ayetel kürsi taşımanın faydaları / Ayetel kürsi üstünde taşımak

Ayetel Kürsi Taşımanın Faydaları

ayetel kürsi taşımanın faydaları

İnşirah Suresi Arapça Türkçe Okunuşu Anlamı ve İnşirah Suresi Faydaları Fazileti

İnşirah (Elemneşrahleke) suresinin Türkçesi, Arapça okunuşu, anlamı ve tefsiri. İnşirah suresi fazileti ve meali nedir? İnşirah (Elemneşrahleke) suresinin fazileti nedir?  İnşirah (Elemneşrahleke) suresi hakkında bilinmesi gerekenler

İnşirah suresi Mekke’de nâzil olmuştur. Elemneşrahleke suresi olarakda bilinir. 8 âyettir. Birinci âyetinde Resûlullah (s.a.s.)’in sadrının açılıp genişletilmesinden bahsedilmesi sebebiyle اَلإنْشِرَاحُ (İnşirâh) olarak isimlendirilmiştir. اَلشَّرْحُ (Şerh) ve اَلَمْ نَشْرَحْ (Elem neşrah) isimleriyle de anılır. Mushaf tertîbine göre 94, iniş sırasına göre sûredir.

"Duha" suresi, vahyin birkaç gün kesilmesi ve Resulullah'ın gönlüne bir sıkıntının çökmesi üzerine inmiş gönlüne ferahlık gelmişti. İnşirah suresi bu ferahlığı pekiştirerek şanını yüceltmekte ve ona verdiği nimetleri sıralamaktadır.

İnşirah suresi ile ilgili sizler için hazırladıklarımız:

  • İnşirah(Elemneşrahleke)Suresi Arapça
  • İnşirah Suresi Türkçe Okunuşu
  • İnşirah Suresi Anlamı
  • İnşirah Suresi Dinle (Fatih Çollak)
  • İnşirah Suresi MP3 Dinle (Fatih Çollak)
  • İnşirah Suresinin Kısa Tefsiri (Video)
  • İnşirah (Elemneşrahleke) Suresi Nasıl İnmiştir?
  • İnşirah Sures'nin Adının Anlamı
  • İnşirah Suresi Fazileti
  • İnşirah Suresi İle Tefekkür
  • İnşirah Suresi Tefsiri Uzun (Prof. Dr. Ömer Çelik)
  • Namazda Okunan Sureler
  • Ayetel Kürsi'nin Okunuşu, Anlamı ve Tefsiri
  • Yasin Suresi, Tebareke, Amme, Rahman, Vakıa ve Fetih Suresi Dinle (Arapça ve Türkçe Okunuşu)

İNŞİRAH SURESİ OKU - ARAPÇA

İNŞİRAH SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU(İnşirah Suresi Türkçesi) *

(*Türkçe okunuşlarından Kur'an-ı Kerim okumak uygun görülmemektedir. Ayetler Türkçe olarak arandıkları için aramalarda çıkmak için sitemize eklenmiştir.)

Bismillâhirrahmanirrahim

1- Elem neşrah leke sadrak(e)

2- Ve vada’nâ ’anke vizrek.

3- Elleziy enkada zahrek.  

4- Ve refa’nâ leke zikrek.

5- Feinne me’al’usri yüsrâ.

6- İnne me’al’usri yüsrâ.

7- Feizâ ferağte fensab.

8- Ve ila Rabbike ferğab.

İNŞİRAH SURESİ’NİN ANLAMI

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla

1- Rasûlüm! Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?

2- Üzerinden kaldırıp atmadık mı o çok ağır yükünü:

3- Belini çatır çatır çatırdatan o ağır yükünü!

4- Senin ismini ve şânını yüceltmedik mi?

5- Her zorlukla beraber elbette bir kolaylık vardır.

6- Evet, her zorlukla beraber elbet bir kolaylık vardır.

7- O halde mühim bir işi bitirdiğinde hemen başka bir mühim işe sarıl.

8- Dua ve niyazla yalnızca Rabbine yönelip yalvar!

İNŞİRAH SURESİ DİNLE FATİH ÇOLLAK

İNŞİRAH SURESİ’NİN KISA TEFSİRİ

İNŞİRAH SURESİ HAKKINDA BİLGİLER

Mushaftaki sıralamada doksan dördüncü, iniş sırasına göre on ikinci sûredir. Duhâ sûresinden sonra, Asr sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

  • İnşirah Suresinin Adının Anlamı

İnşirah “açılıp genişlemek, huzura kavuşmak” anlamlarına gelmektedir. İlk âyetinde aynı kökten olan fiil kullanıldığı ve Hz. Peygamber’in gönül ferahlığına ve huzura kavuşturulduğu bildirildiği için sûre “İnşirah” adını almıştır. Ayrıca “Şerh, Elem neşrah” adlarıyla da anılmaktadır.

Konu itibariyle bu sûrenin Duhâ sûresiyle çok benzerliği ve yakın bir alakası vardır. Bu sûrede de yine Efendimiz (s.a.s.)’e ihsan edilen hususi nimetler sayılır. Her zorlukla beraber elbette bir kolaylık olduğu hatırlatılarak, müşriklerin baskısı altında zor günler yaşayan müslümanlar teselli edilir. Buna mukâbil şükür, gayret ve zikrin artırılması talep edilir.

Sûrede Yüce Allah’ın Hz. Peygamber’e mânevî lutufları özetlenmekte, her güçlükle birlikte mutlaka bir kolaylığın olduğu bildirilerek Mekke’de putperestlerin baskısı yüzünden sıkıntı çeken Resûlullah ile Müslümanlara teselli ve ümit verilmekte; onlardan Allah’a ibadet ve itaatlerini sürdürmeleri istenmektedir.

İNŞİRAH SURESİ’NİN FAZİLETİ

İNŞİRAH SURESİYLE TEFEKKÜR

İNŞİRAH SURESİ UZUN TEFSİRİ (Prof. Dr. Ömer Çelik)

İnşirah Suresi ayetlerin tefsiri:

  • 1: Rasûlüm! Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?
  • 2: Üzerinden kaldırıp atmadık mı o çok ağır yükünü:
  • 3: Belini çatır çatır çatırdatan o ağır yükünü!
  • 4: Senin ismini ve şânını yüceltmedik mi?

Yüce Allah, Habîb-i Ekrem’ine olan lutuflarını sayarak, onun bir taraftan risâletin ağır yükü, diğer taraftan da müşriklerden gelen aşırı baskılar altında daralan gönlünü teselli ediyor, ferahlatıyor, huzura kavuşturuyor.

Burada Efendimiz (s.a.s.)’e ihsan edilen üç büyük ilâhî nimet hatırlatılır:

Cenâb-ı Hak onu şerh-i sadra nâil kılmıştır.

اَلشَّرْحُ (şerh), açma, genişletme; اَلصَّدْرُ (sadr) göğüs anlamındadır. “Şerh-i sadr” ise, göğsü açıp genişletmek demektir. Allah tarafından bahşedilecek gönül rahatlığı, ilâhî bir nûr ve ruh ile onu geniş hale getirmektir. Şerh-i sadr’dan asıl maksad, neticesi mârifet ve itaat olan manevî bir genişlemedir. Bu yolla kalpten Allah rızâsından başka bütün tasa ve düşünceler çıkar. Böylece kalp, ne dünyalık bir şey umar, ne de dünya ile alakalı bir şeyden korkar. Bilindiği üzere kalbin dünyaya arzu duyması onun, aileye, çoluk çocuğa, onların faydasına olan şeyleri elde edip zararına olanları defetmeğe bağlanıp kalmasıdır. Korkusu ise, düşmanlarından korkmasıdır. Allah kulun kalbini genişletince onun gözünde dünyalık her şey değerini yitirir; bunların sivrisinek kadar kıymeti kalmaz. Böylece ne onlara rağbet eder, ne de onlardan korkar. Allah’ın dışında her şey, onun gözünde adeta yok hükmünde olarak kalbi bütünüyle Allah’ın rızâsını kazanmaya yönelir. Şu hadis-i şerif bu hakikati anlatır:

Bir gün ashâb-ı kirâm  Efendimiz (s.a.s.)’e:

“− Ey Allah’ın Rasûlü! Göğüs açılır mı?” diye sordular. Peygamberimiz (s.a.s.):

“− Evet” buyurdu. Onlar:

“− Alameti nedir?” diye sorduklarında ise Efendimiz:

“− Aldanma yurdundan uzaklaşmak, ebediyet yurduna yönelmek ve gelmeden önce ölüm için hazırlık yapmaktır” şeklinde cevap verdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, VIII, 37)

 Buna göre “şerh-i sadır”dan maksat, Peygamberimiz (s.a.s.)’in göğsünün mânevî bir inşiraha kavuşmasıdır. Resûl-i Ekrem (s.a.s.), peygamberliğin ilk sıralarında karşılaştığı şiddetli düşmanlıklar ve engellemeler yüzünden göğsü daralmış, insanlar ve cinlerle uğraşmak önce ona zor ve ağır gelmişti. Fakat Allah Teâlâ ona yardım ve inâyetini gönderdi. Göğsünü genişletti. Böylece o, bütün zorlukları aşma gücü ve imkânı buldu. Yüklenmiş olduğu her meşakkat gözünde küçüldü. Kalbinden bütün keder ve düşünceler çıktı. Orada tek düşünce olarak yalnız Rabbini razı etme düşüncesi kaldı. Şu halde “göğsün genişletilmesi”, Efendimiz’in, dünyanın değersizliğini ve esas hayatın âhiret hayatı olduğunu tam olarak bilmesidir. “Allah, kimi doğru yola erdirmek isterse onun göğsünü İslâm’a açar…” (En‘âm 6/) ayeti de bu mânadadır. Bu sebepledir ki, İbn Abbas (r.a.) “Elem neşrah” ayetini, “Allah onun göğsünü İslâm’a açtı” şeklinde tefsir eder. (bk. Buhâri, Tefsir 94)

Belini çatırdatan yükü kaldırmıştır.

Burada kullanılan اَلْوِزْرُ (vizr) kelimesinin hem “günah”, hem de “ağır yük” mânası vardır. Efendimiz (s.a.s.)’in hâline uygun olanı “ağır yük” olarak anlaşılmasıdır. Çünkü Resûlullah (s.a.s.)’in peygamberlik öncesi hayatı da çok nezih geçmiştir. Asla putlara tapmamış, İslâm’ın günah saydığı hiçbir iş yapmamıştır. Nübüvvetten sonra, Kur’ân-ı Kerîm’de de zaman zaman işaret edildiği üzere bazı ictihat hataları olmuşsa da, bunlar günah değil, ecir ve sevap vesilesidir. Dolayısıyla burada Efendimiz (s.a.s.)’in sırtından kaldırılan yük, arasında yaşadığı toplumun inanç ve ahlâk yö­nünden içine düştüğü fecî durumdan dolayı duyduğu ıstıraptır. Cenâb-ı Hak, ona gönderdiği vahiyle bu yükü onun sırtından kaldırmış, ona ne yapacağını öğretmiştir. Ayrıca Peygamberimiz İslâm’ı tebliğ ederken düşmanların çok şiddetli tepkileriyle karşılaşıyordu. Bâtıla karşı verdiği bu çetin mücadelede birçok ilâhî yardım ve inayete mazhar kılınarak, belini çatırdatan o ağır yük hafifletilmiştir.

Şan ve şerefini yüceltmiştir.

Allah Resûlü (s.a.s.), peygamberlikten önce toplum içinde yaşayan diğer fertlerden bir fertti. Tanınmış, meşhur biri değildi. Allah Teâlâ ona nübüvvet ve risâlet vererek şânını yüceltti. Kısa zamanda ünü arttı. müslümanların sayısı arttıkça onun ünü de arttı. Henüz hayattayken tüm Arabistan halkının gönlünde onun muhabbeti çarpmaya başladı. Vefâtından sonra da şanı şöhreti tüm dünyaya yayıldı. Gün geçtikçe ona inananlar artmakta ve onun emsalsiz şahsiyeti daha iyi anlaşılmaktadır. Dünyada iki milyara yakın müslüman her namazda ona salavat okumakta, namaz dışında da ona milyonlarca salât ve selâm göndermektedir. Günde beş vakit dünyanın her bir yerinde aralıksız okunan ezanlarda Allah Teâlâ’nın ismiyle beraber onun ismi de ufuklarda çınlamaktadır. Kelime-i şehâdette Rabbimizin zikriyle onun zikri de büyük bir iman, saygı ve edeple tekrarlanıp durmaktadır. Kur’an ona itaati Allah’a itaat saymıştır. (bk. Nisâ 4/80) Onun âlemlere rahmet olarak gönderildiğini ilan etmiştir. (bk. Enbiyâ’ 21/) Gökyüzün­de melekler, yeryüzünde müminler tarafından hürmetle anılmaktadır. (bk. Ahzâb 33/56) İşte ona nasip edilen bu cihanşumûl şeref, tâzim ve muhabbet, Allah’ın ona büyük bir lütfu ve rahmeti, “onun zikrini yüceltmesi”nin pek hayırlı bir neticesidir.

Öyleyse şunu hatırdan çıkarmamak gerekir ki:

  • 5: Her zorlukla beraber elbette bir kolaylık vardır.

Her zorlukla beraber elbette bir kolaylık bulunduğu iki kez tekitle vurgulanır. Bu ilâhî müjde, zorluklara göğüs germe, sabretme ve tahammül gösterme açısından mü’min gönülleri teselli, gayret, aşk ve muhabbetle doldurur. Nitekim bu âyetlerin indiği zamanda Allah Resûlü (s.a.s.) ve beraberindeki bir avuç sahabî, müşriklerin bin bir türlü eziyet, işkence ve baskıları altında ıstırap çekiyorlardı. Bu hal hem Efendimiz (s.a.s.)’i hem de müminleri üzüyordu. Yüce Allah bu müjde ile onlara, şimdi pek çok sıkıntılarla ve zorluklarla karşılaşsalar da sonunda İslâm davasının başarıya ulaşacağını, bu zorlukların ardından kolaylıkların geleceğini müjdelemektedir.

Bu sûre nâzil olunca Resûlullah (s.a.s.), her zorluğun yanında mutlaka bir kolaylığın da bulunacağının iki kez zikredilmesinden hareketle, mü’minlere: “Müjdeler olsun! Size kolaylık geldi; artık bir zorluk iki kolaylığa asla galip gelemez!” buyurmuş­tur. (Muvatta, Cihad 6)

Efendimiz (s.a.s.)’in bu müjdesini şâir şu beyitleriyle ne güzel terennüm eder:

اِذَا ضَاقَ بِكض الأمْرُ  تَفَكَّرْ ف۪ي اَلَمْ نَشْرَحْ

فَعُسْرُ بَيْنَ يُسْرَيْنِ   اِذَا تَفَكَّرْتَ تَفْرَحْ

“Zorlukların ve sıkıntıların içinde boğulduğun zaman İnşirâh sûresi üzerinde derin derin tefekkür et. Çünkü orada «bir zorlukla beraber iki kolaylığın olduğu” müjdelenmektedir. Bunu düşünüp anladığın zaman ferahlarsın.”

Bu mânevî ve ruhî gerçekleri dikkate alıp:

  • 6: Evet, her zorlukla beraber elbet bir kolaylık vardır.

Her zorlukla beraber elbette bir kolaylık bulunduğu iki kez tekitle vurgulanır. Bu ilâhî müjde, zorluklara göğüs germe, sabretme ve tahammül gösterme açısından mü’min gönülleri teselli, gayret, aşk ve muhabbetle doldurur. Nitekim bu âyetlerin indiği zamanda Allah Resûlü (s.a.s.) ve beraberindeki bir avuç sahabî, müşriklerin bin bir türlü eziyet, işkence ve baskıları altında ıstırap çekiyorlardı. Bu hal hem Efendimiz (s.a.s.)’i hem de müminleri üzüyordu. Yüce Allah bu müjde ile onlara, şimdi pek çok sıkıntılarla ve zorluklarla karşılaşsalar da sonunda İslâm davasının başarıya ulaşacağını, bu zorlukların ardından kolaylıkların geleceğini müjdelemektedir.

Bu sûre nâzil olunca Resûlullah (s.a.s.), her zorluğun yanında mutlaka bir kolaylığın da bulunacağının iki kez zikredilmesinden hareketle, mü’minlere: “Müjdeler olsun! Size kolaylık geldi; artık bir zorluk iki kolaylığa asla galip gelemez!” buyurmuş­tur. (Muvatta, Cihad 6)

Efendimiz (s.a.s.)’in bu müjdesini şâir şu beyitleriyle ne güzel terennüm eder:

اِذَا ضَاقَ بِكض الأمْرُ  تَفَكَّرْ ف۪ي اَلَمْ نَشْرَحْ

فَعُسْرُ بَيْنَ يُسْرَيْنِ   اِذَا تَفَكَّرْتَ تَفْرَحْ

“Zorlukların ve sıkıntıların içinde boğulduğun zaman İnşirâh sûresi üzerinde derin derin tefekkür et. Çünkü orada «bir zorlukla beraber iki kolaylığın olduğu” müjdelenmektedir. Bunu düşünüp anladığın zaman ferahlarsın.”

Bu mânevî ve ruhî gerçekleri dikkate alıp:

  • 7: O halde mühim bir işi bitirdiğinde hemen başka bir mühim işe sarıl.
  • 8: Dua ve niyazla yalnızca Rabbine yönelip yalvar!

İnsan ömrü o kadar kısa ve âhiret hayatı için o kadar mühimdir ki, onun bir saniyesini bile boşa geçirmek akıl kârı değildir. Zira bir insanın hiçbir şey yapmadan boşu boşuna oturması yahut gerek dünyevî olsun gerek uhrevî olsun hayrına olmayan lüzumsuz bir işle meşgul olması, onun düşüncesinin bozukluğuna, aklının kıtlığına ve derin bir gaflet içinde bulunduğuna işarettir. Nitekim âyet-i kerîmede, “Kurtuluşa erecek o mü’minler, her türlü boş söz ve faydasız işlerden yüz çevirirler” (Mü’minûn 23/3) buyrulur. Bu sebeple hayatın her ânını, her dakika ve saatini Allah Teâlâ’nın râzı olacağı ibâdet, taat, hizmet, cihad ve tebliğle doldurmak gerekir. Mesela farz bittiyse nâfileye, namaz bittiyse duaya, dua bittiyse Kur’an kıraatine, o bittiyse zikre ve tefekküre geçmek; o bittiyse fayda verecek bir başka mühim işe, o bitince de bir başka mühim işe sarılmak lazımdır. Böylece ibâdetin ve hayırlı işlerin zorluklarına katlanınca, bunlara müjdelenen kolaylık da artarak devam edecektir. Ancak gelen kolaylık tembelliğe sebep olmamalı, daha çok çalışmaya teşvik etmelidir. Nitekim bir şâirimiz de başarıya erişmek için usulüne uygun tarzda devamlı ve ciddi çalışmanın gereğini ifade sadedinde şöyle der:

“Şem’-i ikbâlini târ eylemesün derse felek

Kişi yaktığı çerâğ üstüne pervâne gerek.” (Veysî)

“Bir insan, saadet ve ikbâlini muhafaza etmek istiyorsa, dâimâ işinin, eserinin başında bizzat bulunmalı, bir pervâne gibi onun etrafından ayrılmamalıdır.”

Dolayısıyla bu âyetlerle her anı, ebedi hayatta pişmanlık sebebi olmayacak, bilakis rızâ ve hoşnutluk vesilesi olacak hayırlı niyet, söz, fiil ve amellerle değerlendirmek öğütlenir. Bu işleri yaparken de kulun Allah’tan gâfil olmaması, gönlünü hep O’na yöneltmesi, O’nun rızâsını ve muhabbetini araması ve ne istiyorsa O’ndan istemesi talep edilir. Çünkü kula yardım edecek olan, başkası değil, sadece Allah’tır.

Duhâ ve İnşirâh sûreleri, özellikle Resûlullah (s.a.s.)’in Hak katındaki şerefini bildirip tebliğ ettiği İslâm’ın tüm dünyaya yayılacağını, dolayısıyla nimetten o nimeti bahşedene geçerek yalnız Allah’a yönelmek gerektiğini hatırlattı. Şimdi ise Resûlullah’ın halinden diğer bütün insanların durumuna ve mü’minleri bekleyen akıbetin de güzelliğine geçilerek bu iki sûrenin âdetâ bir bağlanışı olmak ve Allah’ın mutlak hâkimiyetini tekitle O’nun hesap ve cezasının kesinlikle gerçekleşeceği haber vermek üzere Tîn sûresi gelecektir.

NAMAZDA OKUNAN SURELER

OKUNMASI TAVSİYE EDİLEN İLGİLİ SURELER

İslam ve İhsan

Ayetel Kürsi Okunuşu - Ayetel Kürsi Duası Arapça Oku ve Dinle - Türkçe Anlamı Meali Tefsiri

Yasin Suresi

PAYLAŞ:                

Fatiha Suresi Okunuşu - Fatiha Suresi T&#;rk&#;e Anlamı, Fazileti ve Faydaları (Diyanet Meali & Tefsiri)

Haberin Devamı

Fatiha Suresi Şifa İçin Okunur mu?

Alimlerin aktardıklarına göre Kur'an’da şifa için sürekli okunması gereken sureler Fatiha ve Ayetel Kürsi'dir. Fatiha, hastaların şifa bulmasına hikmet olur. Kişinin daha kolay iyileşmesine sebep olur. Şifa için okunması önemlidir.

Fatiha Suresi Uzun Bağışlama Duası

Fatiha Suresi okunduktan sonra bazı bağışlanma duaları okunabilir. Ancak Fatiha Suresinin başlı başına bir dua olduğu unutulmamalıdır.

'Ey yerleri ve gökleri yaratan Allah'ım. Sen ki tüm kainatın yaratıcısısın. Allah'ım, bize verdiğin her nimet için sana şükürler olsun. Verdiğin dertler için sana çok şükür ey Allah'ım. Senden geldik sana döneceğiz. Bizi affet, bizi bağışla ey Allah'ım. Sen isminle, gücünle, her şeyi bilen ve işitensin. Kimsenin gücünün yetmediği şeylere gücü yetersin. Ol dersin olur. Bizi günahkarlardan eyleme Allah'ım. Bizi Hazreti Peygamberin ümmeti olmaya layık imkan eyle ey Allah'ım. Amin.'

Fatiha Suresi Üzerinde Taşımak

Fatiha Suresi üzerinde taşımak isteyen kişiler, bunun durumu hakkında bilgi almak isteyebilirler. Alimler, Fatihayı taşımanın faziletinin büyük olduğunu hikmet ederler. Kişinin bu ağırlığı taşıması halinde, taşıdığı Fatiha Suresi kendisine kalkan olur. Hastalıklardan uzak kalmasına imkan tanır. Onun zor durumlardan kurtulmasına imkan verir. Allah'ın sözü olduğu unutulmamalı, buna göre davranılmalıdır.

Fatiha Suresi Ne Zaman Okunmalı?

Fatiha Suresi sabah kalkarken, gece uyurken her vakit okunabilir. Mezarların önünden geçildiğinde rahmet amacı niyetiyle okunabilir. Ayrıca namaz içerisinde Fatiha okunur. Bunun dışında Fatiha Suresi şu vakit okunmalı, hayrı daha fazla demek mümkün değildir.

Namaz harici okunduğunda en az 11 kez okunmasının daha hayırlı olacağı ifade edilir. Fatiha Suresi her dakika, saat ve zaman diliminde mümkün olduğunca okunmalı ve okunması tavsiye edilmelidir.

Fatiha Suresi Tefsiri (Diyanet)

“Eûzü” veya “istiâze” diye bilinen bu cümle, bu şekliyle bir âyet olmadığı için mushafa yazılmamıştır. “Kur’an okuyacağın vakit o kovulmuş şeytandan Allah’a sığın” (Nahl 16/98) şeklinde buyurulduğu için Kur’an okumaya başlayanlar, besmeleden önce “eûzü” ifadesini okumak suretiyle bu emri yerine getirmektedirler. Asıl adı İblîs olan şeytan, Allah’ın “Âdem’e secde et!” emrine uymadığı, kendisinin daha üstün olduğunu ileri sürerek emre karşı geldiği için meleklerin vatanından (melekût âlemi) kovulup sürgün edilmiş; o da imtihan dünyasında Allah’ın kullarını, O’nun yolundan ve rızâsından ayırmak için uğraşmayı kendine vazife edinmiştir (A‘râf 7/).

Şeytan, kendine uyan diğer cinleri ve insanları da kullanarak vazifesini yapmaya çalışmaktadır (En‘âm 6/). Ancak Allah’a iman eden, O’na dayanan ve güvenen müminlere şeytanın zarar veremeyeceği ve onlara hükmünün geçmeyeceği ilgili âyetlerde açıklanmıştır (Nahl 16/). 

Yukarıda meâli zikredilen âyet (16/98) sebebiyle Kur’an okumaya başlayanlar “eûzü” çekerler. Ancak bunun hükmü konusunda farklı görüş ve yorumlar vardır. Bazı müctehidlere göre emir kipi kullanıldığı için eûzü çekmek farzdır. Müctehidlerin çoğunluğuna göre ise bu bir tavsiye emridir, eûzü çekmek farz değil menduptur, teşvik edilmiştir ve güzel bulunmuş bir davranıştır.

Şeytanın insandan en uzakta olması gereken zaman olan Kur’an okuma halinde bile –okumaya başlarken– eûzü çekmek tavsiye edildiğine göre diğer işlere başlarken bunu yapmanın daha da gerekli olacağı anlaşılmaktadır. Kötülüğe karşı bile iyilik yaparak insanlardan gelecek belâyı defetmek, eûzü çekerek de şeytandan gelecek olan vesvese ve kışkırtmayı kendilerinden uzaklaştırmak Kur’an’ın, müminlere tavsiyeleri arasında yer almıştır (bk. Mü’minûn 23/).

Eûzü, bir yandan böyle maddî ve mânevî şerleri, kötülükleri defetmeye ilâç olurken diğer yandan kulun imtihan şuurunu tazelemekte, insanın ulvî yönü ile süflî yönü arasında ömür boyu sürüp giden ve onu geliştirmeyi, olgunlaştırmayı sağlayan mücadelede uyanık ve tedbirli olmayı telkin etmektedir. 1. Sûrelerin başında bulunan besmele cümlelerinin, Kur’ân-ı Kerîm’in mushaflarda ilk defa toplanmasından itibaren yazılageldiği, aynı dönemde Kur’an’a dahil olmayan hiçbir şeyin mushafa yazılmadığı dikkate alınırsa –aksine görüşler bulunmasına rağmen– her sûrenin başındaki besmeleyi, sûrenin âyet sayılarına dahil olmayan ayrı bir âyet olarak kabul etmek gerekmektedir. Hanefî fıkıhçılarının görüşleri de böyledir (Cessâs, Ahkâmü’l-Kur’ân, I, 12)

İmam Şâfiî Fâtiha sûresinin başındaki besmeleyi bu sûreden bir âyet olarak kabul etmiştir. Diğer sûrelerin başlarındaki besmeleler konusunda kendisinden iki farklı görüş nakledilmiş, her sûreye dahil bir âyet sayılması görüşü –ona ait olması yönünden– daha sahih bir rivayet olarak kaydedilmiştir. Ebû Hanîfe’ye göre besmeleler sûrelerin başında ayrı âyetler olduğu için namazda yalnızca Fâtiha’dan önce sessiz olarak okunur, Fâtiha’yı takip eden ve zamm-ı sûre denilen sûre ve âyetlerden önce ise besmele okunmaz.

Besmele dilimize genellikle “Rahmân ve rahîm olan Allah’ın adıyla” şeklinde çevrilmektedir. Bu cümlede zikredilmeyen fakat her besmele okuyanın başlayacağı işe göre niyetinde bulunan “ okuyorum, başlıyorum, yapıyorum, yiyorum” gibi bir yüklem vardır. “Allah’ın adıyla yemek, okumak” ifadesinden Türkçe’de “yenen ve okunanın Allah’ın adıyla birlikte yenildiği veya okunduğu” anlaşılır. Bu mâna kastedilmediğine göre maksadı doğru anlatabilmek için besmeleyi “Rahmân ve rahîm olan Allah adına, adını anarak, Allah’tan yardım dileyerek ” şekillerinde çevirmek de uygun olur.

Kul herhangi bir davranışta bulunurken, önemli bir işe teşebbüs ederken önce eûzü çekerek muhtemel olumsuz etkileri defetmekte sonra da besmeleyi okuyarak “kendinin tek başına yeterli olmadığını, başarı ve gücün ancak Allah’tan gelebileceğini, Allah’ın yeryüzünde halife kıldığı bir varlık olarak O’nun mülkünde, O’nun adına tasarrufta bulunduğunu, asıl mâlik ve hâkim olan Allah’ın koyduğu sınırları aşarsa emanete hıyanet etmiş olacağını” peşinen kabul etmekte ve bundan güç almaktadır. Burada tevhid cümlesinin mânası da üstü kapalı olarak mevcuttur. Zira nasıl ki tevhid cümlesinde “lâ ilâhe” denilerek önce bütün sahte tanrılar zihinlerden siliniyor, sonra da “illallah” ifadesiyle hakiki, tek, eşi ve benzeri bulunmayan Tanrı (Allah) kalbe ve zihne yerleştiriliyorsa, eûzü besmele çekildiğinde de önce kulluk ilişkisine engel olan kirli çevre temizleniyor, sonra da bu ilişkinin en uygun anahtarı kullanılmış, doğru kapılar açılmış, sağlıklı bağ kurulmuş oluyor.

Allah yerine “tanrı”, rahmân yerine “esirgeyen”, rahîm yerine de “bağışlayan” kelimelerinin kullanılması bu isimlerin anlamlarını tam olarak karşılamaz. Çünkü Allah ismi, bu isme hakkıyla lâyık olan “tek, eşsiz, benzersiz, bütün kemal sıfatlarına sahip ve eksikliklerden uzak, varlığı zaruri (olmazsa olmaz), yokluğu düşünülemez” olan yüce zâta mahsustur, bu sıfatları taşımayan hiçbir varlığa Allah denemez. Halbuki insanların uydurdukları, kendilerine göre bazı nitelikler yükledikleri mâbudlara tanrı denebilir. Başka bir deyişle tanrı kelimesi Allah için de kullanılabilir, halbuki Allah ismi O’ndan başka hiçbir varlık için kullanılamaz ve Arap dilinde de kullanılmamıştır.

Kur’an dilinde rahmân sıfat-ismi de Allah’a mahsustur, başka hiçbir varlık için kullanılmamıştır. Rahmân “en uzak geçmişe doğru bütün yaratılmışlara sonsuz ve sınırsız lutuf, ihsan, rahmet bahşeden” demektir. Rahmân, rahmetiyle muamele ederken buna mazhar olan varlığın hak etmesine, lâyık olmasına bakmaz, bu sıfatın tecellisi yağmur gibi her şeyin üzerine yağar, güneş gibi her şeyi ısıtır ve aydınlatır. Rahîm “çok merhametli, rahmeti bol” demek olup bu sıfatla kullar da nitelenebilir. Allah’ın rahîm sıfat-ismi O’nun, daha ziyade kullarının gelecekte elde etmek üzere hak ettikleri, lâyık oldukları sınırsız rahmetini, lutuf ve merhametini ifade etmektedir. “Esirgemek” ve “bağışlamak” bu sonsuz, engin ve etkisi çeşitli rahmetin ancak bir parçası, etkilerinin yalnızca bir çeşididir.

Dilimizde övme ve teşekkür etme, Arapça’da medih ve şükür kelimelerinin hamd kelimesine yakın mânaları bulunmakla birlikte bunlar arasında birtakım ince farklar da vardır. Methetme (övme) bir iyilik ve güzellik karşısında yapılır; bu iyilik ve güzelliğin sahibi, kendisinin bunda iradesi ve etkisi olsun olmasın methedilebilir. Kişi kendi iradesinin eseri olmayan güzelliği sebebiyle övüldüğü gibi cömertlik ve cesaret gibi erdemlerinden dolayı da övülür. Halbuki hamd ancak irade ve istekle hâsıl olan iyilik ve güzellik karşısında yapılır.

Şükür ve teşekkür “isteyerek yapılmış (ihtiyarî) bir iyilik ve ihsana karşı dille veya başka şekillerde uygun mukabelede bulunmak”tır. Bu, hem Allah’tan hem de insanlardan gelen iyilikler karşılığında yerine getirilmesi beklenen ahlâkî bir ödevdir. Hamdetmek de dil ile yapılır; “hamdolsun, elhamdülillâh” denir, ancak bunun sebebi yalnızca nimet ve ihsan değil, irade ve ihtiyara dayalı bütün güzellik ve iyiliklerdir. Bu mânada hamd yalnızca Allah’a mahsustur. Çünkü başkalarına ait olan iyilik ve güzellikler, gerçek ve kâmil mânasıyla onların isteklerine bağlı değildir. İnsanların kendi isteklerine bağlı iyilik ve güzelliklerde Allah’ın da iradesi vardır. Onların irade ve isteklerine bağlı olmayan iyilik, güzellik ve hizmetler ise doğrudan yaratıcının, fıtrat ve özellikleri takdir edip yaratarak insanlara bahşeden kudretin eseridir. Dolayısıyla bu mânada hamdin tamamı Allah’a mahsustur, O’na aittir.

Âlem maddî ve mânevî, görülen ve görülemeyen, dünyada ve âhirette Allah Teâlâ’nın yarattığı her şeydir. Görülen, hissedilen, insan bilgisinin ulaşabildiği maddî varlıklara “mülk ve şehâdet âlemi”, madde ötesi varlıklara da “gayb ve melekût âlemi” denilir. Gayb ve melekût âleminin tek sahibi Allah’tır. Mülk ve şehâdet âleminin ise gerçek sahibi Allah olmakla beraber görünürde ve mecazen başka sahipleri de olabilir.

Vahiy yoluyla gelen bilgilere göre şehâdet ve mülk âlemi, gayb ve melekût âlemine nisbetle denizden bir damla, sahradan bir kum tanesi kadardır. Günümüze kadar insan bilgisinin ulaşabildiği uzay akıllara hayret verecek büyüklüktedir. Fakat bu büyüklük gayb âleminin yanında bir kum tanesi kadar kaldığına göre gayb âleminin azametini akıl terazisi çekemez. Konuya bu açıdan bakıldığında evrenin büyüklüğüne ve ondaki düzenin inceliklerine dair ulaşılan her yeni bilgi, Allah’ın insana bahşettiği aklın nerelere kadar ulaşabileceğini ortaya koymasının yanında, erişeceği sırların enginliğini tasavvur edebilmesi için bir ölçü de oluşturmaktadır. Şu halde gayb âleminin bu büyüklüğü iman ve irfanla kavranmakta, oradan da bütün âlemlerin rabbi (sahibi, mâliki, takdir edip yaratanı, koruyanı, geliştireni) olan Allah’ın azamet ve büyüklüğü karşısında kula yakışan hayret haline ulaşılmakta; bu azamet karşısında kul secdeye kapanınca onun hayret hali, “huzur, güven, sevgi, yakınlık ve tatmin”e dönüşmektedir.

Rab kelimesi tek başına söylendiği zaman bundan yalnızca “Allah” kastedilir, O’nun güzel isimlerinden biridir, “sahiplik ve terbiye edicilik” özelliğini ifade eder. Bu kelime “rabbü’d-dâr” (ev sahibi) gibi tamlama şeklinde başkaları için de kullanılır.

Rahmân ve rahîm.

“Ödül ve ceza (din) gününün hâkimi” diye çevirdiğimiz tamlamada geçen mâlik “malın, mülkün sahibi” demektir. Kıraat âlimlerince “hükümdar, iktidar sahibi” anlamında “melik” şeklinde de okunmuştur. İnsanlar için kullanıldığında mâlik ile melik arasında güç, yetki ve tasarruf hakkı bakımlarından önemli farklar vardır. 

Mal ve mülkün sahibi (mâlik) kişinin başkalarına hükmü geçmez, başkalarına hükmü geçen hükümdar (melik) ise her malın ve mülkün sahibi değildir. Allah Teâlâ hakkında mâlik ve melik sıfatları kullanıldığı zaman mâna çerçevesinde bir eksiklik olamaz; çünkü O hem âlemlerin sahibidir hem de herkese ve her şeye hükmü geçer; O’nun iktidarı üstünde bir iktidar tasavvur bile edilemez. Melik O’nun zâtına, mâlik ise fiiline ait sıfatlardır.

 “Ödül ve ceza (din) günü”nün âhiretteki hesaba çekme ve hüküm verme günü olduğu, bunu açıklayan başka âyetlerden anlaşılmaktadır (meselâ bk. İnfitâr 82/).

Allah Teâlâ bütün zamanlarda ve zaman kavramına bağlı olmaksızın mutlak hâkim, sahip, melik ve mâliktir. Ancak Allah Teâlâ dünya hayatında, imtihan için kullarına da sahiplik ve iktidar vermiş; imanı olduğu halde gaflet içinde bulunan kimseler –zaman zaman da olsa– Allah’ın sahipliği ve iktidarının bilincinde olmaya özen göstermemişler; imanı olmayanlar ise bunun şuurundan tamamen yoksun kalıp inkâr etmişlerdir. 

Âhiret âleminde kulun, bu görünürdeki ve geçici iktidarı da ortadan kalkacağı için Allah’ın melik ve mâlik sıfatı bütün azametiyle ortaya çıkacak, belli olacaktır. Bunun için âhirette O, gerçekte ve görünürde “melik ve mâlik”tir.

Besmeleden buraya kadar kendisi ve sıfatları, kulları ve kâinat ile kesintisiz ilişkisi, dünya hayatının sonu ve hesap günü hakkında önemli açıklamalar yapan Allah Teâlâ, bunları iman içinde dinleyip anlayan ve şuuruna yerleştiren kullarında hâsıl olacak duygu ve düşünceye, davranış biçimine tercüman olarak “Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz” buyuruyor. Şu halde yukarıda sıralanan eşsiz ve benzersiz sıfatlar Allah’a mahsus olduğuna göre ibadetin ve yardım dilemenin O’na özgü kılınması da –kul açısından– tabii hale gelmektedir.

İbadet “kulluk ve tapınma” olarak anlaşılmıştır. Bu kavramın içinde kâmil mânada “sevgi, korku ve boyun eğme” vardır; bu üç tavır ve duygunun birlikteliği ibadetin temelini oluşturur. İnsanların yaratılış gayesi ibadettir; ancak onlar buna mecbur tutulmamışlardır; yani terim anlamıyla ibadet, iradeye bağlı olmayan hareketler ve oluşlar gibi hâsıl olmamakta; ilâhî emri kul, –dünya hayatında bir imtihan olarak– serbest iradesiyle yerine getirmekte veya ihmal etmektedir. 

Dünyanın bütün nimetleri ve imkânları insanın, insanca (yalnız Allah’a kulluk ederek) yaşaması için verilmiş araçlardır. Bunları amaçlarına uygun olarak kullanmayanlar nimetin kıymetini bilmemiş ve israfa sapmış olurlar. İnsanın sınırlı gücü ve iradesi her zaman maddî ve mânevî ihtiyaçlarını karşılamaya ve kendisinden beklenenleri yerine getirmesine yeterli olmamaktadır. Bu sebeple insanlar hem diğer insanlardan hem de insan üstü güçlerden yardım istemeye ve almaya kendilerini mecbur hissetmişlerdir. Fakat onların bu iki kaynaktan yardım istemek ve almak için tuttukları yollar, benimsedikleri sistem ve usuller, ilâhî irşada kulak asmadıkları zamanlarda şirke ve bedbahtlığa düşmelerine sebep olmuş; dolayısıyla birçok bâtıl din, işe yaramaz sistem ortaya çıkmıştır.

Bu âyet, ibadet ederken ve yardım isterken yöneleceğimiz doğru adresi bize göstermekte ve tevhidi (bir Allah’a ibadeti, sığınmayı ve yönelmeyi) getirmektedir.

Âyette “ederim, dilerim” yerine “ederiz, dileriz” şeklinin seçilmiş olması tevhid ehli müminlerin bir bütün teşkil ettiklerini, bu sebeple “Sen ben değil, biz varız” ilkesi doğrultusunda hareket etmelerini, ferttoplum arasındaki dengeyi korumalarını işaretlemektedir. Burada “biz”i oluşturan bağ imandır, bir Allah’a kulluktur; “Allah’ın kulları! Kardeş olun” (Buhârî, “Nikâh”, 45; Müslim, “Birr”, 23, ) meâlindeki hadis de bu mânaya açıklık getirmektedir.

Müminler kardeşçe yardımlaşırlar, fakat kimin elinden gelirse gelsin gerçekte her nimetin Allah’tan geldiğini, O dilemedikçe kimsenin bir şey veremeyeceğini bilirler.

İnsanlar maddî ve mânevî hayatlarını düzenlerken doğrunun yanında yanlış da yapmışlar; hatalı, çıkmaz, saptırıcı yollara da yönelmişlerdir. Sapmanın ve yanılmanın baş sebebi insanın kendini yeterli sanması, bilgi ve güç almak için Allah’a yönelmeyi reddetmesidir. 

“Gerçek şu ki insan, kendini kendine yeterli görerek ille de azgınlaşmaktadır! Oysa (kuldaki) her şey yalnız rabbine aittir (O’na dönecektir)” (Alak 96/). “Bize doğru yolu göster” duası aynı zamanda rabbin, kullarına bir irşad ve uyarısıdır; eğer insan kendine yeterli olsaydı, doğru yolu görmesi ve bulması için bir başkasına ihtiyacı olmazdı. Yaratıcı bu tâlimatı verdiğine göre kula düşen, ilâhî irşada kulak vermek, insanî bilgi ve kabiliyetlerini bu irşad doğrultusunda kullanarak her adımını doğru atması için O’nun tarafından sağlanan imkânları gerektiği gibi kullanmaktır. “Doğru yol” (sırât-ı müstakîm) İslâm’dır. Allah’ın peygamberleri ile kullarına gönderdiği dinlerin genel adı da İslâm’dır. Yaratan ile yaratılan, Allah ile kul, akıl ile vahiy, hürriyet ile cebir, haksızlık ile adalet, iyi ile kötü ancak İslâm’da yerli yerine konmuş, doğru ilişkiler ve dengeler kurulmuş, kurulma yolları gösterilmiştir. Hadiste yer alan bir örnekle açıklanacak olursa dosdoğru bir yol, yolun iki tarafında iki duvar, duvarlarda açılmış perdeli kapılar ve yolun başında da bir çağırıcı var ve o, “Ey insanlar! Hepiniz doğru yola giriniz, dağılıp parçalanmayınız!” diye sesleniyor. Birisi perdeli kapılardan birine girmek istediğinde yukarıdan bir başka çağırıcı sesleniyor: “Sakın o perdeyi kaldırma! Kaldırırsan girer gidersin!” (Müsned, IV, ; Şevkânî, I, 20). Bu örnekteki yol İslâm’dır, duvarlar Allah’ın koyduğu sınırlardır, kapılar haramlardır, yolun başındaki çağırıcı Allah’ın kitabıdır, yukarıdaki çağırıcı ve uyarıcı, her müminin kalbindeki ilâhî öğütçüdür. Böylece İslâm’da vahiy, vicdan ve akıl birlikte işletilerek doğru yol bulunmaktadır.

Ne irfandır veren ahlâka yükseklik ne vicdandır,

Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.

Burada tarihe bir atıf yapılarak yolun doğrusu ve eğrisi hakkında bir başka ölçüt ve delil daha verilmektedir. İslâm yalnızca Allah kitabında böyle buyurduğu için doğru yol değildir, aynı zamanda tarih boyunca ilâhî irşadı reddedenlerin tecrübeleri de doğru yolun İslâm olduğunu göstermektedir. Bu sebeple doğru yolu arayanlar ve üzerinde bulundukları yolun sağlamasını yapmak isteyenler, dönüp tarihe bakmak, gerçek mutluluğu bulanlarla sapanlar ve Allah’ın gazabına uğrayanların yol ve yöntemlerini incelemek durumundadırlar. Tarihte hem örnekler hem de ibretler vardır. Örnekler, peygamberlerin izlerinden giden fert ve ümmetlerde, ibretler ise onlara cephe alan ve Cenâb-ı Hakk’a meydan okuyanlarda görülmektedir. Bazı rivayetlerde sapanların “hıristiyanlar”, ilâhî gazaba uğrayanların da “yahudiler” olarak açıklanması (meselâ bk. Müsned, IV, ; Tirmizî, “Tefsîr”, 2), yalnızca zaman ve mekân itibariyle yakın birer örnek olmalarından dolayıdır. 

Müslim’in rivayet ettiği bir kutsî hadiste (bk. “Salât”, 38) Allah Teâlâ’nın, “Namazı (Fâtiha’yı) kulumla kendi aramda yarı yarıya paylaştım ve kulum dilediğini alacaktır” buyurduğu ifade edildikten sonra şöyle devam edilmiştir: Kul (namazda Fâtiha’yı okurken) “Hamd âlemlerin rabbi Allah’a mahsustur” deyince Allah, “Kulum bana hamdetti” buyurur.  Kul “rahmân ve rahîm” deyince Allah, “Kulum beni övdü” der. “Ceza gününün tek sahibi” deyince “Kulum benim yüceliğimi dile getirdi” der. “Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz” deyince “Bu, kulumla benim aramda ortak olan kısımdır ve istediği kulumun olacaktır” buyurur. Kul “Bizi dosdoğru yola ilet; nimetine erdirdiklerinin yoluna; gazaba uğramışların yoluna da, doğrudan sapmışların yoluna da değil!” deyince Allah, “İşte bu, yalnızca kuluma aittir ve kuluma istediği verilecektir” buyurur.  

“Duamızı kabul buyur, böyle olsun, bizi eli boş çevirme” mânasına gelen “âmin” sözü, dilleri ne olursa olsun bütün müslümanların, hatta semavî din mensuplarının ortak ifadeleri haline gelmiştir. Bu cümle Fâtiha sûresine dahil olmadığı gibi âyet de değildir. Birçok hadiste Resûlullah’ın Fâtiha’dan sonra “âmin” dediği ve böyle denilmesini öğütlediği ifade edilmiştir (meselâ bk. Müslim, “Salât”, ). Namazda veya namaz dışında Fâtiha’yı okuyan veya dinleyen kimse, sûrenin sonunda “âmin” deyince aynı zamanda meleklerin de “âmin” dedikleri, hem şehâdet hem de gayb âlemlerinde aynı anda dile getirilen bu duanın Allah tarafından kabul buyurulacağı hadislerde açıklanmıştır (bk. Buhârî, “Ezân”, ; Müslim, “Salât”, ). Yine sahih hadisler, Fâtiha sesli okunduğunda “âmin” duasının da sesli yapılacağı bilgisini getirdiği için fıkıh mezheplerinin çoğu bunu benimsemişlerdir (Şevkânî, Neylü’l-evtâr, II, ). Hanefîler’e göre bu cümle namazda daima sessiz söylenir.

Kaynak linkler:

Diyanet 1

Diyanet 2

Ezberlemek İsteyenler için Namaz Sureleri

İhlas Suresi

Felak ve Nas Suresi

İnşirah Suresi

Yasin Suresi

Vakıa Suresi

Ayetel Kürsi

Kadir Suresi

Fil Suresi

Kafirun Suresi

Mülk Suresi

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır