şamil germenler / GEYiK (Cervus) hakkında bilgi | ihya.org

Şamil Germenler

şamil germenler

Kafkas Halklarının yaşadığı Kafkasya diye adlandırılan bölge, Kafkas Sıradağları doğrultu-sunda (kuzeybatı-güneydoğu), kuzeybatıda bir Karadeniz liman şehri olan Anapa'dan, Hazar Denizi kıyısındaki Bakü ve Lenkoran'a kadar uzanır. Kafkas Halkları yüzyıllar boyunca gerek ataları sayılan İskitler, Alanlar ve Sar-matlar; gerekse işgalci Hunlar, Moğollar, Tatarlar ve Araplardan (hatta Yunanlı ve Roma-lılardan) etnografik olarak etkilenmişlerdir. Bu etkiler genelde Abhazya ve Gürcistan gibi dağların sıklığının nispeten az olduğu yerlerde ve sıradağların yamaçlarında olmuştur.

Kafkas halklarının tarihini üç dönemde özetleyebiliriz:

Birinci Dönem: M.Ö. 1200'de Kimmeryalılar ile başlayıp, 19. yüzyılın başında Rusya'nın Gürcistan'ı ilhakı ile sona eren 3 bin yıllık işgaller dönemidir.

İkinci dönem: Çeçenlerin 18. Yüzyıl sonunda Rusya'ya başkaldırmasıyla başlayan ve yaklaşık altmış yıl boyunca tüm Kafkasya Halklarının katıldığı ve 1858'de Şeyh Şamil'in teslim olmasıyla sona eren direniş dönemidir.

Üçüncü dönem: 1859'da Ruslarla barışın kabul edildiği tarihten günümüze kadar süren ve kimi tarihçilerin Kafkas Savaşı'nın asıl başladığı dönem olarak nitelendirdikleri zaman dilimidir.


KAFKAS SAVAŞI

Kafkas Savaşı, 1780'de başladı ve tüm Kafkas Halklarının olağanüstü çaba ve kahramanlıklarına rağmen 1864'de Çerkeslerin ve Abhazların yenilmesi ile son buldu. Kafkas Savaşı'nın temelinde Rusların, Avrupa ve Asya'yı birleştiren, stratejik önemi büyük olan Anadolu'ya ve dolayısıyla önemli ticaret yollarına yakın olmak istemeleri ve iki büyük denize; Hint Okyanusu ve Akdeniz'e açılma arzuları yatmıştır. Ancak Ruslar bu amaçlarının karşısında, kendilerini on yıllar boyu uğraştıracak üç cesur Kafkas Halkı'nı bulacaklardı: Çerkesler, Çeçenler ve Dağıstanlılar.

Özellikle Çerkesler ve Dağıstanlılar, Müslümanlığın verdiği birlik olma dürtüsüyle Gazi Molla ve Şeyh Şamil gibi önderlerle, “Müridizm” diye adlandırılan ideolojiyi kullanarak dağınık halkları bir araya toplamayı başarmış ve Rusların korkulu rüyası olmuşlardır. Bu iki ismin yanında “Nakşibendi” tarikatına mensup olan Şeyh Mansur da Tatarları yanında toplamayı başarmış ve Kafkas Halkı'nı Rusya'ya karşı ayağa kaldırmıştır.

Kafkasların bu olağanüstü direnişlerine Avrupa'dan da destek gelmiyor değildi. Özellikle İngiliz David Urquhart (Portfolio adlı dergisi aracılığıyla) ve James Stanislas, Fransız şövalye Taitbout de Marigny gibi türlü mesleklerden yabancılar konuyla yakından ilgiliydiler. Hatta David Urquhart, 1837'de yayınladığı “Avrupa Saraylarına Yönelik Çerkesistan Halkları Bağımsızlık Bildirgesi” ile, dönemin dışişleri bakanı tarafından konsolos yardımcılığı görevinden alınmayı göze almıştı.

Bu gezgin ve düşünürlerin çabaları, Gazi Molla ve Şeyh Şamil'in örgütlemeyi başardığı Kafkas ordusu Rusları durdurmaya yetmiyordu. Bunun yanında Şamil'in şeriatta ısrarı ve Çerkeslerin geleneksel hukuku olan “adat” ı terk etmemeleri gibi ince ayrıntılar da Kafkaslara güç kaybettiriyordu. Nihayet 1858'de Şeyh Şamil, Rus prensi Bariatinski'ye teslim oldu ve Kafkas Savaşlarının sonu başladı. Bu olay ardından Ruslar hızlı bir asimilasyon politikası uygulamaya başladılar. Kafkaslara verdikleri toprağın beş mislini ezeli düşmanları Kazaklara vererek halkın Kazaklar arasında erimesini amaçladılar. Bunu reddedenler ise çok kötü şartlar altında gemilerle Samsun ve Trabzon'a göçe zorlandılar. Türkiye'nin karşılığında para yardımı aldığı bu göçün son konukları Çeçenler, Çerkesler ve Abhazlardı. Artık Kafkasya'nın egemenliği Rusya'daydı.


KAFKASYA HALKLARININ RUHU

Çerkesler: Çerkesler Kafkas Savaşlarından önceki zamanlarda Adigeler denilen ve aynı dili konuşan kabileler arasında yaşayan, açıkça belli bir grubu ifade etmeyen dağlılardı. Savaşın başlangıcıyla birlikte diplomatik raporlarda ve tarihi kayıtlarda Çerkesler ve Çerkesistan adları geçmeye başlamıştır. Etnograflar Çerkesleri iki gruba ayırmışlardır:

Sıradağların kuzey eteklerinde, Terek Irmağı'nın doğusunda bulunan Kabartay kabilesi. Ve Adige Halkı (Abazalar, Şapsığlar, Natuhaylar, Bjeduğlar ve Ubıhlar).

Çerkeslerin kökeniyle ilgili çeşitli savlar ortaya atılmıştır. Bir olasılık Karadeniz kıyısında Abhazlarla birlikte oturan en eski halk olan Yunanlılardan geldikleridir. Diğer görüşler arasında bazı Çerkes ailelerinin Sarmallardan, bazılarının da İskandinavya'dan gelen Gotların etkisinde kaldıkları vardır.

Dünyanın en güzel ırklarından biri olarak nitelendirilen Çerkesler için atları ve silahları, çok değer verdikleri kadınlarından daima daha önemli olmuştur. Kincal denilen kısa kılıçlarına, gümüş ya da çelikten zırhlarına ve çift tabancalarına her zaman özen göstermişlerdir. Mükemmel bindikleri atlarını daima özel cins olarak üretir ve yetiştirirlerdi.

Diğer birçok Kafkas Halkı'nda olduğu gibi Çerkesler de önce Hıristiyanlığı ardından Şeyh Mansur ile Müslümanlığı benimsemiş ancak gelenek ve göreneklerinin etkisiyle bu dini tam anlamıyla yaşatamamışlardır.

Abhazlar ve Svanlar: Abhazlar Karadeniz'in doğu kıyısında yaşayan halkların en eskilerindendir. İki bin yıldan fazla bir zamandır Kafkas Sıradağları'nın güneydeki dar sahil şeridinde yaşamışlardır. Abhazların kökeniyle ilgili çok ilginç savlar ortaya atılmıştır. Abhaz dili olan Adigece ile, Bask dili arasında şaşırtıcı benzerlikler tespit edilmiştir. Ama yine de en sık sunulan teori, bu halkın kökeninin Mısır'la ilgili olduğudur. Heredot'a göre, Firavun Fatih Seostris İskitlere olan seferinden dönerken bir kısım Mısırlı Elbruz dağından çıkıp Karadeniz'e dökülen Rion yakınlarında yerleşmişler. Abhazların dili ve bazı adetleri Mısırlılarla hatta Etiyopyalılarla benzerlikler gösterir.

Svanlar, Abhazların Çerkeslerden de daha tehlikeli olan düşmanlarıydılar. Suhumi'nin art ülkesindeki dağlarda yaşayan savaşçı ve aşırı derecede kıyıcı bir kavimdir.

Osetler: Hint-Avrupa ırkından olan Osetler, tıpkı Germenler gibi sarışın mavi gözlüdürler. İron ve Digor dillerini konuşurlar. Kökenlerinin Medlere dayandığını belirten etnograflara göre Osetler kuzeyden göç ederek İranlılarla karışmışlardır. Daha sonra Osetler'in en yakın atalarının İran-Ari kökenli Alanlar olduğu kanıtlanmıştır. Osetler, Gürcüler gibi Müslümanlıktan çok önce Bizanslılar vasıtasıyla Hıristiyanlıktan etkilenmişlerdir.

Çeçenler: Rus etnografları, Çeçen Halkı'nın M.Ö. 8. ve 9. Yüzyılda bugünkü Ermenistan'ın, doğu Türkiye'nin ve İran Azerbaycan'ın dağlık kesimlerine yayılan Urartu İmparatorluğu olduğunu ileri sürmüşlerdir. Çeçenlerin, Gürcüler vasıtasıyla Hıristiyanlıktan etkilendikleri görülmüşse de Şeyh Mansur ve Şamil'in etkisiyle yayılan Müslümanlık inancı kalıcı olmuştur.

İnguşlar: İnguş toprakları, Küçük Kabardey ile Çeçenistan arasında Terek'in iki kolu olan Sunja ve Asse'nin kaynaklarına yakın dağlık bir bölgede bulunur. İnguşlar, Kafkas Halkları arasında İslamiyet'i en geç (1860-70) benimseyenlerden olmuşlardır. İslamiyet'e inanmaları Dağıstan'dan gelen “Kadiriyye” mezhebinden sufi misyonerler sayesinde olmuştur.

Dağıstan Halkları: Kafkas Sıradağları'nın doğu ve kuzeydoğusunu kapsayan bu dağlık bölgede yaşayan halklar: Lezgiler (Laklar), Avarlar ve Gazi Kumuklardır.

Lezgiler: Doğu Kafkasya'da, Çeçenistan'ın güneyi sayılan Dağıstan'ın büyük çoğunluğunu oluşturan halktır. Lezgiler yağma yaparak geçinen, aşırı çetin iklim koşullarına göğüs gerebilen ve düşmanlarına dehşet saçan saldırganlıklarıyla tanınırlar.

Avarlar ülkesi: Kuzeyden güneye tüm Dağıstan dağları arasından, kuzey eteklerinde Sulak kıyısındaki Çir-Yurk'tan 160 kilometre daha güneyde Gürcistan sınırına kadar uzanır. Efsanelerin anlattığına göre Avarlar da bir zamanlar bazı Kafkas Halkları gibi kuzeydeki ovalarda göçebe yaşamı sürüyorlardı. Tüm Avarlar arasında en etkili kabile Hunzallar kabilesiydi. Bu kabile Dağıstan'ın ortasındaki stratejik yerleriyle ve savaştaki maharetleriyle Avarlar arasında dikkati çekmiştir.

Gazi Kumuklar Hazar Denizi kıyısında Terek'in denize döküldüğü yerle Derbent kenti arasından, Hunzallar ülkesinin güneydoğusunda Dağıstan'ın ortasındaki Kumuk'a hakim olan 3 bin metre yüksekliğindeki tepelere kadar yayılırdı. Batıdaki komşuları Avarlar ve Çeçenlerdi. Gazi Kumuklar, Dağıstan'da Müslümanlığı seçen ilk gruptular ve Lak dilini konuşurlardı.

Gürcistan: 1801'de Rus ilhakından önce Gürcistan, sınırları hiç bir zaman tam olarak çizilemeyen bir ülkeydi. Gürcüler, İranlıların buyruğundan çıkarak Rus hakimiyetini kabul ettiklerinde Hıristiyanlığın serbestçe yayılmasına da izin vermişlerdir. Kuzeyinde Osetler, güneyinde Ermenistan, doğusunda Dağıstan ve batısında da İran ile komşu olan Gürcüler, tarih boyunca İranlılar, Mısırlılar, Yunanlılar, Hazarlar, Ermeniler, Araplar, Türkler, Bizanslılar, Alanlar ve son olarak da Ruslar tarafından işgal edilmişlerdir.

Anadolu - Da Başka Bir Tarih-Nadir Elibol

0 ratings0% found this document useful (0 votes)
46 views190 pages

Original Title

Anadolu_da Başka Bir Tarih-Nadir Elibol

Copyright

Available Formats

PDF, TXT or read online from Scribd

Share this document

Share or Embed Document

Did you find this document useful?

0 ratings0% found this document useful (0 votes)
46 views190 pages

Original Title:

Anadolu_da Başka Bir Tarih-Nadir Elibol

BAŞKA BĐR TARĐH


SAKARYA-KIZILIRMAK ARASI

KELTLER-TÜRKLER

GALATLAR-TÜRKMENLER

BEKTAŞĐLER

ALEVĐLER

NADĐR ELĐBOL
KAVĐMLER; YAŞAMLARI VE ĐNANÇLARI ÜZERĐNE BĐR ÇALIŞMA

SĐZLERE BĐLDĐKLERĐNĐZĐ ANLATMAKTANSA; ĐNANMASANIZ BĐLE,


BĐLMEDĐKLERĐNĐZĐ SÖYLEMEYĐ TERCĐH EDERĐM.

BU ÇALIŞMAYI SEVGĐLĐ EŞĐM, KÜÇÜK ALEVĐ KIZINA ĐTHAF EDĐYORUM.


ÖNSÖZ

BÖLÜM I
GĐRĐŞ

BÖLÜM II
KELTLER
1- Avrupa’dan Britanya’ya
2- Đnançlı Druid Rahipleri
3- Onlar gerçeği ararlardı
4- Bayramlar, kutlamalar
5- Druid’in kutsal bilgileri

BÖLÜM III
TÜRKLER
1- Türklerin soyları, boyları
2- Dinleri yoktu, Tanrıya inanırlardı
3- Gök Tanrı ve Türklerin yaradılışı
4- Gök; Yıldızlar ve burçlar
5- Yer; Dağlar, mağaralar, ateş, su, hava, ağaçlar
6- Şaman ve insan
7- Türkler tarihte yer alıyor

BÖLÜM IV
KELTLER ANADOLU’YA GELĐYOR GALATLAR
1- Galatlar Avrupa’dan yürüyüşle Anadolu’da
2- Anadolu’nun yerli halk; Frigler
3- Kızılırmak-Sakarya arası şehirler kuruluyor
4- Paulus, Galatları ziyaret ediyor
5- Đnsanlar Tanrı’nın varlığını öğreniyor
6- Roma, Hıristiyanlığı Din Yapıyor
7- Galatlar, Anadolulu oluyorlar
8- Hıristiyan Roma, Galatların peşinde
9- Galatlar, Balkanlar’a dönüyorlar oradan Toulouse’ye gidiş
10- Keltler, şövalyeler, Tevrat ve Zohar

BÖLÜM V
TÜRKLER ANADOLU’YA GELĐYOR, TÜRKMENLER
1- Dünyadan habersiz Türkler
2- Hz. Muhammed Mekke’den sesleniyor
3- Müslüman Araplar Türk yurtlarına saldırıyor
4- Türkler yurtsuz kaldı
5- Bizans, Türkler Anadolu’ya göçüyor
6- Baş Şaman Bektaş-ı Veli’de geliyor
7- Bektaş-ı Veli’nin emaneti Aleviler

BÖLÜM VI
OSMANLILAR
1- Bektaşiler Osmanlı devletini kuruyor
Padişahlar, kadınlar, sadrazamlar
2- Bektaşiler Fetihlerde
3- Osmanlılar, Türkmenlerden ayrılıyor
4- Komşu ve akrabamız Bizans’ta neler oluyor?
5- Đstanbul alınmalı! Fetih

BÖLÜM VII
MUSTAFA KEMAL’ĐN TÜRKĐYESĐ : ANADOLU
Aleviler Kurtuluş savaşında, Osmanlı sona eriyor, halifelik kaldırılıyor, din ve
laiklik, özgür Anadolu halkı, cumhuriyet gençliğe emanet

BÖLÜM VIII
DEĞERLENDĐRME

BÖLÜM IX
SÖZÜN SONU
ÖNSÖZ

Başka ve farklı bir şey söylemenin güçlüğünü düşününce ve bilinen tarih


dışında BAŞKA BĐR TARĐH’ten söz etmenin sıkıntısıyla, önsöz yazmanın en çok bu
kitap için gerekli olduğuna karar verdim. Bir önsöz çoğunlukla kitabı tanıtmaya
yönelik olurken, bu önsöz bu kitapta anlatılanları ön yargıdan korumak için
yazılmıştır.

Bu önsözde “Lütfen, ön yargılarınızdan ayrılarak, okuyun!” demek isteyeceğim.

Gözlerinizi kapatın !

Elinizi bu kitabın üzerinde gezdirin, neler hissediyorsunuz. Bu kitapta yazılanları


anladınız mı? Ona inandınız mı? Hayır, gözleri kapalı olanlar göremezler !

Sizin değerleriniz, yine siz de kalsın! Tüm öğretilenleri, bildiklerinizi, inandıklarınızı


size bırakıyorum.

Yarın, sizin çok doğru sandıklarınıza başkalarının (hatta kendinizin bile) kahkaha ile
gülebileceği hiç aklınızdan çıkarmayın!

Ben de bizlere öğretilenlerin karmaşıklığından, çokluğundan ve onların birbirinden


kopukluğundan, aralarındaki ilgisizlikten dolayı hep şüphe içinde idim. Biliyordum ki,
Muhittin-i Arabi’nin dediği gibi “şüphe doğruya götürür” dü.

Düşünebilen insanların bile yanlış olanı doğru sanmalarıyla nasıl boş şeylerle
uğraştığını, onların peşinden koştuğunu, bu yüzden değerlerin de zaman içinde nasıl
değiştiğini, nasıl kaybolduğunu, hatta unutulduğunu gözledim.

Demek ki olaylar arasında ilgi ve bağ kurulmadığı takdirde, bugün bizlerin içinde
olduğu, bulunduğu olayların da yarın yanlış değerlendirilebilmesinin mümkün
olabileceğini düşündüm.

Bugün pek çok kişi, yalnızca doğru sandıklarını veya bildiklerini konuşurken, zamanla
bunların değişebileceğini ve diğerlerinin doğrularının da doğru olabileceğini veya
zamanla farklılaşabileceğini düşünemiyor, diğerini inkar veya reddetmenin de
sürtüşmeye hatta kavgaya neden olabileceğini anlamıyor.

Oysa, mutlak doğrunun olmadığını fark edip, doğru denilenlerin de değişebileceğini


kabullenmek insanların uzlaşabilmesi için en kolay yoldur.

Siyasi grupların ve dini cemaatlerin bunu kabul edememesinin nedeni ortada, herkes
belli koşullarda kendi doğrusunun peşinde koşmakta, her yaptığını da doğru
sanmaktadır. Demek ki, bugün doğru olduğu anlatılanlar gibi, dün anlatılmış olanlar
da böyle şekillenmiş olmalıdır. Öyleyse tarih doğru yazılmamış olabilir miydi?

Evet! Tarih hem yanlış yazılmıştı, hem de o günün şartlarında yazılmıştı.

Tarih, daima dönemin ve yönetenlerin ilkelerine, ülkülerine göre yazılmıştı.


Ayrıca tarih, bugünkü şartlarla okununca kolay ve doğru anlaşılamıyor olabilirdi.

“Yarın” için tarih, adı saptırma veya yanıltma dahi olsa, çok doğaldır ki ait olduğu
ulusun yüceltilmesi, diğerinin yerilmesi ve küçültülmesi şeklinde yazılmalı idi. Resmi
tarihçiler de dönemlerinde öyle yapmış olmalılar veya öyle yapmak zorunda
kalmışlardır.

Her topluluk, her din, kendisine bağlanılması ve inanılması için bireye en iyi veya en
üstün olduğunu anlatır, bunun aksi mümkün müdür? O ulustan, o dinden daha üstün
veya daha iyi olan bir ulus veya dinden söz etmek, onu anlatmak mümkün olabilir mi?
Herkes gibi bizler de öyle yaptık. Olanları, oldukları gibi değil, olması gereken gibi
anlattık. Tarihi daha doğru yazsalar bile anlaşılmasın diye küçük küçük adacıklara
sakladık.

Resmi tarihçileri suçlamak da yanlıştır; zaten tarihci olayları herkesin kabullendiği


veya hoşlandığı tarihsel süreç içinde anlatmak zorundadır.

Şimdi, tarihçiler öyle veya böyle yazdılar diyerek, bugünkü bilgi birikimimizle
yazılanları eleştirmek te çok kolay, ancak bu çok dürüst davranış olmaz. Dünü
eleştirecek olanlar, ancak bugünü doğru yazabilenler olmalıdır. Demek ki; bugün
yazılanlar doğru ve gerçek olmadığı takdirde yarın onları eleştirmek de çok kolay
olacaktır.

Bu kitapçıkta ben böyle yapmadım. Tüm yazılanlar, yazanlar ve yorumlayanları


selamlıyorum. Ben, onların söylediklerini, küçük adacıklara sakladıkları bilgileri,
birbirine bağlamaya çalıştım. Başka bir ifade ile bilgilerin hepsini bir araya getirdim.

Gördüm ki başka bir gözle, bakılmamış ve yazılmamış yanlarıyla aynı olaylardan


yeniden bir tarih yazılabiliyor.

Geçmişte yapılanlar, yaşananlar değiştirilemeyeceğine göre eskileri karıştırıp


yazılanlar gibi değil, yazılmayanlar gibi olayların olabileceği sorgusunu yaparsam,
işim çok kolay olacaktı; şüphe doğruya ulaşmak için tek aracım idi. Ben de bu kolay
yolla olayların içinden insan yapımı tuzakları çıkararak bu derleme kitabı hazırlamaya
gayret ettim.

Herkesin doğru ve tamam dediklerini bir yere topladım. Bazılarının “olmadı”,


bazılarının “oldu” dediklerini de bir yere koydum. Bir yap-boz gibi birbiriyle örtüşenleri
hemen yan yana getirdim. Tarafların tarihçilerinin farklı anlattıklarını da yap-boz’a
yerleştirmeye başladım, gerçekliği bazılarına göre şüphe taşıyanlar bile diğeri ile
ilişkili ise, parçalar zaten hemen birbirine uydu. Uymayanlar, zaten tarihçilerin kendi
ulusları ve dinleri için ekledikleri uydurmaları idi.

Tarihsel olayların incelenmesi ve değerlendirilmesinde, dikkat edilecek en önemli


kriter, doğru denilen ile yanlış denilen arasındaki farkı tartışmak değil, onu
okuyanların anlayışına bırakmak olmalıdır.

Aynı olayın farklı şekilde sunulmuş olması, bu farklılığı yaratanların yanlışlığından


değildir. Onların farklı anlamaları ve farklı anlatmalarıdır.
Umarım, burada söylenenler daha ileri bilgi ve bilinç düzeyinde daha farklı
anlaşılacak veya anlatılabilecektir.

Bu kitapta amaç, nasıl bir sorunu çözmek için önce sorunu ortaya koymak
gerekiyorsa, doğruyu bulmak için de dün doğru denilenler de şüphe yaratmak ve
düşünenleri harekete geçirmektir, yoksa birilerini yalanlamak veya birilerinin yanlışını
çıkarmak veya diğerlerini desteklemek hedefimiz değildir. Bizim bugün dün
yazılanları yaptığımız gibi yarın da bugüne tebessüm edebilecektir.

Bu çalışmada Mustafa Kemal’in “Nutuk” ve “Medeni Bilgiler” kitaplarından başka


diğer eserlerde doğrudan alıntı yapmadım, esinleninen kaynakların adlarını
kaynakçada belirtmekle yetindim, çünkü onları ben okudum ve ben böyle anladım.
Hiçbir kaynak kendisinden öncekilerin katkısı olmadan yazılmamıştır. Gösterilecek
her kaynak, ancak öncekilerin dediklerinin doğru kabul edilmesinden öte bir şey ifade
etmez. Kaynakça aktarılanın bu olduğunu iddia için konur. Kaynağın varlığı o
kaynağın doğruluğunu asla göstermez. Biz kendimize bile şüphe ile bakabildiğimize
göre öncekilerin ve daha öncekilerin söylediklerini kaynak göstererek, onların
doğruluğunu iddia etmek bize düşmez. Bu kitaplığın bilimselliği de kaynakların
doğruluğu ile kanıtlanamaz. Bu nedenle, yalnızca bölümlerin kaynakları belirtilmiş,
kaynaklar onların söylediklerini kanıtlamak için değil, benim anlayışımı ve anladığımı
göstermek için konulmuştur. Bu nedenle bu çalışma okunup üzerinde düşünülecek
bir kitapçık olmaktan ileri gitmeyen bir gayrettir.

Bu çalışmada amacım, her şeyin anlatıldığı göründüğü veya anlaşıldığı gibi


olmadığını, onun başka bir şekilde de anlatılabileceğini gösterebilmektir.

Kitabımı okuduktan sonra “nasıl gözümden kaçmış”, “nasıl dikkat etmedim”, “neden
bunu düşünemedim” demeye ve yazılı tarihe şüphe ile bakmaya başladığınızda
hakikate doğru atacağınız adımların kolaylaştığını görürseniz bu kitap amacına
ulaşmış olacaktır.

Benden öncekilere, kaynakçanın kahramanlarına, tabii daha önce onlara anlatanlara,


yanlış ve doğrularıyla aktaranlara, minnet ve şükranlarımı sunuyorum.

Olaylara farklı bir gözle bakmayı, sorgulamanın insanı doğruya götürdüğünü, batıl ile
boş inançların insanın benliğini yüceltmediğini öğreten ustaların önünde saygıyla
duruyorum.

Bizlerin özgür inanç, özgür düşünce, özgür vicdanını oluşturan, bu satırları


yazabilecek bilinç ve cesareti kazandıran, bizleri özgür insan yapan cumhuriyet ve
devrimlerin önderi Mustafa Kemal’in aziz hatırası önünde tüm benliğim ve
bağlılığımla eğiliyorum. Bu satırlar okundukça onun ölümsüz ruhunun büyük keyif
alacağına inanıyorum.

Nadir Elibol
Ankara, 6 Ocak 2007
BÖLÜM I
GĐRĐŞ

Tarihte öyle olaylar ve insanlar yer almıştır ki, çok önemli işler yaptıkları ve
kültürleri günümüze kadar yaşatılabildiği halde, bu olaylar ve insanlar unutulmuş,
yalnızca onların komutanları, devlet ve din adamları akıllarda kalmıştır.

Bu unutulan insanların davranışlarının, geleneklerinin, hatta inançlarının temeli


bilinmeden, neden ve nasılı hiç merak edilmeden günümüze kadar geldiği
gözlenmiştir. Bugün bizlere ait olduğunu sandığımız davranışlar ve inançlar da
öncekilerin olayları içinde saklıdır.

Ben bunları hep merak ettiğimi ve hep sorguladığımı söylersem pek doğru
olmaz. Ben de önce herkes gibi bilinenleri, öğretilenleri, yaşam biçimi ve inanç şekli
olarak olduğu gibi kabullenmiştim. Bundan hiçde rahatsız olmamıştım, çünkü herkes
gibi davranıyor, herkese uyuyor ve herkesle birlikte bildiklerimi ve inançlarımı dile
getiriyordum.

Benim için önemli bir gün : “YENĐDEN DOĞDUM” ile oldu. Ertesi günü kendimi,
düşüncemi ve inancımı, sokakta bıraktım, yine herkes gibiydim, yine diğerlerinden
biriydim. Ancak artık yeni bir “Ben”dim.

Neden böyle davranıyordum? Benden öncekilerin bildiklerinin bana kadar gelen


birikimi olan, bilgi denilenin ne kadarını biliyordum? Benim bildiğim biriken kadar
olsaydı, ben yaşamı daha kolay anlar ve kavrardım, ama öyle de olamadı. Demek ki,
bildiklerim hem eksikti, hem de bilgi bana tam ve doğru olarak ulaşmamış, verilmemiş
veya saklanmış olabilirdi belki de ben anlayacak düzeyde olamayabilirdim.

Hepsi doğruydu! Gerçekten bilenler bilgiyi saklamıştı. Ayrıca gerçek, bizlerin


kültürü ve bilgi düzeyi ile sınırlıydı. Zaten bizleri aşan bilgiler, kavrayamayacağımız
bilgiler, bizlere yarar değil, zarar verirdi, belki bizleri üzerdi. Ayrıca herkesin her şeyi
bilmesi de gerekmezdi ve tabii mümkün de değildi.

Bir de sahnede yönetenler vardı ki, onlar bilinmesi gerekeni bile saklıyorlardı.
Hatta üstüne kalın bir örtü örtüp, “Öncekilerin Nuru”nun bizleri aydınlatmasını
önleyerek, bizlerin karanlıklar içinde kalmamızı, dolayısıyla daha kolay yönetilmemizi
sağlamayı amaçlamakta idiler. Yönetenler için, böyle yapılması her kültürde en uygun
yöntemdi.

Öte yandan bilgeler de bizlerin doğru dediklerimizin başkaları için doğru


olamayabileceğini söylüyorlardı.
Evet, diğerinin ki ötekine göre farklı olabilirdi. O zaman inançlarda, herkese
göre, algılayışlarına ve kavrayışlarına göre değişmez miydi? Değişmesi gerekmez
miydi? Değiştiği takdirde de inançta farklılık doğmaz mıydı? Đnanç biraz kırılmaz
mıydı? O zaman insanlar arasında tek düzelik, uyum nasıl sağlanacaktı?

Bugün dogma dediklerimiz, bize gelinceye kadar hangi yollardan geçmişti? Ne


zaman? Nasıl? Niçin? Bunlar söylenmiş ve kabul görmüş, bugüne kadar taşınmıştı.
Taşınırken, geçtiği coğrafya, insan topluluğu, yeşerdiği toprak, bildiklerimizi ve
inançlarımızı nasıl şekillendirmişti? Nasıl değiştirilmiş ve geliştirilmişti? Demek ki,
bugünün doğmaları bize dünden emanetti.

Bizlerde, onları taşırken, bazen cebimize, bazen kafamıza ve bazen de


kalbimize yerleştirmişizdir. Bazen bir sır gibi onları buralarda saklayıp korurken, onları
gizlice gönülden gönüle aktarmışızdır. Bazen de korkusuzca elden ele gezdirirken,
dilden dile taşımışızdır.

Bir keltik öyküyle başlayan merakımla böyle bir kitabı hazırlamaya karar verdim.

Yıllar önce Avrupa’da yaşamış KELT topluluğu ile onların rahipleri DRUĐD’ler,
hatırladıkça kalbimde her zaman çırpınan bir sevgi ve heyecanı canlandırır.
Anadolu’nun son misafirleri Türkler, nasıl olmuştu da, aynı Keltler gibi, Anadolu’daki
adlarıyla Galatlar gibi, dinleri veya mezhepleri olmadığı halde, Anadoluda böylesine
birbirine benzer ve yakın davranış ve uyum içinde olmuşlardı? Merakla Keltlerin ve
Türklerin tarihlerine döndüm.

Tarih ve dinler, Avrupadan koşarak Anadoluya gelen Keltleri sevmediği için


onları Pagan diyerek kenara bırakmıştı. Oysa onlar; Galatlar, rahipleri Druidler,
Anadolu’nun eski yerli halkı ile (resmi tarihte çokca yer alamasalar da) bugünkü
Anadolu halkının dillerinde taşıdığı Anadolu tarihini yazacaklardı.

Asya’dan kaçarak Anadolu’ya gelen Türkleri de, Müslümanlar, diğer dinler ve


Batı sevmese de, Anadolu’nun istilacısı saysalarda, hidayete ermeden zorla
müslüman olsalar da, tarih Galatlar gibi onları bir kenara bırakamazdı. Onlar hem
şamanlarıyla beraber Galatlar ve Anadolu’nun yerli halkının arasına karıştılar, hem
de tarih yazdılar.

Galatlar Paulus’un kandırdığı Druidleri ile, Türkmenler de Müslümanlarının


sindirdiği Şamanlarıyla birbirinin içine geçtiler , sarmaş dolaş oldular. Anadolu’da,
bugünkü Sakarya-Kızılırmak arasında kucaklaştılar. Biri hıristiyanlardan, diğeri
müslümanlardan saklandılar; önce yeraltına, sonra gönüllere ...
Bugün aynı yerde, aynı iki nehrin arasında ALEVĐ topluluğu olarak yaşamaya
devam etmektedirler. Kimine göre mezhep, kimine göre din veya inanç veya kültür
olarak günümüze kadar geldiler.

Đşte böyle farklı iki yolculuğun Anadolu’da buluşmasını, kaleme almak istedim.

Bunlar benim aklımın ve gönlümün arzuladığı, yakıştırdığı şeyler değildir.


Kaynakçadaki bilgiler dışında bunların aslını ne ispatlayabilirim, ne de gösterebilirim.
Ancak iki güzel insan topluluğunun, biri Đrlanda’dan, Keltler ülkesinden, diğeri Orta
Asya Türk yurdundan Ankara’ya gelişlerini keyifli bir buluşma olarak anlatabildim.

Birileri onları, içinde bulundukları toplumun dinlerine göre birbirine bağlayabilir,


birileri de onlara “şöyle Hıristiyan” veya “böyle Müslüman” diyebilir. Onlar için bugün
söylenenler de, benim bu kitapta dile getirdiklerim kadar zorlamadır. Anlattılanlar,
zaten bugün tamamen değişmiş veya unutulmuş veya yok olmuştur. Ama Keltler ve
Türkler için anlatacaklarımız, bugün Alevilerde gördüklerimiz veya görülenlerdir.
Yarın, benim düşüncelerime, duygularıma kucak açıp, bu yolda onların
ellerinden tutacak pek çok kardeşim çıkacaktır. Đnanıyorum ki, özgür düşünenler,
öğretilenlerin mutlak doğru olmadığına inananlar, yarın bizleri daha doğruya, gerçeğe
götüreceklerdir.

Bu çalışmamız, bizden öncekilerin yazdıkları ile bizlerin anlayışı, bugüne kadar


üst üste yığılan bilgiler ve değerlerin yalnızca bir derlemesidir. Tabii, bir tarihçi gibi,
burada tarih yazacak değiliz. Tarihçiler içinde yaşadıkları toplumun ve onun saklı
değerlerinin etkisinde yazarlar, hatta bazıları “devlet tarihçi” sidir, “krallık tarihçi”leridir.
Fethettikleri yeri işgal diye anlatmazlar, iktidarda olanların hain veya hırsız olduğunu
söylemezler, söyleyemezler. Bu nedenle, tarih farklı amaçlar için sosyal, kültürel,
siyasi ve ekonomik yazılır. Onların gerçek dediklerine çoğu kez inanılır ve onların
anlatımlarıyla kendimize, ulusumuza ve insanlığa yorumlar yaparız. Güçlünün
söylediği hep doğru olduğundan, çoğu zaman uydurma isimler, hikayeler, bir zaman
o ulusun veya başka bir zaman öbür dinin kahramanları oluverir.

Ancak gerçek tarih başka bir şekilde bakılma ile yazılabilir. Eğer karşı tarafça
bir tarih yazılırsa veya iki yazılı tarih bir araya gelirse, ortaya pek doğru olmasa da, iki
taraf için daha belirgin bir tarih çıkabilir.

Bu nedenle; bu çalışmanın adını “BAŞKA BĐR TARĐH” koymayı uygun gördüm.


Demek ki, yarın daha bilge, daha dürüst veya daha iyi düşünen ve muhakeme
edebilen birileri çıktığında, bu kitapta söylenenler için de “BĐR BAŞKA TARĐH”
yazılabilecektir.
BÖLÜM II

KELTLER

KISIM I

AVRUPA’DAN BRĐTANYA’YA

Dünya kültürüne büyük etkisine rağmen çok az bilinen ve tanınan bir


topluluktan söz edeceğiz. Bilinen tüm Avrupa ve özellikle Anadolu kültürüne büyük
etkisi olmuş ve halen gelenekleri pek çok insan topluluğunca sürdürülmekte
olan KELT’leri Anadolu’daki adlarıyla GALAT’ları tanıtmaya gayret edeceğiz.

Neolitik çağın sonunda Đ.Ö. 1800 yıllarında, bugünkü Fransa’da, Ren nehrinin
doğusunda yaşayan Proto-keltler; Đ.Ö. 900’lerde Alp Dağlarındaki topluluğun
ülkelerini istilası sonucunda Đ.Ö. 500’e kadar bu toplulukla iç içe geçerek, Đsviçre’nin
Neuchatel Gölü’nün doğu ucundaki La Tene’de yeni bir kültür yarattılar, ancak
Avrupa’nın kuzey kavimleri Đ.Ö. 9 yüzyılda nemli ve soğuyan avrupa iklimi ile güneye
Keltlerin ülkesine, Orta Avrupa’ya inince Kelt halkı, artan aşırı nüfusunun etkisiyle bu
kez daha sıcak olan, Güney Fransa’ya ve Đspanya’ya indiler.

Đ.Ö. 500-280’de, kuzey batı istikametinde Britanya’ya Ivernia(bugünkü


Đrlanda)ya geçtiler, bir kısmı Đber Yarımadası’nda güney batı yönünde ilerlediler,
bugünkü portekiz (portus galli) yani “Gallerin limanı”na ulaştılar.

Daha sonra Gallia (bugünkü, Fransa)dan, Alpler üzeri Đtalya’ya indiler ve Etrüsk
hakimiyetini sona erdirdiler. Onların bir kısmı Arnavutluk ve Balkanlar üzerinden
Anadolu’ya geçerken ve adları Galatlar olurken, büyük bir kısmı yine oralarda
kaldılar.

Hem çok uysal, hem de ölümsüzlük inancıyla ölümden korkmayan, bu korkusuz


savaşçılar, hiçbir zaman yerlerinde durmadılar. Romalılarla çok uğraştılar.

Onlara, Hellenler “Keltoi” yani Keltler, Romalılar ise “Galatae” yani Galatlar
diyorlardı. Biz de Anadolu’ya gelene kadar onlardan “Keltler” diye söz edelim, sonra
Anadolu’yu anlatırkende aynı insanlara “Galatlar” diyelim.
Keltler, Roma’nın baskısıyla Galya’dan Britanya’ya geçerek geleneklerini ve
yaşamlarını Avrupa’ya nazaran Britanya’da daha rahat sürdürmeye devam ettiler,
onlara burada yaşayan Britanlardan bir zarar gelmedi, birlikte huzurlu bir topluluk
oluşturdular.

Keltler, yazıya geçirilmesini yasakladıkları kutsal bilgilerini, rahipleri olan


druidlerle yıllar boyunca taşıdılar, sözlü gelenekleri esastı, kutsal bilgiler asla yazıya
dökülemezdi, tıpkı kabalistler gibi.

Keltler için Roma kayıtları şöyle diyordu : “Ruhun ölümsüz olduğunu atalarından
duymuşlardı, ölülerini ötedeki yaşamlarında gerekli şeylerle birlikte gömerlerdi.
Yıldızlar ve hareketleri ile evrenin ve dünyamızın sınırlarına ilişkin, bir çok şeyi
tartışırlardı. Rahipler meskenlerini uzak ve derin ormanlarda kurarlardı. Druid’ler çok
iyi okul ve kütüphanelere sahiplerdi. Tora, Oxford, Anglesey, Iona Enstitüleri en
seçkinleri idi. Asil aile ve yüksek sınıfların, gelecek vaadeden gençleri buralarda
eğitilir, kendi kurumlarında eğitim almamış hiç kimsenin devlet adına çalışmasına izin
verilmezdi.”

Hıristiyan Avrupadan önce Keltler, rahipleri Druidleri vasıtasıyla ortak kültürle


bir araya gelmiş bir topluluk idiler. Kökenleri muhtelif rivayetlere göre M.Ö. 18. yy’ye
kadar gidiyordu.

Britanya’daki Kelt kavmi, Romalılar ile zorla ve eziyetle Hıristiyanlığa


dönerken, Hıristiyanlık öncesi atalarının göreneklerini, alışkanlıklarını hep yanlarında
taşımış ve uzlaşarak yeni Hıristiyanlık prensiplerini oluşturmuşlardı. Günümüz Đngiliz
kilisesinin, Ortodoks ve radikal Katolik Hıristiyanlardan farkı, onların Hıristiyanlık
öncesindeki inanç ve ibadetlerini, yeni dinlerine adapte etmesinden kaynaklanmıştır.
Bu adaptasyon sırasında da Yahudi-Hıristiyanların büyük etkisi ve katkısı olmuştur.

Hıristiyan Roma, Nasraniler veya Yahudi-Hıristiyanlar gibi onları da sapkın


olarak görüyordu, onları pagan olarak adlandırıyordu ve bugün Hıristiyan alemince
de hala öyle anılıyorlar. Eski Avrupa kavimlerinin dinleri öyle sanıldığı gibi inançsız
ve kökensiz olamazdı. Onların da kendilerine göre anlamlı, doğru ve ileri dinleri ile
inançları vardı. Bu halkın adı da, Kelt idi ve inançları da druid rahiplerinden
öğrendikleri idi.
Yerli halk için çok kutsal bir yer olan Neolitik çağdan kalma menhirler
(stonehedge) yeni gelen işgalci hıristiyanlar için bir anlam ifade etmiyordu. Ancak,
yüksek ölçülerde teknik astronomiye bağlı bu taşların işlenişi ve dizilişi, basit tarıma
dayalı Britanların, yerli halkın yapacağı bir iş de değil idi. Günümüzde 2004’ün son
günlerinde hint okyanusunda olan thusunami gibi bir doğal afetle “tek bir talihsiz
gündüz ve gece içinde” yok olan kayıp bir medeniyetin efsanevi rahipleri ile kökenleri
bilinmeyen gizemli ve yetenekli bir kardeşlik düzeninin mirasçısı oldukları yerli halkın
arasında rivayet ediliyordu.

Druidler insanlık kültürünün başlangıcından beri, sayısız uygarlığın


yükseldiğine ve çöktüğüne inanıyorlardı. Đrlanda’da yaşayan Hyperborealıların kayıp
Atlantis krallığından kalanların torunları olduğuna inanırlardı. Kültürlerin ölmediğini
veya unutulmadığını biliyorlardı. Galler’deki STONEHENGE’in onların anısını
taşıdığını düşünürlerdi. Tıpkı Mısır’ın büyük piramidi, Yunanistan’ın Delphi tapınağı
gibi. Bu anıtların ve mekanların, geçmişin bilgeliklerinin, hıristiyanlık dalgası
tarafından boğulmasını engelleyecek mekanlar olduğuna inanırlardı.

Avrupa’nın karanlık çağının doruk noktasında, Đrlanda tüm Avrupa’nın bilgi


merkezi halinde idi. Onlar Đskoçlar gibi, Roma’dan, kıta Avrupası’ndan uzakta idiler.
Gelen Hıristiyanlar da burada çok sağlam Kelt inanışıyla karşılaşınca, kendi
inançlarını onlara zorladılar ama, mevcut öğretilerden de etkilenerek, kendi
düşüncelerini Tanrı ile paylaşmak yolunu seçtiler ve farklı bir Hıristiyan kilisesi
yarattılar, Kelt kilisesi!

Ancak 664 yılında Đngiliz Whitby kilisesi, tüm Kelt kiliselerini dağıtmış ve
Đrlanda’yı Roma’ya bağlamış, belgelere el koymuş veya yok etmişti. Böylece Yahudi-
Hıristiyan düşünenleri de yok olmuştu. Roma kilisesi tarafından Eski Ahid giderek
önemsiz ve Musa kanunlarını da gereksiz kılınmıştı. Oysa Kelt kilisesinde eski ve
yeni ahitler eşit konumda idi. Tevrat, Keltik Hıristiyanların, Đncil’in yanında en önemli
kutsalı idi.

Keltik Hıristiyanlar, güç ve yönelimlerini Roma’dan çok Mısır, Suriye ve Akdeniz


dünyasından almışlardı. Nasrani düşüncelerinden etkilenmişlerdi, keşişleri Mısır’ı
ziyaret ediyordu. Kitapları ve azizlerin yaşam hikayeleri, Đskenderiye kaynaklı idi.
Bakire Meryem Bayramını Roma’nın değil, Mısır kilisesinin belirtiği günlerde
kutlarlardı. Nasrani düşüncesinin, kutsal topraklardaki münzevi yaşam
uygulamalarını, yoksulluğunu, Đrlanda ve Đskoçya’da aynen sürdürüyorlardı.
Papa ve kilise, Keltlere kötü davranmış, haksızlık yapmış, onları zavallı ve
inançsız göstererek, Hıristiyanlığa zorlamış, önce Keltik kilisenin oluşmasına, sonra
bu kilisenin de son bulmasına neden olmuş, onların inançlarıyla alay etmiş, kötülemiş
ve küçümsemişti, Druidleri yer altına çekilmeye, Kelt halkını da inançlarını kalplerinde
saklamaya zorlamıştır. Tıpkı bugün Alevilerin bazı sırlarımızı en güvenli ve sağlam
yer olan kalplerinde saklamaları gibi.
KISIM II

ĐNANÇLI DRUĐD RAHĐPLERĐ

Druidler Keltlerin rahipleridir. Ancak Druidlik bir din değildir. Keltlerin bir dini
yoktur. Druid’ler halka dinsel törenlerin uygulamalarını yaparlar. Ama din adamı
değillerdir. Bütün devlet meseleleri onların görevidir ama devlet adamı da değillerdir.
Büyü sistemleri öylesine derindir ki, hala anlaşılmayan kavranamayan pek çok yanı
vardır, onlar doktordur, elçidir, büyücüdür, din adamıdır, ruhlarla insanlar arasında
aracıdır. Onlar sanki Türklerin Asyadaki Şamanlarıdır. Hem Druid, hem şaman,
yaşadığı topluluğu ile birliktedir. Bahçesini eker, hayvanlarına bakar, onlar gibidir,
onlardan biridir. Ancak törenlerde ve kararlarda onlardan üsttedir. Onlar bilir ki; üst
de, alt da aynıdır, üstte olan aynı zamanda altta olandır. Ağaç gibi; tepedeki dallar,
gövde ve kökler aynı ağaçtır.

Druidler, rahip olmak isteyen çırağın hazır olduğuna karar verdiklerinde onu
“üç üstadlık arayışı”na sokarlardı. “Geçmiş-Bugün-Gelecek” motifi, “Kök-Kalıp-Kader”
adı altında işlenirdi. Her bir arayış tamamlandıkça, bir sonraki çalışma seviyesine
giden yolu gösteren bir inisiyasyona tabi tutulurdu. Đnisiyeler, semboller ve küreler
arasında astrolojik ve mistik ilişkileri öğrenmek için aylar, hatta yıllar harcarlardı.

Çırak veya Kahin (Ovydd) I.nci düzeyde, başlangıç mevkiinde, yeşil (yenilik ve
büyüme rengi idi) cübbeli öğrenciler temel bilgileri almayı amaçlarlar, tıp, hukuk,
astronomi, şiir, müzik öğrenirlerdi. Tıpkı Bektaşilerde yeni katılan acemiye temel dini
bilgi için şeriat kapısında ibadetin, tarikat kapısında kutsal kitabların öğretildiği gibi.

Çırak her şeyi görmek, her şeyi incelemek, her şeye katlanmak zorunda idi.

Çırak; hayvan ve kuş yaşamına dair sırları, doğa olaylarını, bulutları, iklimi,
yıldızları ve hareketlerini, halkının tarihini, müziğini, efsanelerini öğrenmek ve doğa ile
birleşmek zorunda idi, tıpkı bir alevi dedesinin bilmesi gerekenler gibi.

Çırak, Druid olabilmek için yolunda ilerlemek istiyorsa üç şeye çok dikkat
edecekti: Her zaman bilmek ve öğrenmek için çalışacak, her şeyi göze alabilecek ve
her olay karşısında sessiz kalabilecekti. Biliyordu ki, böyle davranmazsa asla Druid
olamayacaktı ve biliyordu ki; bir cinayet işler ve savaşa katılırsa, doğru olmayan bir
şey söylerse, saklaması gereken sırları açığa çıkarır ve yayarsa, çıraklıktan
çıkarılacaktı.
Peki sırları ne idi, ne olmalıydı? Halkın bilmesi halinde zarar verici sonuçlar
yaratacak gerçekler, iyi bir insanın ve dostun utanç duyacağı şeyler ve Druid
ustaların verdiği sırlar. Bunlar için gizlilik yemini ederler ve asla yeminlerini
bozmazlardı, bilirlerdi ki; “sessizlikte büyük güç vardır”.

Nasıl oluyordu? Hem, doğru olmayan bir şey söylerse çıraklıktan çıkarılıyor,

hem de gerçeği söylerse sırları söylemiş oluyor ve yemini bozuyorlardı. Evet!

Druid, daima bilge ve gerçeği her zaman yanında hisseden bir ruh ile, diğer

insanların kabullenebilmesi için gerçeği saklama zorunda idi. Susmalı, sessiz

kalmalı, gizemli olmalıydı. Çünkü “yalan, olağan insanlara gereklidir ve gerçek;

onu bütün parlaklığıyla düşünebilecek kadar güçlü olmayanlar için öldürücüdür”

diye düşünüyorlardı. Đnsanların her zaman anlamadıkları ve bilmedikleri şeylerden

korktuğunu da biliyorlardı. Öğrenciye sadece yanıtları kendi başına keşfetmeye

yetecek kadar bilgi ve araç verilirdi.

Ozan (Beirdd) derecesinde, II nci düzeyde, mavi (uyum ve gerçeğin rengi idi)
cübbeli ilerlemiş usta öncesi sanki bir kalfa gibi, müzikal, şiirsel, sanatsal, tarihsel
çalışmalar yapar, ülkeyi dolaşarak, öğretmek, haber vermek için uğraşırlar, druidlere
bilgi toplarlardı. Tıpkı marifet kapısında kendini bilen, öğrenen dervişler gibi çalıp
söylerlerdi.

Çıraklıktan sonraki derecede bir ozan, üstadlık arayışında çok çalışmalıydı.


Nefse hakimiyeti, dünyaya hakimiyeti ve bilinmeyene hakimiyeti elde etti ise, bir
rehber ozan artık öğrencisi için çalışabilir, çırağına nefse hakimiyeti öğretebilirdi.
Ancak kutsal şeylerin yazıya dökülmesine asla izin vermezdi.

Bir ozan, ya kendisini, olduğunu düşündüğü gibi olmalı, ya başkalarının onun


olduğunu düşündüğü gibi olmalı, ya da gerçekten olduğu gibi olmalı idi. Mevlana’nın
kendini bilmek için söylediği sözleri anımsatıyor.
Hem çırak, hem de ozan için öncelikle kontrol edilecek ve hakim olunacak üç
şey var idi. “ELĐ”, “DĐLĐ” ve “HIRSI”. Ne kadar da benziyor, ileride anlatacağımız
Bektaş Veli’nin sözlerine, “Eline, diline ve beline hakim ol”a değil mi?

Onlar, olanaksız şeylerin olmasını beklemez, geri getirilemeyecek şeylere


üzülmez, elde olmayan, engellenemez şeylerden de korkmazlardı.

Druidlik düzeyinde III. derecede (Derwyddan) beyaz (arınmışlığın bilgelik ve


ruhsal bütünlüğün rengi idi) cübbeleri ile öğretenlerdi. Onlar hakimdi, karar verendi,
Bakan’dı. Tıpkı hakikat kapısında dede gibi susar, barıştırır, hallederlerdi. Onlar her
şeyi görmek, incelemek ve katlanmak zorunda idi. Onlar artık tamamen dengelenmiş
kuvvetleriyle, hareketsiz ve susmaktan yana olurlardı. Kusursuz dengeleri, kusursuz
durgunluklarıyla anlaşılırdı.

Druidler, yetenekli dostlar topluluğundan seçilirler. Onlar; kendi istekleriyle


druid olamaz, diğer druidler onları seçerlerdi. Tıpkı ileride anlatacağımız bir şamana
yapılan çağrı gibi, diğer şamanların onu seçmesi gibi, yeniden doğan şaman gibi.
Diğer druidler gibi ortak sırları paylaşması, bulutlar, iklim, doğa ve yıldızlarla
astronomiyi öğrenmesi, ulu efsaneleri bilmesi, yeni farklı kişiliği hatta yeni bir ismi ile
ormanın derinliklerine çekilmesi, insanların onlara buralarda arayıp danışması gibi.

Druid’lere göre, hem görünür, hem de görünmez dünyayı belirli yasalar


yönetirdi. Fiziksel dünyada zıt güçler, ruhsal dünyada benzer güçler birbirini çekerdi.
Beyaz, görülebilen her şeyi temsil ederken; siyah, öte dünyanın derin sırlarını ve
gerçekle birleşmeyi remzederdi.

Gerçeği aramak; onu gerçekten bulma umuduyla değil, arama gayretinde


olma, bunu bir oyun haline getirme, yaşam şekli yapma için idi. Gerçeğin evrensel
olamayacağını bilerek, bunun insan vicdanı geliştikçe, kültürden kültüre, bireyden
bireye değişeceğine inanmışlardı. Yaşamı doğa ile dolu dolu yaşamak, en etkin
arayış sayılmıştı. Gerçek, sadece her zaman yeni ve fantastik şeylere açlık duyan
arayıcılar tarafından bulunabilirdi. Gerçek, herkes için aynı olsaydı, hem harika, hem
de anlamsız olurdu. Ruhsal ahlakı da ne beyaz, ne de siyah diye ayırırlardı.
Mutlaklığın olmadığını bilerek, gri’ye de çok değer verirlerdi.
Bir Druid Rahibi, halkına öyle değerler aktarırdı ki; insanlar öğrendikleriyle
davranışlarını düzenler, akıl ve duygularını kontrol ederlerdi. Keltler ileride
Anadolu’ya geldiklerinde bizlere kadar aktaracakları düşünce ve inançlarını,
Druidlerden edinirlerdi, Keltler;

• Gözleriyle değil, ruhlarıyla görmeyi öğrenmişlerdi.


• Pek çok kişi için zamanla bazı düşüncelerin anlam bulabileceğini biliyorlardı.
• Doğaya benzemeyi, gerektiğinde hırçın dalgalar, gerektiğinde dingin deniz
olmayı biliyorlardı.
• Kendilerini, yontulmamış dolmen gibi görerek, yontmaya ve menhir gibi ayağa
kaldırmaya çabalıyorlardı.
• Gerçeğe duyulan saygının, ruhumuzun niteliğini ölçmeye yaradığını
düşünüyorlardı.
• Yaradılışta, içlerinde kötü olan hiçbir şeyin olmadığını, her şeyin doğanın
dengesi içinde bir yeri olduğunu biliyorlardı, onlara göre karanlık en az aydınlık
kadar iyi idi ve gündüzsüz gece hayal edilemezdi, baharsız kış, aysız güneş
olamazdı, gerçek denge zıtlıkların varlığıyla sağlanırdı.
• Karanlıktan ve bilmediklerinden korkmazlardı. Önce korkunun kontrol edilmesi
gerektiği bilirlerdi. Beltane gününde (1 mayıs) ışık çocuğu olurlardı.
• Toprak anaları; hem mezar gibi ölümü kucaklar, hem de rahim gibi yeniden
doğumu sağlardı, toprak çok kutsaldı.
• Zihinlerinde, hayret ve korku olmaksızın; inanma ile inanmama, isteklilik ile
isteksizlik arasında gidip gelebilirlerdi.
• Kimseye bağımlı olmadan, yalnızca kendi vicdanlarının sesine hesap
verirlerdi.
• Bir nehri itemeyeceklerini bildiklerinde, tek ihtiyaçlarının sabır olduğunu
bilirlerdi. Sabrı geliştirilmeye değer bir erdem olarak düşünürlerdi.
• Druid’ler asa ile aktif zekayı sembolize eder, asa üzerindeki birbirine sarılmış
iki yılan motifi ile iyilik ve kötülüğü birlikte remzederlerdi. Kase veya kadeh tüm
insanlığın duygularını barındırırdı. Orak tüm insanlığın yaratıcı ilham ve
iradesini belirlerdi, kum taşından halka ise güçlerin bir sembolü idi ve
başlangıç ile sonu ifade ederdi.
• Gerçeği keşif yolculuğunun, yeni yerler aramakla değil, yeni ve farklı gözle
bakmakla mümkün olduğunu düşünürlerdi.
• Dünya onlara büyük oyun parkı idi.
• Onlar aydınlık güneşin ışıklarından dolayı doğu’ya saygı gösterirken, eski “tek
bir talihsiz gündüz ve gece içinde” yok olan batık medeniyetlerini hatırlayarak,
karanlık kuzeyin sularına hüzünle bakarlardı, ayakta iken, daima Doğu’ya
yönelik durmaya çalışırlardı.
• Onlar bir ayinin başlangıcında ve sonunda “böyle olsun” derlerdi.
• Onlar gördüklerine “kendi tarzında güzel” diyorlardı, gördüklerine ne iyi, ne de
kötü diyorlardı, yalnızca onları birbirinden değişik buluyorlardı.
• Önlerine çıkan engelleri de, yeni ve fevkalade bir olaya geçiş için bir sebep
olarak görüyorlardı.
• Ancak, sevgileri derinde olanlar ile inançları güçlü olanların gerçeği
görebileceğine inanırlardı.
• Đnsanın herhangi bir yaşam sürecinde yaptığının ona iyi veya kötü olsun,
mutlaka geri döneceğine inanırlar ve daima iyilik yapmak isterlerdi. Kendi
vicdanını dinlerler, zira vicdanın “Tanrı’nın içlerindeki gözü” olduğuna
inanırlardı. “Vicdan, Tanrı’nın insan zihnindeki görüntüsüdür” derlerdi.
• Onlara göre fiziksel oluşumların hiçbir önemi yoktu, önemli olan onlara
insanların verdiği tepki veya değer idi.
• Yaşamın her gününü alışılmadık bir örnek haline getirmeye çalışırlardı.
• Yaşayan insanı hakimiyet altında tutan intikam ve kıskançlığın yenilmesi için,
çabalamanın en büyük uğraş olduğunu bilirlerdi.
• Onlar ayinlerinde yüce güçlere ihtiyaç duyduklarında iki ellerini başının üstüne
kaldırır, soluk alır, ellerini yavaşça yanlardan aşağıya indirirken, yücelerin
yücesine üç kez seslenirlerdi.
• Ölümün; yaşayanlara sunulan bir ders olduğunu bilir, mezarın başındaki
yumuşak toprağa yeşil bir ökse otu dalı sokarlardı.
• Kutsal bilgiyi insanların tehlikeli kelimelerine emanet etmeden, yaratıcının
bozulmamış bir yankısı olan müzik ile onu saklamayı ve layık olanlara
aktarmayı doğru bulurlardı. Bunuda insan tasarımı enstrümanlarla değil,
değişmemiş şekilde insan ruhundan gelen “insan sesi” ile yapmayı tercih
ederlerdi.
• Gerçeği talep edebilmek için; insanın doğru olmasını istediği şeye göre değil,
doğru bildiği şeye göre davranması gerektiğine inanırlardı.
• Özgürlük kavramının sadece sınırlamadan doğduğunu, ön seziler ve iç bilgiler
sınırlanmadığı takdirde, insanın özgür kalacağını bilirlerdi.

Đleride bu davranış ve düşüncelerin benzerlerini Türklerin Şamanlarında da


göreceğiz ve Anadolu’da birlikteliklerinin nedenini kolayca anlayacağız. Pek çok
Druid değerinin pek çok dini süzgeçten geçmesine rağmen günümüzde Anadolu’da
yaşamasından sevinç duyacağız.

KISIM III

ONLAR GERÇEĞĐ ARARLARDI

Keltler, karmaşık insan gruplarından meydana gelmiş, geniş bir halk topluluğu,
bir ortak kültür grubudur. Kültüre büyük ilgi duyarlar, erkekleri savaşçı, tutkulu,
cömert, cesur, sadık ve güçlüdür. Bilgelik karşısında susarlar, dinsel konularda ve
büyü konularında boyun eğer ve itaat ederlerdi.

Keltler farklı dinlerin içinden “insan yapımı tuzaklar” çıkarıldığında birinin


dininin, diğerlerinden pek farkı olmadığını çok iyi bilirlerdi. Đnsanların veya kültürlerin
kendi aralarındaki farklarının ortadan kalkmadığı, benzerliklerinin bulunup,
birleştirilmediği sürece, bu farklı dinlerin varlığı ve sürtüşmesinin sürüp gideceğini
bilirlerdi. Đnsan zihninin, sonsuz çeşitlilik içinde, yarattığı hayal dünyasında,
bilmedikleri çeşitli Tanrıları da yarattıklarına inanırlar, insanın içinde bulunduğu ruhsal
evrim aşamasına göre de, kendine en uygun dini ve vicdanları seçtiğini bilirlerdi.
Kimin doğrusuna, kimin yanlış dediğini tebessümle karşılarlardı, ve insanın Tek’in
yani Tanrı’nın varlığını hissetmesini kendilerine amaç edinirlerdi. Onlar çok iyi
bilirlerdi ki, kimsenin gerçeği, herkesi kapsayacak şekilde genişletilemezdi. Onlar
Tanrı adına insanların bunlarla uğraşmasına ve gerçeğe sadece kendilerinin sahip
olduğunda ısrar eden dinler veya ruhbanlar için de çok üzülürlerdi.

Đnsanın Tanrı’yı görme yetisine sahip olmadığını düşünür, anlaşılamayanı,


algılanamayanı, ölçülemeyeni, Tanrı’yı inanç gerekliğinin ortaya çıkaracağına
inanırlardı.

Ve onlar, “tüm evreni anlamak istersen, hiçbir şey anlayamazsın; ama kendini
anlamak istersen, tüm evreni anlarsın” derlerdi.

Herkesin, içinde yaşattığı Tanrı’sının önünde eğilmesi gerektiğini, ne isimle


onu çağırırsa çağırsın, seslenildiğinde, Tanrı’nın bu çağrı ile orada olacağını
bilirlerdi.

Druidler, her zaman yeni ve fantastik şeylere açlık duyduğu için; herhangi bir
doğma, bir dini sistem onlara göre değildir. Aranılan gerçeğin, tamamen ciddi
arayıcıya bağlı olduğunu bildiklerinden, gerçeğin gözler ile değil, ruh ile aranması
gerektiğini düşünürlerdi.

Druidler “eski din” adı altında, bir tek Tanrı’ya inanırlar, Tanrı’nın, inananlar için
görülebilecek bir çok yüzü olduğunu ileri sürerlerdi.

Druidler, ayin sırasında, ortama, zamana ve dış etkenlere çok dikkat ederlerdi.
Gece-gündüz, şafak-günbatımı ve dolunay-yeniay onlar için çok önemli olduğu kadar,
dış etkenlerle, duman, sis ile de ortamın süslenmesi, yanan bir ateşte meşenin
verdiği hoş kokular, tütsüler de, ortamın tamamlayıcısı olurdu. Hepsinden önce öfke,
sevinç, huzur ortamlarını, bio-ritmlerini düzenlerlerdi. Şaman gibi törenin düzenleyicisi
onlardı. Tıpkı Hacı Bektaş’ın “hırka tepesi”nde yaptığı ayinleri gibi, tıpkı ateşin
etrafında ardıç kokuları ile gece yarısı tören yaptığı gibi.
Druidler, zamanın insanın yarattığı bir şey olduğunu, en büyük erdemin de
zamanın dışına çıkmak olduğunu bilirlerdi. Şaman da böyle idi, Hacı Bektaş’ta don
değiştirip, güvercin olduğunda. Horasan’a gidip geldiğinde veya bayram sofrasından
Arafat’a gidip geldiğinde zamanı böyle yok ederdi, ortadan kaldırıverirdi.

Toprak Ana denirdi, çünkü doğum için gerekli bir rahim idi toprak, toprak ölüme
de çok yakındı, o kabirdi, mezardı. Toprak ölümde yeniden doğumu da simgelerdi.

Akıl, inanma ile inanmama, duygular da, isteme ile istememe arasında gidip
gelebilmeliydi; ancak böyle zamanlarda şüphe, sorma, sorgulama doğabilirdi. Bu
yöntemin de onları daha ileriye taşıyacağına inanırlardı. Şaşkınlık, onların mistik
ilgilerinin ve eğilimlerinin artmasına yardım eder, düşüncelerini tamamen özgür
kılardı. Hiçbir düşünce ve kişiye bağımlı olmaz, yalnızca vicdanlarıyla aklıyla
hesaplaşırlardı.

Druid, dört fiziksel alemden esinlenir; rüzgar, hava insanın aktif zekasını temsil
eder ve bir asa ile onu kontrol ederlerdi. Deniz, su insanın duygularını, pasif güçlerini
temsil eder, bir kupa veya kadehle ifade edilirdi. Ateş; insanın yaratıcı ilhamını ve
iradesini yani aktif güçlerini remzeder ve orak ile temsil edilirdi. Taş ve toprak insanın
kendisini temsil eder ve pasif gücü ifade eder ve kumtaşı halka ile sembolize edilirdi.
Tüm bu aktif ve pasif güçler hep birlikte, yine insanda toplanır, bir basit halka ile
insanın ebedi başlangıcı ve sonu olduğu remzedilirdi. Bunun aynısını şamanda
göreceğiz. Bugün, bir yüzükle, parmağımızdaki halka olarak insanın başlangıç ve
sonu bir sembol olarak yaşatılacaktır.

Đleride, bu söylenenleri Bektaş’ın ağzından duyacak, onun vasıtasıyla da


bugünlere kadar bu düşüncelerin, bizlere ulaştığını göreceğiz.

Druid geleneği içinde yer alan öte alem, öte alemle irtibat, büyüsel tekniklerin
kullanılması, bedenden ayrılma Orta Asya’daki şaman geleneği ile de büyük
benzerlik gösterecektir.

Keltlerin su tanrıçası ANA veya ANU Hıristiyanlıkta Azize ANNE, Ateş


tanrıçası Bride Azize Bridget, Kutsanmış Tanrı Bran Aziz Brendan, Orman tanrısı
Kernunos ise Aziz Carneille oluvermiştir. Hatta, yeşil ormanların bu boynuzlu, vahşi
tanrısı, çatal ayaklı tanrısı hıristiyanlıkta şeytanla aynı kişi oluverecektir. Belki
Sümerlerin baş tanrısı, göklerin tanrısı ANU’nun keltlerde su tanrısı ANA veya ANU
oluvermesi gibi.

Druidler insan eliyle yapılmış hiçbir yapının içerisinde tapınılamayacağına


inanarak, ormanın ıssız ve vahşi derinliklerinde, doğa ananın kucağında, nemeton
denilen, gözden uzak yerlerde ibadet ederlerdi. Şamanların derin ormanlarda
yaşamlarını sürdürmeleri ibadet için doğayı mekan etmeleri bunun için bugün
Alevilerde cami olmaması gibi.

Druidler, “insanlar yalnızca anlamadıkları veya bilmedikleri şeylerden korkar”


diyorlardı. Doğanın dengesi içinde her şeyin, bir yeri ve gerekliliği olduğunu bilir ve
olanlara kötü veya hatalı gibi bir düşünce ile bakmazlardı. Sıradan insan bilmediği
veya anlayamadığı şeylerden korkarak hayatını geçirirken, onlar her olayın ve
nesnenin varlığının gerekliliğini düşünerek, korkmaz ve üzülmezlerdi. Karanlık da en
az aydınlık kadar gerekliydi, belki daha iyiydi. Tezatların varlığı yaşamda gerçek
dengeyi sağlardı. Karanlık ile aydınlığın veya bilinen ile bilinmeyenin aynı değerde
olduğunu ileri sürerek, korkularını kontrol etmeye çalışırlardı.

Derin düşünme, kavramları anlamaya çalışma, onların temel göreviydi.


Onlardan, düzen, ilişki, bütünlük ve birleşmenin derin anlamlarını kavraması istenirdi.
Törenle yeni bir bilinç düzeyine girmesi beklenirdi. Karışık ve saçma bir düzensizlik
gibi görünen törenleri, geleneklerin içine saklanmış, ancak bireysel deneyim ve
anlayışla hayata geçirilebilecek bir gerçeklik kavramının bulunması için düzenlerlerdi.

Doğulu ezoterik düşünürlerin aradığı “mükemmel denge” yerine; Druidler


çıraklarına aydınlanmalarını kolaylaştırmak için insan ruhunun zıtlığa, gelişmesi için
de yaşamdaki dengesizliğe gereksinim olduğunu anlatırlardı. Kusursuz dengenin,
kusursuz durgunluğu yaratacağını bildiklerinden, çırağın yaşamında dengesizlikler
yaratılarak, bununla baş etmesi için cesaretlenmesine yardımcı olunurdu.

Druidler kendilerine “sıkıntı aracılığıyla disiplin, zafer aracılığıyla da deneme”


gücü kazandırıldığına inanırlardı. Sezme, insan dışı temas, sabırlı olma gibi erdemleri
kazanmaya çalışırlardı. Ama onlar kendilerini bekleyen plandan, Tanrısal buyruktan,
kaderden de haberdar olup onu yaşamaya da hazır idiler. Hareketin düşünceyi takip
ettiğine inandıklarından, istek yoluyla zihnin durumlarının değiştirilebileceğini, bu
değişebilirliğinde büyü yoluyla yapılabileceğini, dolayısıyla hareketlerin büyü ile
kontrol edilebileceğine inanırlardı.
Zihinde en gizli düşüncelerin de, ışık kalkanında farklı tonlarda yer aldığını
sanarak, öfkenin kırmızı, düşüncenin sarı, ruhun mavi, büyümenin yeşil, dengenin
beyaz, cadının siyah renklerle ifade edildiğine inanırlardı. Onun için törenlerde Druid
kendi renk kalkanını karşıdakine uyacak şekilde değiştirirdi, tıpkı şamanın don
değiştirmesi gibi. Çünkü bilirdi ki, karşıdakiler yalnızca onun tepkisini görürlerdi.

Kendisiyle rekabet etmenin bittiği yerde, eğitilmiş iç güdüleri ile artık


diğerlerine yardımcı olabilecek güce ulaşıldığını düşünürlerdi.

Onlar, kötülüklerden korunmak, güç kazanmak için yüce güçlerin kullanılması


gerektiğinde, ayinler yapar, halen bazı öğretilerde yapılmakta olduğu gibi, Güneş
ışığı gelen bir yere karşı durulur, muhtemelen doğuya döner, gözler kapatılır, derin
derin soluk alınır, iki el başın üzerine kaldırılır, aşağıya indirilirken, en yukarıda (ii)
omuz hizasında uzun bir (aaa), eller baldırlara indiğinde daha uzun bir (oooo) sesi
çıkarılır, bu üç kez tekrarlanarak (i) sesi ile suyun, (a) ile havanın (o) ile de ateşin
gücü çağrılır. Kolların bu hareketi aksi yönde, aşağıdan yukarı yapıldığında güçler
uzaklaştırılırdı. Bu hareketin aynısını şamanın dans ederken, dairesel dönüşünde de
göreceğiz, pek çok öğretinin ritüellerinde de benzer hareketler günümüze
taşınacaktır.

KISIM IV

BAYRAMLAR, KUTLAMALAR

Toprak ayinine, Güneş günü (Yedinci gün, Pazar günü, Sunday) halkın önünde
“güneşin yüzünde, gerçeğin gözünde” diyerek başlanırdı. Tütsü veya ateş yakılırdı,
Druidler ateşe meşe dalları ve yaprakları atarken, Hacı Bektaş ardıç dalları atardı.
Uygun bir dua okunurdu, müzik ve kutsal şarkılar söylenirdi, müzik önceleri
merkezden eşit uzaklık sağlayacak bir çember üzerinde söylenir ve yine çember
üzerinde dans edilirdi, bunu ileride Anadolulu Frigler ve Galatlarda yapacaktır.
Aleviler Cem törenlerinde semah yaparken aynı şekilde döneceklerdir. Frigler ve
Galatlar dans ederken şaraplarını da içecekler, Hıristiyanlar ayinden sonra ve Aleviler
cemden sonra, içkilerini içeceklerdir. Aleviler içkiye bir de “sofra” kurarak ziyafet
vereceklerdir. Druidler müzikten sonra şiirlerle süslü bir efsaneden alıntılar yaparak,
onu anlatırken; Hıristiyanlar havarilerden menkibeler anlatacak, Aleviler savaşçı
“Gaziyan-ı Rum”un kahramanlık ve yiğitliklerini, “Ahiyan-ı Rum” zanaatkarların
ustalıklarını, halk velileri “Abdalan-ı Rum”un menkibelerini anlatacaklardır. Ve toprak
ayini, keltlerde toprak, su, ateş ve havaya adakla sona erecek, Frigler de ise; Ana
tanrıça’ya içlerinden bir erkeğin cinsel organı dibinden keserek vücudundan bir et
parçası vermesiyle bu adağı gerçekleştireceklerdi, bu benzer ayin sonrasında Yahudi
ve Müslümanlar da, erkek çocuğuklarını sünnet ederek ancak küçük bir deri parçası
vermekle yetineceklerdir. Aleviler’de de Cebrail’i simgeleyen horozun kesilmesiyle
ayin sona erdirilecektir.

“Alban Eiler” denilen “kuş bayramı”nda her yıl baharın gün dönümünde, 21
Mart’ta şafak vaktinden kuşluk vaktine kadar kuşların izlenmesi, bunların
yumurtalarının bulunması, verimliliği ve bereketi temsilen yaban tavşanın izlenmesi;
bugün, Hıristiyanlıkta tavşan şeklinde ekmek ve şekerlemeler yapılmasına, boyanmış
renkli yumurtalar yenmesine, paskalya gününe dönüşmüştür. O gün tatlılar ve
şekerlemeler yapılır, şerbetler sunulur, kekler, kurabiyeler, meyveler yenilirken hiç et
yenilmezmiş. Bayram, şafak vakti başlar, şafak vakti sona erermiş. Yakılan tütsülerin
içine leylak, süpürge otu, elma tomurcuğu konulurmuş.

Keltler tarafından “Alban Heffyn” denilen “yaz gün dönemi” 21 Haziran günü
“yaz ortası günü” güneşin güç ve etkisinin en yüksek olduğu gün meşe ağacının
enerjisinin de en yüksek olduğu gün olarak kabul edildiğinden, iki küme meşe
odununun yakılarak, iki ateş arasından atlamak, bugün Hıristiyanlıkta “Aziz John
Günü” olarak günümüze yansıtılmıştır.

“Alban Arthan” “Meşe Bayramı” güneşin iki temel dönüm noktasından biri olan
“kış gün dönümü” idi, diğeri “kış ortası bayramı” 21 Aralık idi. Bu nedenle iki ateş
kümesi halinde iki ayrı ateş yakılır, ikisinin arasından atlanır, gücün doruğunda
olunurdu. 21 Haziran tarihinde güneşte güç ve etkisinin doruğunda olduğundan,
herkesin enerjisinin zirvesinde olduğu düşünülür, savaşlara da bu tarihte başlanırdı.

Bugün, Hıristiyan aleminde Aziz John gününde de yine ateşler yakılır, iki meşe
odunu ateşi arasında zıplanır, kutsal güneş çiçekleri (sarı kantaron çiçeği, yabani gül,
meşe tomurcukları) toplanır, bunlardan içecekler yapılır, bu toplanan güneş
çiçeklerinden tütsü de hazırlanır ve yakılır halka halinde oturulur, hikaye okunur
anlatılır.

O gün taze bahar sebzeleri yenir, taze peynir ve hafif ekmekler ikram edilir. Gün
batımında festival başlar, gün batımında sona erer.
Meşe yaprakları, palamutları ve odunu toplanır, biriktirilir. Bu festivalde toplanan
bu meşe palamut ve ökse otunun karışımı tütsü olarak yakılmaz, gücünden
yararlanmak için 21 Aralık’a saklanır.

“Alban Heffyn” denilen “güz gün dönümü” “üzüm bayramı” 21 Eylül üzüm
hasatın toplanması, taze şarap yapımı, son mısır hasadının toplanması günü,
meyveli ekmeklerle av hayvanlarının yenildiği, kırmızı şarabın içildiği “şükran günü”ne
dönüşmüştür.

“Alban Arthan” (kış ortası-yılın en kısa günü-21 Aralık) “gece ibadeti”


bayramında ökseotu altında öpüşmek, çan çalmak, çam dallarının süslenmesi, ren
geyiği (Keltlerin kış tanrısıdır) ve boynuzları; bugün Hıristiyan avrupada çam ağaçları
altında yılbaşı günü öpüşmek, noel ağacının süslenmesi, noel babanın ren geyikleri
için çekilen kızağı ile gelmesi ve geyiklerin boynunda, evin kapılarında asılı çanların
çalınması şekline dönüşmüştür.

Keltler 1 Mayıs gününü “eski din”in ve onun adetlerinin izlenebileceği çok


önemli bir festival olarak kutlarlardı. Ateş tanrısı, “Beltane” için yaparlardı. Druid
gelenekleri içinde yer alan; gelmekte olan yaz mevsimi için Beltane bayramında (1
mayıs) kehanet bulunmak amacıyla bir beyaz boğanın kalbini çıkarmak, bugün
sevgililer gününde sevgiliye kalp vermeye dönüşmüştür.

Ayrıca Keltlerde “Beltane” 1 Mayıs “çiçek bayramı” imiş. Bugün Hıristiyan


dünyasında “Leydi Günü”, “Leylak Pazarı” olarak yer alır. Köylüler arasında
dilediğince ve özgürce cinsel ilişkiye izin verilirmiş. Mayıs direği dikilir, direğe
bağlanmış iplerin ucundan tutarak geniş bir çember üzerinde dans edilirmiş. Halen
Avrupa’nın pek çok şehrinde, köylerde hem Mayıs direği bulunmakta hem hala bu
tören düzenlenmektedir. Anadolu’da da dün şamanın ağacın etrafındaki dönüşleri
semah olur, 1 Mayıs’ta çiçekler toplanır, yeşil veya parlak renkler giyilir, ateş
yakılarak üzerinden atlanır, şölen ve eğlenceler düzenlenir. Orta Asya’dan gelen
sonra Đslamiyetle Anadolu’da karışıp giden Hıdırellez olur Nevruz olur.

“Samhain” “tüm ruhlar günü” veya “ölüler bayramı”nda, tüm kutsal olanların
arifesinde, “Kasımın Arifesi” yani 31 Ekim’de, dünya ile öte dünya arasındaki
perdenin en ince olduğuna inanıldığından ve kolaylıkla geçiş olacağından; kötü
ruhlardan korunmak için gece yarısı ateş yakarak, kapıları kilitleyerek, oyulan
balkabağının içinde yanan bir mumun bulundurulması, korkutucu kostümler giyilmesi
bugün Hıristiyan aleminde “Cadılar Bayramı” olarak devam ettirilmiştir.

Öte dünya ve orada yaşayanlar ile olanları gözlemeye çalışırlar, onlar üzerinde
nasıl hakimiyet kurulacağını öğrenirlerdi. Varlıkların yaşadığı maddesel dünyanın
dışında onların yaşadıklarının, yalnızca kendi dünyalarını işgal ettiğinden burada
herkes tarafından görülemediğini, doğanın ruhları olduğunu, onların hiçbir insanın
emrine girmeyeceğini, söz ve eylemlerle onların bağlılığının sağlanabileceğini,
insanların yaptıkları üzerinde onların hüküm ve tasarrufunun bulunduğunu, onları fark
edilmeseler dahi, onlarla daima birlikte olunduğunu, insanın kendini her şeye hakim
görmesi üzerine, onları görebilmeyi de mümkün kıldığını, onların bu dünyanın
dengelerini koruduğunu, onlara yakın olmanın gerekliliğini ifade ederlerdi. Tıpkı bir
şaman gibi.

Keltler ruhun da ölümsüz olduğuna inanır ve ölülerini gerekli eşyaları ile birlikte
gömerlerdi.

Druidler; deneyim ve bilgelik diyebileceğimiz nefse ve nefis aracılığıyla da


çevreye hakimiyet sağlarlardı.

Ayrıca Tanrının, insana gençliğini, zekasını, çabukluğunu ve karar verme


gücünü arttırmak için mısır, fasülye ve buğdayı armağan ettiğine inanırlardı.

Keltler “Ateş”e çok değer verirler, kendilerine “ateşin çocukları” derlerdi. Tek
tanrının simgesi olarak gördükleri güneşten esinlenerek kendilerine “ışık çocukları”,
“ateş çocukları” derlerdi. Güneşin kuvvet, saldırganlık, genişleme ihsan ettiğini, ateşte
de küçük ölçüde olsa bunların bulunduğunu, ateşi zenginleştiren bitkilerin
oluşturduğu Alevinin de bu nedenle kutsal olduğunu söylerlerdi. “Alev”e kutsal gözle
bakarlardı. Đleride şamanlarının önderliğinde Anadolu’ya gelen Türklerin kendilerine
“ışık çocuğu” dedikleri gibi, adlarını da “Alevi”, kimilerince Alivi, Ali’ye inananlar dense
bile (onlara Alivi denilemeyeceğini ileri sayfalarda anlatacağız) “aleve inananlar”
olarak söyleyecekleri gibi.

Keltler, kasvetli karanlık, nemli ormanda meşeler ve diğer bitkilerinin, büyüyen


nesnelerin doğumu, büyümesi, ihtiyarlığı, bilgeliği, ölümü ve yeniden doğumunun
sırlarını taşıdığını söylerlerdi. Şaman Türkler de göğe uzanan ardıçlarda, doğumu,
büyümeyi; üzerine uzanıp aç susuz yattıkları kara çamın gövdesinde de ölümü ve
yeniden doğumu anlamaya çalışırlardı. Keltler ve Türkler, bitkiler ve ağaçlarda, sona
ermeyen yaşamın doğum, ölüm ve yeniden doğumun döngüsünü bulurlardı.

Keltler bir ruhun ebedi saadete kavuşması veya lanetlenme için yargılanacağı
bir döneme, cennet ve cehenneme tebessümle bakarlardı. Kendi vicdanlarına göre
hareket ederlerdi, zira vicdanlarını Tanrının gözü olarak bilirlerdi.

Ruhlarının bu dünyada büyük bir hızla geliştiğini, yapılan her iyiliğin ya da


kötülüğün, kendilerine mutlaka geri döneceğini düşünürlerdi.

Bir Druid de, bir şaman gibi şifai bitkileri tanır ve bilirdi, Druidlerin Pheryllt
kitabında 16 şifalı bitki vardı. Bunların dışında en kutsal ökseotu idi, yeni yılın ilk
saatlerinde altında öpüştükleri ökseotu.

Otların her birini hacminin iki katı saf alkol ile bu bitkileri iki hafta bekletirler,
süzerler, hastanın ağırlığının her beş kilosu için bir damla olmak üzere ökseotu
çözeltisi ilave ederlerdi. Hastaya üç saatte bir vererek tedavisine devam ederlerdi.

Onların 16 bitkisinin nelere şifa olduğuna bakalım;

KEDĐOTU : Yatıştırıcı, kramplar, ağrı, öksürük.

TAKKE ÇĐÇEĞĐ : Tüm sinir durumları, ateş, serinlik verici.

VENÜS ÇAĞRISI : Sinir yatıştırıcı, hazımsızlık, baş ağrısı.

PELĐN : Sindirim, karaciğer/safra kesesi, solucan, harici olarak böcek sokmaları,


burkulmalar, romatizma, çürükler için.

KEDĐNANESĐ : Sindirim/mide ağrısı veya krampları, sakinleştirici (çocuklar için


mükemmel), ateş, baş ağrısı, bronşit ve ishal.
KARASÖĞÜT : Ağrı, ateş, artrit, böbrek/mesane sorunları, antiseptik, gargara,
bademcik iltihabı, serinletici.

DENĐZ DĐKENĐ : Antibiyotik (bağışıklık sistemini uyarır), dillerdeki veya vücuttaki


abseler, lenf şişmeleri, sindirime yardımcı.

PAPATYA : Karın ağrıları/sindirim/gaz, çocuklarda hafıza kaybına karşı sakinleştirici,


göz yıkaması ve açık yaralar, böbrekler.

KADĐFEÇĐÇEĞĐ : Harici olarak yaralar, yanıklar, kanayan hemoroidler ve yaralar,


kulak yaraları, vajinal enfeksiyonlar.

CĐVANPERÇEMĐ : Đç kanamalar (özellikle akciğer), gaz, ishal, yüksek ateş.


Kabakulak, soğukalgınlığı ve griplerde, antiseptik.

MĐNE : Soğukalgınlığı, grip, öksürük, üst solunum yolu enfeksiyonları, ağız, hafıza
kaybı, zatürre, astım.

ALTIN MÜHÜR : Antibiyotik, tüm dahili/harici sağlık sorunları, göz yıkama, kadın
enfeksiyonları, yaralar, cilt sorunları, soğukalgınlığı, virüsler, enfeksiyonlar.

AZĐZ YOHANNA OTU : Tümörler, yatak ıslatma, ülser, karaciğer, hafıza kaybı
ilacıdır. 2 hafta zeytinyağına batırılmış sargı bezleri ile tüm cilt sorunları, yaralar,
yanıklar, çürükler ve kas ağrılarında haricen.

CEHRĐ : Kabızlık, sindirim canlandırıcı, gaz çıkarıcı, karaciğer, safra kesesi/taşların


düşürülmesinde.

BEYAZ MEŞE KABUĞU : Đç kanama, varibal enfeksiyonlar, yaralar/cilt sorunları için


mükemmel antiseptik, böcek sokmaları, hemoroid, şişmiş salgı bezleri, zehirli meşe
sarmaşık, lenfatik şişmeler, varisler, ağız yıkama dişeti sorunları, güçlendirici.
ÖKSEOTU : Baş dönmesi, sersemlik, başağrıları, kalp sorunları çarpıntı, yüksek
tansiyon, damar sertliği, yatıştırıcı.

KISIM V

KUTSAL BĐLGĐLER

Hem druid, hem şaman kutsal bilgilerini, her insanın ağızdan ve elinden
çıkacak tehlikeli kelimelere emanet etmezlerdi, onlar ancak bu bilgeliği koruyabilecek
ve güvenilir kişilere aktarırlardı, bir ozanın Druid olması veya şaman adayının şaman
olması, ancak yaşca ve bilgisi ile ondan büyük ve tecrübeli bir druid veya şaman ile
mümkündü. Bilgilerin, şarkıların kutsallığının korunması ve kullanılması da onların
izni ile olurdu, çünkü sırların ağız vasıtasıyla kapatıldığına, değişmemiş haliyle insan
ruhundan gelen sesin çıkmaması gerektiğine inanırlardı. Günümüzde bir Bektaşi
babası ve alevi dedesinin ağzını kapatan bıyıkları da bunu sembolize edecektir.
Diline hakimiyet istenirken, sesin insan ruhundan geldiğine inanıldığından, susmakta
ruha hakimiyetin sağlandığı düşünülürdü.

Đnsan sesi, ruhun hal ve enerjisini ifade ettiğinden, hem druid, hem şaman
sesin insan yapımı enstrümanlarla çalgılarla karıştırılmasını istemezlerdi, ancak deri
davulları ve kabak çıngırakları hariç. Çok ilginçtir, Davul ve çıngırak hem Druid’in,
hem de Şaman’ın törenlerde üzerinde olmazsa olmaz aksesuarı idi. Nasıl olmuştu,
7.000-8.000 km uzaklıktaki inanç ustaları aynı şeyi yapıyordu? Nasıl oluyordu da,
çalgılarını sözlerine müzik eklemek için değil, düzenli bir ritmik yapı oluşturmak için
kullanıyorlardı?

Hem druid, hem şaman; zaman içinde çağrılan adayların içinden çok azının
seçilmişler olduğunu, onların da fiziksel dünyanın yansımalarının üstesinden
gelebilecek ruhsal olgunluğa erişmiş ve aynı anda hem bu dünyada, hem de öte
dünyada bulunabilmeyi öğrenenlerin Druid veya Şaman olabileceğini bilirlerdi. Bunlar
kendilerine “ölüp dirilmiş” “yeniden doğmuş” “iki kere doğmuş” derlerdi.

Onlar, gerçeği arayanların, doğru olmasını istediğini değil, bildiği şeye göre
davranması gerektiğini, arayanların en önemli rehberinin de vicdan olduğunu,
vicdanın da insan zihnindeki Tanrının görüntüsü olduğunu söylerlerdi. Ruhun özgür
olması gerektiğini, yalnızca vicdana bağlı olan ruhun, insanı gerçeğe
ulaştırabileceğini, gerçeğin de doğru bilinenin sürekli değişmesi ve gelişmesiyle,
şekillendiğini, bu nedenle; gerçeğin bulunması için değil, aranması için yaşanılması
gerektiğini bilirlerdi. Gerçeğin herkes için aynı olması halinde yaşamın ne kadar basit
ve anlamsız olacağını bildiklerinden, insanları kültürleri ve bilgileriyle değerlendirir,
onların yaptıklarına onların gözüyle bakarlardı. Mutlak doğru diye bir şeyi ne
kendileri, ne de diğerleri için savunurlardı.

Keltler, insanları karanlıktan çıkarmaya çalışır, insanları bilmenin eşiğine taşır,


onları uyandırmak için rehberlik ederlerdi. Uyandırmaya en yakın olarakta, en
huzursuz ve en tedirgin insanları seçerler, onların şüphelerini arttırırlar ve onları buna
zorlarlardı.

Onlar da, Gök Tanrı’dan önce, yer tanrısı olan, hepimizin anası Ana Tanrıça
ile tanışmışlardı, onun ruhunun bir parçasının mutlaka bu dünyadaki herhangi bir
şeyde bulunduğunu bilir, Tanrı’ya olan sevgileri ile doğayı ve insanları severlerdi.
Şaman’ın dağlarda ve ormanlardaki arayışı ile Druid’in doğada yalnızlığı hep bu
sevgiden kaynaklanmaktadır. Anadolu’ya geldiklerinde, Anadolu’nun Kibelesinde de
Keltler ve Türkler bu kutsal ve muhterem analarını bulacaklardır.

Druid ve şaman doğada bir şeyin daha iyi veya daha kötü olduğunu söylemez,
her nesneyi olduğu gibi kabul eder, onun algılanmasını ve değerlendirilmesini insana
bırakır, birisi için iyi olanın diğeri için kötü olması , dün iyi olanın, bugün kötü
sanılması gibi çelişkilerden insanı kurtarmak isterlerdi. Bunların göreli bir yanılma
olduğunu söylerler, bakanlar için her şeyin, her an değişebileceğini, ama körlere,
göremeyen gözlere bunu izah etmenin, onların da bunu algılamalarının çok güç
olduğunu bilirlerdi.

Druid ve şaman, insanların, Tanrıyı çağlar boyunca farklı isimlerle çağırdığını


düşünür, onların aslında farklı adlar veya yüzler altında aynı yüreğe ait olduğuna; Tek
Yaratanın, isimsiz, bilinmez ve görünmezin varlığına inanırlardı. Adını koymasalar ve
tanımasalar bile onunla vicdanlarında daima birlikte olabilirler, sık sık sarılıp,
kucaklaşabilirlerdi. Yaratanın varlığını her yüzde, her varlıkta ve her yerde
hissederlerdi.

Druid, Stonehange’de, alacakaranlıktan şafağa kadar dış dairenin içinde, iki


dünya arasındaki geçiş noktasını ararken, Şaman da alacakaranlıkta başladığı
ibadetine ortada yaktığı ateşin eşit uzaklığında olan dairesel dönüşleriyle öte
dünyaya yükselişi sağlardı.
Druid dağ tepesinde meşe ve meşe palamutlarıyla ateş yakarken, Şaman en
yüksek tepede meşe odunundan ateş yakar, ardıç yapraklarını ağzında çiğner ve
ardıç yapraklarını ateşe atarak, dans eder ve davulunu çalardı. Druid, öte dünyaya
geçişi kolaylaştırmak için tütsüsüne ruh çiçeği, ardıç ve labelia karışımı otları koyar
ve hazırladığı bu tütsünün etrafına çember çizerek dönerdi.

Druid’ler demir kazanda kutsal suyla şifalı içecekler yaparken, Türkler de çok
büyük demir kazanlarda suyun sürekliğini simgeleyen saçı törenleri düzenlerlerdi.

Druid’ler, kutsalın eğitimine merdiven diyorlardı, şaman da göğe uzanan


ardıçın alt dallarından en üst dallara çıkmaya çalışıyordu, druid en üst basamakta en
güçlü, en bilge olurken, şaman en üst dallarda en yetenekli, en güçlü oluyordu.

Druid ve şaman ölüm ve yeniden doğumu aynı görüyor. Ruhların ölmezliğini


savunuyor, her ikisi de Tanrı ve zamanın, sonsuzu algılamak kadar güç ve imkansız
olduğunu anlatıyordu.

Druid zaman ilerledikçe öğreniyor, cesaretle öğretmeyi göze alıyor ve sonra


sessiz kalıyordu. Şaman da öğreniyor, uyguluyor ve gerektiğinde ketumiyet
kazanıyordu. Çünkü “sessizlikte büyük güç vardır” sözüne her ikisi de çok önem
veriyordu.

Druid, öğrencilerine şöyle hitap ederdi; “Herkese adil ol, kusuru alçalt, herkesin
önünde alçak gönüllü ol, çünkü boyun eğmeyi öğrenen, nasıl emredeceğini bilir.”

Bu sözleri yüce şaman Hacı Bektaş’ta ve bir gönül dostu olan Mevlana’da
tekrar duyacağız : Kusurları örtmede gece gibi olacağız.
BÖLÜM III

TÜRKLER

KISIM I
TÜRKLERĐN SOYLARI, BOYLARI

Keltler ve druidleri kısaca anlattık. Peki, aynı zamanlarda Druidlere


benzettiğimiz Şamanlar ve Asya’daki Türkler ne yapmaktaydı ? Druidlere böylesine
benzer ritüeller Türk kültüründe nasıl oluşuyordu? Nasıl böylesine benzeşiyor,
Anadolu’da ortak bir kültür oluşturabiliyorlardı? Türklerin Asya’nın ortasındaki
kültürlerine ve bu kültürün oluşmasına da bir göz atmak en doğrusu olacaktır.

Türkler aşiretlerin sembolü olan bir koruyucu güce inanırlardı, onu adı gök
tanrı OGAN’dı. Ogan’ın oğulları olan YERSU’lardı. Türklerin yaşadığı yer, toprak ile
büyük ırmaklardan dolayı bu YERSU’lar her boyda ayrı ayrı idi. Bunlar her dinin
başlangıcı, her felsefi düşüncenin kaynağı, Sümer’in yaratıcı tanrıları gibi 4 adet idi.
Gök, Kızıl, Ak ve Kara idiler. Toplum büyüdükçe yersular çoğaldı, Uygur ve Sümer
tanrılarını kopyalayan Mısır, Yunan ve Roma panteonları gibi, bunların sayıları da
önce 4’den 12’lere, sonra 50’lere çıktı.

Bir de Türklerin yol göstericisi ve koruyucuları vardı. Her boyun, her aşiretin
Yersu dışında, bir de “Cığı” veya “Cıvı”sı vardı. Bugün yalnızca dillerde kalan cıvılar,
aşiretin koruyucu ruhu idi. Onlar öyle etkiliydi ki, boylar savaşmadan önce, geceden
Cıvı’lar savaşır, yenen Cıvı’nın kavmi savaşı kazanmış olurdu, yenişemezlerse
sabaha kıyamet kopardı. Bunlarla temas ileride şamanlarımızın asli işi olacaktır.
Şamanın görevi cıvılarla görüşüp, konuşup aşirete bildirmek veya bilgilendirmekti. Bir
kabilenin bir tek kişisine saldırmak, onun inandığı Yersu ve Cıvı’sına saldırmak
demek idi. Đşte Türklerdeki, bastırılamaz öç almak duygusu buradan kaynaklanmıştır,
Türkler gibi pek çok ülke veya din de, bu eski inançların kalıntısı nedeniyle, öç almayı
sürdürmekte, bugün işgal altındaki Irak’ta, Filistin’de her gün gördüğümüz gibi öç
alma yaşatılmaktadır.

Biz, daha başa, eski efsanelerimize dönelim; diğer soylar, uluslar gibi
soyumuzu renklendirelim!

Nuh’un oğulları olmuş, Tufan’dan sonra, Yafes, Ham ve Sam bu üç oğuldan


kavimler doğmuş, Yafes’in oğulları Frigyalılar, Çimmenler, Đskitler, Medler, Đonyalılar,
Đberyalılar, Togormanlar, Türkler, Moğollar imiş, Ham’ın oğulları ise Elamlar, Asurlar,
Ermeniler, Aramlar imiş. Sam’ın oğulları ise Keldoniler, Araplar, Đbraniler, Mısırlılar,
Libyalılar, Faslılar, Nümidler, Kenanlılar imiş.

Bir de Türkleri Müslüman yapmak için, şecerelerinin geliştirilmesi gerekiyordu


ki, doğuştan Müslüman olan Oğuz Han’ı da Hz. Muhammed’e ulaştırabilmek için
Yafes’in soyundan çıkarıp, Sam’ın dölüne yerleştirmek gerekli görülmüş. Sam’ın oğlu,
Efrasiyap’ın döllerinden olan, Đbrahim oğlu, Đshak oğlu, Đlyas’in oğlu yapıvermişler ve
ileride zorla Müslüman yapılacak Selçukluları da böylece kolayca Đbrahim’e
ulaştırmışlardır.

Türkler din bilmezlerdi ! Dini komşularında görürlerdi.


Bir kısmı kentlerde, bir kısmı da dağ tepelerinde, yaylalarda otururdu. Dağlı
Türklere “Berr” denilirdi. Ne yapsınlar tek gördükleri güneşe, sığıra, ağaça, taşa
hayranlıkla bakar, kutsal sayarlardı. Çünkü, çoğu zaman onlarla başbaşa kalırlardı.
Yarın din oluşurken bu nedenle Türklerin bir kısmı gökte (göksel), bir kısmı yerde
(yersel) kalacaktır.

Müslümanlığa göre oluşturulmuş efsanelerimizde, Yafes’in oğlu Bulcas’la Türk


tarihi başlar. Bulcas’ın iki oğlu vardır, biri “Turk” diğeri “Moğol”dur. Onların dölleri kum
gibidir, ağaç yaprağı gibi çok çocukları vardır. Çocuklardan “Zib Bakuy”un şehveti,
mehabeti çoktur. Dört oğlu vardı. “Kara han”, “Or han” “Güz han” “Gür Han”.

“Kara Han” dinsizdir, kafirdir, cebbardır, amma ondan doğar doğmaz


müslüman olan Oğuz adında bir oğul dünyaya gelecektir. Bu Oğuz Han bizlerin soyu,
Anadolu’ya gelenlerin atası olarak anılacaktır.

Evet adı, Zib Bakuy olmayabilir, “Dıb” “taht” demektir. “Bakuy” da “Ulu”
demektir ki; atamız olsun diye tahta oturan bu kişiye “Dıb Bakuy” “ulu taht” adını
koymuşuz. Onun oğullarının adı olan “Or han” “or dağı” demektir. “Ortak”da bu
kelimeden türetilmiştir. “Ortak” ile “Kurtak” da Türklerin iki kutsal dağıdır. Yani Or
Dağı ile Gür Dağı buradan gelmiştir.

Đşte bu iki dağ gibi, dinsiz “Kara han” ile Türkler de ikiye ayrılacaktır, Kuzey
Türk insanı dinsizler, güney ve batı Türk insanı komşu medeniyetlerden, Hint ve
Çin’den dolayı dinliler olmuştur. Dinliler de ikiye yarılmış; “Sagcıl”lar gün, ay ve
yıldıza inamlı, yeryüzünden erişilemez yüce ve yüksek’e, göğe inananlardır.
“Solcul”lar ise Gök-tak (dağ), dingiz (deniz) inamlı, taşa, toprağa, yeryüzüne
inananlar olacaktır.

Böylece dinli Türklerin yarısı yerde, yarısı gökte kalmıştır.

Đleride Türkler şamanlarıyla Anadolu’ya yürüdüklerinde, gökte olanlar Allah’a


ve Müslümanlığa sıkıca sarılırken, yerde kalanlar Türkmenlerin büyük çoğunluğu
müslümanların şeriatına yine uymayacaklar, Şamanlarıyla yere, taşa, toprağa bağlı
kalacaklardır.

Sagcıl’lar ve Solcul’lar da önce üçe bölündüler, sonra her biri dörde bölündü
ve sayıları her birinde 24 boya ulaştı.

Gökte kalanlar, Sagcıl’lar, Müslümanlığa sıkıca sarılan, yarın Selçukluyu ve


Osmanlı’yı yöneten kanlar ve boylardı. Onlar şunlardı.

Kayı, Yazır, Avsar,


Bayal, Döger, Kartık
Alka, Dardurga, Bigdili
Karaveti, Yabırlı, Yarkın

Yerde kalanlar, şamanlarıyla yaşayan “Solcul”lar, Anadolu’da Türk devletleri


kurarken önce hem sağcıllara yardımcı olacaklar, hem de sonra devlete ve
yönetenlere onların zorladıkları inançlarından dolayı muhalif kalacaklardır. Onlar
Türkmenlerdi, sonra adları Bektaşi ve daha sonra Alevi olacaktı, onlar yine bu ülkeyi
kurtarıp, Cumhuriyetimizi kuran, Anadolu’da kardeşliği yayan, sonra da üzerlerinde
emanet duran müslümanlıklarıyla da, laikliği bu ülkeye getirecek olanlardır. O boylar
ve kanlar da şunlardı;

Bayındır, Sahır, Đngildir


Peçenek, Aymur, Büldür
Cavundur, Alayundlu, Yive
Çepni, Üregir, Kınık

Hepimizin bildiği gibi yakın Anadolu Türk tarihi, bu iki inanç şeklinin gizli veya
açık üstünlük kavgası ile sürüp gidecek ve günümüze kadar sürecektir. Biz de bunu
ilerleyen bölümlerde anlatmaya, hatırlatmaya çalışacağız.

Oğuz’un kendi içindeki bu sagcıl ve solcul inanç bölünmesi, tabi ki


müslümanların da çok işine geldi, hatta işlerini kolaylaştırdı.

O dönemde Oğuz’un yapılanması böyleydi.

Oğuz’un dışında kalanlar da yine ikiye bölünmüştü. Oğuz’a düşman olanlar


ama Oğuzla yaşayabilenler “Türk” sayılırdı, bunlar Uygur, Kayıkle, Kıpçak, Korluk,
Kalaç, Ağaçeri, Ayferiler idi, diğerleri Oğuzla bağdaşamayanlar ise Moğol’lardı, yani
Yasef’in diğer oğlundan olanlardandı. Bir yandan bu iki grup, bir yandan Araplar,
Oğuz’un inancını etkileyecek ve onun sağcıl ve solcul bölünmesini körükleyecekti.

Bunlar arasındaki esas sorunu oğul, torun, baba falan değildi. Hani kuzeyden
dinsiz olan Türkleri bir yana bırakırsak; Dinli yani dinsel inançlı olanlarda esas sorun,
dini sistemleri olmaksızın, yalnızca prakmatik uygulamacıları olan, “tapınılan ile
insan arasında” yardımcı ve aracı olan, şamanlara inanan yersel, solcul inançlar ile
güneyde ve batıda Çin, Hind, Pers, Babil medeniyetleriyle temasta bulunmuş göksel
–sağcıl inançların farklılaşmasıydı.

Yersel, Solcul olan şamanlar, anaerkil bir toplum düzeni olan inançlılardı.
Yarın Anadolu’da tanışacağı Kibele ve Galatlarla onun için çok iyi anlaşacaklardı.

Göksel sağcıl inançlılar ise ilhanlık inancı ve il inancı olarak ikiye ayrılmıştı.

Đlhanlık inanıncı, ataerkil bir toplum yapısını öne çıkarıyordu. Komşularında


gördükleri mükafat ve ceza mekanizmalarını inancın içine getirmişlerdi, Ana erkil
toplum düzeninde sevgi ve şevkat koruyuculuğu, bu kez burada baba ve babanın
himayesi ile öne çıkmıştı.

Đl inancı da, sanki Sağcıl ve Solcul inançların her ikisinin arasına girmiştir. “Đl”
“barış” anlamındadır. Bu nedenle kadın ve erkeği eşit konumda tutan bir ara uzlaşma
inancı şeklini almıştı.

Đşte hem Đlhanlık inancı, hem de Đl inancı (yani Göksel-Sağcıl Đnanç) Ata’yı,
erkeği öne çıkardığından, yarın Müslümanlığın benimsenmesinde veya
benimsetilmesinde, Müslümanlığın erkek hakimiyet ile kolayca uyuşabilecektir.
Üstelik göksel temalarıyla da kolayca uyum sağlayacaktır ve Türklerin bu kısmı
gerçekten inanarak Müslümanlığın savunucusu olacaktır.

Tabi, anaerkil toplum yapısıyla, Şamanlık da, Anadolu’ya müslümanmış gibi


gelecek, ama adını ileride Alevilik olarak sürdürecek, Müslümanlığın baskısıyla, aslı
olmayan bir yolculuğa çıkacak, Şii diyarından, Ali’lerden dolaşarak, yok olmamak için,
Türk kültürü, sanki bir Müslümanlık mezhebi haline dönüştürülecektir.

KISIM II
DĐNLERĐ YOKTU, TANRIYA ĐNANIRLARDI

Şimdi Kızılırmak-Sakarya arasında konumuzun kahramanı olacak, yersel


inancın uygulayıcılarına şamanlarımızın yaptıklarına, ona inanlara yakından bakalım;

Nasıl Yahudiler için, bir kavme toprak ihtiyacından dolayı Musevilik doğmuşsa,
nasıl Museviliğin ve ibadet yerlerinin bir soya, ırka ait olmasının yarattığı sıkıntı ile
insanla tanrısı arasında ruhbanın mutlak bulunma zorunluluğundan Hıristiyanlık
oluşturulmuşsa ve bulunduğu bölgede, Arap diyarında ticaretin kontrolü,
geliştirilmesi, düzenlenmesi amacıyla da, bir din devletinin oluşturulması
gerekliliğinden Müslümanlık dini düzenlenmiştir.

Tıpkı, Türklerin devletsiz ve yönetimsiz yaşadıkları dönemde, insan yaşamını


ve toplumsal düzeni sağlayacak olan, (hiçbir dinsel ritüelik niteliği olmaksızın)
şamanizmin oluşturulduğu gibi tüm dinsel düzenlemeler, o toplumun ihtiyaçları
üzerine hazırlanmış ve inanç türleri ile ibadet biçimleri de yönetenler, liderler
tarafından ona göre oluşturulmuştur.

Şamanizm bir toplumsal düzenlemeden de uzaktır. Toprağa bağlı olmaksızın,


doğada dolaşan Türklerin, doğa karşısındaki güçsüzlüğü, düştüğü sıkıntılar, onları
doğaya hayran bırakmıştır. Barınakları olmaksızın doğal şartlarda yaşamak, buna
karşılık doğanın düzen ve durağanlığı, yalnız başına kaldığı bir düzlükte rastladığı bir
tek ağaç, büyük susuzluktan sonra bulduğu bir su kaynağı onu kendine bağlamış,
karanlıklar içinde kaldığı gecede ışıltısı ile ay ve yıldız onu sevindirmiş, gecenin
sonunda parıltısı ve ısısı ile ortalığı aydınlatan ve ısıtan güneş onu çok etkilemiştir.

Şamanizmde doğanın gücü her şeyden üstündür. Gök ve yer tanrısı diye
bildiği şey, bilinmeyen, görünmeyen ve anlaşılamayan için onun bulduğu bir
çözümdür. Şamanizm de bu nedenle bir peygambere, bir vahyedilmiş kutsal kitaba,
ibadet için tapınaklara da hiçbir zaman ihtiyaç olmamıştır.

Şaman Türk’ün sorununu, o gün ve o şartlarda çözebilmekte, çözemezse de


onun sebebini yine insana bağlamaktadır. Bilinmeyene yalvarıp yakarma yerine,
kuzuları çoğalsın dileğiyle ağıllar yapmasını önerir, hasta ise ona otlardan çorba
içmesini tavsiye eder, kızgınsa savaşmasını, dövüşmesini söyler, seviyorsa aşıksa
birlikte olmasını, sevişmesini önerir, böylece Türklerin işi çok kolay hallolurdu. Şaman
bilmedikleri için ise, anlaşılamayan danslar yapar, şarkılar söyler, davullar çalar,
bilemediklerini unuttururdu. Belirli mevsimler ve özel günlerde törensel toplantıları
yönetirdi. Şamanlar, kamlar, insan ile tanrısının arasına giremez, ancak bir insanı
dinler, bir de cıvıların, yersuların gerekirse tanrının yanına, öte dünyaya gider (veya
gittiğini söyler), hiçbir şeyi diğerleri veya Tanrı adına yapamaz, ama arada gidip gelir,
lafı ve işi taşır, aktarırdı. Đnsanla Tanrısı arasında asla girmez ve duramaz, yalnızca
taraflar ne isterse onu yapardı.

Türkler inançlarından dolayı hiç savaşmamış, hiç dövüşmemiştir. Yüzyıllarca


şamanizmi yayma değil, doğada özgürce yaşama yolunu tercih etmişlerdir. Gün
gelipte göçebelikten şehirlere yerleşmeye başlayınca da, V nci ve VI ncı yüzyıllarda
diğer toplulukların dinleriyle tanışmışlardır. Kimi kez Çin’de bir Budist gibi, kimi kez
Đran’da Zerdust, kimi kez Ortadoğu ve Anadoluda Hıristiyan, Yahudi, Maniheist gibi
olmuşlardır. Ancak hiçbiri onun yaşamsal inancını yok etmemiş, çevreden yeni
öğrendiklerini şekilsel de olsa kültürlerine ilave etmekten çekinmemişlerdir. Bütün
dinleri kendilerine yakıştırmışlardır. Şamanizm hamuru ile diğer dinlerin hamuru hep
birlikte yoğurulmuştur.

Kimi kez, şartlar değişince, savaşma gücünü, askerlik ruhunu köreltiyor


diyerek Budizmden vazgeçtik de demişlerdir. Hayvan yetiştirmeyi, kesmeyi engelliyor
veya saldırgan ve savaşcı yanımızı törpülüyor, miskinleştiriyor diyerek
Maniheizm’den de vazgeçebilmişlerdir.

Ancak Türkler, Şamanizm dışında, kabullendiği pek çok dinin beğenmediği


kurallarını gerektiğinde reddebilirken; asla şamanın geleneğini, törenini, şarkısını,
sözünü müziğini terk etmemiştir.

Oğuz boylarının Anadolu’ya geçişleri, aslında Moğollardan bir kaçış iken,


Đslamiyeti korumak ve güçlendirmek adına, cihat adına, yeni inancı yaymak adına
zaman geldiğinde islamiyeti kendileri seçmiş gibi gözükmüş hatta, islamın önderi
olma görevini bile üstlenebilmişlerdir. Bunu yaparken Türklerin asıl amaçları, yeni
kırsallar, yeni otlaklar elde edebilmek, ticaret yoluna ortak olmak, diğer ülkelerin
üretim araçlarına kolayca elkoyabilmek, mülkiyetlerini ve varlıklarını çoğaltabilmektir.

Türkler tarih içinde yönetebilmek, sahip olabilmek ve genişlemek adına


Şamanizmdeki saf inanç ve samimi duyguları hiçbir zaman değiştirmeksizin pek çok
dinleri, kabul edebilmişlerdir. Bunun en belirgin göstergesi, varlıklı Türklerin,
şehirlerde diğer dinleri öne çıkarmasına karşın, yoksul ve kırsalda olan, hiçbir
büyüme, kazanma, zenginleşme arzusu taşımayanların şaman geleneklerini
sürdürmüş olmalarıdır. Bugün Anadolu’da şehirlerde radikal islamın gelişmesine
karşın, köylerde ve kırsalda eski şaman geleneklerini sürdüren Aleviler arasında
Đslamın pek ilgi görmemesi, Türklerin tarih boyunca seçtikleri veya tercih ettikleri
dinlerin ne kadar akılcı ve geçerli temellere dayandığını gizlice ifade etmektedir.

Böyle olmasına rağmen, diğer dinlerin inançlarında yer alan iyi yanlarını da
hemen içlerine alıverirler. Mani inananı gibi ağızdan kötü bir söz çıkmasından
çekinirler, ağzına, eline ve gönlüne hakim olmasını isteyen Maniheizm kuralını
hemen Müslümanlık adı altında Bektaşiliğin içine yerleştiriverirler. Eline, beline, diline
sahip ol deyiverirler.
Maniheizm etkisinde kalmış Türklerin nasıl ışık dininden etkilendiği ve sonra
Anadolu’ya gelirken, yine kendilerine “ışık çocukları” diyen diğerleriyle hemen nasıl
anlaştıklarını Mani dini ile Şamanlığı nasıl ortak değerlerde buluşabileceklerini de ileri
bölümlerde göreceğiz.

Öngüt, Nayman, Kereyit, Kun ve Merkit gibi Türk-Moğol boyları Türkistan’da


Hıristiyan olurken, Hazar devleti, resmi dini Musevilik olarak kabul edebilirken,
Müslümanlık hariç, kimse onları zorla kendi dinlerine bağlayamamıştır. Bu nedenle
bugün Anadolu’da Müslümanlık Şamanlıkla karışıp, Anadoluya özgü bir din olmuştur.
Günümüzde gelenek ve göreneğimizde Müslümanlık Türk’ün dışsal dini, Şamanlık
içsel dini olarak kalmıştır.

KISIM III
GÖK TANRI VE TÜRKLERĐN YARATILIŞI

Şamanlık kimilerine göre bir din olarak, Şamanizm adı verilerek ifade edilse
de, bunun bir din olmadığı, şekillenmiş, kabul görmüş davranış biçimlerinin birikimi
olduğunu söylemek daha doğrudur. Önderlik eden yönlendirici, aracı, Şaman’dan
dolayı, Tanrı ile insanın baş başa olduğu bir inanç şeklidir.

Bütün dinlerde bu kurum için bir ruhban sınıfı gerekirken, Şaman bir ruhban
değildir. Hiçbir zaman bireyin inancını kontrol etmez, cezalandırmaz veya
ödüllendirmez. Türklerin inançlarını töreleri oluşturur. Bu nedenle Anadolu’ya daha
önceden batıdan gelen Romalılar dışındaki yerli halk Frigler Galatlar’ın çocukları da
Türkleri çok rahat karşılayacaktır, çünkü onlar da töreleri ile yaşamaktadır.

Efsaneler ve sözlü gelenekler üzerine kurulu toplumlar, önce kendi aralarında


işaretler ve seslerle birliktelik oluştururken, bu birliktelik daha sonraları onların
diğerlerinden farklılığını da sağlayacaktır, daha sonra birlikte yaşadıkları coğrafi
ortam, doğa, iklim onların bu farklılığını daha da arttıracak ve onlara artık bir ad ile
hitap edilecektir. Türkler de işte böyle kendi törelerinin farklılığını görerek, kendilerine
“törelenmiş”, “töreli” anlamında “Türk” demişlerdir. Diğerlerine de yani kendi
törelerinden olmayanlarada “tat” demişlerdir, (Araplar da öyledir Arap olmayanlara
“Acem” derler.) Tatar’da Tat-Er’den gelir. Türkmen ismi de Türklere Đslamiyetle
yakıştırılmıştır, rivayet o ki Türkmen adı “terk-i iman”dan “inançlarından vazgeçen”,
“inanç bırakmaktan” gelmiş ve “Terk-i iman” önce “Türkman” oradan da “Türkmen”
olmuştur.

Bu nedenle, biraz Müslümanlık öncesine, biraz Müslümanlığın ilk zamanlarına,


biraz da Anadolu’daki törelerimize bakalım;

Çin tarihçilerin kayıtlarında M.Ö. 140’lardan M.S.400 arasında Çin’in Batı


Kuzeyindeki toprakları ele geçiren Çinliler Türk Moğol halkına “küçük kötü kurtlar”
anlamında, “Juan-Juan” derlerdi. Batıda da Akhun devleti vardı. Onların arasında
yaşayanlara da “Kao-çi” deniyordu, Orhun nehrinden Güney Rusya’da Volga nehrine
kadar uzanıyorlardı. M.S.450 yıllarına dair kayıtlarda; bunların büyük dini törenler
yaptıkları, bu törenlerde göğe verilen kurbanlar arasında atların da kurban edildiği yer
alırdı, törenlerde şarkılar söylenir, kurt ulumasını andırarak bağırırlardı, bunlar
bugünün halk müziğinde uzun havalarının ataları idi. Anadolu’nun maya tipi
türkülerinin ilk haliydi. Kadın şamanların fal, büyü ve sihiri de töreni süslerdi. Đleride
uzun saçlı kadın kıyafetli şamanlar buradan esinlenecektir. Ama büyük şaman, büyük
rahip yine hükümdardı. Bu törenlerde et yenir, kımız içilirdi, törenin ilerleyen sırasında
“Göğe ok atmak” da onların adedi idi, göğe bakarak ok ve nara atarlardı, tanrısına bir
haber veya elçi gönderdiklerini düşünürlerdi. Bugün düğünlerde havaya sıkılan
silahın kurşunları sanki onların emaneti gibi.

Sonradan Göktürk ve Uygur devletlerini kuracak olan bu Türk topluluğu “Kao-


ci”ların, türeyiş efsanelerinden biri de şöyledir;

“Kao-ci” kağan’ının çok akıllı iki kızı varmış, bu kızlar o kadar akıllı ve o kadar
iyi imişler ki, babaları şöyle bir karara varmak zorunda kalmış. Kağan demiş ki; “Ben
bu kızları, nasıl insanlarla evlendirebilirim! Bunlar o kadar iyi ki, bu kızlar ancak Tanrı
ile evlenebilirler!” Bunu diyen kağan kızlarını alarak, götürmüş ve bir tepenin başına
koymuş, burada kızları, Tanrı ile evlensinler diye beklemiş, kızlar bu tepede Tanrıyı
beklemeye başlamışlar. Aradan epey zaman geçmiş. Ama ne Tanrı gelmiş, ne de
onlarla evlenmiş, kızlar böyle bekleye dururlarken, tepenin etrafında, ihtiyar ve erkek
bir kurt görünmüş, kurt tepenin etrafında dolaşmaya başlamış ve bir türlü de, orasını
bırakıp gitmemiş, küçük kız, kurdun bu durumunu görünce şüphelenmiş ve
kardeşine; “Đşte bu kurt Tanrının ta kendisidir. Ben inip, onunla evleneceğim” demiş,
kardeşi “gitme” diye ısrar etmiş ama, kız dinlememiş, tepeden inerek kurtla evlenmiş
ve bu suretle Kao-çi halkı bu hükümdarın kızı ile bu kurttan türemiş.”

Bu efsane keltlerin, Roma kayıtlarına göre Galya ve Galatlar olarak anılan halk
için, Herkül ile güzel kızın evlenmesine dair Drodoros’un efsanesindeki türeyişe çok
benziyor :

“Bir zamanlar Keltika denilen bir ülkede hüküm süren bir adamın akranlarından
daha uzun boylu, daha güzel, daha çekici, açık tenli, çok yetenekli, savaşçı ama çok
kibirli bir kızı varmış, kendine evlenme teklif edenlerin tekliflerini kendisinden üstün
yetenekleri olmadığı takdirde küçümseyerek reddedermiş. Bir gün yarı Tanrı, yarı
insan Herakles, Keltika ülkesini ziyaret etmiş, burayı beğenerek yerleşmeye karar
vermiş ve Alasia kentini kurmuş. Kenti ziyaret eden kibirli kızımız da bu güçlü,
meziyetli Herakles’i görünce aradığı erkeğin o olduğuna karar vermiş ve birlikte
olmuşlar, doğan oğullarının adını ta “Galatai” “Galates” koymuşlar, bundan doğanlara
da “Galatai”, Galatlar denmeye başlanmış.”

Efsanelerimize göre kurdumuz bazen Göktürklerde bir dişi kurt olacak, bazen
de aynı kurt Uygur’larda erkek kurt oluverecektir.

Kutsal Dağ Motifi, dağdaki mağara, mağaradaki kurt, dişi kurt’la emzireceği
küçük çocuk veya erkek kurtla çiftleşeceği genç kız bizim Türk efsanelerini hep
süsler.

Bazen de, Göktürk efsanelerinde Türklerin soyu “Asina” ailesindendir, Türk’ün


on karısından biri ve en küçüğü olan Asina’nın soyundan gelirler. On anneden doğan
çocuklar babaları “Türk” ölünce bir araya toplanırlar, birini başkan yapacaklardır, bir
ağaca doğru okunu en yükseğe kim atarsa o kağan olacaktır. Asina’nın oğlu en
küçüktü, ama en yükseğe oku o atladı ve o kağan oldu, o günden beri, Türklerde
baba ocağının devamı küçük oğlana aittir. Babaların mal ve serveti, mirası Türk
geleneğinde küçük oğlana “ot-teğin” yani “ateş prensi”ne düşer.

Galatların derin ormanlarda meşeliklerde yaşayan Druidleri gibi şamanda kayın


ağacından inip insanlara yardım eden gök sakallı bir ihtiyardan söz edecek, sonra
bunun adı Müslümanlıkla Hızır’a dönüşecekti. Orta Asya’daki Kırgız Türklerinin Kıdır
dediği, Hızır oluverecekti.

Manas destanında Mana Han, bütün kutsal yerlerin takdisiyle doğmuştu, dağlar,
taşlar, ırmaklar, ardıçlı mezraların, ruhlarıyla doğmuştu. Tıpkı Kelt’lerin Kral Arthur’u
gibi.

Türklere göre insanın insan olabilmesi için, anasının ilk sütünü “avuz” yani
“ağız”ını emmesi gerekiyordu. “Oğuz Han’da, anasının göğsünden avuzunu içip,
bundan sonra içmedi, çiğ et, aş ve süzme” istedi deyişine inanmak kolay çünkü
Oğuz gibi tüm yeni doğanlar süt içiyorlardı, ama hemen sonra et ve içki tabi ki onların
en sevdiği idi. Bizlere gülünç gelen Oğuzhan’ın “Ey ana! Müslüman ol! Eğer
olmazsan, senin memeni emmem” deyişine inanmak zor ama islamiyetle ilave
edildiğini anlamak çok kolaydır.

Türklere göre her şeyden önemlisi Gök idi, sonra yer ve su, sonra insan
yaratılmıştı. Yaradılışta “gök, yer, insan” üçlemesi yer alırdı. Önceleri “gök ve yer”
denilirken, islamiyetle Allah, gök tanrıdan farklılaşınca yer öne geçmiş, gök yerden
sonra sırasını almış ve “yerni kökni yaratkan” “yeri göğü yaratan” ifadesi kullanılmaya
başlanmıştır.

Gök, yıldızlar ile arşı, güneş ile ayı içine alan geniş bir anlam taşırdı. Gök
kubbe, “gökler” olarak anlatılırdı. Gök Göktürkler’de büyük anlam taşırdı, ama
Oğuzlara doğru Đslamiyetle gök, yerin devamına dönüştü, yerden yani ağaç
kovuğundan gelen hatundan, Gök-Han doğdu.

Türkler bilinen tarihleriyle M.Ö. 7000’ler ile M.S.800’lere kadar dinleri


olmaksızın yaşamış, ancak doğan güneşe, geceleri parlayan aya, yıldızlara, göllere,
dağlara ve tüm doğaya olağanüstü bir ilgi ile yaklaşmışlar, var oluşun, yaradılışın
kaynağının bir “nur” olduğuna, o nur’un da mutlak güzellikten doğduğuna
inanmışlardı. O nur’u da gökyüzünü kaplayan, dünyaya hayat veren Güneş ile
simgeleştirmişlerdi. Herkes onların güneşe taptığını sanırken, onlar eski mısır gibi
güneşin simgelediği, tek bir Yaratan’a inanıyorlardı. Güneş’e “gün ana” derlerken,
aya da “ay ata” diyorlardı, simgelediklerinden dolayı da onları kutsal buluyorlardı.

Gök pek çok kata ayrılmıştı, Şaman törenlerinde, Ulu Tanrı’nın bulunduğu gök
katı, 5 nci kat idi. Bazen bu kat, 9 ncu katta olurdu. Şaman bu kata çıkarak Tanrı’ya
ulaşırdı. Üç, beş, yedi, dokuz basamaklarını kullanırdı. Ancak eski Türklerde bu
göğün katı ve Tanrı’nın katı farklı sayılarla ifade edilirdi. 9 sayısı en eski ve en kutsal
sayı idi. 9 sayısı 9 gezegeni ve takvim düzenini ifade ederdi. Altay destanlarında ise,
Tanrı’nın yeri 17. katta idi. Batı Türklerinde de 7 nci katta idi. Bunun sebebi, o
sıralarda Đran mitolojisinin etkisinde kalmalarıdır. O zaman Đran’da 7 kat gök, 7 kat yer
anlatılırdı.
Ancak 9.kat Göktürk mitolojisinde önemli ve doğru bir yerdir. Hakan’ın tahta
çıkması, hakan olmasının ritüeli de böyle idi. Hakan olacak kişi bir keçe veya halının
üzerine oturtulur ve “Doğudan Batıya” doğru yani güneşin doğduğu yönden batıya
doğru 9 kez döndürülerek tahta çıkartılmış olur, hem de Hakan böylece göğün 9 ncu
katına ulaşmış olurdu ve tabi Tanrı’ya da ulaşırdı. Böylece Tanrı’dan kağanlık
kutlamasını alır ve geri dönerdi.

Altaylarda Hakan 9 ncu kata kadar çıkabildiği halde, Şamanlar ancak 5 nci
kata kadar çıkabilirlerdi, daha yukarıya asla çıkamazlardı. Şaman bir kez 9 ncu kata
çıkartılırdı. Baş şaman ve 8 yardımcısı, şamanı bir keçe üzerine oturtur ve havaya
kaldırırlar, 9 ağacı, üçer defa dolanırlar, davulunun ruhu için açık renkli bir at kurban
edilir, şaman 7. katta ay’a ve 8.katta güneşe saygı duruşu yapar, 9.katta Ulu tanrı ile
buluşurdu. Göğe çıkarken şaman PURA adlı atına biner, onunla göğe yükselirdi,
islamiyette bunun adı BURAK olacak, sahibi de göğe çıkan peygamber oluverecekti.
Şamanın çadırının direğinin üzerine de bu göğe çıkış kazınır işaretlenirdi. Bu çadır
direği, göğün direği olarak sembolize edilirdi. Keltlerin 1 Mayıs’ta diktikleri “mayıs
direği” de göğe yükselmenin, çadır direğinin başka bir şekli ve uygulamasıdır.
Keltlerdeki mayıs direğinin ucundaki ipleri tutarak yapılan dairesel dönüş göğe
yükselişin başka bir şeklidir. Yeryüzüne çok yayılmış bir adettir, günümüz avrupası da
bu adedi Keltlerden öğrenen Romalılardan öğrenmiştir. Romalı ve Yunanlıların
direğinin adı da “Universalis Columna”dır.

Türkler Müslüman olunca şamanın atı Pura, Muhammed’in atı Burak nasıl
oluvermişse, şamanın çadırının direği göğün direği de unutulmamış, o da Muhammet
ile birlikte dinin direği oluvermiştir. Aleviler de bu direği Hz. Ali’ye mal etmişler, Pir
Sultan Abdal’a şöyle dile getirmişlerdir :
“Yakacağın bir çorağdır,
Yerden göğe bir direktir,
Bin diceğim bir buraktır
Allah bir, Muhammedi Ali”

“Göğün direği” Türklerde de farklı mekan ve zamanlarda demir ağaç ve demir


direğe dönmüş ve kutup yıldızına atfedilmiştir.

Göğün direğini remzeden çadır direği şamanın göğe çıkışının kanıtı iken, bu
direklere göğe çıkıldıktan ve Tanrı katından dönüldükten sonra bayrak bağlanırdı.
Bugün ağaçlara bez bağlama geleneğinin kökenin de şamanın tanrısına çıkışının
işareti olan bu bayrak yatmakta ve anısı bilinmeden yaşatılmaktadır.

Göğün direğinin ağaçtan olması, ona “göğün ağacı”, “dünya ağacı” sonra da
“dünyanın direği”, en sonunda da “şehrin direği” isimlerini almasına neden olmuştur.
Türk tatar köylerinde köyün merkezindeki direk, avrupada da pek çok köyde
geleneksel “mayıs direği” olarak halen yer almaktadır. Keltlerden kalma “Beltane” 1
Mayıs Bayramı böyle yaşatılmaya devam edilmektedir.

Göğün direği sonra, göğün bir dayanağı şeklinde düşünülmüş ve göğün


dayanağı, direğinin dağlar olduğu sembolize edilmiştir. Dağlar Keltler gibi, Türklerinde
kutsalı olmuştur. Tanrıya ulaşmanın yolu olarak görülmüştür.
Sonra “göğün direği” deyimi zamanla değişerek ulu ağaçlara dönüşmüş, hayat
ağacı oluvermiştir. Kayınlar, ardıçlar, kavaklar göğün direği olmuş, Tanrıya ulaşmanın
yolu kabul edilmiştir. Sonra dağlarda ve yüksek tepelerde yakılan ardıç ateşinin
dumanı ile göğe çıkma, Hacı Bektaş Veli’de tanrıya ulaşmaya dönüşmüştür.

Keltlerin ve Türkmenlerin ateşin etrafında dönüşleri ve dumanı ile göğe çıkışları


birbirine çok benzeşiyordu. Onlar gökteki aynı tanrılarına ulaşıyorlardı.

Göktürkler;
“Üze Tengri, asra yer”

Uygurlarda;
“Üstün tengri, altın yer” oluyor ve diyorlar ki;
Üze tengri, asra yer (üstte tanrı (gök) altta yer)
Üze tengrike/tegir (yukarıda göğe değiyor)
Üze on kat kök, asra sekiz kat yer (üstte on/kat gök, altta 8 kat yer)
Üstün tengri yeri, altın tamu yeri (üstün Tanrı katı, altın cehennem yeri)
Üstün Tengri, altın yalan gök (üstünde Tanrı, altında insan)

Budizm etkisindeki Uygurların katkısıyla Türklerin Tanrısı gökte iken ve “gök


ve yer”den söz edilirken, Đslamiyetle bu kez “yer ve gök”ten söz edilmeye başlanmış,
Türklerin göksel tanrısı yere indirilmiş, saygınlıkta yerden sonra yerini almıştır. Ancak
Tanrı insana daha da yaklaşınca, bu kez dağlar, tepeler, ırmaklar, Solcul-Yersel
inançla tapınma konusu olmuştur.

Göktürk yazıtlarındaki “Tengri teg Tenri” “göğe benzer gök” veya “göğe benzer
tanrı” ifadesi islamiyetle unutulacak, Türk’ün “Tanrı göğün maviliği ve sonsuzluğu
gibidir” anlatımı kaybolup gidecek, Türklerin düşlerindeki göğün yüceliği, Tanrı’nın
yüceliğinin simgesi iken ve ona “Tengriler Tengrisi” (yücelerin yücesi) derlerken,
kafaları karışıp gidecek. Gök kelimesi mavi, Tengri kelimesi gök olarak anlatılacak,
her şey değer ve anlamını Đslamiyetle yitirecektir.

KISIM IV
GÖK; YILDIZLAR, BURÇLAR

Türklere göre güneş doğunun, ayda batının sembolü idi. Şaman yüzü doğuya
donuk olarak, güneşe üç kez diz çökerek, selam verirdi, çadırının kapısı da doğuya
bakardı. Göktürkler doğuya “gün doğuşu”, batıya “gün batışı” güneye “gün ortası”
derlerdi. Karanlıklar ile gece diyarı kuzeye ise “tün” veya “gece ortası” derlerdi.

Güneş Türkler için ana idi ve ay ise erkek, baba idi, Türkleri mani dini etkisiyle
ilk atası, ay-ata olmuştu. Ancak sonradan ay gökte 7.katta, güneş 8.katta, Tanrı’da 9.
katta yerini almıştır. Türklere göre “Tanrının tahtı, ay ile güneşin çok üzerinde idi”
Bu nedenle güneş ve ay, aşağıdaki Tanrı’nın ışığını yansıtırdı. Onlar birer “toli”
yani “ayna” idi. Cengizhan’ın küçük oğlunun adı da “Toluy” ayna idi. Şamanlar bu
nedenle yanlarında ayna taşırlar, fallarını aynaya bakarak açarlardı. Bugün pek çok
öğretide kişi aynaya baktığında, ayna yine Tanrı’nın ışığını, görüntüsünü yansıtır, kişi
tanrısını görür, böyle simgeleştirilir.

Altay Türklerinin bir efsanesinde; “Önceleri insanoğlu, daha saf ve daha iyi idi.
Zaten, kendileri de cennette yaşıyorlardı. Bunun için ne güneşe, ne de aya gerekleri
yoktu. Tanrı, onları insan kılığına sokup, yere indirince, günah işlemeğe başladılar.
Tanrı onlardan, NUR ve IŞIĞINI esirgedi ve onlar karanlıklar içinde
kaldılar,KENDĐLERĐ IŞIK SAÇARLAR ĐKEN, artık saçamaz oldular. Bunun üzerine
toplanıp, Tanrı’ya kendilerini bağışlamasını istediler, Tanrı da onları bağışladı ve
güneş ile ayı yarattı” deniliyordu. Şamanlar ışık çocuklarını, hep bu ve buna benzer
efsanelerdeki, “insanın ışık saçmasından” esinlenerek anlatacaklardır.

Aynı Keltler gibi Şamanlarda güneş bayramı düzenlerlerdi, Yakut Türklerinde


ilkbahar gelince, Tanrı için Ay ve Güneş bayramında saçı yapılmaya başlanırdı,
Keltlerin güneş ayini gibi. Türkler de sonbaharda kış günleri yaklaştığı için kötü
ruhlara cadılara saçı yaparlardı, tıpkı Keltlerin “Samhain” ölüler bayramı gibi,
Hıristiyanlara kalan cadılar bayramı gibi.

Türkler Đslamdan önce insanın yaradılışını Keltler gibi çamura bağlamıştır.


Efsanelere göre su, ateş, toprak ve rüzgar ile sel sularındaki çamur bir mağaraya
dolmuş, mağara tıpkı bir kadın gibi imiş, içi de insanlara can veren bir kadın rahmi
gibi imiş, dokuz ay rüzgar durmadan esmiş ve ay-ata oluşmuş, sonra Ay-va kadın
oluşmuş 40 çocuğu olmuş, çocuklarının yarısı erkek, yarısı kız imiş, Keltler de
mağarayı bir kadın rahmine benzetirlerdi. Đnsanın çamurdan yapılması da
Sümerlerden duyulmuş emanet alınmış bir inanıştı, sonraları Müslümanlığın ve
Hıristiyanlığın emanetinde kalan Adem ve Havva’nın çamurdan, kaburgadan
yapılması hikayesi gibi. Hıristiyanlığın “E-va”sı ile Müslümanların “Hav-va”sının,
doğuşunun öyküsü de belki bu “Ay-va” hatun denilen ilk dişinin yaratılmasında
saklıdır.

Türkler güneşe ve aya tanrı gibi kutsal baksalarda, onların efsanelerinde hem
güneşi, hem ayı, bir “Ulu Tanrı” yaratmıştır. Ancak Uygurlar Mani ve Buda dinlerini
benimsemeye başlayınca, kafaları karışmış “Ay Tengri”, “Gök tengri”nin yanında yer
almaya başlamıştır.

Türkler de Keltler gibi gökyüzü ile ilgilenirlerdi. Gök hem tanrının mekanı idi,
hem de yıldızlar ve gezegenlerin.

Onlar Satürn’ü tanır ve ona “Zuhal” Sekentir derlerdi. Jüpiter’e “müşteri”


(önceleri eren-tüz, 11 yy’dan sonra Öngay, Ongay) derlerdi, Mars’ın adı “Merih” idi
(Bakır Sokum’a, Anadolu’da yaldırık denildi.) Merkür’ün adı da “Utarit” idi (Türkler ona
Tilek veya Dilek’te derlerdi) Venüs’ün adı “Zühre” idi (kervan çulduz, erte çolpanı da
derlerdi.)

Türkler burçları da bilirlerdi. Kutadgu Bilig’de şöyle sıralarlardı


“Oniki burç (ükek) vardır, bunlardan başka,
kimisi iki evli, kimisi tek evlidir.
Yaz yıldızı kuzu(koç) sonra da ud (boğa) gelir
Đkizler (Erendir) kuçık ile dostca yan yana gelir.
Gor, Arslan (esed) burcu ile, komşu bugday başı (başak)
Sonra Terazi (ülgü) burcu, sonra yengecin (çadan) eşi,
Sonra geldi Oğlak, kova (könek) hem balık,
Bunlar doğarsa eğer, aydın olur, Gök kalık”

Burçların özelliklerini de Kutadgu Bilig’de şöyle göreceğiz;


“Bil ki bunlardan üçü bahar (yaz), üçü yaz (yay) yıldızıdır.
Üçü güz, üçü kış yıldızıdır, bil !
Üçü ateş (ot) üçü su, üçü rüzgardır (yel) bil!
Üçü toprak oldu, dünya ve iller oldu, bil !
Bunlardan biri birine düşman (yağı)
Tanrı düşmana düşman verdi, kesti savaşı (çoğı)
Uyuşmaz (karışmaz) düşmanlar, barıştı (yaraştı) içlerinde !
Görüşmez düşmanlarsa, kaldırdı öçlerini !
Düzenleyen (itigli) tanrım, özlere düzen verdi !
Düzen verdi, düzdü (tüzdi), hepsini barıştırdı.

Türkler küçük ayı burcunu bilir, ona dört tekerlekli bir arabayı çeken iki at
derlerdi. Asya’da, Anadolu’da onun adı koyun ağılı oluverdi. Adı Altay Türklerinde “il
yettegen” yani “il yedigen” idi. Arabayı ak ve kır atlar çekerdi, yedi kardeş, yedi bekçi
idiler. Bazen destanlarda yedi kurt ya da yedi köpek olurlardı.

Büyük ayı burcunun adı ise “Yediger”di, ona Anadolu’da yedi kör, yedi eşek
diyeceklerdi. Altay Türkleri “at yettegen” yani “at yedilisi” derlerdi, destanlarda yeti
arkar (yedi dağ koyunu) koş ögüz (iki öküz) veya iki karındaş (iki kardeş)te
denileverecekti.

Türklerde yeni yılın başlaması, tabiat olayına dayanırdı. Bahar, Nevruz, yeni
yıl demekti, otların yeşermesi, göğün gürleyerek ilk yıldırımların toprağa düşmesiyle
yeni yıl başlardı. Türkler yaşlarını yeni yıla göre hesaplar ve “ben 40 yeşerme
gördüm” derlerdi, “kırk kez baharı gördüm”, “kırk yaşındayım” demekti, bugünkü
kullanılan yaş kelimesi yeşermeden doğmuştur.

Yeni yıl, yılbaşı bahar bayramı idi, mevsimle birlikte sütler çoğalır, süt saçıları
yapılırdı. Altaylarda Kırgızlar ellerinde süt kapları ile çadırın dışına çıkar, çadırın
duvarına kapları vurarak, “eski sene geçti, yeni sene hep geldi” derlerdi. Đlk
yıldırımlarla köylüler hep birlikte yüksek bir dağın tepesinde toplanır, Tanrı’ya yalvarır,
yakarır, köye dönüşlerinde dört yana süt saçarlar ve saçı töreni başlardı. Moğollarda
da 9 delikli bir kaşıkla keçe üzerine süt serperlerdi.

KISIM V
YER; DAĞLAR, MAĞARALAR, ATEŞ, SU, HAVA, AĞAÇLAR

Türkmenlerin Anadolu’ya gelirken yanlarında getirdikleri ve Galat’ların da çok


değer verdiği, inançlarını sembolize ettiği doğaya, hayvanlarına, ağaçlarına,
dağlarına, taşlarına, ateşlerine bir göz atalım ;
Türkler, Keltlerin ana rahmi gibi değer verdikleri mağaralara çok önem
verirlerdi. Şaman veya devlet teşkilatından olanlar bir “Ata mağarası”na girer, çıkar,
ona saygı gösterir ve orada törenler düzenlerlerdi. Bu çoğunlukla efsanelerindeki
kurdun yaşadığı mağara idi. Onun için orada, mağarada, yere, göğe ve han soyuna
kurbanlar kesilirdi. Törenin sonunda da mağaranın çevresine “kayın” ağaçları dikilirdi.
Mağara ilk insana nasıl ana rahmi görevi yapmışsa, Türkün yaradılışına neden
olmuşsa, dinlerle birlikte mağara, Türkler için yer altı dünyasını yer yüzüne bağlayan
bir kapı gibi görülmüştür.

Masallarda bir bahadır avlanırken karşısına bir geyik çıkar, o da geyiğin peşine
düşer, geyik kaçar, o kovalar, Bakır dağının ardına gelirler, birden bire dağ açılır
geyik delikten girer, avcı da mağaradan içeri girer, kimi kez Sibirya masallarında
Tanrı karşılarına çıkar, kimi kez 13 kıza rastlar, kimi kez de mağara onu yer altındaki
kötü ruhlara götürür, ama kimi kez de onu Kuğu Hanım kurtarır, ona eş olur. Mağara
kimi kez de yakut Türklerinde yer altının kapısı oluverir. Anadolu’da da; günümüzdeki
masallarda çoğunlukla genç önüne çıkan bir geyiği kovalar, geyik bir mağaradan içeri
girer, genç de onu takip eder, mağaradan geçince bir düzlüğe çıkar (sanki
Ergenekon) cennet gibi bahçelerde Mine Hatun’a rastlar.

Altay Şamanları yer altına giden bu kapıya, bu mağaralara dünyanın bacası


diyeceklerdi, yer altına giderken bu mağaraya gireceklerdi, Anadolu’da Galatlarla
karşılaştıklarında gördükleri geyikler ve kutsal mağaralar onları işte bu nedenle
keyiflendirecekti.

Türklerin efsanelerindeki Cıgı’larını temsil eden geyikleri, kuşları, kurtları ne


olmuştu? Türkler Müslüman olup Anadolu’ya göçünce onları Asya’da mı
bırakmışlardı? Onlarsız mı gelmişlerdi? Hayır. Türkler, Türkmen oldular ama
geyikleri, kuşları, kurtları yine yanlarında idi. Türkler, Türkmen de olsalar, yırtıcı
kuşlar, kurtlar, ayılar, geyikler, ceylanlar ve arslanlardan pek çok hayvandan büyük
bir kutsallıkla bahsetmeye devam ettiler. Bu hayvanların her biri önceleri bir boyun
Çığı’sı iken, Oğuz döneminde birer kutsal sembol, daha sonra da bayraklarında birer
arma halinde kaldılar.

Şamanın biçim değiştirmesinde yer aldığı gibi Anadolu’da da Bektaşilik adı


altında tekrar hatırlandılar ve ona “don değiştirme”, “donuna girme” adı verilerek,
şekline girilen bu kuşlar, kurtlar, geyikler hafızalarımızda böylece yaşatıldılar.

Hani şamanın Tanrı katına çıkarken, bindiği atı vardı ya, adı “Pura” idi, sonra
Hz. Muhammet’in adı “Burak” olmuştu, işte o “Pura” Altay dağlarındaki Teleüt
Türklerine göre her şamanın canı idi, oralarda “Tın-bura” deniliyordu. “Bura”, “Bur”,
“Pur” Kuzey Türk ağızlarında geyik veya ren geyiği demekti ve Tin’de ruh demekti,
şamana “Geyiğin Ruhu” denilirdi, şamanlar bu nedenle sık sık geyik donuna girmiş
olurlardı. Hikayelerimizde okla yaralanan bir geyik kaybolunca, aynı yerde yaralı bir
dervişin ortaya çıktığı söylenirdi, bir geyik ölünce bir şaman ölürdü.

Şaman silkinir başka bir insan donuna geçer, çabuk koşan olur, deniz yutan
kardeş olur, han oğlu, bey oğlu olurdu, olmazsa bir kuş olur, leylek olur, doğan,
atmaca, güvercin, kartal oluverirdi.
Türklerin her kabilesinin ayrıca bir kutsal hayvandan türediğine de inanılır. O
hayvanın da onların Cıvı’ları ataları olduğuna inanılırdı ve asla hayvanın etini
yemezlerdi, diğer kabileler ise onu rahatlıkla yiyebilir, onlar da kendi kutsal hayvanını
yemezlerdi.

Yakutlar beyaz lekeleri olan at veya inek, karga, kuğu, atmaca, kartal, turnayı,
kutsal sayarken, onların adlarını bile ağza almaktan korkar ve çekinirlerdi.
Yalnızca şaman bu kutsal hayvanlara dokunabilir, öldüğünde onların derilerini
kullanabilirdi. Her kabilenin kutsal hayvanının ruhu, “Hayvan-ana” inancı ile kabilenin
şamanında bulunurdu, Şamanlar da kabilelerinin kutsal hayvanı kadar büyük veya
önemli olurdu. Küçük ve önemsiz hayvanının “hayvan-anası” olan şaman da, o
nisbetle değerli olur, çok güçlü sayılmazdı. Ancak biliyoruz ki, şaman olgunlaştıkça
da yeni bir “hayvan-ana” olabilirdi. Mesela; boğa, aygır, geyik, kartal, ayı gibi iyi
hayvan-ana da olabilir.Kurt veya köpek gibi kötü hayvan-ana da olabilirdi. Şaman bu
hayvanların tüm güçlerini toplamak için onun kemiklerini yanında taşır ve derisine
bürünürdü, yani gerektiğinde o oluverirdi. Şaman Elbisesi, hayvan-ana’yı temsil eden
elbiselerdi. Güçlü şamanlar, törenlerde kurt derisini sol yanına, ayı postunu sağ
yanına alır, türlü balık ve yılan derilerini de üzerinde taşırdı. Çıngıraklar, demir ve
kemikten delik plakalar, hayvan tüyleri, ikinci derecede kutsal eşyalardı. En çok
kullanılan kartal, ayı ve geyik elbiseleri idi, kurt elbisesi çok az giyilirdi.

Geyik elbisesinin en belirgin yeri başlığı idi. Geyiğin boynuzu miğferin


notozunun üzerinde olurdu, kuş elbisesinde ise, kartalın kuyruğu ve kanatları
elbiseye dikilir, tüyleriyle de ayakkabıyı süslerdi. Ayı elbisesinde en önemli yer,
şamanın çizmeleri idi, ayının ayağından yapılırdı, kemikleri de elbiseye tutturulurdu.
Tabi en önemlisi ayının dişleri ve elleri idi, şaman onu, kendi dişlerine tutturur,
pençelerini de elinin üstüne yerleştirirdi.

Aynı elbiseleri Antep Nizip’te yaşayan “Barak Baba”da ve Bursa’da yaşayan


Bektaşi babası “Geyikli Baba”da göreceğiz, Geyikli Baba geyiğe biner, tepesinde
geyik boynuzu olan bir şapka taşırdı. Bunlar, yalnızca rahip veya sihirbaz olan, tören
yöneten şamanlar değil, onbinlerce Türk’ü Anadolu’ya yerleştiren, savaştıran kişilerdi.
Anadolu’nun bu şamanları hem atalarını unutturmuyor, hem de hemen şekil
değiştirebilecek sihire sahip olduğunu halkına göstermek istiyorlardı. Hani rivayet o
ki; Orhan Gazi ona şarap ve rakı gönderir de, o da dilediği kadarını yağ ve bal yapar
ya, onun gibi. Tıpkı Ahmet Yesevi’nin turna donuna, Bektaşi Veli’nin güvercin, Abdal
Musa’da geyik donuna bürünmeleri gibi. Hani Bektaşi Veli’yi Anadolu’da karşılayan
Doğrul Baba vardı ya! O da güvercin şeklindeki Bektaşi Veli’yi, kartal donunda
karşılamıştı, ama Bektaş silkelenip, hemen “adem” donuna dönünce, onu
boğazından tutvermişti ya, işte bu hikaye, Şamanların silkinip başka biçime
dönüşmesinden başka bir şey değildi. Sanki, Doğrul Baba’da, Türklerin meşhur av
kartallarından “Togrıl”, Togrul’dan başkası değil idi.

Türkler de Keltler gibi gök tanrıdan, gökten korkarlardı, bir kısmı yıldırım
düştüğünde korkar, Tanrı’nın kızdığını düşünerek çadırlarından çıkmazlardı. Çadırda
bulunan yabancıları hemen dışarı çıkarır, çadırı da siyah bir örtü ile örterlerdi. Bir
kısmı da gökten yere düşen bir ejderhanın kuyruğunu yere vurunca ağzından ateş
çıktığını düşünürlerdi.
Türklerin bir kısmı yıldırımın Tanrının mesajı olduğuna ve onun uğur
getirdiğine inanır, bir kısmı da yıldırımın kötü ruhlardan çevreyi koruduğunu, yıldırım
düşeceğini anlayan kötü ruhlarında hemen sincapa dönüşüp, ağaç kavuklarına
saklandığını, yıldırımın da o ağaca düşerek kötü ruhtan insanları koruduğuna
inanırlardı.

Ayrıca bir eve yıldırım düşünce 3 gün beklerler ve evin semtine bile
uğramazlardı, üç gün geçince şamanlar toplanır, eve giderlerdi. Bir baş şaman ve 8
yardımcı şaman atlarına binerler, evin etrafında 3 defa dönerlerdi, hep evin kapısına
bakarlardı. Sonra atlardan inerler baş şamanın etrafında toplanırlardı. Baş şaman
şarap dolu sürahiden kaseye doldurur ve havaya şarap saçardı, herkes saygıyla
durur şamana bakardı. Sonra yere bir keçe sererler, 9 şaman keçenin, kenarlarından
tutarak, havaya kaldırır ve indirirdi, sonra kurşun eritilir, şarap veya sütün içine kurşun
dökülür, baş şaman da dökülen kurşuna bakar, kehanette bulunurdu. Günümüzde
Anadolu’da kötü nazarlar için dökülen kurşunun hikayesi de bu olsa gerek.

Türkler yıldırıma “yaşumak” “parlamak” derlerdi, sonra “yalımak” denildi,


yaldırmak, yaldırık, yaldırayık denilmeye başladı, yaldırmak, yıldırmak sözcüğü
bugün yıldırım oldu.

Ateş, Keltlerde ve özellikle rahipleri Druid’lerde ne kadar önemli ise; Türklerde


ve özellikle de Şamanlarında o nisbette önemlidir. Tabi ki; bütün insanlık tarihinde
hayatın temeli gözüken ateş zaten büyük bir değer, ancak insanlık tarihini
inceleyenler çoğu zaman ateşi ve ışığı dinlerin içinde bulmuşlardır. Oysa Türklerde
ateş, dinin değil, ailenin, devletin içinde görülecektir.

Türklerde ateş Tanrı değildir, hiçbir zaman olmamıştır, ancak Türklerin ateşi
yine Tanrı ile ilgilidir ve Tanrı tarafından gönderilmiştir.

Türkler ateşi tapmak için yakmazlar, temaşa göstermek için, Tanrı’ya haber
iletmek ve ibret almak için, seyredilmesi için yakarlardı.

“Mukaddes Doğu”da yakılan ulu ateş (uluğ-ot) tanrıya sunulan kurbana, batıda
yakılan küçük ateş (kicik-ot) ikram için kurbana kullanılırdı.

Friglerde, Ana tanrıça için rahiplerin ateşin etrafında dönmesi, dönüş sonunda
rahibin sunak üzerinde cinsel organını kesmesi, Tanrı ile bir olmasına “gal” olmak
deniliyordu ya; Moğollarda Türklerden gördükleri ulu ateşe, onların ateş tanrısına
yaptıkları duaya “gal” diyorlardı. Đlginç değil mi?

Altay Türklerinin ateş duasında;

“Ey kraliçem, ey annem ateş!


Sen Hongay ve Gur-Hotu-Han dağlarının tepesinde biten, “akarak ağacından”
yaratılmışsın!
Sen, anamız ötüken eteklerinden ortaya çıkmışsın.
Tanrıların hakanı tarafından icad edilmiş ve yaratılmışsın! Ey annem ateş!”
Deniliyordu. Onlara göre ateş, sadece tanrının gönderdiği idi.

Yakutlarda ise;
“Bir kartal kendi keyfi için taşları birbirine çakıyor ve bir ateş yakıyor” derken;
Yakutlar göğün üçüncü katında oturan (Gök tanrısının oğlu mu?) “ulu-toyan”
tarafından “ateş kargası” ile (bu kez kartal değil) insanlara gönderildiğini anlatacaktı.

Altay efsanesinde ateş için;


“Bir kurbağa yüce tanrıya kadar ulaşıyor ve orada, ateş yakmanın sırlarını
öğreniyor. Dağın üzerindeki bir taş ile huş ağacından aldığı bir kav parçasını
kullanarak ilk ateşi yakıp öğretiyor” denilirken Moğollarda daha gerçekci olarak ateşin
“galta-ula” yani volkandan geldiği söylenirdi.

Göktürklere göre Tanrı Ülgen; ateşi, ocağı (yani sacağı) ile birlikte
göndermiştir. Ateşin yandığı aile ocağı bu nedenle çok önemli idi. Anadolu’da ki “ata
ocağı”, “baba ocağı” kelimeleri oralardan kalmadır.

“Ocağın sönmesi”de, Tanrının o ailenin yaşamın sönmesini istemesi


anlamındadır. Tanrı o aileden ateşi geri alacak ve ateş sönecektir. “Ya evlad bir, ya
ocak kor” deyişi, “ocaksız” “odsuz” deyişleri, ateşin Tanrı tarafından verildiğinin ve
geri alındığının izlerini taşır.

Dinler veya kültürlerdeki ateş gibi, Türklerde ateş dışarıda ve herkesle birlikte
yakılmaz, yalnızca aile ocağında, evin içinde yakılırdı, istisna olarak yalnızca hanın
tahta çıkışında göğe haber vermek için ortada ve ulu bir ateş halinde yakılırdı, bu
nedenle ateş ve ocak Türklerde aile için çok önem taşımaktadır.

Ancak Türkler yeni eve, eski evden ateş alarak götürürlerdi, en küçük oğul
baba ocağının ateşini korurdu. Onun adı “Od-Tegin” (ateş prensi) idi. Bugün
Anadolu’da en eski ev, en eski ailenin ocağı bu nedenle hala en saygın ve itibarlıdır.
Sahibi genç bir delikanlı bile olsa, onun evi veya çadırı, en eski ocak olması halinde
en saygı duyulan ocaktır. Onun önünde yaşlı veya genç hep eğilirken, ona “ocak”
derler, bugün pek çok alevi köyünde bilinmeden bu yaşatılır, o aileye “ocak” denir,
halbuki o kişi yalnızca “Od-Tegin”dir, “ateş prensi”dir. O kişinin önünde eğilmede,
eskiden en eski ocağın ateşi önünde selam veren, niyaz gösteren Altay Türklerinden
kalmadır. Alevi babasının önünden geçerken eğilerek edilen niyaz, Yakutların,
sözlerini söylediklerini doğrulamak istedikleri zaman, ateşe eğilip, ateşe konuşmaları
ve ocağın ateşinin çıtırdaması ile de söylenenlerin doğru olduğunun anlaşılması
seromonisinden kalmıştır.

Ateş, hep Türklerle idi. Nişanlı kızlar onu selamlar, yeni gelin saçı saçar,
damadın arkadaşları ateşe yağ döker, alevler bacayı sarar, aile sofrası ocağın ateşin
karşısında olur, aile yemeğe başlamadan ilk lokma ateşe atılır, ilk yudum ocağa
dökülürdü. Doğum yapan yeni anneye “al-bastı”nın musallat olması, ateşin külü
hafifce oynadığında da “Og kuta oyn yuur” “çocuk ruhu oynuyor” eve çocuk gelecek
denmesi, ateşin karşısındaki tebrik ve kutlamanın “el çırpmanın” adının “alkış”
olması, Al-ateş, al-bayrak, al-alevi hep ateşten bizlere emanettir.

Türkler ateşe basmaz, çiğnemez, tükürmez, kötü söz söylemez, su ile


söndürmezdi. Tıpkı bugün hıdırellezde yaptıkları gibi, ateşe basmadan üzerinden
atlamalarının sebebi işte budur. Keltlerin “Beltane”, 1 Mayıs’ta Ateş Tanrısı Beltane
için yaptıkları festivaldeki ateşin üzerinden atlamaları gibi.
Türkler rüzgara da çok önem verirlerdi. Tanrı ve Rüzgar dağların tepelerinde
birlikte otururlar ve Tanrı rüzgarı estirirdi. “Tengri esin esnetti” derlerdi. Yaz ve kış
rüzgarları diye ayırırlar, dört yönden rüzgar geldiğini bilir ve o rüzgarlara “tört bulung”
“dört kenar” derlerdi. Türklerin en kutsal yönü doğu idi, doğudan esen rüzgar uğur ve
iyilik getirirdi.

Doğudan gelene “bahar rüzgarı” da derlerdi, ilkbaharda gelen rüzgar yeni yılın
rüzgarı idi. Đlk mevsim rüzgarlarına “Öngdin”, “öngdin Yeli” derlerdi. Batı’dan gelen
rüzgarlarda soğuk getirirdi. Buna batı karayeli denilir. Kuzeyin rüzgarları ölüm getirir,
her şeyi kurutur, dünyayı varlıksız bırakırdı. “Kara” kuzeyin de sembolüdür. Kara,
kötülük ve fenalığın da sembolüdür, “kara kış” sözü de o günlerden kalmadır.

Türkler için su da çok önemlidir. Gökten sonra Ogan’ın oğulları yer-su’lar


gelirdi, yer-su’lar Türklerin koruyucuları idi. Türkler suya çok saygılı idiler, arı su, iyi
su onlar için çok önemli idi. “Edgülug suvı” “iyilik suyu” iyi dilekler için söylenirdi,
günümüzde Alevilerin bayram arifesinde yıkanmak için eve ait veya yakın bir
akarsudan getirdikleri duru ve iyi su ile yıkanıp, iyi dileklerde bulunmaları, dilemeleri
ile yunmak, arıtınmak (yıkanıp arı olmak), arılık ve duruluk ve dirilik dilekleri,
yakarışları o günlerden günümüze emanettir. Eski Türkler de su’ya “sub” denilirdi.
Belki Çin’den alınmış bir söz idi, “Suei”. Uygurlarda “sug” derlerdi. Đdil ırmağı’na da
“Đtil Sugi” denirdi. Irmakların suyuna Göktürklerde “içit”te derlerdi. Đçtikleri bu suya
Göktürkler “Iduk Yer-Sub” “mukaddes yer ve su” derlerdi. Türklere göre su da ateş
gibi Tanrı tarafından gönderilmişti. Ondan suya çok saygı gösterilirdi, suyun içine el
sokulmaz, arı ve akar sudan ayakla basılarak geçilmez, içilirken başın üzerine de el
konulurdu. “Đdillug Su”, “hayat suyu” “ölümsüzlük suyu” idi ve “tiriglig subı”da “dirilik
suyu” idi.

Dağlar da çok önemli idi. Yücelik ve “arılığın sembolü” dağlardı. Türklere göre
Tanrı, önce gök, sonra yer ve insanı yaratmıştır. Yer derken, dağı, denizi, tepeyi,
çukuru anlarlardı. Dağlar, insanın arkasını dayayacağı, güveneceği ve güvenilir
yerlerdi. Budizm zamanından kalma dağlarda bulunan mağaralar da en kutsal yerler
idi. Dağlar ak dağlardı, Ak dağlar da kutlu ve ilahi dağlardı. Akdağlar nasıl cennetlik
bir yer ise, Türklere göre Karadağlar da karamsar yerlerdi, iç açıcı değillerdi.
Kutsallaşan gökçe dağları, altın dağları, bakır dağları vardı, demir dağı idi Ergenekon
ve elmalı, meyveli dağlar olurdu, geçit vermeyen dağlar gibi. Avlanılan, kuşlanılan
dağlar olurdu. Bağlı üzümlü dağlar, dumanlı, geyikli dağlar, göğsü güzel gökçe dağlar
söylenirdi. Tabi kaba, kara kara dağlarda vardı; karlı buzlu dağlarda. Dualar edilirdi,
beddualar ve yeminler edilirdi, and içilirdi, selamlar gönderilirdi dağlara ve kurbanlar
kesilirdi.

Bir dağ yamacında doğan güneşe doğru 3 kez diz vurulur ve dağ selamlanırdı.
Dağ başlarında doğuda büyük ateş ve batıda küçük ateş yakılırdı. Tanrıya büyük
ateş bırakılır. Kendilerine kurban eti pişirmek için küçük ateş hazırlanırdı.

Türkler ağacı kutsal bilirlerdi, göğün direğiydi ağaç ve tanrıya uzanan bir
yoldu, tıpkı Keltler gibi. Gökten iki ağacın arasına düşen bir ışık ile iki ağaç
kovuğunda çocuklar olduğunu anlatırlardı. Mani dini etkisindeki Uygur efsaneleri,
Oğuz’un ikinci karısı da bir adacıktaki ağaç kovuğunda bulunmuştu, ağaç kültü ile
orman kültü bile Türklerde farklılık göstermiştir. Ormanlı Türkler Göktürklerin
doğusunda idi. Onlara Ağaç-eri’de denilirdi, günümüzde yaşayan Tahtacıların ataları
idiler belki. Onlar orman içinde değil çevresinde yaşarlardı, Şamanları da orman
içinde. Onlar aslında yaylacı idiler. Anadolu’ya göç edenler onların çocukları idi.
Bugün belki Anadolu’nun yüksek yaylalarında yaşayan Türkmenlerin ataları idiler.
Yörükler, Tahtacılar veya Aleviler idiler.

Türklerin evinin önünde bir ulu ağaç olurdu, bu evin süsü idi ve duygusuydu.
Evin ağacı kesilmezdi, ancak bir felaket sonunda kesilebilirdi, her köyünde ayrıca bir
de yaşlı ağacı olurdu. Çocuğu olmayan Yakut kadınları yaşlı ulu bir kara çam
ağacının altına gelir, ağacın altına serdikleri beyaz at derisinin üzerinde dua eder,
çocuk isterlerdi. Belki ulu bir ağaca ilgi bu eski emanetten kalmıştır. Mezar başlarına
da ladin dalı dikerlerdi. Asya’da “arça” denilen ardıç ağaçlarının mezarlara dikilmesi
de en eski geleneğimizdendi. Türklere göre ölünün gömüldüğü yeri belirsiz etmenin
veya gizliden belli etmenin en iyi yolu mezarın başına ağaç dikmektir. Böylesine
kutluk yeri olan bu ağaçlara da, sanki bir tuğ veya sanki bir bayrağı simgeler gibi
üstlerindeki elbiseden koparılan paçavralar bağlanırdı, belli etmek için.

Türkler de ardıç çok kutsaldı, ardından söğüt gelirdi. Elma ağacı da Türklerin
kültüründe geniş yer tutar. Çocukları olmayanlara elma yemesinin söylenmesi,
güveyin yeni gelinin önüne elma atması, sevgiliye elma gönderme hep eski Türklerin
elma ağacından kalan anılarıdır.

Ve karaağaç, çam, çınar, kayın ağaçları önemli idi.

Altay Türkleri ağaca öyle saygılı idi ki; ormana ava giderken, temizlenir,
yıkanır, yalan söylemez, av öncesinde cinsel ilişkide bulunmazlardı. Yakutlar orman
tanrısından söz ederken, müslüman olan Türkler de “orman iyesi”nden, orman
ruhundan söz ederlerdi.

Ormanlarda yaşayan Türklerde ormana saygı duyulur, ormanları olmayan


Türklerde ise ağaca sevgi yaşatılırdı.

Keltlerin druid rahibi ağaç dallarının altını nasıl kutsal bulur ve tanrıyla orada
buluşursa, Türkler için de bir ulu ağacın altı aynı idi, altında toplandıkları ulu ağacın
bir dalını dahi kesmezlerdi.

KISIM VI
ŞAMAN ve ĐNSAN

Türkler ve onların Şamanları, “Nur’a muhabbet”te güneş, ay ve Zühre yıldızının


kutsallığını bilirlerdi. “Dem’e muhabbet”lerinde ise, insan ahlakının temizliğine
inanırlardı. “Đnsana muhabbet”lerinde de, aynı asıldan geldiklerini düşünerek,
tüm insanlarla kardeş olduğunu söyleyerek, onları severlerdi.

Onlar aslında evrenin sırlarını merak eder, öte dünyaya gidip gelerek sırlara
ulaşmaya çalışırlardı.

Şaman, doğa üstü olaylarla iç içedir. Şaman olmaya çağrılışı, şaman hastalığı,
vücudunun parçalanıp etin kemikten ayrılışı, çektiği çile, ritüelik ölümü, yeniden
doğuşu, şaman ağacında terbiye edilişi ile, bundan dolayı şaman toplum içinde bir
farklı statüdedir.

Şaman, sanki bilinmeyen öteki dünyanın temsilcisi, kutsal bilgilerin sahibi, ruh
ile beden arasındaki ara bulucudur. Şaman gören, anlayan ve iletendir.

Şaman, tıpkı bir Druid rahibi gibi, avın bol olmasını sağlar, gelecekten haber
verir, dinsel törenleri düzenler, kurban sunar, hastaları iyileştirir, kısırlığı önler, ölen
kişinin ruhunu öteki dünyaya götürür.

Şaman; din adamı değildir, ancak dinsel ve toplumsal işlevleri olan, inanca
dayalı, toplumsal talebi yerine getiren pragmatik bir kişidir.

Şamanlık aynı Druid’lik gibi dinle ilgilidir, ancak din değildir. Tıpla ilgilidir, ama
tıp değildir. Toplumsaldır, güzel sanatlarla, kültürle ilgilidir ancak onlara aidiyet
oluşturmaz.

Şaman, aynı Druid rahibi gibi bulunduğu yer ve şekilden farklı bir bilince
geçebilir, başka mekanlara gidip gelebilir, ruhların ölümsüzlüğü karşısında onlarla
ilişkiye geçebilir, bilgi ve güç alabilir.

Bunlar ruhlarının ölümsüzlüğüne inanan Galatlara nasıl da bire bir uymuştu,


onlar da bugün bizler gibi zamanında bu benzerliğe çok şaşırmışlardı. Farklı dillerde,
farklı zamanda, farklı renkte olacaklar, farklı diyarlarda yaşayacaklar, ancak aynı ve
benzer şeyleri yapacaklar ve düşünebileceklerdi. Bunun nasıl mümkün olduğunu
anlamak çok güç.

Druidler soyla geçen yeteneklerini, seçilmişler olarak süslüyorlardı. Şamanlar


soyla geçen görevlerini, ruhların onları seçimi veya kendilerinin tercihi olarak
görüyorlardı.

Druidler ile Şamanlar Gök tanrı dininden söz ediyorlar, yazmıyorlar, söylüyorlar,
şarkı ve şiirlerle kendinden geçerek anlatıyorlardı.

Şaman yalnız başına, tıpkı Druidler, ozan ve kahinleri gibi ormanın en uzak bir
yerinde, dağ başında, bilinmeyen bir yerde yaşıyor ve ibadet ediyordu.

Şaman da, Druid de, atalarınca çağrılıyor, terbiye ediliyor, yaşlı bir şaman veya
druid tarafından sırlara eriştiriliyor, mesleğin sanatları öğretiliyordu.

Şaman, Druidleri şaşırtıyordu, ritüellik ölümü, ölüm anını yaşaması, ormanda,


dağ başında çıplak vücudu ile sanki ana rahminde gibi karaağaç veya kara çamın
soyulmuş gövdesi üzerinde yemeden içmeden yatması, ölürcesine çile ve eziyet
çekmesi, şuurunu kaybederek hastalanması, sonra ruhların yardımıyla ikinci kez aynı
bedende kendilerinde doğmaları, sırra ermeleri, inisiye (eriştirme) merasimi ile daha
yüksek bir dereceye çıkışları, duygu ve inançlarının yeniden başka bir şekilde
düzenlenmesi ile “seçilmiş insan” olmaları, şamanın ritüelik ölümü sırasında “etin
kemikten ayrıldığı an” ve tekrar temiz kemiğinin etle bürünmesi, ölmüş olan şamanın,
diğer şamanlarca ilkbahar veya sonbahar’da elinden tutulup yattığı yerden
kaldırılması, şamanlık etmesine usta şamanın izin vermesi, bugün bizleri olduğu
kadar onları da hayranlıkla birbirine yaklaştırıyordu.

Bir de şamanın boynundaki davulu yok mu? Davul eşliğinde dualar okuyup,
diğer ruhlara seslenişi, onların yardımıyla ruhunun bedeninden ayrılması ve dönerken
göğe yükselmesi, yok mu? Druidler de, Galatlar da, eski Anadolu halkı Frigler de,
şaşırıp kaldılar. Şamanlar daha akıllıydı, tören sonunda kendinden geçildiğinde
rahipler gibi cinsel organını kesip, ana tanrıçaya atmıyorlardı. “Gal” olmuyor, aksine
göğe yükselişleri ile ruhlarla birlikte oluyorlardı, onların anlattıklarına göre de, onlarla
yersularla sevişip geri dönüyorlardı. Bu nasıl işti? Ne akılcı idi, aynı işi yapıyorlar ve
sonucu daha iyi oluyordu. Baktılar, bir daha kucaklaştılar.

Bugün biz de şaşırıyoruz; Şamanın terbiye edilirken kuzeyin kötü bayanının


yanında su ruhu ile tanıştırılması, kuzeyin en yaşlı bayanının emzirdiği sırada hava
ruhu ile ve sonra kuzeyin ihtiyar bayanın yardımıyla demircilerin patronu Bıday
Mahsı/Kıday Baksı ile tanıştırıldığında ateş ruhu ile eğitilmesi ve bunları yaparken de
“üç defa dokuz” duraktan geçmesine, son durakta karanlıklardan ışıklı aleme
çıkmasına, Tanrısına “nura” ulaşmasına.

Onları bugün destanlarımızda, masallarımızda, efsanelerimizde,


ritüellerimizde, hatta şekil değiştirerek yaşamımızda sürdürüyoruz.

Neden Galatlar da şaşırmasın? Türklerin şamanlarının boğaları aynı, ruhu


doğuran ve terbiye eden siyah kargaları, üç kargası, bakire kızdan doğan şamanları,
davuluna üç defa vurduğu tokmağı, (bugün çekici) canlı olarak göğe yükselmeleri,
ormanın derinliklerinde küçük evleri, göğe yükselen en yüce kutsal ağaçı (Aar kuduk
mas), ren geyikleri, boynuzları, yüce dağların en tepesi, çam ağaçları, kulaklarında
taşıdıkları üç adet oku, mızrağı, sapanı, üçgen şeklinde öldürücü dokuz sikeresi,
(bugünkü muskaların ataları) kendilerin ki ile aynı idi.

Ağaçkakanın sırtındaki oğlan çocuğu ile yaşlı kadının başı üstünde dolanması,
çocuğu kadının üstüne bırakmasıyla, kadının yaşlı kocasından hamile kalış, Hz.
Đbrahimin yaşlı karısı Sara için Tanrı’ya yakarışındaki benzerlik ve hamile kalış ile
aynı değil mi?

Şamanın ağacın üst dallarına doğru tırmanışı, benliklerini yüceltmesi, karanlık


kuzeye, kötü ruhların evi deyişi, ne tuhaf benzer hikayelerdi.

Türkler ne yapmışlardı? Onlar Đslamiyetin etkisi altında şaman inançları ile yerli
halka neden bu kadar yakın olmuşlardı? Onlar, bugün kimlerdi? Karıştı kaldı, yine
Anadolu. Birileri diyordu ki; Alevi tahtacılar Anadolu’ya gelen bir Müslüman Oğuz
koluydu, birileri de diyordu ki; onlar Anadolu’nun önce Hıristiyan olan eski halkı
Friglerdi veya Galatlardı, ağaçlarla uğraşırlardı, sonradan Türklerin etkisiyle
Đslamiyete yönelmişlerdi. Belki de, onlar ağaçeri Türkmenlerdi, orman alanlarının
etrafına yerleşen ağaçeri yani orman adamları idiler.

Şaman’ın kara çamın veya ardıçın gövdesinde günlerce aç susuz yatmasıyla


bilinçsizlik değil, bilinç yokluğuna geçişi, algılama biçiminin değişmesi, ilerde pek çok
ezoterik öğretide toprak zemine, mezara yatırılacak insan ritüellerinde yer alacaktır.
Omurganın yatay halinden sonra dikey durum alması, “Đnsanın Ayağa Kalkışı”nı
remzedecektir. Toprağa veya çam ağacı gövdesine yatırılmış kişinin ayağa kalkması;
ayakta durabilmesi, yeniden canlanması, yeniden kalkışı ve yeniden doğuşu olarak
günümüze kadar gelecektir.

Keza şamanın ateş etrafında dairevi dönüşleri, bir merkezin yaradılışını ve


ortaya çıkışını, başlangıcını sembolize eder. Bu dairevi dönüşler sağ merkezli
olduğunda iyi amaçlı, sol merkezli olunca kötü amaçlı nitelenir. Sağ merkezli dönüşler
bilinçsizlikten bilince ulaşma, sol merkezli dönüşlerde tersine bilinçli durumdan
bilinçsizliğe geçişi canlandırırdı. Bugün şamanın sağ merkezli dönüşü, Alevileri ve
Mevlevilerin sağ merkezli dönüşüne temel olmuştur. Bu dönüş şekli bugün pek çok
öğretinin ritüelinde de merkezin etrafında sağ merkezli, saat yönünde dolaşmanın
veya dönüşün esin kaynağı olmuştur. Bugün ayakların dönüş sırasında çıkardığı
seslerinin bir süre sonra azalması, dönenlerin semaya yükselmelerini remzeder. Bazı
ritüellerde bu dönüşler üç yolculuk, üç yürüyüş veya üç yükseliş gibi
değerlendirilmektedir. Đlk dönüş “bir merkez vardır”, ikinci dönüş “sen merkezdesin”,
üçüncü dönüş “sen merkezsin” anlamındadır. Dairevi dönüşler öyle bir merkez
oluşturur ki; şamanı da, Alevisini de, Mevlevisini de diğer ritüellerdekileri de,
“herşeyin ordan görüldüğünü”, “herşeyin ordan yayıldığını”, “herşeyin ona
döndüğünü” anlar ve hareketleriyle anlatmaya çalışırlar. Ta ki, dairevi dönüşlerinde
merkezde o pırıltıyı onlara görene kadar. Onların her biri anlar ki, dairevi dönüşlerde
bilinçlilik halini aradıkça, kendisinin dikey pozisyonu, onları ışığa götürecektir, onları
aydınlatacaktır.

Dairevi dönüş bittiğinde ayakta kımıldamadan duruş, onun yeniden dirilişidir.


Karşısındakilerin onun ayaklarına, dizlerine, göğüs ve yanağına önden dokunuşu ile
sırtına arkadan elinin dayanışı veya yerde yatarken, ona dokunan parmak veya
elleri, onun kemiklerinden ayrılmış etinin, eski bedenine tekrar geri geldiğini
hissetmek içindir. Kemiklerinin ilikleri tekrar et yapacak, yeni bedeni ile özgür,
yeniden bilinç kazanmış olacak, ışığı, ya da nuru algılayabilecek, artık ışık çocuğu
olabilecektir. Bu ritüel bir şamanda, bir alevide, bir mevlevide ve pek çok yerde hala
buna ulaşmak için tekrarlanmaktadır. Bunun sonsuza dek tekrar, tekrar yapılması,
sürekli Tanrıyı, yaratılışı, yaratıcılığı, insanı bize hatırlatmak içindir. Bireyin, özgür
insana dönüşünü anlatmak içindir.

KISIM VII
TÜRKLER TARĐHTE YER ALIYOR

Türkler, Asya’da Çinliler, Moğollar birlikte yaşarken ve batının bilinen tarihi


onlar için bir önem arzetmez iken, Roma’nın çöküşüne inen koçbaşlarının darbesiyle
tarih sahnesinde Türkler yerlerini aldılar. Đslam kültüründe kıyamet alameti Tibetli
“Tufan ulusu” diye adları anılınca, Türkler sahneye çıktılar. Cengiz ve Atila ile
Avrupada Roma medeniyeti sonlandırırken; Selçuk ve Osmanlı ile de, Bizans’ın
doğuya ilerlemesi durduruldu ve çökmesi tamamlandı, artık Türkler tarihte yerlerini
alıyordu.
Müslümanlık öncesi Avrupa’ya giden Türkler, onlara göre “paganlar”, farklı
sebeplerle Hıristiyanlığı ayaklar altına alırken; Anadolu’ya gelen Müslüman Türkler de
çok farklı gerekçelerle bu kez Đslamiyeti Avrupaya taşıyacaklardır.

Anadolu’ya gelen Selçuklu Türkleri, her çeşit yobazlığa, putperestliğe


düşmandırlar. Galatlar gibi heykele resme eğilmezler. Hoşgörülü ve disiplinlidirler.
Ural-Altay gibi Şamanlığa çok sıkı bağlı kalmışlardır.

“Kam” gökyüzü ile toprak arasındaki bağlantının gök tanrı-baba-yüce yaratıcı


(tangri) ve daha önce onunla bir olan Toprak-Ana (Umay) arasındaki ilişkiyi
unutmamışlardır, tıpkı Anadolu’ya gelen Galatlar gibi.

Bu nedenle, Anadolu’daki kale halkları ile hem Galatlar hem de Türkler oldukça
iyi anlaşmışlardır, çok az kale onlara direnmiştir. Hatta Türkler ordularına zamanla
Galatları da alacaklardı. Böylece, ilk Kelt-Türk kardeşliği başlayacaktır.

Peki ne olmuştu da, Müslüman olan Türkler, Kızılırmak-Sakarya arasında


Galatlarla kardeş olmuşlardı ve sonra onlarla birlikte yaşamaya başlamışlardı.

Ne idi onları bir arada tutan? Türklerin zamanla kabul ettikleri Maniheizm,
Budizm, Hıristiyanlık, Musevilik veya Đslamiyet gibi dinlere rağmen şuurlarından ve
kültürlerinden atamadıkları şaman öğretileri onları bir arada tutan şey olabilir miydi?
Druid rahipleri ile Şamanların kucaklaşmasını ve kardeşliğini ve Anadolu’da
yaşayacak farklı bir Müslümanlığın alt yapısını Şamanlık mı oluşturacaktı?

Kültürlerin bu birlikteliği ile bugün, nedeni unutulmuş pek çok gelenek ve yeni
inanç şekilleri Anadolu insanının temelini oluşturmuştur.

Bu eski gelenekler, adetler, kutsallar, törenler, Anadolu’da yaşayanların


dinlerinde yeni inanç şekillerine dönüşmüştür.

Kimbilir belki din ile halkın arasındaki bu kavga halen bu nedenle sürmektedir.
Belki ruhbanlar ve yönetenler hala bu nedenle halkı kandırmaya, iknaya
çalışmaktadır.
BÖLÜM IV
KELTLER ANADOLU’YA GELĐYOR
GALAT’LAR

KISIM I
GALATLAR, AVRUPA’DAN YÜRÜYÜŞLE ANADOLU’DA

Keltler, Doğu Avrupa’da üç boyla ilerlediler. Kılıçları kınından çekilmiş, her


yerde kan dökülüyordu. Druidler Kelt dünyasının hemen her yerindeki bu gerilimi
biliyor, buraları terk etmek gerektiğini söylüyorlardı ve Romalılardan duydukları
Asya’nın stepleri için dağları aşıyorlardı.

Tektosag’lar, Tuna Vadisi’ne,


Bai’ler Bohemya’ya
Belg’ler Belgrad’a varmışlardı.

Özgürlüklerine bir parça dokunulduğunda hemen incinen ve krallarına bile baş


kaldıran Keltler; Druidlerin fikrini almadan hiçbir işe girişmezlerdi. Druidler halk
arasından, ancak derin bilgi farklarından dolayı seçilirlerdi. Soyut yorum yapmazlar,
gurura kapılmazlardı. Mikrokosmosa yansıyan makro kosmos düzeninin gizlerini
ellerinde bulundurdukları söylendiğinden, onların en iyi savaşçı, en iyi sihirbaz ve en
üstün kahin olduğu anlatılırdı.

Druid ustalar o günlerde Kelt spiralini görüyorlardı. Koca yemek kazanlarında,


içki çanaklarında sürekli olarak, evreni doğuran işaret, “spiral” gözüküyordu.
Bulundukları yer değil, Makedonya, Yunanistan değil, daha uzak, uzaklar diyorlardı,
Anadolu gözüküyordu.

Druidler gökyüzünde ve göllerin yüzeyinde ardı ardına yedi kez “S” sarma
işareti görüyorlardı. Topraktan alevler, şimşekler çıkıyordu, Kelt halkı delice bir
canlılık içinde idi.

Bu acayip işaretler, Güneş, ay, şimşek işaretleri, gecenin işareti yahut dönen bir
nebulanın ortasındaki tanrısal göz, büklüm büklüm yelesi ile atlar, ışık yılanları, haç,
bir üçgen içinde göz, iki balığın içine girmek üzere olduğu üç incili ağız, onların
hayallerini süslüyordu, sonra da Anadolu’da sikkelerini süsleyecekti.

Đnançları gereği ne ölümden korkuları vardı, ne de geceden. Onlara göre, gün


geceden, yeni bir hayat da ölümden doğardı.

Demircilerin gizemli çekiçleri demiri uzun uzun dövdü. Kalkanlar, zırhlar,


kılıçlar hazırlandı.
Allbann Heffyn bayramı “yaz ortası günü” 21 Haziran’da güneşin güç ve
etkisinin en yüksek olduğu gün Arnavutluk’tan (Albania), Manastır’a Makedonya’ya
yola çıktılar.

Brenn’in ordusunda;
Belg’lerin sağ kanatları Albania-Manastır-Zagrep’e, sol kanattan da, Rodop
dağlarından Selanik üzerinden Trakya’ya gireceklerdi.
Boi’ler, keltlerin en yerinde durmaz, en söz anlamaz olanlar idi. Bunlar çılgınca
dövüşürler, gizli güçleri ellerinde tutarlardı. Bunlara Tolisto-Boi denildi, yani,
dönmemek üzere Anadolu’ya gidecekleri için bunlara “ayrılmış boi” deniliyordu.

Tektosaglar da Cerethrios’un yanında idi. Güneydoğu Trakya’ya ineceklerdi.


Çanakkale kıyılarına Galliopoli Galli’lerin şehri yeni adlarıyla Galatların şehrine
(Gelibolu) yarım adasına yayılacaklardı.

Romalılar, Makedonlar, Grekler şaşırmışlardı. Korkusuzlukları onları yüceltiyor,


Keltler, sanki toprak ananın çocukları Titan’lardan en son doğanlardı. Belki de
bugünkü dille şeytanın çocukları veya buz tutmuş ülkelerin cehennem zebanileriydi.
Onlara isim bulunmuştu. Horoz gibi çabuk kızan, Apollonun ölümsüzlerin ülkesi
Hyperborea’sına bekçilik yapılan bu öfkeli muhafızlara “GALLUS”, Horoz adını
vermişlerdi. Zaten rahipleri Druidler de insanı olduğu yerde öldüren yıldırım gibi
silahlara, fırtınalara, denizlere hakimdi. Demek ki bunlar Romalılara göre tanrıların
üstünde “büyük zeka”lardan birileri idiler. Onlara kimse karşı duramıyordu, artık
mutlaka Anadolu’ya ineceklerdi. Ölümün, özellikle dövüşerek ölmenin şehit olmanın;
mutlu bir olay ve daha iyi bir hayatın kaynağı, başlangıcı olduğuna inanmaları,
düşmanlarına büyük korku veriyordu. Đleride Muhammed de din uğruna ölenleri
şehadete, şehitliğe erdirmeyi buralardan örnek alacaktır.

Apollon’un tapınağına geldiler, geniş paçalı, poturlu adamlar “delphai” Delf


tapınağına ulaştılar.

Apollon, Delphai’yi terk etmişti. Şehre artık Dionysos hakimdi. Druidler, Belen’in
kışı geçirdiği Hyperborea kutsal ormanındaki defne ağacının, buradaki heykeller
arasında şeklinin kaybolup gittiğini görünce çok şaşırdılar. Fahişeler, heykeller, insan
vücutları, ünlü yer yarığına açılan Hermes’in merdiveni ve sonundaki bir yer altı odası
ve adadaki kutsallar kutsalı ile yontulmuş taşları görünce şaşırdılar.

Onlara göre böyle Tanrı, böyle ibadet olamazdı.

Buradaki tüm tanrıları yok ettiler ve mabede girdiler, yaktılar, yıktılar. Bir de ne
görsünler? Şaşırdıkları defne dalı gibi yer altı yarığında da bir su kaynağı var. Birden
sustular, birden yıkılmış taşların üzerini bulutlar kapladı, şimşekler çaktı. Galatların
korktuğu tek şey vardı; Gökyüzünün başlarına yıkılması. Evet! Gökyüzü yıkılıyordu.
Derhal tapınak şehrinden çekildiler. Delphai’den yağmaladıkları altınları bölüştüler,
ancak Apollon’un öfkesini yatıştırmak için sonra bu ganimetleri bugün Đsviçre’nin
Toulouse şehrindeki eski Belen tapınağının yakınındaki göle attılar, kahinler böyle
emrediyordu, artık Anadolu’ya doğru yollarına devam edebilirlerdi.

Luthor; Çanakkale’den Anadolu’ya geçmek isterken, yukarıda kuzeyde


Leonor’un Galatları ise, Bizans’ın zenginliğine kapılmıştı. Đçleri rahattı, arkalarında
Trakya’da ki kardeşleri Comontor, sessizce Anadolu’ya geçişi gözlüyordu. Bizansın
güzelliğine kapılarak, bugünkü GALATA’ya yerleştiler. Leonor’un kardeşleri
Bithynia’ya Đzmit-Adapazarı yoluyla Pontus’a (Trabzon) kadar gaydaları ile
gideceklerdi. Luthor’ın yanındakiler ise, Ancyra’ya (Ankara), Kappadokia’ya,
Kilikya’ya (Tarsus), Đkonya’ya (Konya), uzanacaktı; artık yıl (M.Ö.278) olmuştu.

Ve “gayda”, Anadolu’ya hoş geldin, senin adın bizde “tulum” olsun!


Bol pantolon giyen, boyunlarında muskaları asılı bu dev erkek ve kadınlar
karşısında yerli halk dağlara kaçmaya başladı.

Bergama, Đzmir, Efes, Tolista-Boilerin eline geçmişti. Zenginlikleri talan ettiler,


zenginleri yok ettiler. Ama, tapınaklara, kutsal ormanlara, rahip ve rahibelere bir daha
asla dokunmadılar, saygıyla korudular. Helenizme karşı derin bir tepki göstermeye
hep hazır olan Anadolu’nun yerli halkı da, bu poturlu tuhaf adamlara “öç alıcı” olarak
baktılar, onlara yardım ettiler ve onlara katıldılar. Mısır kralı Ptolemaios ve Romalı
Antiochos sıranın Tarsus, Antakya üzerinden Suriye ve Mısır’a geleceğini
anlamışlardı. Oysa, Galatlar, göklerin en güzeli altında, dünyanın en parlak
ülkesinde GALATĐKA’da, kalacaklar ve güzel Anadolumuzda dopdolu bir yaşama
başlıyacaklardı.

Tektosaglar da artık bu ülkeyi terketmeyeceklerdi. Hititlerin uçsuz bucaksız


yüksek yaylaları, onların Alplerdeki yüksek yerleşimlerini hatırlatıyordu. Trokmeler
önde ilerliyor, onlar da yün başlıkları, bilekleri büzgülü kalın yün poturları ile Đç
Anadolu’nun dağlarını, yaylalarını aşıyorlardı.

Germania’dan, Tuna boylarından, Trakya üzerinden Keltler akın akın


Galatika’ya geliyor, kardeşlerine katılıyorlardı. Galatların bu insan seline Justinus
“Bütün Asya’da bir arı oğulu gibi yayılıyorlar” diyordu.

Artık Anadolu’da Galatların karışmadığı hiçbir önemli olay geçmeyecekti,


onlarsız bir olay yaşanmayacaktı.
Boynuzlu, boynuzsuz miğferleri, çivili ayakkabıları, ortası çizgili kalkanları, her
yanına takıp takıştırdıkları kutsal işaret ve muskalarıyla Anadolu’nun yeni sahipleri idi
ve yıl (M.Ö. 260-240) olmuştu.

Pontus kralı, Suriye kralı, Mısır kralı birlikte birbirine yardım edecek Galatlarla
Ancyra’da (Ankara) savaşa giriştiler. Galatlar her savaşta olduğu gibi yine savaşı da
kazandılar ve Ancyra’ya girdiler. Mısırlı denizcilerin altın çapaları anısına Ankara’ya
bu ad verilmişti; Ama Ankara, artık Galatların idi. Yıl M.Ö. 240 olmuştu.

Ancak Bergama Galatlara vergi ödemek istememekteydi. Bergama kralı akıllı


Attalos Galatlar’dan korkan askerine cesaret vermek için kurban ettiği hayvanın
karnını yararken, karaciğerine, zafer yazan “Nikea” mührünü belli etmeden basar;
kahinler bunu görünce, şaşkına döner, askerler coşar. Trokme ve Tolisto-Boi
boyundan Galatlarla savaşırlar ve onları yenerler, geriye çekilen bu iki boy,
Tektosağ’larla yeniden Sakarya-Kızılırmak arasında bir araya gelirler, artık bütün
boylar, Galat yaylasındadır.

Galatlar meşe, gürgen, çam ormanlarına Avrupa’da olduğu gibi yine


kavuşmuşlardır. Bithynia, Karadeniz kıyılarının kutsal hayvanları geyikler ve yaban
domuzu ile doludur. Bol tane veren geniş arpa ve buğday tarlaları, doğuştan tarımcı,
iyi ekmekçi, hayvan yetiştiricisi, et saklama ve kurutma ustası, sucuk ve biraları ile
ünlü ve ekmekçi Galatlar; bol balıklı “Sangarios” bugünkü Sakarya ile bulanık sulu ve
balıksız “Halys” bugünkü Kızılırmak arasında artık rahattır ve güneyde Đkonya’da
“Tatta” tuz gölü ve kuzeyde Karadeniz kıyısı “Olympos” Aladağlar ile Galatia’yı
oluşturacaklardır. Başkent Ancyra ile değerli malların, yolcuların, kervanların yolunu
tutuyorlardı, ancak kışkırtıcı büyük dinsel fikirlerin ve en korkunç akınların yolunda
idiler. Ama, burası öyle bir yerdi ki; yıllar sonra Mustafa Kemal’e de Anadolu halkı için
zaferin yolunu açacak olan yerdi.

KISIM II
ANADOLU’NUN YERLĐ HALKI; FRĐGLER

Burada bölgede Sakarya ile Kızılırmak arasında bir zamanlar; Hititler


yaşamaktaydı. Hint-Avrupa ırklarının akınları sırasında M.Ö. 2000’lerde bu yaylaya,
Hititler inerler. Trakya mı? Yoksa Kafkas’lardan mı gelmişler? bilinmez ama, beyaz
ırktandırlar, Sami değillerdir. M.Ö.4000’lerdeki Sümerler gibi beyaz ırktandır.
Bugünkü kalıntılarda görülen, her an gülmeye hazır, sanki konuşkan, cesur ve baş
eğmez bu insanlar; aile hayatları, çocukları ve onların yaramazlıkları ile yaşasalardı,
yeni gelen Galatlar ile sonra onlarında yerini alacak olan Türklerle, aynı toprakta pek
güzel anlaşacaklardı. Kadınlarının kocalarına bağlılığı, göşterişsiz alçak gönüllülüğü,
saygıları, yüksek tepelerde Hattuşaş’taki gibi büyük pencereli ferah şehirleri ile
Galatlarla çok yakın olacaklardı. Sanki, Hititlerin inandığı bir ışık cenneti, ölümsüzlük
veren kahramanca ve gönüllü ölüm, hoşgörü, adalet, insanın özgürlüğü, sert olmayan
kehanete inanış, yerli halkın Galatlarda gördüğü kendi görüşlerine bu benzerlikler,
kültürleri ve halkları birbirine kolayca kaynaştıracaktı.

Aynı bölgeye; Sangarios (Sakarya) ve Halys (Kızılırmak) arasına, Hititlerden


sonra Troyalılar, Ahayalar, Partlardan sonra “Hava gibi özgür” anlamına gelen
“Phryg” Frigler gelecek, Galatlar bölgeye geldiklerinde karşılaştıkları Friglerin eski
kalıntılarına “Brig”, “Breg” diyeceklerdi, yani “yollarda dolaşan başı boş düzensiz
asker”. Burası Tanrıların anası “Kybele”nin ülkesi idi. Đnsanın aşırı özgürlüğünün
yaşandığı ve en kötü büyülerin yapıldığı ülke idi. Tolisto-Boi’ler ki; bunlar da Keltlerin
en mistik kolu ve gizli şeylere en meraklı olanları idi ki; Zaten bu Frig ülkesine de
onlar yerleşecekti. Galatlardan sonra gelecek olan şamanist Türklerde işte bu
nedenlerle bölgeye hemen uyum sağlayacaktı.

Gelen Druidler çok dikkatle yerli halkı gözlüyorlardı. “Dru-nemeton” dedikleri,


yani meşe tapınaklarında, yerli halkın bu anlattıklarını sürekli yorumluyorlardı.

Yerli halkın gözünde ağaç, özellikle yüksek ağaçlar yeri göğe bağlayan bir
göbek bağı idi. Yapraklar ve kökler de, Gök Tanrı’nın gücünü yudumluyordu, onlar da
putperest değildiler, tıpkı Galatlar gibi.

Yerli halkın dağların tepesindeki görkemli kalelerini hemen sevdiler, çünkü onlar
da yüksek yerlerde yaşamayı severlerdi.

Yerli halk toprağa bağlı ve zanaatkardı, onlar da sapından kolun bütün


kuvvetiyle savrulan büyük tırpanları, dört tekerleği demir çemberli step arabaları
(Carrus-bugünkü Anadolu’nun at arabaları) tarla sürgüsü, merdane, tahıl çalkalamak
ve elemek için at kılından elekleri, çocuklarına yaptıkları beşikleri ile hemen yerli
halka uyum sağladılar.
Yerli halkın göğe doğru yükselen yıldırımı çeken, göğün verdiklerini alan her
şeyin kutsallaştırıldığı dikili taşları, yüksek sivri işaretli kayaları, yolları üzerinde
Druidleri karşılıyordu.

Taşa oyulmuş boğalar ve aslanlarla süslü surlar, iki başlı kartal armaları, stilize
edilmiş yaban domuzu ve geyikler, dev savaşçı figürleri, onları şaşkınlıkla
seyretmelerine neden oluyordu. Đleri de bölgeye gelecek Türklerde Asya’daki
kartalları ve geyiklerini burada görünce aynı şaşkınlığı duyacaktı.

Göğün altındaki açık hava tapınakları, kapalı tapınaklardan nefret eden, doğaya
tutkun Galatları daha da şaşkın ediyordu.

Büyük kayalar arasında gördükleri sivri fallos, erkeklik organı, zaten onların
dölleyici tanrısı, Belen’in işareti idi.

Frigyalıların ağaçlarla ilgili törenlerini de sevmişlerdi. Keltlerin gözdesi meşe,


selvi ve çam, Friglerin Kybele’ye adadığı üç ağaçla aynı idi. Tıpkı Türklerin ulu
ağaçları ardıç, kayın ve karaçamları gibi Kybele onlara, onların “dağların hanımı”nı
hatırlatıyordu, yamaçlardaki mağaralar, buralardan fışkıran kaynaklar, sanki onların
Galya’da peri hanım “Matr” dedikleri, çocukları çoğaltan, koruyan, sürüleri, ürünleri,
çiçekleri gözeten, hep iyilik yapan perileri idi.

Hem Kybele, onların anaya, aileye, karılarına duydukları sevgiye de çok


uyuyordu. Hem Mısırlılarla da tanışıyorlardı. Tabiat güçlerini bilme isteği, ruhun bir
vücuttan başkasına geçişi, bedenin ölümüne rağmen ruhun ölmezliği, onları
Mısırlılara da yaklaştırıyordu. Đleri de gelecek Şamanlarda don değiştirmeyi görünce
bu sefer onlar şaşkına döneceklerdi.

Attis’in erkeklik organını Kybele için altında kestiği çam ağacı ve 22 Mart’ta
(ilkbahar günü) rahiplerin yönetiminde bu çamın kesilip tapınağa taşınması ve
kozalaklarıyla vücuda kan çıkıncaya kadar vurulması, onları şaşkın etmişti. Onların
“Alban Eiler” “kuş bayramı”, günümüzün paskalya günü; yarın Alevilerde bir başka
bayramda Hıdırellez de çam kesmemeye dönüşecekti. Anadolu’da Tahtacılar da
erkek çocuğu olan babaya törenle ulu bir çam ağacının (ardıç) kesilerek kapısının
önüne atılması ve sonra “ardıç gibi dallı, babası gibi döllü olsun” sözleri buradan
kalacaktı. En ulu ağacın kesilmemesi de günümüze kadar böylece taşınıp gelecekti.

Galatlar, Friglerle büyük uyum sağlamıştı. Onlar da Galatlar gibi müziğe çok
önem verirler, heyecanlı ritimler çalarlardı. Galatlar, Friglerin sunağın çevresinde
müzik eşliğinde, gezegenleri sembolize ederek döne döne raksedişlerine bayılırlardı.
Gitgide hızlanarak, birden bire sıçrayışları, ulur gibi bağırmaları, yakarmaları,
kehanetlerde bulunmaları, çok hoşlarına giderdi. Bugün Alevilerin cem törelerinde
yaptıkları, semah, sanki onların anılarını yadeder gibi. Tabi Şamanın dönüşü, göğe
yükselişi sırasında boynunda asyadan taşıyıp getirdiği davul ve çıngıraklarının
çıkardığı ritmik garip sesleri gibi.

Çalgıcılar iyice coşunca dansedenler kendilerini paralamaya başlarlar, kollarını


ve omuzlarını taş bıçaklarla çenterler, süslü kırbaçlarıyla vücutlarını yırtarlar, kan
damlalarını çam dallarının üstüne serperlerdi. Bugün bu ödünç alınmış gösteri,
Kapadokia’dan Đran’a hakim Mithros rahipleri Pers din adamları Maguşlar vasıtasıyla
Đran’a Şii müslümanlara taşınmış. Benzer gösterinin Kerbela’da Hasan Hüseyin’in
çektiği eziyete dönmüştür.

Bu iş böyle de kalmazdı, çoşku ve dansın en yüksek noktasına erişildiğinde, bir


adam birden ortaya atılır ve taş bıçağı eline alarak, sunağın üstünde erkekliğini
kurban eder, böylece “GAL” olur ve Ana ile birleşirdi. Yaşarsa özgürlüğü simgeleyen
Frigya başlığını giyer, “arınmış, kusursuz, ermiş” olurdu. Bugün bizlerin erkeklik
organında sembolik olarak kesilen bir deri parçası, Galatlarla birlikte aynı dönemde
Cesar’ın ordusuyla birlikte Tarsus ve Isparta’ya gelen Yahudiler tarafından bugünkü
gibi daha akılcı haline getirilmiş ve müslümanlarca da bir parça derinin kesilerek
Tanrıya sunulması ile yetinilmiştir.

Üç gün süren bu törenlerin bitiminde büyük rahip bütün ateşleri yaktırır, her yer
ışıl ışıl olur ve “Attis” Kybele’nin oğlu yeniden dirilirdi, yas sona erer, sevinç son
haddine varırdı.

Galatlar şaşırmayıp da, ne yapsınlardı?

Kilikya, Kapadokia ve hatta Pontus’a yerleşmiş Maguşlar da, kadını yücelten


Kybele yerine, erkeği yücelten Mithras dinini yaymaya çalışıyorlardı. Karanlıklar
tanrısı Ahriman’a karşı savaşan ışık tanrısı Ahura-Mazda (Ahura; Efendi, Hazret,
Mazda; bilge ) onların daha çok hoşuna gitmişti. Hele Mithras’ın bir boğayı
kovalayarak (boğa, mazda tarafından yaratılmış kosmosu temsil ediyordu) boynuna
bıçağı saplamasıyla “yeniden dirilme”, herşeye yeni bir hayat verme, onların çok
hoşuna gitmişti.

Kilikya’da da adı “Men” olan tek erkek tanrıya, ay tanrısına rastladılar. “Men”
olayların, insanların talihinin, yerin göğün tanrısı, canlıları ölüleri yargılayan yüce
varlıktı, Sümerlerin “Enki”si buralara kadar gelivermişti.

Galatlarda; Mithras yerine MEN’in ayağını, gümüş boynuzlu ay boğasının


üstüne koydular, Friglerin “gal” olmuş erkekliğini, ATTĐS’in yaldızlı tacını aldılar,
boğanın yanına da KYBELE’nin arslanlarını oturttular. Hepsi iyice birbirine karıştı gitti,
her şey karma karışık oldu. Bu arslan var ya hani şamanın Asya’dan getirdiği
ejderha, canavar Anadolu’da o aslan olacak, yarın Hacı Bektaş’ında sağında
oturacak, ileride Hz. Ali’yi temsil edecek aslan oluverecektir. Friglerin boğaları ve
Türklerin Asyadan getireceği ren geyiği de, Đslamiyetle Arap çöllerinden gelen ceylan
oluverecek ve o da Bektaş’ın solunda yerini alacaktır.

Tanrı Mithras, Attis, Men, Adonis ve diğerleri değişecek, Galatların yardımıyla


yarın gelecek olan ve Paulus’un anlatacağı, “Gökyüzünün geniş çayırlarının, tek
efendisi”ne dönüşüverecekti. Zavallı Kybele, Artemis, Afroditler de kendilerini feda
edecekler, onlar da ancak göklerin kraliçeleri olabileceklerdi.

Hakikat, Galatlarla ilerliyordu.

KISIM III
KIZILIRMAK-SAKARYA ARASI ŞEHĐRLER KURULUYOR

Galat’lar, yerli halkın kocamış kişilerine bunları soruyor, aldıkları cevaplar çok
hoşlarına gidiyordu. Yerli halka bu nedenle tebessümle ve şefkatle yaklaşıyorlardı.
Hunharca savaşıp döğüştükleri Romalılara karşı merhametsizlikleri, yaylanın halkı
karşısında sevgi ve hoşgörüye, anlaşıya dönüşüyordu.

Galatlar önderlerini kardeşlik duygusu ile güç birliği için aralarından en yiğit, en
kahraman ve her bakımdan en üstün olanlardan birini seçerler, bunu babadan oğula
geçirmezlerdi. Önderler bir yıllığına yalnız yönetici olarak seçilir, ertesi yıl yerini bir
başkası alırdı. Onlara göre önderlik ve mevkii geçici bir görevdi, tıpkı zenginliğin, özel
mülkün önemsiz oluşu ve bu değerlerin halkın sevgisi ve saygınlığını kazanmak için
kullanılması gereken bir araç olarak görülmesi gibi, tıpkı bugün hür insanların
düşündüğü gibi.

Galatlar, ruhun ölümsüzlüğüne inandıklarından dolayı ölümden korkmazlar,


ölüm korkusu olmayınca da inanılmaz cesur davranırlardı.

Galatlar savaşta ve ziyafetlerde delilik derecesinde nitelenecek davranışlar


gösterirler, savaşta yaralanmadan, sağı solu kesilip, kanamadan; evlerine dönmek
istemezler, çılgınca dövüşürlerdi. Ziyafetlerde de öyle davranırlar, yabancıları davet
ederler, ziyafet süresince gelenin kim ve neden geldiğini asla sormazlar, yer, içer,
eğlenirlerdi.

Galatlar uzun boylu, kızıl ya da sarı saçlı, beyaz tenli idiler. Saçlarını geriye
doğru tararlar, boynundan ensesine dalga dalga sarkıtırlardı, yüzleri daima traşlı idi,
kalın bıyık bırakırlar, bıyıklarıyla ağızlarını mutlaka örterlerdi. Tıpkı aynı bölgede
bugün yaşayan Alevi dedesinin suskunluğuna mühür olan, ağzını açtığını
göstermeyen bıyığı gibi.

Galatlar, dini bilgilerini Druidlerden edinirler, öğretilenler asla yazıya


geçirilmezdi, yanlış anlatılıp, yanlış anlaşılabileceğinden halk tarafından konuşulması
istenmez, sessizlik veya hafıza da tutma tercih edilirdi.

Galatlar bol pantalonları, kalçalarına kadar inen kollu ceketleri, “sagus” denilen
yünden başlıkları, ataları bugünkü Đskoçların, geleneksel giysilerini andırırlardı.
Kollarına ve boyunlarına altın bilezik ve zincirler takarlardı. Köpek ve kurt derileri
üzerine oturur, yatar, yerde yemek yerlerdi. Erkek çocuklar askerlik çağına gelinceye
kadar halkın önünde babalarına yaklaşamazlardı. Babalarının karşısında
oturamazlardı. Kadınlar kocalarına fevkalade bağlı idiler. Kadın evlenirken kocasına
drahoma benzeri bir değer götürür. Erkek de bu drahoma kadar mal koyar, bunların
kullanımı birlikte yapılır, kim önce ölürse mal kalanın olurdu.
Galatların üç boyu, her biri 4 mahalli yönetim (tetrarkhia)den oluşmak üzere 12
tetrarkhes’in başkanlığında 25’er kişiden oluşan üç yüz üyeli Meclis toplarlardı. Çok
önemli kararları burada alırlardı. Đlginç bir benzerliğe göz atalım. Mecliste sessizlik
egemen olurdu, eğer bir kişi çok konuşarak mecliste rahatsızlığa neden olursa, silahlı
bir çavuş konuşanı sessizliğe davet eder, ikaza uyulmaz ve konuşmaya devam
edilirse, iki kez daha ikaz edilir. Bundan da, sonuç alınamazsa; o kişinin giydiği
“sagus” denilen başlığı kullanamaz hale gelecek şekilde kesilirdi. Artık o kişi muteber
sayılmazdı. Bugün aynı bölgede Konya’da bu adet sürmüş, eğlence yapılan yerde
oynayan çengiyi elle, sözle, bakışlarla taciz eden konuğu, ağanın adamı ikaz eder,
ikaza uymazsa ve rahatsızlık verirse bu kez dışarı alınır, kulak memesi hafifçe kesilir
ve bir daha bu toplantılara alınmamak üzere itibarsız kılınır. Bugünün “kulağı
kesik”leri onlar olmasın?

Đsteseler Ege’de, Marmara’da Boğazlarda kalabilirlerdi, ama onlar, Anadolu’nun


bu yaylasını sevdiler.

Galatlar Đç Anadolu’ya gelince, Gordion’u garnizon yaparak Ancyra’da,


Tavion’da ve Pessinus’ta birer kent oluşturdular.

Tapınak şehri Pessinus’tu; Bugünkü Sivrihisar yakınında Ballıhisar’dı, hem de


ticaretin merkezi idi. Yolun üstünde Gordion vardı, Eskişehir yolunda bugünkü Ballıca
civarında 16 ncı km’de uzak kalesi ile Ancyra kenti vardı. Eyaletin diğer uzak ucunda
da Tavion kenti bulunuyordu.

Tolista-bai’ler Batıda Haymana’ya bir kale ile işe başladılar. Doğuda’da


Yozgat’ın doğusunda Tavion’u geçince Kerkenez Kalesi (Mithridation) inşa edildi.
Kuzey batıda, Mürted’de Peion kalesi (Kirmir çayı yanında), Beypazarı’nda da bir
kale yapıldı. Garbeus, Ankara’nın güneyinde Oğulbey’de idi. Krentos (Dikmen) kalesi,
Sykeon, Kirmir Çayı, Tahirler mevkiinde inşa edildi. Polatlı ilçesinde, bugünkü Şeyhali
ve Beyovası köylerinde birer kale yapıldı. Sakarya vadisine de kaleler dizildi.
Asarkaya, Hisartepe, Gerder, Asartepe, Kaletepe, Porsuk çayına da kaleler dizildi,
Tizke, Gökçe- Ören, Taşlıkale, Akçaören, Karaören, Çanıllı ve diğerleri.

Şehirler böyle korunuyordu, ama Galatya eyaleti güneyde Pisidia bölgesinin


kentleri olan Kilikia(Tarsus), Kapadokia (Kapadokya), Pamphylia (Antalya),
Germanikapolis(Ermerek), Karalis (Beyşehir), Ninika (Mut), Seleukeia (Silifke),
Đkonion (Konya), Philomelion (Akşehir), Antiakhaia (Yalvaç), Laranda (Karaman),
Sagalassos (Aglasun), Isaura (Bozkır) ile çevriliydi. Kuzeyde Paphlagonia bölgesinde
ise, Gangra (Çankırı), Neoklaudiopolis (Vezirköprü), Pontus bölgesine sınır kentler
ise Amaseia (Amasya), Đris (Gümenek köyü-Tokat) Neokaisareia (Niksar) Sebasteia
(Sivas), Zela (zile) Kerasos (Giresun) bulunuyordu.

Kuzey’de Sinope(Sinop), Amisos(Samsun), Trapezos (Trabzon) Kerasos


(Giresun, Türkçeye kiraz olarak geçecek) illeri, güneyde de Kappadokia ile komşu
olmuşlardı.

Roma, güneyi sağlam tutmak istiyordu. Yahudilere, vergiden ve askerlikten


muafiyet ile Roma vatandaşlığı vererek; Ephesos (Efes) Bergama, Miletos (Muğla-
Aydın) Sordes (Manisa) Antiachia (Antakya) Pisidia bölgesinin baş şehri Pisidia
(Yalvaç/Isparta) Kilikia (Tarsus) da Galatlara karşı, Yahudilerin yayılmalarına
yardımcı oldular. Yahudilerin Anadoluya gelmelerini, Galatlarla Romalıların arasına
tampon gibi yerleşmelerini sağladılar.

Trokmeler de, Kapadokya’ya, Kilikya’ya, Tarsus’a kadar inmişlerdi. Persli din


adamları, imanlı insanlar, Mazda-Mithra’ya inananlar burada idi. Yarın Galatlar
sayesinde Yahudileri ve Paulus’u misafir edecek yer de burası idi.

Tektosaglar da hakem gibi iki kardeş halkın arasında idi.


Batı ve Kuzey batı da özgür ve doğaya aşık bir halk, Tolisboiler, güneyde ve
güneydoğuda inançlı, imanlı Trokmeler ve ortada ikisine kucak açan Tektosağlar
Sakarya-Kızılırmak arasına böylece yerleştiler.

Yıl M.Ö. 220’ler olmuştur. Roma mecburiyetten Galatları doğunun son eyaleti
olarak kabul ediyor, onun doğusu da Persler bulunuyordu.

Yerli halkın sevgilisi olan Galatlar, Romalıların da korkusu idi. Ancak Romalılar
onları yanlarında tutmalı, anlaşmalı, birlikte hareket etmeli idiler.

Keltlerin saf pagan fikirleri kayboluyordu. Kybele, Kubebe, Roma’nın göz diktiği
Kara Đdol, Siyah Hanım, oğlu Ates, Atis, Kapadokia’nın Persli Maguşları vs vs.
kafaları karma karışık olmuştu. Hele “hava gibi özgür” Frigyalılar Galatları iyice
yumuşatmıştı.

Roma, artık Galatlarla baş edebilmektedir ve yıl M.Ö. 150’ler olmuştur.

M.Ö.87’de Romalılar eğlenceler sırasında haince Galatların tüm reislerini


öldürünce kurtulan Dejatorix, Galatları ayaklandırdı. Galatlar hem Roma ve hem de
Pontus ile savaştılar.

Anadolu’daki her krallık Romaya bağlıydı, yalnızca Galatlar bağımsızdı. Ancak


onlarda Roma’nın ve sonra Hıristiyanlığın etkisine girecek, zor da olsa Galatlar, 500
yıl Anadolu’da kültürlerini koruyacaklardı.

Anadolu şimdi çok karışık ve rengarenk idi. Ancyra’da ay tanrısı Men ve


Kybele kültü, Artemis kültü, Komana’da Ma kültü, Tavion’da Zeus kültü, Mısır’ın Đsis
ve Sarapis kültü, Roma kolonilerinde Hades ve Sarapis kültü, Suriye’den eski
Sümer’in Đsura ve Demeter kültü, Roma’nın Augustos’la başlayan ölümden sonra
azizlik mertebesi vs. vs. karıştılar gittiler.

Ankyra’lı Galat kadınları da artık Artemis’in rahibeleri oluyor, Druid rahipler


Maguş kurallarına uyuyorlardı. Tıpkı ileride Paulus’un anlattıklarına da inanıp
Hıristiyan olacakları gibi.

Tanrısallığın bölünmez, derin evrensel görünümünün, onu küçülten suretler,


heykeller, şekillere dönüşmesinden nefret ederlerdi. Onlar su, ağaç, dağ, gök,
yıldırımı Tanrıya doğru bir atılım olarak görürlerdi. Tıpkı ileride Anadolu’ya gelecek
olan yeni müslüman olmuş, Şaman Türklere yaklaşıp, hemen ısınacakları gibi. Onlar
için yüzeyde kalan işaretler, şekiller önemli değildi, batıl inançları da yoktu.

KISIM IV
PAULUS, GALATLARI ZĐYARET EDĐYOR
Bu kadar kalabalık ve karışıklığın yanı sıra şimdi M.Ö.150’lerde, bir de
Yahudiler Anadolu’ya geliyordu. Bunlar nereden çıkmıştı? Anadolu’ya neden
geliyorlardı? Kudüs’ü, Đskenderiye’yi bırakıp, Anadolu’ya Galat’ların yanına niçin
geliyorlardı?

Yahudiler de, “Gilgal” denilen çember şeklinde dizilmiş taşlarla Tanrıya


şükranlarını sunarlar, Tanrıya yalvarmak için yüksek yerlere çıkarlardı. Bir meşe ağaç
veya terebentin (Elan, Allah) ağacı altında dua ederlerdi. “El” veya “Al” doğa
güçlerinin yaratıcı tanrısı “Elahim” in kısası idi, tıpkı Sümerlilerin “El”i gibi, sonsuz
büyük ve saf, tek tanrıyı ifade ediyordu.

Romalıların izniyle, Yahudiler kolaylıkla zamanın en büyük şehri Tarsus’a


yerleşmeye, zenginleşmeye, çoğalmaya başladılar. Zaten Đskender’in ordusunda
paralı asker olan Yahudilere Frigya ve Lydia’da topraklar bağışlanmıştı, yıl M.Ö. 100
olmuştu.

Antiachos’tan (M.Ö. 167) sonra, bu kez Romalılar Kudüs’e girdiler. Mabedin


kutsallar kutsalına girdiler, yakıp yıktılar, M.Ö. 63 oldu. Galatlar Roma ordusunda,
orada, Kudüs’te idiler.

Çiçero, Romalılarla Galatları dost yaptı. Böylece sessizce Laodikeia


(Denizli/Eskihisar) Apameia (Dinar), Đconium (Konya), Girme (Burdur) üzerinden
arkalarını sağlamlaştırarak Romalılar Tarsus’a indiler.

Anadolu rengarenk olmuştu. Ortalıkta Frigler, Yahudiler, Keltler, Maguşların


kehanetleri dolanıp duruyordu. Her çeşit gizli dinler ortalıkta idi. Mısır’ın Đsis tapımı da
eklenince, tanrılar iyice karıştı, herkes bir dine sarıldı.

Roma’da köleler çoğunluğu oluşturuyordu. Anadolu halkı sefalet içinde idi.


Orduda olanlar, askerliğin erdemli görünüşüyle övünürken, onların dışındaki diğerleri
ise “bir kurtuluş vaad edenlere” doğru yöneliyorlardı. Đnsanlar arayış içinde idi,
dinlerin gizemli yanları, hastaları iyileştirme yetenekleri, kahinlerin kehanetleri,
herkesin kafası iyice karıştı. Kozmopolit Roma kentleri, yabancı düşünceler ile
tanışıyor, kendi düşünüşlerini sorguluyor, hoşnutsuzluk doruklara çıkıyordu.
Umutlarını yitirmişlerin kişisel sorunları siyasal ve toplumsal yön bunalımına
dönüşüyor, Bilenler için, mutlak olanın, en yücenin bilgisine erişmek arzusu da buna
eklenince, bu topraklarda, kurtuluş ve arayış daha da artıyordu.

Bu arada Đ.Ö. 4. ncü yüzyıldan bu yana yaygınlaşan Orpheus tapınması ile


günahın bağışlanması ve ölümden sonraki yaşam gibi kavramlar da ortaya çıkmıştı.
Bir de Đ.Ö. 2. nci yüzyılda Osiris tapınması buna eklenince, Anadolu’nun kafası iyice
karıştı. Hele Mithras tapınması yalın ahlak ve erkekler arasında yardımlaşmayı ortaya
atınca, inançların hiçbiri Roma dünyasının ve Anadolu’nun inanç gereksinimini
karşılayamaz hale geldi.

Artık insanlara, daha yalın anlaşılacak, çok kolay, iyilik ideali etrafında olmanın
yeterli olduğu, alçak gönüllü ve dostluğa dayalı, bir kurtuluşa erme ile sınırlı, basit bir
inanç sistemi bulmak gerekiyordu.
Hem Latinlerin, hem de yabancıların tanrılarını bir araya alan bir düzen
kurulmalı idi. Roma Đmparatorları rahipleri onurlandırdı. Devlet görevlisi gibi yaptı,
tanrıların barışını böylece sağlayacaktı, papalığın temelleri atılıyordu. Yıl M.Ö. 12
olmuştu. Augustus bir kararname çıkardı. Ankara’da büyük rahip PONTĐFEX
MAXĐMUS’u yarattı. Ona biat etmeyen, düzene girmeyen her dini, din dışı ilan etti.
Đleri de Anadolu’ya gelecek olan Paulus’un tarlasını hazırladı.

Roma tüm eski tapınmalara inananları aşağılamak için bir de kelime buldu,
“pagan”. “Paganus”, yani “köylü”, yani “ahmak köylü”, böylece şehirdekilerin inançları
köylülere göre daha farklı kılınacaktı. Anadolu’da Mısırlıların dini yasaklandı. Ancak,
Druidler Kelt rahipleri çok etkili ve güçlü idi. Galatlara bir özel statü yarattılar, Druidler
yasaklanmadı ancak Romalıların bu dine girmelerini yasakladılar. Galatlar bu
gelişimlere ses çıkarmadı ve karışmadılar. Yahudiler Romalılarla karşı karşıya
kaldılar.

Galatları da kandırmışlardı. O dönemde, onların tarif edilmeyen Belen Tanrısı,


Apollon oluvermiş, Lug’da Merkür, Hanımlar, periler de bölgesel Kibele’ye
dönüşüvermişti. Yahudilerin çekiçli tanrısı da Jupiter olacaktı.

Her yer, her şey birbiri içine geçmişti. Törenler, sözler, emirler, bir işe
yaramıyordu, halk mutsuz idi. “Yeni bir Tanrı”dan umut bekliyorlardı.

Romalılar bir dinler düzeni kurmak istiyor, buna karşılık halk da, bir şeye
inanmaya ve inandığına da sahip çıkmaya çalışıyordu. Herkes, yöneten ve yönetilen
arayış içinde idi.

Yeni ahitte ikinci büyük kişilik olan “Paulus” kolları sıvadı. Birinci işi insanları
eski dinlerinden döndürmekti. Đkinci iş ise, Yahudilere ait olan bir dini, Museviliği
herkese açmak, yalnız Yahudilerin değil, herkesin Yahudilerin tanrısına inanmasını
sağlamak ve bunun için bir kiliseler zinciri kurmaktı.

Bu Yahudi’nin adı SAUL idi, Tarsuslu iyi bir ailenin çocuğu idi ve latince
adı PAUL yani PAULUS idi, Đ.S. 32-37 yılları arasında yahudilikten dönmüştü. Roma
kentlerinde yaşayan iyi örgütlenmiş Yahudi halkına yol göstermek istiyordu. Đki
Yahudi; Paulus ve Barnabas, Tarsus’tan başlıyan yolculuklarına M.S. 45de
başladılar. Kıbrıs, Antalya derken Anadolu yaylasına Pisidia (Yalvaç/Isparta) vardılar.
Buraya tarla kuşu denilen ALAUDA Leqionları, Galyalılar yerleştirilmişti. Onlar Galatlı
memurlar ve çiftçilerle karışmışlardı, Romalıların Tarsus’ta ve Antakya’da verdikleri
imtiyazlara sahip ve Roma vatandaşı olmuş Yahudiler de burada yaşamakta idiler.
Yahudiler tek Tanrı dinine inananlarla birlikte ibadet ederlerdi. Paulus, Hazreti Đsa’nın
öldükten sonra Allah tarafından tekrar canlandırıldığını, kendisinin bunu gördüğünü
ve kendisine görev verildiğini söylemeye başladı. Onun her söylediği, sanki Hz.
Đsa’nın sözü gibi, sanki Tanrının emri gibi olmaya başladı. Galatlar bu sözleri,
kendileri için de bilinmez ve görünmez olan tanrının sözleri sanarak, bu sözlere
kolayca inandılar ve onun etrafında toplanmaya başladılar. Galatlar bu hikayelere
inansa bile, Yahudiler inanmadılar ve Romalılar ile birlikte olup Paulus ve Barnabas’ı
tekme tokat şehirden kovdular.

Bu Đkili; Paulus ve Barnabas da, Iconium (Konya)ya, çamurdan resmedilmiş


insanlar diyarına gelirler. Burada da önemli bir Yahudi cemaati gelişmiştir. Paulus’a
inananlarla inanmayanlar diye şehir ikiye bölününce, yönetenlerce buradan da
atılırlar.

Sırada Lystra (Hatunsaray) vardır, oradan da kovulurlar. Dört yıl sonra M.S.
49’da Antakya’ya tekrar geri dönerler. Bu dönüş sırasında ileride başka bir müjdeyi
yazacak olan Markos’ta artık yanlarında değildir.

Paulus, bu kez 2.yolculuğuna çıkar, bu yolculukta artık yalnızdır, Barnabas’ta


yanında değildir. Đkinci yolculuğunda, Galatlar, Paulus’u çok iyi karşılayacaktır. Bu
coşkun, gerçek kıvanca açık ve özgür insanlar, diğer inananlardan farklı olarak onu
sahiplenirler. Anlattıklarında insana değer verilmesini beğenip, ona ön ayak olurlar,
çünkü Paulus, Galatlara uygun konuşmaktadır.

“Siz bunu putlara tapanlardan daha iyi anlamıştınız. Siz göğün, her şeyin
üstünde olduğunu biliyordunuz. Gökyüzünden başka hiçbir şeyden korkmamakta
haklıydınız. Çünkü tanrımız gökyüzündedir” diyordu. Tıpkı onların dağlar, ormanlar,
ay, güneş ve gökyüzünü anlatışları, Tanrılarının gökyüzünde oluşuna inandıkları gibi.
Onların savaşta her yanlarından kan akması, yara bere içinde ölüme gitmek arzuları
gibi çarmıhtaki kanlar içindeki Đsa’yı anlatıyordu. Đsa, kıpkırmızı delik deşik vücudu ve
yaraları ile tam onların istedikleri gibi idi. Galatların toplumun ve ailelerinin selameti
için kendilerini feda etmek arzuları, çılgın gibi, delicesine kendilerini harcamaları da,
Đsa ve havarilerinin yaptıklarına benziyordu.

Bir başka yerde; Đsa’nın sevdiği öğrencisi “Yuhanna”nın incilinde, Pavlus’un


“Galatyalılara mektubu”nda yine Galatlara rastlayacağız.

Galatyalıların inançlarını zorlamak için, bu kez, Paulus’un Galatyalılara


mektubunun 3.bölüm 1-3 bablarında; “Ey akılsız Galatyalılar! Kutsal Ruh’u Yasa’nın
gereklerini yapmakla mı, yoksa duyduklarınıza iman etmekle mi aldınız? Bu kadar
akılsız mısınız?” derken onların eski tanrısını küçümsüyordu,

4.Bölüm 8-11 bablarda da, “(8) Ne var ki eskiden, Tanrı’yı tanımadığınız


zamanlarda, özde Tanrı olmayanlara kölelik ettiniz. (9) Şimdiyse Tanrıyı tanıdınız
daha doğrusu Tanrı tarafından tanındınız. (10) Özel günler, aylar, mevsimler yıllar
kutluyorsunuz. (11) Sizin için korkuyorum, yoksa uğrunuza boş yere mi emek verdim.
(12) Kardeşlerim, size yalvarıyorum, benim gibi olun, çünkü ben de sizin gibi oldum.
Bana hiç haksızlık etmediniz. (14) ... beni ne horladınız, ne de benden tiksindiniz.
(15) ... elinizden gelse gözlerinizi oyar, bana verirdiniz” derken, onların üstün ve
saygın karakterlerini anlatıyordu.

Galatları bir aşağılıyor, bir yüceltiyor, kendine çekmeye çalışıyordu.

Galatların benliklerini yüceltme, ruhlarının ölümsüzlüğü ve özgürlüğü ile


övünmelerinden dolayı, 5.Bölüm 1-26 Bablarda “(1) Mesih bizim özgürlüğümüz için
özgür kaldı. Bir daha kölelik boyunduruğunu takınmayın. (25) Ruh sayesinde
yaşıyorsak, Ruh’un izinde yürüyelim. (26) Boş ve övünen, birbirlerine meydan
okuyan, birbirlerini kıskanan kişiler olamayalım” diyordu.

Galatlar şaşırıyordu, tarih de Đ.S. 69’u gösteriyordu.


Ancak, Paulus eski cemaati Yahudilere çok kızgındı, bu arada, onlara da şöyle
diyordu : “Tanrının sözünün ilkin sizlere bildirilmesi gerekiyordu, ama onu bir yana
ittiğiniz ve kendinizi sonsuz yaşama yaraşır saymadığınız için, işte uluslara
yöneliyoruz”.

Paulus Yahudilere rağmen Galatları kiliselerine yürekten bağladı, yolculuğuna


devam edebilirdi. Galatlar tamam idi.

Paulus ve arkadaşları Makedonya ve Balkanlarda “Đsa’nın dirilişini” anlatınca,


Atina’da kahkahalarla karşılaştılar. “Ölülerin dirilmesi” gülünecek kadar tuhaftı. Dünya
nimetleri, güzel yemekler, kadınlar, erkekler, yatıp kalkmalar, ince düşünsel
sohbetler, gerçek olan bu dünya idi, Atinalılar gülüp geçtiler. Ama cahil halk, fakirler,
hırsızlar, fahişeler, köleler; tüm Roma, öbür dünyada, bu dünyanın nimetleri
umuduyla yeni inanışa, yarının yeni dini olacak Hıristiyanlığa kucak açacaktılar.

Barnabas ve Markos Kıbrıs’ta, Paulus, Timateos ve sevgili doktor Luka


Roma’da idiler. (Đleride o da ayrı bir Đncil “Lukas Đncil”i yazacaktır) Efes’te de Yohanna
çalışıyordu, hem o daha akıllı idi, Anadolu’nun kadın soyunun yüceltilmesi arzusuna,
Kibele’ye de bir çare bulmuştu; Kudüs’ten gelirken yanında Kutsal Bakire’yi,
Meryem’i de Anadolu’ya getirmişti.

Hıristiyanlıkta, bu dünya yaşamı değil, öbür dünya, kıyamet günü, ölmüş bir
adama tapınma esas ise; Romalılar için Hıristiyanlık; “insanın düşmanı” demekti.

Hele 15 Ağustos 64 yılında Roma’daki yangına Hıristiyanlar sebep gösterilince,


Romalılar; ne Paulus’u, ne Petrus’u bıraktılar, hepsini yok ettiler.

Ama Galyalılar Roma’ya girince (1 Temmuz 69) Roma Hıristiyanlarla


uğraşamaz durumda kaldı. Bu arada Parthlar da Anadolu’ya girmişlerdi. Sanki
Galatlar da Hıristiyanları burada himayelerine almışlardı, yıllar 92’ye geldi.
Hıristiyanları, Roma’da Galyalılar, Anadolu’da akrabaları Galatlar dolaylı olarak
korumuş oldular.

Matta’nın Đncili Aramice idi, yazılı değildi. O günlerde ortalıkta ne Lukas, ne


Markus’un incillerin adı geçiyordu.

Aramice yazılan ilk müjde yine Matta idi. Matta’da Hazreti Đsa’nın ailesi
anlatılırken, onun Tanrının oğlu değil, marangozun oğlu olduğu anlatılıyordu. “Bu
marangozun oğlu değil mi? Annesi Meryem, kardeşleri James (Yusuf ?), Joses,
Simon ve Yuda değil mi?” diyordu.

Paulus’un Kudüs’teki cemaati Đsa’nın ölümünden sonra daha da büyümüştü,


çünkü Paulus, Đsa’nın Tanrı’nın ta kendisi olduğunu söylüyordu. Ölümünü ve onun
göğe yükselişini anlatıyor. Yahudilere bilmedikleri tanrılarını insan şeklinde
yanlarında olduğunu söylüyordu.

Đsa’nın kardeşi James (Yusuf ?) ise Đsa’nın halefi idi. Đsa’nın cemaatinin başında
idi. O ise, Đsa’nın Tanrı değil, Tanrı tarafından seçilmiş bir lider olduğundan söz
ediyordu.
James pek çok nedenden dolayı M.S. 62 yılında öldürüldü. Paulus’un önü
tamamen açıldı.

Bu arada Bergama’da, Đzmir’de, “Ephesos’un ihtiyarı” adı ile bilinen Jean veya
Johannes veya Yohanna veya Yahya kendi incilini yazmaya başlamıştı. M.S. 100
üncü yıllarda Yohanna incilini ilk okuyanlar yine yaylalardaki Galatlardı. Paulus’u
hatırladılar, elden ele Anadolu’ya yaydılar.

Ancak Hıristiyanlar “kanlı bir hayvanın üstüne binmiş fahişeler anası” diye
Kybele ile alay edecek cürete ulaştıklarında, bütün iyi gelişmelere rağmen pek çok
yerde binlerce hıristiyan öldürüldü.

Anadolu yine karıştı gitti. Oysa Anadolu’nun işi çok kolaydı.


KISIM V
ĐNSANLAR TANRI’NIN VARLIĞINI ÖĞRENĐYOR

Türkler Asya steplerinde doğa ve insan ile Tanrısını sembolize ederken ve


inancını Şamanları ile yönetirken, uygularken; ne Tanrının varlığını, ne şeklini, ne de
gücünü akıllarına getirmiyordu. Gök tanrı ile yer tanrı ile oyalanırlarken, Filistin’de
Musa diye biri çıkıp belki M.Ö. 1280-1250 yıllarında Tanrının adını koyuverdi,
“YAHVE”! Yani “Olmak”, “varolmak” fiilinin eril 3. şahsını gösteren “o vardır” “o orada,
hazır ve nazırdır” deyiverdi, hepsi bu, her şey değişti! Sümerler de daha önce
Tanrılarda insan biçimciliğini anlatmışlardı, o da biçimi değiştirerek, bilinmez tarif
edilemeze benzetmeye çalıştı. Türkler ve Keltler Tanrı’yı gökte sanırken; Musa öyle
bir tarif yaptı ki, Sümerlerin insandan daha büyük, daha akıllı, daha üstün yeteneklere
sahip, çok daha uzun ömürlü veya ölümsüz tanımını değiştiriverdi ve “Kimse onun
var olduğu ve gerçek olduğundan başka bir şey bilemez, öğrenilmesi imkansız, hatta
gizeminin bilinmesi bile gerekmez” deyiverdi. Đşte bundan dolayı ileride Kitab-ı
Mukaddes’in birden çok okunma biçimi veya birden çok farklı anlaşılması, Tanrının
da kişilerde farklılaşması ortaya çıkıverdi. Bu farklı okuma ve anlama biçimi, yarın
dört değişik müjdenin birleştirilmesinde de gerekçe olarak kullanılacaktır.

Hani, M.Ö. 6000 yıllarında Sümer’de karar veren 4 Tanrı vardı


ya! ANU, ENLĐL, ENKĐ/EA ve KĐ. Göklerin Tanrısı, Tanrı hanedanının kurucusu
sümerlerin baş Tanrısı ANU ve onun karısı yer Tanrısı ANTU/KĐ ve onun oğlu,
Tanrıların dünyanın ve insanların Tanrısı hava Tanrısı ENLĐL ve baş danışman rolü
oynayan, her şeyi bilen ve her sorunu çözebilen su Tanrısı ENKĐ/EA’yı hatırlıyor
musunuz? Enki/Ea, bunlardan “Ea” Sümercede “e” “ev” ile “a” “su” anlamındaki
sözcüklerden oluşuyordu. EA bazen “y”, bazen “ayya”, bazen de “ya”, şeklinde
yazılıyor ve sami dilinde “Yau” şeklinde okunuyordu, “Yau” Hz. Musa ile döndü
dolaştı ve buradan erilmiş “Yahve” oluverdi. Bilemeyiz ! Belki “Yahve”, Musa’nın
ortadoğudaki atalarının, soydaşlarının eski bir tanrısının adıydı, belki de Musa’nın
tanrısına verdiği “yeni bir ad” idi. Belki de Babil’lerin koruyucu en büyük Tanrısı
“Marduk” için bu isim bulunmuştu da, Musa tarafından onların en büyük Tanrısının
adı yeni inanç için ödünç alınmıştı.

Bu arada, Türkler ve Keltler ne bu Ortadoğu dinlerinden haberdardı, ne de yıllar


sonra yazılacak Kitab-ı Mukaddesten haberleri vardı. Tıpkı, Yunanlılar gibi.
M.Ö. 500’lerde Yunan’da Eflatun “En yüce iyi” veya Aristo “saf eylem” gibi isim
arayışlarında idiler. Sümer’in, Mısır’ın etkisinde bilinmeyen tanrıyı akıl yoluyla
açıklamaya, bulmaya çalışıyorlardı veya hayallerinde tasarlamaya gayret ediyorlardı.
Tıpkı, Mısır’da M.Ö. 1350’lerde Akhenaton’da denilen, IV.Amenophis gibi belli belirsiz
bir “tek Tanrı’yı” arıyorlardı.

Ancak, içlerinde en net “tek Tanrı”yı keşfeden yine Musa idi. Çünkü insan-
biçimini ortadan kaldırıyordu, ayrıca diğerlerinden farklı olarak, ihtiyacı, isteği
olmayan, insandan bir şey istemeyen yepyeni bir Tanrı yaratıyordu. Tıpkı, Galatların
göklerde olduğunu söyledikleri Tanrı’sının tarifi gibi, tıpkı Türklerin gök tanrısı gibi.

Musa çok akıllıydı, Tanrının adını yazmıyordu, “adı yazılamaz”, “adı okunamaz”
olarak nitelendiriyordu. YHVH diyordu çünkü Tevrat Musa’dan yüz yıllarca sonra
yazılacaktı, Đbraniler M.Ö. 586 tarihinde gittikleri Babil’de 48 yıl kalarak M.Ö. 538’de
Kudüs’e döndüklerinde öğrendikleri dört köşe karakterli yazıları ile kitaplar yazılmaya
başlayacaklardı, yani 800 yıl sonra.

Musa ilginç bir iş yapmıştı, Tanrılar Đnsanlarla uğraşırken; Sümerlerin şehir


tanrısı, ticaret tanrısı gibi, Yahve’de Đbranilerin, kavmin tanrısı olmuştu, insanlar
rahatlamış ancak bu kez kavim tanrı ile muhatap kalmıştı. Đsrail kavminin ulus olması
ve bir toprağının olması gerekiyordu, yani bu dine göre, inananlarda, şahıslarda ülke
yani toprak sahibi olacaktı, yani artık mülkiyet başlıyacaktı.

Galatlar Anadolu’da, Türkler ise Asya’nın yaylalarında, dağlarında başı boş


gezer ve göçerken mülkiyeti bilmezlerdi. Yahudiler varlıkla yoksulluk, alacaklı ile
borçlu insanları yarattılar, şehirler ve kültürleri geliştirdiler.

Yıllar süren gayretlerle Đşaya, Hezekiel, Yeremya gibi Nebiler (kimilerine göre
peygamberler) Kitab-ı Mukaddese ilaveler, ekler yapacaklar, M.Ö. 1200 yıllarında
başlayan bu yolculuk M.Ö. 500’de yazmayı öğrenince M.Ö. 200’lerde ancak yazıya
geçirilmeye başlanacaktı. Đlk kutsal kitap yazılmaya başlıyordu.

Görüldüğü gibi bu kutsal kitabı anlamak çok zordu, Kitabı Mukaddesi okuyup,
çok iyi ve farklı tanıyabilirdiniz. Ancak Yahudilerin Talmud’unu bilmeyenler, Yahudilik
hakkında çok az şey bilebilirlerdi. Anadolu’da da Yahudilik bu nedenle gelişemedi,
buna rağmen eski Yahudilerin anlattığı yeni din, Hıristiyanlık, kolayca yayıldı,
benimsendi.

Yahudi geleneğinin gizli, gizemli ezoterik bir boyutu vardı ki, işler burada iyice
karışıyordu. Kuşaktan kuşağa aktarılan sözlü gelenek anlamına gelen; “kabul edilmiş”
anlamındaki Đbranice “QABALA” kelimesi! Kabalacılar Tevrat’ın cümle ve ayetlerinin
açık anlamlarıyla asla ilgilenmezlerdi. Tevrat’ın Batıni anlamlarını araştırırlardı.
Onların bu düşünceleri ve çalışmaları ancak, yaklaşık Musa’dan 2500 yıl sonra M.S.
1300’lerde yazıya geçirilecekti ve bu kitaba da “ZOHAR” adı verildi. Böylece zamanla
Yahve kavmin değil, diğer dinler gibi kul’un, bireyin tanrısı olacaktı. Yasalar ve
öğretiler sıralanacak ve şeriat’ın başlangıcı oluşturulacaktı.

Yarın iktidarı kolayca elde edebilmek için, birilerinin zamanla dini geliştirmesi,
değiştirmesi gerektiği zamanla anlaşılacak, değişik yorumlar, anlamlar ortaya
çıkarılacak, iktidarın, diğerlerine karşı, diğerlerinin de iktidara karşı dinlerini,
inançlarını, anladıklarını farklı şekilde anlatma durumu ortaya çıkacaktı. Yarın
Anadolu halkının iktidarlar ile çatışması, Arapların mezheplere bölünmesi,
Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın tarikatlarla dolması, işte böyle bir yorum ve anlam
farklılığı aramadan doğacaktır. Dinin bireysel bir duygu olmaktan çıkması
sağlanacak, din bireyler üzerinde yönetenlerce, iktidarlarca istedikleri şekilde bir
baskı unsuruna dönüştürülebilecekti. Dinler doğuşlarında, birleştirici, bütünleştirici
iken, sonra tüm dinlerin insanlar arasında bölücü bir unsur olacağının ilk işaretleri idi,
bunlar.

Galatların kafasını, sonra bizlerin ve tüm inananların kafalarını hep bu akıllı


Yahudiler karıştırdı.

Yahudiler “tek tanrı” fikrini savunmuyorlar, ama “tek Tanrı”dan Yahve’den söz
ediyorlardı. Onlar için zaten başka tanrı yoktu, “Yahve” vardı. Hepsi o kadar! Onlar
Tanrı’dan çok, Tanrı’dan söz eden metinlerle uğraşıyorlardı. Oysa Galatlar ve Türkler
Tanrı’ya inanıyorlardı.

Ellerinde önceleri Galatların Anadolu’ya gelişleri ile birlikte yazılmaya başlayan


(M.Ö. II. yy.da başlayıp, M.S. II. yy.da bitirilen) MĐŞNA metni vardı. Keltler sözlü
geleneklerden, Đskenderiye ve Kudüs vasıtasıyla, Kabala’dan bilgi sahibi idiler.
Galat’lar da Anadolu’da yorumlarla anlaşılan bu MĐŞNA’ya takılmışlardı. Đşte Paulus
böyle bir zamanda sahneye çıkmış, farklı anlamlarla kafaları karışık olan Galatlara,
vaad ve umut dolu, (bir kavmin değil) tüm insanların göksel babasını onlara
söyleyivermişti, Galatlar, çok korktukları bilinmeyen gökyüzünden dolayı, bu gökteki
Tanrı’ya hemen sarılıverdiler.

Yahudiler, Müslümanlık geleneğindeki gibi Hıristiyanlarla birlikte kitap ehli


olarak söz edilseler de, onlar “kitap ehli” değil, “kitabın yorumunun ehli” idiler. Onların
“okuma evi” (Beth Hamidras) her şeyden, her ibadetten üstün idi, “okuma” tıpkı
Müslümanlıkta “oku” diye başlıyan kutsal kitap Kur’an gibi temel etkinlikti. Gizlice
şunu söylemek istiyorlardı; “Tanrı insanların onu yorumlayışlarına, algılayışlarına
bağlı idi ve o şekilde idi” Böylece her an yeniden sorgulama insan beynine
yerleştiriliyordu. Đnsan düşünce tarihinde yepyeni bir dönem başlıyordu.

Đşte önce Galatlar, Anadolu’da böyle bir düşünce sistemini öğrendiler, sonra
Türklere, Şamanlara bunu öğretecekler ve Bektaş-i Veli vasıtasıyla bugün farkında
olmadan günümüz Alevilerin kafalarına bu yöntem gizlice yazılacaktı. Onlar da,

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır