arıklı muhittin dede türbesi hikayesi / ÇOBAN DEDE: HÜZÜNLÜ BİR AŞK HİKAYESİ… - Tarih | Altınrota

Arıklı Muhittin Dede Türbesi Hikayesi

arıklı muhittin dede türbesi hikayesi

Arıklı Hz.muhittin dede türbesi, Seyhan, nerede, Tren veya Otobüs ile nasıl gidilir?

Seyhan şehrinde Arıklı Hz.muhittin dede türbesi konumuna Toplu Taşıma

Seyhan, Türkiye'deki Arıklı Hz.muhittin dede türbesi adresine nasıl gidebileceğinizi mi merak ediyorsunuz? Moovit, en yakın toplu taşıma durağından adım adım yol tarifi ile Arıklı Hz.muhittin dede türbesi adresine ulaşmanın en iyi yolunu bulmanıza yardımcı olur.

Moovit, şehrinizde gezmenize yardımcı olacak ücretsiz haritalar ve canlı yol tarifleri sağlar. Saatleri, güzergahları, hareket saatlerini görüntüleyin ve gerçek zamanlı olarak Arıklı Hz.muhittin dede türbesi adresine ne kadar sürede ulaşabileceğinizi öğrenin.

Arıklı Hz.muhittin dede türbesi için en yakın durak veya istasyonu mu arıyorsunuz? Hedefinize en yakın durakların listesine göz atın: 50439 - Arıklı; Yenice Tren İstasyonu.

Otobüs:141Tren:B62

Sizi daha erken zamanda ulaştırabilecek başka güzergah olup olmadığını görmek ister misiniz? Moovit alternatif rotalar veya saatler bulmanıza yardımcı olur. Moovit Uygulamasından veya Web Sitesinden kolayca Arıklı Hz.muhittin dede türbesi için yol tarifi alın.

Arıklı Hz.muhittin dede türbesi adresine en kolay yoldan ulaşmanızı sağlıyoruz, bu nedenle Seyhan konumundaki kullanıcılar dahil 1.5 milyondan fazla kullanıcı, toplu taşıma için en iyi uygulama olarak Moovit'e güveniyor. Ayrıca otobüs uygulaması veya tren uygulaması indirmenize gerek yoktur. Moovit, en doğru otobüsü veya metro saatlerini bulmanıza yardımcı olan tüm toplu taşıma araçlarının bir arada olduğu ulaşım uygulamanızdır.

Arıklı Hz.muhittin dede türbesi için Tren ve Otobüs fiyatları, ve tüm yolculuk ücreti hakkında bilgi için lütfen Moovit uygulamasını kontrol edin.

Havaalanı, hastane, stadyum, market, alışveriş merkezi, kafe, okul, kolej ve üniversite gibi popüler yerlere gitmek için uygulamayı kullan.



Resim 31- Şeyh-i Ekber İbn-i Arabî (1165-1239)

(Muhyiddin İbn-i Arabî, Ebu Abdulah Muhammed b. Ali b. Muhammad b. el-Arabî el-Hātimī al-Tā’ī)






MUHYİDDÎN-İ ARABÎ

(ŞEYH-İ EKBER)





Muhyiddin İbn Arabiye Câmii












Ünlü mutasavvıf, İslam düşünürü ve şâiridir.

Hayâtı

Muhyiddîn İbn-i Arabî, Muvahhidun Dönemi’nde 27 Ramazan 560’da Mursiye (Murcia), İspanya’da doğdu. Bilinmeyen bir sebeple 8 yaşında âilesiyle birlikte İşbiliye’ye (bugünkü Sevilla) geldi (muhtemelen babasının mêmuriyeti nedeniyle). Âilesi Arap Tayy kabîlesi’ne mensuptu. Yakın cetleri hakkında fazla bir şey bilinmiyorsa da, anne ve baba tarafından nüfuz ve îtibar sâhibi kimseler olduğu anlaşılır. Akrabaları arasında tasavvufi bilgilere sâhip kimseler vardı. Dayısı Ebu Müslim el-Havlânî de, kutupların büyüklerinden sayılır.

İlk tahsîlini bu şehirde yaptı, uzun bir süre burada kaldı. Çocuk yaşlarında Ahmed İbnu’l-Esirî adında genç bir sûfî ile arkadaş oldu. İbnu'l-Arabî, bu tahsil sırasında bir aralık halvete çekilmiş, her sahada ve özellikle tasavvufi mârifetler sahasında hiçbir şey bilmezken ve bu hususta hiçbir kitap da okumadan, keşif ve kerâmet yoluyla birçok şeylere muttalî olarak halvetten çıktı.

Endülüs'te bir süre daha kaldıktan sonra, seyahate çıktı. Şam, Bağdat ve Mekke'ye giderek orada bulunan tanınmış âlim ve şeyhlerle görüştü. 1182'de İbn-i Rüşd ile görüştü. Bu görüşmeyi eserinde anlatır. Bu İbn-i Rüşd’ün bilginin akıl yoluyla elde edileceğini söylemesiyle meşhur olduğu yıllardır. 17 yaşındaki genç Muhyiddîn gerçek bilginin sâdece aklımızdan gelmediğine, böyle bir bilginin daha çok ilham ve keşif yoluyla elde edilebileceğine inanmıştı.

Bu senelerde Şekkaz isminde bir şeyhle tanıştı. Bu zât küçük yaşlardan îtibâren ibâdete başlayan, Allah korkusu taşıyan, hayâtında bir kerecik olsun ‘ben’ dememiş olan ve uzun uzun secde eden bir kimsedir. Muhyiddîn o ölene kadar onunla sohbete devam etti. 1182-1183'de İşbiliyye’ye bağlı Haniyye’de Lahmî isimli bir şeyhten, bu zâtın adını taşıyan bir mescitte Kur'an dersi aldı.

1184-1185'de Ureynî isimli bir şeyhle tanıştı. Eserlerinde ondan “ilk hocam” diye bahseder, çok faydalandığını söyler. Ureynî, ubudiyet (kulluk) meselesinde derin bir bilgiye sâhipti. Bu yıllarda Martilî adlı bir şeyhten de istifâde etti. Ureyni ona: “Sâdece Allah’a bak” derken Martilî “Sâdece nefsine bak, nefsin husûsunda dikkatli ol, ona uyma” diye öğüt vermişti. Martili’ye bu zıt önerilerin içyüzünü sordu. Bu zât, kendi nasîhatinin doğruluğunda ısrar edecek yerde, “Oğlum, Ureynî'’nin gösterdiği yol, doğru yolun ta kendisidir. Ona uyman lâzım. Bizim ikimiz de, kendi hâlimizin gerekli kıldığı yolu sana göstermiştir” dedi.

Bu yıllarda İşbiliyye’de Kordovalı Fatma adında yaşlı bir kadına (tanıştıklarında 96 yaşındadır) 14 sene hizmet etti. Bu kadın, erkek ve kadınlar arasında müttakî ve mütevekkile olarak temâyüz etmişti. Çok iyi bir kimseyle evliydi. Yüzü o kadar güzeldi ki, İbn Arabî onun yüzüne bakmaktan utanırdı.

1189'da Ebu Abdullah Muhammed eş-Şerefî adında biriyle tanıştı. Kendisi doğu İşbiliyyeli olup, Hatve ehlindendi. Beş vakit namazını Addis Câmii'nde kılardı. İbâdete aşırı düşkünlüğünden namaz kılmaktan ayakları şişerdi.

Harita 250- İşbiliye (Sevilla), Mürsiye (Murcia), Gırnata (Granada) ve Sebte şehirlerinin İspanya ve Fas’taki konumları

Arabî, İşbiliyye’deyken (1190) hastalandı. Okuma kâbiliyetini kaybetti. İki yıl bu halde kaldıktan sonra 1193’te Sebte şehrine giderek orada ahlak makâmına erdiğini söylediği İbn-i Cübeyr ile tanıştı. Bir süre sonra İşbiliye’ye döndü. Aynı yıl Tlemsen’e geldi. Burada Ebu Medyen (ö. 1197/98) hakkında gördüğü bir rüyâyı anlatacaktır.

1196'da Fas’a gitti. Orada yaptığı seyahatler sırasında büyük şöhret kazandı. 1198'de tekrar Endülüs’e geçti. Gırnata şehri dolaylarındaki Bağa kasabasında Şekkaz isimli bir şeyhi ziyâret etti. Onun tasavvuf yolunda karşılaştığı en yüce kimse olduğunu söyler. 1199-1200'de İlk defâ Hac için Mekke’ye gitti. Orada el-Kassar (Yunus İbn-i Ebi’l-Hüseyin el-Hâşimî el-Abbâsî el-Kassar) isimli bir şahısla sohbet etti. Hac’dan sonra Mağrib’de, oradan da Ebu Medyen’in şehri olan Becaye'de bulundu. Bir süre sonra tekrar Mekke’ye geldi ve "Rûhü’l-Kuds""Tâcu'r-Resul"adlı eserlerini yazdı.

1204’te Medîne, Musul, Bağdat'ta bulundu. Musul'da, "et-Tenezzülatu'l-Musuliyye"yi yazdı. Musul’dan ayrıldıktan sonra Konya’ya geldi. Orada tanıştığı Sadreddîn Konevî’nin dul annesi ile evlendi. Konya’da iken "Risâletü’l-Envâr"ı yazdı. Selçuklu Meliki tarafından hürmet ve ikram gördü. Sonra Mısır’a geçti. Orada Fütuhât-ı Mekkiye'deki sözlerinden ötürü Mısır ulemâsı tarafından hakkında verilen îdam fetvâsıyla yüz yüze gelince gizlice oradan kaçtı. Tekrar Mekke’ye geldi ve burada bir süre kaldı. Mekke'de el-Futuhatu'l-Mekkiyye, Fusus'u rüyâda gördüğü Peygamber'in emriyle ve onun istediği şekilde yazdığını, bu eserin önsözünde belirtir."Velîler bilgilerini, peygambere vahyi getiren meleğin aldığı kaynaktan almaktadırlar." Bağdat ve Halep’te bir süre dolaştıktan sonra 1215’te tekrar Konya’ya geldi. 617de Şam’a yerleşti. Zaman zaman civar şehirlere seyahatler yaptı.

Harita 251- Tlemsen kentinin Cezâyir'deki konumu

Muhyiddîn-i Arabî Şam'da ayağını bir yere basarak insanlara şöyle seslendi: "Sizin taptığınız benim ayaklarımın altındadır." İnsanlar bunu anlayamadı ve kendisini küfürle suçladılar. Bu sözlerinden dolayı ölüme mahkûm ettiler. Büyük velîyi şehit ettikleri gibi cesedini de Şam'ın çöplüğüne attılar. Bir müddet sonra ayağını bastığı yeri kazdıklarında bir küp altın buldular. Aslında büyük velî insanlara bir ders vermek istemiş onları paraya, maddeye, kapitale tapmakla suçlamış gerçek tapılması gerekenin Allah olduğu mesajını vermiş fakat insanlar bunu anlayamamışlardır. Bu gerçek ancak çok sonraları anlaşılabilmiştir.

Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri “Sin-Şın'a gelince” (girince) diyordu. İşte Osmanlı Devleti’nin yükselme dönemi hükümdarlarından Yavuz Sultan Selim Han Doğu üzerine sefere çıkmıştır. 1516 târihinde Şam şehrine girmiştir. Böylece Sin (Selim), Şın'a (Şam) gelmiş oldu, yâni I. Selim Şam'a girdi. Yavuz Sultan Selim Şam'da bu büyük velînin mezarını aramaya başladı. Şam'ın çöplüğünü kazdırdı. Yaklaşık 3 asırdan beri biriken çöplerin arasından büyük velînin cesedi çıkarıldı. Ceset taptâze duruyordu, ne alnındaki ter zerrecikleri ne de boynundaki kandamlacıkları kurumuştu. Yüce yaratıcı kendi dostunu aynen muhâfaza etmiş, söylediği sözü ise tüm insanlara ibret verircesine aynen ortaya çıkarmıştır. Böylece Selim'in Şam'a girmesiyle büyük velînin mezarı ortaya çıkmıştır.

Fotoğraf 257- İbn Arabiye Câmii ve Türbesi, Şam / Suriye

Yavuz Sultan Selim Han hemen oradaki tüm çöpleri temizletmiş büyük velî için bir türbe inşâ ettirmiştir. Türbenin yanına ise bir câmi ve imâret yaptırmış, bir vakıf kurdurmuştur. Bunların tamâmı üç ay içerisinde gerçekleşmiş, Yavuz Sultan Selim tamamlanan câmi açılışında ilk cuma namazını da edâ etmiştir. Şam Sâlihiye'de bulunan bu türbe ise o günden günümüze kadar insanlar tarafından ziyâretgâh hâline getirilmiştir. Böylece büyük velînin gerçek kimlik ve niteliği de tüm insanlarca anlaşılmıştır.

Doktrini

İbn Arabî’nin inançlarının merkezini Vahdet-i Vücut ve dinlerin birliği düşüncesi oluşturur. İlk defâ nüve şeklinde Hâkim-i Tirmizî'de açığa çıkan Vahdet-i Vücut insanı, İbn Arabî’de zirvesine ulaşır. Bu son duruma göre yaratan ve yaratılan iki varlık vardır. Ancak bu ayrılık sâdece isimdedir. Gerçekte bunlar aynı varlıklardır. Tanrı ile kâinat bütünleşmiş tek varlık hâlindedir. Bu nedenle Vahdet-i Vücutçu için görünen, hissedilen âlemden başka varlık yoktur. Buna ise tabiat veya Tanrı denmek fark etmez. Nasıl olsa iki ayrı isim de aynı şeyi ifâde eder. İbn Arabî’nin sistemleştirip sunduğu bu inancı daha iyi anlayabilmek için söz konusu inancın sonraki taraftarlarının ifâdelerini de dikkate almak yararlı olur.

Varlığın birliğine inananlara göre, hulûl düşüncesi çok aptalca bir iddiâdır. Zîrâ hulûlun olabilmesi için iki ayrı varlığın olması gerekir. Hâlbuki bütün varlık birdir ve bir olan şeyde hulûl olmaz, imkânsızdır. Bu düşünce mensuplarından en önemli şahsiyet Ârifuddîn el-Tilemsânî'dir. O, Kur'an'ın tamâmıyla şirkle dolu olduğunu iddiâ edecek kadar “Vahdet-i Vücut”çudur. İddiâsını şöyle savunur: Kur'an, yaratan-yaratılan ayrımı yapmaktadır ki, birden başkasının varlığını kabul şirktir. "Varlıkta ancak Allah vardır", veya "Varlıkta ancak bir vardır: Suyun rengi kabının rengidir." diyen İbn Arabî, bu sözleriyle inancını ifâde ederken Kur'an âyetlerini de hiçbir kural tanımaz tavırla yorumlamaktan çekinmez. Bâzıları sâfî küfür olan bu îtikâdı yumuşatmak için şöyle yorumlara bile gittiler ki bunların da ondan hiçbir farkı yoktur: Muhyiddîn İbn Arabî’den önce ifâdeleri olsa da onun tarafından sistematik bir şekilde dile getirilip ortaya konulduğu için ona atfedilen Vahdet-i Vücut teorisi, varlığın, aşkın birliğini ifâde eder. Ancak bu anlaşılması zor bir konu olduğu için onun mârifet ilmiyle ortaya koyduğu metafizik doktrinleri sıradan bir felsefe gibi ele alınmış, salt bu nedenden ötürü geçmiş dönemlerde zındıklıkla suçlandığı gibi maalesef modern dönemlerde de tamâmen farklı şekillerde anlaşılıp panteist, monist ve hattâ tabiat mistiği olarak tanımlanmaya çalışılmıştır. Oysaki “Vahdet-i Vücut” düşüncesi şu şekilde belirtilebilir; “la mevcûde illallah” yâni varlık bir ve tek olan aynı şeydir. Varlık kendini, en temel beş merhalede açar. Tanrı, evren, akıl ve insan bu varlığın sonsuz tezâhürlerindendir. Varlık, Mutlak Gayb merhalesinde ne kendinde ne de diğer tezâhürleri için bilinemezdir. Vahdet-i Vücut düşüncesinde; kendinden ibâret olan zât her ne kadar tasavvur ve idrak edilemez olarak mutlak aşkın ve değişimin dışında olarak nitelendirilse de tasavvuf ıstılâhında taayyün denilen kendini belirleme hâlinde belirli modelleşmelere sâhiptir. Yâni esasta Mutlak Teklik düzleminde kendinden başkası olmayan bir hiçliğe, Ahadiyete sâhipse de bir olma (Vahdaniyet) düzleminde kendinde gördüğü ve bildiği sıfatlar söz konusudur. Ancak bu sıfatlara “O’dur” denilemeyeceği gibi, “O değildir” de denilemez. Bu İbn Arabî’nin şu ifâdesinde gözlemlenebilir: “O, birliksiz bir (Vâhid) ve tekliksiz tektir (Ahad).”

İbn Arabî’ye Yönelik Eleştiriler

İbn Arabî varlığın birliği dolayısıyla varlığın Tanrı olduğunu söylemesi sebebiyle hem bâzı fakihler, kelamcılardan hem de bâzı sûfîlerden, bâzıları ılımlı bâzıları sert eleştiriler almıştır. İbn Arabî’nin bu yaklaşımının yaratıcı ve yaratık arasındaki ikiliği kaldırdığı dolayısıyla dînin gerektirdiği emir ve yasakları ihlal etme veya küçümsemeyle sonuçlanacak etkileri olabileceği düşünülmüş ve kimi eleştirmenler bunun önüne geçebilmek amacıyla insanların İbn Arabî’nin kitaplarını okumalarının yasaklanmasını savunmuş, kimileri de şeyhin kâfirliğine hükmetmiştir. İbn Arabî’nin görüşlerine katılmayan ancak onu kâfirlikle suçlamayanlar da eserlerinin têvîli yâni yorumu gerektirdiği ve bu yorumu bilmeyenler tarafından okunmasının doğru olmadığını iddiâ etmişlerdir. Akademik, ilmî çevrelerde doğru olmadığı bilinmekle birlikte halk arasında İbn Arabî’nin eserlerinin onun tarafından yazılmadığı dahi söylenebilmiştir.

İbn Arabî’nin en sert eleştirmenlerinin başında gelen kişi Hanbelî mezhebi geleneğinden beslenen âlim İbn Teymiyye'dir. Arabî’nin vefâtından yirmi sene sonra Harran'da doğan İbn Teymiye, Arabî’nin görüşlerini kıyasıya eleştirmiştir.

Hanefîlerden Ali el-Qarî, İbn Teymiyye’yi savunarak İbn Arabî hakkında sert eleştirilerde bulundu. Bu eleştiriler İsmâil Fennî Ertuğrul tarafından göğüslenmeye çalışıldı. Burhâneddîn Ebu’n-Nasr Parsa, “Füsus” için “Can”, “Fütûhat” için “Gönül” tâbirini kullanır.

Âlemin kıdemi inancını savunan bu sözü Zâhirî Mütekellimlerce küfür sayılmıştır. Eğer fikirlerinde bir değişme meydana gelmemişse Fütûhat’ta savunduğu tezin ışığında bu sözü anlamak gerekir.

Fütûhat’ta araz olduğunu söylediği Âlem’in Fusus’ta insan söz konusu edildiğinde Âyân-ı Sâbite yâni Allah’ın ilminde olan sûreti (Suver-i İlmiyye) yönüyle ezelî olduğunun (Feyz-i Akdes) savunulduğu görülür. Çünkü O’nun ilmi kadîmdir.

Bu yoruma imkân veren gerekçe, bir Şey'in hem Hadîs, hem de Ezelî olacağının söylenmesinin mantıklı olmamasıdır. Füsus’taki Cümle'den anlaşılan mânâ, âlemin bir îtibâra göre Hadîs (Feyz-i Mukaddes), diğer bir îtibâra göre de ezelî olması gerektiğidir (Feyz-i Akdes).

Aliyyu’l-Qarî, bu sözün açık bir küfür olduğunu söyler. Çünkü insanın zât ve sıfatı ancak, hulul ve ittihat ve Vücûdiyye (Panteizm) Mezhebince Allah’ın aynı ve sıfatı kabul edilir.

İsmâil Fennî ise bu metni şu anlamda okuyarak Aliyyu’l-Qari’ye katılmaz:

Bu sözlerden maksat, Allah ilâhî isimlerin sûretleriyle bize göründüğünden, biz kendimizi, O’nun bizde zâhir olan sıfatları üzerine biliriz. Hayat, ilim, irâde, kudret, semi, basar, kelam gibi, kendimize nispet ettiğimiz sıfatları, ona nispet ederiz. Yâni bizde zâhir olan ilâhî sıfatlarla, bizim sıfatlanmamız sebebiyle, biz o sıfatlarla Hakk’ı vasıflandırıp, kendimize nispet ettiğimizi, ona nispet ederiz demektir. Gerçi bu sıfatları Allah da kendisine nispet etmiştir. (9/et-Tevbe 104, 56/el-Vaqıa 63).

Molla Câmî, bir Bağdat Şeyhi’ne dayanarak onun 500 kadar eseri olduğunu nakleder. Kendisi dostlarının yardımıyla tasnif ettiğini söylediği fihristinde çoğu tasavvufla ilgili olan 250’yi geçmeyen eserini sayar. En büyük eleştiriyi de ‘Füsûsü’l-Hikem’ dolayısı ile aldığını söyler. Ona göre “onun ıstılahlarını anlamadan, tenkitlerin düşünülmeden veya bir başkasının farkındaki söz ve tenkitleri göz önünde bulundurularak yapılmaktadır bu eleştiriler”. O çözümü şu tavsiyelerde arayacaktır:

  • Şerîat'a aykırı olduğunu zannettiğimiz bir söz nakledilirse, naklin sıhhatli olup olmadığına bakarız. Sıhhatli değilse, bu sözün o kişi tarafından söylendiği iddiâsını reddederiz.
  • Têvîle imkân buluyorsak têvil eder, aksi takdirde tasavvuf ehli katında belki têvîli vardır demeliyiz.
  • Bu sözler sekir hâlinde söylenenler cümlesindedir diyerek, anlayamadığımızı beyanla o söz ile amel etmemeliyiz. 

Eserleri

Nefahat'a göre, Bağdat ulemâsından birisi Muhyiddîn üzerine bir kitap têlif etmiş ve bu kitapta musannefâtının 500’den fazla olduğunu söylemiştir. İbn-i Arabî'nin eserlerinin sayısı kendine de mâlum değildi, denir. Hayâtında dostlarının isteği üzerine birkaç defâ bunların fihristini yapmak istedi. Bu fihristler birbirinden ayrı 3 yazma hâlinde bugüne geldi. Bugüne gelenlerin bâzıları:

1. Fütûhât-ı Mekkiyye fi Esrâri'l-Mahkiyye ve'l Mülkiye, Kendi el yazısı ile olan nüsha, Türk-İslam Eserleri Müzesi no. 1845-1881'dedir. Bu Nüsha 31 cilt hâlinde tertip edilmiştir.

2. Füsûsü'l-Hikem, Türkçeye çevrildi Molla Câmi, Hoca Muhammed Parsa'nın "Füsûs" için, "can", "Fütûhat" için "gönül" dediğini rivâyet eder.

Diğer eserleri şunlardır: 

  1. Kitâbü'l-İsra ilâ Makâmi'l-Esrâ,
  2. Muhâzarâtü'l-Ebrâr ve Müsâmeretü'l-Ahyar,
  3. Kelâmü'l-Abâdile,
  4. Tâcü'r-Resail ve Minhacu'l-Vesâil,
  5. Mevâkîu'n-Nucûm ve Metali' Ehilletü'l-Esrar ve'l-Ulum,
  6. Rûhü'l-Kuds fi Münâsahati'n-Nefs,
  7. et-Tenezzülatü'l-Mevsiliyye fi Esrâri't-Tahârat ve's-Salâvat,
  8. Kitâbü'l-Esfar,
  9. el-İsfar an Netâici'l-Esfar,
  10. Dîvan,
  11. Tercemanu'l-Eşvak,
  12. Kitâbu Hidâyeti'l-Abdal,
  13. Kitâbu Tâcü't-Terâcim fi İşarati'l-İlm ve Latâifi'l-Fehm,
  14. Kitâbü'ş-Şevâhid,
  15. Kitâbu İşârâti'l-Qur'an fi Âlaimi'l-İnsan,
  16. Kitâbü'l-Ba'.
  17. Nisâbü'l-Hiraq,
  18. Fazlu Şehâdeti't-Tevhîd ve Vasfu Tevhîdi'l-Mükinîn,
  19. Cevâbü's-Sual,
  20. Kitâbü'l-Celal ve hüve Kitâbü'l-Ezel
KAYNAK

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır