor.
Siyasi grupların ve dini cemaatlerin bunu kabul edememesinin nedeni ortada, herkes
belli koşullarda kendi doğrusunun peşinde koşmakta, her yaptığını da doğru
sanmaktadır. Demek ki, bugün doğru olduğu anlatılanlar gibi, dün anlatılmış olanlar
da böyle şekillenmiş olmalıdır. Öyleyse tarih doğru yazılmamış olabilir miydi?
“Yarın” için tarih, adı saptırma veya yanıltma dahi olsa, çok doğaldır ki ait olduğu
ulusun yüceltilmesi, diğerinin yerilmesi ve küçültülmesi şeklinde yazılmalı idi. Resmi
tarihçiler de dönemlerinde öyle yapmış olmalılar veya öyle yapmak zorunda
kalmışlardır.
Her topluluk, her din, kendisine bağlanılması ve inanılması için bireye en iyi veya en
üstün olduğunu anlatır, bunun aksi mümkün müdür? O ulustan, o dinden daha üstün
veya daha iyi olan bir ulus veya dinden söz etmek, onu anlatmak mümkün olabilir mi?
Herkes gibi bizler de öyle yaptık. Olanları, oldukları gibi değil, olması gereken gibi
anlattık. Tarihi daha doğru yazsalar bile anlaşılmasın diye küçük küçük adacıklara
sakladık.
Şimdi, tarihçiler öyle veya böyle yazdılar diyerek, bugünkü bilgi birikimimizle
yazılanları eleştirmek te çok kolay, ancak bu çok dürüst davranış olmaz. Dünü
eleştirecek olanlar, ancak bugünü doğru yazabilenler olmalıdır. Demek ki; bugün
yazılanlar doğru ve gerçek olmadığı takdirde yarın onları eleştirmek de çok kolay
olacaktır.
Bu kitapta amaç, nasıl bir sorunu çözmek için önce sorunu ortaya koymak
gerekiyorsa, doğruyu bulmak için de dün doğru denilenler de şüphe yaratmak ve
düşünenleri harekete geçirmektir, yoksa birilerini yalanlamak veya birilerinin yanlışını
çıkarmak veya diğerlerini desteklemek hedefimiz değildir. Bizim bugün dün
yazılanları yaptığımız gibi yarın da bugüne tebessüm edebilecektir.
Kitabımı okuduktan sonra “nasıl gözümden kaçmış”, “nasıl dikkat etmedim”, “neden
bunu düşünemedim” demeye ve yazılı tarihe şüphe ile bakmaya başladığınızda
hakikate doğru atacağınız adımların kolaylaştığını görürseniz bu kitap amacına
ulaşmış olacaktır.
Olaylara farklı bir gözle bakmayı, sorgulamanın insanı doğruya götürdüğünü, batıl ile
boş inançların insanın benliğini yüceltmediğini öğreten ustaların önünde saygıyla
duruyorum.
Nadir Elibol
Ankara, 6 Ocak 2007
BÖLÜM I
GĐRĐŞ
Tarihte öyle olaylar ve insanlar yer almıştır ki, çok önemli işler yaptıkları ve
kültürleri günümüze kadar yaşatılabildiği halde, bu olaylar ve insanlar unutulmuş,
yalnızca onların komutanları, devlet ve din adamları akıllarda kalmıştır.
Ben bunları hep merak ettiğimi ve hep sorguladığımı söylersem pek doğru
olmaz. Ben de önce herkes gibi bilinenleri, öğretilenleri, yaşam biçimi ve inanç şekli
olarak olduğu gibi kabullenmiştim. Bundan hiçde rahatsız olmamıştım, çünkü herkes
gibi davranıyor, herkese uyuyor ve herkesle birlikte bildiklerimi ve inançlarımı dile
getiriyordum.
Benim için önemli bir gün : “YENĐDEN DOĞDUM” ile oldu. Ertesi günü kendimi,
düşüncemi ve inancımı, sokakta bıraktım, yine herkes gibiydim, yine diğerlerinden
biriydim. Ancak artık yeni bir “Ben”dim.
Bir de sahnede yönetenler vardı ki, onlar bilinmesi gerekeni bile saklıyorlardı.
Hatta üstüne kalın bir örtü örtüp, “Öncekilerin Nuru”nun bizleri aydınlatmasını
önleyerek, bizlerin karanlıklar içinde kalmamızı, dolayısıyla daha kolay yönetilmemizi
sağlamayı amaçlamakta idiler. Yönetenler için, böyle yapılması her kültürde en uygun
yöntemdi.
Bir keltik öyküyle başlayan merakımla böyle bir kitabı hazırlamaya karar verdim.
Yıllar önce Avrupa’da yaşamış KELT topluluğu ile onların rahipleri DRUĐD’ler,
hatırladıkça kalbimde her zaman çırpınan bir sevgi ve heyecanı canlandırır.
Anadolu’nun son misafirleri Türkler, nasıl olmuştu da, aynı Keltler gibi, Anadolu’daki
adlarıyla Galatlar gibi, dinleri veya mezhepleri olmadığı halde, Anadoluda böylesine
birbirine benzer ve yakın davranış ve uyum içinde olmuşlardı? Merakla Keltlerin ve
Türklerin tarihlerine döndüm.
Đşte böyle farklı iki yolculuğun Anadolu’da buluşmasını, kaleme almak istedim.
Ancak gerçek tarih başka bir şekilde bakılma ile yazılabilir. Eğer karşı tarafça
bir tarih yazılırsa veya iki yazılı tarih bir araya gelirse, ortaya pek doğru olmasa da, iki
taraf için daha belirgin bir tarih çıkabilir.
KELTLER
KISIM I
AVRUPA’DAN BRĐTANYA’YA
Neolitik çağın sonunda Đ.Ö. 1800 yıllarında, bugünkü Fransa’da, Ren nehrinin
doğusunda yaşayan Proto-keltler; Đ.Ö. 900’lerde Alp Dağlarındaki topluluğun
ülkelerini istilası sonucunda Đ.Ö. 500’e kadar bu toplulukla iç içe geçerek, Đsviçre’nin
Neuchatel Gölü’nün doğu ucundaki La Tene’de yeni bir kültür yarattılar, ancak
Avrupa’nın kuzey kavimleri Đ.Ö. 9 yüzyılda nemli ve soğuyan avrupa iklimi ile güneye
Keltlerin ülkesine, Orta Avrupa’ya inince Kelt halkı, artan aşırı nüfusunun etkisiyle bu
kez daha sıcak olan, Güney Fransa’ya ve Đspanya’ya indiler.
Daha sonra Gallia (bugünkü, Fransa)dan, Alpler üzeri Đtalya’ya indiler ve Etrüsk
hakimiyetini sona erdirdiler. Onların bir kısmı Arnavutluk ve Balkanlar üzerinden
Anadolu’ya geçerken ve adları Galatlar olurken, büyük bir kısmı yine oralarda
kaldılar.
Onlara, Hellenler “Keltoi” yani Keltler, Romalılar ise “Galatae” yani Galatlar
diyorlardı. Biz de Anadolu’ya gelene kadar onlardan “Keltler” diye söz edelim, sonra
Anadolu’yu anlatırkende aynı insanlara “Galatlar” diyelim.
Keltler, Roma’nın baskısıyla Galya’dan Britanya’ya geçerek geleneklerini ve
yaşamlarını Avrupa’ya nazaran Britanya’da daha rahat sürdürmeye devam ettiler,
onlara burada yaşayan Britanlardan bir zarar gelmedi, birlikte huzurlu bir topluluk
oluşturdular.
Keltler için Roma kayıtları şöyle diyordu : “Ruhun ölümsüz olduğunu atalarından
duymuşlardı, ölülerini ötedeki yaşamlarında gerekli şeylerle birlikte gömerlerdi.
Yıldızlar ve hareketleri ile evrenin ve dünyamızın sınırlarına ilişkin, bir çok şeyi
tartışırlardı. Rahipler meskenlerini uzak ve derin ormanlarda kurarlardı. Druid’ler çok
iyi okul ve kütüphanelere sahiplerdi. Tora, Oxford, Anglesey, Iona Enstitüleri en
seçkinleri idi. Asil aile ve yüksek sınıfların, gelecek vaadeden gençleri buralarda
eğitilir, kendi kurumlarında eğitim almamış hiç kimsenin devlet adına çalışmasına izin
verilmezdi.”
Ancak 664 yılında Đngiliz Whitby kilisesi, tüm Kelt kiliselerini dağıtmış ve
Đrlanda’yı Roma’ya bağlamış, belgelere el koymuş veya yok etmişti. Böylece Yahudi-
Hıristiyan düşünenleri de yok olmuştu. Roma kilisesi tarafından Eski Ahid giderek
önemsiz ve Musa kanunlarını da gereksiz kılınmıştı. Oysa Kelt kilisesinde eski ve
yeni ahitler eşit konumda idi. Tevrat, Keltik Hıristiyanların, Đncil’in yanında en önemli
kutsalı idi.
Druidler Keltlerin rahipleridir. Ancak Druidlik bir din değildir. Keltlerin bir dini
yoktur. Druid’ler halka dinsel törenlerin uygulamalarını yaparlar. Ama din adamı
değillerdir. Bütün devlet meseleleri onların görevidir ama devlet adamı da değillerdir.
Büyü sistemleri öylesine derindir ki, hala anlaşılmayan kavranamayan pek çok yanı
vardır, onlar doktordur, elçidir, büyücüdür, din adamıdır, ruhlarla insanlar arasında
aracıdır. Onlar sanki Türklerin Asyadaki Şamanlarıdır. Hem Druid, hem şaman,
yaşadığı topluluğu ile birliktedir. Bahçesini eker, hayvanlarına bakar, onlar gibidir,
onlardan biridir. Ancak törenlerde ve kararlarda onlardan üsttedir. Onlar bilir ki; üst
de, alt da aynıdır, üstte olan aynı zamanda altta olandır. Ağaç gibi; tepedeki dallar,
gövde ve kökler aynı ağaçtır.
Druidler, rahip olmak isteyen çırağın hazır olduğuna karar verdiklerinde onu
“üç üstadlık arayışı”na sokarlardı. “Geçmiş-Bugün-Gelecek” motifi, “Kök-Kalıp-Kader”
adı altında işlenirdi. Her bir arayış tamamlandıkça, bir sonraki çalışma seviyesine
giden yolu gösteren bir inisiyasyona tabi tutulurdu. Đnisiyeler, semboller ve küreler
arasında astrolojik ve mistik ilişkileri öğrenmek için aylar, hatta yıllar harcarlardı.
Çırak veya Kahin (Ovydd) I.nci düzeyde, başlangıç mevkiinde, yeşil (yenilik ve
büyüme rengi idi) cübbeli öğrenciler temel bilgileri almayı amaçlarlar, tıp, hukuk,
astronomi, şiir, müzik öğrenirlerdi. Tıpkı Bektaşilerde yeni katılan acemiye temel dini
bilgi için şeriat kapısında ibadetin, tarikat kapısında kutsal kitabların öğretildiği gibi.
Çırak her şeyi görmek, her şeyi incelemek, her şeye katlanmak zorunda idi.
Çırak; hayvan ve kuş yaşamına dair sırları, doğa olaylarını, bulutları, iklimi,
yıldızları ve hareketlerini, halkının tarihini, müziğini, efsanelerini öğrenmek ve doğa ile
birleşmek zorunda idi, tıpkı bir alevi dedesinin bilmesi gerekenler gibi.
Çırak, Druid olabilmek için yolunda ilerlemek istiyorsa üç şeye çok dikkat
edecekti: Her zaman bilmek ve öğrenmek için çalışacak, her şeyi göze alabilecek ve
her olay karşısında sessiz kalabilecekti. Biliyordu ki, böyle davranmazsa asla Druid
olamayacaktı ve biliyordu ki; bir cinayet işler ve savaşa katılırsa, doğru olmayan bir
şey söylerse, saklaması gereken sırları açığa çıkarır ve yayarsa, çıraklıktan
çıkarılacaktı.
Peki sırları ne idi, ne olmalıydı? Halkın bilmesi halinde zarar verici sonuçlar
yaratacak gerçekler, iyi bir insanın ve dostun utanç duyacağı şeyler ve Druid
ustaların verdiği sırlar. Bunlar için gizlilik yemini ederler ve asla yeminlerini
bozmazlardı, bilirlerdi ki; “sessizlikte büyük güç vardır”.
Nasıl oluyordu? Hem, doğru olmayan bir şey söylerse çıraklıktan çıkarılıyor,
Druid, daima bilge ve gerçeği her zaman yanında hisseden bir ruh ile, diğer
Ozan (Beirdd) derecesinde, II nci düzeyde, mavi (uyum ve gerçeğin rengi idi)
cübbeli ilerlemiş usta öncesi sanki bir kalfa gibi, müzikal, şiirsel, sanatsal, tarihsel
çalışmalar yapar, ülkeyi dolaşarak, öğretmek, haber vermek için uğraşırlar, druidlere
bilgi toplarlardı. Tıpkı marifet kapısında kendini bilen, öğrenen dervişler gibi çalıp
söylerlerdi.
KISIM III
Keltler, karmaşık insan gruplarından meydana gelmiş, geniş bir halk topluluğu,
bir ortak kültür grubudur. Kültüre büyük ilgi duyarlar, erkekleri savaşçı, tutkulu,
cömert, cesur, sadık ve güçlüdür. Bilgelik karşısında susarlar, dinsel konularda ve
büyü konularında boyun eğer ve itaat ederlerdi.
Ve onlar, “tüm evreni anlamak istersen, hiçbir şey anlayamazsın; ama kendini
anlamak istersen, tüm evreni anlarsın” derlerdi.
Druidler, her zaman yeni ve fantastik şeylere açlık duyduğu için; herhangi bir
doğma, bir dini sistem onlara göre değildir. Aranılan gerçeğin, tamamen ciddi
arayıcıya bağlı olduğunu bildiklerinden, gerçeğin gözler ile değil, ruh ile aranması
gerektiğini düşünürlerdi.
Druidler “eski din” adı altında, bir tek Tanrı’ya inanırlar, Tanrı’nın, inananlar için
görülebilecek bir çok yüzü olduğunu ileri sürerlerdi.
Druidler, ayin sırasında, ortama, zamana ve dış etkenlere çok dikkat ederlerdi.
Gece-gündüz, şafak-günbatımı ve dolunay-yeniay onlar için çok önemli olduğu kadar,
dış etkenlerle, duman, sis ile de ortamın süslenmesi, yanan bir ateşte meşenin
verdiği hoş kokular, tütsüler de, ortamın tamamlayıcısı olurdu. Hepsinden önce öfke,
sevinç, huzur ortamlarını, bio-ritmlerini düzenlerlerdi. Şaman gibi törenin düzenleyicisi
onlardı. Tıpkı Hacı Bektaş’ın “hırka tepesi”nde yaptığı ayinleri gibi, tıpkı ateşin
etrafında ardıç kokuları ile gece yarısı tören yaptığı gibi.
Druidler, zamanın insanın yarattığı bir şey olduğunu, en büyük erdemin de
zamanın dışına çıkmak olduğunu bilirlerdi. Şaman da böyle idi, Hacı Bektaş’ta don
değiştirip, güvercin olduğunda. Horasan’a gidip geldiğinde veya bayram sofrasından
Arafat’a gidip geldiğinde zamanı böyle yok ederdi, ortadan kaldırıverirdi.
Toprak Ana denirdi, çünkü doğum için gerekli bir rahim idi toprak, toprak ölüme
de çok yakındı, o kabirdi, mezardı. Toprak ölümde yeniden doğumu da simgelerdi.
Akıl, inanma ile inanmama, duygular da, isteme ile istememe arasında gidip
gelebilmeliydi; ancak böyle zamanlarda şüphe, sorma, sorgulama doğabilirdi. Bu
yöntemin de onları daha ileriye taşıyacağına inanırlardı. Şaşkınlık, onların mistik
ilgilerinin ve eğilimlerinin artmasına yardım eder, düşüncelerini tamamen özgür
kılardı. Hiçbir düşünce ve kişiye bağımlı olmaz, yalnızca vicdanlarıyla aklıyla
hesaplaşırlardı.
Druid, dört fiziksel alemden esinlenir; rüzgar, hava insanın aktif zekasını temsil
eder ve bir asa ile onu kontrol ederlerdi. Deniz, su insanın duygularını, pasif güçlerini
temsil eder, bir kupa veya kadehle ifade edilirdi. Ateş; insanın yaratıcı ilhamını ve
iradesini yani aktif güçlerini remzeder ve orak ile temsil edilirdi. Taş ve toprak insanın
kendisini temsil eder ve pasif gücü ifade eder ve kumtaşı halka ile sembolize edilirdi.
Tüm bu aktif ve pasif güçler hep birlikte, yine insanda toplanır, bir basit halka ile
insanın ebedi başlangıcı ve sonu olduğu remzedilirdi. Bunun aynısını şamanda
göreceğiz. Bugün, bir yüzükle, parmağımızdaki halka olarak insanın başlangıç ve
sonu bir sembol olarak yaşatılacaktır.
Druid geleneği içinde yer alan öte alem, öte alemle irtibat, büyüsel tekniklerin
kullanılması, bedenden ayrılma Orta Asya’daki şaman geleneği ile de büyük
benzerlik gösterecektir.
KISIM IV
BAYRAMLAR, KUTLAMALAR
Toprak ayinine, Güneş günü (Yedinci gün, Pazar günü, Sunday) halkın önünde
“güneşin yüzünde, gerçeğin gözünde” diyerek başlanırdı. Tütsü veya ateş yakılırdı,
Druidler ateşe meşe dalları ve yaprakları atarken, Hacı Bektaş ardıç dalları atardı.
Uygun bir dua okunurdu, müzik ve kutsal şarkılar söylenirdi, müzik önceleri
merkezden eşit uzaklık sağlayacak bir çember üzerinde söylenir ve yine çember
üzerinde dans edilirdi, bunu ileride Anadolulu Frigler ve Galatlarda yapacaktır.
Aleviler Cem törenlerinde semah yaparken aynı şekilde döneceklerdir. Frigler ve
Galatlar dans ederken şaraplarını da içecekler, Hıristiyanlar ayinden sonra ve Aleviler
cemden sonra, içkilerini içeceklerdir. Aleviler içkiye bir de “sofra” kurarak ziyafet
vereceklerdir. Druidler müzikten sonra şiirlerle süslü bir efsaneden alıntılar yaparak,
onu anlatırken; Hıristiyanlar havarilerden menkibeler anlatacak, Aleviler savaşçı
“Gaziyan-ı Rum”un kahramanlık ve yiğitliklerini, “Ahiyan-ı Rum” zanaatkarların
ustalıklarını, halk velileri “Abdalan-ı Rum”un menkibelerini anlatacaklardır. Ve toprak
ayini, keltlerde toprak, su, ateş ve havaya adakla sona erecek, Frigler de ise; Ana
tanrıça’ya içlerinden bir erkeğin cinsel organı dibinden keserek vücudundan bir et
parçası vermesiyle bu adağı gerçekleştireceklerdi, bu benzer ayin sonrasında Yahudi
ve Müslümanlar da, erkek çocuğuklarını sünnet ederek ancak küçük bir deri parçası
vermekle yetineceklerdir. Aleviler’de de Cebrail’i simgeleyen horozun kesilmesiyle
ayin sona erdirilecektir.
“Alban Eiler” denilen “kuş bayramı”nda her yıl baharın gün dönümünde, 21
Mart’ta şafak vaktinden kuşluk vaktine kadar kuşların izlenmesi, bunların
yumurtalarının bulunması, verimliliği ve bereketi temsilen yaban tavşanın izlenmesi;
bugün, Hıristiyanlıkta tavşan şeklinde ekmek ve şekerlemeler yapılmasına, boyanmış
renkli yumurtalar yenmesine, paskalya gününe dönüşmüştür. O gün tatlılar ve
şekerlemeler yapılır, şerbetler sunulur, kekler, kurabiyeler, meyveler yenilirken hiç et
yenilmezmiş. Bayram, şafak vakti başlar, şafak vakti sona erermiş. Yakılan tütsülerin
içine leylak, süpürge otu, elma tomurcuğu konulurmuş.
Keltler tarafından “Alban Heffyn” denilen “yaz gün dönemi” 21 Haziran günü
“yaz ortası günü” güneşin güç ve etkisinin en yüksek olduğu gün meşe ağacının
enerjisinin de en yüksek olduğu gün olarak kabul edildiğinden, iki küme meşe
odununun yakılarak, iki ateş arasından atlamak, bugün Hıristiyanlıkta “Aziz John
Günü” olarak günümüze yansıtılmıştır.
“Alban Arthan” “Meşe Bayramı” güneşin iki temel dönüm noktasından biri olan
“kış gün dönümü” idi, diğeri “kış ortası bayramı” 21 Aralık idi. Bu nedenle iki ateş
kümesi halinde iki ayrı ateş yakılır, ikisinin arasından atlanır, gücün doruğunda
olunurdu. 21 Haziran tarihinde güneşte güç ve etkisinin doruğunda olduğundan,
herkesin enerjisinin zirvesinde olduğu düşünülür, savaşlara da bu tarihte başlanırdı.
Bugün, Hıristiyan aleminde Aziz John gününde de yine ateşler yakılır, iki meşe
odunu ateşi arasında zıplanır, kutsal güneş çiçekleri (sarı kantaron çiçeği, yabani gül,
meşe tomurcukları) toplanır, bunlardan içecekler yapılır, bu toplanan güneş
çiçeklerinden tütsü de hazırlanır ve yakılır halka halinde oturulur, hikaye okunur
anlatılır.
O gün taze bahar sebzeleri yenir, taze peynir ve hafif ekmekler ikram edilir. Gün
batımında festival başlar, gün batımında sona erer.
Meşe yaprakları, palamutları ve odunu toplanır, biriktirilir. Bu festivalde toplanan
bu meşe palamut ve ökse otunun karışımı tütsü olarak yakılmaz, gücünden
yararlanmak için 21 Aralık’a saklanır.
“Alban Heffyn” denilen “güz gün dönümü” “üzüm bayramı” 21 Eylül üzüm
hasatın toplanması, taze şarap yapımı, son mısır hasadının toplanması günü,
meyveli ekmeklerle av hayvanlarının yenildiği, kırmızı şarabın içildiği “şükran günü”ne
dönüşmüştür.
“Samhain” “tüm ruhlar günü” veya “ölüler bayramı”nda, tüm kutsal olanların
arifesinde, “Kasımın Arifesi” yani 31 Ekim’de, dünya ile öte dünya arasındaki
perdenin en ince olduğuna inanıldığından ve kolaylıkla geçiş olacağından; kötü
ruhlardan korunmak için gece yarısı ateş yakarak, kapıları kilitleyerek, oyulan
balkabağının içinde yanan bir mumun bulundurulması, korkutucu kostümler giyilmesi
bugün Hıristiyan aleminde “Cadılar Bayramı” olarak devam ettirilmiştir.
Öte dünya ve orada yaşayanlar ile olanları gözlemeye çalışırlar, onlar üzerinde
nasıl hakimiyet kurulacağını öğrenirlerdi. Varlıkların yaşadığı maddesel dünyanın
dışında onların yaşadıklarının, yalnızca kendi dünyalarını işgal ettiğinden burada
herkes tarafından görülemediğini, doğanın ruhları olduğunu, onların hiçbir insanın
emrine girmeyeceğini, söz ve eylemlerle onların bağlılığının sağlanabileceğini,
insanların yaptıkları üzerinde onların hüküm ve tasarrufunun bulunduğunu, onları fark
edilmeseler dahi, onlarla daima birlikte olunduğunu, insanın kendini her şeye hakim
görmesi üzerine, onları görebilmeyi de mümkün kıldığını, onların bu dünyanın
dengelerini koruduğunu, onlara yakın olmanın gerekliliğini ifade ederlerdi. Tıpkı bir
şaman gibi.
Keltler ruhun da ölümsüz olduğuna inanır ve ölülerini gerekli eşyaları ile birlikte
gömerlerdi.
Keltler “Ateş”e çok değer verirler, kendilerine “ateşin çocukları” derlerdi. Tek
tanrının simgesi olarak gördükleri güneşten esinlenerek kendilerine “ışık çocukları”,
“ateş çocukları” derlerdi. Güneşin kuvvet, saldırganlık, genişleme ihsan ettiğini, ateşte
de küçük ölçüde olsa bunların bulunduğunu, ateşi zenginleştiren bitkilerin
oluşturduğu Alevinin de bu nedenle kutsal olduğunu söylerlerdi. “Alev”e kutsal gözle
bakarlardı. Đleride şamanlarının önderliğinde Anadolu’ya gelen Türklerin kendilerine
“ışık çocuğu” dedikleri gibi, adlarını da “Alevi”, kimilerince Alivi, Ali’ye inananlar dense
bile (onlara Alivi denilemeyeceğini ileri sayfalarda anlatacağız) “aleve inananlar”
olarak söyleyecekleri gibi.
Keltler bir ruhun ebedi saadete kavuşması veya lanetlenme için yargılanacağı
bir döneme, cennet ve cehenneme tebessümle bakarlardı. Kendi vicdanlarına göre
hareket ederlerdi, zira vicdanlarını Tanrının gözü olarak bilirlerdi.
Bir Druid de, bir şaman gibi şifai bitkileri tanır ve bilirdi, Druidlerin Pheryllt
kitabında 16 şifalı bitki vardı. Bunların dışında en kutsal ökseotu idi, yeni yılın ilk
saatlerinde altında öpüştükleri ökseotu.
Otların her birini hacminin iki katı saf alkol ile bu bitkileri iki hafta bekletirler,
süzerler, hastanın ağırlığının her beş kilosu için bir damla olmak üzere ökseotu
çözeltisi ilave ederlerdi. Hastaya üç saatte bir vererek tedavisine devam ederlerdi.
MĐNE : Soğukalgınlığı, grip, öksürük, üst solunum yolu enfeksiyonları, ağız, hafıza
kaybı, zatürre, astım.
ALTIN MÜHÜR : Antibiyotik, tüm dahili/harici sağlık sorunları, göz yıkama, kadın
enfeksiyonları, yaralar, cilt sorunları, soğukalgınlığı, virüsler, enfeksiyonlar.
AZĐZ YOHANNA OTU : Tümörler, yatak ıslatma, ülser, karaciğer, hafıza kaybı
ilacıdır. 2 hafta zeytinyağına batırılmış sargı bezleri ile tüm cilt sorunları, yaralar,
yanıklar, çürükler ve kas ağrılarında haricen.
KISIM V
KUTSAL BĐLGĐLER
Hem druid, hem şaman kutsal bilgilerini, her insanın ağızdan ve elinden
çıkacak tehlikeli kelimelere emanet etmezlerdi, onlar ancak bu bilgeliği koruyabilecek
ve güvenilir kişilere aktarırlardı, bir ozanın Druid olması veya şaman adayının şaman
olması, ancak yaşca ve bilgisi ile ondan büyük ve tecrübeli bir druid veya şaman ile
mümkündü. Bilgilerin, şarkıların kutsallığının korunması ve kullanılması da onların
izni ile olurdu, çünkü sırların ağız vasıtasıyla kapatıldığına, değişmemiş haliyle insan
ruhundan gelen sesin çıkmaması gerektiğine inanırlardı. Günümüzde bir Bektaşi
babası ve alevi dedesinin ağzını kapatan bıyıkları da bunu sembolize edecektir.
Diline hakimiyet istenirken, sesin insan ruhundan geldiğine inanıldığından, susmakta
ruha hakimiyetin sağlandığı düşünülürdü.
Đnsan sesi, ruhun hal ve enerjisini ifade ettiğinden, hem druid, hem şaman
sesin insan yapımı enstrümanlarla çalgılarla karıştırılmasını istemezlerdi, ancak deri
davulları ve kabak çıngırakları hariç. Çok ilginçtir, Davul ve çıngırak hem Druid’in,
hem de Şaman’ın törenlerde üzerinde olmazsa olmaz aksesuarı idi. Nasıl olmuştu,
7.000-8.000 km uzaklıktaki inanç ustaları aynı şeyi yapıyordu? Nasıl oluyordu da,
çalgılarını sözlerine müzik eklemek için değil, düzenli bir ritmik yapı oluşturmak için
kullanıyorlardı?
Hem druid, hem şaman; zaman içinde çağrılan adayların içinden çok azının
seçilmişler olduğunu, onların da fiziksel dünyanın yansımalarının üstesinden
gelebilecek ruhsal olgunluğa erişmiş ve aynı anda hem bu dünyada, hem de öte
dünyada bulunabilmeyi öğrenenlerin Druid veya Şaman olabileceğini bilirlerdi. Bunlar
kendilerine “ölüp dirilmiş” “yeniden doğmuş” “iki kere doğmuş” derlerdi.
Onlar, gerçeği arayanların, doğru olmasını istediğini değil, bildiği şeye göre
davranması gerektiğini, arayanların en önemli rehberinin de vicdan olduğunu,
vicdanın da insan zihnindeki Tanrının görüntüsü olduğunu söylerlerdi. Ruhun özgür
olması gerektiğini, yalnızca vicdana bağlı olan ruhun, insanı gerçeğe
ulaştırabileceğini, gerçeğin de doğru bilinenin sürekli değişmesi ve gelişmesiyle,
şekillendiğini, bu nedenle; gerçeğin bulunması için değil, aranması için yaşanılması
gerektiğini bilirlerdi. Gerçeğin herkes için aynı olması halinde yaşamın ne kadar basit
ve anlamsız olacağını bildiklerinden, insanları kültürleri ve bilgileriyle değerlendirir,
onların yaptıklarına onların gözüyle bakarlardı. Mutlak doğru diye bir şeyi ne
kendileri, ne de diğerleri için savunurlardı.
Onlar da, Gök Tanrı’dan önce, yer tanrısı olan, hepimizin anası Ana Tanrıça
ile tanışmışlardı, onun ruhunun bir parçasının mutlaka bu dünyadaki herhangi bir
şeyde bulunduğunu bilir, Tanrı’ya olan sevgileri ile doğayı ve insanları severlerdi.
Şaman’ın dağlarda ve ormanlardaki arayışı ile Druid’in doğada yalnızlığı hep bu
sevgiden kaynaklanmaktadır. Anadolu’ya geldiklerinde, Anadolu’nun Kibelesinde de
Keltler ve Türkler bu kutsal ve muhterem analarını bulacaklardır.
Druid ve şaman doğada bir şeyin daha iyi veya daha kötü olduğunu söylemez,
her nesneyi olduğu gibi kabul eder, onun algılanmasını ve değerlendirilmesini insana
bırakır, birisi için iyi olanın diğeri için kötü olması , dün iyi olanın, bugün kötü
sanılması gibi çelişkilerden insanı kurtarmak isterlerdi. Bunların göreli bir yanılma
olduğunu söylerler, bakanlar için her şeyin, her an değişebileceğini, ama körlere,
göremeyen gözlere bunu izah etmenin, onların da bunu algılamalarının çok güç
olduğunu bilirlerdi.
Druid’ler demir kazanda kutsal suyla şifalı içecekler yaparken, Türkler de çok
büyük demir kazanlarda suyun sürekliğini simgeleyen saçı törenleri düzenlerlerdi.
Druid, öğrencilerine şöyle hitap ederdi; “Herkese adil ol, kusuru alçalt, herkesin
önünde alçak gönüllü ol, çünkü boyun eğmeyi öğrenen, nasıl emredeceğini bilir.”
Bu sözleri yüce şaman Hacı Bektaş’ta ve bir gönül dostu olan Mevlana’da
tekrar duyacağız : Kusurları örtmede gece gibi olacağız.
BÖLÜM III
TÜRKLER
KISIM I
TÜRKLERĐN SOYLARI, BOYLARI
Türkler aşiretlerin sembolü olan bir koruyucu güce inanırlardı, onu adı gök
tanrı OGAN’dı. Ogan’ın oğulları olan YERSU’lardı. Türklerin yaşadığı yer, toprak ile
büyük ırmaklardan dolayı bu YERSU’lar her boyda ayrı ayrı idi. Bunlar her dinin
başlangıcı, her felsefi düşüncenin kaynağı, Sümer’in yaratıcı tanrıları gibi 4 adet idi.
Gök, Kızıl, Ak ve Kara idiler. Toplum büyüdükçe yersular çoğaldı, Uygur ve Sümer
tanrılarını kopyalayan Mısır, Yunan ve Roma panteonları gibi, bunların sayıları da
önce 4’den 12’lere, sonra 50’lere çıktı.
Bir de Türklerin yol göstericisi ve koruyucuları vardı. Her boyun, her aşiretin
Yersu dışında, bir de “Cığı” veya “Cıvı”sı vardı. Bugün yalnızca dillerde kalan cıvılar,
aşiretin koruyucu ruhu idi. Onlar öyle etkiliydi ki, boylar savaşmadan önce, geceden
Cıvı’lar savaşır, yenen Cıvı’nın kavmi savaşı kazanmış olurdu, yenişemezlerse
sabaha kıyamet kopardı. Bunlarla temas ileride şamanlarımızın asli işi olacaktır.
Şamanın görevi cıvılarla görüşüp, konuşup aşirete bildirmek veya bilgilendirmekti. Bir
kabilenin bir tek kişisine saldırmak, onun inandığı Yersu ve Cıvı’sına saldırmak
demek idi. Đşte Türklerdeki, bastırılamaz öç almak duygusu buradan kaynaklanmıştır,
Türkler gibi pek çok ülke veya din de, bu eski inançların kalıntısı nedeniyle, öç almayı
sürdürmekte, bugün işgal altındaki Irak’ta, Filistin’de her gün gördüğümüz gibi öç
alma yaşatılmaktadır.
Biz, daha başa, eski efsanelerimize dönelim; diğer soylar, uluslar gibi
soyumuzu renklendirelim!
Evet adı, Zib Bakuy olmayabilir, “Dıb” “taht” demektir. “Bakuy” da “Ulu”
demektir ki; atamız olsun diye tahta oturan bu kişiye “Dıb Bakuy” “ulu taht” adını
koymuşuz. Onun oğullarının adı olan “Or han” “or dağı” demektir. “Ortak”da bu
kelimeden türetilmiştir. “Ortak” ile “Kurtak” da Türklerin iki kutsal dağıdır. Yani Or
Dağı ile Gür Dağı buradan gelmiştir.
Đşte bu iki dağ gibi, dinsiz “Kara han” ile Türkler de ikiye ayrılacaktır, Kuzey
Türk insanı dinsizler, güney ve batı Türk insanı komşu medeniyetlerden, Hint ve
Çin’den dolayı dinliler olmuştur. Dinliler de ikiye yarılmış; “Sagcıl”lar gün, ay ve
yıldıza inamlı, yeryüzünden erişilemez yüce ve yüksek’e, göğe inananlardır.
“Solcul”lar ise Gök-tak (dağ), dingiz (deniz) inamlı, taşa, toprağa, yeryüzüne
inananlar olacaktır.
Sagcıl’lar ve Solcul’lar da önce üçe bölündüler, sonra her biri dörde bölündü
ve sayıları her birinde 24 boya ulaştı.
Hepimizin bildiği gibi yakın Anadolu Türk tarihi, bu iki inanç şeklinin gizli veya
açık üstünlük kavgası ile sürüp gidecek ve günümüze kadar sürecektir. Biz de bunu
ilerleyen bölümlerde anlatmaya, hatırlatmaya çalışacağız.
Bunlar arasındaki esas sorunu oğul, torun, baba falan değildi. Hani kuzeyden
dinsiz olan Türkleri bir yana bırakırsak; Dinli yani dinsel inançlı olanlarda esas sorun,
dini sistemleri olmaksızın, yalnızca prakmatik uygulamacıları olan, “tapınılan ile
insan arasında” yardımcı ve aracı olan, şamanlara inanan yersel, solcul inançlar ile
güneyde ve batıda Çin, Hind, Pers, Babil medeniyetleriyle temasta bulunmuş göksel
–sağcıl inançların farklılaşmasıydı.
Yersel, Solcul olan şamanlar, anaerkil bir toplum düzeni olan inançlılardı.
Yarın Anadolu’da tanışacağı Kibele ve Galatlarla onun için çok iyi anlaşacaklardı.
Göksel sağcıl inançlılar ise ilhanlık inancı ve il inancı olarak ikiye ayrılmıştı.
Đl inancı da, sanki Sağcıl ve Solcul inançların her ikisinin arasına girmiştir. “Đl”
“barış” anlamındadır. Bu nedenle kadın ve erkeği eşit konumda tutan bir ara uzlaşma
inancı şeklini almıştı.
Đşte hem Đlhanlık inancı, hem de Đl inancı (yani Göksel-Sağcıl Đnanç) Ata’yı,
erkeği öne çıkardığından, yarın Müslümanlığın benimsenmesinde veya
benimsetilmesinde, Müslümanlığın erkek hakimiyet ile kolayca uyuşabilecektir.
Üstelik göksel temalarıyla da kolayca uyum sağlayacaktır ve Türklerin bu kısmı
gerçekten inanarak Müslümanlığın savunucusu olacaktır.
KISIM II
DĐNLERĐ YOKTU, TANRIYA ĐNANIRLARDI
Nasıl Yahudiler için, bir kavme toprak ihtiyacından dolayı Musevilik doğmuşsa,
nasıl Museviliğin ve ibadet yerlerinin bir soya, ırka ait olmasının yarattığı sıkıntı ile
insanla tanrısı arasında ruhbanın mutlak bulunma zorunluluğundan Hıristiyanlık
oluşturulmuşsa ve bulunduğu bölgede, Arap diyarında ticaretin kontrolü,
geliştirilmesi, düzenlenmesi amacıyla da, bir din devletinin oluşturulması
gerekliliğinden Müslümanlık dini düzenlenmiştir.
Şamanizmde doğanın gücü her şeyden üstündür. Gök ve yer tanrısı diye
bildiği şey, bilinmeyen, görünmeyen ve anlaşılamayan için onun bulduğu bir
çözümdür. Şamanizm de bu nedenle bir peygambere, bir vahyedilmiş kutsal kitaba,
ibadet için tapınaklara da hiçbir zaman ihtiyaç olmamıştır.
Böyle olmasına rağmen, diğer dinlerin inançlarında yer alan iyi yanlarını da
hemen içlerine alıverirler. Mani inananı gibi ağızdan kötü bir söz çıkmasından
çekinirler, ağzına, eline ve gönlüne hakim olmasını isteyen Maniheizm kuralını
hemen Müslümanlık adı altında Bektaşiliğin içine yerleştiriverirler. Eline, beline, diline
sahip ol deyiverirler.
Maniheizm etkisinde kalmış Türklerin nasıl ışık dininden etkilendiği ve sonra
Anadolu’ya gelirken, yine kendilerine “ışık çocukları” diyen diğerleriyle hemen nasıl
anlaştıklarını Mani dini ile Şamanlığı nasıl ortak değerlerde buluşabileceklerini de ileri
bölümlerde göreceğiz.
KISIM III
GÖK TANRI VE TÜRKLERĐN YARATILIŞI
Şamanlık kimilerine göre bir din olarak, Şamanizm adı verilerek ifade edilse
de, bunun bir din olmadığı, şekillenmiş, kabul görmüş davranış biçimlerinin birikimi
olduğunu söylemek daha doğrudur. Önderlik eden yönlendirici, aracı, Şaman’dan
dolayı, Tanrı ile insanın baş başa olduğu bir inanç şeklidir.
Bütün dinlerde bu kurum için bir ruhban sınıfı gerekirken, Şaman bir ruhban
değildir. Hiçbir zaman bireyin inancını kontrol etmez, cezalandırmaz veya
ödüllendirmez. Türklerin inançlarını töreleri oluşturur. Bu nedenle Anadolu’ya daha
önceden batıdan gelen Romalılar dışındaki yerli halk Frigler Galatlar’ın çocukları da
Türkleri çok rahat karşılayacaktır, çünkü onlar da töreleri ile yaşamaktadır.
“Kao-ci” kağan’ının çok akıllı iki kızı varmış, bu kızlar o kadar akıllı ve o kadar
iyi imişler ki, babaları şöyle bir karara varmak zorunda kalmış. Kağan demiş ki; “Ben
bu kızları, nasıl insanlarla evlendirebilirim! Bunlar o kadar iyi ki, bu kızlar ancak Tanrı
ile evlenebilirler!” Bunu diyen kağan kızlarını alarak, götürmüş ve bir tepenin başına
koymuş, burada kızları, Tanrı ile evlensinler diye beklemiş, kızlar bu tepede Tanrıyı
beklemeye başlamışlar. Aradan epey zaman geçmiş. Ama ne Tanrı gelmiş, ne de
onlarla evlenmiş, kızlar böyle bekleye dururlarken, tepenin etrafında, ihtiyar ve erkek
bir kurt görünmüş, kurt tepenin etrafında dolaşmaya başlamış ve bir türlü de, orasını
bırakıp gitmemiş, küçük kız, kurdun bu durumunu görünce şüphelenmiş ve
kardeşine; “Đşte bu kurt Tanrının ta kendisidir. Ben inip, onunla evleneceğim” demiş,
kardeşi “gitme” diye ısrar etmiş ama, kız dinlememiş, tepeden inerek kurtla evlenmiş
ve bu suretle Kao-çi halkı bu hükümdarın kızı ile bu kurttan türemiş.”
Bu efsane keltlerin, Roma kayıtlarına göre Galya ve Galatlar olarak anılan halk
için, Herkül ile güzel kızın evlenmesine dair Drodoros’un efsanesindeki türeyişe çok
benziyor :
“Bir zamanlar Keltika denilen bir ülkede hüküm süren bir adamın akranlarından
daha uzun boylu, daha güzel, daha çekici, açık tenli, çok yetenekli, savaşçı ama çok
kibirli bir kızı varmış, kendine evlenme teklif edenlerin tekliflerini kendisinden üstün
yetenekleri olmadığı takdirde küçümseyerek reddedermiş. Bir gün yarı Tanrı, yarı
insan Herakles, Keltika ülkesini ziyaret etmiş, burayı beğenerek yerleşmeye karar
vermiş ve Alasia kentini kurmuş. Kenti ziyaret eden kibirli kızımız da bu güçlü,
meziyetli Herakles’i görünce aradığı erkeğin o olduğuna karar vermiş ve birlikte
olmuşlar, doğan oğullarının adını ta “Galatai” “Galates” koymuşlar, bundan doğanlara
da “Galatai”, Galatlar denmeye başlanmış.”
Efsanelerimize göre kurdumuz bazen Göktürklerde bir dişi kurt olacak, bazen
de aynı kurt Uygur’larda erkek kurt oluverecektir.
Kutsal Dağ Motifi, dağdaki mağara, mağaradaki kurt, dişi kurt’la emzireceği
küçük çocuk veya erkek kurtla çiftleşeceği genç kız bizim Türk efsanelerini hep
süsler.
Manas destanında Mana Han, bütün kutsal yerlerin takdisiyle doğmuştu, dağlar,
taşlar, ırmaklar, ardıçlı mezraların, ruhlarıyla doğmuştu. Tıpkı Kelt’lerin Kral Arthur’u
gibi.
Türklere göre insanın insan olabilmesi için, anasının ilk sütünü “avuz” yani
“ağız”ını emmesi gerekiyordu. “Oğuz Han’da, anasının göğsünden avuzunu içip,
bundan sonra içmedi, çiğ et, aş ve süzme” istedi deyişine inanmak kolay çünkü
Oğuz gibi tüm yeni doğanlar süt içiyorlardı, ama hemen sonra et ve içki tabi ki onların
en sevdiği idi. Bizlere gülünç gelen Oğuzhan’ın “Ey ana! Müslüman ol! Eğer
olmazsan, senin memeni emmem” deyişine inanmak zor ama islamiyetle ilave
edildiğini anlamak çok kolaydır.
Türklere göre her şeyden önemlisi Gök idi, sonra yer ve su, sonra insan
yaratılmıştı. Yaradılışta “gök, yer, insan” üçlemesi yer alırdı. Önceleri “gök ve yer”
denilirken, islamiyetle Allah, gök tanrıdan farklılaşınca yer öne geçmiş, gök yerden
sonra sırasını almış ve “yerni kökni yaratkan” “yeri göğü yaratan” ifadesi kullanılmaya
başlanmıştır.
Gök, yıldızlar ile arşı, güneş ile ayı içine alan geniş bir anlam taşırdı. Gök
kubbe, “gökler” olarak anlatılırdı. Gök Göktürkler’de büyük anlam taşırdı, ama
Oğuzlara doğru Đslamiyetle gök, yerin devamına dönüştü, yerden yani ağaç
kovuğundan gelen hatundan, Gök-Han doğdu.
Gök pek çok kata ayrılmıştı, Şaman törenlerinde, Ulu Tanrı’nın bulunduğu gök
katı, 5 nci kat idi. Bazen bu kat, 9 ncu katta olurdu. Şaman bu kata çıkarak Tanrı’ya
ulaşırdı. Üç, beş, yedi, dokuz basamaklarını kullanırdı. Ancak eski Türklerde bu
göğün katı ve Tanrı’nın katı farklı sayılarla ifade edilirdi. 9 sayısı en eski ve en kutsal
sayı idi. 9 sayısı 9 gezegeni ve takvim düzenini ifade ederdi. Altay destanlarında ise,
Tanrı’nın yeri 17. katta idi. Batı Türklerinde de 7 nci katta idi. Bunun sebebi, o
sıralarda Đran mitolojisinin etkisinde kalmalarıdır. O zaman Đran’da 7 kat gök, 7 kat yer
anlatılırdı.
Ancak 9.kat Göktürk mitolojisinde önemli ve doğru bir yerdir. Hakan’ın tahta
çıkması, hakan olmasının ritüeli de böyle idi. Hakan olacak kişi bir keçe veya halının
üzerine oturtulur ve “Doğudan Batıya” doğru yani güneşin doğduğu yönden batıya
doğru 9 kez döndürülerek tahta çıkartılmış olur, hem de Hakan böylece göğün 9 ncu
katına ulaşmış olurdu ve tabi Tanrı’ya da ulaşırdı. Böylece Tanrı’dan kağanlık
kutlamasını alır ve geri dönerdi.
Altaylarda Hakan 9 ncu kata kadar çıkabildiği halde, Şamanlar ancak 5 nci
kata kadar çıkabilirlerdi, daha yukarıya asla çıkamazlardı. Şaman bir kez 9 ncu kata
çıkartılırdı. Baş şaman ve 8 yardımcısı, şamanı bir keçe üzerine oturtur ve havaya
kaldırırlar, 9 ağacı, üçer defa dolanırlar, davulunun ruhu için açık renkli bir at kurban
edilir, şaman 7. katta ay’a ve 8.katta güneşe saygı duruşu yapar, 9.katta Ulu tanrı ile
buluşurdu. Göğe çıkarken şaman PURA adlı atına biner, onunla göğe yükselirdi,
islamiyette bunun adı BURAK olacak, sahibi de göğe çıkan peygamber oluverecekti.
Şamanın çadırının direğinin üzerine de bu göğe çıkış kazınır işaretlenirdi. Bu çadır
direği, göğün direği olarak sembolize edilirdi. Keltlerin 1 Mayıs’ta diktikleri “mayıs
direği” de göğe yükselmenin, çadır direğinin başka bir şekli ve uygulamasıdır.
Keltlerdeki mayıs direğinin ucundaki ipleri tutarak yapılan dairesel dönüş göğe
yükselişin başka bir şeklidir. Yeryüzüne çok yayılmış bir adettir, günümüz avrupası da
bu adedi Keltlerden öğrenen Romalılardan öğrenmiştir. Romalı ve Yunanlıların
direğinin adı da “Universalis Columna”dır.
Türkler Müslüman olunca şamanın atı Pura, Muhammed’in atı Burak nasıl
oluvermişse, şamanın çadırının direği göğün direği de unutulmamış, o da Muhammet
ile birlikte dinin direği oluvermiştir. Aleviler de bu direği Hz. Ali’ye mal etmişler, Pir
Sultan Abdal’a şöyle dile getirmişlerdir :
“Yakacağın bir çorağdır,
Yerden göğe bir direktir,
Bin diceğim bir buraktır
Allah bir, Muhammedi Ali”
Göğün direğini remzeden çadır direği şamanın göğe çıkışının kanıtı iken, bu
direklere göğe çıkıldıktan ve Tanrı katından dönüldükten sonra bayrak bağlanırdı.
Bugün ağaçlara bez bağlama geleneğinin kökenin de şamanın tanrısına çıkışının
işareti olan bu bayrak yatmakta ve anısı bilinmeden yaşatılmaktadır.
Göğün direğinin ağaçtan olması, ona “göğün ağacı”, “dünya ağacı” sonra da
“dünyanın direği”, en sonunda da “şehrin direği” isimlerini almasına neden olmuştur.
Türk tatar köylerinde köyün merkezindeki direk, avrupada da pek çok köyde
geleneksel “mayıs direği” olarak halen yer almaktadır. Keltlerden kalma “Beltane” 1
Mayıs Bayramı böyle yaşatılmaya devam edilmektedir.
Göktürkler;
“Üze Tengri, asra yer”
Uygurlarda;
“Üstün tengri, altın yer” oluyor ve diyorlar ki;
Üze tengri, asra yer (üstte tanrı (gök) altta yer)
Üze tengrike/tegir (yukarıda göğe değiyor)
Üze on kat kök, asra sekiz kat yer (üstte on/kat gök, altta 8 kat yer)
Üstün tengri yeri, altın tamu yeri (üstün Tanrı katı, altın cehennem yeri)
Üstün Tengri, altın yalan gök (üstünde Tanrı, altında insan)
Göktürk yazıtlarındaki “Tengri teg Tenri” “göğe benzer gök” veya “göğe benzer
tanrı” ifadesi islamiyetle unutulacak, Türk’ün “Tanrı göğün maviliği ve sonsuzluğu
gibidir” anlatımı kaybolup gidecek, Türklerin düşlerindeki göğün yüceliği, Tanrı’nın
yüceliğinin simgesi iken ve ona “Tengriler Tengrisi” (yücelerin yücesi) derlerken,
kafaları karışıp gidecek. Gök kelimesi mavi, Tengri kelimesi gök olarak anlatılacak,
her şey değer ve anlamını Đslamiyetle yitirecektir.
KISIM IV
GÖK; YILDIZLAR, BURÇLAR
Türklere göre güneş doğunun, ayda batının sembolü idi. Şaman yüzü doğuya
donuk olarak, güneşe üç kez diz çökerek, selam verirdi, çadırının kapısı da doğuya
bakardı. Göktürkler doğuya “gün doğuşu”, batıya “gün batışı” güneye “gün ortası”
derlerdi. Karanlıklar ile gece diyarı kuzeye ise “tün” veya “gece ortası” derlerdi.
Güneş Türkler için ana idi ve ay ise erkek, baba idi, Türkleri mani dini etkisiyle
ilk atası, ay-ata olmuştu. Ancak sonradan ay gökte 7.katta, güneş 8.katta, Tanrı’da 9.
katta yerini almıştır. Türklere göre “Tanrının tahtı, ay ile güneşin çok üzerinde idi”
Bu nedenle güneş ve ay, aşağıdaki Tanrı’nın ışığını yansıtırdı. Onlar birer “toli”
yani “ayna” idi. Cengizhan’ın küçük oğlunun adı da “Toluy” ayna idi. Şamanlar bu
nedenle yanlarında ayna taşırlar, fallarını aynaya bakarak açarlardı. Bugün pek çok
öğretide kişi aynaya baktığında, ayna yine Tanrı’nın ışığını, görüntüsünü yansıtır, kişi
tanrısını görür, böyle simgeleştirilir.
Altay Türklerinin bir efsanesinde; “Önceleri insanoğlu, daha saf ve daha iyi idi.
Zaten, kendileri de cennette yaşıyorlardı. Bunun için ne güneşe, ne de aya gerekleri
yoktu. Tanrı, onları insan kılığına sokup, yere indirince, günah işlemeğe başladılar.
Tanrı onlardan, NUR ve IŞIĞINI esirgedi ve onlar karanlıklar içinde
kaldılar,KENDĐLERĐ IŞIK SAÇARLAR ĐKEN, artık saçamaz oldular. Bunun üzerine
toplanıp, Tanrı’ya kendilerini bağışlamasını istediler, Tanrı da onları bağışladı ve
güneş ile ayı yarattı” deniliyordu. Şamanlar ışık çocuklarını, hep bu ve buna benzer
efsanelerdeki, “insanın ışık saçmasından” esinlenerek anlatacaklardır.
Türkler güneşe ve aya tanrı gibi kutsal baksalarda, onların efsanelerinde hem
güneşi, hem ayı, bir “Ulu Tanrı” yaratmıştır. Ancak Uygurlar Mani ve Buda dinlerini
benimsemeye başlayınca, kafaları karışmış “Ay Tengri”, “Gök tengri”nin yanında yer
almaya başlamıştır.
Türkler de Keltler gibi gökyüzü ile ilgilenirlerdi. Gök hem tanrının mekanı idi,
hem de yıldızlar ve gezegenlerin.
Türkler küçük ayı burcunu bilir, ona dört tekerlekli bir arabayı çeken iki at
derlerdi. Asya’da, Anadolu’da onun adı koyun ağılı oluverdi. Adı Altay Türklerinde “il
yettegen” yani “il yedigen” idi. Arabayı ak ve kır atlar çekerdi, yedi kardeş, yedi bekçi
idiler. Bazen destanlarda yedi kurt ya da yedi köpek olurlardı.
Büyük ayı burcunun adı ise “Yediger”di, ona Anadolu’da yedi kör, yedi eşek
diyeceklerdi. Altay Türkleri “at yettegen” yani “at yedilisi” derlerdi, destanlarda yeti
arkar (yedi dağ koyunu) koş ögüz (iki öküz) veya iki karındaş (iki kardeş)te
denileverecekti.
Türklerde yeni yılın başlaması, tabiat olayına dayanırdı. Bahar, Nevruz, yeni
yıl demekti, otların yeşermesi, göğün gürleyerek ilk yıldırımların toprağa düşmesiyle
yeni yıl başlardı. Türkler yaşlarını yeni yıla göre hesaplar ve “ben 40 yeşerme
gördüm” derlerdi, “kırk kez baharı gördüm”, “kırk yaşındayım” demekti, bugünkü
kullanılan yaş kelimesi yeşermeden doğmuştur.
Yeni yıl, yılbaşı bahar bayramı idi, mevsimle birlikte sütler çoğalır, süt saçıları
yapılırdı. Altaylarda Kırgızlar ellerinde süt kapları ile çadırın dışına çıkar, çadırın
duvarına kapları vurarak, “eski sene geçti, yeni sene hep geldi” derlerdi. Đlk
yıldırımlarla köylüler hep birlikte yüksek bir dağın tepesinde toplanır, Tanrı’ya yalvarır,
yakarır, köye dönüşlerinde dört yana süt saçarlar ve saçı töreni başlardı. Moğollarda
da 9 delikli bir kaşıkla keçe üzerine süt serperlerdi.
KISIM V
YER; DAĞLAR, MAĞARALAR, ATEŞ, SU, HAVA, AĞAÇLAR
Masallarda bir bahadır avlanırken karşısına bir geyik çıkar, o da geyiğin peşine
düşer, geyik kaçar, o kovalar, Bakır dağının ardına gelirler, birden bire dağ açılır
geyik delikten girer, avcı da mağaradan içeri girer, kimi kez Sibirya masallarında
Tanrı karşılarına çıkar, kimi kez 13 kıza rastlar, kimi kez de mağara onu yer altındaki
kötü ruhlara götürür, ama kimi kez de onu Kuğu Hanım kurtarır, ona eş olur. Mağara
kimi kez de yakut Türklerinde yer altının kapısı oluverir. Anadolu’da da; günümüzdeki
masallarda çoğunlukla genç önüne çıkan bir geyiği kovalar, geyik bir mağaradan içeri
girer, genç de onu takip eder, mağaradan geçince bir düzlüğe çıkar (sanki
Ergenekon) cennet gibi bahçelerde Mine Hatun’a rastlar.
Hani şamanın Tanrı katına çıkarken, bindiği atı vardı ya, adı “Pura” idi, sonra
Hz. Muhammet’in adı “Burak” olmuştu, işte o “Pura” Altay dağlarındaki Teleüt
Türklerine göre her şamanın canı idi, oralarda “Tın-bura” deniliyordu. “Bura”, “Bur”,
“Pur” Kuzey Türk ağızlarında geyik veya ren geyiği demekti ve Tin’de ruh demekti,
şamana “Geyiğin Ruhu” denilirdi, şamanlar bu nedenle sık sık geyik donuna girmiş
olurlardı. Hikayelerimizde okla yaralanan bir geyik kaybolunca, aynı yerde yaralı bir
dervişin ortaya çıktığı söylenirdi, bir geyik ölünce bir şaman ölürdü.
Şaman silkinir başka bir insan donuna geçer, çabuk koşan olur, deniz yutan
kardeş olur, han oğlu, bey oğlu olurdu, olmazsa bir kuş olur, leylek olur, doğan,
atmaca, güvercin, kartal oluverirdi.
Türklerin her kabilesinin ayrıca bir kutsal hayvandan türediğine de inanılır. O
hayvanın da onların Cıvı’ları ataları olduğuna inanılırdı ve asla hayvanın etini
yemezlerdi, diğer kabileler ise onu rahatlıkla yiyebilir, onlar da kendi kutsal hayvanını
yemezlerdi.
Yakutlar beyaz lekeleri olan at veya inek, karga, kuğu, atmaca, kartal, turnayı,
kutsal sayarken, onların adlarını bile ağza almaktan korkar ve çekinirlerdi.
Yalnızca şaman bu kutsal hayvanlara dokunabilir, öldüğünde onların derilerini
kullanabilirdi. Her kabilenin kutsal hayvanının ruhu, “Hayvan-ana” inancı ile kabilenin
şamanında bulunurdu, Şamanlar da kabilelerinin kutsal hayvanı kadar büyük veya
önemli olurdu. Küçük ve önemsiz hayvanının “hayvan-anası” olan şaman da, o
nisbetle değerli olur, çok güçlü sayılmazdı. Ancak biliyoruz ki, şaman olgunlaştıkça
da yeni bir “hayvan-ana” olabilirdi. Mesela; boğa, aygır, geyik, kartal, ayı gibi iyi
hayvan-ana da olabilir.Kurt veya köpek gibi kötü hayvan-ana da olabilirdi. Şaman bu
hayvanların tüm güçlerini toplamak için onun kemiklerini yanında taşır ve derisine
bürünürdü, yani gerektiğinde o oluverirdi. Şaman Elbisesi, hayvan-ana’yı temsil eden
elbiselerdi. Güçlü şamanlar, törenlerde kurt derisini sol yanına, ayı postunu sağ
yanına alır, türlü balık ve yılan derilerini de üzerinde taşırdı. Çıngıraklar, demir ve
kemikten delik plakalar, hayvan tüyleri, ikinci derecede kutsal eşyalardı. En çok
kullanılan kartal, ayı ve geyik elbiseleri idi, kurt elbisesi çok az giyilirdi.
Türkler de Keltler gibi gök tanrıdan, gökten korkarlardı, bir kısmı yıldırım
düştüğünde korkar, Tanrı’nın kızdığını düşünerek çadırlarından çıkmazlardı. Çadırda
bulunan yabancıları hemen dışarı çıkarır, çadırı da siyah bir örtü ile örterlerdi. Bir
kısmı da gökten yere düşen bir ejderhanın kuyruğunu yere vurunca ağzından ateş
çıktığını düşünürlerdi.
Türklerin bir kısmı yıldırımın Tanrının mesajı olduğuna ve onun uğur
getirdiğine inanır, bir kısmı da yıldırımın kötü ruhlardan çevreyi koruduğunu, yıldırım
düşeceğini anlayan kötü ruhlarında hemen sincapa dönüşüp, ağaç kavuklarına
saklandığını, yıldırımın da o ağaca düşerek kötü ruhtan insanları koruduğuna
inanırlardı.
Ayrıca bir eve yıldırım düşünce 3 gün beklerler ve evin semtine bile
uğramazlardı, üç gün geçince şamanlar toplanır, eve giderlerdi. Bir baş şaman ve 8
yardımcı şaman atlarına binerler, evin etrafında 3 defa dönerlerdi, hep evin kapısına
bakarlardı. Sonra atlardan inerler baş şamanın etrafında toplanırlardı. Baş şaman
şarap dolu sürahiden kaseye doldurur ve havaya şarap saçardı, herkes saygıyla
durur şamana bakardı. Sonra yere bir keçe sererler, 9 şaman keçenin, kenarlarından
tutarak, havaya kaldırır ve indirirdi, sonra kurşun eritilir, şarap veya sütün içine kurşun
dökülür, baş şaman da dökülen kurşuna bakar, kehanette bulunurdu. Günümüzde
Anadolu’da kötü nazarlar için dökülen kurşunun hikayesi de bu olsa gerek.
Türklerde ateş Tanrı değildir, hiçbir zaman olmamıştır, ancak Türklerin ateşi
yine Tanrı ile ilgilidir ve Tanrı tarafından gönderilmiştir.
Türkler ateşi tapmak için yakmazlar, temaşa göstermek için, Tanrı’ya haber
iletmek ve ibret almak için, seyredilmesi için yakarlardı.
“Mukaddes Doğu”da yakılan ulu ateş (uluğ-ot) tanrıya sunulan kurbana, batıda
yakılan küçük ateş (kicik-ot) ikram için kurbana kullanılırdı.
Friglerde, Ana tanrıça için rahiplerin ateşin etrafında dönmesi, dönüş sonunda
rahibin sunak üzerinde cinsel organını kesmesi, Tanrı ile bir olmasına “gal” olmak
deniliyordu ya; Moğollarda Türklerden gördükleri ulu ateşe, onların ateş tanrısına
yaptıkları duaya “gal” diyorlardı. Đlginç değil mi?
Yakutlarda ise;
“Bir kartal kendi keyfi için taşları birbirine çakıyor ve bir ateş yakıyor” derken;
Yakutlar göğün üçüncü katında oturan (Gök tanrısının oğlu mu?) “ulu-toyan”
tarafından “ateş kargası” ile (bu kez kartal değil) insanlara gönderildiğini anlatacaktı.
Göktürklere göre Tanrı Ülgen; ateşi, ocağı (yani sacağı) ile birlikte
göndermiştir. Ateşin yandığı aile ocağı bu nedenle çok önemli idi. Anadolu’da ki “ata
ocağı”, “baba ocağı” kelimeleri oralardan kalmadır.
Dinler veya kültürlerdeki ateş gibi, Türklerde ateş dışarıda ve herkesle birlikte
yakılmaz, yalnızca aile ocağında, evin içinde yakılırdı, istisna olarak yalnızca hanın
tahta çıkışında göğe haber vermek için ortada ve ulu bir ateş halinde yakılırdı, bu
nedenle ateş ve ocak Türklerde aile için çok önem taşımaktadır.
Ancak Türkler yeni eve, eski evden ateş alarak götürürlerdi, en küçük oğul
baba ocağının ateşini korurdu. Onun adı “Od-Tegin” (ateş prensi) idi. Bugün
Anadolu’da en eski ev, en eski ailenin ocağı bu nedenle hala en saygın ve itibarlıdır.
Sahibi genç bir delikanlı bile olsa, onun evi veya çadırı, en eski ocak olması halinde
en saygı duyulan ocaktır. Onun önünde yaşlı veya genç hep eğilirken, ona “ocak”
derler, bugün pek çok alevi köyünde bilinmeden bu yaşatılır, o aileye “ocak” denir,
halbuki o kişi yalnızca “Od-Tegin”dir, “ateş prensi”dir. O kişinin önünde eğilmede,
eskiden en eski ocağın ateşi önünde selam veren, niyaz gösteren Altay Türklerinden
kalmadır. Alevi babasının önünden geçerken eğilerek edilen niyaz, Yakutların,
sözlerini söylediklerini doğrulamak istedikleri zaman, ateşe eğilip, ateşe konuşmaları
ve ocağın ateşinin çıtırdaması ile de söylenenlerin doğru olduğunun anlaşılması
seromonisinden kalmıştır.
Ateş, hep Türklerle idi. Nişanlı kızlar onu selamlar, yeni gelin saçı saçar,
damadın arkadaşları ateşe yağ döker, alevler bacayı sarar, aile sofrası ocağın ateşin
karşısında olur, aile yemeğe başlamadan ilk lokma ateşe atılır, ilk yudum ocağa
dökülürdü. Doğum yapan yeni anneye “al-bastı”nın musallat olması, ateşin külü
hafifce oynadığında da “Og kuta oyn yuur” “çocuk ruhu oynuyor” eve çocuk gelecek
denmesi, ateşin karşısındaki tebrik ve kutlamanın “el çırpmanın” adının “alkış”
olması, Al-ateş, al-bayrak, al-alevi hep ateşten bizlere emanettir.
Doğudan gelene “bahar rüzgarı” da derlerdi, ilkbaharda gelen rüzgar yeni yılın
rüzgarı idi. Đlk mevsim rüzgarlarına “Öngdin”, “öngdin Yeli” derlerdi. Batı’dan gelen
rüzgarlarda soğuk getirirdi. Buna batı karayeli denilir. Kuzeyin rüzgarları ölüm getirir,
her şeyi kurutur, dünyayı varlıksız bırakırdı. “Kara” kuzeyin de sembolüdür. Kara,
kötülük ve fenalığın da sembolüdür, “kara kış” sözü de o günlerden kalmadır.
Dağlar da çok önemli idi. Yücelik ve “arılığın sembolü” dağlardı. Türklere göre
Tanrı, önce gök, sonra yer ve insanı yaratmıştır. Yer derken, dağı, denizi, tepeyi,
çukuru anlarlardı. Dağlar, insanın arkasını dayayacağı, güveneceği ve güvenilir
yerlerdi. Budizm zamanından kalma dağlarda bulunan mağaralar da en kutsal yerler
idi. Dağlar ak dağlardı, Ak dağlar da kutlu ve ilahi dağlardı. Akdağlar nasıl cennetlik
bir yer ise, Türklere göre Karadağlar da karamsar yerlerdi, iç açıcı değillerdi.
Kutsallaşan gökçe dağları, altın dağları, bakır dağları vardı, demir dağı idi Ergenekon
ve elmalı, meyveli dağlar olurdu, geçit vermeyen dağlar gibi. Avlanılan, kuşlanılan
dağlar olurdu. Bağlı üzümlü dağlar, dumanlı, geyikli dağlar, göğsü güzel gökçe dağlar
söylenirdi. Tabi kaba, kara kara dağlarda vardı; karlı buzlu dağlarda. Dualar edilirdi,
beddualar ve yeminler edilirdi, and içilirdi, selamlar gönderilirdi dağlara ve kurbanlar
kesilirdi.
Bir dağ yamacında doğan güneşe doğru 3 kez diz vurulur ve dağ selamlanırdı.
Dağ başlarında doğuda büyük ateş ve batıda küçük ateş yakılırdı. Tanrıya büyük
ateş bırakılır. Kendilerine kurban eti pişirmek için küçük ateş hazırlanırdı.
Türkler ağacı kutsal bilirlerdi, göğün direğiydi ağaç ve tanrıya uzanan bir
yoldu, tıpkı Keltler gibi. Gökten iki ağacın arasına düşen bir ışık ile iki ağaç
kovuğunda çocuklar olduğunu anlatırlardı. Mani dini etkisindeki Uygur efsaneleri,
Oğuz’un ikinci karısı da bir adacıktaki ağaç kovuğunda bulunmuştu, ağaç kültü ile
orman kültü bile Türklerde farklılık göstermiştir. Ormanlı Türkler Göktürklerin
doğusunda idi. Onlara Ağaç-eri’de denilirdi, günümüzde yaşayan Tahtacıların ataları
idiler belki. Onlar orman içinde değil çevresinde yaşarlardı, Şamanları da orman
içinde. Onlar aslında yaylacı idiler. Anadolu’ya göç edenler onların çocukları idi.
Bugün belki Anadolu’nun yüksek yaylalarında yaşayan Türkmenlerin ataları idiler.
Yörükler, Tahtacılar veya Aleviler idiler.
Türklerin evinin önünde bir ulu ağaç olurdu, bu evin süsü idi ve duygusuydu.
Evin ağacı kesilmezdi, ancak bir felaket sonunda kesilebilirdi, her köyünde ayrıca bir
de yaşlı ağacı olurdu. Çocuğu olmayan Yakut kadınları yaşlı ulu bir kara çam
ağacının altına gelir, ağacın altına serdikleri beyaz at derisinin üzerinde dua eder,
çocuk isterlerdi. Belki ulu bir ağaca ilgi bu eski emanetten kalmıştır. Mezar başlarına
da ladin dalı dikerlerdi. Asya’da “arça” denilen ardıç ağaçlarının mezarlara dikilmesi
de en eski geleneğimizdendi. Türklere göre ölünün gömüldüğü yeri belirsiz etmenin
veya gizliden belli etmenin en iyi yolu mezarın başına ağaç dikmektir. Böylesine
kutluk yeri olan bu ağaçlara da, sanki bir tuğ veya sanki bir bayrağı simgeler gibi
üstlerindeki elbiseden koparılan paçavralar bağlanırdı, belli etmek için.
Türkler de ardıç çok kutsaldı, ardından söğüt gelirdi. Elma ağacı da Türklerin
kültüründe geniş yer tutar. Çocukları olmayanlara elma yemesinin söylenmesi,
güveyin yeni gelinin önüne elma atması, sevgiliye elma gönderme hep eski Türklerin
elma ağacından kalan anılarıdır.
Altay Türkleri ağaca öyle saygılı idi ki; ormana ava giderken, temizlenir,
yıkanır, yalan söylemez, av öncesinde cinsel ilişkide bulunmazlardı. Yakutlar orman
tanrısından söz ederken, müslüman olan Türkler de “orman iyesi”nden, orman
ruhundan söz ederlerdi.
Keltlerin druid rahibi ağaç dallarının altını nasıl kutsal bulur ve tanrıyla orada
buluşursa, Türkler için de bir ulu ağacın altı aynı idi, altında toplandıkları ulu ağacın
bir dalını dahi kesmezlerdi.
KISIM VI
ŞAMAN ve ĐNSAN
Onlar aslında evrenin sırlarını merak eder, öte dünyaya gidip gelerek sırlara
ulaşmaya çalışırlardı.
Şaman, doğa üstü olaylarla iç içedir. Şaman olmaya çağrılışı, şaman hastalığı,
vücudunun parçalanıp etin kemikten ayrılışı, çektiği çile, ritüelik ölümü, yeniden
doğuşu, şaman ağacında terbiye edilişi ile, bundan dolayı şaman toplum içinde bir
farklı statüdedir.
Şaman, sanki bilinmeyen öteki dünyanın temsilcisi, kutsal bilgilerin sahibi, ruh
ile beden arasındaki ara bulucudur. Şaman gören, anlayan ve iletendir.
Şaman, tıpkı bir Druid rahibi gibi, avın bol olmasını sağlar, gelecekten haber
verir, dinsel törenleri düzenler, kurban sunar, hastaları iyileştirir, kısırlığı önler, ölen
kişinin ruhunu öteki dünyaya götürür.
Şaman; din adamı değildir, ancak dinsel ve toplumsal işlevleri olan, inanca
dayalı, toplumsal talebi yerine getiren pragmatik bir kişidir.
Şamanlık aynı Druid’lik gibi dinle ilgilidir, ancak din değildir. Tıpla ilgilidir, ama
tıp değildir. Toplumsaldır, güzel sanatlarla, kültürle ilgilidir ancak onlara aidiyet
oluşturmaz.
Şaman, aynı Druid rahibi gibi bulunduğu yer ve şekilden farklı bir bilince
geçebilir, başka mekanlara gidip gelebilir, ruhların ölümsüzlüğü karşısında onlarla
ilişkiye geçebilir, bilgi ve güç alabilir.
Druidler ile Şamanlar Gök tanrı dininden söz ediyorlar, yazmıyorlar, söylüyorlar,
şarkı ve şiirlerle kendinden geçerek anlatıyorlardı.
Şaman yalnız başına, tıpkı Druidler, ozan ve kahinleri gibi ormanın en uzak bir
yerinde, dağ başında, bilinmeyen bir yerde yaşıyor ve ibadet ediyordu.
Şaman da, Druid de, atalarınca çağrılıyor, terbiye ediliyor, yaşlı bir şaman veya
druid tarafından sırlara eriştiriliyor, mesleğin sanatları öğretiliyordu.
Bir de şamanın boynundaki davulu yok mu? Davul eşliğinde dualar okuyup,
diğer ruhlara seslenişi, onların yardımıyla ruhunun bedeninden ayrılması ve dönerken
göğe yükselmesi, yok mu? Druidler de, Galatlar da, eski Anadolu halkı Frigler de,
şaşırıp kaldılar. Şamanlar daha akıllıydı, tören sonunda kendinden geçildiğinde
rahipler gibi cinsel organını kesip, ana tanrıçaya atmıyorlardı. “Gal” olmuyor, aksine
göğe yükselişleri ile ruhlarla birlikte oluyorlardı, onların anlattıklarına göre de, onlarla
yersularla sevişip geri dönüyorlardı. Bu nasıl işti? Ne akılcı idi, aynı işi yapıyorlar ve
sonucu daha iyi oluyordu. Baktılar, bir daha kucaklaştılar.
Ağaçkakanın sırtındaki oğlan çocuğu ile yaşlı kadının başı üstünde dolanması,
çocuğu kadının üstüne bırakmasıyla, kadının yaşlı kocasından hamile kalış, Hz.
Đbrahimin yaşlı karısı Sara için Tanrı’ya yakarışındaki benzerlik ve hamile kalış ile
aynı değil mi?
Türkler ne yapmışlardı? Onlar Đslamiyetin etkisi altında şaman inançları ile yerli
halka neden bu kadar yakın olmuşlardı? Onlar, bugün kimlerdi? Karıştı kaldı, yine
Anadolu. Birileri diyordu ki; Alevi tahtacılar Anadolu’ya gelen bir Müslüman Oğuz
koluydu, birileri de diyordu ki; onlar Anadolu’nun önce Hıristiyan olan eski halkı
Friglerdi veya Galatlardı, ağaçlarla uğraşırlardı, sonradan Türklerin etkisiyle
Đslamiyete yönelmişlerdi. Belki de, onlar ağaçeri Türkmenlerdi, orman alanlarının
etrafına yerleşen ağaçeri yani orman adamları idiler.
KISIM VII
TÜRKLER TARĐHTE YER ALIYOR
Bu nedenle, Anadolu’daki kale halkları ile hem Galatlar hem de Türkler oldukça
iyi anlaşmışlardır, çok az kale onlara direnmiştir. Hatta Türkler ordularına zamanla
Galatları da alacaklardı. Böylece, ilk Kelt-Türk kardeşliği başlayacaktır.
Ne idi onları bir arada tutan? Türklerin zamanla kabul ettikleri Maniheizm,
Budizm, Hıristiyanlık, Musevilik veya Đslamiyet gibi dinlere rağmen şuurlarından ve
kültürlerinden atamadıkları şaman öğretileri onları bir arada tutan şey olabilir miydi?
Druid rahipleri ile Şamanların kucaklaşmasını ve kardeşliğini ve Anadolu’da
yaşayacak farklı bir Müslümanlığın alt yapısını Şamanlık mı oluşturacaktı?
Kültürlerin bu birlikteliği ile bugün, nedeni unutulmuş pek çok gelenek ve yeni
inanç şekilleri Anadolu insanının temelini oluşturmuştur.
Kimbilir belki din ile halkın arasındaki bu kavga halen bu nedenle sürmektedir.
Belki ruhbanlar ve yönetenler hala bu nedenle halkı kandırmaya, iknaya
çalışmaktadır.
BÖLÜM IV
KELTLER ANADOLU’YA GELĐYOR
GALAT’LAR
KISIM I
GALATLAR, AVRUPA’DAN YÜRÜYÜŞLE ANADOLU’DA
Druidler gökyüzünde ve göllerin yüzeyinde ardı ardına yedi kez “S” sarma
işareti görüyorlardı. Topraktan alevler, şimşekler çıkıyordu, Kelt halkı delice bir
canlılık içinde idi.
Bu acayip işaretler, Güneş, ay, şimşek işaretleri, gecenin işareti yahut dönen bir
nebulanın ortasındaki tanrısal göz, büklüm büklüm yelesi ile atlar, ışık yılanları, haç,
bir üçgen içinde göz, iki balığın içine girmek üzere olduğu üç incili ağız, onların
hayallerini süslüyordu, sonra da Anadolu’da sikkelerini süsleyecekti.
Brenn’in ordusunda;
Belg’lerin sağ kanatları Albania-Manastır-Zagrep’e, sol kanattan da, Rodop
dağlarından Selanik üzerinden Trakya’ya gireceklerdi.
Boi’ler, keltlerin en yerinde durmaz, en söz anlamaz olanlar idi. Bunlar çılgınca
dövüşürler, gizli güçleri ellerinde tutarlardı. Bunlara Tolisto-Boi denildi, yani,
dönmemek üzere Anadolu’ya gidecekleri için bunlara “ayrılmış boi” deniliyordu.
Apollon, Delphai’yi terk etmişti. Şehre artık Dionysos hakimdi. Druidler, Belen’in
kışı geçirdiği Hyperborea kutsal ormanındaki defne ağacının, buradaki heykeller
arasında şeklinin kaybolup gittiğini görünce çok şaşırdılar. Fahişeler, heykeller, insan
vücutları, ünlü yer yarığına açılan Hermes’in merdiveni ve sonundaki bir yer altı odası
ve adadaki kutsallar kutsalı ile yontulmuş taşları görünce şaşırdılar.
Buradaki tüm tanrıları yok ettiler ve mabede girdiler, yaktılar, yıktılar. Bir de ne
görsünler? Şaşırdıkları defne dalı gibi yer altı yarığında da bir su kaynağı var. Birden
sustular, birden yıkılmış taşların üzerini bulutlar kapladı, şimşekler çaktı. Galatların
korktuğu tek şey vardı; Gökyüzünün başlarına yıkılması. Evet! Gökyüzü yıkılıyordu.
Derhal tapınak şehrinden çekildiler. Delphai’den yağmaladıkları altınları bölüştüler,
ancak Apollon’un öfkesini yatıştırmak için sonra bu ganimetleri bugün Đsviçre’nin
Toulouse şehrindeki eski Belen tapınağının yakınındaki göle attılar, kahinler böyle
emrediyordu, artık Anadolu’ya doğru yollarına devam edebilirlerdi.
Pontus kralı, Suriye kralı, Mısır kralı birlikte birbirine yardım edecek Galatlarla
Ancyra’da (Ankara) savaşa giriştiler. Galatlar her savaşta olduğu gibi yine savaşı da
kazandılar ve Ancyra’ya girdiler. Mısırlı denizcilerin altın çapaları anısına Ankara’ya
bu ad verilmişti; Ama Ankara, artık Galatların idi. Yıl M.Ö. 240 olmuştu.
KISIM II
ANADOLU’NUN YERLĐ HALKI; FRĐGLER
Yerli halkın gözünde ağaç, özellikle yüksek ağaçlar yeri göğe bağlayan bir
göbek bağı idi. Yapraklar ve kökler de, Gök Tanrı’nın gücünü yudumluyordu, onlar da
putperest değildiler, tıpkı Galatlar gibi.
Yerli halkın dağların tepesindeki görkemli kalelerini hemen sevdiler, çünkü onlar
da yüksek yerlerde yaşamayı severlerdi.
Taşa oyulmuş boğalar ve aslanlarla süslü surlar, iki başlı kartal armaları, stilize
edilmiş yaban domuzu ve geyikler, dev savaşçı figürleri, onları şaşkınlıkla
seyretmelerine neden oluyordu. Đleri de bölgeye gelecek Türklerde Asya’daki
kartalları ve geyiklerini burada görünce aynı şaşkınlığı duyacaktı.
Göğün altındaki açık hava tapınakları, kapalı tapınaklardan nefret eden, doğaya
tutkun Galatları daha da şaşkın ediyordu.
Büyük kayalar arasında gördükleri sivri fallos, erkeklik organı, zaten onların
dölleyici tanrısı, Belen’in işareti idi.
Attis’in erkeklik organını Kybele için altında kestiği çam ağacı ve 22 Mart’ta
(ilkbahar günü) rahiplerin yönetiminde bu çamın kesilip tapınağa taşınması ve
kozalaklarıyla vücuda kan çıkıncaya kadar vurulması, onları şaşkın etmişti. Onların
“Alban Eiler” “kuş bayramı”, günümüzün paskalya günü; yarın Alevilerde bir başka
bayramda Hıdırellez de çam kesmemeye dönüşecekti. Anadolu’da Tahtacılar da
erkek çocuğu olan babaya törenle ulu bir çam ağacının (ardıç) kesilerek kapısının
önüne atılması ve sonra “ardıç gibi dallı, babası gibi döllü olsun” sözleri buradan
kalacaktı. En ulu ağacın kesilmemesi de günümüze kadar böylece taşınıp gelecekti.
Galatlar, Friglerle büyük uyum sağlamıştı. Onlar da Galatlar gibi müziğe çok
önem verirler, heyecanlı ritimler çalarlardı. Galatlar, Friglerin sunağın çevresinde
müzik eşliğinde, gezegenleri sembolize ederek döne döne raksedişlerine bayılırlardı.
Gitgide hızlanarak, birden bire sıçrayışları, ulur gibi bağırmaları, yakarmaları,
kehanetlerde bulunmaları, çok hoşlarına giderdi. Bugün Alevilerin cem törelerinde
yaptıkları, semah, sanki onların anılarını yadeder gibi. Tabi Şamanın dönüşü, göğe
yükselişi sırasında boynunda asyadan taşıyıp getirdiği davul ve çıngıraklarının
çıkardığı ritmik garip sesleri gibi.
Üç gün süren bu törenlerin bitiminde büyük rahip bütün ateşleri yaktırır, her yer
ışıl ışıl olur ve “Attis” Kybele’nin oğlu yeniden dirilirdi, yas sona erer, sevinç son
haddine varırdı.
Kilikya’da da adı “Men” olan tek erkek tanrıya, ay tanrısına rastladılar. “Men”
olayların, insanların talihinin, yerin göğün tanrısı, canlıları ölüleri yargılayan yüce
varlıktı, Sümerlerin “Enki”si buralara kadar gelivermişti.
KISIM III
KIZILIRMAK-SAKARYA ARASI ŞEHĐRLER KURULUYOR
Galat’lar, yerli halkın kocamış kişilerine bunları soruyor, aldıkları cevaplar çok
hoşlarına gidiyordu. Yerli halka bu nedenle tebessümle ve şefkatle yaklaşıyorlardı.
Hunharca savaşıp döğüştükleri Romalılara karşı merhametsizlikleri, yaylanın halkı
karşısında sevgi ve hoşgörüye, anlaşıya dönüşüyordu.
Galatlar önderlerini kardeşlik duygusu ile güç birliği için aralarından en yiğit, en
kahraman ve her bakımdan en üstün olanlardan birini seçerler, bunu babadan oğula
geçirmezlerdi. Önderler bir yıllığına yalnız yönetici olarak seçilir, ertesi yıl yerini bir
başkası alırdı. Onlara göre önderlik ve mevkii geçici bir görevdi, tıpkı zenginliğin, özel
mülkün önemsiz oluşu ve bu değerlerin halkın sevgisi ve saygınlığını kazanmak için
kullanılması gereken bir araç olarak görülmesi gibi, tıpkı bugün hür insanların
düşündüğü gibi.
Galatlar uzun boylu, kızıl ya da sarı saçlı, beyaz tenli idiler. Saçlarını geriye
doğru tararlar, boynundan ensesine dalga dalga sarkıtırlardı, yüzleri daima traşlı idi,
kalın bıyık bırakırlar, bıyıklarıyla ağızlarını mutlaka örterlerdi. Tıpkı aynı bölgede
bugün yaşayan Alevi dedesinin suskunluğuna mühür olan, ağzını açtığını
göstermeyen bıyığı gibi.
Galatlar bol pantalonları, kalçalarına kadar inen kollu ceketleri, “sagus” denilen
yünden başlıkları, ataları bugünkü Đskoçların, geleneksel giysilerini andırırlardı.
Kollarına ve boyunlarına altın bilezik ve zincirler takarlardı. Köpek ve kurt derileri
üzerine oturur, yatar, yerde yemek yerlerdi. Erkek çocuklar askerlik çağına gelinceye
kadar halkın önünde babalarına yaklaşamazlardı. Babalarının karşısında
oturamazlardı. Kadınlar kocalarına fevkalade bağlı idiler. Kadın evlenirken kocasına
drahoma benzeri bir değer götürür. Erkek de bu drahoma kadar mal koyar, bunların
kullanımı birlikte yapılır, kim önce ölürse mal kalanın olurdu.
Galatların üç boyu, her biri 4 mahalli yönetim (tetrarkhia)den oluşmak üzere 12
tetrarkhes’in başkanlığında 25’er kişiden oluşan üç yüz üyeli Meclis toplarlardı. Çok
önemli kararları burada alırlardı. Đlginç bir benzerliğe göz atalım. Mecliste sessizlik
egemen olurdu, eğer bir kişi çok konuşarak mecliste rahatsızlığa neden olursa, silahlı
bir çavuş konuşanı sessizliğe davet eder, ikaza uyulmaz ve konuşmaya devam
edilirse, iki kez daha ikaz edilir. Bundan da, sonuç alınamazsa; o kişinin giydiği
“sagus” denilen başlığı kullanamaz hale gelecek şekilde kesilirdi. Artık o kişi muteber
sayılmazdı. Bugün aynı bölgede Konya’da bu adet sürmüş, eğlence yapılan yerde
oynayan çengiyi elle, sözle, bakışlarla taciz eden konuğu, ağanın adamı ikaz eder,
ikaza uymazsa ve rahatsızlık verirse bu kez dışarı alınır, kulak memesi hafifçe kesilir
ve bir daha bu toplantılara alınmamak üzere itibarsız kılınır. Bugünün “kulağı
kesik”leri onlar olmasın?
Yıl M.Ö. 220’ler olmuştur. Roma mecburiyetten Galatları doğunun son eyaleti
olarak kabul ediyor, onun doğusu da Persler bulunuyordu.
Yerli halkın sevgilisi olan Galatlar, Romalıların da korkusu idi. Ancak Romalılar
onları yanlarında tutmalı, anlaşmalı, birlikte hareket etmeli idiler.
Keltlerin saf pagan fikirleri kayboluyordu. Kybele, Kubebe, Roma’nın göz diktiği
Kara Đdol, Siyah Hanım, oğlu Ates, Atis, Kapadokia’nın Persli Maguşları vs vs.
kafaları karma karışık olmuştu. Hele “hava gibi özgür” Frigyalılar Galatları iyice
yumuşatmıştı.
KISIM IV
PAULUS, GALATLARI ZĐYARET EDĐYOR
Bu kadar kalabalık ve karışıklığın yanı sıra şimdi M.Ö.150’lerde, bir de
Yahudiler Anadolu’ya geliyordu. Bunlar nereden çıkmıştı? Anadolu’ya neden
geliyorlardı? Kudüs’ü, Đskenderiye’yi bırakıp, Anadolu’ya Galat’ların yanına niçin
geliyorlardı?
Artık insanlara, daha yalın anlaşılacak, çok kolay, iyilik ideali etrafında olmanın
yeterli olduğu, alçak gönüllü ve dostluğa dayalı, bir kurtuluşa erme ile sınırlı, basit bir
inanç sistemi bulmak gerekiyordu.
Hem Latinlerin, hem de yabancıların tanrılarını bir araya alan bir düzen
kurulmalı idi. Roma Đmparatorları rahipleri onurlandırdı. Devlet görevlisi gibi yaptı,
tanrıların barışını böylece sağlayacaktı, papalığın temelleri atılıyordu. Yıl M.Ö. 12
olmuştu. Augustus bir kararname çıkardı. Ankara’da büyük rahip PONTĐFEX
MAXĐMUS’u yarattı. Ona biat etmeyen, düzene girmeyen her dini, din dışı ilan etti.
Đleri de Anadolu’ya gelecek olan Paulus’un tarlasını hazırladı.
Roma tüm eski tapınmalara inananları aşağılamak için bir de kelime buldu,
“pagan”. “Paganus”, yani “köylü”, yani “ahmak köylü”, böylece şehirdekilerin inançları
köylülere göre daha farklı kılınacaktı. Anadolu’da Mısırlıların dini yasaklandı. Ancak,
Druidler Kelt rahipleri çok etkili ve güçlü idi. Galatlara bir özel statü yarattılar, Druidler
yasaklanmadı ancak Romalıların bu dine girmelerini yasakladılar. Galatlar bu
gelişimlere ses çıkarmadı ve karışmadılar. Yahudiler Romalılarla karşı karşıya
kaldılar.
Her yer, her şey birbiri içine geçmişti. Törenler, sözler, emirler, bir işe
yaramıyordu, halk mutsuz idi. “Yeni bir Tanrı”dan umut bekliyorlardı.
Romalılar bir dinler düzeni kurmak istiyor, buna karşılık halk da, bir şeye
inanmaya ve inandığına da sahip çıkmaya çalışıyordu. Herkes, yöneten ve yönetilen
arayış içinde idi.
Yeni ahitte ikinci büyük kişilik olan “Paulus” kolları sıvadı. Birinci işi insanları
eski dinlerinden döndürmekti. Đkinci iş ise, Yahudilere ait olan bir dini, Museviliği
herkese açmak, yalnız Yahudilerin değil, herkesin Yahudilerin tanrısına inanmasını
sağlamak ve bunun için bir kiliseler zinciri kurmaktı.
Bu Yahudi’nin adı SAUL idi, Tarsuslu iyi bir ailenin çocuğu idi ve latince
adı PAUL yani PAULUS idi, Đ.S. 32-37 yılları arasında yahudilikten dönmüştü. Roma
kentlerinde yaşayan iyi örgütlenmiş Yahudi halkına yol göstermek istiyordu. Đki
Yahudi; Paulus ve Barnabas, Tarsus’tan başlıyan yolculuklarına M.S. 45de
başladılar. Kıbrıs, Antalya derken Anadolu yaylasına Pisidia (Yalvaç/Isparta) vardılar.
Buraya tarla kuşu denilen ALAUDA Leqionları, Galyalılar yerleştirilmişti. Onlar Galatlı
memurlar ve çiftçilerle karışmışlardı, Romalıların Tarsus’ta ve Antakya’da verdikleri
imtiyazlara sahip ve Roma vatandaşı olmuş Yahudiler de burada yaşamakta idiler.
Yahudiler tek Tanrı dinine inananlarla birlikte ibadet ederlerdi. Paulus, Hazreti Đsa’nın
öldükten sonra Allah tarafından tekrar canlandırıldığını, kendisinin bunu gördüğünü
ve kendisine görev verildiğini söylemeye başladı. Onun her söylediği, sanki Hz.
Đsa’nın sözü gibi, sanki Tanrının emri gibi olmaya başladı. Galatlar bu sözleri,
kendileri için de bilinmez ve görünmez olan tanrının sözleri sanarak, bu sözlere
kolayca inandılar ve onun etrafında toplanmaya başladılar. Galatlar bu hikayelere
inansa bile, Yahudiler inanmadılar ve Romalılar ile birlikte olup Paulus ve Barnabas’ı
tekme tokat şehirden kovdular.
Sırada Lystra (Hatunsaray) vardır, oradan da kovulurlar. Dört yıl sonra M.S.
49’da Antakya’ya tekrar geri dönerler. Bu dönüş sırasında ileride başka bir müjdeyi
yazacak olan Markos’ta artık yanlarında değildir.
“Siz bunu putlara tapanlardan daha iyi anlamıştınız. Siz göğün, her şeyin
üstünde olduğunu biliyordunuz. Gökyüzünden başka hiçbir şeyden korkmamakta
haklıydınız. Çünkü tanrımız gökyüzündedir” diyordu. Tıpkı onların dağlar, ormanlar,
ay, güneş ve gökyüzünü anlatışları, Tanrılarının gökyüzünde oluşuna inandıkları gibi.
Onların savaşta her yanlarından kan akması, yara bere içinde ölüme gitmek arzuları
gibi çarmıhtaki kanlar içindeki Đsa’yı anlatıyordu. Đsa, kıpkırmızı delik deşik vücudu ve
yaraları ile tam onların istedikleri gibi idi. Galatların toplumun ve ailelerinin selameti
için kendilerini feda etmek arzuları, çılgın gibi, delicesine kendilerini harcamaları da,
Đsa ve havarilerinin yaptıklarına benziyordu.
Hıristiyanlıkta, bu dünya yaşamı değil, öbür dünya, kıyamet günü, ölmüş bir
adama tapınma esas ise; Romalılar için Hıristiyanlık; “insanın düşmanı” demekti.
Aramice yazılan ilk müjde yine Matta idi. Matta’da Hazreti Đsa’nın ailesi
anlatılırken, onun Tanrının oğlu değil, marangozun oğlu olduğu anlatılıyordu. “Bu
marangozun oğlu değil mi? Annesi Meryem, kardeşleri James (Yusuf ?), Joses,
Simon ve Yuda değil mi?” diyordu.
Đsa’nın kardeşi James (Yusuf ?) ise Đsa’nın halefi idi. Đsa’nın cemaatinin başında
idi. O ise, Đsa’nın Tanrı değil, Tanrı tarafından seçilmiş bir lider olduğundan söz
ediyordu.
James pek çok nedenden dolayı M.S. 62 yılında öldürüldü. Paulus’un önü
tamamen açıldı.
Bu arada Bergama’da, Đzmir’de, “Ephesos’un ihtiyarı” adı ile bilinen Jean veya
Johannes veya Yohanna veya Yahya kendi incilini yazmaya başlamıştı. M.S. 100
üncü yıllarda Yohanna incilini ilk okuyanlar yine yaylalardaki Galatlardı. Paulus’u
hatırladılar, elden ele Anadolu’ya yaydılar.
Ancak Hıristiyanlar “kanlı bir hayvanın üstüne binmiş fahişeler anası” diye
Kybele ile alay edecek cürete ulaştıklarında, bütün iyi gelişmelere rağmen pek çok
yerde binlerce hıristiyan öldürüldü.
Ancak, içlerinde en net “tek Tanrı”yı keşfeden yine Musa idi. Çünkü insan-
biçimini ortadan kaldırıyordu, ayrıca diğerlerinden farklı olarak, ihtiyacı, isteği
olmayan, insandan bir şey istemeyen yepyeni bir Tanrı yaratıyordu. Tıpkı, Galatların
göklerde olduğunu söyledikleri Tanrı’sının tarifi gibi, tıpkı Türklerin gök tanrısı gibi.
Musa çok akıllıydı, Tanrının adını yazmıyordu, “adı yazılamaz”, “adı okunamaz”
olarak nitelendiriyordu. YHVH diyordu çünkü Tevrat Musa’dan yüz yıllarca sonra
yazılacaktı, Đbraniler M.Ö. 586 tarihinde gittikleri Babil’de 48 yıl kalarak M.Ö. 538’de
Kudüs’e döndüklerinde öğrendikleri dört köşe karakterli yazıları ile kitaplar yazılmaya
başlayacaklardı, yani 800 yıl sonra.
Yıllar süren gayretlerle Đşaya, Hezekiel, Yeremya gibi Nebiler (kimilerine göre
peygamberler) Kitab-ı Mukaddese ilaveler, ekler yapacaklar, M.Ö. 1200 yıllarında
başlayan bu yolculuk M.Ö. 500’de yazmayı öğrenince M.Ö. 200’lerde ancak yazıya
geçirilmeye başlanacaktı. Đlk kutsal kitap yazılmaya başlıyordu.
Görüldüğü gibi bu kutsal kitabı anlamak çok zordu, Kitabı Mukaddesi okuyup,
çok iyi ve farklı tanıyabilirdiniz. Ancak Yahudilerin Talmud’unu bilmeyenler, Yahudilik
hakkında çok az şey bilebilirlerdi. Anadolu’da da Yahudilik bu nedenle gelişemedi,
buna rağmen eski Yahudilerin anlattığı yeni din, Hıristiyanlık, kolayca yayıldı,
benimsendi.
Yahudi geleneğinin gizli, gizemli ezoterik bir boyutu vardı ki, işler burada iyice
karışıyordu. Kuşaktan kuşağa aktarılan sözlü gelenek anlamına gelen; “kabul edilmiş”
anlamındaki Đbranice “QABALA” kelimesi! Kabalacılar Tevrat’ın cümle ve ayetlerinin
açık anlamlarıyla asla ilgilenmezlerdi. Tevrat’ın Batıni anlamlarını araştırırlardı.
Onların bu düşünceleri ve çalışmaları ancak, yaklaşık Musa’dan 2500 yıl sonra M.S.
1300’lerde yazıya geçirilecekti ve bu kitaba da “ZOHAR” adı verildi. Böylece zamanla
Yahve kavmin değil, diğer dinler gibi kul’un, bireyin tanrısı olacaktı. Yasalar ve
öğretiler sıralanacak ve şeriat’ın başlangıcı oluşturulacaktı.
Yarın iktidarı kolayca elde edebilmek için, birilerinin zamanla dini geliştirmesi,
değiştirmesi gerektiği zamanla anlaşılacak, değişik yorumlar, anlamlar ortaya
çıkarılacak, iktidarın, diğerlerine karşı, diğerlerinin de iktidara karşı dinlerini,
inançlarını, anladıklarını farklı şekilde anlatma durumu ortaya çıkacaktı. Yarın
Anadolu halkının iktidarlar ile çatışması, Arapların mezheplere bölünmesi,
Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın tarikatlarla dolması, işte böyle bir yorum ve anlam
farklılığı aramadan doğacaktır. Dinin bireysel bir duygu olmaktan çıkması
sağlanacak, din bireyler üzerinde yönetenlerce, iktidarlarca istedikleri şekilde bir
baskı unsuruna dönüştürülebilecekti. Dinler doğuşlarında, birleştirici, bütünleştirici
iken, sonra tüm dinlerin insanlar arasında bölücü bir unsur olacağının ilk işaretleri idi,
bunlar.
Yahudiler “tek tanrı” fikrini savunmuyorlar, ama “tek Tanrı”dan Yahve’den söz
ediyorlardı. Onlar için zaten başka tanrı yoktu, “Yahve” vardı. Hepsi o kadar! Onlar
Tanrı’dan çok, Tanrı’dan söz eden metinlerle uğraşıyorlardı. Oysa Galatlar ve Türkler
Tanrı’ya inanıyorlardı.
Đşte önce Galatlar, Anadolu’da böyle bir düşünce sistemini öğrendiler, sonra
Türklere, Şamanlara bunu öğretecekler ve Bektaş-i Veli vasıtasıyla bugün farkında
olmadan günümüz Alevilerin kafalarına bu yöntem gizlice yazılacaktı. Onlar da,