atasözleri ve deyimler hikayesi / Atasözleri ve Deyimlerin Hikayeleri kategorisine ait hikayeler | Seçme Hikayeler

Atasözleri Ve Deyimler Hikayesi

atasözleri ve deyimler hikayesi

Atasözü Hikayeleri / Öyküleri

atasözü hikayeleriAtasözleri hikayeleri, tıpkı deyim hikayeleri gibi çok eski zamanlarda gerçekten yaşanmış veya öyle rivayet edilegelmiştir. Eski zamanlarda insanların karşılaştığı olaylar, içinde bulunan durum karşısında söylenen zekice, özlü ve mecazlı sözler kalıplaşarak insanların sıkça kullandıkları sözler hâline gelmiştir. Bu hikâyeleryakıştırma da olabilir; nitekim efsanevi konuların doğruluğu tartışmaya açıktır. Fakat yakıştırma bile olsa, bu hikayeler dikkate değerdir.

Aşağıda bazı işlek (çok kullanılan) deyimlerin hikayeleri verilmiştir. Daha fazla deyim veya atasözü hikayesi için Prof. Dr. İskender Pala'nın "İki Dirhem Bir Çekirdek" adlı kitabından yararlanabilirsiniz.

Parayı Veren, Düdüğü Çalar

Bir gün Nasrettin Hoca pazara giderken çocuklar etrafını almışlar. Hepsi birer düdük ısmarlamış, ama para veren olmamış. Hoca çocukların tümüne olumlu cevap vermiş:

- Peki, olur...

Çocuklardan yalnız biri, elinde para olduğu halde, Hoca’ya şunları söylemiş:

- Şu parayla bana bir düdük getirir misin?

Hoca akşama doğru pazardan dönmüş. Yolunu bekleyen çocuklar hemen Hoca’nın etrafını sararak düdüklerini istemişler. Nasrettin Hoca, cebinden bir düdük çıkarıp kendisine para veren çocuğa uzatmış. Ötekileri bağırmaya başlamışlar:

- Ya bizim düdükler nerede ?

Hoca’nın cevabı kısa ve anlamlı olmuş:

- Parayı veren düdüğü çalar.

Vermeyince Mabud, Neylesin Sultan Mahmud?

Derler ki, Sultan Mahmut’lardan birine kısmeti bağlı bir adamdan söz etmişler. Sultan adamı bir de kendisi denemek istemiş. Bir koca tepsi baklava yaptırmış. Üst tabakadan başka tepsinin her tarafına görünmeyecek şekilde altın dizdirmiş. adamını gönderip ona tepsiyi birinin bir adağı diyerek kısmetsiz şahsa vermesini ve şahsı takip etmesini emretmiş. Adamımız tepsiyi almış. Yolda bir tanıdığına rastlamış. İkisinin de olaydan haberi yok. Adamımız hikayeyi anlatınca, "Senin." demiş tanıdığı gerçek bir hayırseverlik duygusuyla, “Baklavadan çok paraya ihtiyacın var. al şu iki altını, sat tepsiyi bana.” Teklif adamımızın da işine gelmiş ve tepsiyi satmış.

Sultan hikayeyi duyunca “Fesüphanallah!” demiş. Adamına adamımızın her gün geçtiği köprünün her gün geçtiği tarafına o gelmeden hemen önce altın dizmesini ve kenara çekilip izlemesini emretmiş. Adamımız köprüye gelince “Ya!” demiş, “Hep aynı taraftan geçiyorum, bu gün de diğer taraftan geçeyim, bir değişiklik olsun.” demiş. Sultan hikayeyi duyunca, “Ya hazreti pir!” demiş. Adamımızı yaka paça beylik arazilerden birine getirmelerini emretmiş. Getirmişler. Adam korkudan tir tir titrerken ona bir kasnak verilmesini emretmiş ve adamımıza, “Bu kasnağı atabildiğin kadar uzağa atacaksın. En son durduğu yere kadar olan arazi senin olacak.” demiş.

Adamımız kasnağı savurmuş. Kasnak havada bir yay çizip gelmiş ayaklarının dibinde durmuş. Sultan “Ya malik el mülk!” diye haykırmış, “Getirin onu! doğruca hazineye gitmiş. Adama bir kürek verilmesini emretmiş. “Küreği daldır, ne gelirse senindir.” Adam korku ve heyecandan küreği ters daldırmış ve gele gele bir metelik gelmiş. Sultan “kısmeti bağlı” olmanın ne demek olduğunu anlamış böylece.

Raviyan-ı ahbar, nakilan-ı esrar zikr idürler kim vermeyince mabut, neylesin Sultan Mahmut meselini dahi şol sultan irad buyurmuştur.

Ölme Eşeğim Ölme

Bir kış, neredeyse adam boyu kar yağmış. Aylarca bir toplu iğne başı kadar bile toprak görünmemiş. İnsanlar burunlarını dahi dışarıya çıkaramamış. Hazıra dağ dayanmaz hesabı, halkın yiyeceği de tükenmeye başlamış. İnsanlar lokmalarını sayar hâle gelmişler. Kıtlık sadece insanları değil hayvanları da vurmuş; bir deri bir kemik kalmışlar.

Hoca’nın emektar eşeği de kıtlıktan fazlasıyla nasibini almış; günden güne kötülemiş. Elinde avucunda bir şey kalmayan Hoca, eşeğin kulağına bir umut eğilip:

- Ölme eşeğim ölme, demiş, yonca bitecek. Sen de yersin ben de!

Tencere Yuvarlanmış Kapağını Bulmuş

Bir zamanlar Şenn adında çok zeki ve bilgili bir adam yaşamaktaydı.Bu adam bir gün kendisi gibi bilgin ve akıllı bir kız bulup evlenmek için atına atlayıp yola çıktı.Yolda bir adama rasladı.Adam köyüne gidiyordu.Şenn de adama katılıp birlikte yolculuk etmeye başladılar. Şenn adama sordu:

- Ben mi seni yükleneyim, yoksa sen mi beni yüklenirsin?

Adam:

- Bu nasıl söz?İkimiz de atlıyken birbirimizi nasıl yükleniriz?” diye yanıt verdi.

Biraz ilerleyip köye yaklaştıklarında, Şenn biçilmiş ekinleri görünce tekrar sordu:

-Bu ekinler yenmiş mi yenmemiş mi? Adam iyice sinirlendi:

-Be cahil adam! Ekini saplarıyla görüyorsun da yenip yenmediğini mi soruyorsun?

Köye varınca da bir cenazeye rastladılar. Şenn yine sordu:

- Bu tabutun içindeki ölü mü, yoksa diri mi?

Adam öfkeyle yüzünü çevirdi ve "Senin gibi tuhaf ve cahil bir adam görmedim!" diye çıkıştı. Adamcağız, sorularına bir anlam veremediği bu yol arkadaşını o gün evinde konuk etti.Evde Tabaka adında bir kızı vardı.Kız babasına konuğun kim olduğunu sordu.Adam da onun kendisine sorduğu aptalca soruları sıraladı ve pek tuhaf bir adam olduğunu söyledi.Fakat kız “Baba, o adam tuhaf değil” dedi.”Birinci sorusu,’Ben mi söze başlayayım sen mi?’ demektir.İkincisi, ‘Ekin sahipleri onun parasını yemişler mi acaba?’, üçüncüsü de,’Acaba bu ölü kendi adını yaşatacak evlat bırakmış mıdır?’ demektir.

Bunun üzerine adam, Şenn’in yanına dönüp soruların yanıtını aktardı.Şenn ise, “Bu sözler senin değil.Sahibini açıklar mısın?” deyince, adam kendi kızı olduğunu söyledi. Şenn , “Ben işte böyle bir kız arıyordum.” diyerek onunla evlenmek istedi. Anne babasının da rızasıyla Tabaka ile evlenen Şenn, kızı alıp ailesine götürdü.Çevre halkı da bu evlilik karşısında, “Vafeka şenn tabaka.”, yani “Kap kapağına uygun düştü.” dediler.Çünkü “Şenn” su kabı, “Tabaka” ise kapak anlamındadır. Türkçemizde ise bu söz, “Tencere yuvarlandı, kapağını buldu.” atasözüne dönüşmüştür.

İki Dirhem Bir Çekirdek

Keçiboynuzunun Yunanca adı "keration", İngilizcede "carob", Arapçada "kırrıt"tır. Keçiboynuzunun tohumu yıllarca elmas ölçmek için kullanılmış. Elmaslar,keçiboynuzu tohumları ile tartılıp satılırmış. Bu nedenle keçiboynuzu,kırat veya karat dediğimiz ölçü birimine isim babalığı yapmış.

Prof. Dr. Aydın Akkaya açıklamasına göre; Keçiboynuzu çekirdeği doğada ağırlığı değişemeyen bir tohumdur. Tohumlu bitkilerden yalnız keçiboynuzu uzun süre suda bekletildikten sonra filiz verebilir.Bu,hem çok kuruduğu ve meyvesinden çıktıktan sonra son ve sabit ağırlığını aldığı için hem de içine su alması ihtimalinin çok az ve çok uzun süreye bağlı olduğu içindir.

Bu sebeple Araplar,Selçuklular, Osmanlılar dönemlerinde ağırlık ölçüsü olarak kullanılmıştır. Dört tanesi bir dirhem eder. Dirhem 3 gr. ağırlığa eş kabul edilir. Satıcı, iki dirhemlik bir şey satarken (sekiz çekirdek) deyip,buda benim ikramım olsun derse, müşterinin saygın ve itibarlı olduğunu gösterirmiş. Çok şık ve gösterişli giyinen kişilere ‘’iki dirhem bir çekirdek‘’ denmesinin kökü buymuş.

Saman Altından Su Yürütmek

Vaktiyle köyün birinde ahalinin tarlaları ve meyve sebze bahçelerini suladığı bir su kaynağı varmış. Bu kaynak köyün ortak malıymış. Civarda başkaca su kaynağı olmadığından bütün köylü arazisini bu kaynaktan nöbetleşe sıra ile sularmış. Kimin ne vakit, ne kadar su kullanacağı belliymiş ve herkes kendi sırasını takip eder, komşularının hakkına da saygı gösterirmiş.

Ancak her köyde olduğu gibi bu köyde de açıkgöz bir adam varmış. Sebze bahçesi su kaynağının hemen yakınında bulunan bu adam,herkes gibi sırası geldiğinde gider, kaynaktan suyunu alırmış ama bununla yetinmeyip kaynak ile bahçesi arasına gizli bir su yolu kazmış.Kimseler farketmesin diye de su yolunun üzerini taşla tahtayla kapatıp üstüne de saman balyaları yığmış. Su , diğer vakitlerde bu saman altından aka aka açıkgözün tarlasına kadar gidermiş.

Yaz ortasında herkesin tarlası susuzluktan yanıp kavrulurken, onun ki fidanların boy üstüne boy attıkları, yemyeşil bir halde olurmuş.Üstelik bostanın ortasındaki sulama havuzu da, her zaman silme doluymuş. Köylüler “Bu işin içinde bir iş var.” diyerek araştırmışlar ve kısa bir süre sonra da bu uyanığın saman altından su yürüttüğünü farketmişler. Sonuç olarak bu deyim gizlice iş görmek, kimselere farkettirmeden işler çevirmek anlamında kullanılır.

Lafla Peynir Gemisi Yürümez

Rivayete göre bir zamanlar İsatnbul’da, Edirneli Aksi Yusuf adında bir peynir tüccarı var imiş. Madrabaz ve cimri birisi olup Trakya’dan getirttiği peynirleri İstanbul’da satar, artanını da deniz yoluyla İzmir’e gönderirmiş. İzmir’de peynir fiyatları yükseldikçe elinde ne kadar mal varsa gemilere yükletir ama navlunu peşin vermek istemeyerek, kaptanları yalanlarıyla oyalar durur, “Hele peynirler sağ salim varsın, istediğin parayı fazlafazla veririm.” diye vaatlerde bulunurmuş. Birkaç kez aldanan tüccar gemi kaptanlarından birisi, yine İzmir’e doğru yola çıkmak üzere iken diklenmiş:

-Efendi tayfalarıma para ödeyeceğim. Geminin kalkması için masarifim var. Navlunu peşin ödemezsen Sarayburnu’nu bile dönmem.

Aksi Yusuf her zamanki gibi:

- Hele peynirler salimen varsın… demeye başlar başlamaz gemici.

- Efendi, lafla peynir gemisi yürümez. Buna kömür lazım, yağ lazım.

Aksi Yusuf parayı ödemiş. O gün akşama kadar şu bir tek cümleyi sayıklayıp durmuş.

- Lafla peynir gemisi yürümez atasözü günümüze kadar ulaşmış.

Çıkar Ağzındaki Baklayı

Zamanında çok küfürbaz bir adam yaşarmış. Sonunda kendine yakıştırılan küfürbazlık ününe dayanamaz duruma gelmiş. Soluğu bir bilgenin yanında almış, ondan akıl danışmış. Her kızdığım konu karşısında küfretmek huyumdan kurtulmak istiyorum demiş. Adamın içtenliğini görünce bilge ona yardımcı olmaya karar vermiş. Bakkaldan bir avuç bakla tanesi getirtmiş ve bunları ‘küfürbazlık’tan kurtulmak isteyen adamın avucunun içine koydu.

Şimdi bu bakla tanelerini al, birini dilinin altına, ötekilerini cebine koy demiş. Konuşmak istediğin zaman bakla diline takılacak, sen de küfürden kurtulma isteğini anımsayıp o anda söyleyeceğin küfürden vazgeçeceksin. Bakla ağzında ıslanıp da erimeye başlayacak olursa cebinden yeni bir bakla çıkarırsın, dilinin altına onu yerleştirirsin. Adamcağız bilgenin dediğini yapmış. Bu ara da bilgenin yanından da ayrılmamaya çalışıyormuş. Yağmurlu bir günde birlikte bir sokaktan geçerlerken bir evin penceresi hızla açılmış ve genç bir kız başını uzatmış, seslenmiş:

Bilge efendi, biraz durur musun? demiş ve pencereyi kapatmış. Bilge söyleneni yapmış ama sicim gibi yağan yağmur altında iliklerine değin ıslanmış. Sığınacak bir saçak altı da yoktur. Üstelik niçin durdurulduğunu henüz bilmemektedir ve kız da pencereden kaybolmuştur. Bir ara evin kapısına varıp kızın ne istediğini sormak geçmiş içinden fakat tam kapıya yöneleceği sırada kız tekrar pencerede görünmüş ve aynı isteğini yinelemiş:

- Bilge efendi, lütfen birkaç dakika daha bekler misiniz?

Bilge içinden öfkelenmiş ama kızın isteğini de yerine getirmiş. Fakat yanındaki eski küfürbaz adam, kendini zor tutuyormuş. Bu arada yağmurun şiddeti gittikçe artıyor, bilge de, adam da, vıcık vıcık ıslanıyorlarmış. Bir süre sonra pencere açılmış ve kız yine seslenmiş:

- Gidebilirsiniz artık! demiş.

Bilge bu durumu çok merak etmiş ve sormuş:

- İyi de evladım bir şey yoksa bu yağmurun altında bizi niçin beklettin?

Penceredeki kız, bu soruyu pek umursamamış:

- Efendim, sizi elbette bir nedeni olmadan bekletmiş değilim demiş ve bekletme nedenini şöyle açıklamış:

Tavuklarımızı kuluçkaya yatırıyorduk. Yumurtaları tavuğun altına koyarken bir kavuklunun tepesine bakılırsa piliçler de tepeli olur, horoz çıkarmış. Annem sizi sokaktan geçerken görünce hemen yumurtaları kuluçkaya koydu ve yumurtaları tavuğun altına yerleştirene değin sizin pencerenin önünden ayrılmamanızı istedi.

Saygısızlığın böylesi karşısında bilgenin de tepesinin tası atmış. Yanındaki ‘eski’ küfürbaza dönmüş ve şöyle demiş;

- Hak ettiler bu ana kız demiş. Çıkar ağzından baklayı!

Dostlar Alışverişte Görsün

Nasreddin Hoca bir zamanlar yumurtacı esnaflığına soyunmuş. Ne var ki, on para saydığı yumurtayı dokuz paraya satıyormuş. Bakmışlar, Hoca iflas edecek.

- "Ne yapıyorsun Hocam?", demişler, "Bu külliyen zarar; artık alıp eksik satıyorsun."

Hoca: "Sağ olun dostlarım." demiş, "Ben yaptığımı biliyorum; dostlar alışverişte görsün."

Atasözleri ve Deyimlerin Ortaya Çıkış Hikayeleri

Atasözleri ve Deyimlerden Bazılarının Çıkış Hikayeleri

Bu içerikte en bilindik atasözleri ve deyimlerin çıkış hikayelerini sizler için bir araya getirdik. İşte, herkesin sıklıkla kullandığı atasözleri ve deyimlerden bazılarının çok ilginç çıkış hikayeleri...

Çizmeyi Aşmak

Fransa'da yapılan bir sergide büyük bir şovalye tablosunun önünden bir adam, tabloyu inceleyerek eleştirilerde bulunmaya çalışır. Ressam adamın yanına gelir ve sıkıntının ne olduğunu sorar. Adam, çizme ustası olduğunu ve tablodaki şovalyenin çizmelerinde birkaç hata olduğunu söyler. Ressam hemen eline fırça boya alır, adamın dediği yerleri yeniden çizmeye başlar. Düzenleme bittikten sonra kunduracı adam yine eleştiri yapmaya başlar. Çizmelerden sonra şovalyenin pantolonunda hatalar olduğunu söyler. Bu duruma öfkelenen ressam:

-Siz kunduracısınız, lütfen çizmeyi aşmayın demiş.

Üzerine Tüy Dikmek

Ortaçağ'dan günümüze gelen topuklu ayakkabı, şemsiye ve parfüm günümüzde farklı alanlarda kullanılmaktadır. O dönemlerde Avrupa'da tuvalet alışkanlığı ve temizliği henüz edinilmemişti. Yüksek zümre, sokağa çıkarken üç hizmetlisini de yanında götürürmüş. Hizmetlilerden biri şemsiyesini tutar çünkü kafasına insan dışkısı gelmesini istemez. Diğer görevli ise asilzade olur da bir yerde tuvalet ihtiyacının giderirse, dışkının üzerine parfüm sıkar. Diğer hizmetli ise dışkının üzerine tüy diker. Böylelikle tüy dikmek deyimi, Ortaçağ'dan günümüze kadar gelmiştir. 

Saman Altından Su Yürütmek

Geçmiş vaktin birinde su sıkıntısı yaşayan bir köy varmış. Tüm köylüler, ellerindeki nehiri ortaklaşa ve sırayla kullanarak suluyormuş. Sıra kime geldiyse o kişi nehirden kendi tarlasına doğru bir kanal açıp sudan faydalanıyormuş. Kendini köyün akıllısı sanan bir adam ise nehirden kendi tarlasına doğru ince bir kanal açar ve kanal üzerini de saman, çalı çırpı ile düzeltir. Böylece saman altından su yürütmek deyimi günümüze kadar gelmiştir. 

Tencere Yuvarlanmış Kapağını Bulmuş

Eski zamanlarda ismi Şenn olan akıllı bir adam varmış. Şenn bir gün kendini yollara vurur ve kendine uygun bir kadın aramaya başlar. Yolda bir adam rastlar ve birlikte yolculuk yapmaya başlarlar. Şenn adama sorduğu sorularla adamı çileden çıkarmış. Köye vardıklarında adamı evinde ağırlamış. Bu adamın bir de kızı varmış adı Tabaka olan. Kız dayanamayıp babasına adamın kim olduğunu sormuş. Adam da yolda karşılaştıklarını ve yol boyunca sorduğu saçma soruları anlatmış. Kızı tabaka ise bu soruları mantıklı bir şekilde cevaplamış. Ardından adam dayanamayıp Şenn'in yanına gitmiş ve soruların cevaplarını vermiş. Şenn bir an heyecanlanmış bu cevapları nereden öğrendin diye sormuş. Adam Tabaka isimli bir kızının olduğunu, cevapları da ondan öğrendiğini söylemiş. Bunun üzerine Şenn, adama kızıyla evlenmek istediği söyler ve iki genç evlenirler. Bu evlilik üzerine köy halkı Vafeka Şenn Tabaka demiştir. Dilimize ise Kap kapağına uygun düştü şeklinde çevrildi. Zamanla tencere yuvarlandı kapağını buldu atasözü ortaya çıktı. 

Çam Devirmek

Günün birinde hali vakti yerinde olan bir adam, Göztepe civarında olan arazisine yeni bir ev yaptırmak ister. Ev içinde pek çok ağaç kestirir. Ağaçların arasında meşe gürgen, çam ve ceviz yer almaktadır. Tüm işlerini hallettikten sonra Nişantaşı'ndaki evine gider. Zengin adam -Göztepe'deki evi kast ederek-, daha sonra uşağına bahçedeki çamları kestirip kalas yapmasını ister. Bunu üzerine Uşak Nişantaşı'ndaki evin bahçesindeki çam ağaçlarını kestirir. Bu olaydan sonra ise Çam Devirmek deyimi ortaya çıktı. 

Papucu Dama Atılmak

Osmanlı döneminde işleyişinin sürdüren, zanaat konusunda kanaat önderi olan bir teşkilat ayakkabı konusunda herkesin işi doğru yapması için bir uygulama geliştirir. Bu uygulamaya göre bir ayakkabıcı sattığı ya da tamr ettiği ayakkabıda iyi bir iş çıkarmazsa teşkilat müşterinin parasını iade eder. kötü imal edilmiş ayakkabıyı ise ayakkabıcının dükanının damına atarmış. Böylelikle kim daha iyi ayakkabı yapıyor anlaşılıyormuş. 

Çıkar Ağzındaki Baklayı

Eski zamanlarda bir şeyh ve derviş varmış. Şeyh, bu dervişi çok sever sayarmış. Fakat dervişin kötü bir alışkanlığımış, ağzından küfür hiç eksik olmazmış. Şeyh bir gün dayanamamış, dervişe üç bakla tanesi vermiş. Şeyh, baklaları dervişe verip, sadece uyurken ağzından çıkarmasını onun haricinde gün içinde hep ağzında tutmasını ister. Gel zaman git zaman baklalar işe yarar ve şeyh artık küfür etmemeye başlar. Bir gün şeyh ve derviş bir yere davet edilir ve birlikte yola çıkarlar. Tam yola çıktıkları sıra bardaktan boşalırcasına yağmur yağmaya başlar. Yollarına acele acele devam ederlerken genç bir kadın cama çıkar ve şeyhe ile dervişe seslenir. Derviş ve şeyhi o yağmurun altında dururlar. Kadın uzun süre bakar şeyh ve dervişe. Şeyh dayanamaz ve neden bekletildiklerini sorar. Bunu üzerine genç kadın yağmurlu bir günde kavuklu birine bakılırsa kuluçkadaki tavukların daha büyük olacağını söyler. Bu cevaba katlanamayan şeyh derviş döner ve çıkar ağzındaki baklayı der.


AVUCUNU YALA
('Beklediğin olmadı; umduğunu bulamadın' anlamında kullanılan bir deyim.)
Bu deyim, kışın karlı ve soğuk havalarda inine kapanarak, tabanlarının altını yalamak suretiyle karın doyurmaya uğraşan ayıların hareketinden alınmadır.
Çünkü ayılar kışın arasa da yiyecek bulamaz hareket edecek olsa da, boşuna enerji tüketmiş olur. Bunu iyi bilen ayılar kış uykusuna yatar. Ayağını yalamakla yetinir yazın gelmesini bekler. Başka yapacak bir şeyi yoktur.

AĞZINDAN BAKLAYI ÇIKARMAK
(Sabrı tükenip, o zamana kadar söylemediğini söyleyivermek anlamında bir deyim.)
Eski zamanlarda çok küfürbaz bir adam varmış. Memleketin müftüsü bu adamı çağırıp sık sık nasihat edermiş.
Küfür edeceği sırada aklına gelip, vazgeçmesi için de ağzında bir bakla tanesi tutmasını önermiş.
Bir gün yine müftü efendi bu adama nasihat ederken, münasebetsizin biri içeri girmiş ve müftüye sormuş:
-   Müftü efendi, sağdıcım öldü. Bana mirasının kaçta kaçı isabet eder?
Canı sıkılan müftü, küfürbaza dönmüş:
-Çıkar ağzından şu baklayı da, bu herife gerekli cevabı kendi usulüne göre sen ver, demiş.

İPE UN SERMEK
(İstenilen işi yapmamak için çeşitli bahaneler uydurmak, güç koşullar öne sürmek, güçlük çıkarmak anlamında bir deyim.)
Nasreddin Hoca'nın, aldığını bir türlü geri vermeyen ya da kırık dökük, delik, kopuk, sakat olarak geri getiren bir komşusu Hoca'dan bir gün urgan ister. Hoca da:
- Bizim hanım biraz evvel urganın üzerine un serdi, veremeyiz, der.
Komşusu güler:
- Aman hocam, hiç urgan üstüne un durur mu, ipe un serilir mi? diye sorunca, Hoca cevabı yapıştırır:
- Neden serilmesin. Vermeye gönlüm olmayınca, ipe un da serilir elbet.

AYIKLA PİRİNCİN TAŞINI
(Bir zorluğu çözümlerken, bir engeli ortadan kaldırmaya çalışırken bazen hiç beklenmedik sürpriz olaylar çıkar ve daha büyük engeller karşınıza dikilir. Böyle durumlarda bu deyim kullanılır.)
Deyimin öyküsü Osmanlı tarihine dayanır. Yavuz Sultan Selimin Yemen'i Osmanlı topraklarına katmasından bir süre sonra Yemen'de isyan çıkmış, uzun uğraşmalar sonunda Yemen Fatihi Sinan Paşa duruma hakim olmuş; Yemen bundan sonra 400 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmıştı.
Söylentiye göre Sinan Paşanın askerleri bir gün çölde konaklamış. Yemek pişirmek üzere hasır torbalar içindeki mısır pirinçlerini yere serdikleri büyük bir çadırın üstüne dökmüş ve taşlarını ayıklamaya başlamışlar.
Bu sırada bir fırtına çıkmış ve rüzgârın savurduğu bir kum bulutu pirinçlerin üstüne inerek, ufak bir tümsek halinde yığılmış.
Kumların altında kalan pirinçlere bakakalan yeniçeriler arasından şakacı bir asker, arkadaşlarına:
-Biz Allah'ın nimetini taşlı diye beğenmiyorduk, bizim gibi günahkar kullara üç beş taş az bile gelir. Asıl şimdi ayıklayın bakalım pirincin taşını. Ulu tanrımız, Kabe'ye hücum eden fil sahiplerinin başına ebabil kuşlarından taş yağdırmıştı. Bizim başımıza da daha büyük taş yağdırmadan hemen tövbe edelim, diyerek arkadaşlarını güldürmüş.

FOYASI MEYDANA ÇIKTI
(Aslı astarı araştırıldı, hilesi meydana çıktı anlamında bir deyim.)
Kuyumcular süs eşyalarında kullandıkları elmasların arkasına, 'foya' denilen bir madde sürer, ayna gibi, ışığı yansıtarak, daha çok parlamasını sağlarlar.
Zamanla bu foya dökülür, taş da eski parlaklığını yitirir. Buna foyası çıkmış derler. Bunun gibi, hilekar kişilerin yalanları ortaya çıkınca, aynı deyim kullanılır.

ATEŞ ALMAĞA MI GELDİN?
(Ziyaretini çok kısa tutan, gelir gelmez gitmeye kalkan kişiye söylenen, 'çok çabuk gidiyorsun' anlamında bir deyim.)
Eskiden kibrit yokmuş. Ateş sönünce, ateş küreği ile komşuya gidilir, bir parça ateş alınırmış.
Ateş almak için komşuya geçen kadınlar, kürekteki ateş sönmesin diye oturup çene çalamazlar ve acele ederlermiş.
Kapıdan içeri girmeyerek, kısa bir konuşmadan sonra gitmek isteyen ziyaretçilere:
-Ateş almaya mı geldin? denmesi de işte bu devirlerden kalmadır.

ELİNE SU DÖKEMEZ
(İki kişiyi karşılaştırırken, daha önemsiz, değersiz, yeteneksiz, geri gördüğümüz kişi için, ötekinin eline su bile dökemez deyimini kullanırız.)
Eskiden, namaz abdesti alınırken, abdest alan kişi, bir usta ise, çırakları, kalfaları; Medrese hocası ise mollaları; öğretmen ise öğrencileri, eline ibrikle su dökerek abdest almasına yardımcı olurlardı.
Böyle önemli bir kişinin eline, yolu yordamınca, ibrikten su dökmek için, o kişiye biraz yakın olmak, onun yanında iyi kötü bir yer almış bulunmak gerekirdi. Yoksa her önüne gelenin yapacağı iş değildi.
İşte bu nedenle, iki değerli kişi ölçülürken, bilgisi, yeteneği, zekası daha az olan için, bu deyim kullanılır.

ÇİL YAVRUSU GİBİ DAĞILMAK

(Topluluk halinde bulunan insanların, hayvanların her birinin bir yana dağılması anlamında bir deyim.)
Keklik kuşunun bir adı da çildir. Tüylerindeki benekler yüzünden bu isim verilmiştir. Dişi keklik yavru çıkarınca, onlarla hiç ilgilenmez, kendi başlarına bırakır. Yumurtadan çıkan yavrular, seke seke çevreye dağıldıklarından, sözün buradan kaynaklandığı söylenebilir.

ÇİZMEDEN YUKARI ÇIKMAK
(Bilmediği işe, yetkisi dışındaki konuya karışmak anlamında bir deyim.)
19.yüzyılda, Fransız ressamlarından Delacroix Paris'te bir resim sergisi açmıştı. Sergiyi gezenlerden bir kişi, büyükçe bir şövalye tablosunun önünde uzun süre durarak, yakından uzaktan ciddi ciddi seyreder, beğenmediğini belirten bir biçimde de başını sallarmış. Bu durum ilgisini çeken ressam yanına gelerek sormuş.
- Bu tablo ile çok ilgilendiğiniz belli oluyor.
- Evet, demiş adam. Şövalyenin çizmesindeki körük kıvrımlarında hatalar var.
- Pekiyi nasıl anladınız, işiniz bu mu?
- Ben kunduracıyım, çizme dikerim, deyince ressam hemen tuvalini ve boyalarını getirerek adamın söylediği biçimde çizmeyi düzeltmiş ve gerçekten daha iyi olduğunu görmekten memnun olarak adama teşekkür etmiş. Fakat adam yine tablonun başından ayrılmadan, bu kez de şövalyenin pantolonunda ve kemerinde de hatalar olduğunu belirtince bu çok bilmişliğe dayanamayan ressam:
-Bak dostum demiş, sen kunduracısın, çizmeden yukarı çıkma!

ÇAM DEVİRMEK , POT KIRMAK
(Başkalarını kızdıracak, üzecek, gereksiz, münasebetsiz söz söyleme anlamında bir deyim.)
Zengin bir adamın, Göztepe Erenköy taraflarında, sekiz on dönüm bahçeli, büyük bir köşkü varmış.
Adam bu bahçenin bir köşesine bir bina daha yaptırmaya karar vermiş.
Eski binalar hep ahşap yapıldığı için, gereken keresteyi tomruk halinde getirtmiş ve inşaat yaptıracağı yere istif ettirmiş.
Bu tomrukların içinde çam, gürgen, meşe ve ceviz ağaçları da bulunuyormuş. Sayfiye mevsimi olmadığı için Nişantaşı'ndaki konağında oturan zengin adam bir sabah, köşküne gitmiş ve köşkün saf bekçisine emir vermiş:
-Bir hızarcı bul, bahçedeki ağaçların arasındaki çamları biçtir, tahta ve kalas yaptır, demiş.
Saf uşak da efendisinin emri üzerine hızarcıları bulmuş. Çam tomrukları yerine, köşkün bahçesinde ne kadar kıymetli çam ağacı varsa kestirip devirmiş. Bu akılsız uşağın adı, çam deviren uşak kalmış.

BİR ÇUVAL İNCİRİ BERBAT ETMEK
(Yanlış bir davranış veya sözle, olumlu giden bir işi bozmak anlamında bir deyim.)
İncir satılmak üzere hazırlanırken, içlerinde çürük, kurtlu, hastalıklı olanlar ayrılır. İyi ayıklanmaz da içlerinde kurtlu, çürük olanlar kalırsa, ötekileri de bozar, çürütür.
İyi ayıklanmayan bir iki çürük incirin, bir çuval inciri bozduğu gibi, bir toplulukta bir kişinin ağzından çıkan münasebetsiz, gereksiz bir söz de, topluluğun neşesini kaçırır, keyfini bozar.

ELİ KULAĞINDA
(Hemen, az sonra beklenen işler için kullanılan bir deyim.)
İslamiyet'in ilk yıllarında ezan okunurken. Mekkeli müşrikler(inanmayanlar) alay ettikleri ve okuyanı şaşırttıkları için, ilk müezzin Bilal Habeşi, elleri ile kulaklarını tıkayarak okurdu. Birisi yanındakine, 'Ezan okundu mu?' diye sorduğu zaman, eğer ezan çok yakın ise, diğeri şöyle cevap verir: 'Hayır okunmadı ama, eli kulağında'
Olması çok yakın işler için hemen, eli kulağında gibi sözlerin kullanılması buradan kalmıştır.

DEVLET KUŞU KONMAK
Bir rivayete göre, vaktiyle İran'da hükümdarlar öldüğü zaman, bütün şehir halkı sarayın önündeki meydanda toplanırmış. Sarayın balkonundan, adına devlet kuşu denilen bir kuş uçurulur, kimin başına konarsa, o adam ülkeye hükümdar olurmuş.
Gerçi tarihte, gerek İsa'dan önce İran'da yaşayan Medler ve Persler, gerek İsa'dan sonra yaşayan kavimler zamanında, böyle garip bir yolla hükümdar seçildiğini gösterir bir kayıt yoktur; üstelik böyle bir seçim yapılmış olması, mantığa da uygun düşmemektedir. Ama hak etmediği yerlere, şans eseri gelenler için, 'başına devlet kuşu kondu' denmesi, yukarıda sözü edilen masaldan gelmiş olsa, yerinde ve anlamlı bir sözdür.

DİMYAT'A PİRİNCE GİDERKEN EVDEKİ BULGURDAN OLMAK
(Daha fazla kazanacağını daha iyisini elde edeceğini umarken, elindekinden olmak anlamında bir deyim.)
Dimyat Mısır'da Süveyş Kanalı ağzında ve Portsait yakınlarında bir iskeledir. Eskiden Mısır'ın meşhur pirinçleri, ince hasırdan örülmüş torbalar içinde buradan Türkiye'ye gelirdi.
Dimyat'a pirinç almaya giden bir Türk tüccarının bindiği gemi Akdeniz'de Arap korsanları tarafından soyulmuş ve adamcağızın kemerindeki bütün altınlarını almışlar.
Binbir müşkilât içinde Türkiye'ye dönen pirinç tüccarı o yıl iflas etmek durumuna düşmüş. İstanbul'dan kalkmış memleketi olan Karaman'a gitmiş. O sene tarlasından kalkan buğdayları da bulgur tüccarlarına sattığından, kendi ev halkı kışın bulgursuz kalmışlar. Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak sözünün aslı buradan kalmıştır.

DOSTLAR ALIŞVERİŞTE GÖRSÜN
(Aslında doğru dürüst bir işle meşgul değilken, öyleymiş gibi göstermek; boş durmamak için yapılan, fazla kârı olmayan işler hakkında söylenen bir deyim.)
Nasreddin Hoca, yumurtanın sekizini bir akçeye alır, dokuzunu bir akçeye satarmış.
Hoca'nın bu acayip ticaretini görenler, nedenini sormuşlar. Hoca da cevaben:
-Dostlar alışverişte görsün, demiş.

ÇATTIK BELAYA MÜSTEFİLATUN
(Çapraşık, içinden çıkılması kolay olmayacağı anlaşılan bir durumla karşılaşıldığını anlatan bir deyim.)
Vaktiyle İzmir Lisesinde edebiyat sınavına giren bir öğrenciden, müstefilatun vezninde bir kelime söylemesini istemişler.
Çocuk düşünmüş, bir türlü bulamamış. 'Çattık belaya müstefilatun' diye mırıldanıyormuş. Öğretmenlerden birinin kulağına gitmiş. 'Ne dedin, ne dedin? Bir daha söyle' demiş. Zavallı öğrenci bir kabahat işlediğini sanarak: 'Yok efendim, ben bir şey demedim' deyince, gülmüşler: 'Oğlum, işte buldun, (çattık belaya) kelimesi müstefilatun veznindedir.' diye, iyi not vermişler.

ATEŞ PAHASI
(Çok pahalı anlamında kullanılan bir deyim.)
Kanuni Sultan Süleyman, adamlarıyla avlanmaya çıkmış. İstanbul çevresinde avlanırken oldukça uzaklaşmışlar. Hava birden bozmuş ve çok şiddetli bir yağmura tutulmuşlar. Islanmış ve üşümüş olarak bir kömürcü kulübesine sığınmışlar. Her ne kadar kendilerini tanıtmak istemeseler de kömürcü işi anlamış. Bunlara hemen bol ateş yakmış, ısıtmış, sıcak bir şeyler ikram etmiş. Gidecekleri sırada, Sultan Süleyman, kömürcüye ateş yaktığından dolayı kaç para borçları olduğunu sormuş. O da:
- Bin altın, demiş.
Parayı çok fazla bulan vezir:
- Bu ateşin ücreti çok pahalı, deyince, padişahın:
- Bu ateş değdi, pahasını da verin, demesi üzerine bu deyim 'ateş pahası' olarak dilimize yadigar kalmıştır.

EŞEK SUDAN GELİNCEYE KADAR DÖVMEK
(Adamakıllı dövmek anlamında kullanılan bir deyim.)
Balkan Harbi sıralarında cephedeki bir askerî birlikte su ihtiyacını her bölüğün saka neferleri temin ederdi.
O zamanlar, mekkare katırlarından başka adına karanfil kolu denilen, merkepli nakliye kolları da vardı. Her bölüğe de bir merkep tahsis edilmiş. Saka neferleri bu eşeklere yükledikleri fıçılarla, ordugâha yarım saat uzaklıktaki bir pınardan su taşırlarmış.
Bölüklerden birisinin saka neferi çok saf ve tembel imiş. Bir gün pınar başında yatmış, uyumuş. Eşek de çimenler üzerinde otlarken uzaklara gitmiş.
Uyandığı zaman akşam olmak üzere imiş. Merkebi aramış, bulamamış. Koşarak bölüğe gelmiş. Susuzluktan kıvranan bölüğün çavuş ve onbaşıları sakayı yakaladıkları gibi, bölük kumandanı alaylı yüzbaşının karşısına çıkarmışlar.
Çok sert ve aksi bir adam olan yüzbaşı saka neferini sorguya çekmiş. Neticede uyuduğunu ve eşeğini kaçırdığını öğrenince, hemen etrafa atlılar çıkarıp eşeği aratmaya göndermiş. Sakayı da çadırın direğine bağlayıp başlamış dayak atmaya. Can acısı ile avaz avaz bağıran saka:
- Aman yüzbaşım, ölüyorum, bir daha uyumayacağım. Artık dövme! diye yalvardıkça, yüzbaşı:
- Acele etme, daha eşek bulunamadı. Eşek sudan gelinceye kadar dayak yiyeceksin ki bir daha eşeğine sahip olup, muharebe yerinde, vazife başında uyumayacaksın, demiş.

Bu yazıların bir kısmı İskender Pala'nın İki Dirhem Bir Çekirdek adlı kitabından alınmıştır.

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır