NOTLARI
Reşat Nuri GÜNTEKİN
Halbuki ben daima kendi sınırlarımız içinde döner dolaşırım. Seyahatlerim biraz
gelişigüzeldir; yelken gemileri gibi esecek rüzgâra tâbidir.
Bazı tenha bir istasyonda saatlerce tren, bazı güneşle beraber uyumuş bir küçük
kasabanın otelinde uyku beklerim. Fazla bir yağmur, yahut kar fırtınası beni bir
iki gün bir köye hapsederse, arayıp soranım bulunmaz. Gün olur ki bomboş bir
ovanın ortasında otomobil bozulur; şoför, yoldan geçen kamyonlardan pompa,
tel, meşin ve lâstik parçaları tedarik edip makine veya tekerleğini tamir edinceye
kadar etrafta dolaşırım; yahut eski taşbasması Muhammediyelerdeki Cennet bağı
resimlerini andıran cılız bir ağacın altında otururum.
Bu saatlerde vakit öldürmek için icadettiğim çarelerden biri de elime geçen bir
kâğıt parçasına yollarda gördüğüm öteberiyi karmakarışık not etmektir.
Bunların bir kısmı kaybolup gitmiştir. Fakat çantamın bir köşesinde birikip
kalmış olanlar da bir tomar meydana getirecek kadar çoktur.
Seyahat kitap ve makalesi yazmak, son senelerde bütün dünyada bir moda haline
gelmiştir, ömrümde bir kere ben de kendimi modaya uydurarak bu notlardan bir
yazı serisi çıkarmayı düşündüm.
Araba üslubu bir kübik istasyon binasının yanından saparken gözünü kapa
ve aç kendini bir anda İstanbul’un otuz kırk yıl evvelki bir mezarlık safasmda
bul Yol kenarında bir set; setin üstünde kırık mezar taşları, bunların arasında
renk renk yeldirmeli, çarşaflı kadınlar oturmuş; aralarında poturlu, mintanlı
simitçiler, leblebiciler, turşucular dolaşıyor Tıpkı tıpkısına Meşrutiyetten evvel
akşamüstleri Karacaahmet, Bitlikâğıthane, Mahmutbaba mezarlıklarında
gördüğümüz manzara
Bir sokak daha dönelim. Toprak kulübeler arasında bir arsa Ortada bir bostan
kuyusu ile eşek Eşeğin arkasına yirmi, otuz metrelik bir ip, ipin ucuna da bir
kova bağlanmış Hayvan, kuyu ile kulübelerden biri arasındaki yol üzerinde
akşam piyasası yapar gibi ağır ağır gidip geliyor Onun her gidiş gelişinde kova
bir kere kuyuya dalıp çıkıyor, böylelikle de kulübelerin su ihtiyacı gideriliyor
Bu usulün, tarihin hangi devrine ait olduğunu pek kestiremeyeceğim amma her
halde çok eski zamanlarda yaşadığımıza şüphe yoktur
Bazı bir ova yolunda saatlerce gidersiniz. Karşınıza bir köy çıkar Hayretle
düşünürsünüz: Ben bu alçak toprak kulübeleri, bu sokakları; tekerleğinin biri
çıkmış bu öküz arabasını; onun üstüne tünemiş tavukları, yarı çıplak çocukları;
biraz ötede omuzunda testi ile su taşıyan yalınayak küçük kızı, sırtında bir çalı
demetiyle yokuştan inen peştemallı büyükanayı bir saat evvel bir daha, iki saat
evvel bir daha gördüm Sakın araba beni bir daire etrafında döndürüp
dolaştırdıktan sonra hep aynı yere getirmesin. Her halde öyle olacak Evvelâ
uzaktan dik dik bakan köylüler yanıma yaklaşıyorlar, şehirlerdeki bazı şık molla
eskilerinin sakalı kadar uzamış tıraşlı yüzlerini tanımağa başladım. Daha iyisi
onlar da beni tanımış olacaklar ki tatlı tatlı gülümsemeğe, etrafımı almağa
başladılar.
Evet, bu uçsuz bucaksız yolda ne kadar ilerleseniz dönüp dolaşıp hep aynı yere
varacaksınız. Bu benzerlik, bana bir yandan can sıkıntısına, ye’se benzeyen bir
yürek üzüntüsü verir. Fakat, bir yandan da bu toprağın hiç bir köşesinde garip
kalmayacak, her gittiği yerde kendini hemen açılan ve ısınan bir kardeş
kucağında bulacağından emin bir insan ferahlığıNe söylüyordum? Notlarımda
zaman ve yer kaydı gözetilmemiştir. Aralarında üç beş yıl farkı bulunan bu kâğıt
parçalarından hangisinin eski, hangisinin yeni olduğunu kendimi zorlamadan
hatırlamak zaten mümkün değil gibi Öyle rastgele bir şey Her yazıya olduğu
gibi bunlarda da az çok umumî bir manası bulunanlara ve bu bakımdan
okuyanları bir dereceye kadar ilgilendirecek olanlara rastgelinmesi mümkündür.
Fakat kendimden başkasına bir şey söylemeyecek, boş gevezelikler de az
olmayacaktır. Bunu peşin haber veriyorum.
BİR TİCARET KERVANI
Geçen yazın sıcak bir günü İki saatten beri bir tepe üzerinden Adana ovasını
seyrediyordum. Biraz evvelki ışık bolluğu karşıdaki şehri âdeta seçilemeyecek
bir hale, karmakarışık bir cam, taş, maden yığını haline getirmişti. Şimdi, güneş
indikçe renkler beliriyor, şekiller meydana çıkıyor; şehir, âdeta adım adım
yaklaşıyordu.
İçime akşam garipliğiyle beraber, bir de korku çökmeğe başlamıştı. İki saatten
beri devam eden tekerlek tamirini bitirememek, geceden evvel şehri tutamamak
korkusu.
Şoföre:
— Merak etmeyin Tamir bitmek üzere Evvel Allah sizi dağ başında
bırakmayız
Tekerlek, yolun ortasmda bir sürü hırdavat arasında yamyassı yatıyor, öyle pek
yakında davranıp kalkacağa benzemiyordu. Ben, her ihtimale karşı paketimdeki
sigaraları sayarken yanımızdaki bir patikadan iki köylü çıktı, önlerinde cılız bir
eşek yürüyordu. Köylüler, bize selâm verdikten sonra merakla tamiri seyretmeğe
koyuldular.
— Konya Ereğlisi’nden
— Nereye gidiyorsunuz?
— Adana'ya
— Adana’da ne yapacaksınız?
— Hemşehriler Bunlarda kaç okka mal var? Kaçtan satacaksınız? Elinize kaç
para geçecek?
Bir fiyat söyleyecekti. Fakat öteki köylü buna meydan bırakmadı. O, ticaret
işlerinden daha çok anlar bir insana benziyordu. Benim kayısılara müşteri
çıkmam ihtimalini düşünmüş ve arkadaşının münasebetsiz bir fiyat söyleyerek
piyasayı düşürmesinden korkmuştu.
— Bizim Ereğli’nin kayısıları hiç bir yerinkilere benzemez, diyordu, ve lâkin
birazı yolda çürüdü; yenebilecekleri yedik, pek çürükleri attık. Elimizde sekiz on
okka bir şey kaldı; onları da Adana’da kime olsa satarız
Kayısıların hepsi yüz otuz, yahut yüz kırk kuruş tutuyordu. Köylü, pazarlık
etmeden, bir kuruş bile kırmaya savaşmadan bu kadar kolaylıkla mal almağa razı
oluşuma birdenbire inanamadı. İnandıktan sonra gönlümün rahat etmesi için
birçok diller döktü; kayısıları birkaç gün muhafaza etmek için bana çareler
öğretti.
Yüz otuz, yahut yüz kırk kuruş sayılıp teslim-tesellüm muamelesi yapılır ve
helâllaşırken kendimi birkaç yüz bin liralık mal almış bir tüccar sanıyordum.
Ticaret seferi artık sonuna ermiş, kervanın Adana'ya inmesine sebep kalmamıştı.
Bu esnada bizim otomobilin tamiri de bitmişti.
Köylüler, benden bir daha helâllik diledikten sonra eşeği tekrar Ereğli yoluna
çevirirlerken ben, biraz evvel gece olmadan şehre varamamaktan korktuğuma
utanıyordum.
Şoförler:
Kasabadan yarım saat uzakta sık bir ağaçlık arasında kaybolmuş bir
istasyoncuk Neredeyse karşı tepelerde tan atacak Fakat şimdilik zifirî
karanlık içindeyiz. Etrafımızı saran, tepemizde gökyüzüne doğru alabildiğine
uzanıp gidiyor gibi görünen ağaçların karanlığı; kalın bir buğu tabakasıyle kapalı
göğün kendi karanlığı
Şef, beni; odayı ve köylüleri beğenmediği için dışarıda dolaşan bir aristokrat
sanmıştı.
— Haklısınız, dedi, insan herhangi bir şeyi beklerken sinirli olur. Ayakta
beklemek, oturduğu yerde beklemekten daha iyidir.
Karanlıkta yüzüne bakıyorum: Nihayet otuz yaşlarında uyanık, parlak gözlü bir
genç Dilinden hemşehri olduğumuz da anlaşılıyor
Bunu söylerken kesik kesik gülüyordu; fakat ne acı ve sinirli bir gülüş!
Edebiyatçılar ümidi daima ışık şeklinde tasvir ederler; fakat o, pekâlâ insana bir
karaltı şeklinde de gülümseyebilir.
Hasılı, istasyon şefi boş bir denizin kıyısında balık bekleyen meyus bir balıkçı
gibi rastgele bu tarafa da bir olta sallamakta bir zarar görmedi.
İş hayatında daima başımıza gelir. Olmayacak şeyleri için tavsiye isterler. Pek
sıkboğaz ederlerse "Bakalım, bir sırasını düşürebilirsek" yolunda bir yalanla
yakamızı kurtarırız.
Fakat ben, boş ümitle insan avutmanın faydasından ziyade zararına inandığım
için çok kere yüzümü kızdırır, açıkça "Mümkün değil" derim. Nitekim istasyon
şefine de o gece öyle yaptım.
Orta yaşlı bir adam yere çömelmiş, hastanın başını ellerini içinde tutuyor Bu
baş, en hafif sarsıntıya gelemiyor; erkeğin küçük bir hareketi üzerine bir ağlayıp
sızlamadır başlıyor. Biraz sonra trende bunlara komşuluk edecek yolcularm
Allah yardımcıları olsun. Kadın ağladıkça erkek:
— Hele şuna bak Çocuk mu oldun? Seni kınarlar, diyor. Sonra bana
gülümsüyor :
«Ne münasebet! Hastahanede adam öldürüldüğü görülmüş şey mi?» der gibi
başımı sallıyorum.
Gözüm hastaya ilişiyor; duvarda tüten petrol lambasının ışığı içinde bu gözler
korkudan daha büyümüş gibi bana bakıyor. Gel de yalan söyleme!
Bu defa, arkamdaki kanapeden başka bir dert, bir şikâyet yükselmeğe başlıyor.
Altmış beş yaşlarında sıska bir ihtiyar, babacan bir jandarma onbaşısına uzun bir
toprak davası anlatıyor Üç beş seneden beri bitmeyen, adamcağızı ihtiyar ve
hasta halinde ikide birde Adana’ya sürükleyen bir dava
Jandarma, arada bir «Ya öyle mi Vah, vah» diyor. Bazen de yorgunluktan
birdenbire horluyor ve açılıyor. Başımı çevirsem ihtiyarın derhal beni
yakalamasından, hikâyenin alt tarafım bana dinletmesinden ve sonunda bir
tavsiye mektubu için ellerime sarılmasından korkuyorum.
Dedim ya, bütün dertlerin şahlandığı, uçan kuştan imdat arandığı en nazik bir
saatteyiz.
Hasılı, insanlar, kalabalık içinde yaşamayı yalnız ve rahat yaşamaya daima tercih
etmişlerdir. Yalnız trenler, yatılı trenler müstesna. Kalabalıktan en hoşlanan
insan, vagona ayak attı mı derhal bir inziva hastalığına tutulur. En candan
dostunu bile yanında istemez. Dost şöyle yakm bir kompartımanda olsun da
arasıra nasıl olsa gidip görülür.
Bay trenin kalkmasına yarım saat kala vagonun köşesine yerleşmiş; bavullarım,
paketlerini, şişelerini, yiyecek sepetini, kâğıda sanlı terliklerini etrafındaki
filelere dizmiş; seyahatten seyahate kütüphanesinden çıkarıp yol çantasına
koyduğu kitabını, sigaralarını, gazetelerini yanına koymuş, oturuyor. Şimdi onun
en büyük korkusu vagona bir yolcu girmesidir. Rıhtımda kaynaşan kalabalığa
düşman gözüyle bakıyor, birisi koridorun kapısından içeri baksa yüreği çarpıyor;
bir tren memuru kapıyı açsa kuluçkada bir hindi gibi burnunu şişirerek
kabarmağa hazırlanıyor.
Ortalığın telâş ve kargaşalığı içinde hiç bir şeyin farkında değil gibi görünen
memurlar bu hileyi kim bilir trenin kaçıncı icat senesinde öğrenmişlerdir.
Koridorda sızlanan yersiz yolculara: "İki dakika müsaade, şimdi yer buluruz"
derler ve hakikaten tren kalktıktan iki dakika sonra bayın kompartımanında
figüranlardan boşalan yerlere onları birer birer yerleştirirler.
Benim Karaferye muhacirlerinden bir dostum vagonda yalnız kalmak için bazı
güzel çareler bulmuştur. Bir gün bana şunları anlattı:
— Ben, trende çok kere hasta taklidi yaparım. Meselâ yüzüme bir tülbent
bağlarım. Parmağımla gözümün etrafına bir parça sigara külü bulaştırıveririm.
Sigara külü ne olacak Temiz şey Siliverdin mi gider Yüzümün üst tarafı da
zaten Allah’tan biraz şişçe olduğu için beni görenler yılancık olmuş sanır. Daha
olmazsa "Vallahi bilmem birader, bizim dayı yılancıktan öldüydü. Bize de mi
geçti nedir?" diye konuşuveririm. Herifi koydunsa bu!
Her zaman yılancık olmaz ya, bazı da gözlerimi şöyle şöyle bir iki çevirir:
"Endam aynasının camına, desturun sinekler pislemiş. Keserin ucuyla bunları
kazıyayım dedimdi, ayna paramparça oluverdi. Beni deli diye on bir ay
tımarhanede yatırdılar Neyse bir yolunu bulup kurtulduk" derim Karşıma
oturmağa hazırlanan yolcu bir gözlerime, bir de elimdeki kaim bastona bakar;
çantasını kaptı mı yallah dışarı Sen olsan durur musun? Herif canını sokakta
mı buldu?
— Eh, öylesi de olur Baktın ki aldıran yok Biraz gittikten sonra: "Şu yol
havası başka şey Trene binerken ölecek gibiydim Şimdi maşallah açılmağa
başladım!" diye söylenirsin, işi ahbaplığa dökersin, olur gider.
Zaten herkesin yaptığı da, bundan başka bir şey değildir. Yabancıları atlatmaktan
ümit kesilince, çaresiz, onlarla anlaşmak ve hoşça bir vakit geçirmek yolu aranır.
Tren kalktıktan biraz sonra sinirlerdeki gerginlik dönmeğe başlar.
— İnsan böyle bir şapka, bir baston, bir de gazete ile Konya’ya gidemez ya
Herhalde Tuzla’da iner.
— Sapanca’ya
— Efendim, ne tarafa?
— Mardin’e.
Böyle olmakla beraber tren, biraz daha yol aldıktan sonra bu titizliklerin,
huysuzlukların hiç biri kalmayacak, arkada bıraktığınız eviniz, köyünüz kadar
uzaklarda kaybolacaktır. İnsan, neye alışmaz ki?
Trende bir yabancı ile başbaşa geçirilen bir yahut iki gecede uzun bir kanlık,
kocalık hayatının bütün safhaları vardır. Evvelâ birbirinden çekinen iki yabancı
iken, sonra birbirinizin yanında çorabınızı, potininizi çıkarır, gömleğinizi
değiştirir, pijama, yahut entarinizi giyersiniz. Yiyeceğinizi beraber hazırlar,
beraber yersiniz.
Yıllarca her gün yüz yüze yaşadığınız, bir masa başında çalıştığınız bir arkadaşa
söylemeyi aklınızdan geçirmediğiniz şeyleri, ruhlarınızın en mahrem ve zayıf
taraflarını birbirinize açarsınız. Karşı karşıya, yan yana, kafa kafaya, hatta bazen
çekinmeden ayaklarınızı birbirinizin başının yanma koyarak —türlü sarsıntılar
tartaklanmalar içinde— beraber uyur uyanırsınız.
Kazaların önünü almak için daima toplantı halinde işleyen komisyonlara, polise,
dörtyol ağızlarında birer küçük Napolyon tavrıyla otomobillere, tramvaylara yol
gösteren işaret memurlarına rağmen yarışların, çarpışmaların, kazaların önü
alınamıyor, İnsan, dükkânında yahut kahvede otururken bir otomobil veya
kamyonun camekândan içeri yürüyüş etmeyeceğinden emin değildir. Bakımlı
İstanbul böyle olursa bakımsız Anadolu’yu var kıyas et!
Hele yaz günlerinde büyük yollarda sık sık ilbaylara ve ilçebaylara rastgelirsiniz.
Onlar iyi yol kadar memleketin yüzünü güldürecek ve kendilerininkini ağartacak
bir şey olmayacağını gayet iyi anlamışlar ve bu işe canla sarılmışlardır.
Yollar tabiatıyla yol üstü oldukları için teftişlerinde de bir fazla güçlük yoktur.
Yanlarına varmak için bir katır sırtında patikalara, sarp yamaçlara tırmanmak
lâzım gelmez.
Sonra, yol yapmak, fazla zihin karıştıncı bir iş de değildir. Onun için başlıca iki
elemana ihtiyaç vardır. Taş ve amele. Biraz para bulup bu iki elemanı birbiriyle
çarpıştırmağa başladın mı iş yoluna girmiş, kendilisinden yürümeğe başlamış
demektir.
Meselâ, mektep binası yapmak buna nisbetle cok daha güçtür. Hele mektebin iç
ve ruh tarafını mükemmelleştireyim diyecek olursan iş daha sarpa sarar.
Nihayet, yollar bir vilâyetin en gözünde olan kısmıdır. Onları daima dost görür,
düşman görür.
Her insan gibi memurun da eserinin daima göz önünde kalacak kısımlarına
fazlaca dikkat etmesini haklı bulmak lâzımdır.
Orhangazi’den bir arabaya binip İznik gölünün güney kıyısını takibe başlayın.
Yarım saat gittikten sonra birdenbire asfalt bir yola sapacak, kendinizi büyük bir
şehre giriyor sanacaksınız. Hayır. Burası Sölözmüslim isminde minimini bir
köydür. Asfalt yol, nihayet yirmi beş, otuz metreden ibaret bir süs, bir
oyuncaktır. Karşınıza çıkacak temiz çehreli, temiz kıyafetli bir köy delikanlısı
size tatlı bir saffetle :
Altı ay evvel geçtiğiniz bir yoldan bugün tekrar geçerseniz o zaman bozuk
gördüğünüz kısmın düzelmiş, iyi gördüğünüz kısmın bozulmuş olduğunu
göreceksiniz.
Bunun için rivayet muhteliftir. "Yollar sağlam yapılmıyor" diyenler olduğu gibi
"Yollarda kusur yok. Bu kadar kamyona, otomobile demir olsa dayanmaz"
diyenler de var. Bazıları da "Yol yapmak zerzevat ekmek gibidir. Onunla daima
meşgul olmak gerektir" fikrinde.
Anadolu yollarında âdeta umumî kaideye bağlanabilecek bir şey daha gördüm :
İki vilâyet arasındaki yoldan yağ gibi kayıp gidiyorsunuz. Şoför, hafiften bir
şarkı, yahut fokstrot tutturmuştur. Siz de vaktine, saatine göre ya etraftaki
manzaraya, ya birtakım sosyal, metafizik düşüncelere, yahut da sadece kendi
şahsî kaygularınıza dalıp gitmişsinizdir.
Durgun bir denizde motör safası yapar gibi rahat ve sakin gidip dururken alttan
alta bir dalgalanmadır başlar Sağa, sola yalpalar, sarsıntılar vesaire
Bu fırtına ile beraber şoförün okuma tarzı da yavaş yavaş değişiyor. O vakit hiç
korkmadan hükmedebilirsiniz ki bayındırlık sınırlarından çıkıp şehir sınırlarına
girmek üzeresiniz.
Çırçıplak bir ovanın ortasmdayız. Yol kıyısında erkek, kadın, çocuk, birtakım
insanlar görürsünüz. Yanlarında bohçalar, sepetler, heybeler, tavuklar var.
Posta, hastahane, hapishane kamyonlarına benzeyenleri vardır ki, dört bir tarafı
kapalıdır. Bunların yağmurlu ve soğuk havalarda çok iyi olacağı tahmin
edilebilir.
Fakat ne ziyanı var! Gönüller şen olsun. Bu araba, mihneti kendine zevk etmiş
peygamber ahlâklı Anadolu fakirinin arabasıdır.
Ona içindeki insan, yüreğini kemiren şifasız spee-leni lüks otomobilinde, hususî
yatında dolaştıran İngiliz milyonerden, zihni hesap ve hırsla dolu zengin iş
adamından çok daha şen, sakin ve mesuttur.
Maksat günlerce sürecek bir yolu üç beş saatte aşmak, ayağı yerden kaldırmak
değil mi? Pekâlâ güle eğlene gidiliyor Allah bunu da aratmasın.
Biraz ötede iki, üç kişi daha mı el sallıyor? Gene korkmayın! Onlara da Allah’ın
izniyle yer bulunacak, hatırları hoş edilecektir. Allah’ın izniyle diyorum; çünkü
bu kadar az yere bu kadar insan aldırmak fizik kanunlarına sığmaz; ancak
Allah’ın izniyle kabil olur.
Çocukken pek ziyade şaştığım bir şey vardı. Karagöz'ün Yalova Safası oyununda
perdenin ortasına minimini bir harar (çuval) konur, bu harara Arap, Acem,
Arnavut, Lâz belki on kişi girerdi. Kamyonların bu hudutsuz adam alma
kabiliyeti bana daima bu dolmaz hararı hatırlatır. İstanbul tren, yahut vapurunda
hele bir kimseyi biraz sıkıştırın; hemen çarpılır, çay semaveri gibi oturduğu
yerde fıkır fıkır kaynamağa başlar. Anadolu kamyon yolcusu, kamyona yeni
adam almak için sıkıştırıldıkça darılmıyor, kızmıyor; "Başkasının kârı için ben
neye rahatsız olayım!" demeyi aklından geçirmiyor.
Yanımda yer açmağa çalışırken gösterdiği gayrete, güler yüze bakılırsa hattâ
bundan bir zevk, kendini daima ihmal etmiş, hayatmı başkalanmn saadeti için
harcamağa alışmış bir insanın zevkini de duyuyor.
ŞÖFÖR
Bizde bankacılık gibi şoförlük de on, on iki senelik yeni mesleklerden sayılır.
Cumhuriyetin ilk senelerinde banka memurları da, şoförler de hemen hemen
çocuktu. Şimdi orta yaşa, olgunluk yaşına geldiler.
On sene, hele böyle çetin bir mesleğin on senesi büyük bir zamandır. Bu on sene
şoförleri hayli değiştirmişti. Onların çoğu şimdi yaşını, başını almış akıllı, uslu,
pişkin adamlardır. Ne çare ki insanın hayatını, kafasını, huyunu değiştirmesi
damga gibi yapışıp kalmış bir fena şöhreti değiştirmesinden çok daha kolaydır.
Bunun için şoför dostlarımız da bu fena şöhreti değiştirmek, gözümüzde kredi
kazanmak için daha epeyce zaman yorulacağa benzerler.
Ben, kendi hesabıma uzun yollarda Anadolu şoförünü daima uyanık, becerikli,
uysal ve cana yakın gördüm.
Yalnız büyük bir zaafları var : Yarışa dayanamıyorlar; yolda bir arkadaşm
kendilerini geçmesine bir türlü tahammül edemiyorlar.
Onların en akıllı uslusu, bir arkadaşın korna çalarak, tozu dumana katarak
kendini geçtiğini gördü mü ifrit oluyor. Artık onu azarla, tehditle, nasihatle, hatta
yalvarma ile yarıştan alıkoymanız mümkün değildir. Çaresiz huysuz ata binmiş
acemi bir jokey gibi etrafınızda bulabildiğiniz en sağlam eşyaya sarılacak, kaza
halinde en az zararla kurtulacağınızı tahmin ettiğiniz pozları alarak yarışa iştirak
edeceksiniz.
Evet, bu, onların en büyük zaafıdır. Fakat dediğim gibi bu zaaf, hangimizde yok?
Hangimiz, kendi yolumuzda bir meslektaş tarafından geçildiğimizi görüyor da
kudurmuyoruz? En ağırbaşlı meslek adamları olması lâzım gelen doktorların bile
bazen bu nevi yarışlar yüzünden hayatla, hem de başkasının hayatiyle
oynadıklarını görmüyor muyuz?
Meselâ gazeteci bir başka gazetecinin kendisiyle baş koşmağa kalktığını gördü
mü gazetesini büyütüyor, sayfa sayısını sekizden yirmi sekize çıkarıyor;
resimlerini türlü renklere boyuyor.
Şoför yarış edeceği zaman müşterisine: "Hele siz biraz aşağı inin. Ben, şu beni
geçmeğe kalkan münasebetsizin hakkında geldikten sonra gelir, sizi alırım"
diyemez a
Yolda makineler sık sık sakatlanır. Şoför, mükemmel bir ustadır. Derhal soyunur,
oturduğu iskemlenin altından çekiç, burgu, çivi, şişe, lastik gibi bir yığın alet ve
eşya çıkarıp yolun ortasına yayarak işe başlar. Sakatlığın sebebini gayet iyi
görmüştür. Bunun nasıl tamir edileceğini de biliyor. Yalnız, tamir için hangi alet
lâzımsa o yerde yayılı duran aletler arasında tesadüfen yoktur ve bu, daima
böyledir.
Müşteriye sorar:
— Affedersiniz. Çantanızda biraz tel, yahut iri başlı bir çivi bulunur mu?
— Yok, sanki belki bulunur da ehemmiyetsiz bir sakatlık oldu Biraz tel
bulsak çabucak düzelecek
— Eh, arasıra
— A evlâdım Tel bu kadar lâzımmış da neye yanında bulundurmazsın?
Ne çare, karşılıklı birer sigara yakar ve beklersiniz. Âdettir. Bir otomobil başka
bir otomobilin yolda kalmış olduğunu gördü mü hemen durur, sebebini sorar.
Makinenin tamiri için lâzım gelen tel, yahut çiviyi bu suretle tedarik ettikten
sonra yola devam ederiz.
İhtimal bize yardım eden otomobil de biraz sonra aynı sebepten duracak, şoför,
müşteriden tel isteyecek, müşteri "Tel bu kadar lâzımmış da neye yanında
bulundurmazsın evlâdım?" diye sorduğu zaman o :
Anadolu şoförlerinin bir çoğunda ben, böyle gün görmüş, haline göre para yemiş
eski kibarlar hali gördüm.
Sebebini anlatayım:
Sekiz, on sene evvel İzmir, Manisa, Adana, Mersin gibi illerimizde incir, üzüm,
pamuk v.s. mahsulleri bol yetişmiş ve çok para etmiş; ahaliden bir kısmı âdeta
zengin olmuş
Bir memlekette zenginlik başlar da bir parça eğlence ve sefahat da başlamaz olur
mu? Bizde para yemenin, lüks ve sefahatin en yaygın şekli otomobille gezmek
oluşuna göre şoförler de yeni zenginlerle beraber bir vur patlasm devri
geçirmiştir.
Birkaç sene evvel Nif yoluyla Kasaba’dan İzmir’e gidiyordum. Şoför, kırk
yaşlarında bir Giritli idi. Bir bağın kenarından geçerken derin derin içini
çekerek: "Burası âcizane bizimdi, dedi, şoförlükten bir senede artırdığım para ile
bu bağı almıştım. O vakit su gibi para akıyordu. Sonradan hepsini sattık yedik
ya"
Geçen yıl, bir akşam üstü Tarsus’tan Mersin’e giderken de gene bir şoför : "Bu
yolu dört sene evvel görmeliydiniz, dedi. Adana pamukçuları gece yarısından
sonra Mersin’deki barda şampanya içmeğe giderler, bu gördüğümüz yol şenlik
gecesi gibi ardı arkası kesilmez sıra sıra otomobillerin fenerleriyle donanırdı.
Ah, o günler! Şoförlük o zamandı."
Bunları söylerken şoförde kovulduğu ülkeyi uzaktan seyreden bir eski kral
hüznü vardı.
Zengin zenginliği zamanında pek bir şeye benzemiyor, kibirli ve lâf anlamaz
oluyor. Yahut da biz onları bir parça kıskandığımız için öyle görüyoruz.
Zenginin asıl kibarlığı servetini kaybettikten sonra başlıyor. Anadolu şoförlerinin
on senelik meslek hayatları içinde böyle kısa bir altm devri geçirmiş olmaları,
ruh terbiyeleri noktasından hayırlı olmuş, onlara asil bir insan ağırbaşlılığı ve
istiğnası vermiştir.
PATRON HOCA
Yolun ta ortasına dikilmiş iri boy bir jandarma faşist selâmı verir gibi elini
kaldırarak otobüsü durdurdu:
Anadolu kazalarından birindeki kızıyla damadına misafir giden Eyüplü bir kadın
:
— Galiba ehemmiyetli bir yolcu geliyor, dedi. Jandarma "posta var" demese
şoför durmaz.
Tahmin doğruydu. İki dakika geçmeden orta yaşlı bir adamm hızlı hızlı otobüse
doğru geldiği görüldü. Elinde küçük bir çanta, ağzında bitmeğe yaklaşmış bir
sigara vardı. Bu adam yolda otomobili bozulmuş bir memurdu. Tamirin ne vakit
biteceği belli olmadığı için yolda rastladığı bir jandarma ona bu otobüsü temin
etmişti. Yolculuk başlayalı iki saat olmadığı halde otobüste aşağı yukarı herkes
birbirini tanıyordu. Yolda kalan memurun hüviyeti de bilmem nasıl anlaşılmış
olacaktı ki o şoförün yanındaki imtiyazlı iskemleye yerleşirken Eyüplü kadının
arkadan:
Kadın son derece çalçene bir şeydi. İki saattenberi şoförden başlamak üzere
önüne gelene sataşıyor, türlü maskaralık yapıyordu. Yolcuların bazıları evvelâ
alınmışlar, hafiften ağız kavgaları başlar gibi olmuştu. Fakat onun kızılacak bir
insan olmadığı çabucak anlaşılmıştı. Şimdi o bağırıp çağırdıkça herkes
gülüyordu. Yeni yolcu küçük sivri yüzlü, uzun burunlu, çok zayıf, karışık saçlı
ufaktefek bir adamdı. Kadını daha tanımadığı için bu sözleri ciddîye alarak
utandı, şoföre yavaşça:
Taşlık bir bayırdan inmeğe başlayan otobüsün sarsıntıları arasında kadının sesi
tekrar yükseldi:
Memur, daha ziyade sıkıldı, sigarayı atacak gibi bir hareket yaptı. Fakat şoförün
ağzmda da sigara bulunduğunu görerek vazgeçti. Eyüplü kadına yeni bir
gevezelik mevzuu çıkmıştı. Durmadan söyleniyordu:
— Şoför, zaten Allah’ın habennakası Şair midir, âşık mıdır, sarhoş mudur,
neyin nesidir belli değil Bir de üstelik maarif müdürü beyle muhabbete
başladı Bizi süprüntü küfesi gibi sokağa silkeleyecek
— Seni ben değil ama, bu çeneyle galiba damadın sokağa silkeliyecek Allah
yardımcısı olsun adamcağızın
Şoförle kadın arasında, tulûlat tiyatrolarında olduğu gibi, eğlenceli ve küfürlü bir
ağız dalaşı başlamıştı. Serin rüzgârlı bir gündü; otobüs, ağaçlıklı bir dereye
doğru ağır ağır bayırdan iniyor, yolcular gülmekten kırılıyorlardı.
— Hoca, sen nerelere kayboldun? Demin şoförün yanında kalp beşlik gibi
oturuyordun. Maarif müdürü seni de yerinden tedirgin etti. Nerelere sakladın o
mahcemalini, bakayım?
Maarif müdürü dedikleri adamın ayakları dibine soluk mavi lâtalı, sarı basma
gömlekli, yırtık pabuçlu bir sarıklı çömelmişti. Yeri gayet rahatsızdı. Motörün
sıcaklığı yüzünü yakıyor, arasıra bunaldıkça başını kaldırarak terli yüzünü
rüzgâra gösteriyordu. Hoca, elli beş altmış yaşlarında mazlum ve biraz alıkça
çehreli, durgun mavi gözlü, yer yer ağarmış kumral sakallı bir adamdı.
Adamcağızın kafeste görülen bir hindi kadar rahatsız bir vaziyette seyahat
etmesi yetmiyormuş gibi bir de üstelik sakalıyle, sanğıyle alaya uğramasına
acımamak kabil değildi.
— Hoca efendi, seni galiba ben rahatsız ettim, yerini aldım, dedi.
— Ziyanı yok Biz, yabancı değiliz Siz rahat olun. Allah afiyet versin, dedi.
Yoksulluk acı şey! Anlaşılan bu zavallı hocayı az bir para ile yahut da büsbütün
sevaba otobüse bindirmişler. Paralı bir müşteri gelince, ihtiyarlığına olsun
hürmet etmeden yere çökertiyorlar.
Otobüs, yoı üzerindeki bir kasabanın çarşısında yarım saat mola vermişti.
Yolcuların kimi aşçı dükkânlarında, kimi meydan kahvesinde karınlarını
doyuruyorlardı. Bir aralık takir hocanın da bir fırın kapısı önünce gene yere
çömelmiş, pide ile zeytin ve kavun yediğini gördüm. Sonra, otobüs kalkacağına
üç, beş dakika kala kucağında bir yığın yapraklı ve çiçekli dal ile geldi, bunlarla
arabanın ötesini berisini süslemeğe başladı. "Hoca çok sâf, belki de biraz
meczup bir adam, dedim anlaşılan şoföre yaranmak istiyor."
Biraz sonra tekrar yola düşmüştük. Hoca, bu defa otobüsün arkasında boş bir yer
bulup ilişmişti. Fakat bu, çok sürmedi. Arabaya gelen birkaç yeni müşteriye yer
bulmak için yapılan kombinezonda onu gene açıkta bıraktılar.
Zavallının bu seferki vaziyeti daha feci idi. Rahatsızlıktan başka ölüm tehlikesi
de vardı. Arka kapının ağzında ayakta duruyor, otobüs sarsıldıkça dışarı
fırlamamak için yanındaki demirlere sarılıyordu.
Dayanamadım. Yanımdakine:
— Zavallı ihtiyar mı? dedi. Bilseniz ne it canlıdır o Günde iki, üç kere bu
yollardan geçmezse yüreği rahat etmez Bizim patrondur o Kılığına,
kıyafetine bakmayın Dehşetli zengindir Sade bu yolda dört arabası işler
Biletçi belki beş, on kuruş tırtıklar, diye arabadan arabaya gezer.
Bu sefer, hocaya daha dikkatli baktım. Çehresi bana gene bir şey söylemedi Bu
yumuşak, mazlum, dalgın hoca, bu kadar parayı nereden edinmiş. Anlaşılan bir
miras filân yemiş olacak Bu halde bir ihtiyar, azılı şoförlere nasıl kendini
dinletiyor, açıkgöz biletçileri nasıl kontrol ediyor? Her halde şoförün sözünde
çok mübalâğa var.
— İmam, sen atlas dibalar giyip köşede oturacak adamsın. Böyle seksen
yerinden yamalı cübbe ile ayaklarda sürünmeğe utanmıyor musun? gibi sözlerle
ona sataşıyor, hoca aşır okur gibi ruhanî bir ses, tatlı bir ahenkle:
— Enayi karı. Hocayı parasını küple toprağa gömen eski hocalardan sanıyor.
Hinoğlu hinin banka, borsa işlerini nasıl bildiğine akıl erdiremiyor.
— Hoca, sen hepimizi cebinden çıkarırsın. Sen, o boyun bağlılara bakma. Bak,
o şoförün yanında arpacı kumrusu gibi düşünen maarif müdürü beye.
Adamcağızın kim bilir ne kadar borcu vardır. Baksana efkârından sigara
ağzından düşüyor mu? Sen istersen şimdi beni para ile halayık diye satın alır,
karşında divan durursun.
— Çocuklar, hocanın on sekiz yaşında kız aradığım duyar duymaz neye öyle
yüzüne bakıp gülmeğe başladınız, diye bağırıyor, onlar ellerini yüzlerine
kaparken ahali, âdeta bağırarak el çırpıyordu.
Eyüplü kadın, bu defa hocaya "Kaç karın var? Karıların güzel mi? Yenisini
almağa niyetin var mı?" gibi sualler sormağa başladı. Bunlar eski kafalı bir
ihtiyarın işitmeğe tahammül edemeyeceği birtakım yolsuz, çiy lâkırdılardı. Fakat
mazlum hoca, inanılmaz bir sükûnet ve tahammülle bunları sineye çekiyor,
boynunu bükerek, mavi gözlerini kapayarak o aşır okuyan tatlı sesiyle "Yapma,
hanım, yapma" diye yalvarıyordu.
Bir aralık, otobüs birdenbire durdu ve arkada bir münakaşa başladı. Bir genç
köylü, bilmem nereye gideceğim diye bilet kestirdiği halde biletçinin
dalgınlığından istifade ederek oraya inmemiş; şimdi kasabaya gideceğini
söylüyormuş.
Biletçi:
— Sen bilirsin hoca efendi, dedi, tövbe olsun on param yok. Olsa vermez
miyim?
Hoca:
— Ben, öyle lâkırdı tanımam oğlum, dedi, seni babamızın hayrına taşıyacak
değilim a Ya parayı çıkarırsın, ya inersin
Bulunduğumuz nokta ile kasaba arasında, ayakla gidilecek olursa, belki üç, dört
saatlik yol vardı. Köylü, kendine acındırmak için bazı sözler söyledi, ceplerini,
kuşağının arasını gösterdi. Sonra, hocayı kandırmaktan ümidini kesince:
— Ben inemem, ne yaparsan yap, dedi.
O aşır okuyor hissini veren ahenkli kof, ruhanî sesin yerine sert bir maden
sesiyle:
Cübbesinin uzun kollan içinden çıkan inanılmaz derecede kocaman ve kıllı iki
elle, köylünün kim bilir kaç kilokluk heybesini lastik top gibi kapıp yolun tozları
içine fırlattı. Sonra, aynı kolaylıkla köylüyü omuzlarından yakaladı ve
heybesinin yanma gönderdi.
Şoför, başım çevirmeye cesaret edemeden makineyi işletti. Bir kere daha anlamış
oldum ki büyük para dua ile, tatlılık ile ve merhametle, Allahın rızasını tahsile
çalışmakla kazanılmıyor.
ANADOLU’DA GAZETE, KİTAP
Bizim son Basın Kurultayı'nda beni en çok ümitlendiren şeylerden biri de şu
hakikatin anlaşılması olmuştur :
Kitap ve gazete yayını işi bizim can davamızdır. Gazete ve kitabın az okunması
yayış ve satış işinin bozuk olmasından ileri geliyor. Şu halde yazdığımızı halka
okutmak için yapılan en ehemmiyetli iş buna bir çare bulmak Fransızlar’ın
Hachette’ine benzer sağlam bir yayın kurumu meydana getirmektir. Sanırım ki
değerli arkadaşların şimdiye kadar hiç bir davada, bu işte olduğu kadar derinden
anlaşmış ve kutsî bir inançla biribirine bağlanmış olduklarını görmedim. "Bu işi
devlet mi yapsın; yoksa devletin himayesinde bir hususî şirket mi?" Gerçi bu
nokta etrafında hafif tertip bazı çekişmeler, anlaşamamazlıklar oldu. Fakat bence
bunun hiç ehemmiyeti yok. Asıl mesele büyük hastalığın anlaşılmış
olmasındadır. Kurultayda konuşulan ve kararlaştırılan teşkilât hemen
yapılabilecek mi? Ben kendi hesabıma bunu da o kadar ehemmiyetli
görmüyorum. Değil mi ki gazeteciler ve kitapçılar bunsuz yaşanılamayacağını
anladılar. Ergeç bir çare arayacaklar ve bulacaklar
Öteden beri: "Bizde halk gazete, kitap okumaz" denir. Bu belki doğrudur. Fakat
"halk okumak" demek on yedi milyon nüfusun on yedi milyonu da kitap, gazete
okumamak için biribiriyle sözleşmiş demek değildir. On yedi milyonun binde
ikisi gazete, on binde ikisi kitap okursa otuz dört bin gazete, üç bin dört yüz
kitap müşteri bulur. Okuyanlar için bundan daha aşağı bir nispet kabul etmekse
"memleket yok" demekle bir gibidir. Kitap ve gazete müşterileri biraz işçi
müşterilerine benziyor. Tiryakiler vardır ki satıcının peşini kovalarlar, onu
iğnenin deliğinde olsa bulup çıkarmayı iş edinirler. Fakat öyleleri de vardır ki
satıcı; onları kovalamağa, birer birer avlamağa ve özellikle tiryakilerin sayısuıı
artırmağa mecburdur. Bu ise gazete ve kitabı her gün onun gözünün göreceği,
elinin erebileceği yere koymakla olur.
Müskirat idareleri çıkardıkları şişeleri bizim İstanbul basıcıları gibi depolara istif
etselerdi, "Filân memlekette müşteri azdır, göndermiyelim, falan satıcı paramızı
dolandırır; göndermeyelim. Filân vilâyetteki satıcımıza şu kadar gönderelim de o
da kazalardaki isteklilere göndersin; hem de yerimiz, yurdumuz malum.
Müşteriler ne çıkardığımızı tahkik ederler; biz de isteklerini göndeririz"
yolunda ince hesaplarla hareket etselerdi içki satışı da kitap, mecmua satışına
benzer, bizim Yeşilay Cemiyeti: "Çok yorulduk. Fakat halkı da içki
beliyyesinden kurtardık!" diye bayram yapardı. Hasılı Anadolu halkının kuş
avına, balık avına çıkar gibi kitap mecmua avına çıkmasını ister ve umarsak
daha çok bekleriz. Okuyucuların büyük kısmı gazete, mecmua ve kitabı elinin
altında bulursa alıp okur; aksi halde rastgeldiği yerde şöyle bir göz gezdirir;
yahut da hiç okumayıverir. Yol notlarımdan çıkardığım şu bir iki vaka,
Anadoluda satış teşkilâtımızın ne kadar bozuk olduğunu gayet iyi gösterir.
Trenle, Afyon’a doğru gidiyorum. Kompartımanda benimle beraber orta yaşlı bir
mühendis var. Mühendis, yanımda duran bir yeni romanı aldı, başından beş
sahife okudu. Sonra bana :
— Meraklı bir kitap, dedi, ne yazık ki gittiğim yerde bulup almak kabil değil
İstanbul'dan getirmek de uzun iş (Kitapçı hakkında öyle dedikodular meydan
almıştır ki çok kimse de peşin para ile kitap sipariş etmeğe cesaret edemez.) Siz
gene İstanbul’a döneceksiniz. Müsaade ederseniz bedelini size takdim edeyim.
Siz başkasını alın
Bu yaşa kadar hiç mal satmadığım için bana manasız bir utanma geldi:
Bu konuşmaya göre mühendisin bir dağ başında, yahut ıssız bir köyde çalışmaya
gittiği zannedilir değil mi? Hayır. O, sadece Konya şehrine gidiyordu. Şimdi
kitapçı dostlarım ne zaman iyi bir eserin satıldığından bahsetseler kendi kendime
şöyle düşünüyorum:
— Bizim mühendisin görebileceği bir yere gönderilmiş olsaydı, belki bir tane
fazla satılırdı!
Adana’da bir oteldeyim. Gece oldu mu posta geliyor, biraz sonra da ince bir
çocuk sesi penceremin önünde "Cumhuriyet Akşam" diye bağırmaya
başlıyor. Bir akşam, bu ince ses kesiliverdi. Yemeğe çıkıyordum. Köşebaşmda
rastgeldim. Elleri boştu.
Satıcı:
Adana'ya komşu bir vilâyet Gazeteler küçük bir dükkânda dağılıyor Satıcı ile
ahbap çıktık Kitap ve okuma meraklısı bir zat Yaşının ilerlemiş olmasına
rağmen boş zamanlarında gözlüğünü takarak gramer okuyor
— Siz muharrirsiniz, dedi, size para ile gazete okutmak bize ayıp olur. Her gün
otelin hademesini gönderin. Bütün gazeteleri vereyim. Okuyun, sonra iade
ödersiniz.
Bunu niçin yapamayacağımı ahbaba anlatmak güç. Uzattığım parayı geri itiyor,
gazeteleri zorla elime vererek beni dükkândan çıkarıyor. Bereket versin kendisi
her zaman dükkânda değil. Akşamlan karşı kaldırımda kısa bir piyasa
yapıyorum. Ahbabın çırağı vekil bırakarak bir yere gittiğini gördüm mü hemen
dükkâna koşuyorum, acele acele bir iki gazete alıp savuşuyordum.
— Son aylarda satış birdenbire durdu, dedi, dört yüz liralık kitap getirtmiştim.
İki yüz liralık kadarını çabucak sattım. Gerisi olduğu gibi duruyor.
Biraz daha konuşunca anladım ki bu dört yüz liralık kitap rastgele getirtilmiştir.
Satılanlar bellibaşlı muharrirlerin okunmağa değer kitaplarıdır. Geri kalanlar ne
burada, ne de hiç bir yerde satılmasına imkân olmayan birtakım
molozlardır. Kitapçı bir şey daha söyledi:
Hakkı var. Bir esnaf dört yüz liralık sabun, yahut şeker alır. Bunların iki yüz
liralığını satar, fakat ahali, birdenbire sabun veya şekere boykot ilân ederek geri
kalan iki yüz liralık malı dükkânda bırakırsa esnafm yeni mal getirtmesine
imkân olur mu? İşte Anadolu’da kitap ve gazete satışı bu kadar bozuktur ve bu
kadar cahil insanların elindedir. Ne yaparsınız, kitabı yazmak gibi satmak da
biraz kafa işidir.
OTEL
Şark yolu üzerinde en güzel vilâyetlerimizden birinin merkezindeyim.
Şık bir istasyon, kübik binaları, sineması, parkı, elektrik fabrikası, halısı, her şeyi
var. Böyle olunca birkaç günlük yorgunluğumu dinlendirecek temiz ve rahat bir
oteli olacağı da muhakkak Beni istasyondan şehre götüren şoför:
— Otelden yana hiç korkmayın, dedi. Her keseye göre çeşit çeşit oteller var.
Sizi (S) oteline götürürdüm ama belki istemezsiniz Biraz tuhafçadır
— Ne gibi?
— Yok, hani sanki bir parça fazla lükstür, asridir de Gazinoda çalgı çalan
şantözler filân oturur Gireni, çıkanı çokçadır Eh, eğlentileri de eksik olmaz.
Edep dairesinde eğlenmesini bilmeyen bazı hâşâ huzur efendi kılıklı hırtların
vukuat çıkardığı da olur. En iyisi ben, gene sizi (H. İ.) nin oteline götüreyim
Sizin gibi zatlar oraya inerler. Sahibi son yıllarda çok para kazanmış yerli bir
yeni zengindir. Oteli kız gibi donattı.
Kız gibi donanmış asri otel bilmediğimiz eski zincirli hanlardan biri Yanyana
iki araba geçecek genişlikte kemerli bir kapı Birinci kat dükkân, kahve, depo,
ahır gibi şeyler Bunlardan bazılarının yüzü sokağa, bazılarının ki içeriki toprak
avluya çevrilmiş Kapının yanındaki iki tahta merdivenden hangisini
beğenirseniz ondan ikinci kata yani asıl otel dairesine çıkıyorsunuz. Burada uzun
ve karanlık bir koridor. Koridorun ön tarafına gelen kısmı penceresiz bir kale
duvarı, sokak kısmında sıra sıra oda kapılan Bana bu odaların en lüksünü
açtılar. Güzel bir gardrop ve lâvabo Bir daire koltuğu Üstünde kristal bir
hokka takımı bulunan bir şık masa Pencerenin iki tarafında iki karyola
Odaya başkasını koymamaları için bunların ikisini de tuttum. Otel garsonu
misafirlerden bazılarının böyle boş yere iki yatak parası vermelerindeki hikmeti
bir türlü anlayamıyor, şirin şirin gülümsiyerek:
— Varsın ötekinde de başkası yatsın Adam adamı yiyecek değil ya İki lâkırdı
eder, diyordu.
İki karyolam var. İkisi de ayrı biçimde. Birincisinin ortası eski coğrafya hatt-ı
taksim-i meyah dediğimiz şekilde yüksek, kenarları alçak Öteki onun
tamamıyla tersine çevrilmiş şekli; yani ortası çökük, kenarlan yüksek Otel
hizmetçisi: "hangisinin çarşaflarını değiştireyim?" diye soruyor. Parasını
vereceğim için ikisinin de temizlenmesini istemeğe hakkım olduğu halde bunu
akıl edemeyerek derin derin düşünüyorum: Birincide yatmak, dam tepesinde
yatmak gibi bir şey; İkincide çukura girmiş gibi olacağım. Her halde bunlardan
hangisinin rahat olacağını bir gecelik tecrübeden evvel kestirmek mümkün
değil Bu, böyle olmakla beraber benim gözüm ne yatakları görüyor, ne şık
mobilyayı Karakış ortasmdayız. Sokaklar kar içinde Penceresiz koridorun
arnavut kaldırarımına benzeyen taşları ayak kaydıracak derecede buz
tutmuş Bu odaya gelip gittikçe soba başında pişercesine ısınmalıyım ki benden
bir iş çıksın. Fakat, sobayı bir türlü gözüm tutmuyor. Yüksek bir kahve masası,
üstünde minimini bir saç soba Ağzında samanla karışık tahta parçaları, üst
kapağından yaprağı düşmemiş bir dal çıkıyor. Bu soba, bir kibritle bomba gibi
ateş aldı. Çatırtılar, sarsıntılarla yanmağa başladı. Bu âlâ. Fakat bu gidişle ateş on
dakika bile dayanmayacak. Birçok otellerde idare günde ancak iki ağız soba
yakmakla mükelleftir. Bunu bildiğim için garsona:
— Bana bak oğlum. Ben, çok üşürüm. Beni hiç odunsuz bırakmayacaksın.
Parasını veririm, diyorum.
— Nereden?
Bu delikanlı otelin odabaşısı olacak. Fakat asri bir müessesede olduğumuz için
garson daha doğrusu karsun diye çağırıyorlar. Hadi ben de öyle söyliyeyim.
Karsun yirmi beş yaşlarında son derece iyi bir delikanlı. Bu soğukta gündüzleri
aba pantolon üzerine tiril tiril bir mintanla geziyor. Gece olunca üniforma
değişiyor. Soğuğun bir kat daha artmasına karşı o aba pantolonu da çıkarıyor,
çağırdığım zaman içdonu ve çorapsız şıpıdık pabuçla geliyor; dışarıda bir yere
gönderecek olursam o kıyafetle gidiyor. Bu çocuk, soğuk gibi yorgunluğun da ne
olduğunu farkedemiyor. İkide birde : "Aman oğlum odun" dediğim zaman hiç
yüksünmüyor, surat asmıyor; günde kim bilir kaç yüz defa inip çıktığı
merdivenlerden iniyor; gündüz pantolonuyla, gece don ile bazen yarım saat,
bazan hattâ daha fazla kim bilir nerelerde dolaşıyor, kim bilir hangi viranelerden,
tarlalardan, bahçelerden sandık kırığından filizi üstünde dallara kadar kucak
kucak odun, çalı-çırpı toplayıp getiriyor. Fakat benim soba doymak bilmez bir
canavar. Bunları bir anda harlatıp yakıyor; yalnız, bazen yaş ağaçlar çokça olursa
ateş ağırlaşıyor, kaynıyan suyun buharı değnekleri birer düdük haline getirerek
hazin hazin öttürüyor. Alamod lavabo ile karşı karşıya bu musikiyi dinleyerek
birbirimize bakıyoruz.
— Karsun efendi evlâdım Bu, şimdi gene bitecek Acaba şöyle bir esaslı
odun bulamayız mı?
O bütün emeklerinin bir anda harlayıp kül olması karşısında hiçbir teessür
duymuyor:
— Sen korkma. Ben, gene gider getiririm. Allah'ın odunu yanmakla tükenir
mi? diyor.
Bu sıkıntıya bir de genç bir insanı kendi keyfim için bu ayazda sokaklarda
dolaştırmak azabını ilâve edin. Fakat insan hayatına varıncaya kadar her şeyi
para ile satın almağa ve bunu gayet doğru ve normal bulmaya alışmış bir
medeniyetin çocuğu olduğum için ben de bu davayı, bu ezelî töreye göre
hallediyorum; garsona sık sık para, bahşiş veriyorum. O her defasmda bu
hareketime şaşıyor; canı sıkılıyor gibi bir hareket yapıyor. "Bu adam budala
mıdır, deli midir, nedir?" der gibi yüzüme bakıyor : "Canım, ne lüzumu var,
paradan çıkıyorsun" diye beni âdeta azarlıyor. Fakat, aynı zamanda bozuk
paraları —bir alışveriş yapmış gibi— avucunun içinde birer birer sayıyor. Yalnız,
sırf işimin kolaylaşması maksadıyle verdiğim peşin bahşişin beni büsbütün aksi
bir netice ile karşılaştırmasından da korkmağa başladım. Şöyle ki garson, para
kıymeti bilmediğim için bana karşı bir vasî tavrı takmıyor, kendisne açıktan
verdiğim parayı bana alışverişten kazandırmak istiyordu. Bir misal: Portakal
ısmarlamıştım. Yarım saat dolaştıktan sonra "Dükkânlar kapanmış".
Dükkancının sepetleri arasında nargile içtiğini pencereden gözümle görüyordum.
Bunu garsona da söyledim. O bana acır gibi bir tavırla:
Otele geldiğimin üçüncü günü Sokaktan odun yüklü bir katır geçiyor: Kalbim
çarparak pencereyi sürüyorum.
— Satılık
— Kaça?
— Otuz kuruşa.
— Aman dur
Garsonu bir türlü aşağı inmeğe razı edemiyorum. Öyle sanıyorum ki biz burada
beyhude münakaşalarla vakit kaybederken katır kanat açıp havalanacak. Bir
türlü odunların arkasından yetişemeyeceğiz Neyse odunlar geldi, koridora, oda
kapısının karşısına yığıldı. Allah şimdiye kadar bana ev almak nasibetmedi.
Fakat bir gün öyle bir şey olsa sanırım ki evin tapusu beni odunlar kadar
sevindirmeyecek. Kısa bir zaman sonra anladım ki bu odun derdi otelde sade
benim derdim değildir. Oda komşularının koridordan geçerken: "Yahu, bu
odunlar kimin?" diye sorduğunu işitiyorum, oturduğum yerde koltuklarım
kabarıyor komşularım tabiî benden para ile odun almayı teklif edecek değiller.
Garson da, para sayıp aldığım bir malı başkalarına kaptırmaz. Geceleri bazı
kapıların yavaşça açıldığını, komşularımın terliklerinin ucuna basarak odun
çalmağa geldiklerini duyuyorum. Ben de onların yerinde olsam aynı şeyi
yapmayacak mıyım? Birkaç gün sonra ben odada bavulumu bağlarken garson
durmadan söyleniyordu:
— Ben demedim mi? Bak odunlar kaldı. Ne yapacaksın şimdi onları? Yazık
oldu paraya
Hayatta tek lüksüm iyi ve temiz sudur. Şüpheli bir yere giderken bavulumda
daima birkaç şişe su bulundururum. Bazen bunlar birbirine çarpıp kırılır;
eşyam ıslanır; şoförlere, hamallara rezil olurum. Bu türlü kazalar beni yalnız
suyum eksildiği için müteessir eder. Hasılı, herkesin bir deliliği vardır ya.
Benimki de bu Bu defa nasılsa yanıma su almayı ihmal etmiştim. Geldiğim
şehir, yedi sekiz ay evveline kadar vilâyet merkeziydi. Burada içecek su
bulamayacağımı zannetmek ayıp olurdu. Daha sıkıya gelirsem madensuyu
içerim. Şehirde ilk önce hükümet doktoruyla karşılaştım.
— Peki, sebebi?
— Sebebi pis su Birkaç saatlik bir yerde iyi bir su var Fakat bir türlü para
bulunup getirtilemiyor Dere suyu tekmil çamur Halk, kuyu suyu içmek
mecburiyetinde Kuyuların da çoğuna lâğım karışıyor Doğrusu ahali, gene iyi
dayanıyor. Anlaşılan pis su içe içe mikroba karşı bir nevi muafiyet kazanmışlar.
Ben, kendi hesabıma evde çoluk çocuğa kaynamış su içiriyorum.
Vakit erken, sıcak henüz hafif olmakla beraber birdenbire ağzımda bir kuruluk,
midemde bir yanma hissettim.
"Birkaç saat uzakta bir iyi su var. Fakat bir türlü para bulunup getirtilemiyor."
Ben bu hikâyeyi ezber bilirim. Hemen bütün büyük şehirlerimizin birkaç saat
uzağında parasızlıktan dolayı getirtilemeyen bir iyi su vardır. Ve bu parasızlık
yüzünden hemen her yaz buralardan gül, kiraz, üzüm mevsimi gibi hiç şaşmaz
bir de tifo ve dizanteri mevsimi gelir geçer; ömrü olan kurtulur, olmayan
Tanrı’nm rahmetine kavuşur. İşin asıl feci tarafı şu ki birkaç saat uzaktaki bu iyi
suyun kasabaya gelememesinin sebebi parasızlık değildir; yarım
imandır. İlkmektepte, ortamektepte öğrendiğimiz birtakım hakikatler vardır ki
bunlara aklımız pekâlâ yattığı halde nedense gönlümüz tam bir surette inanmaz.
Mikroplu suyun hastalık yaptığı, adam öldürdüğü hakikati bunlardan biridir.
Belediye ve vilâyet meclisi âzalarının en cahili suya ve mikroba dair en aşağı, on
on beş dakikalık bir konferans verebilir. Fakat gel, gör ki aklının bildiğine
gönlünü bir türlü inandıramaz. İnandırmış olsaydı geceleri boş sokaklarda kendi
kendine yanan azametli lükslerin, sokağı birkaç metre genişletmek için istimlâk
edilip yıktırılmış evlerin; ateşli söylevlerle temeli atılan, yahut açılma töreni
yapılan kübik belediye binası, sineması ve hal'inin; akşam üstleri kenarında
lâğım suyuyla yapılmış buzlu şerbetler içilerek keyif çatılan Belediye havuzunun
yerinde mutlaka birkaç iyi su çeşmesi görürdük. Evet bu bir faciadır ki ne
parasızlıktan, ne hüsnüniyet ve halk sevgisi eksikliğinden, hatta ne de cahillikten
doğmamıştır; sade bildiğine yarım inanmaktan, yani bir zihniyetten doğmuştur.
Beş, on gün evvel komşu büyük vilâyette dinlediğim bir vaka bu zihniyeti ne
parlak bir misalle gösterir: Uyanık ve müteşebbis bir genç, memleketin en büyük
bir nehri kenarında susuzluktan kavrulan bu şehre o birkaç saatlik yerden bizim
Hamidiye suyu ayarında iyi ve temiz bir su getirmeye, büyük, küçük cakalı
şişeler içinde satmaya başlıyor Derken vilâyet gazetelerinden birinde bir
makale: Hava gibi su da Allah’ın fıkaraya bedava bir ihsanıyken para ile ahaliye
su içirtilmesine nasıl göz yumuluyor? Bu halkı israfa, sefahata alıştırmak, şehrin
servetine kasdetmek değil de nedir? Bunu söyliyen bir gazetedir. Neyse, boş
tefelsüflere sapmaktan bir şey çıkmaz. Yalnız şunu ilâve edeyim ki hükümet
bahsettiğim vilâyeti kazaya çevirdiği zaman Belediye ve Vilâyet meclisi âzaları
buna darıldılarsa doğrusu çok haksızlık etmişlerdir.
Karşı camide ikindi ezanı okunurken bana bir ilham geldi; gülünç olmayı filân
göze alarak hükümet doktoruna bir tezkere yazdım; bana evindeki kaynamış
sudan göndermesini rica ettim. Biraz sonra bir maşraba dolusu su geldi, tik hızla
birazını içtikten sonra dilime katı katı bir şeyler dokunduğunu farkettim; baktım:
Kar Suyu getiren hizmetçiye "bu, ne?" dedim. O, sırıtarak:
Ortalık biraz serinledikten sonra dostlar bana bir akşam gezintisi yaptırmak;
etraftaki bahçeleri, güzel manzaraları göstermek istediler. Susuz insana güzel
tabiat manzaraları aman ne manasız, ne şenî gözüküyor. İnsanın midesinin
bozulduğu, yahut kaynadığı geceler olur ya Şimdi ne vakit uykuda başıma
böyle bir hal gelse kendimi rüyada o yeşil sulak bahçeler arasında geziniyor
görerek dehşetle uyanır, hırsla yanımdaki sürahiye saldırırım.
YOLDA HASTALIK
Bir eski beyit vardır. Pek yarımyamalak aklımda kaldığı için aynen tekrar
edemeyeceğim. Mânası şu: "Gurbet elde ihtiyarlık, hastalık, fıkaralık —bunlar
yetmiyormuş gibi galiba ayrıca da firkat ve hasret— el ele verip üstüme çullandı
ve ben biçare şairi berbad-etti."
Evet yolculukta hastalık kadar yıkıcı bir felâket yoktur. Evdeki hastalıkla yoldaki
hastalığı şöyle bir karşılaştıralım. Evin en bozuk düzeninde, en külüstüründe bile
hastalığa mahsus birtakım aletler vardır. Bunlar sağlık zamanında pek ortada
görülmez; fakat hastalık seferberliği ilân edildi mi birer birer kıyıdan, köşeden,
çatı arası, yahut bodrumdan çıkmaya başlar: Delik, yamru yumru, fakat ne de
olsa işe yarar bir çinko banyo, ayakları hardallı sıcak suya koymak için enine
açılmış gaz tenekeleri, taşlar, küvetler, ihtikanlar, vantuz şişeleri, fanilâ parçaları,
yedek battaniye vesaire, vesaire Bu kırık dökük aletlerden her biri yerine göre
Tıp Fakültemizdeki radyumdan fazla iş görür. Sonra, bütün ev halkı bir zaman
için hastanın emri altına girer. Kimi odasını, yahut suyunu ısıtmak; ilâcını,
çorbasını içirmek, ayaklarını oğmak, koluna girip arasıra dışarı çıkarmak gibi
hizmetlerde bulunur; kimi bağıra bağıra şarkı söylememek, çalgı meşketmemek,
para, masraf lâkırdısı açmamak, birbiriyle kavga etmemek gibi fedakârlıklarla
evde ideal bir sükûn ve saadet havası yaratır. Âdi günlerde evin, ailenin ayak
altında sürünen en hor, hakir bir ferdi hastalıkla eski Roma imparatorları gibi bir
şey olur. Sırtında battaniyeden bir harmani, başında gül sirkesine batırılmış
çelenk biçiminde bir tülbent çatkı, dizlerinin üstünde yiyecek tepsisi, bütün ev
halkına hüküm yürütür.
Bir arkadaşım var. Kaynanasıyla geçinemez. Ve evinde kavga, gürültü hiç eksik
olmaz. Geçenlerde kaynananın büyücek bir hastalık geçirtmekte olduğunu
işiterek ziyaretine gittim. Evde, âdeta bir cennet havası esiyordu: Kaynana
yatakta, tâbir caizse, geçkince bir huri kızı, damat tıraşlı bir melek Damat,
kocaman kunduralarıyle gürültü yapmamak için odada yürürken âdeta ayaklarını
yerden kesmeye, çalışıyor, kollarını kanat gibi hafif hafif oynatarak uçacak gibi
vaziyetler alıyor. Bu saadete imrendim hatta içimden: "Demek bu evin mesut
yaşaması için bunlardan birinin daima hasta yatağında yatması kifayet
edecekmiş!" diye düşündüm. Hasılı hastanın evde bulduğu rahatı yolda, meselâ
bir han veya otel odasında bulmaya imkân yoktur.
— Oğlum, ben sıtma aşısı yaptırdım. Belki birazcık sarsar. Sakın hasta filân
sanıp kimseye haber verme. Ağzımdan olur olmaz lâkırdılar çıkarsa o da
ondan Hatırını kıracak bir şey yaparsam darılma Yalnız, mangaldan ateşi
eksik etme Sakın fazla dayansın diye kömürü iyice yakmadan gömme
— Bana bak, naz sırası değil Yabancı bir yerde haftalarca yatıp kalmak, hatta
belki de hiç kalkmamak tehlikesini düşün ve ona göre kendine dikkat et Kaç
gündür gözünle görüyorsun Herkes hastalanıyor. Fakat ölenler arasında hali,
vakti yerinde bir insan yok gibi Gidenlerin hepsi zaten dünyada yeri yurdu
olmayan birtakım biçareler Bir arabacının, daha dün gece birdenbire arabasının
iskemlesinden sokağa yuvarlandığını, sabaha karşı da hastahanede pnomoniden
öldüğünü öğrendim. Pnomoni yıldırım gibi alâminüt adam öldürmez.
Adamcağız, evvelâ senin gibi grip oldu, aldırmadı; grip pnomoniye çevirdi;
aldırmadı. Çoluk çocuğunun ekmek parası için müşteri ve kendinden daha hafif
hastaları taşımakta devam etti. O arabasının iskemlesinden yıkıldığı zaman yeni
hastalığa tutuluyor değildi. Can çekişiyordu. Senin, çok şükür, onunki kadar
acele bir işin ve ihtiyacın yok. Şurada birkaç gün bacaklarını uzatıp yatarsan
kimse sana bir şey demez. Hasılı, grip, kolera ve kanser gibi zenginle fakiri
ayırdetmeyen vahşi hastalıklardan değildir; fanilâsı, paltosu, yorganı, ateşi
olanlara hürmeti vardır. Bir ihtiyatsızlık yapıp da kendini üşütmezsen, ter
sıkıntısıyle yorganları filân tepmeye kalkmazsan birkaç güne kadar muhakkak
ayaktasın. Ateş kim bilir kaçı bulmuştu. Yerde miyim, gökte miyim farkında
olmuyor, sağlık zamanında olsa beni mutlaka bellibaşlı bir adam haline getirecek
bir hayal zenginliği içinde uçuyordum. Böyle olmakla beraber yatağa girerken
kendi kendime yaptığım telkini bir dakika unutmadım ve kendimi son derece iyi
muhafaza ettim.
Hademe, yalnız odada sıkıldığımı düşünmüş olacak ki bana eski bir gramofonla
birkaç alaturka plak getirdi. Gramofonu yanımdaki etajerin üzerine koyarak
müzik konserlerine başladım. Bitişik odadakileri rahatsız etmek korkusu yoktu.
Plaklar o kadar eski idi ki, seslerini ben bile zor işitiyordum. Hele bir gazel plağı
vardı ki bazı yerlerindeki çizgiler rendeden geçirilmişçesine silinmiş, dümdüz
olmuştu. İğne buralara geldikçe gazel bir müddet duruyor, biraz sonra tekrar
başlıyordu. Alaturka müziğin ruh üzerinde üzücü, yıpratıcı bir tesiri olduğunu,
insanda yaşamak zevki namına bir şey bırakmadığını söylerler. Ben, bunu birkaç
gün bu odada kendimde yaptığım tecrübelerle de görüp anladım. İkindi olmuş,
nehrin üstünde kalkan mavimtırak bir buğu karşıdaki limon, portakal ağaçlarını
kaplamaya başlamış Köprüde bir deve katarının arkasından son bir iki tabut
gidiyor. Bunları daha ayakta iken sokakta görürdüm. İple ortalarından bağlanmış
çürük, delik kesik, biçimsiz tabutlar Arkalarında cemaat namına İstanbul’un
eski mahalle bekçilerine benziyen sopalı bir adam İkide birde isteksiz bir satıcı
sesiyle: "Allah rahmet eylesin diyenin yedi ceddine rahmet olsun" diye
bağırıyor, daha doğrusu söyleniyor: Çarşıdaki alışverişlere benzeyen garip bir
rahmet isteme tarzı. Bu esnada benim gramofonda dertli bir kadın sesi ağlaya
ağlaya başlıyor: "Hicrinle, firakınla harabım" yahut: "Çektim elimi gayri bu
dünya hevesinden." Vücut oldukça düzelmiş, dinlenmiş amma ruh hâlâ devam
eden akşam ateşinin yardımıyle, hüzne ve bedbinliğe son derece elverişli bir hale
gelmiş.Dertli kadın, kulağımın dibinde sızlanıyor, ben, bu musikinin ilhamiyle
elim çenemde kara kara düşüncele re dalıyorum: "Grip adam öldürmez, diyorum
amma ölenler de benim gibi insan. Galiba ben de öleceğim, galiba değil
muhakkak. Bir ikindi ezanmdan sonra beni de şu köprüden geçen tabutlarm
arasında sıraya koyacaklar Önde bir deve katarının çıngırakları, arkada
adamın: "Allah rahmet eylesin diyenin yedi ceddine rahmet olsun" sesi
Arakamda öyle tükenmiş bir dünya, müflis bir insanlık bırakıyorum ki,
karşılığını yedi misli olarak ödemeyi vadetmezlerse insan bir rahmet bile
okumuyor. "Aşk-ı Memnu" romanının meşhur bir parçasını hatırlatacağım:
Romanın "sırf gözler için yaseminden yaratılmış bir mahluk zannedilen"
unutulmaz Nihâl’i piyanoda bilmem hangi parçayı çalar, yahut dinlerken
gözünün önüne bembeyaz bir dünya açılır Dağlar, suları, kuşları, çiçekleri
bembeyaz bir dünya Nihâl, o dünya içinde kendinin bembeyaz ölümünü görür.
Ben, Nihâl’in bu saatte, bu müziğin tesiri altında ona benziyor, kendimi
doludizgin bir hayal alanına salıyordum. Yalnız, romandakinin tersine olarak
benimki yangın yeri gibi kapkara, iğrenç, bulaşık bir dünya
Gramofon devam ediyor: "Hicran ü elem açtı gene sineme yâre." Hayal
genişliyor, gittikçe artan akşam karanlığı içinde ne facialar görmüyorum. Bana
olacak oldu, ben öldüm, karşıki mezarlığa gömüldüm. Bu, elde bir. Şimdi, sıra
çoluk çocuğa geldi. İstanbul’daki ev tutuşuyor, yahut zelzeleden yıkılıyor. Çoluk
çocuktan bir kısmı ölmüş; bir kısmı ellerinde torbalarla dilenciliğe
çıkıyorlar Bu defa başka manzum bir hikâyenin kahramanına, Üstat Ekrem’in
muharebede vurulan ve kunduraları göğsünden akan kanla kızardığı vakit
köydeki küçük çocuğunun istediği kırmızı mektubu (pabuç) hatırlayan neferine
benziyorum: "O kan sızan yüreği yandı, yandı, yandı ona." Nihayet, en doğru
hareketi, "musikinin şifa verirken öldüren tesellisinden kaçan" Nihâl’in yaptığı
hareketi yapıyorum, gramofonu durduruyorum. Yanımdaki gazeteyi birkaç kere
yüzüme sallayarak sinekleri dağıttıktan sonra birinci sahifedeki şiiri, Gandi’nin
açlık grevini, vilâyetin artırma-eksiltme ilânlarını tekrar okumağa
başlıyorum. Hasılı yolda hastalık, yolculuğun hiç bir başka sıkıntısına, felâketine
benzemiyor.
ESKİ CUMA
Çocukluğum bir asker doktoru olan babamın peşinde küçük Anadolu
şehirlerinde geçmiştir. Mektebi sevmezdim. Dersten kaçarak bahçenin bir
köşesindeki cami tabutluğunda saatlerce tek başıma oturduğum, teneşirler üstüne
kurşunkalemiyle kuş ve gemi reşimleri yaptığım olurdu. Sınıfta harıltı gürültü,
sopa ve tokat sesleri, çocuk feryatları arasında Tecvit, Emsile, Sarfı Osmanî gibi
birbirinden tatlı dersler okunurken gözlerimi pencerenin bir köşesinden karşıki
minarenin tepesine uydurur; durmadan cumayı düşünürdüm. Hesap dersinde
sınıfın en kötü talebesi muhakkak bendim. Fakat cumaya kaç gün, kaç saat
kaldığını arkadaşlarım arasında benim kadar iyi bilen yoktu. Pazar, pazartesi
geçip cuma uzaktan görünmeğe başladı mı bende de bir sevinç, bir yürek
çarpıntısıdır başlardı. Hele perşembe günleri bambaşka bir çocuk, âdeta güler
yüzlü, uysal, çalışkan bir talebe olurdum. Gelelim şimdi cumanın bana getirdiği
eğlencelere ve saadetlere Sabahleyin erkenden kalkarım Mevsim kış; hava
kapalı; yağmur ince ince çiseliyor Ben yaşta bir alay çocuk, yalınayak, başı
kabak karşıki kale duvarının dibinde kaydırak, çelik-çomak oynuyorlar Daha
ötede son yağmurlardan havuz biçimine girmiş bir yalakta kayık yüzdürülüyor.
Arasıra burada deniz savaşları da olur. İki taraf tahtadan, tenekeden gemilerini
yalağa salıverirler; karşıdan suya taş, toprak atarak birbirlerinin donanmalarını
batırmağa çalışırlar. Bazen suya iri kaya parçaları da düşer O vakit torpil
patlamış gibi etrafa sular fışkırır, düşmanın gemileriyle beraber yüzü, gözü
cumalık elbiseleri de yanar Bu sefer saç saça baş başa sahici bir
muharebe Şunu da söylemek lâzım ki, bizim zamanımızda sade deniz oyunları
değil, bütün oyunlar böyle dövüşle, dayakla biterdi. Gelgelelim bana Sokağa
çıkmak, çocukların arasına karışmak için pencerede, kafeste kuş gibi, çırpınırım.
Fakat bu, bana yasak edilmiştir. Çünkü onlardan kötü huylar kapman, ayıp sözler
öğrenmem ihtimali vardır. Amma bunlar, benim mektep arkadaşımmış Her gün
Tahtalıhocanm mektebinde bir kazanda kaynıyormuşuz! Olmaz. Hem bir gün
nasılsa girdiğim bir taş muharebesinde ağzımdan yaralandığımı, üç gün kapalı
dudaklarımın arasından emzikle süt içtiğimi ve kangren tehlikesinden zor
kurtulduğumu nasıl unutuyormuşum?.
Öğle yemeğinden sonra babamın neferinin işi biter, elele sokağa çıkarız. Yağmur
çiseliyor. Fakat taş yağsa görecek halde değilim. Gelelim şimdi eğlence
yerlerine. Bu mevsimde büyük caminin önündeki musalla taşında daima bir iki
tabut bulunur. Ölü tanıdık olmuş, olmamış ne çıkar? Bize bir parça gönül
eğlendirecek, heyecan verecek bir şey lâzım Hem bunun ayrıca sevabı da
vardır. Tabutların etrafında türlü türlü adamlar dolaşıyor Gerçi daha evvel
davranıp cenazenin evden çıktığını görmeğe gidemedik amma burada da arasıra
ağlaşıp bağrışmalar olur Bunlara acıyacağız, ölünün nasıl öldüğünü masal gibi
dinleyeceğiz. Sonra, çoluk çocuk, asker hoca bir arada kalabalık bir alayla
mezarlığa gidiş. Ölü, mezara indirilirken büyüklerin bacakları arasında beyaz
kefenini görmeğe çalışmak Nihayet Talkın Ölü, mezara girer girmez Münkir
Nekirin sopa ile başına dikilerek sorgular sorduğunu, Talkın veren imamın bu
sorgulara verilecek cevapları bizim derse kalkan arkadaşlara yaptığımız gibi
gizlice fısıldadığını, ölünün arasıra sopa yedikçe acı acı bağırdığını ve imamın
korkudan birkaç adım geri çekildiğini ya arkadaşlardan, yahut da din dersleri
hocasından duymuştum. Oyunsuz, eğlencesiz çocuk için bundan daha renkli ve
heyecanlı dram olur mu? Kalabalık dağıldıktan sonra nefer beni bir türlü
mezarlıktan çıkaramazdı. Servilerin arkasma, taşlarm dibine saklanır. Talkmcı
imamı gözetlemeğe, dinlemeğe çalışırdım. O vakitler mezarlıkta söylev vermek
gibi şeyler ofmadığı için gömme töreni çabucak biterdi. Bir parça daha mezar
taşlarının arasında dolaşıp bir kâğıt parçasına:
Akşama dünya kadar vakit var. Ahmak ıslatan hâlâ kesilmiyor. Biz neferle elele,
bomboş sokaklarda yürüyoruz. Derken elimizdeki para ile çay içmek için bir
kahveye giriyoruz. Burası kalabalıktan, tütün dumanından, tavla, iskambil
şakırtısından durulmayacak hale gelmiş. Bu gürültünün içinde peykelere
tüneyerek uyumuş ihtiyarlar var Haydi, gene sokak, gene yağmur. Akşam artık
yaklaşmıştır. O kadar beklenen cumanın daha sabahında başlamış cumartesi acısı
saatten saate artmakta, dayamlmaz bir sıkıntı ile yüreğimi
kavramaktadır. Neferin nalçalı kunduraları ağır ağır kaldırımlara sürünürken
tuhaf bir takırtı çıkarırdı. Bu ses, âdeta benim çocukluğumda çektiğim cuma
sıkıntısının sesi olmuştur. Cuma gezintileri sonunda akşam ezanına doğru ben
yaşta, yahut daha büyük birçok çocukların aynı isteksiz adımlarla ağır ağır
mahallelerine, yahut mekteplerine döndükleri görülür, sokaklar, bu bahsettiğim
kundura takırtılarıyla dolardı. Eğlenmemiş insanları geri geri giden ayaklarının
sesi Bugünkü benliğimde o zamanlardan ne gibi izler kaldığını bilemiyorum.
Yalnız şimdi hayatı tersine ya-şıyormuşum gibi kendimi o vakitten daha canlı ve
istekli bir adam buluyorum.
— Komşumuzun bir çocuğu var, diyor. Zeki bir şey. Ortamektebe gidiyor.
Kitap okumağa meraklı, sizin de bir kitabınızı okumuş. Sizi yakından görmek
istiyor. İzin verir misiniz?
Ben gülerek:
Fakat çocuk içeri gireceği yerde sokağa fırlıyor. Ben de, ev sahibi de şaşırıyoruz.
Biraz sonra bunun sebebi anlaşılıyor. Ortamektep talebesi çocuk, benim yanıma
başı açık girmenin ayıp olacağını düşünmüş, evden şapkasını almağa gitmiş.
Mektepte başı açık ders okuduğuna hiç şüphe olmayan çocuk, benim yanıma
kulaklarına geçmiş bir kasketle giriyor ve karşımda oturuyor.
— Bak buraya Ben seni çağıracağım zaman zili üç kere çalarım Anladın
mı? Üç kere çalmayınca buraya gelmeyeceksin, dedim.
— Daha iyi ya. Davetlilerden birçoğu dansa yeni başladılar. Yer kaypak olursa
çabuk düşerler, bir yerlerini kırarlar, diye onlara takılıyordu. Böyle olmakla
beraber topraklar el silindirinden geçirilerek dümdüz bir hale getirilmişti.
Münasebetsizin biri yere su, gazoz filân döküp çamur yapmazsa hiç bir tehlike
yoktu.
Kasaba yerlilerinden Şakir adlı bir eski Darülfünun arkadaşım vardı. Mektebi
bitirdikten sonra memuriyete filân heves etmeyerek işinin başına dönmüş, bir
daha İstanbul’u ağzına almamış akıllı ve becerikli bir iş adamı. O gece Şakir de
baloya gidecek, bir sene evvel vilâyet merkezinde yaptırmış olduğu smokini ilk
defa giyecekti. Yalnız dans etmesini bilmiyordu. Sabahleyin otelde beni bulmağa
geldi:
Gülmeğe başladım:
— İyi amma o dans bir günde, beş günde öğrenilir şey değil ki, dedim.
— Sen o kadar ilerisine gitme. Biraz fokstrot, biraz tango, bir iki de figür
migür öğret, ben işin içinden çıkarım Zaten iyi dans bilen de kaç kişi var ki?
Ne denir? Hayatta akla gelmediği halde başa gelen birçok şeyler gibi bu dans
hocalığını da zar zor yapacağız. Bereket versin Şakir, askerlik etmiş, mızıkaya
ayak uydurmayı öğrenmişti. Karşı dükkândan gelen dans müziğinin sesini daha
iyi duymak için pencereyi açarak dönüp dolaşıyor, ben, oturduğum yerden ona
yapılacak hareketleri tarif ediyordum. Bir aralık gülmeğe başlamıştım. O da
anlamadan gülerek:
— Ne oluyorsun? dedi.
Bir iki saat böyle güle eğlene derse devam ettikten sonra durduk. Şakir’in dansı
karşıdaki cazbandın âhengiyle mütenasip denebilecek bir dereceye gelmişti.
Gece korkmadan İstanbul’lu bayanların karşısında reverans yapabilirdi.
Dersten sonra biraz da otelin sofasında oturduk. Burada da hazırlık vardı. Bir
köşede iki genç, dairelerde kullanılan delme makinesiyle konfeti kesiyorlardı.
Birkaç kişi de uçurtma kâğıdından yapılmış zarflara mis sabunu, kâğıt şapka,
ipten örülmüş kuşak, düdük gibi hediyeler, sürprizler koyuyorlar, bunlardan
meselâ tarağın saçsız bir avukata, aynanın çirkinliğiyle meşhur bir kadına, tıraş
bıçağının çok söylenen bir belediye âzasma çıkması gibi tuhaflıklar için tertibat
yapıyorlardı.
O da:
— Helâl ve hoş olsun. Beş kâğıdı saydırdılar. Elbette gideceğiz, diyordu; velâkin
bir şeye aklım ermiyor. Bizim bildiğimiz bir insan, parasmı verip eğlentiye gitti
mi başkaları oynar, o, oturduğu yerde bakar, eğlenir. Bu, baloda adamı parasıyle
oynatıyorlar. Lâkin doğrusu ben, eski kafalı filân değilim amma ihtiyarım.
Oynıyamam. Gönlüm bulanır.
— Öyle şey olmaz Hem kadınlar, adamı zorla kucaklayıp kaldırırlar. İş, senin
bildiğin gibi değil, diyorlar, ihtiyar adamı bağırıp çağırdıkça kahkahadan
kırılıyorlardı.
Bu lokantada Musa adında bir garson, yahut çırak çalışırdı. O akşam, Musa’nın
siyah bir çuha pantolon, omuzundan düğmeli mor kadife bir gömlek giymiş
olduğunu gördüm. Saçlar bir yana taranmış, kunduralar parıl parıl boyanmıştı.
O güldü:
— Yok beyim Balo kim, biz kim? Ahbaplardan birinin düğünü var da oraya
davetliyiz, dedi.
— Şuna bir çare bul Allahaşkına, dedi, biraz daha uğraşırsam yakalık
paçavraya dönecek. Küçük bir iğne ile arkasından tutturayım, dedim, o da
olmadı. Haltettim de hazır kıravat almadım.
Elbirliğiyle kıravata muvakkat bir intizam ve sükûn temin ettikten sonra oturduk,
karşılıklı birer kahve içtik.
— Çalgı olsaydı da şu dansı bir kere daha prova etseydik iyi olurdu ya neyse,
diyordu.
Kendisiyle beraber baloya gitmem için beni bir kere daha zorladı. Gündüzki
sebepleri tekrar ettim. İçinde öyle bir bayram çocuğu hevesi kaynıyordu ki bir
insanın ortada ciddî bir mani yokken kendini bu zevkten mahrum etmesini âdeta
aklına sığdıramıyordu. Vaktin erken olmasına rağmen duramadı, biraz dar gelen
pantolonun asi bir kaza çıkarmaması için dualar ederek sokağa çıktı. Sokak,
şenlik gecesi gibiydi. Epeyce bir zaman fenerler, bayraklarla süslü balo kapısının
önünde biribirini ezen ahaliyi, çocukları seyrettim. Kasabanın üç, yahut dört
arabası durmadan gidip geliyor, kapıda bekliyen teşrifatçı gençler bunlardan inen
kadın ve erkeklere kalabalığın arasından yol açabilmek için âdeta ahali ile
boğuşuyorlardı. Davetlilerin birçoğu da yayan geliyordu: Renk renk açık
tuvaletlerin üstüne mantolar giymiş, pelerinler atmış kadınlar, smokinli, yahut
sadece koyu elbiseli erkekler; aralarında çarşaflı birkaç ihtiyar kadm Saat 10'a
doğru depo yükünü alınca çalgı başladı. Sabaha kadar Valansiya, Madr, Ramona
ve Zeybek havasiyle belki yirmi defa uyanıp uyudum.
Öğle yemeğine giderken Şakir’e tesadüf ettim. Şimdiye kadar gecenin on,
nihayet on birinden sonrasını görmemiş gözleri şiş, fakat memnundu.
— Gelmediğine hata ettin, dedi, o dans, ne güzel şey Yarabbi İnsan, huri
kızlarının kucağında uçuyor gibi Ne fevkalâde dans ettiğimi göreydin
şaşardın Çok nezih, asri bir gece geçirdik doğrusu Danslar, zeybekler, şiirler,
monologlar, sürprizler, salon oyunları Yok, yoktu Hiç bir yolsuzluk çıkaran
da olmadı Bu, Avrupa’da da bu kadar olur
Şakir’den ayrıldıktan sonra lokantaya girdim. Musa, gene her günkü çapaçul
kılığına bürünmüş, yırtık terliklerini çıplak ayaklarına takmıştı.
Yüzünü buruşturarak:
— Eğleniyorduk ya Bir yolsuzluk oldu bey, dedi, erkekler sokakta, kadınlar
arka bahçede eğlenti yapıyorlardı. Delikanlılık bu ya; şeytana uyduk Bir
arkadaşla arka sokağa dolandık; tahtaperdenin arkasından kadınların oynadığını
seyretmeğe başladık. Bir kötülükten değil ya, sanki nasıl oynuyorlar diye
Bekçi, bizi görmüş, jandarmalara haber vermiş Bizi yakaladılar: "Utanmaz
herifler, siz elâlemin nikâhlı kanlarını gözetlersiniz, ha" diye bizi çalyaka
karakola götürdüler Başımızı kurtarasıya kadar anamızdan emdiğimiz
burnumuzdan geldi.
DAHA DÜN
Anadolu notları arasına bugün dumanı üstünde bir Rumeli notu
sıkıştırıyorum. Trenle Çatalca'ya şöyle bir gidiş, geliş İstanbul sonbaharı için
bundan daha hoş bir gezinti olur mu? Arkamda ipincecik bir elbise, ayağımda bir
yazlık iskarpin Yalnız geceye doğru belki hava serinler diye koluma hafif bir
pardesü alıyorum. Ben, daha köşebaşını dönerken hafif bir yağmur çiselemeğe
başlıyor. Ziyanı yok. Yaz yağmuru ne kadar sürer
İki buçuk saat sonra Çatalca Trene yazın binmiş, kışın iniyor gibiyim. Üç, beş
yolcu seller içinde istasyona doğru koşuyoruz. Bir dakika içinde iskarpinlerim
çamur, pardesüm su içinde kalıyor. Baskın o kadar ani ki yaz sıcağı bekleme
odasından çıkmağa daha vakit bulamamış. Şimdiden soba yanmasına imkân
olmadığı halde âdeta şüphe ile sobayı yokluyorum.
— Karşıda durur amma, bugün yok Yol fena olduğu için otomobiller yalnız
güzel havalarda işlerler.
Tren yolunun karşı tarafından adamın gösterdiği yere bakıyorum. Üstü açık
birtakım çardaklar arasında bir otomobil görüyorum. Meğer ben, alık alık
etrafıma bakımp bekleme odasında sobayı muayene ederken öteki yolcular oraya
koşmuşlar. Ben soluk soluğa yetiştiğim zaman araba dolduktan başka birkaç
kişiyi, yerde açıkta kalmış buluyorum.
Şoför : — Ben artık gelemem, yollar çok fena; diye nazlanıyor, kalanlar: "Yapma
Allahaşkma İstasyon binasında bir de iki çocuklu kadın kaldı" diye
yalvarıyorlar. Nihayet, şoför tekrar döneceğine söz veriyor ve
gidiyor. Yolculardan bir, ikisi tekrar istasyon binasına dönüyorlar. Ben, bu sefer
de atlarım korkusu ve yağmur altında beklemek bir nevi kıdem hakkı kazandırır
ümidiyle oradan ayrılmıyorum.
Çardaklardan biri kır kahvesi Üstünde ağaç dalları ve tektük yapraklar var.
Kahve ocağının bulunduğu yerin üstü ve etrafı nisbeten daha muhafazalı Fakat
nihayet tramvay sahanlığı genişliğinde bir yerde kahveci, kahvecinin bir alay
hırdavatı ve iki müşterisi barınıyor. Ben, yanaşmağa cesaret edemeyerek uzaktan
hasetle bakıyorum. Onlar, bu hissimi anlamışlar gibi: "Siz de buyurun,
ıslanmayın" diyorlar. Müşteriler benden beter giyinmiş iki genç. Birisi
tepemizdeki otların arasından akan yağmuru göstererek : "Hâşâ huzurdan çıplak
bir çingene zemheride balık ağının içine girmiş, Allah dışarda kalanlara
imdadeylesin, demiş Bizim vaziyetimiz de ondan farklı değil amma gene Allah
şu kahveciden razı olsun" diyor. Bert arkadaşlığı başka şey. Çabucak ahbap
oluyoruz, biribirimize kahveler ısmarlıyoruz, sigaralar ikram ediyoruz. Kahveci
izahat veriyor :
— Hava bugün Çorlu panayırını berbat etti. Panayır haftaya burada kurulacak.
Bu çardakları onun için hazırlıyorlar. Hemen Allah fakir fıkaraya acısın da hava
böyle gitmesin
Bu sefer daha iyi bir otomobille tekrar Çatalca istasyonu Doğrusunu söylemek
lâzım gelirse bugünkü panayır Çorlu’dâ değil, Çatalca istasyonunda, biraz sonra
da trende kuruluyor. İstanbul’da işliyemeyen bütün otobüslerin müşterisi
burada. Trenin bir saatten fazla rötarı var. Bu zamanı istasyonun arkasındaki
hınca hınç dolu salaş kahvede, haykıra bağıra konuşma, şakalaşma, kavgalaşma
sesleri, gramofon âhengi, tütün, meşin, ıslak çorap ve elbise kokuları içinde
geçiriyoruz. Nihayet geç vakit tren geliyor. Dediğim gibi Çorlu panayırı ve
bundan başka bütün otobüs yolcuları burada Birinci, ikinci, üçüncü mevki
farkı kalmamış. Herkes nerede yer bulduysa oturmuş. Koridorların hali
görülecek şey Yerde, ayak altında yorgunluktan yarı ölü panayırcılar ve
eşyaları. Üstlerinde ve aralarında biz sonradan gelenler. Koridorda büyük bir
sinek kâğıdına yapışmış sinekler gibiyiz. Yalnız, arasıra boynumuzu,
omuzlarımızı, ellerimizi oynatabiliyoruz. Biraz sonra Hadımköyü yolcuları da bu
kalabalığa katışıyor. Yanımda hiddetli bir zat var ki durmadan bağırıp çağırıyor.
Bu sesten korunmak için başımı iki yana çevirmekten başka bir hareket
yapamıyorum ve yapışık kardeşlerin azabını bütün derinliğiyle anlıyorum. Biraz
sonra bu zatın başkanlığı altında bir şikâyet komitesi kuruldu; her istasyonda
şimendifer memurları pencerenin önüne çağırılıyor ve tren kalkıncaya kadar
münakaşa yapılıyor. Tez şu: Kumpanya niçin Çorlu panayırını ve otobüslerin
işlemediğini gözönüne alarak trene fazla vagon ilâve etmemiş? Bu komite
istasyonlar arasında da boş durmuyor ve ertesi gün kumpanyaya verilmek üzere
varak-ı mihr-ü vefa projeleri kararlaştırıyor. Benim şikâyetim ne bu sıkıntıdan,
ne Şark Demiryolları Kumpanyasından. Ancak ve ancak önümdeki açık
pencereden elbiselerime esip işleyen rüzgârla yakı gibi sırtıma yapışan ıslak,
hain pardesüden. Bereket versin, ceketimin içine daha istasyonda iken bir, iki
gazete yerleştirmiştim. Arasıra aleyhlerinde bulunursam amma her sıkıntıda
gene o zavallı gazeteler imdadıma yetişiyor.
İçerdeki birinci koltuklardan birinde gayet iri vücutlu, halim ve asil yüzlü elli
beşlik bir zat oturuyordu. Adamcağıza rahat mı battı, yoksa biçare göze mi geldi
nedir? Yerinden kalktı, sırtında deve tüyü rengi bir palto, elinde, uzun, şık bir
valizle koridora çıkmağa teşebbüs etti. "Ne yapıyorsunuz?" diyenlere "istirham
ederim, ineceğim" diyordu. Eh, adamcağızı zorla İstanbul’a götürecek değiliz ya.
Çaresiz, daha ziyade sıkıştık ve onu da bağrımıza bastımonash.pwli zat:
— Hayır, Yeşilköy’e.
Şişman zat; yeşil bir eldiven içindeki sol elini bir mazeret olarak havaya kaldırdı
ve bu manzara bizi derhal yatıştırdı. Biraz sonra bu zatla bir kombinezon ve
anlaşma yaptım. O, şimdiden yola düşerek adım adım vagonun kapısına
ilerleyecek. İstasyona inince ben valizi pencereden kendisine vereceğim.
Adamcağızın daha Ispartakule’ye gelmeden yerinden kalkmakta meğer ne kadar
hakkı varmış! Beş dakika, on dakika geçiyor. Bakıyorum. O, daha elini uzatsam
erişeceğim bir uzaklıkta ahaliye yalvarmak, kendisine yol açmakla meşgul.
Bizim için mesele yok. Çünkü Sirkeci’ye varınca bir ucundan bastırılmış bir
krem tübü gibi nasıl olsa öbür ucundan istasyona fırlıyacağız. Fakat o bu gidişle
bu üç metrelik yolu belki Yeşilköy’e kadar yetiştiremeyecek.
Nihayet Yeşilköy Aradan o kadar zaman geçti ki ben, devetüyü paltolu zatı da,
valizini de unuttum. Meğer o da pencereyi şaşırmış. Tren kalkacağına yakın
kulağıma dışardaki kalabalığın arasından "aman yahu" diye bir ses geldi.
Baktım o. İri vücuduyle çocuk gibi vagonlarm önünde koşuyor. Neyse biz de hep
birden bağırdık ve emaneti pencereden teslim ettik. Bu anlattığım düne ait bir
vaka. Bu satırları yazarken daha bu yolculuğun sarsıntıları vücudumdan gitmedi.
Fakat gariptir ki ben, onu şimdiden geçmiş günler hatıraları arasına karıştırmağa
ve sevmeğe başlamış bulunuyorum.
BİZDE İLK RESİMLİ RÖPORTAJ
Kütüphanemi karıştırırken elime Serveti Fünun koleksiyonunun eski bir cildi
geçti. Rasgele açtığım bir yaprağında "İtalya ve Habeş Muharebesi hasebiyle
Habeş Kralı Menelik Hazretleri" diye enseden sıkma beyaz başörtülü, top kıranta
sakallı bir resim karşıma çıkmasına göre tam otuz dokuz yıl evveline ait bir
cilt. Kitabı bir yerinden daha açtım: Bu sefer "Bursa’dan bir mektup" diye bir
makale, makalenin sütunları içinde şimdiki bayram kartları büyüklüğünde yedi
fotoğraf. Makale şöyle bitiyor: "Ey karî! İşte size Bursa mektubu ki gayet
muhtasar, pek sade; âdeta ufak bir tarif-i seyahat! Lâkin bir büyük meziyeti var
ki o da resimli olmasıdır. Taşradan muteber Serveti Fünun’a irsal edilen mekâtip
arasında ilk defa olarak resimlisini takdime muvaffak olmakla iftihar
eylerim." Demek ki bugün gazetelerimizin, mecmualarımızın hemen yarısını
dolduran resimli röportaj tarzı o tarihte Serveti Fünun’da başlamış ve bu itibarla
bazı ulemamız gibi bana da bir tarihî vesikaya el koymak şerefi nasib-
olmuş. Mamafih, hiç aranıp taranmadan, aylarca kütüphanelerde sürünüp nezle
ve bronşit yakalamadan tesadüfün ayağıma getirdiği bu muvaffakiyet, beni fazla
meşgul etmedi. Çünkü yine rastgele cildin ortalarına doğru açtığım bir başka
yaprak zihnimi büsbütün başka yollara saptırdı. Bu üçüncü yazı "Yakacık'ı
ziyaret" isimli yine bir röportaj yazısı idi. Zavallı Serveti Fünuncuk! Sahibi
Sayın Ahmet İhsan Tokgöz gibi sempatik, bembeyaz; fakat yine de dimdik bir
ihtiyar haline gelmiş olan atılgan ve çok ileri mecmua! Demek resimli
gazetecilikte, garp ağzı yeni edebiyatta olduğu gibi bu işte de önayak olmuş ve
neler becermiş!
Tekrar Bursa mektubuna dönüyorum. İlk resimli röportajımızı baştan başa nakle
imkân olmadığı için münderecatım hülâsa edivereyim:
4 — Arkada yavaş yavaş uzaklaşan şehr-i şehir e baka baka Marmara'nın râkit
sularını geçiş. Bozburun’u dolanış ve Mudanya iskelesine —vapurun sancak
tarafından— bağlanış. İskelede iskele parasını tahsile mahsus demir dolaptan
mürur ve uzun yolculuktan sonra gazinoda kahve, sigara
7 — İstasyon ile şehir arasındaki şose pek fena imiş, İstanbul’daki Çamlıca
tarikini, yahut Kadıköy çarşısını andırıyormuş! Kadıköy çarşısı içinden bugün
tramvay geçmesine rağmen hâlâ bu darbımesel hükmündeki eski şöhretini
muhafaza himmet etmektedir.
8 — Bunca meşakkatten sonra nihayet yolun sonuna geldik. Artık şehri
tanıyacağız. Birinci gün bazı hususî işlerin rüyeti ve küçük makinemizin
yadigârı olarak şekli pişhâhınıza vazedilen zarif bir Umdo ile Çekirge karyesine
kadar bir gidiş geliş Hadvatın refiki o lâtifegû Karagözün seng-i mezarını
görmek ve hayalini bizlere yadigâr bırakmış olan Karagözün ruhuna Fatiha
okumak. Kaplıcada istihmam. Hudavendigâr türbesi bahçesinde biraz ârâm,
fakat rüzgâr soğukça estiği için ârâmt temdit kabil olamayınca şehre dönüş. Eh,
zaten Bursa’da da görülecek, gösterilecek başka ne kalmıştır? Eski röportaj
usulü ile yenisi arasında bir fark daha: Eski türbeler ve mezarlar yerine yeni
yapılan, merhum Karagöz yerine büyük memurları, Belediye reisini vesaireyi
ziyaret, Karagöz’ün ruhuna Fatiha okumak yerine onlara başka şeyler okumak
Bizce yalnız resimli röportajın değil, son senelerde not ismi altında alıp yürüyen
seyahat edebiyatının da babaları sayılmak lâzım gelen bu yazılardan şu çıkıyor
ki: Kırk sene evvel Yakacık ile Bursa İstanbullu için âdeta birer gurbet
sayılıyormuş. Tevekkeli Nasrettin Hoca beşiğin arkası gurbet dememiş! Cesîm
dağın hâlâsına yaslanmış Yakacık derken, Avrupa notu, Amerika notu, Anadolu
notu, yol notu, deniz notu vs., vs. muharriri âdeta Toroslar’a, yahut Kop dağına
tırmanıyor sanırsınız. Bursa, o zaman İstanbul’da bir daireye kayırılamamış bazı
kimsesiz ve talihsiz memurların; dostları, akrabaları ile helâllaşarak ve denizler,
dağlar aşarak gittikleri bir sürgün yeri Gazeteci, bunları özene bezene
anlatıyor, okuyucular da dünyanın ucu gibi görünen şu karşı sırtların ardında ne
diyarlar, ne dünyalar bulunduğunu hayranlıkla görüyorlar. Zavallı İstanbullu,
neredeyse oturduğu yerde kokacakmış!
Masanın üstünde bir başka gazete var. Biraz evvel ona göz gezdirdiğim zaman
birbiri ardı sıra üç havadis görmüştüm: Bir mektebimizin bir kısım talebesi
bayram tatilini geçirmek için Romanya’ya gidiyormuş; Van’a şimendifer
yapılıyormuş; bir bayan doktorumuz Avrupa’daki tetkik seyahatinden
dönmüş. Kırk sene evvelkine nisbetle şimdiki İstanbullu, Evliya Çelebi, yahut
Bay Tevfik Rüştü Aras kadar seyyahtır. Yeni hayatımızdaki değişikliklerin en
hayırlılarından biri ona memleketini yalnız bir mücerret mefhum olarak değil,
aynı zamanda da gezerek ve tanıyarak sevmeyi öğretmesi olmuştur.
MIZRAKLI DEDE
Bir akşam gazetesinin 21 ilkteşrin tarihli nüshasında okuduğum bir İzmir
havadisi beni otuz senelik bir maziye götürdü: İzmir'deyiz. Ele, avuca sığmaz
haşan bir çocuğum. Evde başa çıkamadıkları beni İzmirli sütninemizin
Dübekbaşı’ndaki evine misafir gönderiyorlar. Ailece ona İzmirli sütnine deyip
geçeriz. Fakat kendisi Mora muhacirlerindendir. Yirmi yaşında memleketinden
çıkmış, otuz sene İstanbul ve Anadolu’da gezmiş, kocasıyle sayısız çocuklarını
öteye, beriye gömdükten sonra nihayet bir gelini ve iki torunuyle beraber buraya
yerleşmiştir. Sütninenin evi taşları yosun bağlamış bir çıkmaz sokağın dibinde
karanlık bir izbedir. Fakat ben, nedense burasını kendi güneşli ve bahçeli
evimizden ziyade severim. O kadar severim ki bazen gece bile beni alıkoymağa
mecbur olurlar. İzmirli sütnine dervişti. Neyin dervişi olduğunu galiba benim
gibi kendi de pek bilmezdi. Sütninenin evi bir nevi kulüptü. Komşu kadınlar
akşam yemeğinden sonra onun etrafma toplanırlar, geç vakitlere kadar çene
çalarlardı. Bir yandan da dikiş dikerler, çorap örerler, hatta evlerinden tepsilerini,
tencerelerini getirerek dolma doldururlardı. Bu gecelerde dinlediğim peygamber,
evliya, cin peri masallarının tadını hiç bir zaman unutamıyacağım. Burada bazen
mahalle işlerinin konuşulduğu da olurdu. Sütninenin evinde kaldığım gecelerden
birinde ortaya gayet ehemmiyetli bir mesele atıldı: Şehnaze Hanım diye bir
komşu vardı. Gümrük kâtibi olan kocası aptestinde, namazında, halim, selim bir
adamdı. Sabahleyin erkenden işine gider, akşam üstü elinde dolu mendiliyle
evine dönerdi. Bir gün, başım önünden kaldırıp bir pencereye baktığını gören
yoktu. İşte bu melek gibi adam, bir sabah ayağına yeni çoraplar, arkasına yeni bir
kat elbise giyerek evden çıkmış ve o gece eve dönmemişti. Yatsı ezanı okunup
da onun evine gelmediği anlaşılınca mahallede: "Eyvah, herif evlendi!" diye bir
yaygaradır kopmuştu. Mahallede kaç kadının yüreği bu cihetten yanık olduğu
için onlar bu gizli evlenmelerin alâmetlerinde hiç yanılmazlardı. El altından
yapılan tahkikat bu adamın Damlacık mahallesinde genç bir dul kadmla
evlendiğini çabucak meydana çıkarıverdi. Şehnaze Hanım, o gece bir sünnet
çocuğu gibi ortaya alınmıştı. Gençler bu adamın nur gibi karısı, altıntopu gibi
çocukları üstüne bu işi nasıl tuttuğunu bir türlü akıllarına aldıramıyorlardı.
İhtiyarlara göre Şehnaze Hanımın kocası karı üstüne evlenecek adamlardan
değildi. O şıllık, basmış büyüyü, adamcağızın dilini, ağzım bağlamıştı. Kabahat
Şehnaze Hanımdaydı. Her kapısını çalanı anlayıp dinlemeden evine sokar,
misafir diye baş köşeye oturturdu. Her halde Damlacıklı tarafından gönderilmiş
bir büyücü evin bir yerine gizlice bir büyü sokmuştu. O geceki toplantıda
ehemmiyetli kararlar verildi. Evlenme kılavuzu Karakaş Hanım Damlacık’taki
eve gönderilecekti. Karakaş kurnaz, girgin bir kadındı. Gelinlik sormak
bahanesiyle eve girer, hazırlanacak büyüyü usulcacık bir köşeye sokar, dışarı
çıkarken de kapıya bir parçacık domuzyağı sürerdi. Hele domuzyağı, tesirinden
hiç şüphe edilmiyecek bir ilâçtı. Hangi evin kapısına sürülürse o evin erkeği
karısını domuz gibi görür, bir daha semtine uğramazdı. Bizim İzmirli sütnine,
Anadolu büyüklerine pek bel bağlamazdı. Kendisi bu noktada garip bir Rumeli
gayreti güder, kendi memleketinden başka yerde iyi büyücü yetişemiyeceğini
söylerdi. Sütnine, komşusuna, büyüsünü gene hazırlıyadursun, Mızraklı Dede’ye
develer kesmeğe hazırdı. Tek kocası o aşiftenin elinden kurtulsun! Şehnaze
Hanım’ın o gece Mızraklı Dede’ye tavuk adadığı sırada en hafifi "edepsiz"
olmak üzere evliya için ağza alınmaz kelimeler sarfettiğini işittim. Daha garibi
öteki kadınlar da aynı kelimeleri utana sıkıla tekrar ediyorlardı. Benim
birdenbire tüylerim ürperdi. O zamana kadar birçok türbelere girip çıkmıştım.
Bu mukaddes yerlere aptest alınmadan ayak atılmaz, içlerinde yavaş yürünür,
alçak sesle konuşulurdu. Nasıl oluyordu da her zaman türlü Arapça tazim
kelimeleriyle adları anılan bu evliyalardan birine bu Müslüman hanımlar ayıp
ayıp şeyler söylüyorlardı. Pek bilemiyorum; bunu ya o gece, ya daha sonra
sütnineye sordum. Bana garip bir hikâye anlattı: Mızraklı Dede, gençliğinde ya
hocasına, yahut o zamanlarda pek bol yetişen başka evliyalardan birine nasılsa
küfretmiş. Fakat sonradan bütün ömrünce pişmanlık çekmiş ölürken de: "Benim
adımı ananlar bana da öyle küfretsinler ki, istediklerini yapayım!" diye vasiyet
etmiş, her halde garip bir dede!
Gazetenin bana bunları hatırlatan 21 ilkteşrin tarihli havadisi şudur: "İzmir,
Bozyaka'da Mızraklı Dede mevkiinde haftanın Salı günlerinde birçok halk
toplanarak eğlenceler tertibederler. Bunların arasında bulunan Bekir kızı 65
yaşlarında Hatice, kestiği bir tavuğu ateşte kızartmak isterken rüzgârın tesiriyle
ateş, elbiselerini sarmış ve kadın yanmağa başlayarak yetişen halk tarafından
güçlükle kurtarılmıştır."
Mızraklı Dede’nin sandukası her halde kalkmış, birkaç mumla bez parçasından
ibaret sermayesi dağılmıştır. Fakat himmeti hazır, nâzır olsun, kendi galiba dertli
kadınlara hâlâ gizli gizli yardım etmekten geri durmuyor.
TULUAT TİYATROLARI
İstasyonda tek bir araba vardı. Onu da ben gözümü açmcaya kadar başkaları
kaptı. Vakit gece yarısı, kasaba uzak olmasa ehemmiyeti yok Beklerim, yahut
daha aklıma eserse bavulu istasyona bırakır, yürüyüveririm. Bereket versin bir
makasçı, köşeyi dönmek üzere olan arabaya "Duran Dayı, müşterileri bırak da
geri gel Yolcu var!" diye seslendi, sonra, beni bekleme odasına buyur
etti. Odada benden başka kimse yok. Bavulu bir kanapenin üstüne bıraktım;
arasıra arka kapıdan sokağa çıkarak arabanın çıngırağını bekliyorum. Bir aralık
yanımda yirmi, yirmi iki yaşlarında bir delikanlı belirdi. Saçları darmadağın;
tıraşı uzamış; kılık kıyafeti son derece perişan Yırtık kundurasından çıplak
ayaklarının parmakları görünüyor. Yalnız paramparça gömleğinin üstünde
kocaman bir kırmızı kravat var Bu çocuk, ilk bakışta bana yeri, yurdu olmayan
bir meczup gibi göründü. Halinden benimle konuşmak istediği anlaşılıyordu.
Uzun uzun yüzüme ve kanapenin üzerinde duran bavuluma baktıktan sonra
ürkek bir sesle:
Bu sefer de ben, onun yüzüne baktım. Anlaşılan beni kasabalarda dolaşan tulûat
tiyatrolarının geçkince jönprömiyelerinden birine benzetmiş olacaktır. Hayatta
yaptığım işler ve vazifelerin tenevvüüne bakılırsa delikanlıya "hayır" demeğe
pek hakkım yoktu. Fakat "evet" de demedim.
— Haydi çek arabanı Beyi rahatsız etme, diye azarlayarak yanımdan kovdu.
O, yırtık pabuçlarını sürüye sürüye uzaklaşırken makasçı, bana parmağıyle
şakağını göstererek:
— Kaçıktır biraz zavallı, dedi, size oyuncu musunuz? diye sordu galiba.
Makasçı, ayaküstü bana gayet basit kelimelerle acı bir dram anlattı:
Neşe ve hareketin halk için ne kadar lâzım bir şey olduğunu, durgun ve renksiz
bir hayatın kasabaları nasıl öldürdüğünü, zekâları nasıl körlettiğini artık
biliyoruz. Asırlarca memleketin bütün mesuliyetleri gibi sanat mesuliyetini de
omuzlarında taşımış İstanbul'un, Anadolu kasabalarına gönderebildiği hemen tek
ses bu beğenmediğimiz tulûat kumpanyaları olmuştur. Memleket açık kadın
çarşafları gibi onları da hem sever, hem çekemezdi. Tulûatçılar gecelerce boğaz
tokluğuna güldürüp eğlendirdikleri kasabalardan çok kere kovularak çıkarlardı.
Hacılar, hocalar onları halkta din bağlarını gevşetmekle, kasabanın ağırbaşlı
okur-yazarları ahlâk bozmakla, çoluk çocuğa ayıp lâkırdılar öğretmekle itham
ederlerdi. Ayıp lâkırdılar! Evet, tulûatçılar yerini getirdikçe halkı güldürmek için
ayıp lâkırdılar söylemekten geri durmazlardı. Fakat doğrusu aranırsa bunlar
çoluk çocuk için, gençler için pek öyle bilinmedik şeyler değildi. Çocuklar,
sokakta, gençler kahvelerde her gün o ayıp lâkırdıların bin kat çiğ ve iğrençlerini
etraflarındakilerden duyuyorlardı. Ne yapalım çocuklar nebat değil ki camekânlı
kış bahçelerinde saklıyalım. Sokakta ne söyleniyorsa zarurî olarak
işitecekler. Aktrise âşık olanlar vardı. Fakat ne çare ki aktrist olmayana âşık
olanlar da her zaman her yerde görülüyordu. Âdi bir mevzuun, âdi bir
muhaverenin zekâyı bozması korkusuna gelince, içinde bir parça hayal olan hiç
bir şey zekâyı bozmaz. Bu oyunlar, bilâkis uyuyan zekâların uyanmasına ve
kımıldamasına yardım ederdi. Anadolu’da tulûat tiyatroları pek çabuk arkası
alınacak bahislerden değildir. Söylenecek daha birkaç sözümü bundan sonraki
makaleye bırakarak bunu otuz, otuz beş sene evvel kasabalardan birinde geçmiş
bir vaka ile bitireyim. Deve, koç, horoz güreştirmekten ve çiftliğinde kadın
oynatmaktan usanmış bir yerli zengin, bir gece bir tulûat tiyatrosuna gider ve son
derece eğlenir. Oyundan sonra kumpanya direktörünü yanma çağırır; ne kadar
zaman kalacağını sorar. Direktör: "Zamanlar fena. Yer kirasını bile
çıkaramıyoruz. Çocuklar aç kalıyor. Yarın gece de bu geceki gibi hasılat yapıp
yol parası toplarsak niyetim İzmir’e inmek Bakalım, Ramazanı orada
geçirelim!" der. Bu havadis, yerli zengini hiç memnun etmez :
Böyle sigortalı bir işe girmek direktörün canına minnettir. O geceden itibaren
kumpanya, zenginin himaye ve emri altına girer. Beş on gün neşe içinde çalışır;
akşamları aktrislere çiftlikten karavanalarla yemek gelir; geceleri oyundan sonra
gene hep bir arada çiftliğe gidilir, sahura kadar sazla, sözle vakit
geçirilir. Kumpanyanın kel bir tiranı varmış. Tiran, tiyatro dilinde cinayet ve fena
insan rolleri yapan aktrist demektir. Bir gece zengin, direktörü yanma çağırır:
— Bir ucu buradaysa bir ucu kasabanm dışında bir insan kütlesi bir zaman ben
"dur!" deyince durur, "arş ileri!" deyince yürürdü. İhtiyarlık kepaze şey! Şimdi,
çoluk çocuk evde ensemde boza pişiriyorlar Şurada beni tanıyan bir iki dost
var. Etrafımı alıyorlar, hatıralarımı hürmetle dinliyorlar. Bunları da dağıtırsak
bilmem ne yaparız?
KORKUT ATA TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ Korkut Ata Journal of Studies in Turcology Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi The Journal of International Turkish Language & Literature Research ULUSLARARASI HAKEMLİ DERGİ/ INTERNATIONAL REFEREED JOURNAL ISSN: Sayı 7/ NİSAN Issue 7/APRİL OSMANİYE KORKUT ATA TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ Korkut Ata Journal of Studies in Turcology Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi The Journal of International Turkish Language & Literature Research ISSN: Kuruluş Tarihi: Sayı 7/ NİSAN Issue 7/ APRİL Editör Kurulu / Editorial Board: Prof. Dr. Yunus KAPLAN (Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi, Osmaniye/Türkiye) Arş. Gör. Zahide EFE (Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi, Osmaniye/Türkiye) YAYIN KURULU / Editorial Board Prof. Dr. Bekir ŞİŞMAN (Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Samsun/Türkiye) Prof. Dr. Benedek PÉRİ (Budapeşte Eötvös Lorand Üniversitesi, Budapeşte/Macaristan) Prof. Dr. İsmail Hakkı AKSOYAK (Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi, Ankara/Türkiye) Prof. Dr. Juliboy Eltazarov (Semerkant Devlet Üniversitesi, Semerkant/Özbekistan) Prof. Dr. Oğuz KARAKARTAL (Lefke Avrupa Üniversitesi, Lefke/KKTC) Prof. Dr. Ozan YILMAZ (Sakarya Üniversitesi, Sakarya/Türkiye) Prof. Dr. Osman ÜNLÜ (Bandırma On Yedi Eylül Üniversitesi, Balıkesir/Türkiye) Doç. Dr. Afag MEMMEDOVA (Bakü Devlet Üniversitesi, Bakü/Azerbaycan) Doç. Dr. Sema ÖZHER KOÇ (Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi, Osmaniye/Türkiye) Doç. Dr. Yılmaz IRMAK (Sütçü İmam Üniversitesi, Kahramanmaraş/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Nurdin USEEV (Kırgızistan Türkiye Manas Üniversitesi, Bişkek/Kırgızistan) Dr. Gerelmaa NAMSRAI (Moğolistan Devlet Üniversitesi/Moğolistan) DANIŞMA KURULU / Advisory Board Prof. Dr. Ahmet İÇLİ (Batman Üniversitesi, Batman/Türkiye) Prof. Dr. Selçuk ÇIKLA (Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Samsun/Türkiye) Prof. Dr. Edith Gülçin Ambros (Viyana Üniversitesi, Viyana/Avusturya) Doç. Dr. Elçin İbrahim (Milli İlimler Akademisi, Bakü/Azerbaycan) Doç. Dr. Firengiz KERİMLİ (Bakü Devlet Üniversitesi, Bakü/Azerbaycan) Doç. Dr. Ramazan EKİNCİ (Celal Bayar Üniversitesi, Manisa/Türkiye) Doç. Dr. Yakup YILMAZ (İstanbul Medeniyet Üniversitesi, İstanbul/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Özkan UZ (Munzur Üniversitesi, Tunceli/Türkiye) Dr. Maral TAGANOVA (Türkmenistan İlimler Akademisi, Aşkabat/ Türkmenistan) Dr. Azzaya BADAM (Moğolistan Devlet Üniversitesi, Ulanbator/Moğolistan) Dr. Nuri BRİNA (Prizren “Ukshin Hoti'” Üniversitesi, Prizren/Kosova) Alan Editörleri / Field Editors Eski Türk Edebiyatı / Classical Turkish Literature Prof. Dr. Yakup POYRAZ (Sütçü İmam Üniversitesi, Kahramanmaraş/Türkiye) Yeni Türk Edebiyatı / New Turkish Literature Doç. Dr. Mehmet GÜNEŞ (Marmara Üniversitesi, İstanbul/Türkiye) Halk Edebiyatı / Folk Literature Doç. Dr. Ayhan KARAKAŞ (Çukurova Üniversitesi, Adana/Türkiye) Türk Dili / Turkish Language Doç. Dr. Salih DEMİRBİLEK (Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Samsun/Türkiye) Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları / Contemporary Turkish Dialects and Literatures Dr. Fatih KURTULMUŞ (Ardahan Üniversitesi, Ardahan/Türkiye) Türk Dili ve Edebiyatı - Türkçe Eğitimi / Turkish Language and Literature - Turkish Education Doç. Dr. Sami BASKIN (Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Tokat/Türkiye) Yabancı Dil Editörü / Foreign Language Editor Prof. Dr. Bülent KIRMIZI (Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi, Osmaniye/Türkiye) NİSAN SAYININ HAKEMLERİ /Referees of 7th Issues (April, ) Prof. Dr. Alpay Doğan Yıldız (Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Tokat/Türkiye) Prof. Dr. Bekir Şişman (Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Samsun/Türkiye) Prof. Dr. Fatih Sakallı (Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi, Ankara/Türkiye) Prof. Dr. Hacer Tokyürek (Erciyes Üniversitesi, Kayseri/Türkiye) Prof. Dr. Hakan Özdemir (Giresun Üniversitesi, Giresun/Türkiye) Prof. Dr. Halil İbrahim Şahin (Balıkesir Üniversitesi, İzmir/Türkiye) Prof. Dr. İdris Nebi Uysal (Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi, Karaman/Türkiye) Prof. Dr. İlhan Genç (Düzce Üniversitesi, Düzce/Türkiye) Prof. Dr. Mehmet Ali Yolcu (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Çanakkale/Türkiye) Prof. Dr. Muhsine Börekçi (Atatürk Üniversitesi, Erzurum/Türkiye) Prof. Dr. Murat Kacıroğlu (Erzurum Teknik Üniversitesi, Erzurum/Türkiye) Prof. Dr. Murat Koç (Marmara Üniversitesi, İstanbul/Türkiye) Prof. Dr. Mustafa Karabulut (Adıyaman Üniversitesi, Adıyaman/Türkiye) Prof. Dr. Mustafa Toker (Selçuk Üniversitesi, Konya/Türkiye) Prof. Dr. Üzeyir Aslan (Marmara Üniversitesi, İstanbul/Türkiye) Doç. Dr. Abdulkadir ATICI (Kırklareli Üniversitesi, Kırklareli /Türkiye) Doç. Dr. Adem Balkaya (Kafkas Üniversitesi, Kars/Türkiye) Doç. Dr. Atıf Akgün (Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü, İzmir/Türkiye) Doç. Dr. Can Şen (Bartın Üniversitesi, Bartın/Türkiye) Doç. Dr. Dilek Çetindaş (Pamukkale Üniversitesi, Denizli/Türkiye) Doç. Dr. Ebru Özgün (Anadolu Üniversitesi, Eskişehir/Türkiye) Doç. Dr. Emrah Bozok (Milli Savunma Üniversitesi, İstanbul/Türkiye) Doç. Dr. Esra Tiryaki (Mustafa Kemal Üniversitesi, Hatay/Türkiye) Doç. Dr. Ferda Zambak (Aydın Adnan Menderes Üniversitesi, Aydın/Türkiye) Doç. Dr. Gönül Reyhanoğlu (Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi, Hatay/Türkiye) Doç. Dr. Hacı İbrahim Demirkazık (Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi, İzmir/Türkiye) Doç. Dr. İbrahim Sona (Yıldız Teknik Üniversitesi, İstanbul/Türkiye) Doç. Dr. İncinur Atik Gürbüz (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Konya/Türkiye) Doç. Dr. Kemal Göz (Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi, Karaman/Türkiye) Doç. Dr. Mehmet Emin Bars (Bingöl Üniversitesi, Bingöl/Türkiye) Doç. Dr. Mehmet Soğukömeroğulları (Gaziantep Üniversitesi, Gaziantep/Türkiye) Doç. Dr. Meriç Güven (Uşak Üniversitesi, Uşak/Türkiye) Doç. Dr. Mevlüt Gülmez (Akdeniz Üniversitesi, Antalya/Türkiye) Doç. Dr. Nilüfer İlhan (Bozok Üniversitesi, Yozgat/Türkiye) Doç. Dr. Nurettin Hatunoğlu (Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi, Zonguldak/Türkiye) Doç. Dr. Perihan Ölker (Selçuk Üniversitesi, Konya/Türkiye) Doç. Dr. Ramis Karabulut (Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi, Niğde/Türkiye) Doç. Dr. Salih Demirbilek (Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Samsun/Türkiye) Doç. Dr. Serpil Özdemir (Bartın Üniversitesi, Bartın/Türkiye) Doç. Dr. Sevim Şermet (Sinop Üniversitesi, Sinop/Türkiye) Doç. Dr. Şener Şükrü Yiğitler (Bitlis Eren Üniversitesi, Bitlis/Türkiye) Doç. Dr. Şerife Yalçınkaya (Ege Üniversitesi, İzmir/Türkiye) Doç. Dr. Tahir Aşirov (Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi, Zonguldak/Türkiye) Doç. Dr. Tolga Öntürk (Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Van/Türkiye) Doç. Dr. Türkan Yeşilyurt (Sinop Üniversitesi, Sinop/Türkiye) Doç. Dr. Ümit Özgür Demirci (Düzce Üniversitesi, Düzce/Türkiye) Doç. Dr. Yılmaz Irmak (Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Kahramanmaraş/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Altuğ Ortakcı (Hitit Üniversitesi, Çorum/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi B. Tahir Tahiroğlu (Çukurova Üniversitesi, Adana/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Bahanur Garan Gökşen (İstanbul Arel Üniversitesi, İstanbul/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Bilge Esirgen (Kırşehir Ahi Evran Üniversitesi, Kırşehir/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Burak Armağan (Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi, Ağrı/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Burak Çavuş (Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Tokat/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Caner Solak (Erzurum Teknik Üniversitesi, Erzurum/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Cavit Güzel (Amasya Üniversitesi, Amasya/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Çetin Yıldız (Aksaray Üniversitesi, Aksaray/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Dinçer Atay (Kafkas Üniversitesi, Kars/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Fadime Tikbaş Apak (Adıyaman Üniversitesi, Adıyaman/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Fatih Çelik (Erciyes Üniversitesi, Kayseri/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Filiz Güven (Sinop Üniversitesi, Sinop/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Gülşah Gaye Fidan (Gaziantep Üniversitesi, Gaziantep/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Handan Belli (İnönü Üniversitesi, Malatya/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Hatice Kübra Uygur (Mardin Artuklu Üniversitesi, Mardin/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Hulusi Eren (Muş Alparslan Üniversitesi, Muş/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Hüseyin Aksoy (Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi, Karaman/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi İdris Söylemez (Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi, Nevşehir/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Kudret Savaş (Afyon Kocatepe Üniversitesi, Afyonkarahisar/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Mevlüt Gülmez (Akdeniz Üniversitesi, Antalya/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Neşe Oktay (Artvin Çoruh Üniversitesi, Artvin/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Nilay Kınay (Hakkari Eğitim Fakültesi, Hakkari/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Nimet Kara Kütükçü (Karabük Üniversitesi, Karabük/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Nurgül Sucu Köroğlu (Selçuk Üniversitesi, Konya/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Osman Özer (Bingöl Üniversitesi, Bingöl/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Sait Yılter (Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi, Ağrı/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Seçil Dumantepe (İzmir Katip Çelebi Üniversitesi, İzmir/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Semih Delil (Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi, Ankara/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Serdar Deniz Özdemir (Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi, Zonguldak/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Şebnem Şerife Ördek (Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi, Nevşehir/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Tuğba Akkoyun Koç (Bayburt Üniversitesi, Bayburt/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Yusuf Gökkaplan (Kapadokya Üniversitesi, Nevşehir/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Zehra Yazbahar (Gümüşhane Üniversitesi, Gümüşhane/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Zeliha Gaddar (Çankırı Karatekin Üniversitesi, Çankırı/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Burak Çavuş (Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Tokat/Türkiye) Dr. Ahmet Kavaklıyazı (Selçuk Üniversitesi, Konya/Türkiye) Dr. Ahmet Vurgun (Marmara Üniversitesi, İstanbul/Türkiye) Dr. Asuman Gürman Şahin (Ege Üniversitesi, İzmir/Türkiye) Dr. Cengiz Eken (T.C. Milli Eğitim Bakanlığı) Dr. Elif Şebnem Kobya Demirci (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Rize/Türkiye) Dr. Erkan Kalaycı (Kırklareli Üniversitesi, Kırklareli/Türkiye) Dr. Esengül Uzunoğlu Sayın (Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Tokat/Türkiye) Dr. Feyza Bulut (Dicle Üniversitesi, Diyarbakır/Türkiye) Dr. Kazım Çandır (Çankırı Karatekin Üniversitesi, Çankırı/Türkiye) Dr. Mustafa Dere (Ordu Üniversitesi, Ordu/Türkiye) Dr. Mustafa Orhan (Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Ankara/Türkiye) Dr. Mutlu Melis Özgeriş (Atatürk Üniversitesi, Erzurum/Türkiye) Dr. Ömer Uyan (İnönü Üniversitesi, Malatya/Türkiye) Dr. Özgül Özbek Giray (Artvin Çoruh Üniversitesi, Artvin/Türkiye) Dr. Özlem Ünalan (Bayburt Üniversitesi, Bayburt/Türkiye) Dr. Sezin Seda Altun (İstanbul Medeniyet Üniversitesi, İstanbul/Türkiye) Dr. Veli Kılıçarslan (Atatürk Üniversitesi, Erzurum/Türkiye) Dr. Yeşim Çağlar (Namık Kemal Üniversitesi, Tekirdağ/Türkiye) Sekreterya / Secretariat Arş. Gör. Zahide EFE (Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi, Türkiye) YÖNETİM MERKEZİ ve POSTA ADRESİ/ Management Center and Post Address Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Karacaoğlan Yerleşkesi Osmaniye/Merkez YAYIN TÜRÜ/ Type of Publication Uluslararası Hakemli Süreli (yılda 3 sayı) Yayındır. İLETİŞİM BİLGİLERİ/ Correspondence Address E-Posta: [email protected] Web: monash.pw There any Accusative Case Without Suffix? Enes Yıldız, Tevşîhu’l-Letâ‘if, Sonçağ Yayınları, Ankara, Dr. Enes Yıldız, Tevşîhu’l-Letâ‘if, Sonçağ Publishing, Ankara, (ISBN: ) Abdullah UÇAR Mustafa Günay, Şiire Felsefeyle Yönelmek, Çizgi Kitabevi, Konya, Mustafa Gunay, Tending to Poetry Through Philosophy, Çizgi Bookstore, Konya, Orhan Aytuğ TOLU Uğurlu, Y. S. (). “Anadolu Notları”nda Reşat Nuri Güntekin’in Çocukluğuna Dair İzler. Korkut Ata Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 7, KORKUT ATA TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi The Journal of International Turkish Language & Literature Research ║ Sayı/Issue 7 (Nisan/April ), s. ║ Geliş Tarihi-Received: ║ Kabul Tarihi-Accepted: ║ Araştırma Makalesi-Research Article ║ ISSN: ║ DOI: /korkutataturkiyat “Anadolu Notları”nda Reşat Nuri Güntekin’in Çocukluğuna Dair İzler The Traces of Reşat Nuri Güntekin’s Childhood in “Anadolu Notları” Yavuz Selim UĞURLU Öz Cumhuriyet Dönemi’nin önde gelen roman, hikâye ve tiyatro yazarlarından Reşat Nuri Güntekin’in () “Anadolu Notları” adlı yapıtı; gezi yazısı, anı ve deneme türünün özelliklerini bünyesinde barındırmaktadır. Eser, yazarın müfettişlik görevi sebebiyle Anadolu’ya yaptığı gezilere ilişkin notlarını kitaplaştırmasıyla oluşturulmuştur. Eser iki ciltten oluşmaktadır. Birinci cildin ilk baskısı ’da, ikinci cildin ilk baskısı ise ’da yapılır. Birinci ciltte yirmi yedi, ikinci ciltte yirmi beş olmak üzere “Anadolu Notları”nda toplamda elli iki not yer almaktadır. Eserde Anadolu’nun ’lu yıllardaki sosyal ve kültürel hayatıyla ilgili yazarın çeşitli görüş ve izlenimleri yer almaktadır. “Anadolu Notları”ndaki temel konuları şu şekilde sıralayabiliriz: Anadolu coğrafyası ve Anadolu insanı, fakirlik, eğitim, sağlık, ulaşım, din, misafirperverlik, tiyatro, kahvehane kültürü, para. Yazarın “Anadolu Notları”nı kaleme almasında çocukluğunu Anadolu’da geçirmesinin ayrıca Milli Eğitim Bakanlığındaki müfettişlik görevi sebebiyle Anadolu’nun birçok yerine seyahatler yapmasının payı büyüktür. Bu çalışmanın giriş kısmında sırasıyla; yazarın hayatı, sanatı ve eserleri hakkında bilgi verilmiştir. Ardından eserin tanıtımı yapılmıştır. Son olarak da bu eserin oluşmasında yazarın çocukluğunun katkısı kısaca belirtilmiştir. Bu çalışmanın en kapsamlı kısmı olan “Anadolu Notları”nda Reşat Nuri Güntekin’in çocukluğuna dair izler” başlıklı kısımdaysa metinlerden alıntılar yapılmak suretiyle yazarın çocukluk hatıralarının, çocukluğunda dinlediği veya okuduğu hikâyelerin esere olan katkısı gösterilmiştir. Bu çalışmayla, Reşat Nuri Güntekin’in çocukluğuna dair izlerin “Anadolu Notları”na ne şekilde yansıdığı ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Reşat Nuri Güntekin, gezi yazısı, Anadolu Notları, çocukluk. Abstract “Anadolu Notları” by Reşat Nuri Güntekin (), one of the leading novelists, story authors and playwrights of the Republican period, contains the features of the travel writing, memoir and essay genre. The work was created by the author’s collecting his notes on his trips to Anatolia because of his duty as an inspector into a book. The work consists of two volumes. The first edition of the first volume was published in and the first of the second volume was published in Twenty-seven notes in the first volume and twenty-five in the second volume, fifty-two notes in total, are included in the “Anadolu Notları”. The work contains various opinions and impressions of the author regarding the social and cultural life of Anatolia in the s. The main topics in the “Anadolu Notları” can be listed as follows: Dr., Ordu Fen Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni, Ordu/Türkiye, e-posta: [email protected], ORCID: monash.pw Yavuz Selim UĞURLU Anatolian geography and Anatolian people, poverty, education, health, transportation, religion, hospitality, theatre, coffeehouse culture, money. The fact that the author lived in Anatolia in his childhood, as well as his travels to many parts of Anatolia due to his duty as an inspector in the Ministry of National Education, played an undeniable role in his penning the “Anadolu Notları”. In the introduction to this study, information about the life, art and works of the author is given respectively. Then the work was introduced. Finally, the contribution of the author’s childhood in the creation of this work is briefly explained. In the “Anadolu Notları”, the most comprehensive part of this study, information about Reşat Nuri Güntekin’s childhood is included while in the section titled the stories he listened to or read in his childhood and the author’s childhood memories’ contribution to the work is shown by quoting from the texts. It was aimed to reveal how the traces of Reşat Nuri Güntekin’s childhood were reflected in the “Anadolu Notları” with this study. Keywords: Reşat Nuri Güntekin, travel writing, Anadolu Notları, childhood. Giriş ’da İstanbul’da hayata gözlerini açan Reşat Nuri Güntekin’in ilköğrenim yılları İstanbul Selimiye ve Çanakkale Mahalle Mektebinde geçer. Galatasaray Lisesinde ve İzmir Frerler Okulunda öğrenim görür. İstanbul Darülfünunu edebiyat bölümünden mezun olur. Çeşitli liselerde edebiyat öğretmeni ve müdür olarak çalışır. yılında Milli Eğitim Bakanlığı müfettişi olur. yılında emekliye ayrılır. Yazar ’da hayata gözlerini yumar (Emil, , s. 1). Sanat hayatına I. Dünya Savaşı sonlarında başlayan R. Nuri’nin ilk yazıları tiyatro eleştirisi ve tiyatro araştırmaları olur. Roman ve hikâye türünde eserler kaleme alan yazar, şöhretini “Çalıkuşu” adlı romanıyla elde eder (Poyraz ve Alpbek, , s. 1). Anadolu’yu konu alan romanlarında halktan kişileri anlatmayı amaçlamıştır. Geniş bir gözlem gücünün olanaklarından yararlanmak suretiyle sosyal çevre ve olayları yansıtır. Yazar, karakterlerin fiziksel özelliklerini ayrıntıya girmeden verir, onların ruhsal durumlarını yansıtmaya çalışır. Reşat Nuri; eserlerinde açık, yalın ve ahenkli bir Türkçeyi tercih eder. Yazarın eserlerinden bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz: Dudaktan Kalbe (roman), Çalıkuşu (roman), Yeşil Gece (roman), Acımak (roman), Yaprak Dökümü (roman), Sönmüş Yıldızlar (hikâye), Olağan İşler (hikâye), Bir Yağmur Gecesi (oyun) (Kurdakul, , s. ). Bu çalışmanın konusu olan “Anadolu Notları”1 gezi yazısı, anı ve deneme türünün özelliklerini taşıyan iki ciltlik bir yapıttır. Eserin birinci cildi ’da ikinci cildi ise ’da ilk baskısını yapar. Eser, Reşat Nuri Güntekin’in müfettişlik yaptığı yıllara ait gözlemlerini yansıtmaktadır. Yazar, kitaptaki notların belirli bir düzene veya kronolojik bir sıraya göre bir araya getirilmediğini eserin sayfalarında bizlere bizzat bildirmektedir. Eserin dili, dönemine göre sadedir. Ayrıca eserin bazı kısımlarında mizahi bir üslupla karşılaşmaktayız. Eserde karşımıza çıkan mekânları şu şekilde sıralayabiliriz: Anadolu kasaba ve şehirleri, yollar, oteller, lokantalar, tuluat tiyatroları, kahvehaneler, cambazhaneler. Ulaşım araçları ise at arabaları, kamyonlar, otomobiller, trenlerdir. Yazar, Anadolu insanının özelliklerine geniş bir şekilde yer verir. Anadolu insanının fakirliğini, eğitim durumunu, ulaşımını, sağlık hizmetlerine erişimini, eğlence alışkanlıklarını, kitap okuma alışkanlığını, az ile yetinmeyi bilmesini, para konusundaki görüşünü, gayretini, misafirperverliğini monash.pw görmekteyiz (Çelik, , s. ). 1Bu çalışma kapsamında “Anadolu Notları” adlı eserden yapılan alıntıların hepsi aşağıda künye bilgileri verilen baskıya aittir. Güntekin, R. N. (). Anadolu Notları I-II. İstanbul: İnkılâp Yayınevi. Korkut Ata Türkiyat Araştırmaları Dergisi Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi The Journal of International Turkish Language & Literature Research Sayı 7/ Nisan “Anadolu Notları”nda Reşat Nuri Güntekin’in Çocukluğuna Dair İzler Yazarın Anadolu Notları’nı kaleme almasında babasının görevi sebebiyle çocukluğunu Anadolu’da geçirmesinin ayrıca Milli Eğitim Bakanlığındaki müfettişlik görevi esnasında Anadolu’nun birçok yerine seyahatler yapmasının payı büyüktür. Reşat Nuri yukarıda bahsettiğimiz sebeplerden dolayı Anadolu’yu ve Anadolu insanını ayrıntılı bir şekilde tanıma imkânını elde etmiştir. “Anadolu Notları”nda Reşat Nuri Güntekin’in Çocukluğuna Dair İzler “Anadolu Notları”nda Reşat Nuri Güntekin’in çocukluğuna dair izler konusuna başlamadan önce yazarın nasıl bir çocuk olduğundan, çocukluğunu nasıl geçirdiğinden ve çocukluğunun sanatına olan etkisinden bahsetmek konunun daha iyi açıklanması ve anlaşılmasına katkı sağlayacaktır. Reşat Nuri, oldukça yaramaz bir çocuktur. Mahalle mektebine başladığı zaman özellikle de teyzesinin oğlu olan Ruşen Eşref Ünaydın’la birlikte olunca bu yaramazlık faaliyetleri artar. Reşat Nuri ve Ruşen Eşref, Reşat Nuri’nin Lalası Kemahlı Şakir Ağa’nın işini oldukça zorlaştırırlar. Birçok defa onu kandırıp okuldan kaçtıkları olur. Bağdat Caddesi’nden Göztepe’ye kadar uzanırlar. Reşat Nuri, çocukluğunda itfaiyeciliğe ve ip cambazlığına merak salar. Fasulye sırıklarıyla ip üzerinde cambazlık yapmaya çalışır ancak bir gün düşünce ip cambazlığından vazgeçer. Reşat Nuri, izlediği bir Karagöz oyunu sonunda tiyatrocu olmaya merak salmaya başladığını bir konuşmasında belirtmiştir (Sert, , s. 1). Reşat Nuri, edebiyata olan ilgisinin çocukluk yıllarında uyandığını belirtir. Yazarın çocukluğunda okuduğu eserler, dinlediği masallar ve hikâyeler ayrıca gezdiği yerler onun sanatını olumlu anlamda etkilemiştir. Lalası Şakir Ağa’nın anlattığı masalları Ruşen Eşref’le birlikte dinler. Çanakkale’de otururlarken ev hanımlarının kendi aralarında okudukları duygusal romanlara kulak misafiri olur. Halit Ziya’nın eserlerini okur. Babasının zengin bir kitaplığı vardır. Çadır tiyatrolarında oyunlar seyretmeyi sevdiğini de belirtir (Çelik, , s. ). Yazarın çocukluğuna dair verilen bu ön bilgilerden sonra esere döndüğümüzde yapılan okumalar ve incelemeler sonucunda “Anadolu Notları”nın birinci cildindeki “Bir Ticaret Kervanı”, “İstasyonda” , “Kamyon”, “Eski Cuma”, “Mızraklı Dede”, “Tulûat Tiyatroları I”, “Tulûat Tiyatroları II”, “Tulûat Tiyatroları III”, “Kahveler II” başlıklı dokuz notta; ikinci cildindeki “Sinekler”, “Aynalar”, “Para: 1-Para”, “Para: 3-Köylüde Para Fikri”, “Para: 7-Devlet Düşkünleri”, “Anadolu’nun Bazı Eğlence Yerleri: 2-İzmir’in Sabrisi” başlıklı altı notta yani toplamda on beş notta yazarın kendi çocukluk hatıralarına, çocukluğunda dinlediği veya okuduğu hikâyelere yer verdiğini görürüz. Çalışmanın bundan sonraki kısmında yukarıda başlıkları verilen notlar özetlenip bunlardan konuyla ilgili alıntılar yapılmış ayrıca bu notlarla ilgili çeşitli değerlendirmelerde bulunulmuştur. Reşat Nuri “Yollarda” başlıklı notunda niçin ve nasıl yazdığını belirtir. Seyahatlerini planlı değil gelişigüzel yaptığını ifade eder. Ayrıca yazar; Türkiye sınırları içerisinde seyahat ettiğini, en fazla bulunduğu mekânların istasyonlar ve oteller olduğunu, seyahatlerinde gözlemlediklerini zaman ve yer sınıflandırması olmadan not ettiğini, boş vakitlerini değerlendirmek için seyahatleriyle ilgili notlar aldığını belirtir. Bu yazı “Anadolu Notları”nın ne şekilde ortaya çıktığını okuyucuya açıklayan bir metin olarak karşımıza çıkmaktadır. “Bir Ticaret Kervanı” başlıklı notta; Adana’ya iki saatlik mesafede arabanın tekerleğinin patlaması sonucu yolda kalan yazar, Konya Ereğli’den Adana’ya kayısı yüklü eşekle giden iki kişiyle karşılaşır. Bu kişilerle konuşan yazar bu insanların üç-dört günlük bir yolu sadece kayısı satmak için kat ettiğini öğrenir. Arabaların, uzak mesafeleri kısalttığı zamanlarda olunduğunu belirten yazar buna rağmen bu insanların üç-dört Korkut Ata Türkiyat Araştırmaları Dergisi Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi The Journal of International Turkish Language & Literature Research Sayı 7/ Nisan Yavuz Selim UĞURLU günlük bir mesafeyi yaya sürdürmeye çalışmasına çok şaşırır. Kayısının geldikleri yerde para etmediğini bu sebeple günler sürecek bir yolu göze aldıklarını öğrenir. Bunun üzerine çocukluğunda dinlediği bir şey aklına gelir ve bunu okuyucuya şu şekilde aktarır: “Çocukluğumda anlatırlardı. Meselâ Ankara’dan iki araba armut yükleyip Sinop’a indirirlermiş, orada müşteri bulamadılar mı haydi İnebolu’ya Yahut Bolu’ya” (s. 14) Reşat Nuri, kısa bir pazarlık sonrasında çiftçilerin tüm kayısısını alır ve bu kişilerin ticaret seferi artık sona ermiş olur. Bu esnada otomobilin tamiri de bitmiştir. “İstasyonda” notunda yazar Anadolu’nun güneyinde yer alan küçük bir istasyondadır. Bu istasyon bir kasabanın uzağında yer almaktadır. Tren rötar yaptığı için istasyonun dışında dolanmaya başlar. Bu esnada istasyon şefi, yazara yaklaşır ve onunla sohbet etmeye başlar. Bu sohbet esnasında yazara hayat hikâyesini anlatmaya başlar. İstasyon şefi İstanbul’dan haksız yere sürgün edildiğini anlatır. Yazardan bir yardım alabileceğini umarak konuşur ancak ondan olumlu bir cevap alamaz. Reşat Nuri istasyonda bir karı-koca ile karşılaşır. Adam, karısını Adana’ya ameliyat için götürmektedir. Hastanede onlara daha iyi bir sağlık hizmeti vermeleri için yazardan bir tavsiye mektubu yazmasını ister ancak ondan olumlu bir cevap alamaz. Bu konuşmanın ardından Reşat Nuri, Adana’daki mahkemeye bir dava için giden yaşlı bir adamın konuşmalarına kulak kabartır ancak bu konuya ortak olmamak adına adama yüzünü bile çevirmez. Reşat Nuri (), halkın artık “tavsiye” kelimesini öğrendiğini ve bunu sıklıkla kullanmaya başladığını belirtir. Yazar bu durumdan rahatsızdır. Halkın memurlara ve amirlere güvenmediğini, herhangi bir işini hallettirmek için kendisine ayrıcalık tanınması gerektiğini düşündüğünü belirtir. Yazısının sonuna çocukluk günlerinden hatırladığı bir hikâyeyi ekler: “Ben, şu aşağıdaki hikâyeyi daha ilk mektep çocuğuyken hocamdan dinlediğimi hatırlıyorum. —Allah, İbrahim Peygambere ilerlerde dünyaya bir âhir zaman peygamberi geleceğini müjdelediği zaman İbrahim Peygamber ellerini açmış: «Aman Yarabbi! Benim sulbümden gelsin» diye yalvarmış. İltimas ve tavsiye daha işte o zamandan başlamıştır.” (s. 22). Reşat Nuri () “Kamyon” notunda seyahatleri esnasında karşılaştığı kamyonlardan bahseder. Onların fizikî durumuna değinir. Bu araçlarda insanların yer bulma sıkıntısı çekmediğini çünkü bir şekilde herkesin kamyona sığdırıldığını bu sayede kimsenin yolda kalmadığını belirtir. İnsanların kamyon üstündeki sıkış fıkış bu hâllerini çocukluğunda şahit olduğu bir tabloya benzetir ve o günleri hatırlar. Bu tablo şu şekildedir: “Çocukken pek ziyade şaştığım bir şey vardı. Karagöz’ün Yalova Safası oyununda perdenin ortasına minimini bir harar konur, bu harara Arap, Acem, Arnavut, Lâz belki on kişi girerdi. Kamyonların bu hudutsuz adam alma kabiliyeti bana daima bu dolmaz hararı hatırlatır.” (s. 36). “Eski Cuma” adlı notunda yazar, çocukluğunda cuma günü olan okul tatili günüyle sonraki zamanlarda pazar gününe alınan okul tatili gününü karşılaştırır ve ikisi arasında bir fark olmadığını iddia eder. Çocukluğundaki tatil günlerini hatırlar. Çocukken cuma gününün gelmesini iple çektiğini, en sevdiği günün cuma olduğunu belirtir. Her ne kadar bu günü çok sevse de ailesi onun dışarıdaki çocuklarla oynamasına izin vermez. Ona eşlik eden bir hizmetlileriyle tatil gününü geçirmesine izin verir. Yazar bu durumu bizlere şu şekilde aktarır: “Gelgelelim bana Sokağa çıkmak, çocukların arasına karışmak için pencerede, kafeste kuş gibi, çırpınırım. Fakat bu, bana yasak edilmiştir. Çünkü onlardan kötü huylar kapmam, ayıp sözler öğrenmem ihtimali vardır.” (s. 88). Korkut Ata Türkiyat Araştırmaları Dergisi Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi The Journal of International Turkish Language & Literature Research Sayı 7/ Nisan “Anadolu Notları”nda Reşat Nuri Güntekin’in Çocukluğuna Dair İzler Reşat Nuri tatil günü bitiminde kendisi de dâhil olmak üzere birçok öğrencinin bir üzüntüye kapıldığını belirtir. İsteksizce evlerine veya okullarına döndüklerini ifade eden yazar, okuyucuya tatil günlerinin hareketli ve neşeli geçirilmesi gerektiğini belirtir. Bu metin vasıtasıyla o dönemde Reşat Nuri’nin ve diğer çocukların tatil gününü nasıl geçirdiklerine tanıklık etmekteyiz. Yazar “Mızraklı Dede” başlıklı notunda çocukken İzmir’de bulundukları yıllara uzanır. Onu İzmir’deki çocukluk günlerine götüren şey ise 21 İlkteşrin tarihli bir gazete haberidir. Haberde bahsi geçen olay Mızraklı Dede Türbesi’nin yakınında gerçekleşmiştir. Reşat Nuri () çocukken bazı günlerde ailesi tarafından sütninesine gönderilmektedir. Yazarın, sütninesine gönderilme sebebi ise evde yaramazlık yapıp ev halkını rahatsız etmesidir. Sütninesiyle Mızraklı Dede Türbesi’ne giderler. Yazar, Mızraklı Dede’yle ilgili çok şaşırdığı bir olaya değinir. Sütninesinin bir komşusunun kocası başka bir kadın için evi terk eder. Evi terk eden adamı ailesine döndürmek için çareyi “Mızraklı Dede”ye gitmekte bulurlar. Evini terk eden adamın evine dönmesini sağlamak için “Mızraklı Dede”ye adak adarlar. Kadınlar türbeye vardıklarında isteklerinin yerine getirilmesi için küfürlü sözler sarf etmektedirler. Bu durum yazarın tuhafına gider. Bunun sebebini sütninesi, yazara şu şekilde izah eder: “Mızraklı Dede, gençliğinde ya hocasına yahut o zamanlarda pek bol yetişen başka evliyalardan birine nasılsa küfretmiş. Fakat sonradan bütün ömrünce pişmanlık çekmiş ölürken de: «Benim adımı ananlar bana da öyle küfretsinler ki istediklerini yapayım!» diye vasiyet etmiş.” (s. ). “Tulûat Tiyatroları I” notunda yazar, tuluat tiyatrolarının Anadolu insanı için olumlu ve olumsuz sayılabilecek özelliklerine yer verir. Trenin kalkacağı saati istasyonun içerisinde beklemeye başlar; üstü başı dağınık, kendinden geçmiş bir gençle karşılaşır. Genç, yazara oyuncu olup olmadığını sorar. İstasyondaki görevlilerden biri gencin neden bu hâle düştüğünü yazara anlatır. Genç adam bir gün kasabalarına gelen bir kadın oyuncuya âşık olmuş ve ona duyduğu aşk yüzünden aklını kaybetmiştir. Sevdiği kadın gelecek diye her gün istasyona gelir. Bu olay yazarı çocukluğundaki bir hatıraya götürür. Bu hatıra şu şekildedir: “Çocukluğumu geçirdiğim kasabalardan birine Treza diye bir aktris gelmişti. Çok tutmuş bir kantosu vardı (…) Etrafındaki yiğitlerin tiyatrodan âdeta hasta çıktıkları gözle görünüyordu. Erkek meclisleri kadar kadın meclislerine de girmeğe müsait bir yaşta olduğum için aynı zamanda bu fırtınanın biçare kadınlar arasında yaptığı sarsıntıyı da gözümle görüyordum.” (Güntekin, , s. ). Yazısının sonunda yazar, tuluat tiyatrolarının Anadolu insanı için zararından çok faydası olduğu sonucuna ulaşır. “Tulûat Tiyatroları II” başlıklı notunda yazar Anadolu’da hangi büyücek bir kasabaya adım atılsa tuluat tiyatrolarının izine rastlanılabileceğini söyleyerek yazısına başlar. Anadolu insanının tuluatçılara olan yaklaşımına yer verir. Tuluat tiyatrolarında sahnelenen oyunların Avrupa’daki piyeslerden esinlenerek oluşturulduğunu belirtir. Anadolu halkının sanat ihtiyacının İstanbul’dan Anadolu’ya gönderilen bu kumpanyalar aracılığıyla giderilebildiğini ekler. Yazarın aklına çocukken seyrettiği bir oyun gelir. Yazar “Anadolu Notları”nda bunu okuyucuya şu şekilde aktarır: “Çocukken bir tulûat tiyatrosunda kocasına kızdığı için iki çocuğunu eliyle boğazlayan bir ananın hikâyesini seyretmiş. Erkeğin karısını «Midya Midyacığım» diye garip bir isimle çağırması tuhafıma gitmişti.” (Güntekin, , s. ). Korkut Ata Türkiyat Araştırmaları Dergisi Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi The Journal of International Turkish Language & Literature Research Sayı 7/ Nisan Yavuz Selim UĞURLU R. Nuri, metni otuz-otuz beş sene evvel kasabalardan birinde geçmiş ilginç bir olay ile bitirir. Bu metin aracılığıyla hem yazarın tuluat tiyatrolarının Anadolu insanı için ne anlama geldiği konusuyla ilgili görüşlerini hem de çocukken bu oyunlardan birini seyrettiğini öğrenmekteyiz. Reşat Nuri (), “Tulûat Tiyatroları III” başlıklı notunda Anadolu’daki göçebe tuluat tiyatrosu sayısının ne kadar olduğu sorusuna cevap bulmaya çalışmakta ve onların sayısının oldukça çok olduğunu iddia etmektedir. Ayrıca “Tulûat Tiyatroları I” ve “Tulûat Tiyatroları II” başlıklı notlarda tuluat tiyatrolarının Anadolu’daki işlevleri konusuyla ilgili belirttiği fikirleri onaylamaktadır. Anadolu’da yüzlerce tuluat tiyatrosu bulunduğunu söyleyen yazar, bunların her ne kadar bazı eksik yanları bulunsa da Anadolu’nun sanat ihtiyacını giderme noktasında önemli bir hizmeti yerine getirdiğini belirtmektedir. Modern tiyatronun yakın bir zamanda Anadolu’da tuluat tiyatrolarının yerini almasının zor göründüğünü ifade eder. Bu sebeple tuluat tiyatroları için hazırlanan oyunlarda birtakım düzenlemelere gidilebileceği önerisini sunar. Yazar bu görüşlerini sunduğu yazısına çocukluğunda okuduğu veya dinlediği bazı ilginç şeyleri de ekler. Bunlar şu şekildedir: “Çocukken «Rumuzül Edeb»de okumuştum: Galiba Adapazarı’nda bir ihtiyar Çerkez’e kasabanın nüfusunu soruyorlar. Kendisinden gökteki yıldızların sayısı nevinden abes bir şey sorulmuş gibi alay ederek: «Kim saymış ki bile?» diyor.” (s. ). Bu metin vasıtasıyla hem yazarın tuluat tiyatrolarıyla ilgili görüşlerini hem de çocukluğunda okumaya ve dinlemeye hevesli birisi olduğunu görmekteyiz. Reşat Nuri (), “Kahveler II” adlı notunda bir yol hikâyesi arka fonunda Anadolu’da kahvelerin işlevleri meselesine değinir. Güntekin kışında Rus yazarlardan Zarhi ile Anadolu’nun batısındaki illeri kapsayan bir gezi yapmaktadır. Bursa’da bulundukları bir sırada bir gün Uludağ’a çıkmak isterler ve yola koyulurlar. Sis yüzünden yola devam edemezler ve bir kahvehaneye girerler. Bir köylü, curasıyla içeriye girer ve onlara bir müzik ziyafeti verir. Bu sahne, yazarı çocukluğunda dinlediği bir hikâyeyi hatırlatır: “Hikâyeyi anlatan memur, galiba Erzincan köylerinden birinde, şiddetli bir yağmur sebebiyle bir köylünün kulübesine sığınmış. Adamcağız, etrafına bakmış, ikram edecek bir şey bulamayınca: —Efendi, kusura kalma Kahvem yok Sana bari biraz oynayıvereyim, demiş ve türkü söyleyerek oynamaya başlamış” (s. ). Rus yazar kahvehanedeki ortamdan çok etkilenir. Orada vaktin nasıl geçtiğini anlayamazlar. Gece oluncaya kadar kahvehaneden ayrılmazlar. Yazar; kahvehanelerin bir toplantı yeri olduğunu, sınıf farkı gözetilmeden insanların orada diz dize oturup birbirleriyle dertleştiklerini belirtir. Kahvehanelerde aile meseleleri, mahalle meseleleri, memleket meselelerinin tartışıldığını söyler. Yazarın çocukluğuna ait izlerle “Anadolu Notları”nın ikinci cildinde de karşılaşırız. “Sinekler” adlı notta Reşat Nuri Anadolu’nun başka bir yerindedir. Orada karasineklerin çok olduğuna ancak yöre insanının onlardan dolayı herhangi bir rahatsızlık hissetmediklerine şahit olur. Sineklerle baş etmek için belediyenin esnafa iş yerlerine sinekkapanı koyma zorunluluğu getirdiğinden bahseder. Kapanın içine konulan et parçasının kokusuna gelen sinekler bir daha dışarı çıkamamaktadır. Esnaf iş yerlerindeki kapanın içine giren sinekleri akşam olunca vicdanlarını rahatlatmak için serbest bırakmaktadır çünkü belediye sadece kapan bulundurmayı zorunlu tutmakta Korkut Ata Türkiyat Araştırmaları Dergisi Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi The Journal of International Turkish Language & Literature Research Sayı 7/ Nisan “Anadolu Notları”nda Reşat Nuri Güntekin’in Çocukluğuna Dair İzler gerisine karışmamaktadır. Bu olay, yazarı çocukluğundaki bir âdete götürür. Bu âdet şu şekildedir: “Çocukluğumda Azad buzad, cennet kapısından gözet diye bir kuş âzad etme âdeti vardı. Aşağı yukarı ona benzer bir usul! Öyle ya hacca gitmiyoruz; zekât vermiyoruz. Bu masumların canlarını kurtarmak suretiyle bir sevap da işlemeyelim mi?” (Güntekin, , s. ). Ayrıca yazar, karasineklerin trahomlu hastaların göz kapağında bulunan yaralara konduklarında hastaların bundan rahatsızlık duymadıklarını aksine memnun olduklarını çünkü yaralardaki mikropların sinekler tarafından temizlendiğinde hastaların rahatladıklarını bir doktor arkadaşından öğrenerek okuyucuya aktarır. “Aynalar” adlı notta yazar, İzmir’de bir kahvede oturmaktadır. Yazar, aynaları arkadaşlarına benzetir. O yüzden yazısına bu başlığı koymuştur. Çocukluk arkadaşlarının yaşlandığını ayrıca hayatta başarısız olduklarını görür ve buna üzülür. Çocukluk arkadaşlarının onu tanıyamayacağından da korkar. Arkadaşlarıyla karşılaştığında onlarla konuşmaktan çekinir. Bunun sebebi de yazarın, çocukluk anılarından bahsetmenin herkese aynı keyfi vermediğini düşünmesidir. Çocukluk arkadaşlarını otuz senenin ardından yeniden gören yazar, onların hâllerini beğenmez. Sadece arkadaşlarını değil babası ve onun arkadaşlarıyla olan anılarını da hatırlar. Onların hayatta olmadığını görür ve buna çok üzülür. Metinden alıntılanan aşağıdaki kısımda bu durum şu şekilde aktarılmaktadır: “Ramazan gecelerinde, babamla kemancı Kara Mehmet’in sazını dinlemeğe giderdim. Bir köşede gruplar vardı (…) Daha birçokları ve babam Hiç biri kalmadı.” (Güntekin, , s. ). Reşat Nuri Güntekin bu yazısında İzmir’de geçirdiği çocukluk günlerini özlemle anmakta ayrıca yakınlarını kaybetmesine, çocukluk arkadaşlarının yaşlanmasına çok üzülmektedir. Yazar “Para: 1-Para” adlı notta, Anadolu şehirlerinin birinde mühendislik yapan bir arkadaşıyla sekiz-on yılın ardından bir yemekte buluşmasını anlatır. Arkadaşı, İstanbul’u çok özlemiştir. İstanbul üzerine konuşurlarken arkadaşı, uzaktan gördüğü bir köprüyü Göksu Köprüsü’ne benzetir. Bunun üzerine yazarın çocukluğundaki Göksu, hafızasında canlanır: “Göksu hakkındaki hayalim viran bir sokakla viran bir mezarlık arasından geçen kirli bir dere ve onun üzerine atılmış bayram beşiği biçim ve uzunluğunda bir tahta köprüden ibarettir. Hatta bu hayalin de çocukken Serveti Fünun koleksiyonunda gördüğüm bu hakkâk tablosundan azma bir şey olmadığını temin edemem.” (Güntekin, , s. ). “Para: 3-Köylüde Para Fikri” notunda yazar, Anadolu köylüsünün kafasındaki para ve zenginlik fikrine değinir. Birkaç örnek vermek suretiyle anlattıklarını somutlaştırmaya çalışır. Onun verdiği örneklerden birisi de çocukluk günlerine ait bir hatıradır. Bu hatıra şu şekildedir: “Bu da benim bir çocukluk hatıramdır. Çanakkale’deydik. Bergazlı Emine diye bir köylü hizmetçimiz vardı. Evimize Emine’nin bir köylüsü gelir giderdi: Elinde iki yaşlarında bir yetimi olan genç bir dul. Kadıncağıza günün birinde iki kısmet birden çıktı: Kastamonu tarafından iki Belediye süprüntücüsü. Bunlardan biri ihtiyar, biri gençti. Evlenme müzakereleri bizim mutfakta geçtiği için bilirim. Kadıncağızın gönlü gence kayıyordu. Fakat neticede akıl ve mantık tarafı Korkut Ata Türkiyat Araştırmaları Dergisi Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi The Journal of International Turkish Language & Literature Research Sayı 7/ Nisan Yavuz Selim UĞURLU galebe çaldı. Zavallı Bergazlı bir servet izdivacı yapmayı daha menfaatine uygun görerek istemiye istemiye sakallı ihtiyara vardı. Niçin bilir misiniz? İhtiyarın bir yatağı ile 14 beyaz mecidiye birikmiş parası vardı.” (Güntekin, , s. ) Yazar “Para: 7-Devlet Düşkünleri” adlı notunda, vaktiyle zengin olup yoksulluk içine düşen insanların durumundan bahseder. Bu insanların, fakirliklerini çevrelerine sezdirmemek için uğraştıklarını, çevrelerine hâlâ zengin olduklarını hissettirmeye çalıştıklarını örneklerle anlatır. Yazarın verdiği örneklerden birisi de çocukluğunda dinlediği bir hikâyedir. Bu hikâyede diğer örneklerin aksine kişi, zenginliğini saklamaya çalışmaktadır. Yazarın çocukluğunda dinlediği hikâye şu şekildedir: “Bu şeyhülislâm ramazanlarda padişahın sofrasında iftara gittikçe kaymağı yüzüne gözüne sürer: «Kaymağı ancak şevketlû efendimin sofrasında görüyorum. Yoksa bizim gibi zavallılara böyle nimetler yemek nasip olur mu» diye sızıldanırmış.” (Güntekin, , s. ) “Anadolu’nun Bazı Eğlence Yerleri: 2-İzmir’in Sabrisi” notunda Reşat Nuri, İzmir’de geçirdiği çocukluk günlerine uzanır. Yazar; Sabri adlı üstü başı perişan, zavallı bir adamı ilk defa on yaşındayken görmüştür. Onu çocukluk yıllarının ardından tekrar görür. Sabri çok yaşlanmıştır ayrıca çok da mutsuz görünmektedir. Yazar, çevresindekilerden onun hikâyesini dinler. Sabri’nin; ailesi tarafından sömürüldüğünü, eve para götürmediği takdirde dövüldüğünü öğrenir. Bu duruma çok üzülür. Bu notta okuyucu, yazara ait hüzünlü bir çocukluk hatırasıyla karşılaşmaktadır. “Anadolu Notları”nda yer alan on beş notta yazarın çocukluk hatıralarına, çocukluğunda dinlediği veya okuduğu hikâyelere yer verdiğini görmekteyiz. Bu da bizi eserin muhtevasında yazarın çocukluk günlerine ait hatıraların, çocukluğunda okuduğu veya dinlediği hikâyelerin önemli bir yeri olduğu sonucuna götürmektedir. Sonuç Türk edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Reşat Nuri Güntekin’in “Anadolu Notları” adlı; gezi yazısı, anı ve deneme türünün özelliklerini bünyesinde barındıran yapıtı Anadolu’nun ’lu yıllardaki sosyal ve kültürel durumunu dönemine göre sade bir dille aktaran bir eser olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca kitabın bazı kısımlarında mizahi bir üslupla karşılaşmaktayız. Yazar, eserini Milli Eğitim Bakanlığındaki müfettişlik görevi sebebiyle yaptığı iş gezileri esnasında tuttuğu notlarla oluşturmuştur. İki ciltten oluşan yapıtta temel konular olarak şunlar karşımıza çıkmaktadır: Anadolu coğrafyası ve Anadolu insanı, fakirlik, eğitim, sağlık, ulaşım, misafirperverlik, din, tuluat tiyatrosu, kahvehane kültürü, para. Yazarın “Anadolu Notları”nı kaleme almasında çocukluğunu Anadolu’da geçirmesinin ayrıca Milli Eğitim Bakanlığındaki müfettişlik görevi sebebiyle Anadolu’nun birçok yerine seyahatler yapmasının önemli bir katkısı olmuştur. Kitabın ilgili kısımlarından yapılan alıntılar değerlendirildiğinde Reşat Nuri Güntekin’in zengin bir kütüphanesi olan bir evde yaşamış, babasının görevi sebebiyle Anadolu'nun birçok yerini görmüş, okumaya ve dinlemeye meraklı, tiyatro izlemeyi seven, çevresini iyi gözlemleyen, etrafındakilerle iyi iletişim kuran, ailesi tarafından fazlaca korunan ve gözetilen, yaşama sevinci oldukça yüksek bir çocuk olduğu tahmininde bulunulabilmektedir. “Anadolu Notları”nda toplamda elli iki not olduğu düşünülürse bunların on beş tanesinde yazarın kendi çocukluğuna dair hatıralara ve hikâyelere yer vermesi, Reşat Nuri Güntekin’in çocukluğuna dair izlerin bu eserde önemli ölçüde yer aldığı sonucuna bizleri ulaştırmaktadır. Korkut Ata Türkiyat Araştırmaları Dergisi Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi The Journal of International Turkish Language & Literature Research Sayı 7/ Nisan “Anadolu Notları”nda Reşat Nuri Güntekin’in Çocukluğuna Dair İzler Kaynakça Çelik, H. (). Reşat Nuri Güntekin. TDV İslâm Ansiklopedisi, C. İstanbul: TDV Yayınları. Emil, B. (). Reşat Nuri Güntekin. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. Güntekin, R. N. (). Anadolu Notları I-II. İstanbul: İnkılâp Yayınevi. Kurdakul, Ş. (). Reşat Nuri Güntekin. Şairler ve Yazarlar Sözlüğü. Ankara: Bilgi Yayınevi. Poyraz, T. ve Alpbek, M. (). Reşat Nuri Güntekin Hayatı ve Eserleri. Türk Kütüphaneciler Derneği Bülteni, 6(3), Sert, E. (). Reşat Nuri Güntekin’in Anadolu Notları I-II Adlı Eserinin Teması. Yüksek Lisans Tezi. Lefkoşa: Yakındoğu Üniversitesi. Korkut Ata Türkiyat Araştırmaları Dergisi Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi The Journal of International Turkish Language & Literature Research Sayı 7/ Nisan