anadolu notları 1 2 pdf / Anadolu Notları 1 - 2 İnkılap Yayınları - Pdf Kitap İndir - Pdf İndir Ücretsiz

Anadolu Notları 1 2 Pdf

anadolu notları 1 2 pdf

Reşat Nuri Güntekin - Anadolu Notları

%(1)% found this document useful (1 vote)
1K views pages

Original Title

Reşat Nuri Güntekin - Anadolu notları

Copyright

Share this document

Share or Embed Document

Did you find this document useful?

%(1)% found this document useful (1 vote)
1K views pages

Original Title:

Reşat Nuri Güntekin - Anadolu notları

NOTLARI
Reşat Nuri GÜNTEKİN

İNKILAP KİTABEVİ,


İÇİNDEKİLER
BİRİNCİ KİTAP
Yollarda / Bir Ticaret Kervanı / İstasyonda / Trende / Yol / Kamyon / Şoför /
Patron Hoca / Anadoluda Gazete, Kitap / Otel / Su / Yolda Hastalık I / Yolda
Hastalık II / Yolda Hastalık III / Eski Cuma / Yenilikler / Bal / Daha Dün / Bizde
ilk Resimli Röportaj / Mızraklı Dede / Tulûat Tiyatroları I / Tulûat Tiyatroları II /
Tulûat Tiyatroları III / Kahveler I / Kahveler II / Otoray Yolculuğu I / Otoray
Yolculuğu II

İKİNCİ KİTAP
Otellerde 1, Yatak Çarşafları / Otellerde 2, Varlık İçinde Yokluk / Otellerde 3,
Bekâr Memurlar Suikastı / Otellerde 4, Yalnız Oda Davası / Otellerde 5, Nine /
Rakı / Sinekler / Sokakta / Gurbet / Aynalar / Para 1, Para / Para 2,
Münevverlerde Para Fikri / Para 3, Köylüde Para Fikri / Para 4 , Köylüde Para
Fikri / Para 5, Köylüde Para Fikri / Para 6, Şantaj / Para 7, Devlet Düşkünleri /
Para 8, İş / Para 9, İş / Anadolu'nun Bazı Eğlence Yerleri 1, Meczublar /
Anadolu’nun Bazı Eğlence Yerleri 2, İzmir’in Sabrisi / Anadolu'nun Bazı
Eğlence
Yerleri 3, Oburlar / Anadolu’nun Bazı Eğlence Yerleri 4, Cambaz / Anadolu’nun
Bazı Eğlence Yerleri 5, Sosyete / Bir Dost Tenkidine Cevap
**** BİRİNCİ KİTAP ****
YOLLARDA
Değerli Dışişleri Bakanımız gibi ben de çokça dolaşırım. Yalnız tabiî, yollarımız
başkadır. Kendilerinin işleri daima Avrupa’dadır; itinereri kronometre gibi
ayarlıdır. Nereye hangi dakikada varacakları, ne kadar kalacakları, ne
yapacakları önceden bellidir.

Halbuki ben daima kendi sınırlarımız içinde döner dolaşırım. Seyahatlerim biraz
gelişigüzeldir; yelken gemileri gibi esecek rüzgâra tâbidir.

Bazı tenha bir istasyonda saatlerce tren, bazı güneşle beraber uyumuş bir küçük
kasabanın otelinde uyku beklerim. Fazla bir yağmur, yahut kar fırtınası beni bir
iki gün bir köye hapsederse, arayıp soranım bulunmaz. Gün olur ki bomboş bir
ovanın ortasında otomobil bozulur; şoför, yoldan geçen kamyonlardan pompa,
tel, meşin ve lâstik parçaları tedarik edip makine veya tekerleğini tamir edinceye
kadar etrafta dolaşırım; yahut eski taşbasması Muhammediyelerdeki Cennet bağı
resimlerini andıran cılız bir ağacın altında otururum.

Bu saatlerde vakit öldürmek için icadettiğim çarelerden biri de elime geçen bir
kâğıt parçasına yollarda gördüğüm öteberiyi karmakarışık not etmektir.

Bunların bir kısmı kaybolup gitmiştir. Fakat çantamın bir köşesinde birikip
kalmış olanlar da bir tomar meydana getirecek kadar çoktur.

Seyahat kitap ve makalesi yazmak, son senelerde bütün dünyada bir moda haline
gelmiştir, ömrümde bir kere ben de kendimi modaya uydurarak bu notlardan bir
yazı serisi çıkarmayı düşündüm.

Bunlarda ne zaman, ne de yer kaydı gözetilmemiştir. Zaten Anadolu'da zamanlar


ve yerler kadar birbirine yakın ve biribirine benzer ne vardır ki?

Araba üslubu bir kübik istasyon binasının yanından saparken gözünü kapa
ve aç kendini bir anda İstanbul’un otuz kırk yıl evvelki bir mezarlık safasmda
bul Yol kenarında bir set; setin üstünde kırık mezar taşları, bunların arasında
renk renk yeldirmeli, çarşaflı kadınlar oturmuş; aralarında poturlu, mintanlı
simitçiler, leblebiciler, turşucular dolaşıyor Tıpkı tıpkısına Meşrutiyetten evvel
akşamüstleri Karacaahmet, Bitlikâğıthane, Mahmutbaba mezarlıklarında
gördüğümüz manzara

Bir sokak daha dönelim. Toprak kulübeler arasında bir arsa Ortada bir bostan
kuyusu ile eşek Eşeğin arkasına yirmi, otuz metrelik bir ip, ipin ucuna da bir
kova bağlanmış Hayvan, kuyu ile kulübelerden biri arasındaki yol üzerinde
akşam piyasası yapar gibi ağır ağır gidip geliyor Onun her gidiş gelişinde kova
bir kere kuyuya dalıp çıkıyor, böylelikle de kulübelerin su ihtiyacı gideriliyor

Bu usulün, tarihin hangi devrine ait olduğunu pek kestiremeyeceğim amma her
halde çok eski zamanlarda yaşadığımıza şüphe yoktur

Bazı bir ova yolunda saatlerce gidersiniz. Karşınıza bir köy çıkar Hayretle
düşünürsünüz: Ben bu alçak toprak kulübeleri, bu sokakları; tekerleğinin biri
çıkmış bu öküz arabasını; onun üstüne tünemiş tavukları, yarı çıplak çocukları;
biraz ötede omuzunda testi ile su taşıyan yalınayak küçük kızı, sırtında bir çalı
demetiyle yokuştan inen peştemallı büyükanayı bir saat evvel bir daha, iki saat
evvel bir daha gördüm Sakın araba beni bir daire etrafında döndürüp
dolaştırdıktan sonra hep aynı yere getirmesin. Her halde öyle olacak Evvelâ
uzaktan dik dik bakan köylüler yanıma yaklaşıyorlar, şehirlerdeki bazı şık molla
eskilerinin sakalı kadar uzamış tıraşlı yüzlerini tanımağa başladım. Daha iyisi
onlar da beni tanımış olacaklar ki tatlı tatlı gülümsemeğe, etrafımı almağa
başladılar.

Evet, bu uçsuz bucaksız yolda ne kadar ilerleseniz dönüp dolaşıp hep aynı yere
varacaksınız. Bu benzerlik, bana bir yandan can sıkıntısına, ye’se benzeyen bir
yürek üzüntüsü verir. Fakat, bir yandan da bu toprağın hiç bir köşesinde garip
kalmayacak, her gittiği yerde kendini hemen açılan ve ısınan bir kardeş
kucağında bulacağından emin bir insan ferahlığıNe söylüyordum? Notlarımda
zaman ve yer kaydı gözetilmemiştir. Aralarında üç beş yıl farkı bulunan bu kâğıt
parçalarından hangisinin eski, hangisinin yeni olduğunu kendimi zorlamadan
hatırlamak zaten mümkün değil gibi Öyle rastgele bir şey Her yazıya olduğu
gibi bunlarda da az çok umumî bir manası bulunanlara ve bu bakımdan
okuyanları bir dereceye kadar ilgilendirecek olanlara rastgelinmesi mümkündür.
Fakat kendimden başkasına bir şey söylemeyecek, boş gevezelikler de az
olmayacaktır. Bunu peşin haber veriyorum.
BİR TİCARET KERVANI
Geçen yazın sıcak bir günü İki saatten beri bir tepe üzerinden Adana ovasını
seyrediyordum. Biraz evvelki ışık bolluğu karşıdaki şehri âdeta seçilemeyecek
bir hale, karmakarışık bir cam, taş, maden yığını haline getirmişti. Şimdi, güneş
indikçe renkler beliriyor, şekiller meydana çıkıyor; şehir, âdeta adım adım
yaklaşıyordu.

İçime akşam garipliğiyle beraber, bir de korku çökmeğe başlamıştı. İki saatten
beri devam eden tekerlek tamirini bitirememek, geceden evvel şehri tutamamak
korkusu.

Şoföre:

— Yaya gidilirse Adana'ya kaç saatte varılır? diye sordum.

O, evvelâ ciddi bir tavırla

— Eh, sabaha karşı varılır! dedi. Sonra gülümseyerek ilâve etti:

— Merak etmeyin Tamir bitmek üzere Evvel Allah sizi dağ başında
bırakmayız

Tekerlek, yolun ortasmda bir sürü hırdavat arasında yamyassı yatıyor, öyle pek
yakında davranıp kalkacağa benzemiyordu. Ben, her ihtimale karşı paketimdeki
sigaraları sayarken yanımızdaki bir patikadan iki köylü çıktı, önlerinde cılız bir
eşek yürüyordu. Köylüler, bize selâm verdikten sonra merakla tamiri seyretmeğe
koyuldular.

— Ağalar; nereden geliyorsunuz bakalım böyle?

— Konya Ereğlisi’nden

— Nereye gidiyorsunuz?

— Adana'ya

— Ereğli'den ne vakit çıktınız?


— Eh, var iki, üç dört gün

— Adana’da ne yapacaksınız?

— Hiç Sanki biraz malımız var da satacağız

Gözüm bu tekerlek tamiri işine pek ilgilenmiş görünmemekle beraber


sahiplerinin biraz ilerisinde durmuş olan eşeğe ilişti. Bir yük hayvanı yük
yönünden ancak bu kadar bahtiyar olabilirdi Benim bile pek sıkıntı çekmeden
taşıyabileceğim büyüklükte iki sepet

— Bu sepetlerde ne var ağalar?

— Kayısı Bizim oranın yemişi güzel olur da

— Peki, bunları Ereğli'de satamaz mıydınız ki bu kadar yolu göze aldınız.

— Ereğli’de ne para edecek ki?

Çocukluğumda anlatırlardı. Meselâ Ankara’dan iki araba armut yükleyip


Sinop’a indirirlermiş, orada müşteri bulamadılar mı haydi İnebolu’ya Yahut
Bolu’ya Ankara neresi, Sinop neresi, İnebolu neresi? Sonra iki araba armut
bunca yola ve zahmete karşı ne kâr bırakır? Daha o zaman bile bunlar bana bir
misal gibi gelirdi. Fakat aradan bu kadar yıl geçtikten, şehirler, trenler ve
kamyonlar bu kadar biribirine yaklaştıktan sonra Konya Ereğlisi’nden Adana'ya
bir eşek sırtında iki sepet kayısı götüren iki köylüyü bugün gözümle
görüyordum.

— Hemşehriler Bunlarda kaç okka mal var? Kaçtan satacaksınız? Elinize kaç
para geçecek?

Köylülerden genci saffetle:

— Kaçtan müşteri bulacağız bilinmez ki, dedi, haydi diyelim ki okkasını

Bir fiyat söyleyecekti. Fakat öteki köylü buna meydan bırakmadı. O, ticaret
işlerinden daha çok anlar bir insana benziyordu. Benim kayısılara müşteri
çıkmam ihtimalini düşünmüş ve arkadaşının münasebetsiz bir fiyat söyleyerek
piyasayı düşürmesinden korkmuştu.
— Bizim Ereğli’nin kayısıları hiç bir yerinkilere benzemez, diyordu, ve lâkin
birazı yolda çürüdü; yenebilecekleri yedik, pek çürükleri attık. Elimizde sekiz on
okka bir şey kaldı; onları da Adana’da kime olsa satarız

Şoförün yamağı sepetlere yanaşmıştı:

— Bunlar yarına çıkmaz Ucuz verin de birkaç okkasını alalım, dedi.

Köylü beni gözüne kestirmiş olacak ki ona iltifat etmedi:

— Efendi gel, şu kayısıların hepsini sana bırakalım, diyordu, çürüyenleri varsa


onları da atarız.

Sepetten birkaç kayısı çıkarıp getirdi:

— Şu mala bak Ye bir tane Çekinme, yetim malı değil

Sonra, ehemmiyetli bir sır söyleyecek gibi ağzını kulağıma yaklaştırdı:

— Hani, Adana’da on beşten aşağı vermem ya Sana on ikiye bırakayım

Şoförler pazarlığa karıştıkları halde malı düşürmelerinden, ortaya mide bozacak


lâkırdılar atmalarından korkuyor, müzakerenin gizli geçmesini istiyordu.

— Peki alayım, otomobilin içine bırakıver, dedim.

Kayısıların hepsi yüz otuz, yahut yüz kırk kuruş tutuyordu. Köylü, pazarlık
etmeden, bir kuruş bile kırmaya savaşmadan bu kadar kolaylıkla mal almağa razı
oluşuma birdenbire inanamadı. İnandıktan sonra gönlümün rahat etmesi için
birçok diller döktü; kayısıları birkaç gün muhafaza etmek için bana çareler
öğretti.

Yüz otuz, yahut yüz kırk kuruş sayılıp teslim-tesellüm muamelesi yapılır ve
helâllaşırken kendimi birkaç yüz bin liralık mal almış bir tüccar sanıyordum.

Ticaret seferi artık sonuna ermiş, kervanın Adana'ya inmesine sebep kalmamıştı.
Bu esnada bizim otomobilin tamiri de bitmişti.

Köylüler, benden bir daha helâllik diledikten sonra eşeği tekrar Ereğli yoluna
çevirirlerken ben, biraz evvel gece olmadan şehre varamamaktan korktuğuma
utanıyordum.

Şoförler:

— Köylüler sizi aldattılar, bey diyorlardı, biraz dayansaydınız, kayısıları bir


kâğıda alırdık.
İSTASYONDA
Güney istasyonlarından birinde iki saatten beri tren bekliyordum.

Kasabadan yarım saat uzakta sık bir ağaçlık arasında kaybolmuş bir
istasyoncuk Neredeyse karşı tepelerde tan atacak Fakat şimdilik zifirî
karanlık içindeyiz. Etrafımızı saran, tepemizde gökyüzüne doğru alabildiğine
uzanıp gidiyor gibi görünen ağaçların karanlığı; kalın bir buğu tabakasıyle kapalı
göğün kendi karanlığı

Durmadan sigara içerek istasyonun rıhtımını arşınlıyorum.

İstasyon şefi sigaranın ateşini görmüş Yanıma yaklaştı:

— Yorulmuş olacaksınız, buyurun da benim odada dinlenin, dedi, efendim,


bekleme odası oturulacak halde değil Yolcuların çoğu köylü Pabuçlarını
çıkarıp kanapelere seriliyorlar Üstelik yerlere de türlü pislik atıyorlar.

Şef, beni; odayı ve köylüleri beğenmediği için dışarıda dolaşan bir aristokrat
sanmıştı.

Kısa bir iki kelime ile teşekkür ettim.

Sözlerimde rötara canım sıkıldığını anlatacak bir şey olmamakla beraber o,


başını sallayarak:

— Haklısınız, dedi, insan herhangi bir şeyi beklerken sinirli olur. Ayakta
beklemek, oturduğu yerde beklemekten daha iyidir.

Sabırsızlığı ve bekleyişi bu şekilde anlatmasına göre istasyon memuru bir parça


filozof, yahut edebiyatçı

Karanlıkta yüzüne bakıyorum: Nihayet otuz yaşlarında uyanık, parlak gözlü bir
genç Dilinden hemşehri olduğumuz da anlaşılıyor

— Ben, dört seneden beri buradayım Beş altı ay evvel Haydarpaşa’daki


memuriyetime iade edileceğim yolunda bir havadis çıkmıştı. Gecelerce gözüm
uyku tutmadı. Hoş şimdi de uyuyor değiliz ya Fakat o, başka türlü bir
uykusuzluktu

Bunu söylerken kesik kesik gülüyordu; fakat ne acı ve sinirli bir gülüş!

Bu başlangıç, bana uzunca bir dert dinleyeceğimi zannettirmişti. Öyle olmadı.


Hakikî bedbahtlar, hakikî fakirlere benzerler; sefaletlerini birdenbire açığa
vurmaktan utanç duyarlar.

Genç memur, lâkırdıyı değiştirdi, rötardan kendisi mesulmüş gibi:

— Vah, vah Aksi oldu; kusura bakmayın, dedi.

Bu esnada içeriden telgraf tıkırtıları gelmeğe başlamıştı. Acele etmeyerek


yanımdan ayrıldı, odasına döndü.

Bir şey söylemek istememesine rağmen tekrar döneceğini, karanlık acı ve


lüzumsuz bir şeyler konuşacağımızı seziyordum. Hızla uzaklaşarak kenardaki
ağaçların arasına daldım; izimi kaybetmek için sigaramın ateşini avucumun
içinde saklıyordum. Buna rağmen, o, beni biraz sonra tekrar yakaladı.

Tahminim doğruydu. Telgrafı aldıktan sonra üç beş dakika kendi kendine


düşünmüş, karanlıkta dolaşan yabancıya derdini açmağa karar vermişti. Bir
yabancı; fakat kimdir, nenin nesidir biliyor muyuz? Sözü geçecek, en umulmadık
bir zamanda kendine el uzatabilecek bir adam olmadığı nereden belli?

Edebiyatçılar ümidi daima ışık şeklinde tasvir ederler; fakat o, pekâlâ insana bir
karaltı şeklinde de gülümseyebilir.

Hasılı, istasyon şefi boş bir denizin kıyısında balık bekleyen meyus bir balıkçı
gibi rastgele bu tarafa da bir olta sallamakta bir zarar görmedi.

Dört sene evveline kadar İstanbul’da, banliyö istasyonlarından birinde


memurmuş Tesadüf deyin, talihsizlik deyin, nasılsa bir kazaya uğramış;
kasadaki bilet paralarının hesabını veremediği için bir hayli tartaklandıktan sonra
bu uzak ve ıssız cehenneme atılmış!

Sonsuz yeşilliklere ve su seslerine boğulmuş bir yere "Cehennem" demek bana


ilk önce bir nankörlük gibi görünmüştü. Fakat bir parça düşününce hak verdim.
Yaşamak ve eğlenmek ihtiyacında bir ümitsiz genç, yeşillik ve su içinde de
pekâlâ cehennemde gibi yanabilir.
— Belki suçluyum, belki değilim, diyordu, o, başka mesele Fakat suçlu da
olsam bana bu kadar çullanmak doğru mu? Dört sene bu çölde kalmak sade
suçumun cezası olamaz Kimsesizliğimin, bir arayıp soranım bulunmamasının
cezası Şayet Anadolu Şimendiferleri idaresinde bir bildiğiniz varsa

İş hayatında daima başımıza gelir. Olmayacak şeyleri için tavsiye isterler. Pek
sıkboğaz ederlerse "Bakalım, bir sırasını düşürebilirsek" yolunda bir yalanla
yakamızı kurtarırız.

Fakat ben, boş ümitle insan avutmanın faydasından ziyade zararına inandığım
için çok kere yüzümü kızdırır, açıkça "Mümkün değil" derim. Nitekim istasyon
şefine de o gece öyle yaptım.

Tren, hâlâ görünürlerde yok Dolaşmaktan ayaklarım sızlamağa başladığı için


bekleme odasına gidiyorum; kanapelerden birine ilişiyorum. Karşımda bir hasta
kadın yatıyor. Boğazında hindi kursağı büyüklüğünde bir şiş var; gözleri
korkunç bir surette evlerinden fırlamış Galiba bir goître ophtalmite vakası

Orta yaşlı bir adam yere çömelmiş, hastanın başını ellerini içinde tutuyor Bu
baş, en hafif sarsıntıya gelemiyor; erkeğin küçük bir hareketi üzerine bir ağlayıp
sızlamadır başlıyor. Biraz sonra trende bunlara komşuluk edecek yolcularm
Allah yardımcıları olsun. Kadın ağladıkça erkek:

— Hele şuna bak Çocuk mu oldun? Seni kınarlar, diyor. Sonra bana
gülümsüyor :

— Kadın kısmı tabansız olur, ağrıya dayanamaz.

Karşıdan karşıya konuşmağa başlıyoruz : Karı koca imişler Adana


Hastahanesinde ameliyata gidiyorlarmış Ellerinde kaymakamın bir mektubu
varmış Doktorlar boğazdaki şişi çıkardıkları gibi kadın dipdiri ayağa
kalkacakmış Fakat kadın, cahil olduğu için buna aklı ermiyor : "Hastanede
beni öldürecekler" diye ağlayıp duruyormuş!

«Ne münasebet! Hastahanede adam öldürüldüğü görülmüş şey mi?» der gibi
başımı sallıyorum.

Fakat köylü, bu belânın bir ameliyatla savuşturulacağım kendi de biraz evvel


söylediği kadar kuvvetle inanıyor olmamalı ki karısının korkabileceğim
düşünmeden bana soruyor:
— Ne dersin efendi? Sahi geçer mi ki?

Gözüm hastaya ilişiyor; duvarda tüten petrol lambasının ışığı içinde bu gözler
korkudan daha büyümüş gibi bana bakıyor. Gel de yalan söyleme!

— Elbette geçer, diyorum ve bazı uydurma izahat veriyorum.

Köylü, bu sözlerimi pek derin bularak:

— Doktor musun? diye soruyor.

Gene bir yalan:

— Değilim amma, bu işleri iyi bilirim.

— Adana hastahanesinde tanıdığın birisi varsa bir tasfiye yazıver. (Köylü,


gerçi tavsiyeye tasfiye diyor, fakat bunun ne olduğunu pekâlâ biliyor). Sevaptır
Şu garibe iyi baksınlar.

Yarım saat içinde bu, ikinci iltimas ricası

Sabah yaklaşıyor Uykusuz gecenin sabahı Bütün dertlerin teptiği, ağrı ve


acıların keskinleştiği, azdığı saat Hasta kadının sızıltıları radyodaki fedingler
gibi yavaş yavaş hafifleyip kayboluyor.

Bu defa, arkamdaki kanapeden başka bir dert, bir şikâyet yükselmeğe başlıyor.
Altmış beş yaşlarında sıska bir ihtiyar, babacan bir jandarma onbaşısına uzun bir
toprak davası anlatıyor Üç beş seneden beri bitmeyen, adamcağızı ihtiyar ve
hasta halinde ikide birde Adana’ya sürükleyen bir dava

Jandarma, arada bir «Ya öyle mi Vah, vah» diyor. Bazen de yorgunluktan
birdenbire horluyor ve açılıyor. Başımı çevirsem ihtiyarın derhal beni
yakalamasından, hikâyenin alt tarafım bana dinletmesinden ve sonunda bir
tavsiye mektubu için ellerime sarılmasından korkuyorum.

Dedim ya, bütün dertlerin şahlandığı, uçan kuştan imdat arandığı en nazik bir
saatteyiz.

Bu istasyonda memleketin en acı bir derdiyle yüzyüzeyim : Memura


inanmamak, vazife ve insanlık denen şeye inanmamak.
İstasyon memuru bir çöl ortasında unutulduğunu, arayıp soranı bulunmadığım
zannediyor. Köylü, doktorun zengin hastayı, fakir hastadan ayırdetmeyeceğine
gönlünü kandıramıyor.

En cahil insan tavsiye kelimesini biliyor, söylüyor.

Tavsiye isteyene hakkında, ehliyetinden büyük tavsiye olmayacağım, elinde


herhangi neviden bir nüfuz ve kudret bulunan insanın hatır, gönül, tavsiye,
iltimas denen şeylerden daha derin bir şeye de itaat edebileceğini söylediğimiz
vakit, sizinle açık konuşmağa cesaret edecek bir insan değilse, acı bir
gülümseme ile boynunu büküyor.

Memleketin bu eski hastalığından yeni yetişen çocukları olsun korumak için


bilmem ki ne yapmalı? Bizim nesillere onu âdeta mektep sıralarında bir ders gibi
telkin ederlerdi.

Ben, şu aşağıdaki hikâyeyi daha ilk mektep çocuğuyken hocamdan dinlediğimi


hatırlıyorum.

— Allah, İbrahim Peygambere ilerrde dünyaya bir âhir zaman peygamberi


geleceğini müjdelediği zaman İbrahim Peygamber ellerini açmış : "Aman
Yarabbi! Benim sulbümden gelsin" diye yalvarmış. İltimas ve tavsiye daha işte o
zamandan başlamıştır.
TRENDE
Halk : "Yalnızlık Tanrı’ya mahsustur" der. Felsefe: "İnsan doğuştan medenîdir,
cemiyet içinde yaşamak için yaratılmıştır" der. Hayatta da her gün bunun çeşit
çeşit misallerini görürüz. Geceyarısına doğru yalnız odasına dönen yaşlı bekâr,
evli komşusunun penceresinde ışık görünce garipser; bu pencerenin arkasındaki
mesut aile babasım kıskanmaktan kendini alamaz. Ama mesut aile babası bu
saatte yatağında —başına üşüşmüş bakkal, kasap, kömürcü, terzi hesaplan içinde
— tavada balık gibi bir yandan bir yana döne döne kızarıyormuş, ne çıkar?Bin
tezvirle gelinini evden atmış kaynana, ertesi sabahtan tezi yok yeni bir gelin,
kendine bir canyoldaşı aramağa çıkar.

Hasılı, insanlar, kalabalık içinde yaşamayı yalnız ve rahat yaşamaya daima tercih
etmişlerdir. Yalnız trenler, yatılı trenler müstesna. Kalabalıktan en hoşlanan
insan, vagona ayak attı mı derhal bir inziva hastalığına tutulur. En candan
dostunu bile yanında istemez. Dost şöyle yakm bir kompartımanda olsun da
arasıra nasıl olsa gidip görülür.

Bay trenin kalkmasına yarım saat kala vagonun köşesine yerleşmiş; bavullarım,
paketlerini, şişelerini, yiyecek sepetini, kâğıda sanlı terliklerini etrafındaki
filelere dizmiş; seyahatten seyahate kütüphanesinden çıkarıp yol çantasına
koyduğu kitabını, sigaralarını, gazetelerini yanına koymuş, oturuyor. Şimdi onun
en büyük korkusu vagona bir yolcu girmesidir. Rıhtımda kaynaşan kalabalığa
düşman gözüyle bakıyor, birisi koridorun kapısından içeri baksa yüreği çarpıyor;
bir tren memuru kapıyı açsa kuluçkada bir hindi gibi burnunu şişirerek
kabarmağa hazırlanıyor.

Trenin kalkmasına yirmi dakika, on beş dakika kaldı. Galiba kimse


gelmeyecek! Fakat ikinci kampana çalınacağı sırada kapı açılıyor, içeriye bir
baskındır oluyor. Bay, şimdi anadan kalma tapulu evine mahkeme kararıyla
fuzulî şagil giren bir insanın asil isyanları, koyu kötümserliği ile dolup
taşmaktadır.

Tren yolcusunun kompartmana yabancı sokmamak için türlü hileleri


vardır. Bunların en iptidaîsi, kendisini uğurlamağa gelenleri etrafına dizmek,
bazen de hatta bunun için dışarıdan mahsus adam getirmektir. Güya bu kuru
kalabalığı görenler vagonu dolu sanarak başka yere gidecekler.
Bazen bir yolcu, yahut bir memur kapıyı açıp sorar :

— Bayların hepsi yolcu mu? Boş yer yok mu?

Gürültüye, ağız kalabalığına getirilerek bu saygısız, atlatılır ve kapı tekrar


kapanır: "İşin mi yok, Allahını seversen kardeş! Yer nerede? Tren kalkınca bay,
şurada oturacak ,şuraya başını, şuraya ayaklarını yerleştirip yatacak. Şurada
sepetini açıp yemek yiyecek Pencereden güneş, yahut rüzgâr gelirse şu siper
köşeye kaçacak. Adamcağızın arasıra ayakları karıncalandıkça dolaşacak bir yeri
bile yok. Üstelik sen de buraya girmeğe kalkışırsan işimiz var"

Ortalığın telâş ve kargaşalığı içinde hiç bir şeyin farkında değil gibi görünen
memurlar bu hileyi kim bilir trenin kaçıncı icat senesinde öğrenmişlerdir.
Koridorda sızlanan yersiz yolculara: "İki dakika müsaade, şimdi yer buluruz"
derler ve hakikaten tren kalktıktan iki dakika sonra bayın kompartımanında
figüranlardan boşalan yerlere onları birer birer yerleştirirler.

Benim Karaferye muhacirlerinden bir dostum vagonda yalnız kalmak için bazı
güzel çareler bulmuştur. Bir gün bana şunları anlattı:

— Ben, trende çok kere hasta taklidi yaparım. Meselâ yüzüme bir tülbent
bağlarım. Parmağımla gözümün etrafına bir parça sigara külü bulaştırıveririm.
Sigara külü ne olacak Temiz şey Siliverdin mi gider Yüzümün üst tarafı da
zaten Allah’tan biraz şişçe olduğu için beni görenler yılancık olmuş sanır. Daha
olmazsa "Vallahi bilmem birader, bizim dayı yılancıktan öldüydü. Bize de mi
geçti nedir?" diye konuşuveririm. Herifi koydunsa bu!

Her zaman yılancık olmaz ya, bazı da gözlerimi şöyle şöyle bir iki çevirir:
"Endam aynasının camına, desturun sinekler pislemiş. Keserin ucuyla bunları
kazıyayım dedimdi, ayna paramparça oluverdi. Beni deli diye on bir ay
tımarhanede yatırdılar Neyse bir yolunu bulup kurtulduk" derim Karşıma
oturmağa hazırlanan yolcu bir gözlerime, bir de elimdeki kaim bastona bakar;
çantasını kaptı mı yallah dışarı Sen olsan durur musun? Herif canını sokakta
mı buldu?

Meşrutiyet senesi trenle Selanik’ten Manastır’a gidiyordum Bir kalabalık,


aman Allah Oturacak değil, ayakta duracak yer yok. Usulca kunduramı
çıkardım, el çantasındaki havluyu ayağıma sardım, bir kenara dayanarak «of
of» diye inlemeğe başladım İnsaniyet, yeryüzünden kalkmadı ya? Beni yaralı
sandılar, birini kaldırarak yerine beni oturttular, ayrıca hizmetime de
bakıverdiler.

— Peki, ya hastalığa, mikroba aldırmayanlara çatarsan?

— Eh, öylesi de olur Baktın ki aldıran yok Biraz gittikten sonra: "Şu yol
havası başka şey Trene binerken ölecek gibiydim Şimdi maşallah açılmağa
başladım!" diye söylenirsin, işi ahbaplığa dökersin, olur gider.

Zaten herkesin yaptığı da, bundan başka bir şey değildir. Yabancıları atlatmaktan
ümit kesilince, çaresiz, onlarla anlaşmak ve hoşça bir vakit geçirmek yolu aranır.
Tren kalktıktan biraz sonra sinirlerdeki gerginlik dönmeğe başlar.

— Sigaramın dumanı sizi rahatsız edecek mi?

— Aman efendim Estağfurullah Bilâkis

Ümitler, hâlâ sönmemiştir:

— Şu deniz zabiti her halde İzmit’e gidiyor.

— Şu çantalı zat avukat olmalı. Geceyarısına doğru Eskişehir’de iner, biraz


ferahlarız.

— İnsan böyle bir şapka, bir baston, bir de gazete ile Konya’ya gidemez ya
Herhalde Tuzla’da iner.

— Şu kılıksız ihtiyar yanlış mevkiye binmiş olacak. Biraz sonra memur,


biletleri kesmeğe gelince üçüncüye gönderir.

Yolcular arasında ilk konuşmalar da aşağı yukan bu maksatla başlar.

— Efendim, uzağa mı teşrif?

— Sapanca’ya

Gözlerde gizli bir sevinçle :

— Vah vah, çabuk ayrılacağız demek

— Efendim, nereye teşrif?


— Afyon’a.

Gözler durgun ve karanlık:

— Çok âlâ Epeyce vaktimiz var Görüşmüş oluruz.

— Efendim, ne tarafa?

— Mardin’e.

Söylenecek lâkırdı yok. Bırakın da o düşünsün

Böyle olmakla beraber tren, biraz daha yol aldıktan sonra bu titizliklerin,
huysuzlukların hiç biri kalmayacak, arkada bıraktığınız eviniz, köyünüz kadar
uzaklarda kaybolacaktır. İnsan, neye alışmaz ki?

Trende bir yabancı ile başbaşa geçirilen bir yahut iki gecede uzun bir kanlık,
kocalık hayatının bütün safhaları vardır. Evvelâ birbirinden çekinen iki yabancı
iken, sonra birbirinizin yanında çorabınızı, potininizi çıkarır, gömleğinizi
değiştirir, pijama, yahut entarinizi giyersiniz. Yiyeceğinizi beraber hazırlar,
beraber yersiniz.

Yıllarca her gün yüz yüze yaşadığınız, bir masa başında çalıştığınız bir arkadaşa
söylemeyi aklınızdan geçirmediğiniz şeyleri, ruhlarınızın en mahrem ve zayıf
taraflarını birbirinize açarsınız. Karşı karşıya, yan yana, kafa kafaya, hatta bazen
çekinmeden ayaklarınızı birbirinizin başının yanma koyarak —türlü sarsıntılar
tartaklanmalar içinde— beraber uyur uyanırsınız.

Yolculuğun başında boğazını sıkmak istediğimiz düşman, çok kere ayrılık


dakikasında bir eski dosttur. Bazen ayrılırken kucaklaşırız, birbirimize
randevular, adresler verir ve daha garibi bir, yahut iki gün evvelki kinimizde ne
kadar samimî isek, bu sevgi ve bağlılığımızda da o kadar samimî ve insan
oluruz.
YOL
Anadolu'yu dolaşmamış İstanbullunun en gözünde büyüttüğü şeylerden biri de
yoldur. Onda aşağı yukarı şöyle bir fikir yerleşmiştir :

— İstanbul, asırlarca Anadolu’nun kanını emmiş, onun zararına gelişip


güzelleşmiş bir şehirdir. Gün oluyor ki Eminönü meydanını su basıyor. Bir
yandan öbür yana hamal sırtında geçiyoruz. Kaldırımlar var ki üstünden
otomobille geçen insan, meydan dayağı yemişe döner. Yokuşlar, virajlar var ki
araba ile değil, ayakta inip dönebilirsen ne mutlu!

Kazaların önünü almak için daima toplantı halinde işleyen komisyonlara, polise,
dörtyol ağızlarında birer küçük Napolyon tavrıyla otomobillere, tramvaylara yol
gösteren işaret memurlarına rağmen yarışların, çarpışmaların, kazaların önü
alınamıyor, İnsan, dükkânında yahut kahvede otururken bir otomobil veya
kamyonun camekândan içeri yürüyüş etmeyeceğinden emin değildir. Bakımlı
İstanbul böyle olursa bakımsız Anadolu’yu var kıyas et!

İstanbullu, böyle düşünmekte hem haklıdır, hem haksız.

Haklıdır; çünkü Anadolu, onun için bir büyük meçhuldür. Yağmurda


Eminönü’nün, açık havada meselâ Çakmakçılar, yahut Tophane yokuşunun
halini gören kimsenin Konya ovasında, Kop Dağı'ndan ürkmesini gayet tabiî
bulmak lâzımdır.

Haksızdır, çünkü hakikat böyle değildir. Ben, Anadolu’nun şimdiye kadar


gezebildiğim kısımlarındaki büyük ana yolları, İstanbul yollarından fena
bulmadım. Hattâ bazı vilâyetlerdekini onlardan daha iyi gördüm de diyebilirim.

En akla gelmez yerlerde bu yolların öylelerine rastlanır ki insan, kendini tenis


kordunda, yahut bilardo masası üzerinde hareket ediyor sanır.

Yol kenarlarında taş yığınlarına ve amele çadırlarına tesadüf edilmeyen zaman


yok gibidir.

Hele yaz günlerinde büyük yollarda sık sık ilbaylara ve ilçebaylara rastgelirsiniz.
Onlar iyi yol kadar memleketin yüzünü güldürecek ve kendilerininkini ağartacak
bir şey olmayacağını gayet iyi anlamışlar ve bu işe canla sarılmışlardır.

Yollar tabiatıyla yol üstü oldukları için teftişlerinde de bir fazla güçlük yoktur.
Yanlarına varmak için bir katır sırtında patikalara, sarp yamaçlara tırmanmak
lâzım gelmez.

İlbaylar ve ilçebaylar, güneşin altında mühendislerle amelelerle konuşurlar;


kıyıdaki malzemeyi bastonlarıyla dürtüşler; yolun sağlamlık derecesini anlamak
ister gibi potinlerinin ökçelerini taşlara vururlar.

Sonra, yol yapmak, fazla zihin karıştıncı bir iş de değildir. Onun için başlıca iki
elemana ihtiyaç vardır. Taş ve amele. Biraz para bulup bu iki elemanı birbiriyle
çarpıştırmağa başladın mı iş yoluna girmiş, kendilisinden yürümeğe başlamış
demektir.

Meselâ, mektep binası yapmak buna nisbetle cok daha güçtür. Hele mektebin iç
ve ruh tarafını mükemmelleştireyim diyecek olursan iş daha sarpa sarar.

Nihayet, yollar bir vilâyetin en gözünde olan kısmıdır. Onları daima dost görür,
düşman görür.

Her insan gibi memurun da eserinin daima göz önünde kalacak kısımlarına
fazlaca dikkat etmesini haklı bulmak lâzımdır.

Anadolu’da yalnız büyük memurların değil, en küçüklerin de yola verdiği


ehemmiyete bir misal:

Orhangazi’den bir arabaya binip İznik gölünün güney kıyısını takibe başlayın.
Yarım saat gittikten sonra birdenbire asfalt bir yola sapacak, kendinizi büyük bir
şehre giriyor sanacaksınız. Hayır. Burası Sölözmüslim isminde minimini bir
köydür. Asfalt yol, nihayet yirmi beş, otuz metreden ibaret bir süs, bir
oyuncaktır. Karşınıza çıkacak temiz çehreli, temiz kıyafetli bir köy delikanlısı
size tatlı bir saffetle :

— Ben, buranın muhtarıyım. Heves ettik de bu asfalt yolu bu kadarcık


yapıverdik. Ne yapalım fazlasına kudretimiz yok, diyecek

Ne güzel bir fikir dönümünü işaret eden bir heves!


Yalnız, ne hikmettir, yapılan yolların bir kısmı çok çabuk bozulur.

Altı ay evvel geçtiğiniz bir yoldan bugün tekrar geçerseniz o zaman bozuk
gördüğünüz kısmın düzelmiş, iyi gördüğünüz kısmın bozulmuş olduğunu
göreceksiniz.

Bunun için rivayet muhteliftir. "Yollar sağlam yapılmıyor" diyenler olduğu gibi
"Yollarda kusur yok. Bu kadar kamyona, otomobile demir olsa dayanmaz"
diyenler de var. Bazıları da "Yol yapmak zerzevat ekmek gibidir. Onunla daima
meşgul olmak gerektir" fikrinde.

Hangisinin doğru olduğunu tabiî bu işin uzmanları bilecek. Benim dolaştığım


yerlerde gördüğüm şu ki, insan, sekiz, on yıl evvel köylerde iki, üç ara yatı ile
vardığı bir yere şimdi bir günde, altı, yedi saat içinde rahatça gidebiliyor.

Anadolu yollarında âdeta umumî kaideye bağlanabilecek bir şey daha gördüm :

Şehirlerin dışlarındaki bayındırlık yolları, içlerindeki belediye yollarından daima


daha iyidir.

İki vilâyet arasındaki yoldan yağ gibi kayıp gidiyorsunuz. Şoför, hafiften bir
şarkı, yahut fokstrot tutturmuştur. Siz de vaktine, saatine göre ya etraftaki
manzaraya, ya birtakım sosyal, metafizik düşüncelere, yahut da sadece kendi
şahsî kaygularınıza dalıp gitmişsinizdir.

Durgun bir denizde motör safası yapar gibi rahat ve sakin gidip dururken alttan
alta bir dalgalanmadır başlar Sağa, sola yalpalar, sarsıntılar vesaire

Bu fırtına ile beraber şoförün okuma tarzı da yavaş yavaş değişiyor. O vakit hiç
korkmadan hükmedebilirsiniz ki bayındırlık sınırlarından çıkıp şehir sınırlarına
girmek üzeresiniz.

Keyfiniz kaçar, dalganın artacağını, çok kere şehrin merkezine, Belediye


binasının bulunduğu mahalleye doğru son dereceye çıkacağını evvelden
bilirsiniz. İstemeden: "Ne olurdu şurada da bir Belediye bulunmasaydı da rahat
rahat yolumuza devam etseydik" diye düşünürsünüz.
KAMYON
"Kuş uçmaz, kervan geçmez, ıssız Anadolu yolları"

Eskiden Âşık Garip, Arzu’yla Kamber, Kerem'le Aslı hikâyelerinde ve âdi


konuşmalarda sık sık geçen bu tâbir artık masala ve şiire mal olmak üzeredir.

Âşık Garip’in, Kerem’in hasret ve hicranlarını dolaştırdıkları ıssız Anadolu


yollarının her birinden şimdi bir günde geçen otomobil, kamyon, kaptıkaçtı
adedi Çanakkale ve Karadeniz Boğazlarından geçen ticaret vapurlarından her
halde daha çoktur.

Çırçıplak bir ovanın ortasmdayız. Yol kıyısında erkek, kadın, çocuk, birtakım
insanlar görürsünüz. Yanlarında bohçalar, sepetler, heybeler, tavuklar var.

"Bunlar Allah’ın kırında, güneşin altında ne arıyor?" diye şaşmayınız. Yol


boyunca her yer bir istasyondur. Bu insanlar, buraya şu tepelerin arasında,
arkasındaki kasabalardan, köylerden inmişlerdir. Eskiden kim bilir kaç gün, kaç
gecede kona göçe gidecekleri bir yere şimdi üç beş saat içinde heybeleri,
sepetleriyle beraber kuş gibi uçacaklardır. "Acaba ne kadar bekliyecekler?" diye
de düşünmeyin. Her halde Boğaziçi iskelelerinden birinde Köprü vapurunu
bekliyenlerden çok fazla beklemeyeceklerdir.

Yoldan gelip geçen arabaların çeşidini saymak güçtür.

Numaralı maroken koltukları yataklı vagon gibi önceden kiralanan lüks


otokarlardan minimini kaptıkaçtılara kadar son derece zengin çeşitler.
Kamyonlar vardır ki İstanbul’daki benzin kamyonları gibi alçak kenarlı bir
tekneden ibarettir. Yalnız, bunlara teneke yerine insan oturtulacağından içlerine
bir miktar arkalıksız kahve iskemlesi konmuş, dört köşesine dikilen dört sırığa
da bir tente çekilivermiştir.

Şoförün yanındaki muavin iskemlesi lüks mevkidir; yolun uzunluğuna göre on


ile elli kuruş arasında değişen bir fiyat farkıyle satılır. İskemlede oturanlar
birinci, yere bağdaş kuranlar ikinci mevki yolcularıdır.

Posta, hastahane, hapishane kamyonlarına benzeyenleri vardır ki, dört bir tarafı
kapalıdır. Bunların yağmurlu ve soğuk havalarda çok iyi olacağı tahmin
edilebilir.

Gene öyleleri görülür ki arabanın dingilleri üzerine oturtulmuş büyük kafesler


sanırsınız.

Üç sene evvel Ayvalık’tan Balıkesir’e geliyordum. Yarı yolda bir kamyona


tesadüf ettim ki tıpkı bayramlarda Cinci meydanına kurulan eski salıncaklara
benziyordu. Dört tarafında peykeler, ortasında gene iki peyke Kenarlarında;
çocuklar düşmesin diye, tırabzan biçiminde yeşile, kırmızıya, sarıya boyanmış
korkuluklar.

Park, yalnız şuradaki birbirinin kucağında oturan bavrRtn çocukları otuzar,


kırkar, ellişer yaş ihtiyarlamışlar. sakallanmışlar, bir de yandan yana
sallanacakları, vere aşağıdan yukarı hopluyorlar. Sonra, bayram elbiseleri de
artık çok eskimiş, çok paramparça olmuş

Fakat ne ziyanı var! Gönüller şen olsun. Bu araba, mihneti kendine zevk etmiş
peygamber ahlâklı Anadolu fakirinin arabasıdır.

Ona içindeki insan, yüreğini kemiren şifasız spee-leni lüks otomobilinde, hususî
yatında dolaştıran İngiliz milyonerden, zihni hesap ve hırsla dolu zengin iş
adamından çok daha şen, sakin ve mesuttur.

Maksat günlerce sürecek bir yolu üç beş saatte aşmak, ayağı yerden kaldırmak
değil mi? Pekâlâ güle eğlene gidiliyor Allah bunu da aratmasın.

Besbelli bu kamyonların yalnız makineleri Avrupa'dan getiriliyor da karoseri


kısımları yerli arabacılara yaptırılıyor. Bu söylediğim orijinal şekillerle bazı
kamyonların bizim çeçen arabalarına ve eski talikalara benzemesi bundan ileri
geliyor olmalı. Şaşılacak şey bu, yerlerinde nasıl durduğuna hayret edilen hantal,
iptidaî aletlerin: "Hadi!" deyince şeytan gibi koşması, taş, dere dinlememesi,
tırmanmasıdır. Bazen tutarağı tutmuyor değil. Fakat Avrupa'da türlü hesap, kitap
üzerine yapılmış bu makineler ip, meşin parçası, tel, çivi gibi gayet iptidaî
aletlerle gayet çabuk tamir ediliyor ve tekrar koşmağa başlıyorlar.

Yol kenarında bekleyenler için "ya kamyonda yer bulunmazsa" korkusu da


yoktur. Onlar çok kere zerzevat arabası gibi tepeleme dolu gelir. Fakat "yer yok"
diye müşteri çevrildiği görülmüş şey değildir.
Bir ses: "Az müsaade. Az sıkışalım" diye bağırır. Arabanın içinde hafif bir
çalkantı olur. Öndeki jandarma neferinin kucağına bir çocuk, yahut kuzu,
delikanlı bir oğulun dizine ihtiyar anası oturtulur. Kamyonun patronu içeriden
çamurluğa, çamurlukta seyahat eden şoför yamağı kamyonun üstündeki denkler,
fıçılar arasına çıkar, böylece yeni yolculara ve yüklerine de yer açılmış olur.

Biraz ötede iki, üç kişi daha mı el sallıyor? Gene korkmayın! Onlara da Allah’ın
izniyle yer bulunacak, hatırları hoş edilecektir. Allah’ın izniyle diyorum; çünkü
bu kadar az yere bu kadar insan aldırmak fizik kanunlarına sığmaz; ancak
Allah’ın izniyle kabil olur.

Çocukken pek ziyade şaştığım bir şey vardı. Karagöz'ün Yalova Safası oyununda
perdenin ortasına minimini bir harar (çuval) konur, bu harara Arap, Acem,
Arnavut, Lâz belki on kişi girerdi. Kamyonların bu hudutsuz adam alma
kabiliyeti bana daima bu dolmaz hararı hatırlatır. İstanbul tren, yahut vapurunda
hele bir kimseyi biraz sıkıştırın; hemen çarpılır, çay semaveri gibi oturduğu
yerde fıkır fıkır kaynamağa başlar. Anadolu kamyon yolcusu, kamyona yeni
adam almak için sıkıştırıldıkça darılmıyor, kızmıyor; "Başkasının kârı için ben
neye rahatsız olayım!" demeyi aklından geçirmiyor.

Yanımda yer açmağa çalışırken gösterdiği gayrete, güler yüze bakılırsa hattâ
bundan bir zevk, kendini daima ihmal etmiş, hayatmı başkalanmn saadeti için
harcamağa alışmış bir insanın zevkini de duyuyor.
ŞÖFÖR
Bizde bankacılık gibi şoförlük de on, on iki senelik yeni mesleklerden sayılır.
Cumhuriyetin ilk senelerinde banka memurları da, şoförler de hemen hemen
çocuktu. Şimdi orta yaşa, olgunluk yaşına geldiler.

O zamanlarda bütün çocuklar gibi onlar da haşarı, atak ve gösterişçi idiler.


Lüzumsuz taşkınlıklarla biz orta yaşlıların gözünü yıldırırlardı. Şimdi bile onlara
tatlı canlarımızı teslim etmekte az çok tereddüdümüz vardır.

On sene, hele böyle çetin bir mesleğin on senesi büyük bir zamandır. Bu on sene
şoförleri hayli değiştirmişti. Onların çoğu şimdi yaşını, başını almış akıllı, uslu,
pişkin adamlardır. Ne çare ki insanın hayatını, kafasını, huyunu değiştirmesi
damga gibi yapışıp kalmış bir fena şöhreti değiştirmesinden çok daha kolaydır.
Bunun için şoför dostlarımız da bu fena şöhreti değiştirmek, gözümüzde kredi
kazanmak için daha epeyce zaman yorulacağa benzerler.

Gerçi bugünkü şoförlerin de kendilerine göre titizlikleri, cakaları, kabadayılık


iddiaları vardır. Fakat doğrusu aranırsa bunlarsız meslek de yok gibidir. Yalnız
toprakla uğraşa uğraşa onun ebedî usluluğunu, asil vakarını almışa benzeyen
çifti, belki bundan bir dereceye kadar istisna edilebilir.

Ben, kendi hesabıma uzun yollarda Anadolu şoförünü daima uyanık, becerikli,
uysal ve cana yakın gördüm.

Yalnız büyük bir zaafları var : Yarışa dayanamıyorlar; yolda bir arkadaşm
kendilerini geçmesine bir türlü tahammül edemiyorlar.

Onların en akıllı uslusu, bir arkadaşın korna çalarak, tozu dumana katarak
kendini geçtiğini gördü mü ifrit oluyor. Artık onu azarla, tehditle, nasihatle, hatta
yalvarma ile yarıştan alıkoymanız mümkün değildir. Çaresiz huysuz ata binmiş
acemi bir jokey gibi etrafınızda bulabildiğiniz en sağlam eşyaya sarılacak, kaza
halinde en az zararla kurtulacağınızı tahmin ettiğiniz pozları alarak yarışa iştirak
edeceksiniz.

Evet, bu, onların en büyük zaafıdır. Fakat dediğim gibi bu zaaf, hangimizde yok?
Hangimiz, kendi yolumuzda bir meslektaş tarafından geçildiğimizi görüyor da
kudurmuyoruz? En ağırbaşlı meslek adamları olması lâzım gelen doktorların bile
bazen bu nevi yarışlar yüzünden hayatla, hem de başkasının hayatiyle
oynadıklarını görmüyor muyuz?

Meselâ gazeteci bir başka gazetecinin kendisiyle baş koşmağa kalktığını gördü
mü gazetesini büyütüyor, sayfa sayısını sekizden yirmi sekize çıkarıyor;
resimlerini türlü renklere boyuyor.

Şoför böyle bir vaziyet karşısında, otomobilini büyütmeğe, boyamağa kalkacak


değil ya. O da freni gevşetiyor, vitesi açıyor. Onun yarış tarzı da bu. Ama
diyeceksiniz ki ötekiler yalnız kendi canlarıyla oynuyorlar, başkalarını zorla
zarara ortak etmiyorlar.

E, ne yapalım, bu da gene mesleğin icabı ve hususiyeti?

Şoför yarış edeceği zaman müşterisine: "Hele siz biraz aşağı inin. Ben, şu beni
geçmeğe kalkan münasebetsizin hakkında geldikten sonra gelir, sizi alırım"
diyemez a

Şoförlerin bir zayıf taraflarını daha gördüm:

Yolda makineler sık sık sakatlanır. Şoför, mükemmel bir ustadır. Derhal soyunur,
oturduğu iskemlenin altından çekiç, burgu, çivi, şişe, lastik gibi bir yığın alet ve
eşya çıkarıp yolun ortasına yayarak işe başlar. Sakatlığın sebebini gayet iyi
görmüştür. Bunun nasıl tamir edileceğini de biliyor. Yalnız, tamir için hangi alet
lâzımsa o yerde yayılı duran aletler arasında tesadüfen yoktur ve bu, daima
böyledir.

Müşteriye sorar:

— Affedersiniz. Çantanızda biraz tel, yahut iri başlı bir çivi bulunur mu?

— Ne münasebet evlâdım Ben hırdavatçı değilim ki

— Yok, sanki belki bulunur da ehemmiyetsiz bir sakatlık oldu Biraz tel
bulsak çabucak düzelecek

— Bu sakatlık her zaman olur mu?

— Eh, arasıra
— A evlâdım Tel bu kadar lâzımmış da neye yanında bulundurmazsın?

— Vardı ya yolda bir arkadaşa verdik. Allah belâsını versin Kusura


bakmayın, merak etmeyin Şimdi bir otomobil geçer, buluruz.

Ne çare, karşılıklı birer sigara yakar ve beklersiniz. Âdettir. Bir otomobil başka
bir otomobilin yolda kalmış olduğunu gördü mü hemen durur, sebebini sorar.
Makinenin tamiri için lâzım gelen tel, yahut çiviyi bu suretle tedarik ettikten
sonra yola devam ederiz.

İhtimal bize yardım eden otomobil de biraz sonra aynı sebepten duracak, şoför,
müşteriden tel isteyecek, müşteri "Tel bu kadar lâzımmış da neye yanında
bulundurmazsın evlâdım?" diye sorduğu zaman o :

— Vardı. Yolda bir arkadaşa verdik. Allah belâsını versin, diyecek.

Ben, kendi hesabıma büyük şehirlerde mükellef idarehaneleri bulunan koskoca


otobüslerin, otokarların kaç defa yol ortasında kaldıklarını, patlamış bir tekerlek
için gelip geçen otomobillerden pompa dilendiklerini gözümle gördüm. Pompa,
bir uzak yol otomobili için benzin kadar lüzumlu bir şey değil midir? Hoş, bazen
yarıyolda onların biribirinden ödünç benzin aldıkları da görülüyor ya. Şoförlerin
yarış zaaflarını ne kadar anlıyorsam bu ihtiyatsızlıklarını, gündelik tecrübeler ve
sıkıntıların tedavi edemediği bu hastalığı o kadar anlıyamıyorum.

Allah kimsenin başına vermesin, devlet düşkünlüğü zor şeydir. Ancak şu da


inkâr edilmemeli ki, bu felâket, insanı âdeta asilleştiriyor, olduğundan daha tatlı,
uysal, lâkırdı anlar bir hale getiriyor.

Anadolu şoförlerinin bir çoğunda ben, böyle gün görmüş, haline göre para yemiş
eski kibarlar hali gördüm.

Sebebini anlatayım:

Sekiz, on sene evvel İzmir, Manisa, Adana, Mersin gibi illerimizde incir, üzüm,
pamuk v.s. mahsulleri bol yetişmiş ve çok para etmiş; ahaliden bir kısmı âdeta
zengin olmuş

Bir memlekette zenginlik başlar da bir parça eğlence ve sefahat da başlamaz olur
mu? Bizde para yemenin, lüks ve sefahatin en yaygın şekli otomobille gezmek
oluşuna göre şoförler de yeni zenginlerle beraber bir vur patlasm devri
geçirmiştir.

Adamcağızlar bu bolluğun kırsür gitmeyeceğini kestiremedikleri için sefahatten


daha tehlikeli, maceralara —borçla yeni toprak almak, işlerini büyütmek gibi
iktisadî maceralara— girişmişler ve malûm buhran gelip çatınca —
kadınlarımızın dediği gibi— el elde, baş başta kalmışlar.

Birkaç sene evvel Nif yoluyla Kasaba’dan İzmir’e gidiyordum. Şoför, kırk
yaşlarında bir Giritli idi. Bir bağın kenarından geçerken derin derin içini
çekerek: "Burası âcizane bizimdi, dedi, şoförlükten bir senede artırdığım para ile
bu bağı almıştım. O vakit su gibi para akıyordu. Sonradan hepsini sattık yedik
ya"

Geçen yıl, bir akşam üstü Tarsus’tan Mersin’e giderken de gene bir şoför : "Bu
yolu dört sene evvel görmeliydiniz, dedi. Adana pamukçuları gece yarısından
sonra Mersin’deki barda şampanya içmeğe giderler, bu gördüğümüz yol şenlik
gecesi gibi ardı arkası kesilmez sıra sıra otomobillerin fenerleriyle donanırdı.
Ah, o günler! Şoförlük o zamandı."

Bunları söylerken şoförde kovulduğu ülkeyi uzaktan seyreden bir eski kral
hüznü vardı.

Zengin zenginliği zamanında pek bir şeye benzemiyor, kibirli ve lâf anlamaz
oluyor. Yahut da biz onları bir parça kıskandığımız için öyle görüyoruz.
Zenginin asıl kibarlığı servetini kaybettikten sonra başlıyor. Anadolu şoförlerinin
on senelik meslek hayatları içinde böyle kısa bir altm devri geçirmiş olmaları,
ruh terbiyeleri noktasından hayırlı olmuş, onlara asil bir insan ağırbaşlılığı ve
istiğnası vermiştir.
PATRON HOCA
Yolun ta ortasına dikilmiş iri boy bir jandarma faşist selâmı verir gibi elini
kaldırarak otobüsü durdurdu:

— Az bekliyeceksin. Posta var.

Anadolu kazalarından birindeki kızıyla damadına misafir giden Eyüplü bir kadın
:

— Ayol bu kaçıncı duruş bu? Dilenci vapurlarını da geçtik, diye bağırdı.

Yol âdetlerini iyi bildiği anlaşılan çantalı bir avukat :

— Galiba ehemmiyetli bir yolcu geliyor, dedi. Jandarma "posta var" demese
şoför durmaz.

Tahmin doğruydu. İki dakika geçmeden orta yaşlı bir adamm hızlı hızlı otobüse
doğru geldiği görüldü. Elinde küçük bir çanta, ağzında bitmeğe yaklaşmış bir
sigara vardı. Bu adam yolda otomobili bozulmuş bir memurdu. Tamirin ne vakit
biteceği belli olmadığı için yolda rastladığı bir jandarma ona bu otobüsü temin
etmişti. Yolculuk başlayalı iki saat olmadığı halde otobüste aşağı yukarı herkes
birbirini tanıyordu. Yolda kalan memurun hüviyeti de bilmem nasıl anlaşılmış
olacaktı ki o şoförün yanındaki imtiyazlı iskemleye yerleşirken Eyüplü kadının
arkadan:

— Hele bak Posta maarif müdürü beymiş, diye bağırdığı işitildi.

Kadın son derece çalçene bir şeydi. İki saattenberi şoförden başlamak üzere
önüne gelene sataşıyor, türlü maskaralık yapıyordu. Yolcuların bazıları evvelâ
alınmışlar, hafiften ağız kavgaları başlar gibi olmuştu. Fakat onun kızılacak bir
insan olmadığı çabucak anlaşılmıştı. Şimdi o bağırıp çağırdıkça herkes
gülüyordu. Yeni yolcu küçük sivri yüzlü, uzun burunlu, çok zayıf, karışık saçlı
ufaktefek bir adamdı. Kadını daha tanımadığı için bu sözleri ciddîye alarak
utandı, şoföre yavaşça:

— Hanımın hakkı var. Beklettik, dedi.


Şoför, gülerek cevap verdi:

— Aldırmayın Biçare kafadan gayrimüsellâh İki saattir çenesi durmuyor.

Taşlık bir bayırdan inmeğe başlayan otobüsün sarsıntıları arasında kadının sesi
tekrar yükseldi:

— Maarif müdürü bizi beklettiği yetmiyormuş gibi şimdi de şoförü lâkırdıya


tutuyor; hepimizi tepetaklak ettirecek. Sonra da sigarasıyle makineyi
patlatacak

Memur, daha ziyade sıkıldı, sigarayı atacak gibi bir hareket yaptı. Fakat şoförün
ağzmda da sigara bulunduğunu görerek vazgeçti. Eyüplü kadına yeni bir
gevezelik mevzuu çıkmıştı. Durmadan söyleniyordu:

— Şoför, zaten Allah’ın habennakası Şair midir, âşık mıdır, sarhoş mudur,
neyin nesidir belli değil Bir de üstelik maarif müdürü beyle muhabbete
başladı Bizi süprüntü küfesi gibi sokağa silkeleyecek

Bu defa da şoför, taarruza geçti:

— Seni ben değil ama, bu çeneyle galiba damadın sokağa silkeliyecek Allah
yardımcısı olsun adamcağızın

Şoförle kadın arasında, tulûlat tiyatrolarında olduğu gibi, eğlenceli ve küfürlü bir
ağız dalaşı başlamıştı. Serin rüzgârlı bir gündü; otobüs, ağaçlıklı bir dereye
doğru ağır ağır bayırdan iniyor, yolcular gülmekten kırılıyorlardı.

Kısa bir fasıladan sonra kadının sesi tekrar işitildi:

— Hoca, sen nerelere kayboldun? Demin şoförün yanında kalp beşlik gibi
oturuyordun. Maarif müdürü seni de yerinden tedirgin etti. Nerelere sakladın o
mahcemalini, bakayım?

Maarif müdürü dedikleri adamın ayakları dibine soluk mavi lâtalı, sarı basma
gömlekli, yırtık pabuçlu bir sarıklı çömelmişti. Yeri gayet rahatsızdı. Motörün
sıcaklığı yüzünü yakıyor, arasıra bunaldıkça başını kaldırarak terli yüzünü
rüzgâra gösteriyordu. Hoca, elli beş altmış yaşlarında mazlum ve biraz alıkça
çehreli, durgun mavi gözlü, yer yer ağarmış kumral sakallı bir adamdı.
Adamcağızın kafeste görülen bir hindi kadar rahatsız bir vaziyette seyahat
etmesi yetmiyormuş gibi bir de üstelik sakalıyle, sanğıyle alaya uğramasına
acımamak kabil değildi.

Maarif müdürü gene yavaşça :

— Hoca efendi, seni galiba ben rahatsız ettim, yerini aldım, dedi.

O, mahçup, yumuşak bir gülümseme ile boynunu bükerek:

— Ziyanı yok Biz, yabancı değiliz Siz rahat olun. Allah afiyet versin, dedi.

Yoksulluk acı şey! Anlaşılan bu zavallı hocayı az bir para ile yahut da büsbütün
sevaba otobüse bindirmişler. Paralı bir müşteri gelince, ihtiyarlığına olsun
hürmet etmeden yere çökertiyorlar.

Otobüs, yoı üzerindeki bir kasabanın çarşısında yarım saat mola vermişti.
Yolcuların kimi aşçı dükkânlarında, kimi meydan kahvesinde karınlarını
doyuruyorlardı. Bir aralık takir hocanın da bir fırın kapısı önünce gene yere
çömelmiş, pide ile zeytin ve kavun yediğini gördüm. Sonra, otobüs kalkacağına
üç, beş dakika kala kucağında bir yığın yapraklı ve çiçekli dal ile geldi, bunlarla
arabanın ötesini berisini süslemeğe başladı. "Hoca çok sâf, belki de biraz
meczup bir adam, dedim anlaşılan şoföre yaranmak istiyor."

Biraz sonra tekrar yola düşmüştük. Hoca, bu defa otobüsün arkasında boş bir yer
bulup ilişmişti. Fakat bu, çok sürmedi. Arabaya gelen birkaç yeni müşteriye yer
bulmak için yapılan kombinezonda onu gene açıkta bıraktılar.

Zavallının bu seferki vaziyeti daha feci idi. Rahatsızlıktan başka ölüm tehlikesi
de vardı. Arka kapının ağzında ayakta duruyor, otobüs sarsıldıkça dışarı
fırlamamak için yanındaki demirlere sarılıyordu.

Dayanamadım. Yanımdakine:

— Şu zavallı ihtiyara bir yer bulunsa, dedim.

Şoför, bu sözü işitmişti. Kinli bir gülümseme ile:

— Zavallı ihtiyar mı? dedi. Bilseniz ne it canlıdır o Günde iki, üç kere bu
yollardan geçmezse yüreği rahat etmez Bizim patrondur o Kılığına,
kıyafetine bakmayın Dehşetli zengindir Sade bu yolda dört arabası işler
Biletçi belki beş, on kuruş tırtıklar, diye arabadan arabaya gezer.

Bu sefer, hocaya daha dikkatli baktım. Çehresi bana gene bir şey söylemedi Bu
yumuşak, mazlum, dalgın hoca, bu kadar parayı nereden edinmiş. Anlaşılan bir
miras filân yemiş olacak Bu halde bir ihtiyar, azılı şoförlere nasıl kendini
dinletiyor, açıkgöz biletçileri nasıl kontrol ediyor? Her halde şoförün sözünde
çok mübalâğa var.

Eyüplü kadın, bu defa kancayı hocaya takmıştı. Bu adamın kim olduğunu o da


öğrenmişti.

— İmam, sen atlas dibalar giyip köşede oturacak adamsın. Böyle seksen
yerinden yamalı cübbe ile ayaklarda sürünmeğe utanmıyor musun? gibi sözlerle
ona sataşıyor, hoca aşır okur gibi ruhanî bir ses, tatlı bir ahenkle:

— Ne söylüyorsun hanım Boğazımızı güç doyuruyoruz, diyordu.

— İmam doğru söyle Sen küflüleri nereye gömüyorsun?

Şoför, ancak ön sıradakilerin işitebilecekleri bir sesle söze karışıyor :

— Enayi karı. Hocayı parasını küple toprağa gömen eski hocalardan sanıyor.
Hinoğlu hinin banka, borsa işlerini nasıl bildiğine akıl erdiremiyor.

Ahali gülmekten kırılıyordu. Kadın, muvaffakiyetini gördükçe bir kat daha


şımarıyor, yırtık sesiyle çığlık çığlığa bağırıyor, hoca ile beraber, öteki
müşterilere de takılıyordu.

— Hoca, sen hepimizi cebinden çıkarırsın. Sen, o boyun bağlılara bakma. Bak,
o şoförün yanında arpacı kumrusu gibi düşünen maarif müdürü beye.
Adamcağızın kim bilir ne kadar borcu vardır. Baksana efkârından sigara
ağzından düşüyor mu? Sen istersen şimdi beni para ile halayık diye satın alır,
karşında divan durursun.

Mahçup hoca, bu defa nasılsa sesini bir parça yükseltti :

— Ah hanım, halayık alacak olsam ne diye kocakarı halayık alayım, on sekiz


yaşında cariye alırım, dedi.

Bir kahkahadır koptu. Şoför:


— Aldın mı hocadan cevabı, diye bağırdı.

Eyüplü kadın, artık zaptedilemeyecek şeküde azmıştı. Orta sıralardan birinde


yanyana oturan iki mektepli kıza:

— Çocuklar, hocanın on sekiz yaşında kız aradığım duyar duymaz neye öyle
yüzüne bakıp gülmeğe başladınız, diye bağırıyor, onlar ellerini yüzlerine
kaparken ahali, âdeta bağırarak el çırpıyordu.

Eyüplü kadın, bu defa hocaya "Kaç karın var? Karıların güzel mi? Yenisini
almağa niyetin var mı?" gibi sualler sormağa başladı. Bunlar eski kafalı bir
ihtiyarın işitmeğe tahammül edemeyeceği birtakım yolsuz, çiy lâkırdılardı. Fakat
mazlum hoca, inanılmaz bir sükûnet ve tahammülle bunları sineye çekiyor,
boynunu bükerek, mavi gözlerini kapayarak o aşır okuyan tatlı sesiyle "Yapma,
hanım, yapma" diye yalvarıyordu.

Bir aralık, otobüs birdenbire durdu ve arkada bir münakaşa başladı. Bir genç
köylü, bilmem nereye gideceğim diye bilet kestirdiği halde biletçinin
dalgınlığından istifade ederek oraya inmemiş; şimdi kasabaya gideceğini
söylüyormuş.

Biletçi:

— Açıkgözlülüğe lüzum yok. Verirsin on kuruş farkı, istediğin yere gidersin,


diyordu.

Köylü şaşkınlıktan hocaya sığındı:

— Sen bilirsin hoca efendi, dedi, tövbe olsun on param yok. Olsa vermez
miyim?

Hoca:

— Ben, öyle lâkırdı tanımam oğlum, dedi, seni babamızın hayrına taşıyacak
değilim a Ya parayı çıkarırsın, ya inersin

Bulunduğumuz nokta ile kasaba arasında, ayakla gidilecek olursa, belki üç, dört
saatlik yol vardı. Köylü, kendine acındırmak için bazı sözler söyledi, ceplerini,
kuşağının arasını gösterdi. Sonra, hocayı kandırmaktan ümidini kesince:
— Ben inemem, ne yaparsan yap, dedi.

İşte o dakikada hiç unutamayacağım bir manzara gördüm. Hocanın çehresi


birdenbire karıştı; o mazlum, sakin, biraz alıkça nikabın altından korkunç bir
derebeyi, katil bir eşkiya yüzü çıktı. Yarı ağarmış yumuşak kumral sakal tersine
dönerek diken gibi sertleşti, bir yana doğru çarpılan kocaman bir ağızdan birbiri
üstüne binmiş sivri canavar dişleri fırladı, büyümüş gözler örste dövülen kızgın
demir gibi kıvılcımlar saçtı.

O aşır okuyor hissini veren ahenkli kof, ruhanî sesin yerine sert bir maden
sesiyle:

— İt, hergele babanın evinde mi sandın kendini, aşağı, diye bağırdı.

Cübbesinin uzun kollan içinden çıkan inanılmaz derecede kocaman ve kıllı iki
elle, köylünün kim bilir kaç kilokluk heybesini lastik top gibi kapıp yolun tozları
içine fırlattı. Sonra, aynı kolaylıkla köylüyü omuzlarından yakaladı ve
heybesinin yanma gönderdi.

Arkasından en yüzsüz tulumbacının ağzından çıkamayacak bir küfür daha


Bütün bunlar her halde bir dakikadan çok az bir zaman içinde olmuştu. Bütün
otobüs halkının dili tutulmuş gibiydi. Bu iş bittikten sonra hocanın çehresi ve
sesi gene bir anda tatlılaştı, şoföre: "Çek evlâdım" dedi.

Şoför, başım çevirmeye cesaret edemeden makineyi işletti. Bir kere daha anlamış
oldum ki büyük para dua ile, tatlılık ile ve merhametle, Allahın rızasını tahsile
çalışmakla kazanılmıyor.
ANADOLU’DA GAZETE, KİTAP
Bizim son Basın Kurultayı'nda beni en çok ümitlendiren şeylerden biri de şu
hakikatin anlaşılması olmuştur :

Kitap ve gazete yayını işi bizim can davamızdır. Gazete ve kitabın az okunması
yayış ve satış işinin bozuk olmasından ileri geliyor. Şu halde yazdığımızı halka
okutmak için yapılan en ehemmiyetli iş buna bir çare bulmak Fransızlar’ın
Hachette’ine benzer sağlam bir yayın kurumu meydana getirmektir. Sanırım ki
değerli arkadaşların şimdiye kadar hiç bir davada, bu işte olduğu kadar derinden
anlaşmış ve kutsî bir inançla biribirine bağlanmış olduklarını görmedim. "Bu işi
devlet mi yapsın; yoksa devletin himayesinde bir hususî şirket mi?" Gerçi bu
nokta etrafında hafif tertip bazı çekişmeler, anlaşamamazlıklar oldu. Fakat bence
bunun hiç ehemmiyeti yok. Asıl mesele büyük hastalığın anlaşılmış
olmasındadır. Kurultayda konuşulan ve kararlaştırılan teşkilât hemen
yapılabilecek mi? Ben kendi hesabıma bunu da o kadar ehemmiyetli
görmüyorum. Değil mi ki gazeteciler ve kitapçılar bunsuz yaşanılamayacağını
anladılar. Ergeç bir çare arayacaklar ve bulacaklar

Öteden beri: "Bizde halk gazete, kitap okumaz" denir. Bu belki doğrudur. Fakat
"halk okumak" demek on yedi milyon nüfusun on yedi milyonu da kitap, gazete
okumamak için biribiriyle sözleşmiş demek değildir. On yedi milyonun binde
ikisi gazete, on binde ikisi kitap okursa otuz dört bin gazete, üç bin dört yüz
kitap müşteri bulur. Okuyanlar için bundan daha aşağı bir nispet kabul etmekse
"memleket yok" demekle bir gibidir. Kitap ve gazete müşterileri biraz işçi
müşterilerine benziyor. Tiryakiler vardır ki satıcının peşini kovalarlar, onu
iğnenin deliğinde olsa bulup çıkarmayı iş edinirler. Fakat öyleleri de vardır ki
satıcı; onları kovalamağa, birer birer avlamağa ve özellikle tiryakilerin sayısuıı
artırmağa mecburdur. Bu ise gazete ve kitabı her gün onun gözünün göreceği,
elinin erebileceği yere koymakla olur.

Müskirat idareleri çıkardıkları şişeleri bizim İstanbul basıcıları gibi depolara istif
etselerdi, "Filân memlekette müşteri azdır, göndermiyelim, falan satıcı paramızı
dolandırır; göndermeyelim. Filân vilâyetteki satıcımıza şu kadar gönderelim de o
da kazalardaki isteklilere göndersin; hem de yerimiz, yurdumuz malum.
Müşteriler ne çıkardığımızı tahkik ederler; biz de isteklerini göndeririz"
yolunda ince hesaplarla hareket etselerdi içki satışı da kitap, mecmua satışına
benzer, bizim Yeşilay Cemiyeti: "Çok yorulduk. Fakat halkı da içki
beliyyesinden kurtardık!" diye bayram yapardı. Hasılı Anadolu halkının kuş
avına, balık avına çıkar gibi kitap mecmua avına çıkmasını ister ve umarsak
daha çok bekleriz. Okuyucuların büyük kısmı gazete, mecmua ve kitabı elinin
altında bulursa alıp okur; aksi halde rastgeldiği yerde şöyle bir göz gezdirir;
yahut da hiç okumayıverir. Yol notlarımdan çıkardığım şu bir iki vaka,
Anadoluda satış teşkilâtımızın ne kadar bozuk olduğunu gayet iyi gösterir.

Trenle, Afyon’a doğru gidiyorum. Kompartımanda benimle beraber orta yaşlı bir
mühendis var. Mühendis, yanımda duran bir yeni romanı aldı, başından beş
sahife okudu. Sonra bana :

— Meraklı bir kitap, dedi, ne yazık ki gittiğim yerde bulup almak kabil değil
İstanbul'dan getirmek de uzun iş (Kitapçı hakkında öyle dedikodular meydan
almıştır ki çok kimse de peşin para ile kitap sipariş etmeğe cesaret edemez.) Siz
gene İstanbul’a döneceksiniz. Müsaade ederseniz bedelini size takdim edeyim.
Siz başkasını alın

Bu yaşa kadar hiç mal satmadığım için bana manasız bir utanma geldi:

— Paraya lüzum yok, size hediyem olsun, dedim.

— Mazur görün Daha yeni tanıştık

— Muharrir ve tâbi yakın ahbaplarımdandır. Emin olun ben bedava alırım!

Bu konuşmaya göre mühendisin bir dağ başında, yahut ıssız bir köyde çalışmaya
gittiği zannedilir değil mi? Hayır. O, sadece Konya şehrine gidiyordu. Şimdi
kitapçı dostlarım ne zaman iyi bir eserin satıldığından bahsetseler kendi kendime
şöyle düşünüyorum:

— Bizim mühendisin görebileceği bir yere gönderilmiş olsaydı, belki bir tane
fazla satılırdı!

Adana’da bir oteldeyim. Gece oldu mu posta geliyor, biraz sonra da ince bir
çocuk sesi penceremin önünde "Cumhuriyet Akşam" diye bağırmaya
başlıyor. Bir akşam, bu ince ses kesiliverdi. Yemeğe çıkıyordum. Köşebaşmda
rastgeldim. Elleri boştu.

— Hani gazete? dedim.


Küçük:

— Amca, bize gayri gazete vermiyorlar, dedi ve gazetenin satıldığı dükkânı


bana uzun uzun tarif etti. Otelden en aşağı on beş yirmi dakika uzakta çarşı
ortasında bir tütüncü dükkânı imiş. Neyse birkaç kişiye yol sorduktan sonra
dükkânı bulabildim. Satıcı, iki gazete için benden on yerine sekiz kuruş almasın
mı? Aksine her zaman tesadüf etmek kabildi. Meselâ geçen sene Ada'da gazete
altı kuruşa satılırdı. Fakat bu şekil beni şaşırttı.

Satıcı:

— Efendim, müvezzie vermiyoruz, dedi. Gazeteyi doğrudan doğruya kendimiz


satıyoruz. Böylece müvezzi parasını halka kazandırmış oluruz. Tabii gazete
ucuzlayınca müşteri artacak. Sonra, buraya kadar gelenler bizden başka şeyler de
alıyorlar; müşteri kazanıyoruz.

Satıcı, iftihardan ağzı kulaklarına vararak bunları söylerken aldığım tütün


paketlerini gösteriyordu. Müstahsil ile müstahlik arasındaki vasıtalardan birini
kaldırmak Halka gazeteyi kırk para eksiğine okutmak Bu vesile ile
dükkândaki sigara, çikolata, mektup kâğıdı gibi eşyaya fazla müşteri
bulmak Hakikaten güzel icat, büyük hüsnüniyet, fakat ne çare ki fazla ince
hesapların bazen insanı hesaplıktan fazla zarara sokacağını da tecrübelerimle
bilirim. Her akşam gazete başına kırk para kazanmak için şehrin dört bir
köşesinden buraya kadar taban tepmek. .. Başkalarını bilmem. Fakat benim ertesi
akşam işim çıktı, daha ertesi akşam da unuttum, dükkâna gidemedim. Sonra da
akşamları gazete almayıverdim. Küçük müvezzi için korkum yok. O, şimdi gene
her akşam aynı yerde incecik sesiyle bağırıyordu. Her halde satıcı birkaç gün,
yahut birkaç hafta gazetelerin düştüğünden şikâyet ettikten sonra müvezzi
çocukları gene başına toplamış olacaktır. Bu anlattığım vakanın tarihi
mayıs’ıdır. Cahil bir satıcı kendiliğinden bu icadı yaparken İstanbul’daki bizim
bilgili gazeteci arkadaşlar her halde "Yahu, Adana’da düşüyoruz. Sahifeleri mi
artırsak, ne yapsak?" diye uzun uzun düşünmüş olacaklardır.

Adana'ya komşu bir vilâyet Gazeteler küçük bir dükkânda dağılıyor Satıcı ile
ahbap çıktık Kitap ve okuma meraklısı bir zat Yaşının ilerlemiş olmasına
rağmen boş zamanlarında gözlüğünü takarak gramer okuyor

— Siz muharrirsiniz, dedi, size para ile gazete okutmak bize ayıp olur. Her gün
otelin hademesini gönderin. Bütün gazeteleri vereyim. Okuyun, sonra iade
ödersiniz.

Bunu niçin yapamayacağımı ahbaba anlatmak güç. Uzattığım parayı geri itiyor,
gazeteleri zorla elime vererek beni dükkândan çıkarıyor. Bereket versin kendisi
her zaman dükkânda değil. Akşamlan karşı kaldırımda kısa bir piyasa
yapıyorum. Ahbabın çırağı vekil bırakarak bir yere gittiğini gördüm mü hemen
dükkâna koşuyorum, acele acele bir iki gazete alıp savuşuyordum.

Gene büyük bir vilâyetin tek kütüphanesindeyim. Dostlara gönderilmek için


kartpostal seçiyorum. Söz kitap satışına intikal etti. Kitapçı içini çekerek:

— Son aylarda satış birdenbire durdu, dedi, dört yüz liralık kitap getirtmiştim.
İki yüz liralık kadarını çabucak sattım. Gerisi olduğu gibi duruyor.

Biraz daha konuşunca anladım ki bu dört yüz liralık kitap rastgele getirtilmiştir.
Satılanlar bellibaşlı muharrirlerin okunmağa değer kitaplarıdır. Geri kalanlar ne
burada, ne de hiç bir yerde satılmasına imkân olmayan birtakım
molozlardır. Kitapçı bir şey daha söyledi:

— Bunlar satılmadan tabiî yeni kitap getirtemem.

Hakkı var. Bir esnaf dört yüz liralık sabun, yahut şeker alır. Bunların iki yüz
liralığını satar, fakat ahali, birdenbire sabun veya şekere boykot ilân ederek geri
kalan iki yüz liralık malı dükkânda bırakırsa esnafm yeni mal getirtmesine
imkân olur mu? İşte Anadolu’da kitap ve gazete satışı bu kadar bozuktur ve bu
kadar cahil insanların elindedir. Ne yaparsınız, kitabı yazmak gibi satmak da
biraz kafa işidir.
OTEL
Şark yolu üzerinde en güzel vilâyetlerimizden birinin merkezindeyim.

Şık bir istasyon, kübik binaları, sineması, parkı, elektrik fabrikası, halısı, her şeyi
var. Böyle olunca birkaç günlük yorgunluğumu dinlendirecek temiz ve rahat bir
oteli olacağı da muhakkak Beni istasyondan şehre götüren şoför:

— Otelden yana hiç korkmayın, dedi. Her keseye göre çeşit çeşit oteller var.
Sizi (S) oteline götürürdüm ama belki istemezsiniz Biraz tuhafçadır

— Ne gibi?

— Yok, hani sanki bir parça fazla lükstür, asridir de Gazinoda çalgı çalan
şantözler filân oturur Gireni, çıkanı çokçadır Eh, eğlentileri de eksik olmaz.
Edep dairesinde eğlenmesini bilmeyen bazı hâşâ huzur efendi kılıklı hırtların
vukuat çıkardığı da olur. En iyisi ben, gene sizi (H. İ.) nin oteline götüreyim
Sizin gibi zatlar oraya inerler. Sahibi son yıllarda çok para kazanmış yerli bir
yeni zengindir. Oteli kız gibi donattı.

Kız gibi donanmış asri otel bilmediğimiz eski zincirli hanlardan biri Yanyana
iki araba geçecek genişlikte kemerli bir kapı Birinci kat dükkân, kahve, depo,
ahır gibi şeyler Bunlardan bazılarının yüzü sokağa, bazılarının ki içeriki toprak
avluya çevrilmiş Kapının yanındaki iki tahta merdivenden hangisini
beğenirseniz ondan ikinci kata yani asıl otel dairesine çıkıyorsunuz. Burada uzun
ve karanlık bir koridor. Koridorun ön tarafına gelen kısmı penceresiz bir kale
duvarı, sokak kısmında sıra sıra oda kapılan Bana bu odaların en lüksünü
açtılar. Güzel bir gardrop ve lâvabo Bir daire koltuğu Üstünde kristal bir
hokka takımı bulunan bir şık masa Pencerenin iki tarafında iki karyola
Odaya başkasını koymamaları için bunların ikisini de tuttum. Otel garsonu
misafirlerden bazılarının böyle boş yere iki yatak parası vermelerindeki hikmeti
bir türlü anlayamıyor, şirin şirin gülümsiyerek:

— Varsın ötekinde de başkası yatsın Adam adamı yiyecek değil ya İki lâkırdı
eder, diyordu.

İki karyolam var. İkisi de ayrı biçimde. Birincisinin ortası eski coğrafya hatt-ı
taksim-i meyah dediğimiz şekilde yüksek, kenarları alçak Öteki onun
tamamıyla tersine çevrilmiş şekli; yani ortası çökük, kenarlan yüksek Otel
hizmetçisi: "hangisinin çarşaflarını değiştireyim?" diye soruyor. Parasını
vereceğim için ikisinin de temizlenmesini istemeğe hakkım olduğu halde bunu
akıl edemeyerek derin derin düşünüyorum: Birincide yatmak, dam tepesinde
yatmak gibi bir şey; İkincide çukura girmiş gibi olacağım. Her halde bunlardan
hangisinin rahat olacağını bir gecelik tecrübeden evvel kestirmek mümkün
değil Bu, böyle olmakla beraber benim gözüm ne yatakları görüyor, ne şık
mobilyayı Karakış ortasmdayız. Sokaklar kar içinde Penceresiz koridorun
arnavut kaldırarımına benzeyen taşları ayak kaydıracak derecede buz
tutmuş Bu odaya gelip gittikçe soba başında pişercesine ısınmalıyım ki benden
bir iş çıksın. Fakat, sobayı bir türlü gözüm tutmuyor. Yüksek bir kahve masası,
üstünde minimini bir saç soba Ağzında samanla karışık tahta parçaları, üst
kapağından yaprağı düşmemiş bir dal çıkıyor. Bu soba, bir kibritle bomba gibi
ateş aldı. Çatırtılar, sarsıntılarla yanmağa başladı. Bu âlâ. Fakat bu gidişle ateş on
dakika bile dayanmayacak. Birçok otellerde idare günde ancak iki ağız soba
yakmakla mükelleftir. Bunu bildiğim için garsona:

— Bana bak oğlum. Ben, çok üşürüm. Beni hiç odunsuz bırakmayacaksın.
Parasını veririm, diyorum.

Garson gene sırıtıyor:

— Allah Allah! Ateşe de mi para vereceksin? Korkma, evvel Allah, seni


üşütmeyiz. Ben, sana odun bulur getiririm.

Hayretle yüzüne bakıyorum:

— Nereden?

— Hiç, sanki şuradan, buradan

Elleriyle sokakları, bahçeleri işaret ediyor. O vakit dehşetle görüyorum ki bu asri


otelin bir odun deposu yoktur; soba ve ateş burada bir ihtiyaç haline girmemiştir;
dört unsurlar hava, su, toprak gibi ateş için de para istemek ayıptır. Müşteriler
arasında benim gibi fazla üşüyenler olursa garson, onlara sevabına şuradan,
buradan odun toplayıp getiriverir. Odanın süslü eşyası arasında bir de zil var.
Garson düğmeye dokunduğum gibi geleceğini ve ateşi tazeliyeceğini vâdediyor.

Bu delikanlı otelin odabaşısı olacak. Fakat asri bir müessesede olduğumuz için
garson daha doğrusu karsun diye çağırıyorlar. Hadi ben de öyle söyliyeyim.
Karsun yirmi beş yaşlarında son derece iyi bir delikanlı. Bu soğukta gündüzleri
aba pantolon üzerine tiril tiril bir mintanla geziyor. Gece olunca üniforma
değişiyor. Soğuğun bir kat daha artmasına karşı o aba pantolonu da çıkarıyor,
çağırdığım zaman içdonu ve çorapsız şıpıdık pabuçla geliyor; dışarıda bir yere
gönderecek olursam o kıyafetle gidiyor. Bu çocuk, soğuk gibi yorgunluğun da ne
olduğunu farkedemiyor. İkide birde : "Aman oğlum odun" dediğim zaman hiç
yüksünmüyor, surat asmıyor; günde kim bilir kaç yüz defa inip çıktığı
merdivenlerden iniyor; gündüz pantolonuyla, gece don ile bazen yarım saat,
bazan hattâ daha fazla kim bilir nerelerde dolaşıyor, kim bilir hangi viranelerden,
tarlalardan, bahçelerden sandık kırığından filizi üstünde dallara kadar kucak
kucak odun, çalı-çırpı toplayıp getiriyor. Fakat benim soba doymak bilmez bir
canavar. Bunları bir anda harlatıp yakıyor; yalnız, bazen yaş ağaçlar çokça olursa
ateş ağırlaşıyor, kaynıyan suyun buharı değnekleri birer düdük haline getirerek
hazin hazin öttürüyor. Alamod lavabo ile karşı karşıya bu musikiyi dinleyerek
birbirimize bakıyoruz.

— Karsun efendi evlâdım Bu, şimdi gene bitecek Acaba şöyle bir esaslı
odun bulamayız mı?

O bütün emeklerinin bir anda harlayıp kül olması karşısında hiçbir teessür
duymuyor:

— Sen korkma. Ben, gene gider getiririm. Allah'ın odunu yanmakla tükenir
mi? diyor.

Bu sıkıntıya bir de genç bir insanı kendi keyfim için bu ayazda sokaklarda
dolaştırmak azabını ilâve edin. Fakat insan hayatına varıncaya kadar her şeyi
para ile satın almağa ve bunu gayet doğru ve normal bulmaya alışmış bir
medeniyetin çocuğu olduğum için ben de bu davayı, bu ezelî töreye göre
hallediyorum; garsona sık sık para, bahşiş veriyorum. O her defasmda bu
hareketime şaşıyor; canı sıkılıyor gibi bir hareket yapıyor. "Bu adam budala
mıdır, deli midir, nedir?" der gibi yüzüme bakıyor : "Canım, ne lüzumu var,
paradan çıkıyorsun" diye beni âdeta azarlıyor. Fakat, aynı zamanda bozuk
paraları —bir alışveriş yapmış gibi— avucunun içinde birer birer sayıyor. Yalnız,
sırf işimin kolaylaşması maksadıyle verdiğim peşin bahşişin beni büsbütün aksi
bir netice ile karşılaştırmasından da korkmağa başladım. Şöyle ki garson, para
kıymeti bilmediğim için bana karşı bir vasî tavrı takmıyor, kendisne açıktan
verdiğim parayı bana alışverişten kazandırmak istiyordu. Bir misal: Portakal
ısmarlamıştım. Yarım saat dolaştıktan sonra "Dükkânlar kapanmış".
Dükkancının sepetleri arasında nargile içtiğini pencereden gözümle görüyordum.
Bunu garsona da söyledim. O bana acır gibi bir tavırla:

— Buralardan alışveriş edilmez, çok pahalıdır, dedi. Buradan yüz paraya


alacağımız portakalı aşağı pazardan ben sana altmış paraya alıveririm. Yanına
kalsın. Parana yazık olmasın.

Otele geldiğimin üçüncü günü Sokaktan odun yüklü bir katır geçiyor: Kalbim
çarparak pencereyi sürüyorum.

— Satılık mı? diye soruyorum.

— Satılık

— Kaça?

— Otuz kuruşa.

— Aman dur

Acele garsonu çağırıyorum:

— Su katırı yıktır çabuk, diyorum. Garson, bana akıl öğretmeye kalkıyor:

— Vazgeç efendi, vazgeç Çok pahalı. Sen, parayı sokakta mı buldun?


Günah Allah razı olmaz Ben, seni odunsuz kodum mu? Hem sen yarın, öbür
gün gideceksin Odunlar kalacak Satsan satamazsın Yazık olur

Garsonu bir türlü aşağı inmeğe razı edemiyorum. Öyle sanıyorum ki biz burada
beyhude münakaşalarla vakit kaybederken katır kanat açıp havalanacak. Bir
türlü odunların arkasından yetişemeyeceğiz Neyse odunlar geldi, koridora, oda
kapısının karşısına yığıldı. Allah şimdiye kadar bana ev almak nasibetmedi.
Fakat bir gün öyle bir şey olsa sanırım ki evin tapusu beni odunlar kadar
sevindirmeyecek. Kısa bir zaman sonra anladım ki bu odun derdi otelde sade
benim derdim değildir. Oda komşularının koridordan geçerken: "Yahu, bu
odunlar kimin?" diye sorduğunu işitiyorum, oturduğum yerde koltuklarım
kabarıyor komşularım tabiî benden para ile odun almayı teklif edecek değiller.
Garson da, para sayıp aldığım bir malı başkalarına kaptırmaz. Geceleri bazı
kapıların yavaşça açıldığını, komşularımın terliklerinin ucuna basarak odun
çalmağa geldiklerini duyuyorum. Ben de onların yerinde olsam aynı şeyi
yapmayacak mıyım? Birkaç gün sonra ben odada bavulumu bağlarken garson
durmadan söyleniyordu:

— Ben demedim mi? Bak odunlar kaldı. Ne yapacaksın şimdi onları? Yazık
oldu paraya

Bitirmeden bu otelin bir hususiyetini daha arzedeyim: İstasyona gideceğim


zaman hanın avlusundan sokağa vekil ve sefir otomobillerine taş çıkartacak bir
lüks otomobil yürüdü, parlak livreli bir şoför sırma şeritli kasketim çıkararak
bana kapıyı açtı. Otomobil, otel sahibininmiş. Yalnız hatırlı misafirler istasyona
gideceği zaman garajından çıkar, şoför de bu tören şerefine gündelik elbiselerini
çıkararak bu kılığa girermiş
SU
Şehir, uzaktan dik bir dağın eteğinde uçsuz, bucaksız bir bahçe gibi görünüyor,
dam tepeleri ağaçlar arasmda güçlükle seçiliyordu. İki haftadan beri komşu
vilâyetleri kasıp kavuran dayanılmaz sıcaklar burada sokak ortalarına kadar
yürümüş otları, yol kenarlarındaki sıra sıra yıkık duvarları kaplayan yeşilliği
daha kurutamamıştı. Arabayla istasyondan şehre giderken ötede, beride çalılar
görüyordum Şu bildiğimiz çarpık çurpuk diken, çalılar Fakat öyle büyümüş,
öyle gelişip güzelleşmişler ki bizim yeni kübik evlerin bahçelerindeki ağaçları,
çiçekleri sök sokağa at, yerine bunları dik Her halde burası dağın bütün
dertlerini, sellerini kendine çeken bir su memleketi olacaktı. Altımdaki eski
arabanın gürültüsü olmasa bu yeşilliğin altında, bu yıkık duvarların içinde taşkın
bir suyun çağıltılarını, sarsıntılarını işiteceğim sanıyordum. Meğer bu şehirde
firaklı bir Kerbelâ faciası geçirecekmişim.

Hayatta tek lüksüm iyi ve temiz sudur. Şüpheli bir yere giderken bavulumda
daima birkaç şişe su bulundururum. Bazen bunlar birbirine çarpıp kırılır;
eşyam ıslanır; şoförlere, hamallara rezil olurum. Bu türlü kazalar beni yalnız
suyum eksildiği için müteessir eder. Hasılı, herkesin bir deliliği vardır ya.
Benimki de bu Bu defa nasılsa yanıma su almayı ihmal etmiştim. Geldiğim
şehir, yedi sekiz ay evveline kadar vilâyet merkeziydi. Burada içecek su
bulamayacağımı zannetmek ayıp olurdu. Daha sıkıya gelirsem madensuyu
içerim. Şehirde ilk önce hükümet doktoruyla karşılaştım.

— Bugünlerde başımı kaşımaya vakit bulamıyorum, dedi. Tifo, dizanteri


dehşet

— Peki, sebebi?

— Sebebi pis su Birkaç saatlik bir yerde iyi bir su var Fakat bir türlü para
bulunup getirtilemiyor Dere suyu tekmil çamur Halk, kuyu suyu içmek
mecburiyetinde Kuyuların da çoğuna lâğım karışıyor Doğrusu ahali, gene iyi
dayanıyor. Anlaşılan pis su içe içe mikroba karşı bir nevi muafiyet kazanmışlar.
Ben, kendi hesabıma evde çoluk çocuğa kaynamış su içiriyorum.

Vakit erken, sıcak henüz hafif olmakla beraber birdenbire ağzımda bir kuruluk,
midemde bir yanma hissettim.
"Birkaç saat uzakta bir iyi su var. Fakat bir türlü para bulunup getirtilemiyor."

Ben bu hikâyeyi ezber bilirim. Hemen bütün büyük şehirlerimizin birkaç saat
uzağında parasızlıktan dolayı getirtilemeyen bir iyi su vardır. Ve bu parasızlık
yüzünden hemen her yaz buralardan gül, kiraz, üzüm mevsimi gibi hiç şaşmaz
bir de tifo ve dizanteri mevsimi gelir geçer; ömrü olan kurtulur, olmayan
Tanrı’nm rahmetine kavuşur. İşin asıl feci tarafı şu ki birkaç saat uzaktaki bu iyi
suyun kasabaya gelememesinin sebebi parasızlık değildir; yarım
imandır. İlkmektepte, ortamektepte öğrendiğimiz birtakım hakikatler vardır ki
bunlara aklımız pekâlâ yattığı halde nedense gönlümüz tam bir surette inanmaz.
Mikroplu suyun hastalık yaptığı, adam öldürdüğü hakikati bunlardan biridir.
Belediye ve vilâyet meclisi âzalarının en cahili suya ve mikroba dair en aşağı, on
on beş dakikalık bir konferans verebilir. Fakat gel, gör ki aklının bildiğine
gönlünü bir türlü inandıramaz. İnandırmış olsaydı geceleri boş sokaklarda kendi
kendine yanan azametli lükslerin, sokağı birkaç metre genişletmek için istimlâk
edilip yıktırılmış evlerin; ateşli söylevlerle temeli atılan, yahut açılma töreni
yapılan kübik belediye binası, sineması ve hal'inin; akşam üstleri kenarında
lâğım suyuyla yapılmış buzlu şerbetler içilerek keyif çatılan Belediye havuzunun
yerinde mutlaka birkaç iyi su çeşmesi görürdük. Evet bu bir faciadır ki ne
parasızlıktan, ne hüsnüniyet ve halk sevgisi eksikliğinden, hatta ne de cahillikten
doğmamıştır; sade bildiğine yarım inanmaktan, yani bir zihniyetten doğmuştur.
Beş, on gün evvel komşu büyük vilâyette dinlediğim bir vaka bu zihniyeti ne
parlak bir misalle gösterir: Uyanık ve müteşebbis bir genç, memleketin en büyük
bir nehri kenarında susuzluktan kavrulan bu şehre o birkaç saatlik yerden bizim
Hamidiye suyu ayarında iyi ve temiz bir su getirmeye, büyük, küçük cakalı
şişeler içinde satmaya başlıyor Derken vilâyet gazetelerinden birinde bir
makale: Hava gibi su da Allah’ın fıkaraya bedava bir ihsanıyken para ile ahaliye
su içirtilmesine nasıl göz yumuluyor? Bu halkı israfa, sefahata alıştırmak, şehrin
servetine kasdetmek değil de nedir? Bunu söyliyen bir gazetedir. Neyse, boş
tefelsüflere sapmaktan bir şey çıkmaz. Yalnız şunu ilâve edeyim ki hükümet
bahsettiğim vilâyeti kazaya çevirdiği zaman Belediye ve Vilâyet meclisi âzaları
buna darıldılarsa doğrusu çok haksızlık etmişlerdir.

Öğle yaklaşıyor, sıcak artıyordu. Susuzluktan ne yaptığımı, ne söylediğimi


bilmeyecek hale gelmiştim. Eczahaneden maden suyu aratıyorum : Yok. Gazoza
razı oluyorum: Yok. Bir tek çare var: Tencere ve ateş buldurup su
kaynatmak. Fakat yabancı bir yerde, iş güç arasında böyle bir şey yapmaya
kalkarsam adım deliye çıkacak; senelerce arkamdan söyleyip
gülecekler. Nihayet, öğle oluyor. Çarşımn en lüks lokantasında yemek yemeye
gidiyorum. Sıra sıra maltız ocaklarının üstünde, kapaklan açık tencereler içinde
bir şeyler kaynıyor. Fakat ben, şimdilik hiç birini görecek halde değilim. Kızgın
yağ kokusu başımı döndürüyor, boğazımı yakıyor. Bir sakallı garson ahaliye
boyuna su yetiştiriyor. Bir köşede içi dağdan getirilmiş çamurlu karla dolu bir kıl
torba var. Garson bardağı evvelâ bu torbaya daldırıyor, sonra üstüne su koyuyor.
Suyun rengi birdenbire sararıyor, üstünde kıllar, çöpler yüzmeye
başlıyor. Getirttiğim yemekleri bir iki lokma aldıktan sonra geri gönderiyorum.
Masa komşularım "kim bu boşuboşuna para sarf eden mirasyedi?" der gibi
birbirlerine bakıyorlar.

İkindi vakti Sıcak ve susuzluk artık son dereceye geldi. Sözümona


çalışıyorum. Ağzım etraftakilere bir şeyler söylüyor. Fakat zihnim büsbütün
başka şeylerle meşgul Karşıki evin balkonuna asmakabakları asmışlar.
Kendime "insan bunlardan birini parça parça koparıp emse nasıl olur?. Her halde
acı su lezzetinde temiz bir suyu vardır" diyorum. Sonra, "eczahanede acaba nane
suyu, yahut zararsız bir sulu ilâç var mıdır?" diye düşünüyorum. Bunların
hezeyan, sapıtma alâmetleri olduğuna ne şüphe? Kafam düşünme selâmetini
kaybediyor, gözü açık bir sayıklama devresine giriyorum. Bir zaman evveline
kadar terliyordum. Şimdi o da durdu. Gömleğimde cıvık bir ıslaklık var.
Anlaşılan vücudumda su kalmadı, artık erimeye başlıyor.

Karşı camide ikindi ezanı okunurken bana bir ilham geldi; gülünç olmayı filân
göze alarak hükümet doktoruna bir tezkere yazdım; bana evindeki kaynamış
sudan göndermesini rica ettim. Biraz sonra bir maşraba dolusu su geldi, tik hızla
birazını içtikten sonra dilime katı katı bir şeyler dokunduğunu farkettim; baktım:
Kar Suyu getiren hizmetçiye "bu, ne?" dedim. O, sırıtarak:

— Kar koyuverdim, dedi, misafire sıcak su içirecek değiliz ya!

Ortalık biraz serinledikten sonra dostlar bana bir akşam gezintisi yaptırmak;
etraftaki bahçeleri, güzel manzaraları göstermek istediler. Susuz insana güzel
tabiat manzaraları aman ne manasız, ne şenî gözüküyor. İnsanın midesinin
bozulduğu, yahut kaynadığı geceler olur ya Şimdi ne vakit uykuda başıma
böyle bir hal gelse kendimi rüyada o yeşil sulak bahçeler arasında geziniyor
görerek dehşetle uyanır, hırsla yanımdaki sürahiye saldırırım.
YOLDA HASTALIK
Bir eski beyit vardır. Pek yarımyamalak aklımda kaldığı için aynen tekrar
edemeyeceğim. Mânası şu: "Gurbet elde ihtiyarlık, hastalık, fıkaralık —bunlar
yetmiyormuş gibi galiba ayrıca da firkat ve hasret— el ele verip üstüme çullandı
ve ben biçare şairi berbad-etti."

Şekli, kelimeleri unutulsa da çizdiği tablo her halde kolayca gözönünden


gitmeyecek bir şiir Ben bu iki mısralık trajedide bir ufak kusur görüyorum :
Şairin gurbette hastalık denen felâketi ihtiyarlık ve fıkaralık arasına sıkıştırması;
onu, ötekilerle bir tuttuğunu anlatacak bir ağız kullanması. Yolda hastalık hiç bir
felâketle ölçüştürülemeyecek bir belâdır. Gerçi o, ihtiyarlıkla yoksulluğun kronik
bir nevi kadar çaresiz ve şifasız değildir. Fakat tifo, menenjit gibi büyüklerini bir
yana bırakıyorum; han odasında geçirilen bir miskin garip, teşkilâtsız bir trende
yolcuyu birdenbire yakalayan bir sancı, hatta sıkı bir yürüyüş esnasında ayaktaki
nasır bile ihtiyarlık ve fıkaralıktan kat kat eziyetlidir. Hele şairin yana yakıla
bahsettiği hasret ve firkat bunların yanında çocuk oyuncağı gibi kalır. Hasret ve
firkat! Bunlar gurup saatlerinde dağa inen gölge, boğaza çöken sis, yağan
yağmur gibi insanın rahat ve sükûn saatlerine mahsus birtakım fantaziler ve
lükslerdir. Dümdüz bir yolda rahat bir otomobilin yastıklarına gömülmüş, ufukta
batan kıpkırmızı güneşi kovalarken insanı derin üzüntüler kaplar. Otelde güzel
bir akşam yemeğinden sonra temiz ve yumuşak bir yatağa girmek için elektriği
söndürdüğünüz zaman oda değil, bütün dünya gözünüzde zifirî karanlık kesilir;
en eski çocukluk günlerinizden kalma ne kadar manalı manasız hatıranız varsa
birbiri ardınca sükûn eder, hasret ve firkati bütün acılığıyle duyarsınız. Bu
dakikalarda ölüm, insan için ne okşayıcı, ne cana yakın bir tesellidir. Fakat
otomobilde batan güneşi kovalarken zorluca bir viraj dönün, gözünüz okşayıcı
büyük teselliyi aşağıki kavaklıkta şöyle yarımyamalak bir görür gibi olur. Yahut
da karanlık odada hafif bir diş ağrısı başlangıcı, hatta ince bir sivrisinek musikisi
sezmeye başlayın. Bir saniye içinde hasret ve firkati hiç görmemişe
dönersiniz. Niye açık konuşmamalı? Birçok şeyler gibi hasret ve firkat elemi de
vücudu sağ, başı dinç, karnı tok olan insanlara mahsus lükslerdendir.

Evet yolculukta hastalık kadar yıkıcı bir felâket yoktur. Evdeki hastalıkla yoldaki
hastalığı şöyle bir karşılaştıralım. Evin en bozuk düzeninde, en külüstüründe bile
hastalığa mahsus birtakım aletler vardır. Bunlar sağlık zamanında pek ortada
görülmez; fakat hastalık seferberliği ilân edildi mi birer birer kıyıdan, köşeden,
çatı arası, yahut bodrumdan çıkmaya başlar: Delik, yamru yumru, fakat ne de
olsa işe yarar bir çinko banyo, ayakları hardallı sıcak suya koymak için enine
açılmış gaz tenekeleri, taşlar, küvetler, ihtikanlar, vantuz şişeleri, fanilâ parçaları,
yedek battaniye vesaire, vesaire Bu kırık dökük aletlerden her biri yerine göre
Tıp Fakültemizdeki radyumdan fazla iş görür. Sonra, bütün ev halkı bir zaman
için hastanın emri altına girer. Kimi odasını, yahut suyunu ısıtmak; ilâcını,
çorbasını içirmek, ayaklarını oğmak, koluna girip arasıra dışarı çıkarmak gibi
hizmetlerde bulunur; kimi bağıra bağıra şarkı söylememek, çalgı meşketmemek,
para, masraf lâkırdısı açmamak, birbiriyle kavga etmemek gibi fedakârlıklarla
evde ideal bir sükûn ve saadet havası yaratır. Âdi günlerde evin, ailenin ayak
altında sürünen en hor, hakir bir ferdi hastalıkla eski Roma imparatorları gibi bir
şey olur. Sırtında battaniyeden bir harmani, başında gül sirkesine batırılmış
çelenk biçiminde bir tülbent çatkı, dizlerinin üstünde yiyecek tepsisi, bütün ev
halkına hüküm yürütür.

Bir arkadaşım var. Kaynanasıyla geçinemez. Ve evinde kavga, gürültü hiç eksik
olmaz. Geçenlerde kaynananın büyücek bir hastalık geçirtmekte olduğunu
işiterek ziyaretine gittim. Evde, âdeta bir cennet havası esiyordu: Kaynana
yatakta, tâbir caizse, geçkince bir huri kızı, damat tıraşlı bir melek Damat,
kocaman kunduralarıyle gürültü yapmamak için odada yürürken âdeta ayaklarını
yerden kesmeye, çalışıyor, kollarını kanat gibi hafif hafif oynatarak uçacak gibi
vaziyetler alıyor. Bu saadete imrendim hatta içimden: "Demek bu evin mesut
yaşaması için bunlardan birinin daima hasta yatağında yatması kifayet
edecekmiş!" diye düşündüm. Hasılı hastanın evde bulduğu rahatı yolda, meselâ
bir han veya otel odasında bulmaya imkân yoktur.

Hastanın en muhtaç olduğu şeylerden biri de hürriyettir. Sağlam insan pekâlâ


hürriyetsiz yaşayabilir. Fakat hasta hiç bir zaman Hastanın muhtaç olduğu
hürriyetler çeşit çeşittir: Halinden şikâyet etmek, etrafında gördüğü şeylere kızıp
söylenmek hürriyeti; vücuduna istediği pozları, yüzüne istediği biçimsiz şekilleri
vermek hürriyeti, direk direk bağırmak, inlemek, öğürmek, kusmak vesaire
hürriyeti. Hastanın bu hürriyetleri ve hakları evinden başka bir yerde hatta paralı
bir hastahanede alabildiğine kullanmasına imkân var mıdır? Halbuki, bunlar, bir
yerinden zoru olan bir biçare insana hekim ilâcından çok fazla şifa veren
şeylerdir. Dişiniz ağrıyor: Meselâ gözlerinizden birini yumup birini son hadde
kadar açar, yüzünüzü birisiyle eğlenir gibi bir tarafa çarpıtır, ağzında sıcak bir
yemeği soğutuyor gibi acayip sesler çıkartırsınız, ağrı hafifler gibi olur.
Başınızda şiddetli bir ağrı var: Ağrının cinsine göre onu gene birtakım sesler
çıkararak iki yana sallar, yahut hafif hafif karyola demirine, duvara vurursunuz.
Karnınız ağrıyor; yatakta secdeye kapanır gibi bir vaziyet alır ve iki büklüm
edilmiş bir yastığı midenize basarsanız ferahlarsınız. Bunlar doktorluk kitabında
yeri olmamakla beraber faydaları her günkü tecrübelerle anlaşılmış birtakım
pratiklerdir ki yabancıların ortasında yapılamaz. Meğer ki hastalık, insanda her
türlü nezaket, terbiye, hayâ duygusunu kökünden silecek şiddette bir belâ
olsun. Hasılı hastalığın en hafifi bile yolculukta hiç bir sıkıntı ile ölçülemeyecek
bir felâkettir. Ben, birkaç yıl evvel Adana'da bunun bir küçük tecrübesini yaptım.
YOLDA HASTALIK II
Mevsim kış, ay kânunlardan biri Soğuğa pek yüzü olmayan, yahut evinin odun
ve kömür işleri yolunda gitmeyen İstanbullu, bu mevsimde güney illerine hasret
çeker ve şöyle söylenir :

— Ah taşına, toprağına kurban olduğum güneş ve sonsuz bahar ülkeleri Biz,


burada karla ve karayelle pençeleşirken oradaki bahtiyarlar, öyle mi? Ya
paramız, yahut leylekler, kırlangıçlar gibi kanadımız olsaydı da bütün hane halkı
oralara göç ediverseydik Lügat üstadı Hüseyin Kâzım’ın galiba bu hayal ile
Tarsus’a gidip vefat ettiği günlerdeydi. Ben de Adana’ya gitmek üzere trenle
Konya ovasını geçiyordum. İstanbul gazeteleri bu taraflarda tek tük menenjit
vakalarıyla karışık şiddetli gripin hüküm sürmekte olduğunu yazıyorlardı. Eh, bu
mevsimde gripsiz memleket nerede? Hele bu güneş illerinin gripi bizim
İstanbul’un yaz nezleleri gibi biraz öksürüp aksırdıktan sonra geçip giden bir şey
olacak.

Adana sokaklarında, Seyhan kıyısındaki portakal ve limon bahçelerinde kış


kavunları gibi biraz tatsız, fakat karakteristik bir yaz tadı ve kokusu var Ancak
bu, öğle zamanlarına mahsus bir şey Akşam yaklaşırken ya yağmur başlıyor,
yahut da etrafı sis basıyor ve vücut, sıtma nöbeti gibi sıcakla soğuğun
karışmasından doğma garip ürpertilerle titriyordu. Grip, İstanbul gazetelerinin
yazdığmdan çok fazlaydı. Yerli gazetelerde çıkan listede ölüm vakaları yirmi,
yirmi beş olarak gösteriliyordu. Demek ki her gün gripten ölenlerin sayısı kırk
elliden aşağı değildi. Zaten bu, gözle de görülüyordu, öğle ve ikindi saatlerinde
Seyhan köprüsünden karşı kıyıdaki mezarlığa giden dizi dizi tabutlar uzaktan
âdeta bir kervan manzarası gösteriyordu. Mektepler, sinemalar kapanmış,
kahvelerle hamamların eli kulağında Şehirde aksırıp öksürmeyen yok Birçok
kimselerin burun delikleri o sene yeni piyasaya çıkan Pamflavin damlalarından
sapsarı Portakal, limon bahçelerinin üstünde korkunç bir ölüm havası esiyor.

Sonradan öğrendiğime göre şehir, her yıl, bu mevsimde, bu senekine


benzememekle beraber, ufak tefek bir grip salgını geçirmiş. Sebep şu: Memleket
yaz memleketi, güneş memleketi. Mart'ı aşağı yukarı bizim illerin haziranına,
hatta temmuzuna benziyor. Kendi haziranında, temmuzunda ise öyle günler
oluyor ki havada uçan kuş vurulmuş gibi birdenbire sokağa düşüyor Eski
evlerin çoğu iklimin bu icaplarına göre yapılmış. Pencereler şehrin rüzgârlı ve
serin taraflarına açılmış; odalar güneşin giremeyeceği yerlere saklanmış; yalınkat
tavanlarda, döşemelerde, kapı, cam çerçevelerinde türlü türlü aralıklar, delik
bırakılmış Hasılı, dedelerin tecrübesi evi sıcaktan muhafaza için ne gibi tertibat
icadedebilmişse hepsi bunlarda mevcut Ev eşyası da tabiî ona göre düzülmüş:
Halı ve şilte yerine hasır, yorgan yerine cibinlik Sobaya gelince, onu hiç
aramayın Benim bulunduğum sene vali konağının sobası tütüyor, buna bir türlü
çare bulunamıyordu. Sebep şu: Şehirde adamakıllı bir sobacı bulunamıyor.
Elektrikçinin, yahut su borusu tamircisinin kurduğu sobadan ne olacak? Diğer
cihetten üç, beş meraklı memurun sobası kurulacak diye buraya bir sobacı
dükkânı açılmasına imkân yok Hasılı kış burada birkaç haftalık bir misafir
"Biraz mangal kömürü filânla nasıl olsa geçiştiririz." deniliyor. Ancak şu var ki
dünyanın bütün misafirleri gibi bu misafirin de bu teşkilâtsız, hazırlıksız eve
birkaç hafta konup geçmesi onu temelinden sarsmaya kifayet ediyor

Derken gecenin birinde bende bazı uygunsuz alâmetler başgöstermeye başladı:


İlkönce "Değildir inşallah İnsan böyle zamanlarda vehimli olur" diye kendimi
avutmaya çalıştım. Fakat biraz sonra anladım ki bu, öyle vehimle filân izah
edilecek şey değil Ateş artıyor, gönlüm bulanmaya, kulaklarım uğuldamaya,
etlerim soğuk soğuk iğnelenmeye başlıyor. Hasılı, fırtına geliyor. Hemen Tanrı
kazasız, belâsız sonuna ermeyi müyesser etsin! Daha aklım başımda iken, elim
ayağım tutarken bir hazırlık yapayım, dedim. Ehemmiyetli kâğıtlarımı ortadan
kaldırdım; kirli eşyalarımı paketlere sardım; bavulumu düzelttim. Ne olacağımız
belli değil. Ele güne rezil olmakta mana yok. Sonra, bir fanilâ gömleği makasla
keserek parçalarını yastığın altına yerleştirdim; gripte faydası dokunacak bazı
ilâçları eczahaneler kapanmadan aldırarak yanımdaki etajerin üzerine sıraladım.
Saat, derece, çakı, makas, burgu çengelli iğne, ispirto lambası her şey masanın
üstünde Bir yandan da bu hazırlığa yardım eden hademe ile konuşuyorum:

— Oğlum, ben sıtma aşısı yaptırdım. Belki birazcık sarsar. Sakın hasta filân
sanıp kimseye haber verme. Ağzımdan olur olmaz lâkırdılar çıkarsa o da
ondan Hatırını kıracak bir şey yaparsam darılma Yalnız, mangaldan ateşi
eksik etme Sakın fazla dayansın diye kömürü iyice yakmadan gömme

Bu tedbirlerden maksat hastalığı dostlara ve doktora duyurmamaktı. Çok şükür,


medenî adamım; doktordan bana bir zarar gelmesinden korkmam. Yalnız, şu var
ki doktor işe el koyduğu gibi hastalık bir nevi resmiyet alır, eş, ahbap sökün
etmeye başlar. Yatakta canınla uğraşırken ziyaretçi kabul etmek, lâkırdı
söylemek, lâkırdı dinlemek çekilir dert mi? Ağrıların durmuş, sıkıntın hafiflemiş,
bir parça uyuşup dalar gibi olmuşsun, derken seni birdenbire dürtüp
uyandırıyorlar. Bakıyorsun bir dost; bir vandan kahramanlık ve fedakârlık
göstererek elini sıkmaya, alnının ateşini yoklamaya çalışıyorlar. (Hasta
ziyaretçilerinin hastanın ateşini mutlaka elleriyle anlamak iddialarını ve buna
niçin lüzum gördüklerini bir türlü anlayamamışımdır.) Bir yandan parmaklarını
temizlemek için gözleriyle etrafta kolonya, ispirto şişesi arıyorlar.

— Yahu geçmiş olsun, ne oldun? Seni kuşlar mı gagaladı?

Güçlükle yerinden doğruluyorsun, renksiz renksiz sırıtarak teşekkür etmeye ve


hastalığı anlatmaya başlıyorsun.

— Böyle yatmak, somurtmak, hazin hazin şeyler konuşmak sana yaraşmıyor;


biraz gül; iç açıcı, ferah verici şeyler söyle

Tabiî ne isterse söylüyorsun, söylemeyip de ne yapacaksın? O kapıdan çıktıktan


sonra vücudunu yatağa bırakıyorsun; meselâ başına sıcak bir havlu sararak tekrar
kendini kaybetmeye çalışıyorsun Üç beş dakika sonra hademe telâşla geliyor:
Yüksek rütbeli bir zat hastalığımızı öğrenerek hatır sormaya gelmiş Derhal
başınızdan kavuğu fırlatıp atıyorsunuz; elinizin eriştiği yerdeki bazı lüzumsuz
eşyayı çarçabuk yorganın içine tıkıyorsunuz, saçlarınızı düzelterek uzamış
tıraşınızı elinizle yoklayarak hatırlı misafirinizi bekliyorsunuz. Bu gibi
ziyaretlerde hastalığın size verdiği hak pek mahduttur. Jaketatay yerine pijama
giymek, iskemle yerine yatakta oturmak ve başınızın arkasına bir yastık
dayamaktan ibaret bir hak Etiketin geri kalan kısmı tamamıyle yerli yerinde
olmak lâzımdır. Ne kadar ağır hasta olsanız nezaket ve mantık dairesinde
konuşmaya, bir falso yapmamaya, sıkıntınızı göstermemeğe mecbursunuz. Gerçi
böyle yapmasanız da olur. Fakat soğuk düşer, arkanızdan sizi ayıplarlar. Bunun
için canınızı dişinize takacak, ağrıya, sızıya aldırmayan hayata ehemmiyet
vermeyen kuvvetli adam rolü oynayacaksınız. Hastalığın duyulmasındaki bir
başka tehlike de havadisin dallanıp budaklanarak can üstünde olduğunuz
şeklinde İstanbul’a gitmesi ve ev halkını telâşa vermesidir. Halbuki ben,
eczahaneden gelecek ilâçları beklerken bir de mektup hazırlamış, bugünlerde
portakal bahçelerinde gezip yürümekten başka işim olmadığım ve son derece iyi
olduğumu bildirmiştim. Dakikadan dakikaya artan bir sıkıntı içinde bütün bu
işleri bitirdikten sonra hademeyi savdım, kapıyı kilitledim, yeni bir kat çamaşır
giydikten sonra yatağa, tabir caizse gripin koynuna girdim.
YOLDA HASTALIK III
Hekimsiz grip tedavisi malûm: Aspirin aldıktan sonra muhafazalı bir odada
yatağa girmek; battaniye, kilim palto, eline ne geçerse üstüste yığarak bol bol
terlemek. Ancak terledikten sonra katiyyen kendini üşütmemek Terlemek
kolay, fakat terledikten sonra üşütmemek, evinden uzakta hastalanan insan için,
sıçradıktan sonra ayağını yere basmamak gibi âdeta fizik imkânları dışında bir
şey. Yatağa yatarken kendi kendime şöyle telkinlerde bulunuyordum:

— Bana bak, naz sırası değil Yabancı bir yerde haftalarca yatıp kalmak, hatta
belki de hiç kalkmamak tehlikesini düşün ve ona göre kendine dikkat et Kaç
gündür gözünle görüyorsun Herkes hastalanıyor. Fakat ölenler arasında hali,
vakti yerinde bir insan yok gibi Gidenlerin hepsi zaten dünyada yeri yurdu
olmayan birtakım biçareler Bir arabacının, daha dün gece birdenbire arabasının
iskemlesinden sokağa yuvarlandığını, sabaha karşı da hastahanede pnomoniden
öldüğünü öğrendim. Pnomoni yıldırım gibi alâminüt adam öldürmez.
Adamcağız, evvelâ senin gibi grip oldu, aldırmadı; grip pnomoniye çevirdi;
aldırmadı. Çoluk çocuğunun ekmek parası için müşteri ve kendinden daha hafif
hastaları taşımakta devam etti. O arabasının iskemlesinden yıkıldığı zaman yeni
hastalığa tutuluyor değildi. Can çekişiyordu. Senin, çok şükür, onunki kadar
acele bir işin ve ihtiyacın yok. Şurada birkaç gün bacaklarını uzatıp yatarsan
kimse sana bir şey demez. Hasılı, grip, kolera ve kanser gibi zenginle fakiri
ayırdetmeyen vahşi hastalıklardan değildir; fanilâsı, paltosu, yorganı, ateşi
olanlara hürmeti vardır. Bir ihtiyatsızlık yapıp da kendini üşütmezsen, ter
sıkıntısıyle yorganları filân tepmeye kalkmazsan birkaç güne kadar muhakkak
ayaktasın. Ateş kim bilir kaçı bulmuştu. Yerde miyim, gökte miyim farkında
olmuyor, sağlık zamanında olsa beni mutlaka bellibaşlı bir adam haline getirecek
bir hayal zenginliği içinde uçuyordum. Böyle olmakla beraber yatağa girerken
kendi kendime yaptığım telkini bir dakika unutmadım ve kendimi son derece iyi
muhafaza ettim.

Hakikaten bu ihtiyatın neticesi midir? Yoksa mikrop, doktorların dediği gibi bu


illerde yıllardan beri çalışa çalışa ihtiyarlamış, işe yaramaz hale gelmiş bir
mikrop muydu bilmiyorum. İki gün içinde ateş düştü; ağrılar, sızılar hafifledi ve
nekahat başladı. Böyle olduğu halde ben, gene istifimi bozmuyordum. Çünkü
kulağımda kaldığına pföre bu hastalığın bir huyu vardı: gidiyor gibi yaparak bir
yerden insanı gözetler, hastanın ayağa kalktığını, hele sokağa çıktığını gördüğü
gibi yeniden bir baskın yapar ve bu sefer yakasını güç bırakırdı. Odanın
penceresinden Seyhan'ın bir parçasıyle köprü ve karşı kıyıdaki bahçeler
görünüyordu. Yattığım yerden kâh buraları seyrediyor, kâh odayı sıcak bularak
ser çiçekleri gibi mevsimsiz bir inkişaf gösteren sinekleri kovmak için salladığım
bir yerli gazetedeki manzumeyi, Gandi’nin açlık grevi havadislerini, vilâyetin
artırma, eksiltme ilânlarını okuyordum. Günlerden beri Seyhan’ın kıyısındaki
kumlukta beyaz entarili bir insan dolaşıyordu. Bu adamcağız, kurbağa mı arar,
sülük mü toplar bilmiyorum. İkide birde entarisinin eteklerini beline sararak
suya giriyor; çamurları, sazları karıştırıyor, bulduğunu bir sepete
koyuyordu. Kuduranlarm sudan korktuğunu bilirim. Fakat griplinin bir kış günü
beyaz entari ile nehirde gezen bir insan karşısında bu kadar dehşet duyacağını
aklımdan geçirmezdim. Görünüşte bize benzeyen bu mahlukun her halde bizden
bambaşka bir yapısı; kuruluşu olacaktı. Aksi halde fakir halk, kenarda gripten
kırılırken bir adam sabahtan akşama kadar suyun içinde kurbağa, yahut sülük
toplayamazdı. Onu seyrederken nehrin hummalı, zehirli suyu kendi yatağından
benimkine taşıyormuş gibi vücudumu bir titreme kaplıyor, sırtımın derileri
ürperip acıyor, safram kabarıyordu. Fakat gene de gözümü ondan alamıyordum.

Hademe, yalnız odada sıkıldığımı düşünmüş olacak ki bana eski bir gramofonla
birkaç alaturka plak getirdi. Gramofonu yanımdaki etajerin üzerine koyarak
müzik konserlerine başladım. Bitişik odadakileri rahatsız etmek korkusu yoktu.
Plaklar o kadar eski idi ki, seslerini ben bile zor işitiyordum. Hele bir gazel plağı
vardı ki bazı yerlerindeki çizgiler rendeden geçirilmişçesine silinmiş, dümdüz
olmuştu. İğne buralara geldikçe gazel bir müddet duruyor, biraz sonra tekrar
başlıyordu. Alaturka müziğin ruh üzerinde üzücü, yıpratıcı bir tesiri olduğunu,
insanda yaşamak zevki namına bir şey bırakmadığını söylerler. Ben, bunu birkaç
gün bu odada kendimde yaptığım tecrübelerle de görüp anladım. İkindi olmuş,
nehrin üstünde kalkan mavimtırak bir buğu karşıdaki limon, portakal ağaçlarını
kaplamaya başlamış Köprüde bir deve katarının arkasından son bir iki tabut
gidiyor. Bunları daha ayakta iken sokakta görürdüm. İple ortalarından bağlanmış
çürük, delik kesik, biçimsiz tabutlar Arkalarında cemaat namına İstanbul’un
eski mahalle bekçilerine benziyen sopalı bir adam İkide birde isteksiz bir satıcı
sesiyle: "Allah rahmet eylesin diyenin yedi ceddine rahmet olsun" diye
bağırıyor, daha doğrusu söyleniyor: Çarşıdaki alışverişlere benzeyen garip bir
rahmet isteme tarzı. Bu esnada benim gramofonda dertli bir kadın sesi ağlaya
ağlaya başlıyor: "Hicrinle, firakınla harabım" yahut: "Çektim elimi gayri bu
dünya hevesinden." Vücut oldukça düzelmiş, dinlenmiş amma ruh hâlâ devam
eden akşam ateşinin yardımıyle, hüzne ve bedbinliğe son derece elverişli bir hale
gelmiş.Dertli kadın, kulağımın dibinde sızlanıyor, ben, bu musikinin ilhamiyle
elim çenemde kara kara düşüncele re dalıyorum: "Grip adam öldürmez, diyorum
amma ölenler de benim gibi insan. Galiba ben de öleceğim, galiba değil
muhakkak. Bir ikindi ezanmdan sonra beni de şu köprüden geçen tabutlarm
arasında sıraya koyacaklar Önde bir deve katarının çıngırakları, arkada
adamın: "Allah rahmet eylesin diyenin yedi ceddine rahmet olsun" sesi
Arakamda öyle tükenmiş bir dünya, müflis bir insanlık bırakıyorum ki,
karşılığını yedi misli olarak ödemeyi vadetmezlerse insan bir rahmet bile
okumuyor. "Aşk-ı Memnu" romanının meşhur bir parçasını hatırlatacağım:
Romanın "sırf gözler için yaseminden yaratılmış bir mahluk zannedilen"
unutulmaz Nihâl’i piyanoda bilmem hangi parçayı çalar, yahut dinlerken
gözünün önüne bembeyaz bir dünya açılır Dağlar, suları, kuşları, çiçekleri
bembeyaz bir dünya Nihâl, o dünya içinde kendinin bembeyaz ölümünü görür.
Ben, Nihâl’in bu saatte, bu müziğin tesiri altında ona benziyor, kendimi
doludizgin bir hayal alanına salıyordum. Yalnız, romandakinin tersine olarak
benimki yangın yeri gibi kapkara, iğrenç, bulaşık bir dünya

Gramofon devam ediyor: "Hicran ü elem açtı gene sineme yâre." Hayal
genişliyor, gittikçe artan akşam karanlığı içinde ne facialar görmüyorum. Bana
olacak oldu, ben öldüm, karşıki mezarlığa gömüldüm. Bu, elde bir. Şimdi, sıra
çoluk çocuğa geldi. İstanbul’daki ev tutuşuyor, yahut zelzeleden yıkılıyor. Çoluk
çocuktan bir kısmı ölmüş; bir kısmı ellerinde torbalarla dilenciliğe
çıkıyorlar Bu defa başka manzum bir hikâyenin kahramanına, Üstat Ekrem’in
muharebede vurulan ve kunduraları göğsünden akan kanla kızardığı vakit
köydeki küçük çocuğunun istediği kırmızı mektubu (pabuç) hatırlayan neferine
benziyorum: "O kan sızan yüreği yandı, yandı, yandı ona." Nihayet, en doğru
hareketi, "musikinin şifa verirken öldüren tesellisinden kaçan" Nihâl’in yaptığı
hareketi yapıyorum, gramofonu durduruyorum. Yanımdaki gazeteyi birkaç kere
yüzüme sallayarak sinekleri dağıttıktan sonra birinci sahifedeki şiiri, Gandi’nin
açlık grevini, vilâyetin artırma-eksiltme ilânlarını tekrar okumağa
başlıyorum. Hasılı yolda hastalık, yolculuğun hiç bir başka sıkıntısına, felâketine
benzemiyor.
ESKİ CUMA
Çocukluğum bir asker doktoru olan babamın peşinde küçük Anadolu
şehirlerinde geçmiştir. Mektebi sevmezdim. Dersten kaçarak bahçenin bir
köşesindeki cami tabutluğunda saatlerce tek başıma oturduğum, teneşirler üstüne
kurşunkalemiyle kuş ve gemi reşimleri yaptığım olurdu. Sınıfta harıltı gürültü,
sopa ve tokat sesleri, çocuk feryatları arasında Tecvit, Emsile, Sarfı Osmanî gibi
birbirinden tatlı dersler okunurken gözlerimi pencerenin bir köşesinden karşıki
minarenin tepesine uydurur; durmadan cumayı düşünürdüm. Hesap dersinde
sınıfın en kötü talebesi muhakkak bendim. Fakat cumaya kaç gün, kaç saat
kaldığını arkadaşlarım arasında benim kadar iyi bilen yoktu. Pazar, pazartesi
geçip cuma uzaktan görünmeğe başladı mı bende de bir sevinç, bir yürek
çarpıntısıdır başlardı. Hele perşembe günleri bambaşka bir çocuk, âdeta güler
yüzlü, uysal, çalışkan bir talebe olurdum. Gelelim şimdi cumanın bana getirdiği
eğlencelere ve saadetlere Sabahleyin erkenden kalkarım Mevsim kış; hava
kapalı; yağmur ince ince çiseliyor Ben yaşta bir alay çocuk, yalınayak, başı
kabak karşıki kale duvarının dibinde kaydırak, çelik-çomak oynuyorlar Daha
ötede son yağmurlardan havuz biçimine girmiş bir yalakta kayık yüzdürülüyor.
Arasıra burada deniz savaşları da olur. İki taraf tahtadan, tenekeden gemilerini
yalağa salıverirler; karşıdan suya taş, toprak atarak birbirlerinin donanmalarını
batırmağa çalışırlar. Bazen suya iri kaya parçaları da düşer O vakit torpil
patlamış gibi etrafa sular fışkırır, düşmanın gemileriyle beraber yüzü, gözü
cumalık elbiseleri de yanar Bu sefer saç saça baş başa sahici bir
muharebe Şunu da söylemek lâzım ki, bizim zamanımızda sade deniz oyunları
değil, bütün oyunlar böyle dövüşle, dayakla biterdi. Gelgelelim bana Sokağa
çıkmak, çocukların arasına karışmak için pencerede, kafeste kuş gibi, çırpınırım.
Fakat bu, bana yasak edilmiştir. Çünkü onlardan kötü huylar kapman, ayıp sözler
öğrenmem ihtimali vardır. Amma bunlar, benim mektep arkadaşımmış Her gün
Tahtalıhocanm mektebinde bir kazanda kaynıyormuşuz! Olmaz. Hem bir gün
nasılsa girdiğim bir taş muharebesinde ağzımdan yaralandığımı, üç gün kapalı
dudaklarımın arasından emzikle süt içtiğimi ve kangren tehlikesinden zor
kurtulduğumu nasıl unutuyormuşum?.

Öğle yemeğinden sonra babamın neferinin işi biter, elele sokağa çıkarız. Yağmur
çiseliyor. Fakat taş yağsa görecek halde değilim. Gelelim şimdi eğlence
yerlerine. Bu mevsimde büyük caminin önündeki musalla taşında daima bir iki
tabut bulunur. Ölü tanıdık olmuş, olmamış ne çıkar? Bize bir parça gönül
eğlendirecek, heyecan verecek bir şey lâzım Hem bunun ayrıca sevabı da
vardır. Tabutların etrafında türlü türlü adamlar dolaşıyor Gerçi daha evvel
davranıp cenazenin evden çıktığını görmeğe gidemedik amma burada da arasıra
ağlaşıp bağrışmalar olur Bunlara acıyacağız, ölünün nasıl öldüğünü masal gibi
dinleyeceğiz. Sonra, çoluk çocuk, asker hoca bir arada kalabalık bir alayla
mezarlığa gidiş. Ölü, mezara indirilirken büyüklerin bacakları arasında beyaz
kefenini görmeğe çalışmak Nihayet Talkın Ölü, mezara girer girmez Münkir
Nekirin sopa ile başına dikilerek sorgular sorduğunu, Talkın veren imamın bu
sorgulara verilecek cevapları bizim derse kalkan arkadaşlara yaptığımız gibi
gizlice fısıldadığını, ölünün arasıra sopa yedikçe acı acı bağırdığını ve imamın
korkudan birkaç adım geri çekildiğini ya arkadaşlardan, yahut da din dersleri
hocasından duymuştum. Oyunsuz, eğlencesiz çocuk için bundan daha renkli ve
heyecanlı dram olur mu? Kalabalık dağıldıktan sonra nefer beni bir türlü
mezarlıktan çıkaramazdı. Servilerin arkasma, taşlarm dibine saklanır. Talkmcı
imamı gözetlemeğe, dinlemeğe çalışırdım. O vakitler mezarlıkta söylev vermek
gibi şeyler ofmadığı için gömme töreni çabucak biterdi. Bir parça daha mezar
taşlarının arasında dolaşıp bir kâğıt parçasına:

"Bülbül-i şeyda iken bu kabri seyran eyledim"


"Mader-i bibahtımı nalân ü giryan eyledim"

gibi bir iki beyit kopya ettikten sonra dışarı çıkardım.

Akşama dünya kadar vakit var. Ahmak ıslatan hâlâ kesilmiyor. Biz neferle elele,
bomboş sokaklarda yürüyoruz. Derken elimizdeki para ile çay içmek için bir
kahveye giriyoruz. Burası kalabalıktan, tütün dumanından, tavla, iskambil
şakırtısından durulmayacak hale gelmiş. Bu gürültünün içinde peykelere
tüneyerek uyumuş ihtiyarlar var Haydi, gene sokak, gene yağmur. Akşam artık
yaklaşmıştır. O kadar beklenen cumanın daha sabahında başlamış cumartesi acısı
saatten saate artmakta, dayamlmaz bir sıkıntı ile yüreğimi
kavramaktadır. Neferin nalçalı kunduraları ağır ağır kaldırımlara sürünürken
tuhaf bir takırtı çıkarırdı. Bu ses, âdeta benim çocukluğumda çektiğim cuma
sıkıntısının sesi olmuştur. Cuma gezintileri sonunda akşam ezanına doğru ben
yaşta, yahut daha büyük birçok çocukların aynı isteksiz adımlarla ağır ağır
mahallelerine, yahut mekteplerine döndükleri görülür, sokaklar, bu bahsettiğim
kundura takırtılarıyla dolardı. Eğlenmemiş insanları geri geri giden ayaklarının
sesi Bugünkü benliğimde o zamanlardan ne gibi izler kaldığını bilemiyorum.
Yalnız şimdi hayatı tersine ya-şıyormuşum gibi kendimi o vakitten daha canlı ve
istekli bir adam buluyorum.

Bugün mekteplerimiz artık o eski mektepler değildir. Çocuklar, oralarda eskisi


gibi sıkılmıyorlar. Fakat küçük Anadolu şehirlerinde —büyükler de aşağı yukarı
öyledir ya— yeni pazar hâlâ eski cumadır. Bunu kışın Anadolu’da dolaşırken
görüyorum. Gene sisli, puslu bir tatil günü Çamurlu sokaklarda üçer, beşer
kişilik çocuk kümeleri Üstelik aralarına kasketli mektep kızları da katılmış
Bu kümelerden biri ahır kapısına, mağara deliğine benzeyen bir sinema
kapısında on beş yıl evvelki bir Amerikan haydut filminin resimleri önünde kara
kara düşünüyor. Ötede başka bir küme, çamurun ortasına çömelmiş bir devenin,
nalbant dükkânının önünde nallanan bir atın, tekerleği tamir edilen bir
kamyonun etrafını çevirmiş Daha ileride bir gaz tenekesini, delik bir sepeti
futbol oynar gibi ayaklarıyle birbirlerine atanlar var Arada işsizlik
hırçınlığından, can sıkıntısından doğma kavgalar, dayaklar da hiç eksik değil
Derken akşam yaklaşıyor; içeri mahallelere, yatı mekteplerine doğru bir akındır
başlar. Sokaklar o çocukluğumda beni çıldırtmış kundura sesleri, bekçi sopası
gibi kaldırımda sürüklenen o ağır takırtılarla dolar Ben bu sesi gayet iyi
tanırım; eve dönerken kunduraları bu sesle tıkırdıyan çocuğun ne kötü bir gün,
ne sis pus rengi bir tatil geçirdiğini bilirim. Eski cumanın bu uğursuz can
sıkıntısını yeni pazara miras bırakmasına meydan vermemeli, tatil gününe
mutlaka hareket ve neşe verecek bir şeyler düşünmeliyiz.
YENİLİKLER
Sene ; Büyük Muharebe eli kulağında O zamanın gençliği Osmanlı
devletiyle beraber memleketi de bir uçuruma doğru götüren sebeplerden
bazılarını yalan yanlış sezinlemeğe başlamıştı. Bunlardan biri Anadolu’ya
yapılmakta olan haksızlıktı. Asırlardan beri bütün kuvvet İstanbul’a verilmişti.
Devlet adamları, iş adamları Anadolu’da yalnız bir asker ve zahire deposu,
idealist gençlik ancak uzaktan sevilir, okşanır ve acınır karanlık ve esrarlı bir
evliyalar diyarı görüyordu. Balkan felâketinden sonra İstanbul’da bir kalkınma
hareketi oldu; gazetelerde bazı yazılar yazıldı. Bunlardan biri merhum
Şehabeddin Süleyman'ın "Gençler Anadolu’ya" başlıklı bir makalesiydi. Gençler
o zaman makale ile, nasihatle pek Anadolu’ya rağbet edeceğe benzemezlerdi.
Bazıları kalem kâtipliği filân gibi küçük bir işle İstanbul’da tutunamazlarsa
ağlaya sızlaya yakın vilâyetlerden birine çıkarlar, orada dünyanın öbür ucunda
sürgüne gönderilmiş gibi âh-u zâr içinde vakit geçirirlerdi. Şehabeddin
Süleyman’ın makalesini okuduğum zaman Bursa’daydım. Bana da heves geldi
ve orada çıkan el kadar bir gazete için ben de "Yıldızlar" adlı bir makale
yazdım. O vakitki aklımca Yıldızlar sembolü, bir gökyüzü gibi geniş, derin ve
karanlık Anadolu’ya yer yer serpilmiş kasabalarımızın sembolü. Gençliğin, hele
bizim yetiştiğimiz zamanlardaki gençliğin imaj, teşbih, istiare zevkini mazur
görmeli! Memleketin halini ışık ve karanlıkla izah eden bu makalede İstanbul,
bir güneş olarak tasvir ediliyordu. Fakat ancak çevresini yarımyamalak
aydınlatabilen, ışığı Marmara kıyılarından ötesine geçemeyen cılız bir güneş. Bu
güneşin tek başına Anadolu’yu kurtarmasını beklemek boş hayaldi. Şu halde o,
yurdun bir köşesinde kendi kendini paralayadursun, biz gençler üçer, beşer
içerilere yayılmalı, bir güneşe muhtaç olmadan yaşayacak ve çevrelerini
aydınlatacak küçük küçük ışık kaynakları yaratmalıydık. Bizim için kurtuluş
ancak bu yıldızların parlamasıyle başlayacaktı.

Çocukluğun birçok hatıraları arasında bu yıldızlar imajını da unutup gitmiştim.


Fakat Cumhuriyetten sonra onu tekrar hatırlamağa başladım. Hem de sık sık. Ne
zaman bir Anadolu kasabasının elektrik, şimendifer, mektep, fabrika gibi
ehemmiyetli bir yeniliğe kavuşması vesilesiyle kendiliğinden bahsettirdiğini
işitsem benim yıldızlar aklıma gelir. "Hele şükür, biri canlanmağa başlıyor."
derim. Anadolu benim çocuk hayalimin umduğundan çok daha çabuk değişiyor
ve yenileşiyor. Hem bu yenileşme eşyada değil, insanlarda da âdeta görülecek
gibidir. Yalnız tabiî ruhlardaki yıkılıp yapılışlar idarelerde ve maddî eşyadaki
kadar çabuk ve pürüzsüz olamıyor. Eskiden yeniye geçiliş esnasında görülen
sevimli acemiliklerden bir ikisini not ediyorum.

Vilâyetlerden birinde İstanbullu bir bildikte misafirim. Aralık kapıdan on dört,


on beş yaşlarında sevimli bir çocuğun bakıp bakıp çekildiğini görüyorum. Ev
sahibi bir aralık dışarı çıkıp girdikten sonra gülerek :

— Komşumuzun bir çocuğu var, diyor. Zeki bir şey. Ortamektebe gidiyor.
Kitap okumağa meraklı, sizin de bir kitabınızı okumuş. Sizi yakından görmek
istiyor. İzin verir misiniz?

Ben gülerek:

— Bu ne tekellüf? Gelsin, diyorum.

Fakat çocuk içeri gireceği yerde sokağa fırlıyor. Ben de, ev sahibi de şaşırıyoruz.
Biraz sonra bunun sebebi anlaşılıyor. Ortamektep talebesi çocuk, benim yanıma
başı açık girmenin ayıp olacağını düşünmüş, evden şapkasını almağa gitmiş.
Mektepte başı açık ders okuduğuna hiç şüphe olmayan çocuk, benim yanıma
kulaklarına geçmiş bir kasketle giriyor ve karşımda oturuyor.

Notlarımdan birinde lüks otomobili olan, fakat odunu ve odunluğu bulunmayan


bir modern otelden ve onun temiz yürekli garsonundan bahsetmiştim. Bu otele
bir kere daha döneceğim. Odalarında abajurlu masa lâmbası, sümen ve
papyebuvar gibi birkaç lüks eşya bulunan bu otele elektrik zili yapılması da
unutulmamış. Yalnız, garsonu hangi odanın çağırdığını gösterecek fiş yok.
Merdiven başındaki zil öttü mü adamcağız tıkır tıkır merdivenleri çıkıyor ve oda
kapılarını birer birer çalmağa başlıyor:

— Yahu zil buradan mı çalındı?

— Aa. Buradan değil.

— Yahu zili sen mi çaldın?

— Hay Allah cezanı versin be Uykudan uyandırdın

— Yahu affedersin beni sen mi çağırdın?


— Git be oğlum kaçıncı defa bu?

Garson itile kakıla bütün odaları dolaşıyor. Ta kendisini çağıranı bulana


kadar Ben bu derde bir çare buldum:

— Bak buraya Ben seni çağıracağım zaman zili üç kere çalarım Anladın
mı? Üç kere çalmayınca buraya gelmeyeceksin, dedim.

Keşfim garsonu pek keyiflendirmiş olacak ki başka odalardaki müşterilerle de


konuşarak onlarla da birer parola takarrür ettirdi. Fakat işaretler çoğalınca bu
defa da kendi şaşırmağa, ikide birde:

— Yahu, seninki üç müydü, iki miydi?

Diye gene kapıları çalmağa başladı.

Şarka yakın bir vilâyetteyim. Penceremin karşısında bir şekerci dükkânı


var Sokakta dolaşan birkaç çocuğun bir anlık bu dükkânın önündeki
süprüntüleri eşelemeğe başladıklarını görüyorum. Hava son derece soğuk.
Çocukların ayaklan çıplak, sırtlarında bir gömlekten başka bir şey yok
"Zavallılar galiba fıkaralıktan çörek filân kırıntıları arıyorlar" diyorum. Hatırıma
Fikret’in: "İki mat’un-t şekvakâr-ı hayat, arıyorlar hayatı mezbeleden" mısraları
geliyor. Fakat bir bakıma da çocuklar pek fıkara değil, çünkü başlarında oldukça
pahalı eşyadan sayılan âbani sarıklar, kavuk heybetinde arakiyeler var Biraz
sonra dışarı çıkıyorum. Çocuklar hâlâ aynı işle meşgul. Merak ederek yanlarına
yaklaşıyorum, soruyorum. Şekercinin süprüntüleri arasında ne arasalar
beğenirsiniz? Söylemezsem bulamayacaksınız (L..) çikolatası mükâfatlı
müsabaka kartları!
BALO
Bu gece karşıda balo var. Hafif bir soğukalgınlığı sebebiyle dışarı çıkmamağa,
oteldeki odamda çalışmağa karar verdim. Fakat daha ziyade sokaktaki hazırlığı
seyrediyorum. Bina eski bir tütün deposu. Kuşdili’ndeki eski salaş tiyatrolar
biçiminde hantal, sevimsiz bir şey Fakat ne çare ki kasabada daha geniş bir
balo salonu bulunamadı. Tertip komitesi iki günden beri bunu elden geldiği
kadar süslemeğe uğraşıyor. Salonun duvarlarına halılar, bayraklar, tablolar asıldı.
Tahta direkler renk renk papyefriselere büründü; aralarında tırtıllı uçurtma
kâğıdından mahyalar kuruldu. Hele tavandaki yıldız biçimi lambadan sokak
kapısına kadar uzanan muhteşem uçurtma kuyruğunun temsil ettiği
kuyrukluyıldız gecenin süksesi olacak Yalnız, döşemenin toprak olmasına bir
çare bulunamadı. Vakit olsaydı buraya üç beş teneke çimentodan ucuz bir pist
döktürmek işten bile değildi. Fakat bu, kasabanın ilk büyük balosu olduğu için
nasıl da düşünülememişti. Komite âzasından bir kısmı yere kilim döşemek
fikrindeydi. Gençler buna itiraz ediyorlardı.

— Dansın birinci şartı ayakların iyi kaymasıdır. Zeybek oynayacak değiliz.

Şakacı bir zat:

— Daha iyi ya. Davetlilerden birçoğu dansa yeni başladılar. Yer kaypak olursa
çabuk düşerler, bir yerlerini kırarlar, diye onlara takılıyordu. Böyle olmakla
beraber topraklar el silindirinden geçirilerek dümdüz bir hale getirilmişti.
Münasebetsizin biri yere su, gazoz filân döküp çamur yapmazsa hiç bir tehlike
yoktu.

Bir başka aksilik de vilâyet merkezine ısmarlanan cazbandın yetişememesiydi.


Bereket versin kasabada bayram düğünlerinde çalışan birkaç kişilik bir çalgı
takımı vardı. İstanbullu bir amatör, kemanla klarnet çalan bir, iki genç daha
bularak bunların başına geçmiş, dün geceden beri dans müziği prova
ettiriyordu. Prova da bunun bitişiğindeki boş dükkânda yapılıyordu. Yarıya kadar
indirilmiş demir kepenklerin kâh Valansiya, kâh Madr ve Ramona nağmeleriyle
sarsıldığı işitiliyordu. Şef, gayretli bir adamdı. Pişmeğe muhtaç olan parçaları
durmadan tekrar ettiriyor, arasıra da aletleri tek tek çaldırarak falsoları
düzeltiyordu. Dükkânın kapısına bir alay çocuk birikmişti. Bunlar, çalgıcıları
görmek için kepenklerin altına fazla sokuldukça içerden değnekli bir delikanlı
çıkıyor, tavuk kışlar gibi çocukları etrafa dağıtıyordu.

Kasaba yerlilerinden Şakir adlı bir eski Darülfünun arkadaşım vardı. Mektebi
bitirdikten sonra memuriyete filân heves etmeyerek işinin başına dönmüş, bir
daha İstanbul’u ağzına almamış akıllı ve becerikli bir iş adamı. O gece Şakir de
baloya gidecek, bir sene evvel vilâyet merkezinde yaptırmış olduğu smokini ilk
defa giyecekti. Yalnız dans etmesini bilmiyordu. Sabahleyin otelde beni bulmağa
geldi:

— Biz kasabanın yüksek tahsil görmüş tektük münevverlerinden biri


sayılıyoruz, dedi, eğer dans edemezsem hemşehrilere, hele İstanbullu memur
ailelerine karşı ayıp düşecek. Öyle ya dört sene de İstanbul kaldırımı çiğnedik.
Gerçi bizim zamanımızda böyle şeyler yoktu amma ne olursa olsun, senin
anlayacağın kasabanın yüzünü ağartmak lâzım. Bana bir parça dans
öğreteceksin

Gülmeğe başladım:

— İyi amma o dans bir günde, beş günde öğrenilir şey değil ki, dedim.

— Sen o kadar ilerisine gitme. Biraz fokstrot, biraz tango, bir iki de figür
migür öğret, ben işin içinden çıkarım Zaten iyi dans bilen de kaç kişi var ki?

Ne denir? Hayatta akla gelmediği halde başa gelen birçok şeyler gibi bu dans
hocalığını da zar zor yapacağız. Bereket versin Şakir, askerlik etmiş, mızıkaya
ayak uydurmayı öğrenmişti. Karşı dükkândan gelen dans müziğinin sesini daha
iyi duymak için pencereyi açarak dönüp dolaşıyor, ben, oturduğum yerden ona
yapılacak hareketleri tarif ediyordum. Bir aralık gülmeğe başlamıştım. O da
anlamadan gülerek:

— Ne oluyorsun? dedi.

— Seninle yirmi sene evvel Darülfünunda merhum Şehbenderzade Hilmi için


haızrladığımız ağırbaşlı felsefe imtihanını hatırladım. Biz, o zaman yapılacak
şeyi şimdi kırkından sonra yapıyoruz. Ona gülüyorum, dedim.Şakir, derin bir
"ah" çekti:

— Dünyaya erken gelmişiz, dedi.

Bir iki saat böyle güle eğlene derse devam ettikten sonra durduk. Şakir’in dansı
karşıdaki cazbandın âhengiyle mütenasip denebilecek bir dereceye gelmişti.
Gece korkmadan İstanbul’lu bayanların karşısında reverans yapabilirdi.

Dersten sonra biraz da otelin sofasında oturduk. Burada da hazırlık vardı. Bir
köşede iki genç, dairelerde kullanılan delme makinesiyle konfeti kesiyorlardı.
Birkaç kişi de uçurtma kâğıdından yapılmış zarflara mis sabunu, kâğıt şapka,
ipten örülmüş kuşak, düdük gibi hediyeler, sürprizler koyuyorlar, bunlardan
meselâ tarağın saçsız bir avukata, aynanın çirkinliğiyle meşhur bir kadına, tıraş
bıçağının çok söylenen bir belediye âzasma çıkması gibi tuhaflıklar için tertibat
yapıyorlardı.

O akşam, yemek yediğim lokantada hep bir balodan bahsediliyordu. Kasabada


tuhaflığıyle meşhur bir yağcı Hacı vardı. Komite, Hacı’ya da hem en
pahalısından bir bilet satmıştı. Müşteriler:

— Hacı, baloya nasıl gideceksin? Kızlarla nasıl dans edeceksin? diye


adamcağıza takılıyorlar.

O da:

— Helâl ve hoş olsun. Beş kâğıdı saydırdılar. Elbette gideceğiz, diyordu; velâkin
bir şeye aklım ermiyor. Bizim bildiğimiz bir insan, parasmı verip eğlentiye gitti
mi başkaları oynar, o, oturduğu yerde bakar, eğlenir. Bu, baloda adamı parasıyle
oynatıyorlar. Lâkin doğrusu ben, eski kafalı filân değilim amma ihtiyarım.
Oynıyamam. Gönlüm bulanır.

Müşteriler hep bir ağızdan:

— Öyle şey olmaz Hem kadınlar, adamı zorla kucaklayıp kaldırırlar. İş, senin
bildiğin gibi değil, diyorlar, ihtiyar adamı bağırıp çağırdıkça kahkahadan
kırılıyorlardı.

Bu lokantada Musa adında bir garson, yahut çırak çalışırdı. O akşam, Musa’nın
siyah bir çuha pantolon, omuzundan düğmeli mor kadife bir gömlek giymiş
olduğunu gördüm. Saçlar bir yana taranmış, kunduralar parıl parıl boyanmıştı.

— Ne o Musa? Sende bir hazırlık var. Yoksa baloya mı gidiyorsun? dedim.

O güldü:
— Yok beyim Balo kim, biz kim? Ahbaplardan birinin düğünü var da oraya
davetliyiz, dedi.

Ne âlâ! Demek bu gece bütün kasaba eğleniyor. Yemekten sonra odama


döndüğüm zaman Şakir’i sofada beni bekliyor buldum. Gündüz ona: "Dans
ettiğini göremiyeceğim. Bari balodan evvel uğra da süsünü göreyim" demiştim.
Arkadaşım sözümü ciddiye almış, bana yeni smokinini, rugan iskarpinlerini
görtermeğe gelmişti. Bir de boyunbağısını bağlamayı becerememişti. Kıravat
yana çarpılıyor, ne kadar düzeltse bir dakika sonra eski halini alıyordu.

— Şuna bir çare bul Allahaşkına, dedi, biraz daha uğraşırsam yakalık
paçavraya dönecek. Küçük bir iğne ile arkasından tutturayım, dedim, o da
olmadı. Haltettim de hazır kıravat almadım.

Elbirliğiyle kıravata muvakkat bir intizam ve sükûn temin ettikten sonra oturduk,
karşılıklı birer kahve içtik.

— Çalgı olsaydı da şu dansı bir kere daha prova etseydik iyi olurdu ya neyse,
diyordu.

Kendisiyle beraber baloya gitmem için beni bir kere daha zorladı. Gündüzki
sebepleri tekrar ettim. İçinde öyle bir bayram çocuğu hevesi kaynıyordu ki bir
insanın ortada ciddî bir mani yokken kendini bu zevkten mahrum etmesini âdeta
aklına sığdıramıyordu. Vaktin erken olmasına rağmen duramadı, biraz dar gelen
pantolonun asi bir kaza çıkarmaması için dualar ederek sokağa çıktı. Sokak,
şenlik gecesi gibiydi. Epeyce bir zaman fenerler, bayraklarla süslü balo kapısının
önünde biribirini ezen ahaliyi, çocukları seyrettim. Kasabanın üç, yahut dört
arabası durmadan gidip geliyor, kapıda bekliyen teşrifatçı gençler bunlardan inen
kadın ve erkeklere kalabalığın arasından yol açabilmek için âdeta ahali ile
boğuşuyorlardı. Davetlilerin birçoğu da yayan geliyordu: Renk renk açık
tuvaletlerin üstüne mantolar giymiş, pelerinler atmış kadınlar, smokinli, yahut
sadece koyu elbiseli erkekler; aralarında çarşaflı birkaç ihtiyar kadm Saat 10'a
doğru depo yükünü alınca çalgı başladı. Sabaha kadar Valansiya, Madr, Ramona
ve Zeybek havasiyle belki yirmi defa uyanıp uyudum.

Öğle yemeğine giderken Şakir’e tesadüf ettim. Şimdiye kadar gecenin on,
nihayet on birinden sonrasını görmemiş gözleri şiş, fakat memnundu.

— Gelmediğine hata ettin, dedi, o dans, ne güzel şey Yarabbi İnsan, huri
kızlarının kucağında uçuyor gibi Ne fevkalâde dans ettiğimi göreydin
şaşardın Çok nezih, asri bir gece geçirdik doğrusu Danslar, zeybekler, şiirler,
monologlar, sürprizler, salon oyunları Yok, yoktu Hiç bir yolsuzluk çıkaran
da olmadı Bu, Avrupa’da da bu kadar olur

Şakir’den ayrıldıktan sonra lokantaya girdim. Musa, gene her günkü çapaçul
kılığına bürünmüş, yırtık terliklerini çıplak ayaklarına takmıştı.

— Nasıl düğünde iyi eğlendin mi Musa? dedim.

Yüzünü buruşturarak:

— Eğleniyorduk ya Bir yolsuzluk oldu bey, dedi, erkekler sokakta, kadınlar
arka bahçede eğlenti yapıyorlardı. Delikanlılık bu ya; şeytana uyduk Bir
arkadaşla arka sokağa dolandık; tahtaperdenin arkasından kadınların oynadığını
seyretmeğe başladık. Bir kötülükten değil ya, sanki nasıl oynuyorlar diye
Bekçi, bizi görmüş, jandarmalara haber vermiş Bizi yakaladılar: "Utanmaz
herifler, siz elâlemin nikâhlı kanlarını gözetlersiniz, ha" diye bizi çalyaka
karakola götürdüler Başımızı kurtarasıya kadar anamızdan emdiğimiz
burnumuzdan geldi.
DAHA DÜN
Anadolu notları arasına bugün dumanı üstünde bir Rumeli notu
sıkıştırıyorum. Trenle Çatalca'ya şöyle bir gidiş, geliş İstanbul sonbaharı için
bundan daha hoş bir gezinti olur mu? Arkamda ipincecik bir elbise, ayağımda bir
yazlık iskarpin Yalnız geceye doğru belki hava serinler diye koluma hafif bir
pardesü alıyorum. Ben, daha köşebaşını dönerken hafif bir yağmur çiselemeğe
başlıyor. Ziyanı yok. Yaz yağmuru ne kadar sürer

Kompartımanda yalnızım. Tren Kumkapı’ya yaklaşırken penceren hafif bir


serinlik geliyor. İhtiyaten pencereyi kapıyorum. Fakat serinlik kesilmiyor.
Etrafıma bakınarak bir delik deşik arıyorum. Bulamayınca pardesüyü sırtıma
alıyorum. Bakırköy'ünü geçtikten sonra o da beni ısıtmamağa başlıyor. Bu defa,
gene etrafıma, pencere ve kapı aralıklarına bakıyorum. Nihayet iskarpinlerim
gözüme ilişiyor. Sokakta ben farkında olmadan altları ıslanmış; su, yavaş yavaş
çoraplara yürümüş Florya'dan sonra artık ayaktayım. Çünkü gittikçe artan
anlaşılmaz soğuğa karşı vagonun içinde dolaşmaktan başka çare yok. Hava,
duman ve yağmur içinde Görünürlerde ağaç ve yeşillik olmadığı için etraf
birdenbire bir kara kış rengi bağlamış.

İki buçuk saat sonra Çatalca Trene yazın binmiş, kışın iniyor gibiyim. Üç, beş
yolcu seller içinde istasyona doğru koşuyoruz. Bir dakika içinde iskarpinlerim
çamur, pardesüm su içinde kalıyor. Baskın o kadar ani ki yaz sıcağı bekleme
odasından çıkmağa daha vakit bulamamış. Şimdiden soba yanmasına imkân
olmadığı halde âdeta şüphe ile sobayı yokluyorum.

— Arkadaş, Çatalca nerede?

— Tâ şu karşı tepelerin ardında.

— Arabalar, otomobiller nerede durur?

— Karşıda durur amma, bugün yok Yol fena olduğu için otomobiller yalnız
güzel havalarda işlerler.

— Ben şimdi ne yapacağım?


— Şimdi de bir tane var.

Tren yolunun karşı tarafından adamın gösterdiği yere bakıyorum. Üstü açık
birtakım çardaklar arasında bir otomobil görüyorum. Meğer ben, alık alık
etrafıma bakımp bekleme odasında sobayı muayene ederken öteki yolcular oraya
koşmuşlar. Ben soluk soluğa yetiştiğim zaman araba dolduktan başka birkaç
kişiyi, yerde açıkta kalmış buluyorum.

Şoför : — Ben artık gelemem, yollar çok fena; diye nazlanıyor, kalanlar: "Yapma
Allahaşkma İstasyon binasında bir de iki çocuklu kadın kaldı" diye
yalvarıyorlar. Nihayet, şoför tekrar döneceğine söz veriyor ve
gidiyor. Yolculardan bir, ikisi tekrar istasyon binasına dönüyorlar. Ben, bu sefer
de atlarım korkusu ve yağmur altında beklemek bir nevi kıdem hakkı kazandırır
ümidiyle oradan ayrılmıyorum.

Çardaklardan biri kır kahvesi Üstünde ağaç dalları ve tektük yapraklar var.
Kahve ocağının bulunduğu yerin üstü ve etrafı nisbeten daha muhafazalı Fakat
nihayet tramvay sahanlığı genişliğinde bir yerde kahveci, kahvecinin bir alay
hırdavatı ve iki müşterisi barınıyor. Ben, yanaşmağa cesaret edemeyerek uzaktan
hasetle bakıyorum. Onlar, bu hissimi anlamışlar gibi: "Siz de buyurun,
ıslanmayın" diyorlar. Müşteriler benden beter giyinmiş iki genç. Birisi
tepemizdeki otların arasından akan yağmuru göstererek : "Hâşâ huzurdan çıplak
bir çingene zemheride balık ağının içine girmiş, Allah dışarda kalanlara
imdadeylesin, demiş Bizim vaziyetimiz de ondan farklı değil amma gene Allah
şu kahveciden razı olsun" diyor. Bert arkadaşlığı başka şey. Çabucak ahbap
oluyoruz, biribirimize kahveler ısmarlıyoruz, sigaralar ikram ediyoruz. Kahveci
izahat veriyor :

— Hava bugün Çorlu panayırını berbat etti. Panayır haftaya burada kurulacak.
Bu çardakları onun için hazırlıyorlar. Hemen Allah fakir fıkaraya acısın da hava
böyle gitmesin

Kahveci insaniyetli adam. Şoförün "gelemem" diye nazlanmasının yol


bozukluğundan ziyade niyet bozukluğundan ileri geldiğini, yani bizden fazla
para çekmek için bu ağzı kullandığını söylüyor ve böyle bir teklif karşısında sıkı
dayanmamızı tavsiye ediyor.

Otomobilin durmasıyla istasyona giden yolcuların yerden biter gibi birdenbire


ortaya çıkmaları ve otomobile atlamaları bir oldu. Benim kıdem hakkı yandı;
gene açıktayım. Fakat biraz evvel kahvede tanıştığım gençlerden biri büyük bir
nezaketle bana yerini verdi. İstasyondaki kadının iki çocuğu ve bohçasıyle
beraber daha yeni bekleme odasından çıktığı görülüyordu. Fakat
görmemezlikten geldik. Halbuki biraz evvel şoföre geri dönmesi için yalvarırken
kendimizden ziyade o biçareyi ileri sürmüştük.

Evet, İstanbul’un burnunun dibindeki Çatalca’da, bu eski vilâyet merkezinde


istasyonla şehir arasında adamakıllı bir yol yok. Yağışlı havalarda arabalar
ortadan çekiliyor, halk, muhasarada kalıyor. Biz yağmurların ilk başladığı günde
bu on dakikalık yolu âdeta maceralarla geçtik. Bir, iki kere devrilecek gibi olduk;
küçük bir dereye daldık, çıktık. Sonra bir tarladan iki, üç metre yüksekliğindeki
caddeye çıkabilmek için —beygirle mania atlama yarışı yapar gibi— dört, yahut
beş defa gerileyip ileri saldırdık. Her defasında tam tepeyi tutacağımız saniyede
makine soluya, hırlıya duruyor, sonra geriliyor, şoför bizi kenardaki hendeğe
dökmemek için türlü manevralar yapıyor. Yolcular "aman oğlum, biz inelim
bari" diyorlar. Şoför: "Araba ağır olursa daha iyi" diye cevap veriyor. Biz, beş
yolcu, âdeta safra vazifesi görüyoruz.

Çatalca’da yemek ve gezinti: Yağmur aşçı dükkânının camından geçerek


önümdeki masanm muşambasına damlıyor. Hazır yemekleri gözüm kesmediği
için ateşe bir dilim et koydurdum. Tavanları delip geçen yağmurun benim yazlık
iskarpinleri ne şekle soktuğunu anlatmağa hacet yok. Potinimin içine kat kat
gazete kâğıtları yayarak etin pişmesini bekliyorum. Sonra, artık hiç bir
yağmurdan pervam kalmayacak surette ıslanmış olduğum için rastgele çarşıyı,
sokakları dolaşıyorum.

Bu sefer daha iyi bir otomobille tekrar Çatalca istasyonu Doğrusunu söylemek
lâzım gelirse bugünkü panayır Çorlu’dâ değil, Çatalca istasyonunda, biraz sonra
da trende kuruluyor. İstanbul’da işliyemeyen bütün otobüslerin müşterisi
burada. Trenin bir saatten fazla rötarı var. Bu zamanı istasyonun arkasındaki
hınca hınç dolu salaş kahvede, haykıra bağıra konuşma, şakalaşma, kavgalaşma
sesleri, gramofon âhengi, tütün, meşin, ıslak çorap ve elbise kokuları içinde
geçiriyoruz. Nihayet geç vakit tren geliyor. Dediğim gibi Çorlu panayırı ve
bundan başka bütün otobüs yolcuları burada Birinci, ikinci, üçüncü mevki
farkı kalmamış. Herkes nerede yer bulduysa oturmuş. Koridorların hali
görülecek şey Yerde, ayak altında yorgunluktan yarı ölü panayırcılar ve
eşyaları. Üstlerinde ve aralarında biz sonradan gelenler. Koridorda büyük bir
sinek kâğıdına yapışmış sinekler gibiyiz. Yalnız, arasıra boynumuzu,
omuzlarımızı, ellerimizi oynatabiliyoruz. Biraz sonra Hadımköyü yolcuları da bu
kalabalığa katışıyor. Yanımda hiddetli bir zat var ki durmadan bağırıp çağırıyor.
Bu sesten korunmak için başımı iki yana çevirmekten başka bir hareket
yapamıyorum ve yapışık kardeşlerin azabını bütün derinliğiyle anlıyorum. Biraz
sonra bu zatın başkanlığı altında bir şikâyet komitesi kuruldu; her istasyonda
şimendifer memurları pencerenin önüne çağırılıyor ve tren kalkıncaya kadar
münakaşa yapılıyor. Tez şu: Kumpanya niçin Çorlu panayırını ve otobüslerin
işlemediğini gözönüne alarak trene fazla vagon ilâve etmemiş? Bu komite
istasyonlar arasında da boş durmuyor ve ertesi gün kumpanyaya verilmek üzere
varak-ı mihr-ü vefa projeleri kararlaştırıyor. Benim şikâyetim ne bu sıkıntıdan,
ne Şark Demiryolları Kumpanyasından. Ancak ve ancak önümdeki açık
pencereden elbiselerime esip işleyen rüzgârla yakı gibi sırtıma yapışan ıslak,
hain pardesüden. Bereket versin, ceketimin içine daha istasyonda iken bir, iki
gazete yerleştirmiştim. Arasıra aleyhlerinde bulunursam amma her sıkıntıda
gene o zavallı gazeteler imdadıma yetişiyor.

İçerdeki birinci koltuklardan birinde gayet iri vücutlu, halim ve asil yüzlü elli
beşlik bir zat oturuyordu. Adamcağıza rahat mı battı, yoksa biçare göze mi geldi
nedir? Yerinden kalktı, sırtında deve tüyü rengi bir palto, elinde, uzun, şık bir
valizle koridora çıkmağa teşebbüs etti. "Ne yapıyorsunuz?" diyenlere "istirham
ederim, ineceğim" diyordu. Eh, adamcağızı zorla İstanbul’a götürecek değiliz ya.
Çaresiz, daha ziyade sıkıştık ve onu da bağrımıza bastımonash.pwli zat:

— Buraya mı iniyorsunuz? diye sordu.

— Hayır, Yeşilköy’e.

— Be birader çıldırdın mı? Daha Ispartakule’deyiz. Yeşilköy’e bu gidişle bir


yıllık zaman var.

— Evet amma, ancak hazırlanabilirim. Elim sakattır da.

Şişman zat; yeşil bir eldiven içindeki sol elini bir mazeret olarak havaya kaldırdı
ve bu manzara bizi derhal yatıştırdı. Biraz sonra bu zatla bir kombinezon ve
anlaşma yaptım. O, şimdiden yola düşerek adım adım vagonun kapısına
ilerleyecek. İstasyona inince ben valizi pencereden kendisine vereceğim.
Adamcağızın daha Ispartakule’ye gelmeden yerinden kalkmakta meğer ne kadar
hakkı varmış! Beş dakika, on dakika geçiyor. Bakıyorum. O, daha elini uzatsam
erişeceğim bir uzaklıkta ahaliye yalvarmak, kendisine yol açmakla meşgul.
Bizim için mesele yok. Çünkü Sirkeci’ye varınca bir ucundan bastırılmış bir
krem tübü gibi nasıl olsa öbür ucundan istasyona fırlıyacağız. Fakat o bu gidişle
bu üç metrelik yolu belki Yeşilköy’e kadar yetiştiremeyecek.

Nihayet Yeşilköy Aradan o kadar zaman geçti ki ben, devetüyü paltolu zatı da,
valizini de unuttum. Meğer o da pencereyi şaşırmış. Tren kalkacağına yakın
kulağıma dışardaki kalabalığın arasından "aman yahu" diye bir ses geldi.
Baktım o. İri vücuduyle çocuk gibi vagonlarm önünde koşuyor. Neyse biz de hep
birden bağırdık ve emaneti pencereden teslim ettik. Bu anlattığım düne ait bir
vaka. Bu satırları yazarken daha bu yolculuğun sarsıntıları vücudumdan gitmedi.
Fakat gariptir ki ben, onu şimdiden geçmiş günler hatıraları arasına karıştırmağa
ve sevmeğe başlamış bulunuyorum.
BİZDE İLK RESİMLİ RÖPORTAJ
Kütüphanemi karıştırırken elime Serveti Fünun koleksiyonunun eski bir cildi
geçti. Rasgele açtığım bir yaprağında "İtalya ve Habeş Muharebesi hasebiyle
Habeş Kralı Menelik Hazretleri" diye enseden sıkma beyaz başörtülü, top kıranta
sakallı bir resim karşıma çıkmasına göre tam otuz dokuz yıl evveline ait bir
cilt. Kitabı bir yerinden daha açtım: Bu sefer "Bursa’dan bir mektup" diye bir
makale, makalenin sütunları içinde şimdiki bayram kartları büyüklüğünde yedi
fotoğraf. Makale şöyle bitiyor: "Ey karî! İşte size Bursa mektubu ki gayet
muhtasar, pek sade; âdeta ufak bir tarif-i seyahat! Lâkin bir büyük meziyeti var
ki o da resimli olmasıdır. Taşradan muteber Serveti Fünun’a irsal edilen mekâtip
arasında ilk defa olarak resimlisini takdime muvaffak olmakla iftihar
eylerim." Demek ki bugün gazetelerimizin, mecmualarımızın hemen yarısını
dolduran resimli röportaj tarzı o tarihte Serveti Fünun’da başlamış ve bu itibarla
bazı ulemamız gibi bana da bir tarihî vesikaya el koymak şerefi nasib-
olmuş. Mamafih, hiç aranıp taranmadan, aylarca kütüphanelerde sürünüp nezle
ve bronşit yakalamadan tesadüfün ayağıma getirdiği bu muvaffakiyet, beni fazla
meşgul etmedi. Çünkü yine rastgele cildin ortalarına doğru açtığım bir başka
yaprak zihnimi büsbütün başka yollara saptırdı. Bu üçüncü yazı "Yakacık'ı
ziyaret" isimli yine bir röportaj yazısı idi. Zavallı Serveti Fünuncuk! Sahibi
Sayın Ahmet İhsan Tokgöz gibi sempatik, bembeyaz; fakat yine de dimdik bir
ihtiyar haline gelmiş olan atılgan ve çok ileri mecmua! Demek resimli
gazetecilikte, garp ağzı yeni edebiyatta olduğu gibi bu işte de önayak olmuş ve
neler becermiş!

Tekrar Bursa mektubuna dönüyorum. İlk resimli röportajımızı baştan başa nakle
imkân olmadığı için münderecatım hülâsa edivereyim:

1 — İstanbul’dan ayrılışta Boğaz’ın tasviri, "birbirinin ağuş-i muhabbetine


atılan iki sahilin teşkil ettikleri vaziyet" karşısında hayranlık.
2 — İlk resimli röportaj âleti olan "Poket Kodak" ile 9 buçuk, arzı 7, irtifaı 6
santimetrelik fotoğrafm tasviri.
3 — Muharrir, bindiği Bingazi vapurunun resmini almak istiyor. Fakat "o
güzelim vapurun mamara-ı hâriciyesi boyasızlık yüzünden o kadar fena bir şekil
almış ki" eli ve vicdanı bunu fotoğrafla tesbite bir türlü yanaşamıyor. Bu
satırlardan anlaşıldığına göre bizim resimli röportajcılığın önü sonuna, evveli
akıbetine benzememiş. Bugünkü röportajcı iki saat lop yumurta melâhatinde bir
asfalt şosede yürüse de üçüncü saatin başında ezkaza ayağı bir hayvan tezeğine
dokunuverse derhal yoldaki tezeğin ve ayağındaki kunduranın resmini alır ve
"yollarda dizkapağımıza kadar pislik içinde yüzdüğümüzün resmidir" diye
gazetesine gönderir. Muharrir, biraz aşağıda "güvertede" velâhane etrafı
seyreden iki yolcu görüyor, "ne de tatlı konuşuyorlar: Bizim küçük makinenin
yani fotoğrafın düğmesine dokundum" diyor. Gazetecilik o zaman ne sulh ve
sükûnet, ne muhabbet ve nezaket mesleği imiş meğer! Bugünkü fotoğrafı
muharrirlerimizden biri gazetesine getirdiği tramvay altında ezilmiş mütekait
generalin kopuk kafası, Ayazağa’da öldürülen veznedarın başına gelen belânın
ne olduğunu sorar gibi bakan açık gözleri, Patrik Fatyos’un sırmalar,
mücevherler içinde koltuğuna kurulmuş hürmetli cenazesi yerine, başbaşa
muhabbet eden iki dostun resmini getirmeğe kalksa başmuharrir, onu boynuna,
omuzlarına astığı makineli tüfek gibi karmakarışık âleti ve yedek parçalarıyle ya
pencereden ya merdivenden atar.

4 — Arkada yavaş yavaş uzaklaşan şehr-i şehir e baka baka Marmara'nın râkit
sularını geçiş. Bozburun’u dolanış ve Mudanya iskelesine —vapurun sancak
tarafından— bağlanış. İskelede iskele parasını tahsile mahsus demir dolaptan
mürur ve uzun yolculuktan sonra gazinoda kahve, sigara

5 — Vapur geldi diye artık katarı hazırlamağa başlamışlar. Muharrir gişede


gidip gelme şimendifer biletinin yirmi, yalnız gitme biletinin yirmi buçuk kuruş
yani yirmi para fazla olduğunu öğreniyor ve şu muamma-yi fiyatın hallinde zihni
pek âciz kalıyor. Resimli röportajların piri olan bu muharrir, inşallah hâlâ
yaşıyorsa Deniz Yolları idaresinin geçen kırk sene içinde bu mantıksız yirmi
para farkını kaldırmağa muvaffak olduğunu ve yalnız gitme biletleriyle gidip
gelme biletleri arasmda fark bırakmamış bulunduğunu görmüş olacaktır.

6 — Sonra, yine yol, o bitip tükenmez Bursa yolu, Münâzır-i tabiiyeye


meftunane dalış. "Lokomotif, dumanını savuruyordu. Zaten resmini
seyrediyorsunuz." (Lokomotifin dumanını savurma hadisesini tesbit eden resim
ya bir kazaya uğramış, yahut fazla gelmiş olacak ki gazeteye girememiştir.)

7 — İstasyon ile şehir arasındaki şose pek fena imiş, İstanbul’daki Çamlıca
tarikini, yahut Kadıköy çarşısını andırıyormuş! Kadıköy çarşısı içinden bugün
tramvay geçmesine rağmen hâlâ bu darbımesel hükmündeki eski şöhretini
muhafaza himmet etmektedir.
8 — Bunca meşakkatten sonra nihayet yolun sonuna geldik. Artık şehri
tanıyacağız. Birinci gün bazı hususî işlerin rüyeti ve küçük makinemizin
yadigârı olarak şekli pişhâhınıza vazedilen zarif bir Umdo ile Çekirge karyesine
kadar bir gidiş geliş Hadvatın refiki o lâtifegû Karagözün seng-i mezarını
görmek ve hayalini bizlere yadigâr bırakmış olan Karagözün ruhuna Fatiha
okumak. Kaplıcada istihmam. Hudavendigâr türbesi bahçesinde biraz ârâm,
fakat rüzgâr soğukça estiği için ârâmt temdit kabil olamayınca şehre dönüş. Eh,
zaten Bursa’da da görülecek, gösterilecek başka ne kalmıştır? Eski röportaj
usulü ile yenisi arasında bir fark daha: Eski türbeler ve mezarlar yerine yeni
yapılan, merhum Karagöz yerine büyük memurları, Belediye reisini vesaireyi
ziyaret, Karagöz’ün ruhuna Fatiha okumak yerine onlara başka şeyler okumak

9 — Dönüş ve dönüşün bir arızası. Şimendifer yolda bir ufacık borusunu


koparacak beş dakika kadar tevakkuf eylemişti ki bunu da pek büyük bahtiyarlık
saydık. Bahtiyarlık burada ne kadar yerinde bir kelime. Muharrir, kırk sene sonra
otomobille, kamyonla yapılacak yolculukları, günde bir iki kere patlayacak
ufaklı büyüklü boru vesairenin tamiri için lâzım olan pompa, tel, çivi, tutkal gibi
âletleri tesadüfen o taraflara yolu düşen başka arabalardan beklemekle geçecek
saatleri daha o zamandan keşfetmiş gibi konuşuyor.

Gelelim ikinci röportaja Sıkılmazsanız ona da bir göz gezdirelim: Üç buçuk


sütunluk makalenin üçte ikisi Eminönü meydanını geçiş; burasını dolduran
"sebzeler ve meyvelerin ufacık dağlar gibi teşkil ettikleri yığınlara, esnafa kuşluk
taamı yemek üzere ara yerlere yerleşmiş çorba, pilâv, zerde, kebap, köfte, kahve,
çay, ekmek, peynir, bal satan adamlara," Köprü'ye ve Haydarpaşa iskelesine dair
tasvirler; vapur hayatı, keskin düdüklü şimendiferle muharririn biraz evvel
Eminönü’nü doldurduğunu söylediği sebzenin, meyvenin, kısmen yetiştiği
bostanlar arasından Kartal'a azimet, nihayet araba ile Kadıköy yollarına nisbeten
fevkalâde muntazam bir şosede tâ tepede cesim dağın cenab-ı hâlâsına yaslanmış
olan Yakacığa varış Yazının geri kalan bir sütunu köyden yine arkadaki yollara
ve Marmara'ya bir bakış : O zaman mebhut kaldım. Ah, şair olmalı imiş. Yahut
gördüğümü olsun tasvire muvaffak olacak iktidarım bulunmalı imiş. Aman
Yarabbi, ne letafet! Sonra Ayazma kahvesinde istirahat ve köyde bir cevelânı
"Dedim ya dağ tepesinden Kartal üzerine bakış harikulade" ve ancak onun
tasvirine de muharririn kud-ret-i şi’riyesi bulunmaması mani. Fakat pişgâh-ı
kariin-i kirama takdim olunacak başka manzara yok. Nihayet tek atlı talika üe
yokuştan sahil-i bahre doğru uçar gibi iniş

Bizce yalnız resimli röportajın değil, son senelerde not ismi altında alıp yürüyen
seyahat edebiyatının da babaları sayılmak lâzım gelen bu yazılardan şu çıkıyor
ki: Kırk sene evvel Yakacık ile Bursa İstanbullu için âdeta birer gurbet
sayılıyormuş. Tevekkeli Nasrettin Hoca beşiğin arkası gurbet dememiş! Cesîm
dağın hâlâsına yaslanmış Yakacık derken, Avrupa notu, Amerika notu, Anadolu
notu, yol notu, deniz notu vs., vs. muharriri âdeta Toroslar’a, yahut Kop dağına
tırmanıyor sanırsınız. Bursa, o zaman İstanbul’da bir daireye kayırılamamış bazı
kimsesiz ve talihsiz memurların; dostları, akrabaları ile helâllaşarak ve denizler,
dağlar aşarak gittikleri bir sürgün yeri Gazeteci, bunları özene bezene
anlatıyor, okuyucular da dünyanın ucu gibi görünen şu karşı sırtların ardında ne
diyarlar, ne dünyalar bulunduğunu hayranlıkla görüyorlar. Zavallı İstanbullu,
neredeyse oturduğu yerde kokacakmış!

Masanın üstünde bir başka gazete var. Biraz evvel ona göz gezdirdiğim zaman
birbiri ardı sıra üç havadis görmüştüm: Bir mektebimizin bir kısım talebesi
bayram tatilini geçirmek için Romanya’ya gidiyormuş; Van’a şimendifer
yapılıyormuş; bir bayan doktorumuz Avrupa’daki tetkik seyahatinden
dönmüş. Kırk sene evvelkine nisbetle şimdiki İstanbullu, Evliya Çelebi, yahut
Bay Tevfik Rüştü Aras kadar seyyahtır. Yeni hayatımızdaki değişikliklerin en
hayırlılarından biri ona memleketini yalnız bir mücerret mefhum olarak değil,
aynı zamanda da gezerek ve tanıyarak sevmeyi öğretmesi olmuştur.
MIZRAKLI DEDE
Bir akşam gazetesinin 21 ilkteşrin tarihli nüshasında okuduğum bir İzmir
havadisi beni otuz senelik bir maziye götürdü: İzmir'deyiz. Ele, avuca sığmaz
haşan bir çocuğum. Evde başa çıkamadıkları beni İzmirli sütninemizin
Dübekbaşı’ndaki evine misafir gönderiyorlar. Ailece ona İzmirli sütnine deyip
geçeriz. Fakat kendisi Mora muhacirlerindendir. Yirmi yaşında memleketinden
çıkmış, otuz sene İstanbul ve Anadolu’da gezmiş, kocasıyle sayısız çocuklarını
öteye, beriye gömdükten sonra nihayet bir gelini ve iki torunuyle beraber buraya
yerleşmiştir. Sütninenin evi taşları yosun bağlamış bir çıkmaz sokağın dibinde
karanlık bir izbedir. Fakat ben, nedense burasını kendi güneşli ve bahçeli
evimizden ziyade severim. O kadar severim ki bazen gece bile beni alıkoymağa
mecbur olurlar. İzmirli sütnine dervişti. Neyin dervişi olduğunu galiba benim
gibi kendi de pek bilmezdi. Sütninenin evi bir nevi kulüptü. Komşu kadınlar
akşam yemeğinden sonra onun etrafma toplanırlar, geç vakitlere kadar çene
çalarlardı. Bir yandan da dikiş dikerler, çorap örerler, hatta evlerinden tepsilerini,
tencerelerini getirerek dolma doldururlardı. Bu gecelerde dinlediğim peygamber,
evliya, cin peri masallarının tadını hiç bir zaman unutamıyacağım. Burada bazen
mahalle işlerinin konuşulduğu da olurdu. Sütninenin evinde kaldığım gecelerden
birinde ortaya gayet ehemmiyetli bir mesele atıldı: Şehnaze Hanım diye bir
komşu vardı. Gümrük kâtibi olan kocası aptestinde, namazında, halim, selim bir
adamdı. Sabahleyin erkenden işine gider, akşam üstü elinde dolu mendiliyle
evine dönerdi. Bir gün, başım önünden kaldırıp bir pencereye baktığını gören
yoktu. İşte bu melek gibi adam, bir sabah ayağına yeni çoraplar, arkasına yeni bir
kat elbise giyerek evden çıkmış ve o gece eve dönmemişti. Yatsı ezanı okunup
da onun evine gelmediği anlaşılınca mahallede: "Eyvah, herif evlendi!" diye bir
yaygaradır kopmuştu. Mahallede kaç kadının yüreği bu cihetten yanık olduğu
için onlar bu gizli evlenmelerin alâmetlerinde hiç yanılmazlardı. El altından
yapılan tahkikat bu adamın Damlacık mahallesinde genç bir dul kadmla
evlendiğini çabucak meydana çıkarıverdi. Şehnaze Hanım, o gece bir sünnet
çocuğu gibi ortaya alınmıştı. Gençler bu adamın nur gibi karısı, altıntopu gibi
çocukları üstüne bu işi nasıl tuttuğunu bir türlü akıllarına aldıramıyorlardı.
İhtiyarlara göre Şehnaze Hanımın kocası karı üstüne evlenecek adamlardan
değildi. O şıllık, basmış büyüyü, adamcağızın dilini, ağzım bağlamıştı. Kabahat
Şehnaze Hanımdaydı. Her kapısını çalanı anlayıp dinlemeden evine sokar,
misafir diye baş köşeye oturturdu. Her halde Damlacıklı tarafından gönderilmiş
bir büyücü evin bir yerine gizlice bir büyü sokmuştu. O geceki toplantıda
ehemmiyetli kararlar verildi. Evlenme kılavuzu Karakaş Hanım Damlacık’taki
eve gönderilecekti. Karakaş kurnaz, girgin bir kadındı. Gelinlik sormak
bahanesiyle eve girer, hazırlanacak büyüyü usulcacık bir köşeye sokar, dışarı
çıkarken de kapıya bir parçacık domuzyağı sürerdi. Hele domuzyağı, tesirinden
hiç şüphe edilmiyecek bir ilâçtı. Hangi evin kapısına sürülürse o evin erkeği
karısını domuz gibi görür, bir daha semtine uğramazdı. Bizim İzmirli sütnine,
Anadolu büyüklerine pek bel bağlamazdı. Kendisi bu noktada garip bir Rumeli
gayreti güder, kendi memleketinden başka yerde iyi büyücü yetişemiyeceğini
söylerdi. Sütnine, komşusuna, büyüsünü gene hazırlıyadursun, Mızraklı Dede’ye
develer kesmeğe hazırdı. Tek kocası o aşiftenin elinden kurtulsun! Şehnaze
Hanım’ın o gece Mızraklı Dede’ye tavuk adadığı sırada en hafifi "edepsiz"
olmak üzere evliya için ağza alınmaz kelimeler sarfettiğini işittim. Daha garibi
öteki kadınlar da aynı kelimeleri utana sıkıla tekrar ediyorlardı. Benim
birdenbire tüylerim ürperdi. O zamana kadar birçok türbelere girip çıkmıştım.
Bu mukaddes yerlere aptest alınmadan ayak atılmaz, içlerinde yavaş yürünür,
alçak sesle konuşulurdu. Nasıl oluyordu da her zaman türlü Arapça tazim
kelimeleriyle adları anılan bu evliyalardan birine bu Müslüman hanımlar ayıp
ayıp şeyler söylüyorlardı. Pek bilemiyorum; bunu ya o gece, ya daha sonra
sütnineye sordum. Bana garip bir hikâye anlattı: Mızraklı Dede, gençliğinde ya
hocasına, yahut o zamanlarda pek bol yetişen başka evliyalardan birine nasılsa
küfretmiş. Fakat sonradan bütün ömrünce pişmanlık çekmiş ölürken de: "Benim
adımı ananlar bana da öyle küfretsinler ki, istediklerini yapayım!" diye vasiyet
etmiş, her halde garip bir dede!

İyi hatırlıyamıyorum; o sene mi, yoksa ertesi baharda mı, Dübekbaşı


mahallesinden Mızraklı Dede’ye bir seyahat hazırlandı. Şehnaze Hanım,
Karakaş’ın büyüsü ve Dede'nin himmetiyle muradına ermiş, kocasını Damlacıklı
aşiftenin pençesinden kurtarmıştı. Bir sabah güneş doğarken kafile
Dübekbaşı’ndan yola çıktı. Eski kara çarşaflarının etekleri yıkanıp kesilmekten
dizkapaklarına çıkmış kadınlar, kimi kucakta, kimi yerde elele çocuklar, yiyecek
sepetleri, testiler, bohçalarSütnine, eve yalvararak benim için de izin almıştı.
Kafile Namazgâh’tan İkiçeşmeliğe çıktı. Oradan mezarlıklar arasından
Bayramyerine, Eşrefpaşa camisine vurdu. Kızılçullu caddesinde bir zaman
gittikten sonra sağa, Bozyaka yoluna saptı. Daha henüz çırçıplak bağlar arasında
uzun bir yürüyüşten sonra Kırkçamlar, nihayet Mızraklı Dede Otura kalka iki
saatte mi gittik, üç saatte mi bilemiyorum. Her halde çok uzun bir yol Mızraklı
Dede’nin günü olduğu için oraya bizden başkaları da gelmişti. Arapderesi’ne ve
karşı dağlara doğru çıplak, rüzgârlı bir yamaç Aklımda kaldığına göre türbe bir
kaya kovuğunun içindeydi, örtüsüz bir sanduka ile birkaç mumdan, bez
parçasından ibaret bir dekor Arapça tâzim kelimeleri istemeyen, bilâkis tahkir
edilmekten hoşlanan bu garip Dede öteki evliyalardan bambaşka bir yol tutmuş
bir kalender Adak tavukların birkaç damla kaniyle iktifa ediyor, etlerini gene
onları getirenlere bırakıyor Şehnaze Hanım’ın tavuğunu pişirmek için bir çalı
çırpı ateş yakılmıştı. Hava rüzgârlıydı. Ben, ateşe yaklaştıkça sütnine: "Sen bana
emanetsin. Gitme, ateş sıçrar." diye beni uzaklara koyuyordu.

Gazetenin bana bunları hatırlatan 21 ilkteşrin tarihli havadisi şudur: "İzmir,
Bozyaka'da Mızraklı Dede mevkiinde haftanın Salı günlerinde birçok halk
toplanarak eğlenceler tertibederler. Bunların arasında bulunan Bekir kızı 65
yaşlarında Hatice, kestiği bir tavuğu ateşte kızartmak isterken rüzgârın tesiriyle
ateş, elbiselerini sarmış ve kadın yanmağa başlayarak yetişen halk tarafından
güçlükle kurtarılmıştır."

Mızraklı Dede’nin sandukası her halde kalkmış, birkaç mumla bez parçasından
ibaret sermayesi dağılmıştır. Fakat himmeti hazır, nâzır olsun, kendi galiba dertli
kadınlara hâlâ gizli gizli yardım etmekten geri durmuyor.
TULUAT TİYATROLARI
İstasyonda tek bir araba vardı. Onu da ben gözümü açmcaya kadar başkaları
kaptı. Vakit gece yarısı, kasaba uzak olmasa ehemmiyeti yok Beklerim, yahut
daha aklıma eserse bavulu istasyona bırakır, yürüyüveririm. Bereket versin bir
makasçı, köşeyi dönmek üzere olan arabaya "Duran Dayı, müşterileri bırak da
geri gel Yolcu var!" diye seslendi, sonra, beni bekleme odasına buyur
etti. Odada benden başka kimse yok. Bavulu bir kanapenin üstüne bıraktım;
arasıra arka kapıdan sokağa çıkarak arabanın çıngırağını bekliyorum. Bir aralık
yanımda yirmi, yirmi iki yaşlarında bir delikanlı belirdi. Saçları darmadağın;
tıraşı uzamış; kılık kıyafeti son derece perişan Yırtık kundurasından çıplak
ayaklarının parmakları görünüyor. Yalnız paramparça gömleğinin üstünde
kocaman bir kırmızı kravat var Bu çocuk, ilk bakışta bana yeri, yurdu olmayan
bir meczup gibi göründü. Halinden benimle konuşmak istediği anlaşılıyordu.
Uzun uzun yüzüme ve kanapenin üzerinde duran bavuluma baktıktan sonra
ürkek bir sesle:

— Efendi, sen oyuncu musun? dedi.

Bu sefer de ben, onun yüzüne baktım. Anlaşılan beni kasabalarda dolaşan tulûat
tiyatrolarının geçkince jönprömiyelerinden birine benzetmiş olacaktır. Hayatta
yaptığım işler ve vazifelerin tenevvüüne bakılırsa delikanlıya "hayır" demeğe
pek hakkım yoktu. Fakat "evet" de demedim.

— Birine mi benzettin oğlum? diye sordum.

O, sualimi işitmemiş gibi:

— Buraya oyuncular gelir, dedi. Belediye tiyatrosunda oynarlar. Komidya da


var, kanto da var, çalgı da var. Hepsi var. Onlar, yarın akşam treniyle gelirler.
Geldikleri vakit sen de gel e mi? Komidya da var, kanto da var?

Telâffuzunda, sesinde, bakışında yeni konuşmağa başlamış bir çocuk


masumluğu vardı Bilmediğimiz dünyasının bulanık fikirlerine boğulmuş,
bakmak, dinlemek, anlamak ihtiyacını duymadan kendi kendine söylenip
monash.pw tahminimde yanılmamıştım. Bu çocuk, bir meczuptu.
Biraz evvel arabacıya seslenen makasçı tekrar göründü, onu:

— Haydi çek arabanı Beyi rahatsız etme, diye azarlayarak yanımdan kovdu.
O, yırtık pabuçlarını sürüye sürüye uzaklaşırken makasçı, bana parmağıyle
şakağını göstererek:

— Kaçıktır biraz zavallı, dedi, size oyuncu musunuz? diye sordu galiba.

— Evet! Nereden anladınız?

— Herkese onu sorar da ondan

Makasçı, ayaküstü bana gayet basit kelimelerle acı bir dram anlattı:

— Bu zavallı, iyice bir adamın oğluydu. Haline bakmayın, mektepte filân da


okumuştur. Güzel yazısı vardır. Allah belâlarını versin, buraya ikide birde tiyatro
oyuncuları gelirler; aralarında uygunsuz karılar vardır. Hem memleketin parasını
çekerler, hem çoluk çocuğu baştan çıkarırlar Çoluk çocuk diyorum amma yaşlı
başlı kaç adamın da evini yıktılar İşte bu fakir oğlancık da bir oyuncu kızına
tutuldu; babası sağ olsaydı ona öyle yerlere adım attırmazdı ya Üstünden baba
baskısı kalkan çocuğun hali ne olacak? Cahil kadın Delikanlı oğlana diş
geçiremedi. Hasılı, oğlan, Nermin diye bir kokmuş kaltağa gönlünü kaptırdı
Karı da para hatırı için buna yüz mü vermiş, yoksa öteki, beriki "bunun da sende
gözü var?" diye alay mı etmiş, nedir? Oralarını pek iyi bilemiyorum. Hasılı,
oğlan tozuttu. Karı defolup gittikten sonra konu komşu bir araya toplandılar.
Anasına: "Çocuk yiyip içmeden kesildi; bu gidişle ya büsbütün çıldıracak, ya
ölecek Şunu tezelden evlendirelim de kantocu karıyı unutsun!" dediler. Amca
yanında oturan nur gibi bir kimsesiz kız da bulup nişanlandılar. Fakat anası
mızmız karı: "Dur, tarlanan birazını satayım da düğün parası hazır edeyim, dur;
oda takımı düzeyim!" diye işi uzattıkça uzattı. Derken oyuncular bir daha
gelmezler mi? Oğlan, bu kere yeniden ateş aldı "Tarlanın parasını ver.
Kantocuyu kaçıracağım. Vermezsen seni şöyle ederim, böyle ederim!" diye
anasına saldırmağa başladı. Ahalinin usluları baktılar ki kan çıkacak
Kaymakama "İlle bu oyuncuları memleketten çıkar Sen çıkarmazsan biz
kolayına bakacağız." dediler Neyse, bir gece oyuncular dükkânı, tezgâhı
toplayıp kasabadan defoldular Lâkin bu biçare de ondan sonra onmadı. Anası
kahrından öldü. Bu, günden enine işi azıttı. En sonra gördüğünüz hale girdi.
Fıkaranın kimseye bir zararı yoktur Gündüz, ya bir yere sokulup uyur, ya
sessiz sedasıfz sokaklarda dolaşır. Fakat akşam oldu mu, derdi teper. Tanrı’nın
gecesi böyledir. Tren saatine doğru istasyona gelir, oyuncuları bekler Önüne
gelene: "Sen oyuncu musun? Oyuncular geliyor mu?" diye sorar. Allah kimseye
vermesin Akıl eksikliği güç şey Demek zavallının paramparça gömleğinin
üstündeki kırmızı kıravatın hikmeti bu, belediye tiyatrosunda kanto oynamağa
gelecek sevgili ile yarım kalmış senfoniyi devam ettirmek için hazırlıkmış!

Makasçı tulûat tiyatrolarının aleyhinde bulunmakta yalnız değildir. Çok eskiden


beri bilirim. Kasabanın ağırbaşlıları, hacıları, hocaları bu kumpanyalardan daima
yaka silkmişler, hele zavallı Türk kadınları onlardan salgın ve yangından korkar
gibi korkmuşlardır. Eski zamanları bir gözönüne getirelim. Yeni yetişmiş bir
delikanlı, yahut küçük yaşta çoluk çocuğa karışmış genç bir erkek Gündüzleri
kadın diye sokakta görebildikleri şey bol bir çarşaf, sık bir peçe içinde
kaybolmuş bir heyula Delikanlı, annesiyle ablasından başka kadın tanımıyor.
Evli erkeğe gelince, o da aşağı yukarı aynı vaziyette Daha yirmisine girmeden
iki evlat anası olmuş, "Bizden artık geçti. Evlâtlarımıza bakalım!" diye, daha
çocukken ihtiyar olduğuna inandırılmış ve başına yazma yemesini bağlanarak
dünyasından geçirilmiş görgüsüz, şapşal bir kadından başka kimse görmüyor.
Misafir odasının kapısına, evin boş bir gününde, burgu ile açtığı delikten bir iki
komşu kızı veya kadını seyredebildiyse ne âlâ Bu iki insan, gecenin birinde
ellerinde fenerle zifirî karanlık sokaklardan, harlıyan, hırlıyan, uluyan köpek
sürüleri arasından geçerek, bir kalabalığın içine giriyorlar. Biraz sonra keman,
zil, davul sesleri içinde karşıdan resimli bir duvar kalkıyor; yüzü, saçları, göğsü,
kolları çıplak, öte tarafı sekiz on lambanın kamaştırıcı ışığında parıl parıl yanan
altın pullarla örtülü kadınlar ortaya atılıyorlar; olgun şeftalilere benzeyen
yanaklar üzerinde sürmeli gözleriyle oynamağa, vücudunun her tarafını ayrı ayrı
titreterek kırıtmaya başlıyorlar. Kasabanın en hovardalıkta şöhret almış
delikanlılarının, zenginlerinin bile kenar mahallelerde, bağ kulelerinde yaptıkları
âlemlerle "ha jandarma duydu, ha deveciler basacakmış" diye seksen türlü yürek
çarpıntısı içinde oynattıkları kadın bile bunlara nisbetle ne kadar sönük, ne kadar
sefil O erkeklerin bu manzara karşısında çıldırmalarından, kiminin, hikâyesini
anlattığım çocuğa dönmesinden, kiminin karısını boşamağa kalkmasından daha
tabu ne olabilir? Çocukluğumu geçirdiğim kasabalardan birine Treza diye bir
aktris gelmişti. Çok tutmuş bir kantosu vardı. Bir aralık sahnenin önüne gelerek
kendi kendine bir şeyler çalan kemanı dinler, sonra: "Karanfil deste
gider, Kokusu dosta gider, Beni gören yiğitler, Evine hasta gider" diye bir mâni
okuyarak sıçramağa başlardı. Treza, ne doğru söylüyordu. Etrafındaki yiğitlerin
tiyatrodan âdeta hasta çıktıkları gözle görünüyordu. Erkek meclisleri kadar kadın
meclislerine de girmeğe müsait bir yaşta olduğum için aynı zamanda bu
fırtınanın biçare kadınlar arasında yaptığı sarsıntıyı da gözümle görüyordum.
Şerif Dudunun —mahallede çok sevilen bir alay kâtibi kaynanası— ellerini
açarak: "Seni gören yiğitler evine hasta gider ha? Yarabbi, sen tez zamanda şu
karının canını al da çoluğumuzu, çocuğumuzu bu belâdan kurtar!" diye beddua
ettiği hâlâ gözümün önündedir.

Tulûat kumpanyalarını bu kadar çekiştirdikten sonra birdenbire ağız değiştirmek


tuhaf düşecek amma ben, onların zararından ziyade faydalarına kaniim. Bu
yorgunluktan, açlıktan yılmadan, mihneti kendilerine zevkeden uyanık ve
sevimli göçebeler yıllarca Anadolu’ya neşe, hareket ve yaşamak zevki
taşımışlardır.
TULUAT TİYATROLARI II
Anadolu’da hangi büyücek kasabaya ayak atsanız bu tulûat tiyatrolarından birine
rastgelirsiniz. Yahut hiç değilse çarşı duvarlarında kafilenin yakın bir zamanda
buraya konup göçmüş olduğunu gösteren yırtık bir ilâna tesadüf edersiniz.
Oyunlar, kasabanın bir tiyatrosu varsa, orada, yoksa bir gazinoda, hatta büyücek
bir kahvede verilir. Ahali için birkaç peyke, aralıksız kahve iskemleleri,
oyuncular için yerden birkaç karış yüksek bir kerevet, delik deşik iki boyalı
perde yeter de artar bile. Elverir ki gönüller şen olsun. Gönül şenliği meselesinde
hiç tasa çekmeyin Biraz evvel ciğer tavasıyle, fasulye piyazıyle kendilerine bir
akşam ziyafeti çekmiş, oyundan sonra başlarını sokacak bir otel yahut han odası
hazırlatmış artistler memnundur. Seyircilerin gençleri memnundur; hatta
kasabanın yüzü gülmez ihtiyarları ile görünüşte bu rezaletle alay etmeğe gelmiş
mütefekkirleri için için memnundur. Sokakta her zamankine benzeyen bir gece
hayatı Kapının önünde fenerler, bayraklar, renkli kâğıtlar üzerinde elleme
kömürü iriliğinde yazılardan bir ilân: (Komik-i şehir filân tarafından beş perdelik
"Sefahetin encamı"na komedi, dram, ayrıca aktris-i şehîre Katina, Marika, Eleni
Hanımlar tarafından kantolar, düettolar) Yedi, sekiz seneden beri bu ilânlar
aktris ve aktör resimleriyle daha modern bir şekle sokulmuş. Marikaların,
Katinaların yerini de Neclâ, Ayten, Nermin gibi yeni uydurma isimli yerli
bayanlar almıştır. Oyun başlayıncaya kadar sokakta ilânın önünde çalan mızıka
etrafa bir şenlik gecesi hareketi dağıtır. Unutmamalı ki Anadolu, bugün yavaş
yavaş kendine maletmeğe çalıştığı alafranga müziği yıllarca evvel bir defa
bunlardan işitmiştir. Amma ne kaba saba, ne iptidaî ve solo şeklinde imiş, ne
çıkar? Fiyatlar her keseye elverişlidir. Kapıda, isteyenler için pazarlık ve tenzilât
da yapılır. Bu kumpanyaların piyeslerini, repertuvarlarım da pek hor
görmemelidir. Aralarında âdeta dünya şaheserleri vardır. Gülmeyin, ezbere
söylemiyorum. "Arabın hiddeti", Şekspir’in "Otello"sudur. "Amerikan vahşileri"
Şato Briyan’ın "Atala"sından başka bir şey değildir. "Sersem kocanm kurnaz
karısı" Molier’in Jori Dandeni, "Sefahetin encamı" Emil Ojiyen’in ismi aklıma
gelmeyen bir dramıdır. Çocukken bir tulûat tiyatrosunda kocasına kızdığı için iki
çocuğunu eliyle boğazlayan bir ananın hikâyesini seyretmiş. Erkeğin karısını
"Midya Midyacığım" diye garip bir isimle çağırması tuhafıma gitmişti. O vakit
seyrettiğim komedi dramın Evripid’in meşhur Midas’ı olduğunu senelerce sonra
anladım. Tulûat piyeslerinden hangisinin altı eşelense esaslı bir Avrupa piyesinin
temellerine varılacağını çok kuvvetle tahmin ederim. Birçok kimseler bunları
tulûat aktörlerinin kendi uydurmaları zannederler. Yapısında gizli bir teknik,
insan ruhunu bilinmez bir tarafından kavrayan esrarlı bir tesiri olmayan bir
eserin otuz kırk sene çocuğu, genci, ihtiyariyle, âlim ve cahiliyle bütün bir
cemiyete kendini dinletmesi, zorla kabul ettirmesi akla sığacak şey midir?
Memleketin bellibaşlı kalemlerinden çıkmış, birçok dekor, ışık vesaire hileleriyle
allanıp pullanmış eserler Darülbedayi sahnesinde bir hafta güç belâ dayanır ve
ancak vatan ve hamiyet adına kendini dinletirken bunların basit görünüşlü bir
dikili taş gibi senelerce dayanmalarında elbette bir hikmet vardır. Amma
"tulûatçı" dediğimiz bu insanların elinde bu şaheserlerin çarpık bir iskeletinden,
sanatsız bir karikatüründen başka nesi kalmış diyeceksiniz. Bu noktada ben de
sizinle beraberim. Fakat ne yapalım. Bu şerait içinde ellerinden bu kadarı gelmiş,
bu kadarını yapmışlar. Ne ektik ki ne biçmeyi ümit edelim? Maksadım şu ki
onlar gittikleri yere karınca kararınca neşe ve hareket götürdükleri gibi bir sırık
hamalı kazancından farklı olmayan kazançlarından devlete vergilerini de
veriyorlar. Keşke hepimiz üzerimize aldığımız işleri onlar kadar başarsak

Neşe ve hareketin halk için ne kadar lâzım bir şey olduğunu, durgun ve renksiz
bir hayatın kasabaları nasıl öldürdüğünü, zekâları nasıl körlettiğini artık
biliyoruz. Asırlarca memleketin bütün mesuliyetleri gibi sanat mesuliyetini de
omuzlarında taşımış İstanbul'un, Anadolu kasabalarına gönderebildiği hemen tek
ses bu beğenmediğimiz tulûat kumpanyaları olmuştur. Memleket açık kadın
çarşafları gibi onları da hem sever, hem çekemezdi. Tulûatçılar gecelerce boğaz
tokluğuna güldürüp eğlendirdikleri kasabalardan çok kere kovularak çıkarlardı.
Hacılar, hocalar onları halkta din bağlarını gevşetmekle, kasabanın ağırbaşlı
okur-yazarları ahlâk bozmakla, çoluk çocuğa ayıp lâkırdılar öğretmekle itham
ederlerdi. Ayıp lâkırdılar! Evet, tulûatçılar yerini getirdikçe halkı güldürmek için
ayıp lâkırdılar söylemekten geri durmazlardı. Fakat doğrusu aranırsa bunlar
çoluk çocuk için, gençler için pek öyle bilinmedik şeyler değildi. Çocuklar,
sokakta, gençler kahvelerde her gün o ayıp lâkırdıların bin kat çiğ ve iğrençlerini
etraflarındakilerden duyuyorlardı. Ne yapalım çocuklar nebat değil ki camekânlı
kış bahçelerinde saklıyalım. Sokakta ne söyleniyorsa zarurî olarak
işitecekler. Aktrise âşık olanlar vardı. Fakat ne çare ki aktrist olmayana âşık
olanlar da her zaman her yerde görülüyordu. Âdi bir mevzuun, âdi bir
muhaverenin zekâyı bozması korkusuna gelince, içinde bir parça hayal olan hiç
bir şey zekâyı bozmaz. Bu oyunlar, bilâkis uyuyan zekâların uyanmasına ve
kımıldamasına yardım ederdi. Anadolu’da tulûat tiyatroları pek çabuk arkası
alınacak bahislerden değildir. Söylenecek daha birkaç sözümü bundan sonraki
makaleye bırakarak bunu otuz, otuz beş sene evvel kasabalardan birinde geçmiş
bir vaka ile bitireyim. Deve, koç, horoz güreştirmekten ve çiftliğinde kadın
oynatmaktan usanmış bir yerli zengin, bir gece bir tulûat tiyatrosuna gider ve son
derece eğlenir. Oyundan sonra kumpanya direktörünü yanma çağırır; ne kadar
zaman kalacağını sorar. Direktör: "Zamanlar fena. Yer kirasını bile
çıkaramıyoruz. Çocuklar aç kalıyor. Yarın gece de bu geceki gibi hasılat yapıp
yol parası toplarsak niyetim İzmir’e inmek Bakalım, Ramazanı orada
geçirelim!" der. Bu havadis, yerli zengini hiç memnun etmez :

— Sen, Ramazanda da burada kal! Yer kirasını ben vereceğim. Başka


masraflarını da koruyamazsan tamamlarım.

Böyle sigortalı bir işe girmek direktörün canına minnettir. O geceden itibaren
kumpanya, zenginin himaye ve emri altına girer. Beş on gün neşe içinde çalışır;
akşamları aktrislere çiftlikten karavanalarla yemek gelir; geceleri oyundan sonra
gene hep bir arada çiftliğe gidilir, sahura kadar sazla, sözle vakit
geçirilir. Kumpanyanın kel bir tiranı varmış. Tiran, tiyatro dilinde cinayet ve fena
insan rolleri yapan aktrist demektir. Bir gece zengin, direktörü yanma çağırır:

"— Kumpanyadan çok memnunum, der, hakikaten güzel oyunlar çıkarıyorsunuz.


Yalnız aranızda uygunsuz geçimsiz bir herif var. Bakıyorum her gece bir
münasebetsizlik çıkarıyor: ya birini öldürmeğe, ya kızı sevdiğinden ayırmağa
kalkıyor. Oyunun tadını kaçırıyor, defediver."
TULÛAT TİYATROLARI III
Çocukken "Rumuziil Edeb" de okumuştum: Galiba Adapazarı'nda bir ihtiyar
Çerkez’e kasabanın nüfusunu soruyorlar. Kendisinden gökteki yıldızların sayısı
nevinden abes bir şey sorulmuş gibi alay ederek: "Kim saymış ki bile?"
diyor. Osman Senai de aynı senelerde yazdığı bir makalede bellibaşlı bir adamın
kendisine : "Bizde dört yüz bin top var mı acaba?" diye sorduğunu
yazıyordu. Gene o zamanlarda bir adliyeciden dinlemiştim: Bitlis taraflarında bir
eşkiyayı on beş seneye mahkûm etmişler. Eşkiya, kararı dinledikten sonra: "On
beş sene kasımı bulur mu ki? Bittiğinde bana haber edersiniz" demiş; yani bu
adamda on beş ve sene mefhumları yokmuş. Osman Senai'nin bellibaşlı
adamında dört yüz bin adedi ve top hakkında bir fikir bulunmadığı gibi. Çok
şükür, bu korkunç hesapsızlık, kitapsızlık senelerinden uzaktayız. Kaç insan, kaç
mektep, kaç fabrikamız bulunduğunu, bir yıl içinde memlekete ne kadar mal ve
para girip çıktığını aşağı yukarı biliyoruz. Yalnız, acaba bugün Anadolu’da kaç
göçebe tiyatro ve tiyatro artisti var; bunu öğrenmeyi merak ettik mi? Sualimi
gülünç bulanlar: "İş artık buna mı kaldı?" diyecek olanlar çoktur. Fakat ben bu
fikirde değilim. Bugün Anadolu’da dolaşan tulûat kumpanyalarının sayısı
oradaki lise ve ortamekteplerimizin sayısından çok fazladır. Yalnız tiyatro
vergilerini toplayan resmî memurlardan basit bir tahkikat yapsak şaşılacak bir
rakam karşısında kalacağımıza hiç şüphe etmemeliyiz. Evet, Anadolu’daki tulûat
tiyatroları orta kültür müesseselerinden çok fazladır. Hem de şu farkla ki
mektebin talebesi senelerce aynı, iki yahut üç yüz talebedir, fakat tulûat
sahnelerinin seyircileri her gece değişir. Anadolu’da kaç kitap, kaç mecmua
okunuyor? Bunu ne siz sorun; ne Ankara Caddesi'nin kitapçıları söylesin. Fikir
terbiyesi vasıtası olarak radyodan istifademiz nedir? Şimdiye kadar hiç. O,
şimdilik bizi kelimesiz, fikirsiz bir yeni âhenge alıştırmağa çalışıyor. Bundan
sonra dillenir de halk terbiyesi için faydalı bir şeyler söylerse ne mutlu! Buna
mukabil yüzlerce tulûat sahnesi her gece topladığı birçok genç insana durmadan
söylüyor. Hem onların söyledikleri saatler ruhların en ziyade açıldığı, duygu ve
fikir olarak ne duyarlarsa plak gibi kapıp zaptettiği saatlerdir. Müzikle, dansla
gevşemiş insanlarm sahnedeki boyalı kadın gibi mücerret fikirlere de vurulmağa
müsait bulundukları zaaf saatleri Kantolardan sonra başlayan bu oyunların halk
üzerinde, izi ölünceye kadar silinmeyen çocukluk masalları kadar tesiri
vardır. Onlarda ders ve propaganda kokusu sezilmemesi de tesirlerini arttıran
sebeplerdendir. Propagandadan şüphe ederlerse yengeç kokusu almış midye gibi
sımsıkı kapanırlar. "Sana propaganda yapıyorum" demek insanlara "seni
kandıracağım" demek gibi bir şey gelir. Söyleyeceğin şey benim esasen kabul
ettiğim bir hakikat ise neden propagandaya lüzum görüyorsun? Bir gece birkaç
arkadaş bir tulûat tiyatrosundaydık. Fedr’e benzeyen bir piyes oynanıyordu:
Kadın, üvey oğlunun kendine sataşmak istediği yolunda bir yalan söylüyor.
Baba, bağırıp çağırıyor. Şöyle bir şey Baba, lâkırdısını bilmeyen son derece
cahil ve iptidaî bir aktördü. Saçını, başını yolarak "üvey anandan başka kadın
bulamadın mı haylaz?" diye bağırınca kendimizi tutamadık; gülmeğe
başladık. Biraz ilerimizde oturan ve piyesi vecd içinde dinliyen bir efe hiddetle
döndü: "Oldu mu ya? Gülünecek şey mi bu, yahu?" diye söylendi. Bu belki tabiî
bir zamanında oyundaki üvey oğlun yapmadığını yapacak, üstelik babasını da eli
titremeden doğrayabilecek bir adamdı. Fakat tulûatçıların iptidaî sanatı, bu saat
için onu burnundan yakalamış, bütün ahlâk ve insanlık duygularım harekete
getirmişti. Kızı Zühre’yi evlâtlığı Tahir’le evlendirmek isteyen babanın sarığına
birtakım münafıklar büyü sokarlar. Adamcağız, birdenbire değişerek "olmaz,
olmaz" diye bağırmağa başlar ve Tahir’i yaka paça sokağa, yahut hapse
attırır. Tahir, o esnada Zühre’ye manzum bazı lâkırdılar söyler. Şiirin o kadar
sırası değildir ve tulûat Tahir’leri bu beyitleri o kadar kötü ve gülünç bir âhenkle
okurlar ki, kendinizi tutamayıp gülersiniz. Rüyasından uyandırdığınız halktan
derhal bir şikâyet sesi yükselir : "Yahu, herifler ayrılıyorlar Bu, gülünecek şey
değil, ağlanacak şey" Hülâsa, seyirciler bu piyesler karşısında öyle bir çocuk
inanışıyle kendilerinden geçerler, kısa bir zaman için öyle temiz ve doğru ruhlu
olurlar ki aralarından sahnedeki cadıya süâh çekenler bile çıkar. Bu tiyatrolara
biraz emek ve ehemmiyet verilmiş olsaydı, halka ne güzel şeyler telkin etmek
mümkün olurdu.

Evvelki yazılarımda da söylediğim gibi zavallıların bu düşkün vaziyetlerinde


yaptıkları hizmet de gene bir şeydir. Dilleri bozuktur; konuşmaları bayağıdır.
Fakat seyircilerden çoğunun dışarıda işittikleri de bundan daha düzgün ve
yüksek bir şey değildir. Bazı nükteleri müstehcenden hangi tarihte kendini
kurtardı? Fazla olarak bu oyunlar ananevi ahlâka hemen daima sadık
kalmışlardır. Onlarda iyi ile fena birbirinden kaim çizgilerle ayrılır. Vakalar
halkın daima iyilerle beraber yürüyeceği şekilde tertip edilmiştir. Piyesin
sonunda cinayet ve haksızlık hakikî dünyamızdakinden daha büyük bir isabetle
cezasını görür. Kumpanya ruhu demek olan komik; ahlâklı ve sempatik bir
adamdır; oyun esnasında bazen sapıtacak bile olsa sonunda mutlaka haklının
tarafına geçer. Tulûat piyesleri derebeylik yadigârı olduğu gibi onlarda polise,
hâkime hemen hiç tesadüf edilemez. Fenalar iyilerin eliyle cezalarını bulurlar.
Bazen tabiatın adaleti denen şeyin müdahalesi de görülür. Meselâ katile yıldırım
çarpar. Çok kere hakikati meydana çıkarmak ve caninin cezasını vermek işini
kumpanyanın komiği üzerine alır, fakat gene de doğrudan doğruya kan dökmek
suretiyle kendini cellât vaziyetine düşürmez. Meselâ caninin suratına uzun fesini
atar; o da korkudan yüreğine inerek titriye titriye ölür.

Fazla uzatmayayım; Anadolu'da yüzlerce tulûat kumpanyası vardır. Birçok bin


insan her gece dişinden, tırnağından artırdığı para ile bunları seve seve
dinliyor. Sanat tiyatrosu denilen şeyi yakın bir istikbalde bunların yerine
koymamıza imkân yoktur. Bence yapılacak şey bu tiyatroların çok eskimiş
piyeslerini —asıllarındaki tadı ve keyfi bozmadan— yenileştirmek ve yeni
hayata uydurmak; bir de repertuara aynı sadelikte yeni piyesler ilâvesine
çalışmak olacaktır. Onlar, gene ufak tefek tulûatlarını yapmakla beraber, yazılı
piyeslerden oynamağa alıştırılır, tekslerin dil ve fikir itibariyle daha düzgün
şeyler olması temin edilirse halk terbiyesi noktasından ehemmiyetli bir iş
görülmüş olur.
KAHVELER I
Anadolu’yu gezenlerin kahvelerden şikâyet etmeleri âdet olmuştur: Bir kasabada
on iki dükkân varsa mutlaka bunun dördü, beşi kahvedir. Memlekette ne kadar
tembel, işsiz, serseri varsa buralara dolar Pislik burada, kumar burada, kavga,
dedikodu, hasılı, ne kadar istemediğiniz şey varsa buradadır Memleketin
ilerlemesine engel olan bu miskin yurtlarına ne zaman paydos diyeceğiz? Bu
satırları küçük bir kasabada rastgele girdiğim bir kahvede, vakit öldürmek için
yazıyorum. Saat daha altı buçuk; yani, İstanbul’da çoluk çocuğun sinema
matinelerine gittikleri saat. Halbuki biz, burada gecenin ortasında
gibiyiz. Yemek, çoktan yendi; dükkânlar çoktan kapandı. Sokakta bizim asma
lambamızın ışığından başka ışık yok. Lambanın tütün dumanile daha bulanmış
görünen ışığında etrafıma bakıyorum. Duvar kenarlarındaki peykeler dolu,
ortadaki irili ufaklı masaların etrafı dolu. Tavla pulları, dominalar, iskambil
kâğıtları durmadan şakırdıyor. Dokuma peştemallı kahveci, arasıra ocaktan
çıkarak ortadaki büyük saç sobaya bir odun, tezgâhın önündeki hunili gramofona
bir gazel, yahut taksim plağı koyuyor. Karşı köşe galiba memurlara mahsus
Fötr şapkalarını, ortalarını kırmadan, melon gibi giymiş dört kişi kâğıt oynuyor;
ötekiler onları seyrediyorlar, aralarında konuşuyorlar. Yahut gazete okuyorlar.
Yanımdaki masada yetmişlik bir ihtiyarın etrafında birkaç sakallı oturuyor.
Arasıra kulağıma gelen kelimelerden anlaşıldığına göre bir mütekait general
İhtiyarlık, acı şey! İri heybetinden yalnız süngü ucu gibi sivri Alaman bıyıkları
kalmış Daha ötede muhabbete, oyuna dalmış esnaf, yarın kurulacak pazara
inmiş köylüler, kılıksız serseriler Hasılı, tam kahve düşmanlarının tasvir ettiği
kahve Burasını boşaltıp asma lambalarını, teneke ocağını söndürmek, kapısını
kilitlemek hakikaten güzel icraat olacak. Güzel amma burasım kapatırsan biz bu
kadar kişi bu saatte nereye gideceğiz? Ben neyse ne Bugün varsa yarın yok
Gelgeç bir misafir Fakat ötekiler ne yapacaklar? Şu neredeyse sobanın içine
girecek başı, boynu sarılı ihtiyarın evde acaba ateşi var mı? Bekleyeni var mı?
Karısının bu zamana kadar yaşamış olması şüpheli Fakat sağsa bile her halde
çekilmez bir acuze olmuştur, yahut da kötürüm filândır. Buraya evdeki çoluk
çocuk kavgasından, yahut neşesinden kaçmadığını, o gürültüden sonra bu tavla
zarı şakırtılarını bir İspanyol dansözünün kantanyetlerini dinler gibi zevkle
dinlemediğini ne biliyoruz? İhtiyar uykuları ne kadar kısaysa geceler o kadar
uzun. İçinde artık bulunmayan sıcak ve rahat köşeyi arar gibi durmadan
döndüğü, kıpırdandığı yatağa şimdiden girerse sabahı nasıl
bekliyecek? Kahvenin kapanması, başlarında şapkalarıyle kâğıt oynayan
memurlara da dokunacak. Onlar, sabahtan akşama kadar evrak kaydetmek cetvel
doldurmak, bordro yapmak gibi ehemmiyetli idare işleriyle uğraştılar; zihinleri
yoruldu. Yatmağa gitmeden evvel biraz eğlenmeğe iki insan yüzü görmeğe
ihtiyaçları var. Yaşları daha genç görünüyor, fakat buralarda yapılan ilk iş eli
ekmek tutar tutmaz dünya evine girmek olduğu için kim bilir kaç sene evvel
evlendiler. Hatta aralarında belki, büyükbaba olanı bile vardır. Bayanlarıyla
konuşacakları lâkırdılar her halde çoktan tükenmiş olacaktır. Eskiden üçer, beşer
yıl ara ile ikinci, üçüncü evlenmeler oluyor ve bu, aile hayatına az çok değişiklik
getiriyordu. Şimdi, o da yok. Eve yatma zamanından evvel dönülürse can
sıkılıyor; kavga çıkıyor. Bunlar, kasabanın ileri gelenleri, okuyup yazmışları
Neye meselâ kitap okumuyorlar? Hem iyi bir vakit geçirirler; hem kültürlerini
genişletirler. "Niye kitap okumuyorlar?" demek "niye piyano çalmıyorlar?"
demek gibi bir şeydir. Kafayı kitap okumağa alıştırmak, parmakları piyano
çalmağa alıştırmaktan kolay değildir. Ona göre yetişmek, hazırlanmak lâzım
gelirdi. Okumak, bir kitaptan alınan elemanlarla kendine bir manevî dünya
yapmak, onun içinde tek başına yaşayabilmek demektir. Bu, tâ çocukluktan
başlamış uzun itiyatlar ve egzersizler neticesidir. Ekseri zekâlar işlemek için
mütemadiyen dürtüşlenmeğe muhtaçtır; bu ise ancak konuşmalar, münakaşalar,
şakalarla olur. Hatta o heyecanlar, ağız dalaşları içinde oynanan kâğıt, tavla
oyunlarına da pek hor bakmamak lâzımdır. Kafa ve ruh sıhhati için en büyük
tehlike demek olan durgunluğu, heyecansızlığı gideren herşey
faydalıdır. Zararına gelince, böyle yerlerde bu nevi kumarbazlığın getireceği
zarar nihayet iki fazla kahve parasıyle bir paket tütünden ibarettir.

Gelelim işsizlere: "Birçok kimseler çalışmıyor, çünkü kahveye gidiyor"


denilmekte Doğru, fakat eski mantıkçıların dedikleri gibi kaziyenin aksi de
bana aynı derecede sahih görünüyor: "Birçok kimseler kahveye gidiyorlar.
Çünkü iş bulamıyorlar." İş bulamayanlar kahveden de sürülüp çıkarılırlarsa
bilmem artık nereye giderler? Mamafih, işlilerle işsizlerin de pek farkını
göremiyorum. Bulunduğum kasabada dükkânlardan birçoğu haftada ancak
birkaç gün açılıyor İş az, müşteriler muayyen ve malum olduğu için başka türlü
yapılmasına da sebep yok Esnafın, çengele asılı et parçaları, yahut pirinç
çuvalları, leblebi tenekeleri, süpürge ve gaz şişesi hevenkleri arasında oturacağı
yerde karşıki kahvede oturması işe zarar getirmediği gibi bu muhit değiştirme,
kendisinin zihin ve karakter terbiyesi üzerinde de pek müessir olmaz sanırım.
Sonra, toprakla uğraşanlar senenin bir kısmında boş demektir. Bunların, mutlak
işinin başında bulunsunlar diye, elinde değnekle tarlalarında dolaşmaları
istenemez. Yarınki pazarda mal satmağa gelmiş şu köylüler, kasabanm
misafirleri Bu kalabalıktan ve ışıktan çok memnun görünüyorlar Belki de
İstanbul’un sabahçı kahvelerinde olduğu gibi geceyi burada, şu peykelerdeki
eski, fakat yumuşak minderlerin üstünde geçirecekler

Fakat bana öyle geliyor ki kahvenin kapanması en çok yanımdaki Alaman


bıyıklı ihtiyar mütekaide dokunacak. Kendisiyle bu mesele hakkında konuşsam
şunları söyliyeceğini tahmin ediyorum:

— Bir ucu buradaysa bir ucu kasabanm dışında bir insan kütlesi bir zaman ben
"dur!" deyince durur, "arş ileri!" deyince yürürdü. İhtiyarlık kepaze şey! Şimdi,
çoluk çocuk evde ensemde boza pişiriyorlar Şurada beni tanıyan bir iki dost
var. Etrafımı alıyorlar, hatıralarımı hürmetle dinliyorlar. Bunları da dağıtırsak
bilmem ne yaparız?

Hasılı bu kahveler de kapanırsa buralarda guruptan sonra gece hayatı, medenî


hayat namına kalan tek ışıklar da sönmüş olacaktır.
KAHVELER II
kışında Rus muharrirlerinden Zarhi ile garp vilâyetlerinde bir seyahat
yapmıştık. Bursa’da bulunduğumuz sırada bir gün Uludağ’a çıkmak istedik.
Şoför yolların bozukluğu sebebiyle ancak Kirazlı Yayla'ya kadar
gidebileceğimizi söyledi. Hiç yoktansa ona da razı olduk. Yola çıktığımız zaman
etrafta hafif bir sis vardı. Çongara’yı geçtikten sonra bu sis arttı. Âdeta kalın bir
yağmur bulutu içine girdik ve etrafı değil, gittiğimiz yolu göremez olduk. Zaten
akşama iki saat kalmış olduğu için yolun genişçe bir yerini bulup otomobili geri
çevirmekten başka yapılacak iş kalmıyordu. Bu esnada gözüme bir köy kahvesi
ilişti. Etrafım kuşatan sarmaşıkların kurumuş kızıl yapraklan hâlâ dökülmemiş
viran bir yapı Zarhi, bunu pitoresk bir sinema dekoruna mı benzetti nedir,
içinde mutlaka bir fincan kahve içmek istedi. Bizi yedi sekiz basamaklı bir

KORKUT ATA TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ Korkut Ata Journal of Studies in Turcology Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi The Journal of International Turkish Language & Literature Research ULUSLARARASI HAKEMLİ DERGİ/ INTERNATIONAL REFEREED JOURNAL ISSN: Sayı 7/ NİSAN Issue 7/APRİL OSMANİYE KORKUT ATA TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ Korkut Ata Journal of Studies in Turcology Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi The Journal of International Turkish Language & Literature Research ISSN: Kuruluş Tarihi: Sayı 7/ NİSAN Issue 7/ APRİL Editör Kurulu / Editorial Board: Prof. Dr. Yunus KAPLAN (Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi, Osmaniye/Türkiye) Arş. Gör. Zahide EFE (Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi, Osmaniye/Türkiye) YAYIN KURULU / Editorial Board Prof. Dr. Bekir ŞİŞMAN (Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Samsun/Türkiye) Prof. Dr. Benedek PÉRİ (Budapeşte Eötvös Lorand Üniversitesi, Budapeşte/Macaristan) Prof. Dr. İsmail Hakkı AKSOYAK (Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi, Ankara/Türkiye) Prof. Dr. Juliboy Eltazarov (Semerkant Devlet Üniversitesi, Semerkant/Özbekistan) Prof. Dr. Oğuz KARAKARTAL (Lefke Avrupa Üniversitesi, Lefke/KKTC) Prof. Dr. Ozan YILMAZ (Sakarya Üniversitesi, Sakarya/Türkiye) Prof. Dr. Osman ÜNLÜ (Bandırma On Yedi Eylül Üniversitesi, Balıkesir/Türkiye) Doç. Dr. Afag MEMMEDOVA (Bakü Devlet Üniversitesi, Bakü/Azerbaycan) Doç. Dr. Sema ÖZHER KOÇ (Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi, Osmaniye/Türkiye) Doç. Dr. Yılmaz IRMAK (Sütçü İmam Üniversitesi, Kahramanmaraş/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Nurdin USEEV (Kırgızistan Türkiye Manas Üniversitesi, Bişkek/Kırgızistan) Dr. Gerelmaa NAMSRAI (Moğolistan Devlet Üniversitesi/Moğolistan) DANIŞMA KURULU / Advisory Board Prof. Dr. Ahmet İÇLİ (Batman Üniversitesi, Batman/Türkiye) Prof. Dr. Selçuk ÇIKLA (Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Samsun/Türkiye) Prof. Dr. Edith Gülçin Ambros (Viyana Üniversitesi, Viyana/Avusturya) Doç. Dr. Elçin İbrahim (Milli İlimler Akademisi, Bakü/Azerbaycan) Doç. Dr. Firengiz KERİMLİ (Bakü Devlet Üniversitesi, Bakü/Azerbaycan) Doç. Dr. Ramazan EKİNCİ (Celal Bayar Üniversitesi, Manisa/Türkiye) Doç. Dr. Yakup YILMAZ (İstanbul Medeniyet Üniversitesi, İstanbul/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Özkan UZ (Munzur Üniversitesi, Tunceli/Türkiye) Dr. Maral TAGANOVA (Türkmenistan İlimler Akademisi, Aşkabat/ Türkmenistan) Dr. Azzaya BADAM (Moğolistan Devlet Üniversitesi, Ulanbator/Moğolistan) Dr. Nuri BRİNA (Prizren “Ukshin Hoti'” Üniversitesi, Prizren/Kosova) Alan Editörleri / Field Editors Eski Türk Edebiyatı / Classical Turkish Literature Prof. Dr. Yakup POYRAZ (Sütçü İmam Üniversitesi, Kahramanmaraş/Türkiye) Yeni Türk Edebiyatı / New Turkish Literature Doç. Dr. Mehmet GÜNEŞ (Marmara Üniversitesi, İstanbul/Türkiye) Halk Edebiyatı / Folk Literature Doç. Dr. Ayhan KARAKAŞ (Çukurova Üniversitesi, Adana/Türkiye) Türk Dili / Turkish Language Doç. Dr. Salih DEMİRBİLEK (Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Samsun/Türkiye) Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları / Contemporary Turkish Dialects and Literatures Dr. Fatih KURTULMUŞ (Ardahan Üniversitesi, Ardahan/Türkiye) Türk Dili ve Edebiyatı - Türkçe Eğitimi / Turkish Language and Literature - Turkish Education Doç. Dr. Sami BASKIN (Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Tokat/Türkiye) Yabancı Dil Editörü / Foreign Language Editor Prof. Dr. Bülent KIRMIZI (Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi, Osmaniye/Türkiye) NİSAN SAYININ HAKEMLERİ /Referees of 7th Issues (April, ) Prof. Dr. Alpay Doğan Yıldız (Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Tokat/Türkiye) Prof. Dr. Bekir Şişman (Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Samsun/Türkiye) Prof. Dr. Fatih Sakallı (Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi, Ankara/Türkiye) Prof. Dr. Hacer Tokyürek (Erciyes Üniversitesi, Kayseri/Türkiye) Prof. Dr. Hakan Özdemir (Giresun Üniversitesi, Giresun/Türkiye) Prof. Dr. Halil İbrahim Şahin (Balıkesir Üniversitesi, İzmir/Türkiye) Prof. Dr. İdris Nebi Uysal (Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi, Karaman/Türkiye) Prof. Dr. İlhan Genç (Düzce Üniversitesi, Düzce/Türkiye) Prof. Dr. Mehmet Ali Yolcu (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Çanakkale/Türkiye) Prof. Dr. Muhsine Börekçi (Atatürk Üniversitesi, Erzurum/Türkiye) Prof. Dr. Murat Kacıroğlu (Erzurum Teknik Üniversitesi, Erzurum/Türkiye) Prof. Dr. Murat Koç (Marmara Üniversitesi, İstanbul/Türkiye) Prof. Dr. Mustafa Karabulut (Adıyaman Üniversitesi, Adıyaman/Türkiye) Prof. Dr. Mustafa Toker (Selçuk Üniversitesi, Konya/Türkiye) Prof. Dr. Üzeyir Aslan (Marmara Üniversitesi, İstanbul/Türkiye) Doç. Dr. Abdulkadir ATICI (Kırklareli Üniversitesi, Kırklareli /Türkiye) Doç. Dr. Adem Balkaya (Kafkas Üniversitesi, Kars/Türkiye) Doç. Dr. Atıf Akgün (Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü, İzmir/Türkiye) Doç. Dr. Can Şen (Bartın Üniversitesi, Bartın/Türkiye) Doç. Dr. Dilek Çetindaş (Pamukkale Üniversitesi, Denizli/Türkiye) Doç. Dr. Ebru Özgün (Anadolu Üniversitesi, Eskişehir/Türkiye) Doç. Dr. Emrah Bozok (Milli Savunma Üniversitesi, İstanbul/Türkiye) Doç. Dr. Esra Tiryaki (Mustafa Kemal Üniversitesi, Hatay/Türkiye) Doç. Dr. Ferda Zambak (Aydın Adnan Menderes Üniversitesi, Aydın/Türkiye) Doç. Dr. Gönül Reyhanoğlu (Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi, Hatay/Türkiye) Doç. Dr. Hacı İbrahim Demirkazık (Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi, İzmir/Türkiye) Doç. Dr. İbrahim Sona (Yıldız Teknik Üniversitesi, İstanbul/Türkiye) Doç. Dr. İncinur Atik Gürbüz (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Konya/Türkiye) Doç. Dr. Kemal Göz (Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi, Karaman/Türkiye) Doç. Dr. Mehmet Emin Bars (Bingöl Üniversitesi, Bingöl/Türkiye) Doç. Dr. Mehmet Soğukömeroğulları (Gaziantep Üniversitesi, Gaziantep/Türkiye) Doç. Dr. Meriç Güven (Uşak Üniversitesi, Uşak/Türkiye) Doç. Dr. Mevlüt Gülmez (Akdeniz Üniversitesi, Antalya/Türkiye) Doç. Dr. Nilüfer İlhan (Bozok Üniversitesi, Yozgat/Türkiye) Doç. Dr. Nurettin Hatunoğlu (Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi, Zonguldak/Türkiye) Doç. Dr. Perihan Ölker (Selçuk Üniversitesi, Konya/Türkiye) Doç. Dr. Ramis Karabulut (Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi, Niğde/Türkiye) Doç. Dr. Salih Demirbilek (Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Samsun/Türkiye) Doç. Dr. Serpil Özdemir (Bartın Üniversitesi, Bartın/Türkiye) Doç. Dr. Sevim Şermet (Sinop Üniversitesi, Sinop/Türkiye) Doç. Dr. Şener Şükrü Yiğitler (Bitlis Eren Üniversitesi, Bitlis/Türkiye) Doç. Dr. Şerife Yalçınkaya (Ege Üniversitesi, İzmir/Türkiye) Doç. Dr. Tahir Aşirov (Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi, Zonguldak/Türkiye) Doç. Dr. Tolga Öntürk (Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Van/Türkiye) Doç. Dr. Türkan Yeşilyurt (Sinop Üniversitesi, Sinop/Türkiye) Doç. Dr. Ümit Özgür Demirci (Düzce Üniversitesi, Düzce/Türkiye) Doç. Dr. Yılmaz Irmak (Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Kahramanmaraş/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Altuğ Ortakcı (Hitit Üniversitesi, Çorum/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi B. Tahir Tahiroğlu (Çukurova Üniversitesi, Adana/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Bahanur Garan Gökşen (İstanbul Arel Üniversitesi, İstanbul/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Bilge Esirgen (Kırşehir Ahi Evran Üniversitesi, Kırşehir/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Burak Armağan (Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi, Ağrı/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Burak Çavuş (Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Tokat/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Caner Solak (Erzurum Teknik Üniversitesi, Erzurum/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Cavit Güzel (Amasya Üniversitesi, Amasya/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Çetin Yıldız (Aksaray Üniversitesi, Aksaray/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Dinçer Atay (Kafkas Üniversitesi, Kars/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Fadime Tikbaş Apak (Adıyaman Üniversitesi, Adıyaman/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Fatih Çelik (Erciyes Üniversitesi, Kayseri/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Filiz Güven (Sinop Üniversitesi, Sinop/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Gülşah Gaye Fidan (Gaziantep Üniversitesi, Gaziantep/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Handan Belli (İnönü Üniversitesi, Malatya/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Hatice Kübra Uygur (Mardin Artuklu Üniversitesi, Mardin/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Hulusi Eren (Muş Alparslan Üniversitesi, Muş/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Hüseyin Aksoy (Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi, Karaman/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi İdris Söylemez (Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi, Nevşehir/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Kudret Savaş (Afyon Kocatepe Üniversitesi, Afyonkarahisar/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Mevlüt Gülmez (Akdeniz Üniversitesi, Antalya/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Neşe Oktay (Artvin Çoruh Üniversitesi, Artvin/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Nilay Kınay (Hakkari Eğitim Fakültesi, Hakkari/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Nimet Kara Kütükçü (Karabük Üniversitesi, Karabük/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Nurgül Sucu Köroğlu (Selçuk Üniversitesi, Konya/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Osman Özer (Bingöl Üniversitesi, Bingöl/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Sait Yılter (Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi, Ağrı/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Seçil Dumantepe (İzmir Katip Çelebi Üniversitesi, İzmir/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Semih Delil (Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi, Ankara/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Serdar Deniz Özdemir (Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi, Zonguldak/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Şebnem Şerife Ördek (Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi, Nevşehir/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Tuğba Akkoyun Koç (Bayburt Üniversitesi, Bayburt/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Yusuf Gökkaplan (Kapadokya Üniversitesi, Nevşehir/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Zehra Yazbahar (Gümüşhane Üniversitesi, Gümüşhane/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Zeliha Gaddar (Çankırı Karatekin Üniversitesi, Çankırı/Türkiye) Dr. Öğr. Üyesi Burak Çavuş (Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Tokat/Türkiye) Dr. Ahmet Kavaklıyazı (Selçuk Üniversitesi, Konya/Türkiye) Dr. Ahmet Vurgun (Marmara Üniversitesi, İstanbul/Türkiye) Dr. Asuman Gürman Şahin (Ege Üniversitesi, İzmir/Türkiye) Dr. Cengiz Eken (T.C. Milli Eğitim Bakanlığı) Dr. Elif Şebnem Kobya Demirci (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Rize/Türkiye) Dr. Erkan Kalaycı (Kırklareli Üniversitesi, Kırklareli/Türkiye) Dr. Esengül Uzunoğlu Sayın (Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Tokat/Türkiye) Dr. Feyza Bulut (Dicle Üniversitesi, Diyarbakır/Türkiye) Dr. Kazım Çandır (Çankırı Karatekin Üniversitesi, Çankırı/Türkiye) Dr. Mustafa Dere (Ordu Üniversitesi, Ordu/Türkiye) Dr. Mustafa Orhan (Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Ankara/Türkiye) Dr. Mutlu Melis Özgeriş (Atatürk Üniversitesi, Erzurum/Türkiye) Dr. Ömer Uyan (İnönü Üniversitesi, Malatya/Türkiye) Dr. Özgül Özbek Giray (Artvin Çoruh Üniversitesi, Artvin/Türkiye) Dr. Özlem Ünalan (Bayburt Üniversitesi, Bayburt/Türkiye) Dr. Sezin Seda Altun (İstanbul Medeniyet Üniversitesi, İstanbul/Türkiye) Dr. Veli Kılıçarslan (Atatürk Üniversitesi, Erzurum/Türkiye) Dr. Yeşim Çağlar (Namık Kemal Üniversitesi, Tekirdağ/Türkiye) Sekreterya / Secretariat Arş. Gör. Zahide EFE (Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi, Türkiye) YÖNETİM MERKEZİ ve POSTA ADRESİ/ Management Center and Post Address Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Karacaoğlan Yerleşkesi Osmaniye/Merkez YAYIN TÜRÜ/ Type of Publication Uluslararası Hakemli Süreli (yılda 3 sayı) Yayındır. İLETİŞİM BİLGİLERİ/ Correspondence Address E-Posta: [email protected] Web: monash.pw There any Accusative Case Without Suffix? Enes Yıldız, Tevşîhu’l-Letâ‘if, Sonçağ Yayınları, Ankara, Dr. Enes Yıldız, Tevşîhu’l-Letâ‘if, Sonçağ Publishing, Ankara, (ISBN: ) Abdullah UÇAR Mustafa Günay, Şiire Felsefeyle Yönelmek, Çizgi Kitabevi, Konya, Mustafa Gunay, Tending to Poetry Through Philosophy, Çizgi Bookstore, Konya, Orhan Aytuğ TOLU Uğurlu, Y. S. (). “Anadolu Notları”nda Reşat Nuri Güntekin’in Çocukluğuna Dair İzler. Korkut Ata Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 7, KORKUT ATA TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi The Journal of International Turkish Language & Literature Research ║ Sayı/Issue 7 (Nisan/April ), s. ║ Geliş Tarihi-Received: ║ Kabul Tarihi-Accepted: ║ Araştırma Makalesi-Research Article ║ ISSN: ║ DOI: /korkutataturkiyat “Anadolu Notları”nda Reşat Nuri Güntekin’in Çocukluğuna Dair İzler The Traces of Reşat Nuri Güntekin’s Childhood in “Anadolu Notları” Yavuz Selim UĞURLU Öz Cumhuriyet Dönemi’nin önde gelen roman, hikâye ve tiyatro yazarlarından Reşat Nuri Güntekin’in () “Anadolu Notları” adlı yapıtı; gezi yazısı, anı ve deneme türünün özelliklerini bünyesinde barındırmaktadır. Eser, yazarın müfettişlik görevi sebebiyle Anadolu’ya yaptığı gezilere ilişkin notlarını kitaplaştırmasıyla oluşturulmuştur. Eser iki ciltten oluşmaktadır. Birinci cildin ilk baskısı ’da, ikinci cildin ilk baskısı ise ’da yapılır. Birinci ciltte yirmi yedi, ikinci ciltte yirmi beş olmak üzere “Anadolu Notları”nda toplamda elli iki not yer almaktadır. Eserde Anadolu’nun ’lu yıllardaki sosyal ve kültürel hayatıyla ilgili yazarın çeşitli görüş ve izlenimleri yer almaktadır. “Anadolu Notları”ndaki temel konuları şu şekilde sıralayabiliriz: Anadolu coğrafyası ve Anadolu insanı, fakirlik, eğitim, sağlık, ulaşım, din, misafirperverlik, tiyatro, kahvehane kültürü, para. Yazarın “Anadolu Notları”nı kaleme almasında çocukluğunu Anadolu’da geçirmesinin ayrıca Milli Eğitim Bakanlığındaki müfettişlik görevi sebebiyle Anadolu’nun birçok yerine seyahatler yapmasının payı büyüktür. Bu çalışmanın giriş kısmında sırasıyla; yazarın hayatı, sanatı ve eserleri hakkında bilgi verilmiştir. Ardından eserin tanıtımı yapılmıştır. Son olarak da bu eserin oluşmasında yazarın çocukluğunun katkısı kısaca belirtilmiştir. Bu çalışmanın en kapsamlı kısmı olan “Anadolu Notları”nda Reşat Nuri Güntekin’in çocukluğuna dair izler” başlıklı kısımdaysa metinlerden alıntılar yapılmak suretiyle yazarın çocukluk hatıralarının, çocukluğunda dinlediği veya okuduğu hikâyelerin esere olan katkısı gösterilmiştir. Bu çalışmayla, Reşat Nuri Güntekin’in çocukluğuna dair izlerin “Anadolu Notları”na ne şekilde yansıdığı ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Reşat Nuri Güntekin, gezi yazısı, Anadolu Notları, çocukluk. Abstract “Anadolu Notları” by Reşat Nuri Güntekin (), one of the leading novelists, story authors and playwrights of the Republican period, contains the features of the travel writing, memoir and essay genre. The work was created by the author’s collecting his notes on his trips to Anatolia because of his duty as an inspector into a book. The work consists of two volumes. The first edition of the first volume was published in and the first of the second volume was published in Twenty-seven notes in the first volume and twenty-five in the second volume, fifty-two notes in total, are included in the “Anadolu Notları”. The work contains various opinions and impressions of the author regarding the social and cultural life of Anatolia in the s. The main topics in the “Anadolu Notları” can be listed as follows:  Dr., Ordu Fen Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni, Ordu/Türkiye, e-posta: [email protected], ORCID: monash.pw Yavuz Selim UĞURLU Anatolian geography and Anatolian people, poverty, education, health, transportation, religion, hospitality, theatre, coffeehouse culture, money. The fact that the author lived in Anatolia in his childhood, as well as his travels to many parts of Anatolia due to his duty as an inspector in the Ministry of National Education, played an undeniable role in his penning the “Anadolu Notları”. In the introduction to this study, information about the life, art and works of the author is given respectively. Then the work was introduced. Finally, the contribution of the author’s childhood in the creation of this work is briefly explained. In the “Anadolu Notları”, the most comprehensive part of this study, information about Reşat Nuri Güntekin’s childhood is included while in the section titled the stories he listened to or read in his childhood and the author’s childhood memories’ contribution to the work is shown by quoting from the texts. It was aimed to reveal how the traces of Reşat Nuri Güntekin’s childhood were reflected in the “Anadolu Notları” with this study. Keywords: Reşat Nuri Güntekin, travel writing, Anadolu Notları, childhood. Giriş ’da İstanbul’da hayata gözlerini açan Reşat Nuri Güntekin’in ilköğrenim yılları İstanbul Selimiye ve Çanakkale Mahalle Mektebinde geçer. Galatasaray Lisesinde ve İzmir Frerler Okulunda öğrenim görür. İstanbul Darülfünunu edebiyat bölümünden mezun olur. Çeşitli liselerde edebiyat öğretmeni ve müdür olarak çalışır. yılında Milli Eğitim Bakanlığı müfettişi olur. yılında emekliye ayrılır. Yazar ’da hayata gözlerini yumar (Emil, , s. 1). Sanat hayatına I. Dünya Savaşı sonlarında başlayan R. Nuri’nin ilk yazıları tiyatro eleştirisi ve tiyatro araştırmaları olur. Roman ve hikâye türünde eserler kaleme alan yazar, şöhretini “Çalıkuşu” adlı romanıyla elde eder (Poyraz ve Alpbek, , s. 1). Anadolu’yu konu alan romanlarında halktan kişileri anlatmayı amaçlamıştır. Geniş bir gözlem gücünün olanaklarından yararlanmak suretiyle sosyal çevre ve olayları yansıtır. Yazar, karakterlerin fiziksel özelliklerini ayrıntıya girmeden verir, onların ruhsal durumlarını yansıtmaya çalışır. Reşat Nuri; eserlerinde açık, yalın ve ahenkli bir Türkçeyi tercih eder. Yazarın eserlerinden bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz: Dudaktan Kalbe (roman), Çalıkuşu (roman), Yeşil Gece (roman), Acımak (roman), Yaprak Dökümü (roman), Sönmüş Yıldızlar (hikâye), Olağan İşler (hikâye), Bir Yağmur Gecesi (oyun) (Kurdakul, , s. ). Bu çalışmanın konusu olan “Anadolu Notları”1 gezi yazısı, anı ve deneme türünün özelliklerini taşıyan iki ciltlik bir yapıttır. Eserin birinci cildi ’da ikinci cildi ise ’da ilk baskısını yapar. Eser, Reşat Nuri Güntekin’in müfettişlik yaptığı yıllara ait gözlemlerini yansıtmaktadır. Yazar, kitaptaki notların belirli bir düzene veya kronolojik bir sıraya göre bir araya getirilmediğini eserin sayfalarında bizlere bizzat bildirmektedir. Eserin dili, dönemine göre sadedir. Ayrıca eserin bazı kısımlarında mizahi bir üslupla karşılaşmaktayız. Eserde karşımıza çıkan mekânları şu şekilde sıralayabiliriz: Anadolu kasaba ve şehirleri, yollar, oteller, lokantalar, tuluat tiyatroları, kahvehaneler, cambazhaneler. Ulaşım araçları ise at arabaları, kamyonlar, otomobiller, trenlerdir. Yazar, Anadolu insanının özelliklerine geniş bir şekilde yer verir. Anadolu insanının fakirliğini, eğitim durumunu, ulaşımını, sağlık hizmetlerine erişimini, eğlence alışkanlıklarını, kitap okuma alışkanlığını, az ile yetinmeyi bilmesini, para konusundaki görüşünü, gayretini, misafirperverliğini monash.pw görmekteyiz (Çelik, , s. ). 1Bu çalışma kapsamında “Anadolu Notları” adlı eserden yapılan alıntıların hepsi aşağıda künye bilgileri verilen baskıya aittir. Güntekin, R. N. (). Anadolu Notları I-II. İstanbul: İnkılâp Yayınevi. Korkut Ata Türkiyat Araştırmaları Dergisi Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi The Journal of International Turkish Language & Literature Research Sayı 7/ Nisan “Anadolu Notları”nda Reşat Nuri Güntekin’in Çocukluğuna Dair İzler Yazarın Anadolu Notları’nı kaleme almasında babasının görevi sebebiyle çocukluğunu Anadolu’da geçirmesinin ayrıca Milli Eğitim Bakanlığındaki müfettişlik görevi esnasında Anadolu’nun birçok yerine seyahatler yapmasının payı büyüktür. Reşat Nuri yukarıda bahsettiğimiz sebeplerden dolayı Anadolu’yu ve Anadolu insanını ayrıntılı bir şekilde tanıma imkânını elde etmiştir. “Anadolu Notları”nda Reşat Nuri Güntekin’in Çocukluğuna Dair İzler “Anadolu Notları”nda Reşat Nuri Güntekin’in çocukluğuna dair izler konusuna başlamadan önce yazarın nasıl bir çocuk olduğundan, çocukluğunu nasıl geçirdiğinden ve çocukluğunun sanatına olan etkisinden bahsetmek konunun daha iyi açıklanması ve anlaşılmasına katkı sağlayacaktır. Reşat Nuri, oldukça yaramaz bir çocuktur. Mahalle mektebine başladığı zaman özellikle de teyzesinin oğlu olan Ruşen Eşref Ünaydın’la birlikte olunca bu yaramazlık faaliyetleri artar. Reşat Nuri ve Ruşen Eşref, Reşat Nuri’nin Lalası Kemahlı Şakir Ağa’nın işini oldukça zorlaştırırlar. Birçok defa onu kandırıp okuldan kaçtıkları olur. Bağdat Caddesi’nden Göztepe’ye kadar uzanırlar. Reşat Nuri, çocukluğunda itfaiyeciliğe ve ip cambazlığına merak salar. Fasulye sırıklarıyla ip üzerinde cambazlık yapmaya çalışır ancak bir gün düşünce ip cambazlığından vazgeçer. Reşat Nuri, izlediği bir Karagöz oyunu sonunda tiyatrocu olmaya merak salmaya başladığını bir konuşmasında belirtmiştir (Sert, , s. 1). Reşat Nuri, edebiyata olan ilgisinin çocukluk yıllarında uyandığını belirtir. Yazarın çocukluğunda okuduğu eserler, dinlediği masallar ve hikâyeler ayrıca gezdiği yerler onun sanatını olumlu anlamda etkilemiştir. Lalası Şakir Ağa’nın anlattığı masalları Ruşen Eşref’le birlikte dinler. Çanakkale’de otururlarken ev hanımlarının kendi aralarında okudukları duygusal romanlara kulak misafiri olur. Halit Ziya’nın eserlerini okur. Babasının zengin bir kitaplığı vardır. Çadır tiyatrolarında oyunlar seyretmeyi sevdiğini de belirtir (Çelik, , s. ). Yazarın çocukluğuna dair verilen bu ön bilgilerden sonra esere döndüğümüzde yapılan okumalar ve incelemeler sonucunda “Anadolu Notları”nın birinci cildindeki “Bir Ticaret Kervanı”, “İstasyonda” , “Kamyon”, “Eski Cuma”, “Mızraklı Dede”, “Tulûat Tiyatroları I”, “Tulûat Tiyatroları II”, “Tulûat Tiyatroları III”, “Kahveler II” başlıklı dokuz notta; ikinci cildindeki “Sinekler”, “Aynalar”, “Para: 1-Para”, “Para: 3-Köylüde Para Fikri”, “Para: 7-Devlet Düşkünleri”, “Anadolu’nun Bazı Eğlence Yerleri: 2-İzmir’in Sabrisi” başlıklı altı notta yani toplamda on beş notta yazarın kendi çocukluk hatıralarına, çocukluğunda dinlediği veya okuduğu hikâyelere yer verdiğini görürüz. Çalışmanın bundan sonraki kısmında yukarıda başlıkları verilen notlar özetlenip bunlardan konuyla ilgili alıntılar yapılmış ayrıca bu notlarla ilgili çeşitli değerlendirmelerde bulunulmuştur. Reşat Nuri “Yollarda” başlıklı notunda niçin ve nasıl yazdığını belirtir. Seyahatlerini planlı değil gelişigüzel yaptığını ifade eder. Ayrıca yazar; Türkiye sınırları içerisinde seyahat ettiğini, en fazla bulunduğu mekânların istasyonlar ve oteller olduğunu, seyahatlerinde gözlemlediklerini zaman ve yer sınıflandırması olmadan not ettiğini, boş vakitlerini değerlendirmek için seyahatleriyle ilgili notlar aldığını belirtir. Bu yazı “Anadolu Notları”nın ne şekilde ortaya çıktığını okuyucuya açıklayan bir metin olarak karşımıza çıkmaktadır. “Bir Ticaret Kervanı” başlıklı notta; Adana’ya iki saatlik mesafede arabanın tekerleğinin patlaması sonucu yolda kalan yazar, Konya Ereğli’den Adana’ya kayısı yüklü eşekle giden iki kişiyle karşılaşır. Bu kişilerle konuşan yazar bu insanların üç-dört günlük bir yolu sadece kayısı satmak için kat ettiğini öğrenir. Arabaların, uzak mesafeleri kısalttığı zamanlarda olunduğunu belirten yazar buna rağmen bu insanların üç-dört Korkut Ata Türkiyat Araştırmaları Dergisi Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi The Journal of International Turkish Language & Literature Research Sayı 7/ Nisan Yavuz Selim UĞURLU günlük bir mesafeyi yaya sürdürmeye çalışmasına çok şaşırır. Kayısının geldikleri yerde para etmediğini bu sebeple günler sürecek bir yolu göze aldıklarını öğrenir. Bunun üzerine çocukluğunda dinlediği bir şey aklına gelir ve bunu okuyucuya şu şekilde aktarır: “Çocukluğumda anlatırlardı. Meselâ Ankara’dan iki araba armut yükleyip Sinop’a indirirlermiş, orada müşteri bulamadılar mı haydi İnebolu’ya Yahut Bolu’ya” (s. 14) Reşat Nuri, kısa bir pazarlık sonrasında çiftçilerin tüm kayısısını alır ve bu kişilerin ticaret seferi artık sona ermiş olur. Bu esnada otomobilin tamiri de bitmiştir. “İstasyonda” notunda yazar Anadolu’nun güneyinde yer alan küçük bir istasyondadır. Bu istasyon bir kasabanın uzağında yer almaktadır. Tren rötar yaptığı için istasyonun dışında dolanmaya başlar. Bu esnada istasyon şefi, yazara yaklaşır ve onunla sohbet etmeye başlar. Bu sohbet esnasında yazara hayat hikâyesini anlatmaya başlar. İstasyon şefi İstanbul’dan haksız yere sürgün edildiğini anlatır. Yazardan bir yardım alabileceğini umarak konuşur ancak ondan olumlu bir cevap alamaz. Reşat Nuri istasyonda bir karı-koca ile karşılaşır. Adam, karısını Adana’ya ameliyat için götürmektedir. Hastanede onlara daha iyi bir sağlık hizmeti vermeleri için yazardan bir tavsiye mektubu yazmasını ister ancak ondan olumlu bir cevap alamaz. Bu konuşmanın ardından Reşat Nuri, Adana’daki mahkemeye bir dava için giden yaşlı bir adamın konuşmalarına kulak kabartır ancak bu konuya ortak olmamak adına adama yüzünü bile çevirmez. Reşat Nuri (), halkın artık “tavsiye” kelimesini öğrendiğini ve bunu sıklıkla kullanmaya başladığını belirtir. Yazar bu durumdan rahatsızdır. Halkın memurlara ve amirlere güvenmediğini, herhangi bir işini hallettirmek için kendisine ayrıcalık tanınması gerektiğini düşündüğünü belirtir. Yazısının sonuna çocukluk günlerinden hatırladığı bir hikâyeyi ekler: “Ben, şu aşağıdaki hikâyeyi daha ilk mektep çocuğuyken hocamdan dinlediğimi hatırlıyorum. —Allah, İbrahim Peygambere ilerlerde dünyaya bir âhir zaman peygamberi geleceğini müjdelediği zaman İbrahim Peygamber ellerini açmış: «Aman Yarabbi! Benim sulbümden gelsin» diye yalvarmış. İltimas ve tavsiye daha işte o zamandan başlamıştır.” (s. 22). Reşat Nuri () “Kamyon” notunda seyahatleri esnasında karşılaştığı kamyonlardan bahseder. Onların fizikî durumuna değinir. Bu araçlarda insanların yer bulma sıkıntısı çekmediğini çünkü bir şekilde herkesin kamyona sığdırıldığını bu sayede kimsenin yolda kalmadığını belirtir. İnsanların kamyon üstündeki sıkış fıkış bu hâllerini çocukluğunda şahit olduğu bir tabloya benzetir ve o günleri hatırlar. Bu tablo şu şekildedir: “Çocukken pek ziyade şaştığım bir şey vardı. Karagöz’ün Yalova Safası oyununda perdenin ortasına minimini bir harar konur, bu harara Arap, Acem, Arnavut, Lâz belki on kişi girerdi. Kamyonların bu hudutsuz adam alma kabiliyeti bana daima bu dolmaz hararı hatırlatır.” (s. 36). “Eski Cuma” adlı notunda yazar, çocukluğunda cuma günü olan okul tatili günüyle sonraki zamanlarda pazar gününe alınan okul tatili gününü karşılaştırır ve ikisi arasında bir fark olmadığını iddia eder. Çocukluğundaki tatil günlerini hatırlar. Çocukken cuma gününün gelmesini iple çektiğini, en sevdiği günün cuma olduğunu belirtir. Her ne kadar bu günü çok sevse de ailesi onun dışarıdaki çocuklarla oynamasına izin vermez. Ona eşlik eden bir hizmetlileriyle tatil gününü geçirmesine izin verir. Yazar bu durumu bizlere şu şekilde aktarır: “Gelgelelim bana Sokağa çıkmak, çocukların arasına karışmak için pencerede, kafeste kuş gibi, çırpınırım. Fakat bu, bana yasak edilmiştir. Çünkü onlardan kötü huylar kapmam, ayıp sözler öğrenmem ihtimali vardır.” (s. 88). Korkut Ata Türkiyat Araştırmaları Dergisi Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi The Journal of International Turkish Language & Literature Research Sayı 7/ Nisan “Anadolu Notları”nda Reşat Nuri Güntekin’in Çocukluğuna Dair İzler Reşat Nuri tatil günü bitiminde kendisi de dâhil olmak üzere birçok öğrencinin bir üzüntüye kapıldığını belirtir. İsteksizce evlerine veya okullarına döndüklerini ifade eden yazar, okuyucuya tatil günlerinin hareketli ve neşeli geçirilmesi gerektiğini belirtir. Bu metin vasıtasıyla o dönemde Reşat Nuri’nin ve diğer çocukların tatil gününü nasıl geçirdiklerine tanıklık etmekteyiz. Yazar “Mızraklı Dede” başlıklı notunda çocukken İzmir’de bulundukları yıllara uzanır. Onu İzmir’deki çocukluk günlerine götüren şey ise 21 İlkteşrin tarihli bir gazete haberidir. Haberde bahsi geçen olay Mızraklı Dede Türbesi’nin yakınında gerçekleşmiştir. Reşat Nuri () çocukken bazı günlerde ailesi tarafından sütninesine gönderilmektedir. Yazarın, sütninesine gönderilme sebebi ise evde yaramazlık yapıp ev halkını rahatsız etmesidir. Sütninesiyle Mızraklı Dede Türbesi’ne giderler. Yazar, Mızraklı Dede’yle ilgili çok şaşırdığı bir olaya değinir. Sütninesinin bir komşusunun kocası başka bir kadın için evi terk eder. Evi terk eden adamı ailesine döndürmek için çareyi “Mızraklı Dede”ye gitmekte bulurlar. Evini terk eden adamın evine dönmesini sağlamak için “Mızraklı Dede”ye adak adarlar. Kadınlar türbeye vardıklarında isteklerinin yerine getirilmesi için küfürlü sözler sarf etmektedirler. Bu durum yazarın tuhafına gider. Bunun sebebini sütninesi, yazara şu şekilde izah eder: “Mızraklı Dede, gençliğinde ya hocasına yahut o zamanlarda pek bol yetişen başka evliyalardan birine nasılsa küfretmiş. Fakat sonradan bütün ömrünce pişmanlık çekmiş ölürken de: «Benim adımı ananlar bana da öyle küfretsinler ki istediklerini yapayım!» diye vasiyet etmiş.” (s. ). “Tulûat Tiyatroları I” notunda yazar, tuluat tiyatrolarının Anadolu insanı için olumlu ve olumsuz sayılabilecek özelliklerine yer verir. Trenin kalkacağı saati istasyonun içerisinde beklemeye başlar; üstü başı dağınık, kendinden geçmiş bir gençle karşılaşır. Genç, yazara oyuncu olup olmadığını sorar. İstasyondaki görevlilerden biri gencin neden bu hâle düştüğünü yazara anlatır. Genç adam bir gün kasabalarına gelen bir kadın oyuncuya âşık olmuş ve ona duyduğu aşk yüzünden aklını kaybetmiştir. Sevdiği kadın gelecek diye her gün istasyona gelir. Bu olay yazarı çocukluğundaki bir hatıraya götürür. Bu hatıra şu şekildedir: “Çocukluğumu geçirdiğim kasabalardan birine Treza diye bir aktris gelmişti. Çok tutmuş bir kantosu vardı (…) Etrafındaki yiğitlerin tiyatrodan âdeta hasta çıktıkları gözle görünüyordu. Erkek meclisleri kadar kadın meclislerine de girmeğe müsait bir yaşta olduğum için aynı zamanda bu fırtınanın biçare kadınlar arasında yaptığı sarsıntıyı da gözümle görüyordum.” (Güntekin, , s. ). Yazısının sonunda yazar, tuluat tiyatrolarının Anadolu insanı için zararından çok faydası olduğu sonucuna ulaşır. “Tulûat Tiyatroları II” başlıklı notunda yazar Anadolu’da hangi büyücek bir kasabaya adım atılsa tuluat tiyatrolarının izine rastlanılabileceğini söyleyerek yazısına başlar. Anadolu insanının tuluatçılara olan yaklaşımına yer verir. Tuluat tiyatrolarında sahnelenen oyunların Avrupa’daki piyeslerden esinlenerek oluşturulduğunu belirtir. Anadolu halkının sanat ihtiyacının İstanbul’dan Anadolu’ya gönderilen bu kumpanyalar aracılığıyla giderilebildiğini ekler. Yazarın aklına çocukken seyrettiği bir oyun gelir. Yazar “Anadolu Notları”nda bunu okuyucuya şu şekilde aktarır: “Çocukken bir tulûat tiyatrosunda kocasına kızdığı için iki çocuğunu eliyle boğazlayan bir ananın hikâyesini seyretmiş. Erkeğin karısını «Midya Midyacığım» diye garip bir isimle çağırması tuhafıma gitmişti.” (Güntekin, , s. ). Korkut Ata Türkiyat Araştırmaları Dergisi Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi The Journal of International Turkish Language & Literature Research Sayı 7/ Nisan Yavuz Selim UĞURLU R. Nuri, metni otuz-otuz beş sene evvel kasabalardan birinde geçmiş ilginç bir olay ile bitirir. Bu metin aracılığıyla hem yazarın tuluat tiyatrolarının Anadolu insanı için ne anlama geldiği konusuyla ilgili görüşlerini hem de çocukken bu oyunlardan birini seyrettiğini öğrenmekteyiz. Reşat Nuri (), “Tulûat Tiyatroları III” başlıklı notunda Anadolu’daki göçebe tuluat tiyatrosu sayısının ne kadar olduğu sorusuna cevap bulmaya çalışmakta ve onların sayısının oldukça çok olduğunu iddia etmektedir. Ayrıca “Tulûat Tiyatroları I” ve “Tulûat Tiyatroları II” başlıklı notlarda tuluat tiyatrolarının Anadolu’daki işlevleri konusuyla ilgili belirttiği fikirleri onaylamaktadır. Anadolu’da yüzlerce tuluat tiyatrosu bulunduğunu söyleyen yazar, bunların her ne kadar bazı eksik yanları bulunsa da Anadolu’nun sanat ihtiyacını giderme noktasında önemli bir hizmeti yerine getirdiğini belirtmektedir. Modern tiyatronun yakın bir zamanda Anadolu’da tuluat tiyatrolarının yerini almasının zor göründüğünü ifade eder. Bu sebeple tuluat tiyatroları için hazırlanan oyunlarda birtakım düzenlemelere gidilebileceği önerisini sunar. Yazar bu görüşlerini sunduğu yazısına çocukluğunda okuduğu veya dinlediği bazı ilginç şeyleri de ekler. Bunlar şu şekildedir: “Çocukken «Rumuzül Edeb»de okumuştum: Galiba Adapazarı’nda bir ihtiyar Çerkez’e kasabanın nüfusunu soruyorlar. Kendisinden gökteki yıldızların sayısı nevinden abes bir şey sorulmuş gibi alay ederek: «Kim saymış ki bile?» diyor.” (s. ). Bu metin vasıtasıyla hem yazarın tuluat tiyatrolarıyla ilgili görüşlerini hem de çocukluğunda okumaya ve dinlemeye hevesli birisi olduğunu görmekteyiz. Reşat Nuri (), “Kahveler II” adlı notunda bir yol hikâyesi arka fonunda Anadolu’da kahvelerin işlevleri meselesine değinir. Güntekin kışında Rus yazarlardan Zarhi ile Anadolu’nun batısındaki illeri kapsayan bir gezi yapmaktadır. Bursa’da bulundukları bir sırada bir gün Uludağ’a çıkmak isterler ve yola koyulurlar. Sis yüzünden yola devam edemezler ve bir kahvehaneye girerler. Bir köylü, curasıyla içeriye girer ve onlara bir müzik ziyafeti verir. Bu sahne, yazarı çocukluğunda dinlediği bir hikâyeyi hatırlatır: “Hikâyeyi anlatan memur, galiba Erzincan köylerinden birinde, şiddetli bir yağmur sebebiyle bir köylünün kulübesine sığınmış. Adamcağız, etrafına bakmış, ikram edecek bir şey bulamayınca: —Efendi, kusura kalma Kahvem yok Sana bari biraz oynayıvereyim, demiş ve türkü söyleyerek oynamaya başlamış” (s. ). Rus yazar kahvehanedeki ortamdan çok etkilenir. Orada vaktin nasıl geçtiğini anlayamazlar. Gece oluncaya kadar kahvehaneden ayrılmazlar. Yazar; kahvehanelerin bir toplantı yeri olduğunu, sınıf farkı gözetilmeden insanların orada diz dize oturup birbirleriyle dertleştiklerini belirtir. Kahvehanelerde aile meseleleri, mahalle meseleleri, memleket meselelerinin tartışıldığını söyler. Yazarın çocukluğuna ait izlerle “Anadolu Notları”nın ikinci cildinde de karşılaşırız. “Sinekler” adlı notta Reşat Nuri Anadolu’nun başka bir yerindedir. Orada karasineklerin çok olduğuna ancak yöre insanının onlardan dolayı herhangi bir rahatsızlık hissetmediklerine şahit olur. Sineklerle baş etmek için belediyenin esnafa iş yerlerine sinekkapanı koyma zorunluluğu getirdiğinden bahseder. Kapanın içine konulan et parçasının kokusuna gelen sinekler bir daha dışarı çıkamamaktadır. Esnaf iş yerlerindeki kapanın içine giren sinekleri akşam olunca vicdanlarını rahatlatmak için serbest bırakmaktadır çünkü belediye sadece kapan bulundurmayı zorunlu tutmakta Korkut Ata Türkiyat Araştırmaları Dergisi Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi The Journal of International Turkish Language & Literature Research Sayı 7/ Nisan “Anadolu Notları”nda Reşat Nuri Güntekin’in Çocukluğuna Dair İzler gerisine karışmamaktadır. Bu olay, yazarı çocukluğundaki bir âdete götürür. Bu âdet şu şekildedir: “Çocukluğumda Azad buzad, cennet kapısından gözet diye bir kuş âzad etme âdeti vardı. Aşağı yukarı ona benzer bir usul! Öyle ya hacca gitmiyoruz; zekât vermiyoruz. Bu masumların canlarını kurtarmak suretiyle bir sevap da işlemeyelim mi?” (Güntekin, , s. ). Ayrıca yazar, karasineklerin trahomlu hastaların göz kapağında bulunan yaralara konduklarında hastaların bundan rahatsızlık duymadıklarını aksine memnun olduklarını çünkü yaralardaki mikropların sinekler tarafından temizlendiğinde hastaların rahatladıklarını bir doktor arkadaşından öğrenerek okuyucuya aktarır. “Aynalar” adlı notta yazar, İzmir’de bir kahvede oturmaktadır. Yazar, aynaları arkadaşlarına benzetir. O yüzden yazısına bu başlığı koymuştur. Çocukluk arkadaşlarının yaşlandığını ayrıca hayatta başarısız olduklarını görür ve buna üzülür. Çocukluk arkadaşlarının onu tanıyamayacağından da korkar. Arkadaşlarıyla karşılaştığında onlarla konuşmaktan çekinir. Bunun sebebi de yazarın, çocukluk anılarından bahsetmenin herkese aynı keyfi vermediğini düşünmesidir. Çocukluk arkadaşlarını otuz senenin ardından yeniden gören yazar, onların hâllerini beğenmez. Sadece arkadaşlarını değil babası ve onun arkadaşlarıyla olan anılarını da hatırlar. Onların hayatta olmadığını görür ve buna çok üzülür. Metinden alıntılanan aşağıdaki kısımda bu durum şu şekilde aktarılmaktadır: “Ramazan gecelerinde, babamla kemancı Kara Mehmet’in sazını dinlemeğe giderdim. Bir köşede gruplar vardı (…) Daha birçokları ve babam Hiç biri kalmadı.” (Güntekin, , s. ). Reşat Nuri Güntekin bu yazısında İzmir’de geçirdiği çocukluk günlerini özlemle anmakta ayrıca yakınlarını kaybetmesine, çocukluk arkadaşlarının yaşlanmasına çok üzülmektedir. Yazar “Para: 1-Para” adlı notta, Anadolu şehirlerinin birinde mühendislik yapan bir arkadaşıyla sekiz-on yılın ardından bir yemekte buluşmasını anlatır. Arkadaşı, İstanbul’u çok özlemiştir. İstanbul üzerine konuşurlarken arkadaşı, uzaktan gördüğü bir köprüyü Göksu Köprüsü’ne benzetir. Bunun üzerine yazarın çocukluğundaki Göksu, hafızasında canlanır: “Göksu hakkındaki hayalim viran bir sokakla viran bir mezarlık arasından geçen kirli bir dere ve onun üzerine atılmış bayram beşiği biçim ve uzunluğunda bir tahta köprüden ibarettir. Hatta bu hayalin de çocukken Serveti Fünun koleksiyonunda gördüğüm bu hakkâk tablosundan azma bir şey olmadığını temin edemem.” (Güntekin, , s. ). “Para: 3-Köylüde Para Fikri” notunda yazar, Anadolu köylüsünün kafasındaki para ve zenginlik fikrine değinir. Birkaç örnek vermek suretiyle anlattıklarını somutlaştırmaya çalışır. Onun verdiği örneklerden birisi de çocukluk günlerine ait bir hatıradır. Bu hatıra şu şekildedir: “Bu da benim bir çocukluk hatıramdır. Çanakkale’deydik. Bergazlı Emine diye bir köylü hizmetçimiz vardı. Evimize Emine’nin bir köylüsü gelir giderdi: Elinde iki yaşlarında bir yetimi olan genç bir dul. Kadıncağıza günün birinde iki kısmet birden çıktı: Kastamonu tarafından iki Belediye süprüntücüsü. Bunlardan biri ihtiyar, biri gençti. Evlenme müzakereleri bizim mutfakta geçtiği için bilirim. Kadıncağızın gönlü gence kayıyordu. Fakat neticede akıl ve mantık tarafı Korkut Ata Türkiyat Araştırmaları Dergisi Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi The Journal of International Turkish Language & Literature Research Sayı 7/ Nisan Yavuz Selim UĞURLU galebe çaldı. Zavallı Bergazlı bir servet izdivacı yapmayı daha menfaatine uygun görerek istemiye istemiye sakallı ihtiyara vardı. Niçin bilir misiniz? İhtiyarın bir yatağı ile 14 beyaz mecidiye birikmiş parası vardı.” (Güntekin, , s. ) Yazar “Para: 7-Devlet Düşkünleri” adlı notunda, vaktiyle zengin olup yoksulluk içine düşen insanların durumundan bahseder. Bu insanların, fakirliklerini çevrelerine sezdirmemek için uğraştıklarını, çevrelerine hâlâ zengin olduklarını hissettirmeye çalıştıklarını örneklerle anlatır. Yazarın verdiği örneklerden birisi de çocukluğunda dinlediği bir hikâyedir. Bu hikâyede diğer örneklerin aksine kişi, zenginliğini saklamaya çalışmaktadır. Yazarın çocukluğunda dinlediği hikâye şu şekildedir: “Bu şeyhülislâm ramazanlarda padişahın sofrasında iftara gittikçe kaymağı yüzüne gözüne sürer: «Kaymağı ancak şevketlû efendimin sofrasında görüyorum. Yoksa bizim gibi zavallılara böyle nimetler yemek nasip olur mu» diye sızıldanırmış.” (Güntekin, , s. ) “Anadolu’nun Bazı Eğlence Yerleri: 2-İzmir’in Sabrisi” notunda Reşat Nuri, İzmir’de geçirdiği çocukluk günlerine uzanır. Yazar; Sabri adlı üstü başı perişan, zavallı bir adamı ilk defa on yaşındayken görmüştür. Onu çocukluk yıllarının ardından tekrar görür. Sabri çok yaşlanmıştır ayrıca çok da mutsuz görünmektedir. Yazar, çevresindekilerden onun hikâyesini dinler. Sabri’nin; ailesi tarafından sömürüldüğünü, eve para götürmediği takdirde dövüldüğünü öğrenir. Bu duruma çok üzülür. Bu notta okuyucu, yazara ait hüzünlü bir çocukluk hatırasıyla karşılaşmaktadır. “Anadolu Notları”nda yer alan on beş notta yazarın çocukluk hatıralarına, çocukluğunda dinlediği veya okuduğu hikâyelere yer verdiğini görmekteyiz. Bu da bizi eserin muhtevasında yazarın çocukluk günlerine ait hatıraların, çocukluğunda okuduğu veya dinlediği hikâyelerin önemli bir yeri olduğu sonucuna götürmektedir. Sonuç Türk edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Reşat Nuri Güntekin’in “Anadolu Notları” adlı; gezi yazısı, anı ve deneme türünün özelliklerini bünyesinde barındıran yapıtı Anadolu’nun ’lu yıllardaki sosyal ve kültürel durumunu dönemine göre sade bir dille aktaran bir eser olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca kitabın bazı kısımlarında mizahi bir üslupla karşılaşmaktayız. Yazar, eserini Milli Eğitim Bakanlığındaki müfettişlik görevi sebebiyle yaptığı iş gezileri esnasında tuttuğu notlarla oluşturmuştur. İki ciltten oluşan yapıtta temel konular olarak şunlar karşımıza çıkmaktadır: Anadolu coğrafyası ve Anadolu insanı, fakirlik, eğitim, sağlık, ulaşım, misafirperverlik, din, tuluat tiyatrosu, kahvehane kültürü, para. Yazarın “Anadolu Notları”nı kaleme almasında çocukluğunu Anadolu’da geçirmesinin ayrıca Milli Eğitim Bakanlığındaki müfettişlik görevi sebebiyle Anadolu’nun birçok yerine seyahatler yapmasının önemli bir katkısı olmuştur. Kitabın ilgili kısımlarından yapılan alıntılar değerlendirildiğinde Reşat Nuri Güntekin’in zengin bir kütüphanesi olan bir evde yaşamış, babasının görevi sebebiyle Anadolu'nun birçok yerini görmüş, okumaya ve dinlemeye meraklı, tiyatro izlemeyi seven, çevresini iyi gözlemleyen, etrafındakilerle iyi iletişim kuran, ailesi tarafından fazlaca korunan ve gözetilen, yaşama sevinci oldukça yüksek bir çocuk olduğu tahmininde bulunulabilmektedir. “Anadolu Notları”nda toplamda elli iki not olduğu düşünülürse bunların on beş tanesinde yazarın kendi çocukluğuna dair hatıralara ve hikâyelere yer vermesi, Reşat Nuri Güntekin’in çocukluğuna dair izlerin bu eserde önemli ölçüde yer aldığı sonucuna bizleri ulaştırmaktadır. Korkut Ata Türkiyat Araştırmaları Dergisi Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi The Journal of International Turkish Language & Literature Research Sayı 7/ Nisan “Anadolu Notları”nda Reşat Nuri Güntekin’in Çocukluğuna Dair İzler Kaynakça Çelik, H. (). Reşat Nuri Güntekin. TDV İslâm Ansiklopedisi, C. İstanbul: TDV Yayınları. Emil, B. (). Reşat Nuri Güntekin. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. Güntekin, R. N. (). Anadolu Notları I-II. İstanbul: İnkılâp Yayınevi. Kurdakul, Ş. (). Reşat Nuri Güntekin. Şairler ve Yazarlar Sözlüğü. Ankara: Bilgi Yayınevi. Poyraz, T. ve Alpbek, M. (). Reşat Nuri Güntekin Hayatı ve Eserleri. Türk Kütüphaneciler Derneği Bülteni, 6(3), Sert, E. (). Reşat Nuri Güntekin’in Anadolu Notları I-II Adlı Eserinin Teması. Yüksek Lisans Tezi. Lefkoşa: Yakındoğu Üniversitesi. Korkut Ata Türkiyat Araştırmaları Dergisi Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi The Journal of International Turkish Language & Literature Research Sayı 7/ Nisan

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır