aslına bakarsanız bulmaca / One moment, please...

Aslına Bakarsanız Bulmaca

aslına bakarsanız bulmaca

Aslına bakarsanız öbür madam daha asiydi

LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi

Cecilia Sarkozy’nin maceralarını Fransız ve İngiliz gazetecilerin bloglarından izleyin. Prosper Merimee hikayesi okur gibi olursunuz.

Aman o ne asi ruh, o ne kor bakışlar, ne yakıcı, dikbaşlı duruşlar. Aldatan ve fakat küstah kadın! "Esrarengiz" first lady, görevlerini yerine getirecek mi, kocasının yanında uslu uslu oturacak mı diye merak ediyorlar şimdi. Oysa Fransa bu görevi asla umursamayan first lady’lere çok alışık. Madam Danielle Mitterrand, bu anlamda Cecilia’nın üstadı olurdu. Yakından aşina olduğumuz siyasal içerikli maceralarıyla kocasının dışişlerine torpil üzerine torpil attığı gibi Elysee’deki devlet yemeklerine katılmak için para istediği bile olmuştu. Gerilla romantizmi içinde geçen bir Latin Amerika turu sırasında, Paris’teki kocası acil prostat ameliyatına alındığında geri dönmeye gerek duymamıştı. Şimdi kimse esas asi madamın adını anmıyor. Acaba, maceralarında seks-avantür tadı eksik olduğu için mi?

İnsan hiç, kocası Fransa cumhurbaşkanı olarak yemin ederken Prada elbise giyer mi?

Giyer. Cecilia Sarkozy giydi ve o gün bugündür fildişi rengi zarif saten elbise, hani neredeyse başkaldırışın simgelerinden biri haline geldi. Hanım hanımcık bir Chanel ya da Dior yerine, ince endamını ortaya çıkaran 1.965 dolarlık bir İtalyan robunu tercih etmesi bir meydan okuma olarak yorumlandı.

Yakın geçmişte de "Bir damla Fransız kanı taşımadığım için gurur duyuyorum" demişti zaten.

Cecilia’nın şahsında bağımsız ve küstah bir kadın kahraman figürü yaratılmasının nedeni biraz da hanımefendinin kökeni. Maceraperest Beyaz Rus bir babayla İspanyol annenin çocuğu olarak Cecilia Maria Sara Isabel Ciganer-Albeniz adıyla Paris’te dünyaya gelmesi.

Yine tören sırasında Sarkozy, karısının yanağındaki gözyaşını şefkatle hafifçe silmişti de, "Cecilia bu hareket yüzünden kendisini çok küçük düşmüş hissetti" demişti gazeteciler. Yani o kadar vakur bir kadındı, topluluk içinde şefkat gösterisinden hiç hazzetmemişti.

O okşayışın fotoğrafına bakınca, Cecilia hiç de öyle görünmüyor ya, neyse.

Fransız gazetecilerin şu ana kadar halen çözemediği esrar şu: Madam Sarkozy seçimin ikinci tur oylamasında neredeydi? Chirac’ın karısı Bernadette bile son mitingde Sarkozy’ye eşlik etmiş, ancak Cecilia ortalarda görünmemiş, oy kullanmamıştı. Nerede olduğuna ilişkin hiçbir ipucu yoktu. İşte bu gizem, Cecilia’nın first lady olarak görevini yerine getirip getirmeyeceği konusunda sorulara yol açtı.

İki yıl önce Richard Attias’la birlikte New York’ta kendini bir maceranın akışına kaptıran Cecilia Sarkozy, kocasının yalvarmaları üzerine 10 ay sonra geri dönmüştü. O dönemdeki dedikodulara göre Cecilia, kocasının ilgisizliği ve flörtleri yüzünden çekip gitmişti. Sarkozy de karısını kıskandırmak için gazeteci Anne Fulda ile ilişkiye girmişti.

Cecilia geri dönmüştü ama, acaba kalıcı mıydı? O özgür ve isyankar ruh yine kaçıp gitmek ister miydi?

Bir keresinde "Kendimi first lady olarak göremiyorum. Bu iş bana göre değil, çok sıkıcı" dediği de olmuştu.

Sonra Almanya’daki G-8 zirvesinde şöyle bir görünmüş ve kızının doğum gününü bahane ederek geri dönmüştü. Belli ki diğer lider eşleriyle sürü halinde müze-saray-bahçe gezmek avanakça gelmişti Cecilia’ya.

MEDYA HAYRANLIĞI

Liberation gazetesinin siyaset editörü Paul Quinio’ya göre seçim kampanyasının başında gayet aktif rol alan, hatta kocasının varoşlara karşı sert tutumunu yumuşatan Cecilia, sonra ne olduysa aniden bir kopuş yaşamıştı. Ve bu kopuşun nedeni de muhtemelen siyasi değil, kişiseldi.

Quinio, ABC’ye konuşuyor: "Cecilia’nın kendi hayatı var. Kocasının peşinden ayrılmayacak sersem bir kadın değil. O yanak okşama hareketinden nasıl da alındı. Elysee’de ilk kez Cannes’da kırmızı halı tarzı bir şöhret pırıltısıyla karşı karşıyayız."

Bu arada Cecilia, hukuk okumuş bir piyanist, model ve halkla ilişkiler uzmanı.

İngiliz basını da hayranlığı paylaşıyor. Daily Telegraph’ın kadın köşe yazarı Bryony Gordon, "Sarkozy’lerin aşk hikayesi büyüleyici. Adamın, kadını baştan çıkarışı. Ona ulaşmak için önce başka bir kadınla evlenmesi. Cecilia, her erkeğin birlikte olmak isteyeceği bir kadın" diyor.

Nouvel Observateur dergisi de Elysee’deki törenden sonra Cecilia’yı "Fransız usulü Jacqueline Kennedy" ilan etti.

ÖBÜR MADAMIN MANİFESTOSU

Fransa’nın daha önceki birinci hanımefendileri de bu işe çok hevesli kadınlar değildi. Mesela de Gaulle’ün karısı "Yvonne Teyze" gayet sofu bir kadındı ve tek derdi taşrada yaşamaktı. Giscard d’Estaing’in karısı ise "First lady olarak en çok ne yapmak istersiniz?" sorusuna "Asla first lady olmamak" diye yanıt vermişti. Bernadette Chirac ise hayır işleriyle uğraşırken, kocasının kaçamaklarına göz yummayı vazife edinmişti. Ama, "Napolyon, Josephine’i bıraktığı gün her şeyini kaybetti" diye de uyarmıştı Chirac’ı.

Elysee’deki başkaldırı ruhunun esas temsilcisi ise Danielle Mitterrand’dı. Aynı zamanda ketumdu da. Kocası François Mitterrand’ın, metresinden çocuk sahibi olmasının Madam’ın ruhunda nasıl fırtınalar yarattığını bilemeyiz, ancak bu sırrı yıllarca saklamıştı. Kocasının ölümünden sonra, "O François’ydı, baştan çıkarıcıydı. Ben ise onu hiç aldatmadım" diye içini dökmüştü.

Kendisiyle sürekli didiştiğimiz için yakından bildiğimiz üzere Madam militan siyasetin kadınıydı. Der Spiegel’e verdiği röportajda, gençlik yıllarında birlikte siyasete atıldıkları kocası için "O Mitterrandist, ben ise Sosyalistim" diye manifestosunu ortaya koymuştu. Özgürlükler Vakfı’nın kurucusuydu ve oradaki faaliyetleriyle Fransız dışişlerine saç baş yolduruyordu.

GERİLLASEVER KADIN

Militan siyaset lafının hafif kaçtığını biliyorum. Çünkü, Ankara’ya göre Leyla Zana’ya destek veren Madam, "terörün hamisiydi".

Madam sadece Ankara’yı değil, Amerika’yı da çok sinirlendiriyordu. El Salvador gerillalarına, Küba’ya arka çıkması, Reagan yönetimi ile Paris arasında kriz yaratmıştı. Tibet’in ruhani lideri Dalay Lama’ya Nobel Barış Ödülü’nü kazandırtarak Çin’i delirtmişti. Madam’a söz geçiremeyen Fransız Dışişleri, Pekin’den "Ayrılıkçıları destekliyorsunuz" diye protestoları yemişti. Polisario gerillalarını ziyaret ederek de Fas ile Paris’i birbirine düşürmüştü.

Aslında Mitterrand’ın seçildiği ilk günlerde Madam, finolarla çevrili bir first lady görünümündeydi, ancak sonraları Sosyalist kocası siyasetin gereklerini yerine getirirken, Madam da onun "sol vicdanı" olmaya soyunmuştu. "Adamın beni paket gibi yanında taşımasından bıktım. Bundan böyle siyaseten başıma buyruk davranacağım" demişti. Sonunda birbirlerini pek seyrek görmeye başlamış, hatta mektupla haberleşir olmuşlardı. Hatta Madam’ın devlet yemeklerine katılmak için para isterim dediği de rivayet edilmişti.

Madam iki-üç yıl öncesine kadar da káh Meksika ormanlarında Zapatistaların lideri Marcos ile görünüyordu, káh Kuzey Irak’ta Kürt liderlerle.

Şimdi ise medya Madam’ı hiç hatırlamıyor, Cecilia’daki başkaldırı ruhunu konuşuyor.

Cecilia tabii ki çok çekici, ancak mesele güzellikse zamanında Madamı da o minyon hali ve yüz yapısıyla, Leslie Caron’a benzetenler vardı. Madam’ın da önemli bir Kürt şahsiyetle macera yaşadığına dair dedikodular vardı.

Peki o halde Cecilia’yı daha asi kılan nedir?

Acaba esrarengiz havası mı?

Sarkozy ile eşlerini aldatarak başladıkları hikayenin bugün halen seksapel saçarak, aldatmalarla devam etmesi mi?

LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi

Yazarın Tüm Yazıları

Aslına bakarsanız T.C.D.D. 1952 yılında 140 km hıza çıkmıştı

LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi

Bir kaç gündür gazetemizde, T.C.D.D. ile ilgili röportaj ve yazılar çıkıyor. Üstelik geleceğe yönelik; banliyö trenlerinin metro kalitesine yükseleceği, Ankara garının havalimanı konforunu aratmayacağı, hızlı tren seferlerinde son aşamaya gelindiği gibi umut dolu mesajlar veriliyor.

Hal böyle olunca da bir tarihi gerçeği aktarmanın tam zamanı olduğunu düşünürek bu yazıyı kaleme almaya karar verdim.

2004 yılına damgasını vuran Hızlandırılmış Tren Projesi ve 39 kişinin ölümüyle sonuçlanan Pamukova kazası hafızalardaki canlılığını halen koruyor. 132 kilometre sürate çıkan trenin makinisti mi suçlu, yoksa yaşı Cumhuriyet öncesine dayanmış mevcut hatta hız startı veren yönetim mi bilemeyeceğim, ama herkesin unuttuğu bir tarihi gerçeği hatırlatmak istiyorum.

Yıl, 1952... T.C.D.D. yönetimi Almanya’ dan 2 adet motorlu tren satın alıyor. 1954 yılına kadar da sayısını 18’e çıkarıyor. MAN Firması’ndan alının bu trenler üç vagondan oluşuyor. Şimdiki teknolojiden çok geride. O zamanın şartlarıyla hizmet veren Ankara- İstanbul hattında çalışmaya başlıyor. Ve tren o tarihte 140 kilometre sürate çıkmaya başlıyor. Evet, yanlış okumadınız, tam 140 kilometre sürat yapıyor. İlk başta da her şey iyi gidiyor. Süre olarak, iki şehir arasındaki mesafe kısalıyor ve tren yolcu akınına uğruyor.

Ancak, aradan iki ay geçince lokomotiflerin dingillerinde çatlamalar olduğu görülüyor. Hemen Almanlar çağrılıyor ve Eskişehir Fabrikası’na çekilen trenler incelenmeye başlıyor. Dingillerdeki çatlağın nedeni araştırılırken, güzergahta bulunan rayların sapasağlam olduğu gözleniyor. Almanlar, sırf test için ülkelerinden başka lokomotif ve vagon getiriyor. Sonuçta uzun araştırmalardan sonra çatlamanın nedeni bulunuyor.

Lokomotiflerin ağırlığı 15,5 ton gelmektedir. Halbuki Almanlarla yapılan anlaşmada ağırlık 13,5 ton olarak belirlenmiştir. Aradaki bu 2 ton fazlalık, 140 kilometrelik süratten dolayı çatlamalara neden olmuş, yolcuları bir facianın eşiğine getirmiştir.

Bu durum anlaşılınca trenleri satın alan tesellüm heyetinin başkanı Kamil Necati Bey hemen istifasını basıyor. Hatanın Almanlarda olmasına ve herhangi bir kaza yaşanmamasına rağmen başkanın bu onurlu davranışı, o zamanki yönetim tarafından kabul ediliyor.

Sonrasında, mevcut hatta bu tonajla hareket edemeyeceğine karar verilen trenlerin dingil ağırlıkları düşürülüyor ve sürat aşağıya çekiliyor. Bu 18 tren de yıllarca demiryollarına hizmet veriyor.

Geliyoruz Pamukova kazasının gerçekleştiği günlere. Aradan yıllar geçmesine rağmen mevcut hatta radikal bir değişime gidilmemesine karşın, trenlere sürat emri veriliyor. Üstelik o tarihte kullanılan lokomotiflerin ağırlığı 22 tona çıkmasına rağmen.

13,5 ton nerede, 22 ton nerede? Kararı siz verin. Üstelik o zamanki bürokratların kaza olmadan hatayı tespit etmesine rağmen istifa ettiğini aklınıza getirin ve bu günkü yönetimin 39 kişinin ölümünden sonra nasıl bir yol izlediğini karşılaştırın. Her halde daha fazla söze gerek yok, değil mi?

Devletin kalbinde kapkaç terörü

Bir işlem için uğradığım Çankaya Nüfus İdaresi’ndeki memurun önündeki kabarık dosyalar dikkatimi çekti. Sayfalar dolusu kağıtların her birini okuyup, imza atan memur, benim soru sorar gibi bakan ifademe takılmış olacak ki, yanıtlama ihtiyacı duydu.

"Bunların hepsi kayıp nüfus kağıdı için dilekçe. Yüzde doksanı da kapkaççıların yarattığı zarardan nasibini almış kişilere ait."

Bu sözleri duyup da, "Öyle mi?" diyerek susacak halim yok ya, başladık bol soru cevaplı sohbete. Son günlerde kapkaç terörü çok artmış. Özellikle Başbakanlığa ve TBMM’ye birkaç yüz metre uzaklıktaki Kızılay semtinin caddelerinde doruk noktasına ulaşmış. Hatta, hırsızlık vakalarından birkaçı tam İçişleri Bakanlığı’nın önündeki kaldırımlarda gerçekleşmiş.

Kapkaç vakalarının çoğu kalabalık yerlerde çanta ve ceplerden sessiz sedasız cüzdan çalma şeklinde gerçekleşiyormuş. İkinci sırayı ise çanta, poşet gibi şeyleri kapıp, kalabalığın arasından kaybolarak izi kaybettirme şeklinde cereyan eden olaylar alıyormuş.

Tüm bunları duyunca aklıma İstanbul’daki vatandaşlarımız geldi. Devletin polisinin varlığını hissettirdiği en güçlü yerde insanların başına bunlar geliyorsa, vah İstanbullunun haline.

Nobelli Osmanlı torunları

Kısa bir süre önce Orhan Pamuk’a Nobel ödülü verilirken "Türklerin adı, Nobel Edebiyat Ödülü’yle daha önce de anılmıştı" diye bir yazı kaleme almıştım. Yugoslav yazar İvo Andriç’in, bundan tam 45 yıl önce, "Drina Köprüsü" adlı, Türklere duyduğu sempatiyi anlattığı bir romanla 1961 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi olduğunu aktarmıştım.

Sonuçta da İngiliz Edebiyatı’ndan örnek vererek Osmanlı şemsiyesi altından iki Nobel Ödüllü yazarımız var demiştim. Tezime dayanak olarak da İngiliz yazar John Banville yapılan bir söyleşiyi ve Dost Dergisi’nin ilginç sentezini göstermiştim,

Banville, İrlanda kökenli İngiliz yazar ve sanatçılarının uzun bir listesini yapıyor ve İngiliz edebiyatı içindeki zengin "Irish" (İrlandalı) damarını vurguluyordu. İşte 1960’lı yılların önemli dergilerinden Dost’a bu vurgulama çağrışım yapmış: Sahi, İngilizler, yönettikleri milletlerin ve dillerin İngilizce içindeki maceralarını İngiliz edebiyatı içinde mütalaa ederken, biz neden aynısını Osmanlı için düşünmeyiz?

İşte bu yazım üzerine bir çok mektup ve e-mail aldım. İçlerinden kimi bu sentezin yanlış, kimi de eksik olduğunu belirtiyordu. Örneğin, Rana Orbay isimli okuyucu; "Nobel Edebiyat Ödülü’nü almış iki tane "Osmanlı torunu" daha var. Ancak bu sıfatı kabul ederler miydi, hiç zannetmiyorum. Birisi 1963 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmış olan Yunanlı Seferis (George Seferis, 1900 yılında İzmir de doğmuş ve 14 yaşında ailesiyle birlikte Yunanistan’a göç etmişti.), diğeri de 1979 yılında ödülü almış olan Odysseus Elytis."

Bir diğer görüş ise şöyleydi; "İngilizlerle Osmanlı İmparatorluğu arasındaki benzetme burada yersiz olmuş. İngilizler gittikleri ülkelerde dillerini benimsetmeyi ve bir eğitim ve kültür dili yaratmayı başarmışlardır. W.B. Yeats, Oscar Wilde, James Joyce, Samuel, Beckett, Bernard Shaw gibi İrlanda asıllı yazarların İngiliz edebiyatına yaptıkları katkılar muazzam."

Başar Eryöner
isimli okuyucu ise listeye bir isim daha katmış. "Eğer Mısır’ı da bu topraklara dahil ederseniz, Necip Mahfuz’ u hesaba katmamız gerekir."

Deniz Akkaya ile Şenay Akay’a kadar

Geçenlerde, İstanbul gece hayatının içindeydim. Televole gibi televizyon programları ile yazılı medyanın magazin sayfalarında gördüğüm ünlüleri yakından izleme olanağı buldum. Boylu postlu mankenleri karşımda görünce de, geçmişe doğru şöyle bir uzanıp, bugün ile kıyasladım.

Geçmişteki modeller eliyle saçlarını arkadan kavradığı için ya koltuk altını frikik olarak sunar ya da göğsünü hafiften kapatarak, büzük dudaklarıyla poz verirdi. Biz de gizliden gizliye görünene değil de, görünmeyene bakmaya çalışırdık. Bir kadını, top model yapan şey, onun vücududur fikrinden yola çıkarak, aslında erkeklerin modellerin üzerinde olana değil de, olmayana daha çok dikkat ettiklerini düşünürdük. O gece, eğlenen mankenlerin kıyafetlerinden taşan çıplaklığı gördükten sonra kafama şöyle bir soru takıldı. "Ülkemizde o kadar çok güzel kız varken, piyasada ve basında görmeye alıştığımız çoğu genç model bize neden Avrupalı meslektaşları gibi hoş görünmezler?"

Ve kendi kendime verdiğim yanıt gecikmedi. Kuşkusuz, bunun en önemli sebeplerinden biri bizim kızlarımızın kamera karşısında doğal yaşamlarındaki davranışları sergilememesiydi. Tabii bu durumu Deniz Akkaya ve Şenay Akay bozana, dahası, Türk kızlarının da fettan ya da zeki görünebileceklerini kanıtlayana kadar.

Bir toplantı sonrası burun buruna geldiğim ve adı "Milli Çapkın"a çıkan ünlü organizatör Süha Özgermi’ye düşüncelerimi açtım. Ne de olsa kendisi bu konuların üstadıydı.

"Haklısın" diyerek söze girdi ve bunun karşılaştırmasını en iyi 14 Nisan’da yapabileceğimi söyledi. Bu tarihte ne olacak diye sorarsanız. Dünyada ilk kez gerçekleşecek olan Miss Capital City Of The World, yani Dünya Başkentler Güzellik Yarışması Ankara’da yapılacak da.

LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi

Yazarın Tüm Yazıları

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır