babıali baskını hangi olaydan sonra olmuştur / Bâb-I Âli Tarihçesi

Babıali Baskını Hangi Olaydan Sonra Olmuştur

babıali baskını hangi olaydan sonra olmuştur

kaynağı değiştir]

Baskın, yapımı Demokrasiyle Büyümek adlı belgeselde de incelenmiştir.[42]

Kaynakça[değiştir

Bu belgeler Kâmil Paşa’nın evrakı arasında oğlu Hilmi Kâmil Bayur’ca bulunmuş bazı not ve mektup müsveddeleri ile Yıldız’da çıkan ilginç bazı arıza ve lâyihalardır. Bizce bunların en dikkate değer olanları Kâmil Paşa’nın perakende birtakım notlarıdır.

Bu notlar genel olarak devlet yönetimine ve hele müstebit, otokrat bir padişahın yönetimiyle Osmanlı devletinin iç ve dış siyasasına ışık tutan ve yol gösteren vecizelerdir. Bunlardaki düşüncelerin pek çoğu Kâmil Paşa’nın Padişaha ya doğrudan doğruya, veya mabeyin başkâtibi yoluyla sunduğu bugünedek bilinen yazılarda bulunmaktadır. Bu gibi yazıların bir kaçı aşağıda görülecektir. Bulunmıyanların da, ya henüz ele geçmemiş belgelerde bulundukları veya Padişahla yapılmış görüşmelerde ileri sürülmüş oldukları düşünülebilir. Bunların ışığında o evrede devlet makinesinin işleyiş biçimi daha iyi sezilebilir.

Bu yazımızı Kâmil Paşa ve onunla ilgili Abdülhamit devrindeki bir çok olayı iyice belirten İsmail Hakkı Uzunçarşılı arkadaşımızın 74 sayılı Belleten’de (Nisan ) çıkmış olan “II. Abdülhamit Devrinde Kâmil Paşa” başlıklı incelemesine bir zeyl olarak kaleme aldık.

***

Aşağıda görülecek vecize niteliğindeki düşüncelerle onların kullanıldıkları arîzalardan bir ikisini ele almadan önce Kâmil Paşa’nın kişiliğini kısaca hatırlatmak yerinde olur.

Osmanlı Devletinin, Berlin antlaşmasıyla () birinci Genel Savaşın başlaması () arasındaki otuz altı yıllık evre içinde, Girit’teki çok uzun zamanlardan beri var olagelen müzmin huzursuzluk ayrı tutulursa, içeride ayaklanmalar ve dışarıdan gelen çarpılar olmayan tek sadaret Kâmil Paşa’nın ’den ’e giden ilk sadaretidir. Bundan başka bu altı yıllık evrede Devletin dış itibarı ondan sonra uzaktan yakından görülemiyecek bir duruma geçmiştir.

Kâmil Paşa’nın öbür üç sadareti ise ya bir kaç hafta veya bir kaç ay sürmüş, son aşama karışık ve tehlikeli anlarda başlamış ve kendisi duruma egemen olmaya vakit bulamadan Padişah veya İttihat ve Terakki’ce düşürülmüştür.

Bu konularla ilgili birkaç yönü kısaca hatırlatmakla başlıyacağız :

1— Kâmil Paşa henüz sadrazam olmadan önce iç, dış ve ekonomik sorunlarda nasıl bir yol tutulmasını gerekli bulduğunu en çok şu üç lâyihada belirtmiştir : a) açıkta bulunduğu sırada 19 Cümadel ulâ (11/5/); b) Maarif Nazırı iken 27 Ramazan (23/8/); e) Evkaf Nazırlığı sırasında 24 Nisan (6/5/) günlü lâyihalarında[1]. Doğal olarak da bu konulardaki istek ve düşüncelerini sadareti sırasında Padişaha sunduğu arîzalarda ayrıntılı olarak bildirmiştir[2].

Burada birkaç örnek vereceğiz :

Demin anılan ikinci lâyihada çok dikkate değer olan şu cümle (S. 87) ayrıca büyük bir isabetli görüşü kapsar ve yazarın altı yıllık sadareti boyunca yurdu iç ihtilâllerden ve dış çarpılardan nasıl koruduğunu anlamaya yarar. O der ki :

“Elhasıl Devlet-i aliyenin gavailden masun[3] olması idare-i mülkiyenin bir kat daha tanzimiyle teba-i şahane sınıflarının menafi-i devlete muvafık bir yola sülük ettirmeye mütevakkıf olup, bu da ilk nazarda her ne kadar güç görülse bile ecnebilerin bir takım vesaitle memalik-i şahane ahalisini kandırıp kendi maksatlarına hizmet ettirecek yola çevirmek kadar güç değildir”.

Keza O, anılan son iki lâyihasında ve hele üçüncüsünde ekonomik işler, demir yolları, fabrika ve bankalar üzerinde durmakta, plân düşüncesini ileri sürmekte, yabancı sermaye konusunu ele almakta ve isabatli görüşler açıklamaktadır. Daha Evkaf Nazırı iken de[4] çiftçileri tefecilerin elinden kurtarmak için “kredi fonsie” niteliğinde bankalar kurulmasını istemiştir.

Sadrazam olunca demiryolu yapımına hız verdiği gibi bir başlangıç olmak üzere 26/8/’da Almanya ile kapitülâsyon esasına dayanmayan bir tecim antlaşması imzalamıştır. Doğal olarak bunun hükümlerinin yürürlüğe girmesi öbür büyük devletlerin de aynı nitelikte bir antlaşma imzalamalarına bağlıydı. Ancak bir çığır açılmış oldu.

Yine sadareti sırasında Ziraat Bankasını kurmuştur. Bu konuda padişahın onayına sunulan 5 Teşrinievvel (17 Ekim ) günlü mazbatanın bazı kısımları Hilmi Kâmil Bayur’un anılan eserinde vardır (s. v.d.). Gerçi Osmanlı’da tarım kredisinin temeli Mithat Paşa tarafından “Memleket Sandıkları” adiyle yılında yersel kuruluşlar niteliğinde oluşturulmuş, daha sonra ’de Sait Paşa’nın sadaretinde bunlar “Menafi Sandıkları” biçimine sokulmuş ise de modern anlamda tarım kredisi sağlayan Ziraat Bankası Kâmil Paşa tarafından yılında kurulmuştur. Ne gariptir ki bu banka için yapılan türlü kutlamalarda dikilen heykellerde, konulan levhalarda onun adı hiç anılmamaktadır.

Malî durumu da elden geldiği ölçüde düzeltmiştir. İzmir Valili ğinden azledildikten sonra onun 31/7/ günlü arîzasında[5]: “Devletin Düyun-u muntazama ve gayr-ı muntazaması birer suret-i tesviyeye raptolunarak müzayaka-i mâliyenin şiddeti tahfif edilmiş ” denilmektedir.

2 — Kâmil Paşa ’de, ikisinde de Bulgar çoğunluğu yalayan Bulgaristan’la Rumeli-i Şarki’nin birleşmesinden birkaç gün sonra Sadrazam olur. Birleşme olayı üzerine o sırada Sadrazam bulunan Sait Paşa derhal ordu gönderilmesini ister. Evkaf Nazırı olan Kâmil Paşa ise “Edirne’de ne kadar asker var” diye sorunca Harbiye Nazırı Gazi Osman Paşa “ kişi” karşılığını verir; Kâmil Paşa da önce bu sayıyı yeter dereceye çıkardıktan sonra işe girişilmesini ileri sürer. Padişahın ise esasen bir çatışına istemediği az sonra anlaşılacaktır. Bu görüş ayrılığı yüzünden Sait Paşa azledilip yerine Kâmil Paşa geçer ve az sonra Sırbistan’la Bulgaristan arasında savaş çıktığından ve gerektiği ölçüde asker de toplanmış olduğundan Bâbıâlî, Rumeli-i Şarkiye girip eski durumu yerine getirmek isterse de Padişah bundan çekinir ve razı olmaz.

İşler bu çığıra girince ancak diplomasî ile sonuç almaya çalışmak yolu kalıyordu. Sonda maddî kazanç olarak dokuz bucağı ve yüz kadar köyü olan Kırcaali ilçesi doğrudan doğruya Osmanlı yönetimine geri gelir ve sözde Osmanlıya bağımlı olan Bulgaristan Prensi, Rumeli-i Şarkî valisi atanır.

3 — İngilizler Mısır’ı de işgal etmişler ve onları oradan çıkarmak için yapılan bütün çabalar sonuçsuz kalmıştı[6]. de sadrazam olan Kâmil Paşa uzun görüşmeler sonunda şu anlaşmayı elde eder (22/6/): İngilizler üç yıl sonra Mısır’dan çekilecekler, ancak ileride bir zorunluk olur da Osmanlı Hükümeti oraya asker gönderirse İngilizler de aynı şeyi yapacaklardır. İngiltere Kraliçesi bu anlaşmayı tasdik ederse de önce bu işi kabul edip hükümete onu imzalamak yetkisini vermiş olan Abdülhamit, Rus ve Fransız Büyükelçilerinin itirazları sonucunda tasdikten kaçınır. Bu davranış İngiltere Kraliçesi Victoria’ya çok ağır gelir.

Bu anlaşma İngiltere’ye Mısır’ı üç yal sonra boşaltmak koşuluyla bu ülke dışarıdan bir saldırıya uğramak veya orada kargaşalık çıkmak gibi durumlar gerçekleşirse Osmanlı ile bir türlü ortaklık sağlıyordu. Ancak ne ondan önceki beş yıl içinde () ne de ondan sonra birinci Genel Savaşın patladığı yılınadek İngilizleri Mısır’dan çıkaracak bir anlaşmaya varılamamış olduğuna göre Kâmil Paşa’nın parlak bir başarı elde ettiği ve Abdülhamid’in aşırı kaygı ve kuşkusu yüzünden bunun boşa gittiği kabul edilmelidir.

Osmanlı ile anlaşamayan İngiltere işgale itiraz eden ve güçlük çıkaran Büyük devletlere tavizler vererek onları bu işe razı edecektir. Böylece bu işgal türlü ölçülerde ’den ’e dek sürecektir.

4 — yılında genişletilen ve “Doğu üç taraflı bağlaşması” denilen İngiltere-Avusturya-İtalya anlaşmasında[7] Türkiye’den kendileriyle işbirliği yapmasını istemek kaydı vardır. Bu anlaşma Almanya - Avusturya - İtalya arasındaki Üçlü Bağlaşma ile paralel işlemekteydi, daha doğrusu İngiltere’nin Doğu ve Akdeniz sorunlarında bu bağlaşmaya katılmasıydı. Kâmil Paşa buna girilmesine eğilimli olursa da Abdülhamit Rus ve Fransız baskısiyle çekingen durur ve iş savsaklamalar yüzünden geri kalır[8].

Bundan sonra Osmanlı devleti bir devletler bağlaşmasına ancak kendi direnişli istekleriyle de, Almanya zaten genel savaşa tutuşmuşken girebilecektir.

Devletin bu “Doğu üç taraflı bağlaşmasına” girmemesi için Abdülhamid’in kuşkularının nasıl tahrik edildiğini, yani daha doğrusu ona yaranmak vc iç duygularına uymak için saray adamlarının ne gibi düşünceler ortaya attıklarını gösteren bir belgeyi ileride göreceğiz. Bu, mabeyin kâtiplerinden Kadri Bey’in Yıldız evrakı arasında bulunan bir lâyihasıdır[9].

Bütün bu olaylar gösterir ki Kâmil Paşa’nın Sadareti sırasında Devletin son yıllarda uğradığı çarpıların zararları elden gelebildiği ölçüde tamir edilmiş veya edilmek imkânı sağlanmış, dostluğuyla bağlaşıklığı aranır bir duruma getirilmiş ve ekonomik kapitülâsyonların kaldırılması yolunda önemli bir ilk adım atılmıştır. Bunda anlayışlı diplomatik tutumun etkisi olduğu kadar içeride baysallığın sağlanılmış ve ekonomik kalkınmaya girişilmiş olmasının da etkisi büyük olmuştur.

Kâmil Paşa’nın kişiliğinin bir özelliği de cesur davranışı ve açık sözlülüğüdür.

Halep valisi iken bir Ermeni ayaklanmasını, sorumluluktan kaçınmayarak başarı ile bastırmıştı. Davranışını çok çetin bulan İngiltere Büyükelçiliğinin sızlanması ve direnmesi üzerine azledilir ve açıkta kaldığı süre boyunca kendisine aylık verilmez.

Açık sözlülüğünün bir örneği Maarif Nazırlığı sırasında yazmış olduğu yukarıda anılan 27 Ramazan (23/8/) günlü lâyihada[10] Abdülhamid’in hiç hoşuna gitmiyecek şu düşünceye çekinmeden yer vermiş olmasıdır :

“Rusya Devleti kendi memalikinin cesametine[11] ve zamanın hükmü[12] ile kabil-i telif[13] olmayan usul-ü hükümetinin vehametine[14] nazaran dahilî gailelerden azade[15] değil ise de”.

İmlediğimiz söz Abdülhamit ve Çarlık düzenleri arasındaki benzeyiş dolayısiyle Padişahın yönetimini de kınamaya ve onun sonunu da kötü göstermeğe varıyordu.

O sırada Kâmil Paşa Maarif Nazırı olup iki yüz lira aylığı vardı. Bu lâyihanın verilişinden üç buçuk ay sonra[16] 7 Aralık ’de sicilindeki kayda göre “hasbel icap” azlolunur. İki gün sonra da yüz lira aylıkla Nafia komisyonu üyesi yapılır.

Bir yıl kadar bu durum böylcce devam ettikten sonra ’de Padişahın kızgınlığı geçmiş olacak ki Kâmil Paşa yine iki yüz lira aylıkla Evkaf Nazırı ve bilinen koşullar altında 25/9/’de Sadrazam olur.

Aşağıdaki görülecek vecizeler sadareti ve daha sonra İzmir Valiliği sırasında yazılmıştır.

***

Kâmil Paşa’nın evrakı arasında düşüncelerini kapsayan perakende Notlara rastlanmıştır. Bunlardan bazıları aynen aşağıya aktarıldı (Belge 1 ve 2 de örnekler vardır) :

1 — Devletin hal ve mevkiini hakkiyle takdir edebilmek için Devletin haliyle hemhal olmalıdır. Yoksa sayei şahanede kesbi sâmân[17] edenlerin hal âşinâ[18] olmaları muhaldir[19].

2 — Menafi-i saltanatı seniyyeyi mizacı[20] Şahaneye tevfik etmek[21] hünerdir.

Hukuk ve menafi-i Şahaneye hizmet etmek Efendimize hizmet etmektir.

Mizacı Şahaneye hizmet ise kendi menfaatimize hizmet demektir.

3 — Şevketlû Efendimiz fatin[22] ve zekî ve mahir, nikübeddi[23] ahvali fark ve temyize kadir ise de sureti maişet[24] ve muaşereti[25] hümayunları icabınca efkârı Şahaneleri erbabı hiyel[26] ve desaisin[27] ilkaatı[28] acibe ile zatı hümayunlarında ihdas ettikleri hissiyata tâbidir.

(Kırmızı mühürlü açılmış bir büyük zarf üzerindeki Notlar:)

4 — Efkârı umumiyeyi yok hükmünde addetmek kabil değildir.

5 — İtirazlara Bâbıâlî hedef olacak yerde Mabeyni Hümayun mesuliyete maruz olmuştur.

6 — Mahmilerin[29] seyyiatı[30] hamiye[31] raci[32] oluyor.

7 — Bir adam, tab’ı ve talihinin veya efalinin muktezası[33] olsun, halkın menfuru oldukça onun hakkında teveccüh göstermek talihine iştirak etmek oluyor.

8 — İslâmın inkisarı halinden Ermeniler istifade ediyor.

9 —Bilâ beyyine[34] vicdanen hükmetmek şer’an caiz değildir.

10 — Hükümdarın Devairi Resmiye haricinde iş görmesi usule muvafık değildir.

Mabeyni Hümayunun doğrudan doğruya süfera ile haberleşmesi iyi değildir.

11 — Erbab-ı mesalihin Mabeyn-i Hümayun Komisyonlarından şikâyetleri çok fazladır.

12 — Efendimiz iyilere serfiraz (baştacı) olacak yerde menfurların[35] davet ettiği seyyiatın netaicine hedef oluyor.

(İzmir’de Vali bulunduğu sırada Not defterinden:)

13 — Biz İzmir’de bulundukça bir kimse tab’ı[36] Şahaneye mugayir[37] rey ve mütalâa beyanına cesaret edemiyeceğinden Zatı Şahane teati-i efkârdan[38] istifade edemiyecektir.

Süferadan alınacak reyler dahi, her sefir kendi devletinin menfaatine muvafık rey itasiyle efkârı Şahaneyi o cihete celbe çalışacağından, faideden ziyade mazarratı dâi[39] olacağı şüphesizdir.

14 — Fenalar âhare fenalık isnadiyle setr-i hale çalışırlar.

15—Tebdil-i Vükelâ husulü maksada kâfi değildir.

Tarik-i selâmet ikidir : Saray-ı Hümayunun telvisattan tecridi veyahut idareyi Bâbıâlî’ye bırakıp Padişahın kendi âleminde olması.

16 — Merkeziyet usulündeki müşkülât mani-i ümrandır[40].

17 —Devlete güçlük olmaz kavlince Padişahlar nazariyatta her şeyi mümkün görürler. Fakat kabil-i icra olanla olmıyanı bilmek onlara ait değildir. Binaenaleyh icraata bizzat karışmayıp iradatı seniyyelerinin infazını Vükelâsına bırakmalıdırlar.

18 — Balkan Konfederasyonu ihtiraz olunacak neticedir.

19 — İngiltere’nin Devlet-i Aliyye’den yüz çevirmesi asayiş-i memleketi ihlâle kâfidir.

20 — Rusya’nın dostluğunu muhafaza için İngiltere ile Fransa’yı elden bırakmamalıdır.

21 — Girid’e verilecek muhtariyeti idare Arnavutluk ve Suriye halkında dahi aynı fikri uyandıracak, Ermenilerde ise o fikir zaten mevcuttur.

22 — İngiltere’nin dostluğunu muhafaza edip düşmanlığından sakınmalıdır.

Bu acayip milleti kırmıya gelmez. Bonapart gibi bir hükümdarı yıkıp menfasında bitirmiştir,

23 — Öteden beri Rusya’nın karşısında bir metin sed hükmünde olan Devlet-i Aliyye’nin zaaf veya sukutunu emel eden Rusya’dan başka bir Devlet var mıdır? Asla yoktur.

İşte Devlet-i Aliyye’nin mevki-i tabiîsi budur. Binaenaleyh Devlet-i Aliyye’nin umur-u mülkiye ve siyasiyesini idareye memur olanlar bu hakikati bilirler ve ona göre meslek ittihaz ederlerse Saltanat-ı Seniyyenin kudret ve azametini ne dereceye kadar isal edebilecekleri edna mülâhaza ile malûm olur. Esbap mevcut, hüsn-ü idare mefkuttur.

24 — Düvel-i saireye karşı Devlet-i Aliyye politikasının hikmetine vâkıf kimler vardır?

25 — Memalik-i Şahanenin her kıtasının bir Devletin matmah-ı nazarı[41] olduğuna şüphe yoktur.

***

Bu düşünceleri kapsayan birkaç belgeyi aşağıya koyuyoruz. İlk olarak Kâmil Paşa’nın “Devletin âtisini temin için usul-ü idarenin tanzimi emeliyle Hakan-ı sabıka takdim kılman arîza-i hususiyenin sureti” başlıklı yazısından birkaç parça alacağız[42]. Bu arîzada devlet işlerinin yürütülmesindeki yanlış tutumu ve bunu önlemenin yollarını anlatan ve padişahı kızdırdığı gibi saray adamlarına Sadrazama karşı çabalarında geniş bir sermaye teşkil eden birçok parça bulunmaktadır.

Başlangıçta şu uyarma vardır :

“Ahval-i dâhiliyemizin tetkikatına girişilince kuvve-i müfekkireyi işgal eden bir çok esbap, istikbalimizi iyi bir surette göstermekte olmasiyle hal-i hazırın iyiliğine itimat edilmiyerek âtiyi temin edecek tedabire tevessül olunması farizeden görünür”.

“ Efendimiz Hazretlerinin bulundukları hal ve mevki-i fevkalâde cihetiyle “Elebdan sümme-l edyan”[43] mantuk-u münifince[44] tab’an[45] evvela Zat-ı Akdes-i Hümayunlarının tehlikeden muhafazası kaydında ihtiyata riayetle, gerçi umum bendegânın akdem-i vezaif-i ubudiyeti olan bu husus-u mühimme cümlece itina ve hizmet olunmakta ise de başkaca dahi istitla-i ahval için[46] tedabir-i lâzime ittihazı arzu ve irade buyurulmuş olup şu kadar ki olbapta istihdam buyurulan vesait-i mahsusenin[47] şu halden istifade emeliyle bazen bissuhule[48] def’i mümkün olan umur-u cüz’iye[49] cesametlendirilerek ve bazen dahi hiç vücudü olmayan bir şey nazargâh-ı âliye ayn-i hakikat mesabesinde arzcdilerek böyle şeylerin sıhhat ve adem-i sıhhatine yakın hasıl buyurmak için[50] tahkik ve istiknahı meşgalesi efkâr-ı şahaneyi haylıca işgal ve it’ab[51] eyledikten başka her türlü ihtimale karşı tedabir-i ihtiyatiye ittihazı dahi külli külfete tevakkuf edip binaberin[52] bu yolda olan meşguliyet-i daime ekseriya evkat-ı[53] Şahaneyi izae[54] eylediği cihetle maham-i devlet-i aliyyeleriyle iştigale[55] çok vakit bırakmamakta olduğuna ve halbuki Velinimet-i bîminnetimiz Şevketmeap Efendimiz Hazretlerinin yalnız maham-ı saltanat-ı seniyyelerini değil umur-u âdiyenin müfredatını[56] bile bizzat tedkik buyurmak tab’ı hümayunları iktizay-ı âlisinden bulunduğuna binaen atabe-i[57] ulyaya arz olunan mesalihden[58] bazılarının vaktinde çıkarılmamasından ve bir takımının dahi mütalâasına vakit bulunamayacak ilişüp kalmasından dolayı bu keyfiyet dahilen ve haricen hoşnutsuzluğa badi[59] olmaktadır. Beyneldüvel münasebat-ı siyasiyenin kararsızlığıyle beraber teb’a ve zirdestan-ı[60] Devlet-i Aliyeyi teşkil eden anasırın ekseri fesada meyyal ve etrafımızda bulunan küçük hükümetler memleketlerinin tevsii[61] fırsatına didedüz-ü intizar[62] oldukları şu zamanda”

Bu ağır kınamalrı yaptıktan sonra sadrazam şöyle bir yolun tutulmasını ileri sürer (S. ) :

“Varidat ve masarifatın tevazününe sây ve hizmet eden heyet[63] bengisi ise muvazene haricinde bir masrafın lüzumu yine o heyette tezekkür ve tasdik olunmadıkça vukuuna müsaade buyurulmaması.

“Lüzümundan fazla birçok memurin ve müstahdemin maaşatı bütçeye bar[64] olduğundan bir memuriyet münhal olduğunda[65] mümkün ise maaş hazinemande edilip[66], değil ise diğer memur tayini hususu mensup olduğu daire ile Bâbıâliî beyninde kararlaştırılarak arzolunmadıkça aharın tavassut ve istidası üzerine irade-i seniye itasına müsaade buyurulmaması.

“Rütbe ve nişan-ı zişan gibi atayay-ı sen iyenin tekessürü[67] itibar-ı âlisinin tenakusunu[68] mucip olmağla beraber mincihetin bütçeye de tesir etmekte bulunduğundan[69] işbu avatıf-ı seniyenin eskisi gibi müstehakına ve fevkalâde ifay-ı hizmet edenlere hasrredilmesi[70], memurin hakkında Bâbıâlînin şükür ve şikâyetinin nezd-i hümayun-u şahanede mesmu’ olması[71]

“Mesalih-i mühimme ve umur-u nafia hakkında Bâbıâlînin ba mazbata vuku bulan maruzat üzerine şerefsanih olacak irade-i seniye her ne merkezde ise vakit ve zamaniyle ısdarına[72] müsaade-i seniye-i Hazret-i Padişahı şayan buyurulması.

“….

“Makam-ı vekâlet[73] öteden beri iradat-ı seniye-i sâdirenin vasıta-i tebliği olduğundan umur-u idare-i mülkiye ve siyasiyeye dair şerefsadir olan iradat-ı seniyenin tebligatında usulü kadimeye riayete ferman buyurulması.

“Umur-u ecnebiye ve politikaya ait mevad hangi devlete müteallik olursa olsun bir mecrayı resmîden geçip Devlet-i Aliyye ile düvel-i mütehabbe[74] beyninde mevcut olan hukuk vc münasebat-ı hasenenin muhafazası”

Bu arîzanın verilmesinden iki ay kadar sonra 24 Zilhicce ’da (21/8/) mabeyin başkâtibi Süreyya Paşa padişahın buyruğu üzerine sadrazamı âdeta sorguya çeker. Başkâtibin Abdülhamid’e verdiği rapor Yıldız evrakı arasında bulunmuştur. Süreyya Paşa’nın başlangıçta “Velinimet Efendimiz bazı maruzatta istimal olunan tabirattan (……..) endişe buyuruyorlar” demesi ancak yukarıdaki arîzaya veya henüz görmediğimiz aynı nitelikte bir belgeye im olabilir.

Çok olasıdır ki Padişah bu yüzden sadrazamın kendisine bağlılığından şüphe etmiş olsun. Bu gibi kuşkular üzerinde iki ay boyunca saray adamları da herhalde ellerinden geldiği ölçüde işlemiş olacaklardır.

Bu belge ayrıca da Mısır ve Üçlü veya Dörtlü bağlaşmaya katılmak sorunlarının yazında nasıl bir durumda bulunduklarını ve sadrazamın o sıradaki düşüncelerini göstermesi bakımından da önemlidir.

Belgenin aşağıdaki başlığından anlaşılacağı gibi Süreyya Paşa A, B ve C diye ayırdığımız kısımlar içinde yayık bulunan bu konuların tümünü Padişaha topluca sunmaktadır.

Bunlardan birinci kısım Mabeyin başkâtibinin Padişah adına Sadrazama söylediklerini, açıkladığı kuşkuları ve bunlar dolayısiyle istediği inancaları (A) ; İkincisi Kâmil Paşa’nın verdiği karşılıkları (B) ; üçüncüsü de başkâtibin bunlar üzerine sadrazama söylediklerini (C) kapsar.

Abdülhamid’in, amcası Abdülaziz ve ağabeyi V. Murad’ın başlarına gelenleri hiç aklından çıkarmaması doğal ise de kuşkuları bu aşama ileri götürmesi yine de doğal sayılamaz vc onun göreceğimiz tutumunu bir hastalık olarak nitelendirmek gerekir.

Üzerinde durduğumuz belge şöyle bir başlık taşır :

“İŞBU ZİLHİCCENİN YİRMİ DÖRÜNCÜ ÇARŞAMBA GÜNÜ SADRAZAM PAŞA KULLARINA VASITA-İ TEBLİĞ OLDUĞUM EMR-Ü FERMAN-I HÜMAYUN-U HAZRET-İ HİLÂFETPENAHİLERİNİN HULÂSASİYLE PAŞAY-İ MÜŞARÜNİLEYH KULLARININ MARUZAT-I CEVABİYESİ ZABİT VARAKASIDIR”.

A. — Başkâtibin Sadrazama söyledikleri :

“Velinimet efendimiz bazı maruzatta istimal olunan tabirattan ve Girit hakkında ittihaz olunan tedabirin netayicinden endişe buyuruyorlar. Çünkü Girit hâdisesini teskin için kısm-ı küllisi redif olmak üzere otuz tabur asker tertip olundu. Bu kuvvetle tnevaki-i muktaziye tutularak ahali-i islâmiye ile hıristiyanlardan muti[75] olan ve arz-ı itaat edecek bulunanlar bittemin köylerine iade olunduktan sonra hal-i şakavette bulunanlar derdest edildikçe divan-ı harb-i örfîye verilerek mücazat-ı kanuniyeleri icra olunur ve cezirece[76] emniyet ve asayiş tam a iniyle takarrür edinceye kadar bu hal devam eder deniliyorsa da, asakir-i şahanenin karşısında bulunacak olanlar bir devlet asakir-i muntazaması olmayıp eşkıyadan ibaret olduğu cihetle bunlar bir mahalde kuvve-i askeriye görünce suret-i itaatta görünüp asker oradan gidince yine tarik-ı şakavete sülük[77] eder. Bu hal ile cezirece şuriş[78] bir çok vakit devam eyler. Diğer cihetten hasat vakti taht-ı silâha alınan efrad-ı redife iş uzadıkça yese düşerek ve müzayaka-i mâliyeden[79] dolayı vakt-i zamaniyle maaş dahi alamıyarak oradaki asker beyninde bir itaatsizlik zuhur edebilir”.

Burayadek Padişahın başkâtip yoluyla sadrazama söylettikleri bir aşama akla yakın sayılabilir. Ancak bunun arkası işin acayipliğini ve saçmalığını göstermektedir. Süreyya Paşa şöyle devam eder :

“Bu halden bazı menviyat-ı muzirre[80] de vukua gelmek muhtemeldir. Meselâ İngilizler'in, Ruslar'ın Boğazları tutmak hakkında bazı teşebbüsatta bulunduklarını hissediyoruz diyerek Girit’te adem-i itaat halinde bulunacak askeri alıp bu tarafa bir donanma sevketmeleri ihtimalden baid[81] değildir[82]. İngilizler Mısır meselesinin tesviyesi için müzakereye şuru etmeğe[83] birkaç defa meyi göstermek derecelerine getirilmiş, hattâ geçenlerde Vamberi[84] gibi bir adamın tavassutuna bile müracaat eylemiş iken sonradan bu işi meskût bırakmak tarikini ihtiyar eylemeleri bu işin arzuları veçhile tesviyesine Şevketmeab Efendimiz Hazretlerini mani-i münferit[85] bilerek, Cenab-ı Hak savn-ı İlahîsinde masun ve mahfuz buyursun[86], Velinimet-i bîminnetimiz şevketmeap efendimiz hazretlerinin asr-ı hümayunlarından sonraya talik-i maslahat etmeğe[87] ve Hûda göstermesin o zamanın hulûlünü takrip eylemeğe sarf-ı mesai etmek niyetinde bulunduklarını gösteriyor[88]. Ve karşımızda bir devlet donanması bulunmadığı halde Şakir Paşa’nın Girid’e iki torpito istimbotu istemesi dahi garip görünüyor. Velinimet efendimiz zat-ı âlînizin sadakat ve ubudiyetlerinden emin olup ancak bazı vukuat-ı cariye vukuat-ı salife ile tatbik olununca[89] nefs-i hümayun-u mülükâneleri hakkında mucib-i endişe bazı ahval görmektedirler. Binaenaleyh Girit hakkında ittihaz olunan tedabirden mahsus ve muntazarolan netice nedir? Olbapta ve endişe buyurulan ahval hakkında zat-ı âlîlerinden teminat-ı kaviyye talep buyuruyorlar.”

“B. — Sadrazam Paşa kullarının maruzat-ı cevab iyesi”

“Girit hakkında ittihaz olunan tcdabirden hüsn-ü asar görülmeğe başladı. Onbeş yirmi gün, nihayet bir mâha kadar emniyet-i tamme husulü memuldür. O vakit otuz taburun onbeşi mahallerine iade olunur ve cezirenin idare-i örfiye tahtında bulundurulmasına hacet kalmıyacak zamanın hululünde kadîmen orada bulunan taburlardan maadası dahi memleketlerine gönderilir. Bu halde bir müddet silâh altında tutulacak efrad-ı redife yedi taburdan ibaret bulunacağından bunların masarifi cüziyattandır. Mamafih hiç redif toplamaksızın Edirne ve Trablusgarp’tan beş-on tabur asakir-i nizamiye şevkiyle dahi Girit işinin bitirilmesi, mümkünattan bulunduğu halde Sırplar’ın tecavüzü ve Bulgarlar’ın ilân-ı istiklâli ve İtalyanın Trablusgarp’a taarruzu şayiaları oralardan asker kaldırılmasına mani oldu.

“Mısır Meselesine gelince: İngilizler öteden beri bizden bir suret-i tasfiye teklifini bekliyorlar. Telâkki ettiğim emr-ü irade-i seniyeye imtisalen bir suret-i tasfiye müsveddesi arz-ü takdim eyledim. İrade-i seniyyenin şerefsüduruna muntazır bulunduğum halde Sudan hududunda yeniden bazı iğtişaşat zuhuru işin teâhhurunu mucip oldu. İngilizler’in Mısır hakkındaki fikir ve niyeti orada hükümet-i islâmiyenin temin-i bekası olup Mısır’ın Devlet-i aliyye’ye merbutiyet-i hazırasını tercih eylemektedirler. İngilizler’in fikir ve niyeti bu olmasa Mısır’ı istimlâk etmelerine kim mani olabilirdi? Mademki dört devletle müttefikdirler,[90] bizim adem-i muvafakatimiz ve Fransızlar’la Ruslar’ın itirazı hiç fayda vermezdi. Binaenaleyh İngilizler’in bu işe nefs-i hümayun-u mülûkâneyi mani bilüp ona karşı bir takım teşebbüsat-ı hainanede bulunmayı hatırlarına getirmeleri ve Girit’teki asakir-i şahaneyi aleyhimize istimal edebilmeleri mümkün değildir.

“Politika bahsine gelince: Devlet-i aliyyenin meslek müttehazı[91] hürriyet-i hareketini muhafaza etmek şartiyle bitaraflık olup[92] geçen gece atebe-i ulyaya şifahen dahi arzeylediğim veçhile Avrupa’nın bugünkü hali uzun bir müddet daha devam edemeyip hal-i diğere tahavvül edeceğinden o vakit dahi Devlet-i aliyyenin mümkün olabilirse hal-i bitarafiyeyi muhafaza etmesi ve mümkün olmadığı halde menfaat ve selâmeti hangi cihette görürse o tarafla birleşmesi lâzimedendir. Eğer Boğazlar muhkem ve donanmay-ı hümayun mükemmel bulunursa bir muharebe zuhurunda bitaraflık muhafaza olunabilir[93]. Mamafih hal-i hazırın diğer hale bir muharebe ile tahavvülü, suret-i sulhiyede tahavvülünden Devlet-i aliyyece daha hayırlıdır. Çünkü bir suret-i sulhiye husulü, lâbüd[94] Rusya ile Avusturya’nın ittifakına mütevakkıf olup bu iki devletin ittifakı da Avusturya’nın Sırbistan’ı istilâ etmesi ve Rusya’nın Bulgaristan’a girmesiyle hasıl olur. Öyle bir halin vukuunda İtalya ve Yunan dahi birer tarafı kapmağa kalkışacaklarından Hüdanekerde[95] Rumeli bütün bütün elden çıkar. Efendimiz Fransa ile Rusya’yı hüsn-ü suretle idare buyurmakta olduklarından ve diğer dört devlet de Bâbıâlîce idare olunmakta idüğünden iki taraftan da Devlet-i aliyye hakkında bir şikâyet ve adem-i emniyet beyan olunmuyor. Bu meslekle mümkün olduğu kadar hal-i hazır muhafaza olunabilir. Nefs-i hümayun’a ait endişeye gelince hatır-ı şahaneye gelen şeylerin hiç biri mümkünattan değildir. Çünkü Efendimiz umum asakir-i şahanenin başkumandanıdırlar ve asakir-i şahanelerinin emr-ü idaresi yed-i hümayunlarındadır ve asakir-i mülûkâne Efendimize muti’ ve cümlemizin menfaat ve saadet ve selâmetimiz taraf-ı şahanelerinden temin buyurulmuştur. Hatır-ı şahanelerine gelen şeyi kim yapacak? Hakkımda beyan buyurulan teveccüh ve emniyet-i şahanelerinden dolayı betekrar arz-ı teşekkür ederim. Eğer Efendimiz benim tarafımdan arzolunacak teminata itimat buyururlarsa nefs-i hümayunlarınca asla endişe olmadığını temin ederim. Eğer kullarından ziyade emniyet buyurdukları bendeleri olup da anın arzedeceği teminata daha ziyade itimat buyururlarsa Efendimizin husul-ü rahatları için menfaatimi feda etmeğe hazırım. Zira Efendimizin emin ve müsterih olmaları her şeyden akdemdir[96].”

C. Başkâtip Süreyya Paşa'nın Sadrazama verdiği karşılıkları Padişah bildirişi :

“Sadrazam Paşa kollarının işbu maruzatı üzerine müşarünileyh hakkında olan teveccüh ve emniyet-i şahanelerinin berkemal olduğundan ve fakat bazı vukuat netayici mucib-i endişe olmakta bulunduğundan ve Fransa ve Rusya devletlerinin taraf-ı eşref-i mülûkânelerinden ve diğer dört devletin Bâbıâlî canibinden idare olunmakta bulunması söziyle bir muharebe vukuunun tercih olunması Velinimet Efendimizle kendisinin fikir ve mütalâaları beyninde bir mübayenetin[97] vücudünü teyit edip, halbuki bu mübayenet-i efkârın devamı menfaat-i devlete asla tevafuk cdemiyeceğinden bahisle ve olbapta bazı tafsilat ve delail serd ve ityaniyle[98] şerefsanih[99] olan iradat-ı seniye-i Hazret-i Hilâfetpenahileri ve bu baptaki mütalâat-ı seniye-i mülûkâneleri cumartesi gününe kadar ve mümkün olursa andan evvel kâğıt üzerine konularak tarafına bildirileceğinden cevabını tahriren arz ve iş’ar etmesi lüzumu ve Boğazların tahkimiyle bazı büyük toplar ve zırhlı kulelerle teçhizi maddesinin bugünkü Meclis-i Vükelâda mevki-i müzakereye vaz’ile neticesinin arzolunması hakhakkındaki emr-ü ferman-ı hümayun-u şehinşahileri bertafsil sadr-ı müşarünileyh kullarına tebliğ olunduğu maruzdur.”

Süreyya Paşa’nın Kâmil Paşa’ya verdiği karşılıktan onun sadrazamın sözlerini iyi anlamadığı beliriyor. Avrupa’nın bugünkü halinin daha uzun süremiyeccğini sezen Kâmil Paşa, Padişahı tahttan indirmek ve belki de öldürmek gibi bir hazırlığı sezememiş olmak ve onu kuşkulandıracak yazıları kendisine sunmakla suçlandırılarak sorguya çekildiği bir görüşmede “Efendimiz Fransa ile Rusya’yı hüsn-ü suretle idare buyurmakta olduklarından ve diğer dört devlet de Bâbıâlîce idare olunmakta idüğünden” demesi Padişaha karşı yatıştırıcı ve okşayıcı bir sözden başka bir şey değildi.

Sadrazam acun durumunun bir değişme evresine girdiğini söylerken bunun neye dayandığını aramak ilginçtir. Bizce iş şu yönden ele alınabilir:

Bismark’ın temelli siyasası, kendi bağlaşığı Avusturya ile Rusya’yı iyi geçindirmek, kendisi de İngiltere ile iyi geçinip Fransa’yı dayanaksız bırakmaktı. Bunun için de Viyana hükümetinin, kendi çıkar alanı yaptığı Sırbistan’a türlü bakımdan egemen olmakla yetinip, Bulgaristan’ı ele almaya çalışmaması ve orasını Rus bölgesi olarak tanıması gerekiyordu.

Alman başbakanı Viyana’daki büyükelçisine gönderdiği 13/9/ günlü yönergede[] bu yönü iyice belirtir.

“. .. Bana öyle geliyor ki, sade barış bakımından değil, hak bakımından da Rusların Sırbistan işlerine karışmamazlık siyasasına karşılık olarak Avusturya Bulgaristan işlerine karışmamazlık siyasası gütmeyi kabul edebilir ve bu yönü Rusya’ya karşı üstenebilir.

“ Bulgaristan’da nüfuz meselesi Avusturya imparatorluğu için Avrupa barışını tehlikeye düşürmeye değecek derecede önemli değildir”

Bu siyasa böylece gidedururken 15/6/ de Alman imparatorluk tahtına II. Wilhelm çıkar ve çarçabuk Bismark’la onun arasında anlaşmazlıklar başlar. Yeni İmparator her konuda kendine öz bir siyasa gütmeğe ve çok geçmeden İngiltere’ye de meydan okumaya koyulacaktır. Sonda 18/3/’da Bismark çekilmek zorunda kalacaktır.

Kâmil Paşa’nın Süreyya Paşa ile olan yukardaki görüşmesi II. Wilhelm’in tahta çıkmasından iki ay bir hafta sonradır. Bu süre içinde Alman ve ona paralel olarak da Avusturya siyasetinin değişmekte olduğu Osmanlı sadrazamınca sezilmiş olmalıdır. Avusturya’nın Bulgaristan’ı ele almaya kalkışmasına karşı ilk olarak Rusya’nın da Sırbistan’ı ele alarak onu Avusturya’ya karşı kışkırtması, sonda ’de birinci genel savaşın patlamasına yol açmıştır, işin bu kadar gecikmesinin başlıca nedenlerinden biri de ’de Rusya tahtına çıkan II. Nikola’nın, veliaht iken, yılında yapmış olduğu Uzak Doğu gezisinden beri gözünün o yönlere çevrilmiş ve Japonya, Çin ve İran’ı içine alan bir imparatorluk kurmak hayaline kapılmış olmasıdır. Bu ihtiras yüzünden Rusya Japonya ile çatışacak ve hiç beklemediği bir yenilgiye () uğradıktan sonra gücünden epey kaybetmiş olarak gözünü yine Balkanlar’a ve Boğazlar’a çevirecektir. Böylelikle Bismark’ın korktuğu sonuç gecikmiş olarak ortaya Çıkacaktır.

Kâmil Paşa’nın mabeyin başkâtibine Osmanlı Devletinin bitaraflık siyasası gütmek istediğini söylemesi yani ’de istenmiş olduğu gibi Doğu Üçlü Bağlaşmasına girmekten vazgeçmesi de bir yandan Avrupa durumunda sezilmeye başlanılan değişiklikten öbür yandan da Padişahın bu işde daha çok şahsını ilgilendiren ürkeklikten ileri gelmiş olabilir.

Süreyya Paşa, sadrazamın “hal-i hazırın diğer hale bir muharebe ile tahavvülü suret-i sulhiyede tahavvülünden Devlet-i aliyyece daha hayırlıdır” yolundaki düşüncesini hiç anlamamıştır. Kâmil Paşa diyor ki : Avrupa’nın bugünkü hali uzun süremez, değişecektir, eğer barış içinde değişirse bu ancak Rusya ile Avusturya’nın bir anlaşmasiyle olur ve bunun sonucu da birinci devletin Bulgaristan’ı, ikincisinin de Sırbistan’ı alması ve işe başkalarının da karışmasiyle bütün Avrupa vilâyetlerinin elimizden çıkması olur. Başkâtip ise bundan sadrazamın savaşçı ve padişahın barışçı olduğu hükmünü çıkarmakla âdeta Abdülhamid’in bütün Rumeli elimizden sessiz sedasız gitmesini istiyormuş gibi bir anlayış ortaya atmaktadır. Bu yön yüksek saray adamlarının anlayışsızlık derecesini gösterir.

Konumuz bakımından üzerinde durulması gereken bir yön de Kâmil Paşa’nın daha ’de bir Avrupa genel savaşının ne gibi nedenlerden ve hangi koşullar altında çıkabileceğini, olaydan yirmi altı yıl önce sezmiş olmasıdır. Bu olay gerçekleşince de Osmanlı siyasasının ne olması gerektiğini de tespit etmiştir. Onun bu düşüncesiyle iğimdeki hükümetin tutumunu karşılaştırmak ilginçtir.

Aşağıda ünlü hafiyelerden o sırada Mabeyin ikinci kâtibi olan Kadri Bey’in 25 Eylül (7 Ekim ) günlü bir arîzası bulunmaktadır. Yazar iki amaç gütmektedir : Birincisi “İttifak-ı Müselles” dediği İngiltere-Avusturya-İtalya arasında kurulu Bağlaşmaya, ki Almanya, Avusturya ve İtalya’nın aralarında var olan asıl Üçlü Bağlaşma ile paralel işlemektedir, Osmanlı Devletinin girmesini önlemektir, bu konuda kullandığı başlıca kanıt da Padişahın kesin egemenliğinin sarsılacağı, yani meşrutiyete doğru gidileceğidir. İkincisi Kâmil Paşa Hükümetini düşürmek ve bu şimdilik olamazsa onun üyeleri arasındaki var sandığı birliği ve anlayışı bozmak için içlerine ayrılıklar yaratacak kimseleri sokmaktır. Kadri Bey düşüncelerini Padişahın buyruğu üzerine yazdığını belirttikten sonra şöyle der :

“İttifak-ı Müsellese duhul[] için imale-i efkâr-ı şahanelerine[] çalışıldığı arz olunmuştur. Çok zevatın efkârı bu merkezde olduğu inkâr olunamaz. Eğer halk ikiye taksim olunsa ekseriyet ittifaka inzimamı[] tercih edenlerde olması dahi muhtemeldir. Ancak bununla beraber neticenin hükümdarlık nisbetiyle nazar-ı itibara alınması lâzım gelir ki itikad-ı çakeranemce bu neticeye nisbetle im’an-ı nazar edilirse[] şimdiki halde cari olan nüfuz ve hâkimiyet-i mutlakanın[] bu ittifaka inzimamla beraber devam etmesi emr-i müstahildir[]. Çünkü labüd[] birtakım şerait teklif olunacaktır ki tahdid-i hâkimiyet edeceğinden başka mutlakıyet hukukuna da tecavüz edebilir[]. İşler bu neticenin istihracından sonra muvazene[] edilirse bitaraflık eşlem ve ahkem görüleceği bedihidir[]. Kaldı ki bu suretle kabul edilecek şerait-i ittifakdan bir takım teferruat dahi hasıl olabilir ki nüfuz-u hükümdari-i şahanelerini tahdit[] ile beraber bir iştirak-i manevî suretini kesbetmesi ve bir nazik mevki de bulunulması cay-ı mütalâa olacak, halbuki tahsin-i ittifak edenler[] kendi maksatlarınca bundan müstefid olacakları ve bilhassa Velinimetimiz Efendimiz mutazarrır olacağı[] ve hâkimiyet-i mutlaka-i islâmiyenin tahdid-i hukuku erbab-ı din ve iman indinde hilâf-ı kavaid-i diniye[] görülerek hem reyleri, hem de menfaatleri bu icab-ı dininin hilâfında olduğundan bu gaileye çare bulmak zaruret-i umurdandır. Kullarınca buna iki çare vardır :

“Birisi tebdil-i heyettir. Yani nüfuz ve iktidar-ı padişahilerinin devam ve bekasını tekeffül ve temin eyleyecek kavaid-i sahiha tahtında dindarlardan ve zerperest[] olmıyan müstakimlerden bir heyet-î cedide[] teşkil buyurulmasıdır. Diğeri dahi heyet-i haziranın gidişini tadil edecek kadar tebeddülat[] icrasıdır. Şimdiki heyet filhakika umumcu müttehit olup aralarında ihtilâf gösterseler dahî fiilen mevcut olmayarak taaddüd-ü manasıp olduğunda vahdet-i menafie mani olmadığı erbab-ı ukul İndinde rehin-i subut olan kazayadandır[]. Ahyanen[] hususat-ı mühimmede efkâr-ı hümayun-u mülûkünrelerine karşı ittifak ve ittihadı saklamayarak irae etmekte bulunmaları da bunu müeyyit ve müspit[] değil midir?

“Bunların ufak işlerde gösterdikleri laklaka-i hafife ittihatlarına dokunmıyacağı ve mansıplardan[] düşürmiyeceği kendilerince malûm ve meczum olduğundan ve bu derecede ittihat ve maddeten ittifak husulünden sonra hal-i hazırla beraber bunun bir veehle bozulması kabil olamıyacağından menfaat-i hususiye-i şahaneleri için bunlardan gayret ve hizmet intizar olunamaz[].

“Heyetin reisi[] kindarlık ve haddini bilmezlikle ve ittihadı[] âdeta tecavüz suretinde teşkil eyleyüp yoksa kendisi hakikaten âciz ve dahilen hattâ haricen mevki ve haysiyet esbabından olmadığı dahi aşikâr ve barizdir. Fakat bununla beraber hal-i hazırın ibkasmı müstelzim[] bazı esbab bulunduğu takdirde ibkasiyle beraber Heyetin ittifak ve ittihadına tefrika vermek üzere üç beş zat ithal edilerek tadil olunması[] lâzime-i maslahattan ve efkâr-ı hümayun şahanelerine tevfik-i hareket eden erbab-ı istikamet ve sadakatten ve salâbet-i diniye ve meziyet-i akliye erbabından intihap buyrulup memur edildikleri halde gayret ve sadakatleri tesiriyle gaile-i ittifak[] hüsn-ü suretle mündefi[] ve hukuk-u mukaddese-i şahanelerine gayrı muvafık olan birtakım devahi-i[] siyasiyenin zuhuru dahi mümteni[] olacağı müsellemattandır[]. Yoksa böyle olmazsa ittihattan dolayı Heyetin nihan olan muzmeratı ibraz etmesi[] ve usanç verinceye kadar Avrupa’dan her gün bir türlü havadis işitilmesi ve ilkaat-ı hafiye ve celliye[] ile efkâr-ı umumiyeyc perişanlık getirilmesi gibi şeylerle kabul-ü ittifaka mecburiyet hasıl ettirecekleri ve ol halde dilhahları veçhile[] hareket edilmesi emr-i tabiî olarak böyle mukaddematın netayici ise güzel olmıyacağı bî-iştibahtır[]”.

Hafiye Kadri Bey’in bu arîzası, o devredeki anlayış ve düzenin çok açık bir tablosunu çizmekte olduğu gibi 1, 2, 3, 4, 14, 15, 17 sayılı vecizelerin tüm kapsamı içine de girmektedir.

İlk olarak Üçlü bağlaşmaya katılmanın gerekli olup olmadığı konusu devletlerarası duruma ve Osmanlı çıkarlarına göre değil, sırf padişahın istibdadını ve dolayısiyle de saray adamlarının önemini ve devlet işlerindeki yetkisini kısabileceği yönünden ele alınmakta ve Abdülhamid’e bu bağlaşmaya girmek isteyenlerin, yani başta Sadrazamın amacı nüfuz ve iktidarı, şeriata aykırı olarak Senin elinden almaktır, ötesi lâfdır denilerek onun bilinen kuşkuları kabartılmaya çalışılmaktadır.

İkinci olarak da hükümet makinesinin ülkeye sağlayacağı çıkarlar bakımından ele alınarak onun ahenkli ve karşılıklı güven içinde işlemesi istenileceği yerde, nazırlar arasında karşıtlıklar çıkaracak müfsitlerin kabineye sokulması istenilmektedir, ta ki nazırlar padişaha karşı birlik durumunda otamasınlar. Böyle olunca devlet işleri kötü yürür ve çıkmazlara saplanırsa varsın olsun, yeter ki padişah huzur içinde olsun. Kadri Bey’in bir nazırlığa atanmayı düşünmüş olması da olasıdır.

Avrupa gazetelerinin Osmanlı’ya karşın veya kınayıcı yazılarının da hükümetçe yazdırıldığı sinsice anlatılmak istenilmektedir. Bu gibi görüş ve anlayışlarla devlet eritilecektir.

***

KÂMİL PAŞA’NIN AZLİ

Kâmil Paşa’nın Hatıratında görüldüğü gibi üzerinde en çok durduğu konulardan bîri saray adamlarının devlet işlerine karışıp onları bozmalarından ve Mısır sorununun sürüncemede bırakılmasından doğacak tehlikelerdir. Bunun en belirli bir örneği de 22 Temmuz (3/8/) günlü arızadır (S. 49 v.d.). Sadrazam bu gibi olaylar yüzünden sık sık istifa etmek istediğini de açıklamaktadır.

Abdülhamit ise ona hem değer verdiğinden hem de doğruluğuna inandığından ondan ayrılmak istememekle birlikte onu her buyruğa boyun eğer ve saray adamlariyle çatışmaz bir duruma getirmek ister. Bunun için de herkes gibi onu satın alabileceğini sanıp rumî yılı sonlarında yani yılının ilk iki ayında başmabeyinci Hacı Ali Bey yoluyla ona dileğine göre ayrıca hazine-i hassadan (padişahın öz hazînesinden) aylık ödemeyi veya gelir sağlayacak mülk vermeyi önerir. Buna neden olarak da “Devlet-i aliyyeye müttefikan hizmet” edilmesi gösterilmektedir[] Bu deyimin acayipliği de dikkate değer; bundan padişahta sadrazamın iki bağlaşık gibi çalışması anlamı çıkar ki amaç ancak : “bana her konuda uy ve biteviye kafa tutma” olabilir.

Kâmil Paşa karşılığında esasen devlet hâzinesinden aldığı aylığın[] hakkını ödeyemediğini söyleyerek bunu reddeder. Bunun üzerine padişah bir kızgınlık belirtmemekle birlikte ona karşı istiskal anlamına gelen davranışlarda bulunur ve Bâbıâlî ile olan muamelelerinde bir değişiklik görülür. Bu olaydan bir iki ay sonra yani yılının Mart veya Nisan aylarında padişah, sadrazamla başbaşa bulunduğu bir sırada, onu “avamnevazlık”[] ve “popularité”[] aramakla suçlandırır ve “bunun manası nedir anlıyamıyorum” der. Kâmil Paşa’nın karşılık olarak: avamnevazlık bana ne fayda sağlar, halkı hoşnut etmek Efendimize hayırlı dua kazandırmak değil midir, yaradılışım ne ise ona göre davranıyorum, yoksa kalkın rızasını kazanmak için fazla bir şey yaptığım yoktur, hakkımda bir düşünceniz varsa hemen yerine getiriniz, demesi üzerine Abdülhamit “O benim bileceğim şeydir diyerek” sözü keser.

O sırada bazı gazetelerde Kâmil Paşa’nın yaptıkları kınanmaya başlanılır ve o dahiliye nazırı yoluyla bunun nedenini sorunca yazıların saraydan gelen emirle yazıldığını öğrenir. Bilindiği gibi Mithat Paşa için de, mahkemeye verilmesinden önce bu gibi kınayıcı yazıları saray gazetelere yazdırmıştı. Esasen bu gibi yazıların çok sıkı bir sansüre rağmen çıkması yukarıdan emredildiğine kanıt idi.

Bu yılın () haziran ayında halk üzerinde hafiyeler baskısının ve saray adamlarının devlet işlerine verdikleri zararların çok artmış olması hele Mısır sorununun çözümlenmesine padişahın engel olmakta devam etmesi üzerine Kâmil Paşa 18 Haziran (30/6/) de ona çok dokunaklı hattâ kınayıcı bir arıza sunar. (Hatırat: 65 v.d.) Başlıca kısımları aşağıdadır :

Başta parantez içine şunlar konulmuştur :

(Tab’ı[] hümayun-u mülükânelerine giran[] gelecek olsa dahi hak-kı şahanelerinde teveccüh-ü umumiyi[] ve hukuk-u mukaddese-i hazret-i hilâfetpenahiyi muhafazaten arz-ı hakayik-i ahval[] ile ifay-ı fariza-i ubudiyet-i kemteraneme müsaade-i seniye-i şehriyarilerini istirham ederim)[].

“Arz ve beyandan müstağni olduğu üzere[] dünyaca en ziyade hasiyyet hissi haiz olanlar[] asabi-ül mizaç[] addolunanlar olup ezkiyay-i âlem[] dahi ekseriya bunlardır. Velinimet-i biminnetimiz şevketsimat efendimiz hazretleri bu cümlenin serferaz-ı revnak tarazı[] ve kulları gibileri dahi a’cezi[] olup, hissiyat ise meşhudat ve mesmuatın tesiratiyle[] hasıl olarak nevine göre ya ruhu ferahyab[] veyahut tab’ı naziki tazyik ile vücudü düçar-ı iztırap eyler[]. İşte şayan-ı tetkik olan bu nevi hissiyattır ki iras ettiği iztırab-ı derunu[] def’ için insan çare taharrisine[] ve ittihaz-ı tedabir-i ihtiyatiyeye muhtaç ve mecbur olur. İşbu hasiyyet-i tab’iyenin esrarına vakıf olanlar bunu celb-i menfaat yolunda istimale tasaddi[] eylediklerinden, erbab-ı hiyel[], insanda bu nevi hissiyatı sanîa[] ile husule getirerek kendileri istifade ve halkı ızrar ederler.”

Bir türlü felsefe dersine benzeyen bu giriş 3 sayılı vecizenin bir tekrarıdır. Az sonra arîza şöyle devam eder:

“Şeref-i kurbiyet-i şahaneye nail olabilen[] eshab-ı hiyel ve desais, asla ehemmiyeti olmayan âdî bir şeyi nazargâh-ı âliye gayet cesim ve akibeti vahim bir şekilde arzederek ve bazen asl-ü esası olmayan ve vukuu gayr-ı muhtemel olan şeyleri ihtira eyleyerek[] vücud-ü hümayun-u mülûkânede endişe ve iztırabı mucib hissiyat husule getirip, işbu ıztırabın define çare olmak üzere eshab-ı hiyel tarafından gösterilen ve yahut arzolunan ahvalin sıhhatine itimaden taraf-ı eşref-i şahaneden ittihaz buyurulan tedabirin zımnında[] erbab-ı desais müstefid oluyor[]. Bir takım bendegânın hizmet-i devletten mahrum ve bazı kimselerin dahi hizmetle ve yahut ikamete memuriyetle öteye beriye teb’id edilmesi[] merhamet-i seniyyeye münafi[] olduktan başka, bervech-i maruz ihdas olunan hissiyat-ı endişenakın cümle-i netayicinden olarak[], bir şeyhin zikr ve mukabele için akd-i cemiyet[] etmesinin men’i ve ahalinin hitan veya velime[] cemiyetlerine müsaade olunmaması ve bir kaç ahbabın bir yere içtimai halinde bunun sui-zan tahtında tutulması[] gibi ahvalin halkın hürriyet-i tabiiyesini ne derece tazyik edeceği vareste-i arz olduğundan hak-kı hümayun-u cenab-ı şehriyaride elzem olan teveccüh-ü umuminin muhafazasına memur bir abd için bu hali nazar-ı teemmülden dûr etmemek[] tabiî olup[], benaberin bu halin devlete iras etmekte olduğu mazarrat en ziyade haiz-i ehemmiyet olarak, çünkü desisekâranın vücud-ü lâzimel vücud-ü hümayunda beslemekte oldukları hissiyattan mütevellit endişe, herhalde insana bâdi-i tesliyet olması lâzım gelen emniyeti bilkülliye mahvettiğinden[], bu keyfiyet devletin menfaatine veya defi mazarratına dair Bâbıâlîden vuku bulmakta olan maruzatın kabulüne mâni olmakta olması hasebiyle umur-u mülkiye ve siyasiyeye müteferri[] birtakım mesalih-i mühimme sektedar olmakla beraber Mısır meselesinin müzakeresinde encümen-i hususinin dahi teslimgerdesi olduğu üzere Devlet-i Aliyye bugünkü gün vadi-i tehlikeye girmekte olup, bu halin devamı takdirde maazallah-ı taalâ yeniden bir devlet-i islâmiye teşekkül ederek çok zaman mürur etmeksizin Devlet-i Osmaniye’nin hali diğergûn[] ve eslâf-ı izam-ı şahanelerinin zaman-ı saltanatlarında bunca şan-ı muzafferiyetlere hizmet eden Türk milleti elyevm Bulgaristan’da kalan ehl-i İslâm ile hemhal olacağı edna mülâhaza[] ile anlaşılacağından fevkalâde ehemmiyeti haiz olan Mısır meselesi bir an nazar-ı dikkat-i şahanelerinden dur tutulmayarak olbapta olan maruzata itimat buyurulmasını ve iştibah buyurulduğu takdirde derhal yeniden bir heyeti vükelâ teşkiliyle Devlet-i aliyyelerinin temin-i istikbali hususunda izae-i vakit buyurulmaması[]”.

Ayrıca bir de “Türkçülük” duygusu veren bu arîzada sadrazam Abdülhamid’in yönetiminde tuttuğu yolu baştan başa kınamaktan başka, onun psikolojisini inceleyerek psikopat olduğu düşüncesini uyandıran bir dil kullanmaktadır. Her halde bu arîza padişaha son aşama ağır gelmiş olmalıdır, hele ki bu yazı birkaç ay önce Hacı Ali Paşa yoluyla yaptırmış olduğu para veya gelir sağlanması önerisine verilmiş olan olumsuz karşılığa eklenmiş yeni bir kafa tutma niteliğindeydi.

Padişahın tepkisi hemen kendini gösteremez, ancak yılının Temmuz ve Ağustos ayları Kâmil Paşa sadaretinin kemirilmesiyle geçer. Bu yolda doğal olarak saray adamları canla başla çalışırlar.

Kâmil Paşa’nın serasker Ali Saip Paşa ile birlikte Padişahı tahttan indirmek işini düzenlemekte olduğu söylentisi ortaya çıkarılır. Aşırı sel yüzünden saraya giden havagazı borularının bozulup sarayın ışıksız kalması bu komplonun bir uygulanma denemesi gibi görülür[] ve Abdülhamit birtakım korunma ölçemleri alır. Beşiktaş’ta bir Sultan yalısında çıkan yangın ve orada büyük bir kalabalığın toplanması da aynı biçimde yorumlanır. Ali Saip Paşa o sıralarda ölüp yerine Gazi Osman Paşa geçince onun da Sadrazamla arasının iyi olmasından ötürü aynı söylentiler dolaştırılır.

Bunlara bir de “Maksudiye hanımın bey’i” yani satılışı işi eklenir. Bu yolda şeriye mahkemelerinde uzun süren bir dava dolayısiyle sadarete verilen bir dilekçe önce evkaf nezaretine, sonra da şeyhülislâmlığa havale edilmişti. Saray adamları birtakım kelime oyunlariyle bundan sadrazamın Abdülhamid’in yerine ağabeyi Sultan Murad’ı yeniden tahta oturtmak için şeyhülislâma yazı yazdığı anlamını çıkartıp padişahı ürkütürler. Onlara göre Maksut’la Murat aynı anlama gelmekte, han ise herhangi bir bina olmayıp padişahlara verilen “Han” unvanı olduğu “bey’i” de bir kimseyi padişah veya halife olarak kabul etmek demek olan “bi’at” kelimesiyle aynı kökten geldiği için Kâmil Paşa’nın Şeyhülislâma “Murat Hana biat’ı” önderdiği ileri sürülür.

Kâmil Paşa’nın Batılı devletlerle iyi geçinmek üzere kurulmuş olan siyasetini beğenmiyen Rusya’dan da ona karşı destek sağlanılır. Sadrazamla en çok uğraşanlar arasında bir süre onun hükümetinde maliye nazırlığı yapmış olan Mahmut Celâlettin Paşa ve oğlu Münir Bey[] de bulunuyordu. Bu kimse 5 Ağustos de Abdülhamid’ce Rusya büyükelçisi Nelidof’a gönderilmiş, o da Kâmil Paşa hakkında şunları söylemiştir[] :

“Rusya’nın devlet-i aliyyenin tamami-i istiklâline taraftar olduğunu ve İngiliz siyaseti takip eden Kâmil Paşa’nın maksat ve emeli zat-ı şehriyarilerini düvel-i malûmenin[] hüküm ve nüfuzuna kolayca tebaiyyet ettirmek olduğundan bu arzusuna nail olmak için devlet-i Aliyye ile Rusya arasında sık sık hâdisat ve müşkilât çıkarmağa elhasıl iki dost devleti biribiriyle bozuşturmaya her kâr sây ettiği[] ve binaenaleyh, müşarünileyh kullarına[] asla emniyeti kalmadığını ve hem de Kâmil Paşa tuttuğu yanlış politikasiyle Devlet-i aliyyeyi bir vad-i hevlnake[] sevketmekte olduğunu” söylemiştir.

Bir sadrazam hakkında yabancı bir büyükelçinin düşüncelerinin sorulması, onun da hiç bir olayı anmadan böyle genel nitelikte kınayıcı sözler söylemesi, bu işin de sadrazamın azli için hummalı çalışmalara koyunulduğu sırada ve azilden iki üç hafta önce yapılmış olması Osmanlı devletinin son evrelerine özgü bir acayipliktir. Kâmil Paşa’nın her halde Salih Münir Bey’in bu raporundan haberi olmamıştır ki bunu Hâtıratında anmaz.

Kâmil Paşa, Abdülhamid’in tahta çıkma günü olan 19 (31) Ağustos gecesi bir sandık fişeğin korkunç bir gürültü ile patlamasından az sonra azlolunmuştur. Kendisi Hâtıratında (S. ) : “ yekdiğerini veliyeden endişenak vakalardan vareste olmak için ikinci gece hemen mühr-ü hümayun aldırılıp” der. Resmî sicil defterine göre 29 Muharrem da (4 Eylül ) azledilmiştir. Yerine Girit’te komutan ve vali vekili olan Müşir (Mareşal) Cevat Paşa atanır.

Bu değişme üzerine devlet işleri hep sarayda görülmeye başlar. Yeni sadrazam kendisini görmeğe gelen yabancı elçilere “Ben sade bir askerim Şevketlû Efendimiz ne ferman buyururlarsa onun icrasına memurum” diyerek yeni durumu herkese açıkça belirtir.

Kâmil Paşa’nın ortada bir şey yokken birdenbire değişmesi merak doğurmuştur. Bunun üzerine Almanya büyükelçisi Radowitz saraya gidip padişahı görür ve sadrazamın değişmesinin elbette bir nedeni olacağını, eğer Kâmil Paşa’nın azli bir ihanet üzerine ise kendisinde Almanya’nın en büyük nişanı olan “Aigle noir” nişanı bulunduğundan imparatorun bunu geri alması gerektiğini söyler. Abdülhamit de karşılık olarak : “Kâmil Paşa devlete sadakatle hizmet eyledi, bundan memnunum, kendisinin azli mücerret bir âdet-i kadîmeye binaen vaki oldu” der.

Bu “eski âdetin” ne olabileceği merak edilecek bir yöndür. Bu konuda akla şu gelmektedir. III. Ahmet, Patrona Halil ayaklanması sonucunda tahttan indirildiği sırada () yerine geçen kardeşi II. Mustafa’nın oğlu I. Mahmud’a şu öğütlerde bulunmuştu :[]

“Vezirine teslim olma ve daima ahvalini tecessüs eyle; beş on sene birini vezaretle müstakil istihdam etme ve sözlerine itimat etme, merhametli ve sahavetli[] ol, lâkin tasarrufu elden bırakma; ele itimat eyleme, işte pederinizin[] ahvali ve işte benim ahvalim. Bunlar size iyi bir pend-ü[] nasihat olsun, işlerini bizzat kendin gör ve ihtiyar, umur görmüş, dindar insanlara tevdi eyle; sırrını asla her adama ve hattâ evlâdına dahi zinhar ifşa etme; ben ve evlâtlarım sana emanet bulunuyoruz, hoşça gözet”.

Kendi güvenini ilgilendiren konularla pek duygulu ve dikkatli olan ve hemen bütün hanedan üyeleri gibi soyunun tarihini iyi bilen Abdülhamid’in, III. Ahmet’çe yeğenine verilen bu öğütleri daima aklında tutmuş olmasına ve “bunu âdet-i kadîm” saymasına inanmak gerekir. Kâmil Paşa’nın sadareti altıncı yılına girerken değerini ve dürüstlüğünü - ki Kâmil Paşa’nın bu sıfatını kimse inkâr etmemiştir- takdir ettiği bu veziri “müstakil istihdam” etmemek için ona kendi cebinden aylık veya gelir getiren bir mülkü kabul ettirerek “istiklâlini” hiçe indirerek yine kullanmayı düşünmüş olabilir. Vezir buna yanaşmayınca ve bağımsızlığını saraya karşı korumak çabaları içinde padişaha 10 Haziran (30/6/) günlü ağır arîzasını gönderince onun keskili Abdülhamid’ce kararlaştırılmış bulunur.

Artık ondan sonra “müstakil vezir” kavramı ortadan kalkacaktır. Her sadrazam Cevat Paşa gibi bu yönü gülünç biçimde yerli yabancı her gelene açıklamayacaksa da gerçek durum bütün işlerin sarayca görülüp sadrazamların durumunun silikleşmesi olacaktır.

Bu tutumla devlette sarsıntılar gecikmiyecektir. ilkbaharında Muş ve Bitlis bölgelerinde ve hele Siirt vilâyetinde Sason’da çetin bir Ermeni ayaklanması başlar. Komiteciler ayaklananları Müslümanlar’a alabildiğine zulm ve işkence etmeye kışkırtırlar. Amaç hükümetin ve Müslüman halkın karşı ölçemlerinin çetin ve ağır olmasını sağlamaktır. Böylelikle Avrupa’da “Türkler Hıristiyanları toptan öldürüyorlar” feryadını kopararak Büyük Devletlerin işe karışmalarının elde edileceği umulmuştu.

Saray ve bir kukla durumuna düşmüş olan Bâbıâlî ayaklanma olacağını önceden sezmemiş oldukları gibi Ermeni Komitelerinin tuzağına düşüp çetin işlemlerde bulunurlar. Bu işlemler de Avrupa’ya alabildiğine şişirilmiş olarak duyurulur. Ayaklanma İstanbul’a da yayılır ve Büyük Devletlerin ağır baskıları başlar. ilkbaharında “Ermeni patırtıları” diye adlandırılan bu olayları yayılmaya başladıktan sonra Abdülhamit, altı yıllık sadareti bu gibi olaylarla karşılaşılmadan geçmiş olan Kâmil Paşa’nın değerini takdir ettiğinden, yoksa onu yeniden sadarete getirmek zorunluğunda kalacağını düşündüğünden mi bilinemez kendisini önceden taltifte bulunmayı uygun görür ve lira olan mazuliyet (açıkta kalma) aylığını 31 Ağustos ’de liraya yükseltir.

Esasen o sıralarda ( yazı) Abdülhamit Kâmil Paşa’yı saraya çağırtıp onunla danışmalarda bulunmaya başlamıştı. Ermeni ayaklanması ve Sason olayı üzerine çağırttığı eski sadrazamına şunları söyler[]: “İsyan eden Sason Ermeniler’inin hareket-i gaddaranelerini arzettiler. Ussatın[] darb ve tenkili hakkında dördüncü ordu kumandanlığına bir telgraf yazılmasını emrettim, meğer başkâtip paşa şedidülmeal bir telgraf yazmış. Bunun icrası İngiltere’nin müdahalesini davet etti. Ben vurulsun dediysem katliam edilsin demedim.”

Bu olay sarayla Bâbıâlînin karşılıklı durumlarını bir kez daha belirtmektedir. Devleti sarsacak olan bir olayda Saray Bâbıâlînin, yani asıl sorumlu olan sadrazamla dahiliye ve harbiye nazırlarının haber ve ilgisi olmadan doğrudan doğruya Erzincan’daki ordu komutanına buyruklar yolluyor ve bunların sonuncunda Batılı Büyük Devletlerin içişlerimize karışmalarına yol açılıyor.

Sadrazam Cevat ve 8 Haziran ’de onun yerine geçen Sait Paşalar bir şey yapamayınca Abdülhamit Kâmil Paşa’nın düşüncesini sordurtur. Verdiği karşılığın baş kısmı Bâbıâlîyi ve sadrazamları birer gölge durumuna getirmenin sonucunu belirtmesi bakımından önemlidir[].

“Zaman-ı memuriyetimde hukuk-u saltanat-ı seniye ve menafi-i devleti vikaye için âtiyi düşünerek ve şevketmeap efendimizi gücendireceğini derpiş etmiyerek sadakatle arz-ı hizmet ettim. Bazı hususlarda gücendilerse de sonradan yine itilâf hasıl oldu. Şimdikiler ise velinimet-i bîminnetimiz efendimizi gücendirmiyelim diyerek mesele hâl-i hazırı buldu.''

Az sonra Kâmil Paşa ikinci kez sadrazam olacak (2 Ekim ). İki gün sonra padişaha verdiği aşağıda üzerinde duracağımız arîzada sorumlu ve yetkili bir hükümet kurulmasını, nazırların sadrazamca seçilmesini ve hükümetin, saraydan işlere karışılmadan çalışabilmesini ister (Hâtırat s. ). Çok geçmeden azledilir, türlü maceralı olaylardan sonra İzmir valiliğine atanır. Bu konuyu az daha ayrıntılı olarak ileride ele alacağız.

***

AÇIKTA BULUNDUĞU SIRALARDA

Kâmil Paşa sadrazam olduğu veya açıkta bulunduğu zamanlarda daima hafiyeler onun arkasını bırakmamış ve saray adamları her işlemini padişaha kötü gösteredurmuşlardır. Bundan kendi Hatıratında olduğu gibi Hilmi Kâmil Bayur’un “Sadrazam Kâmil Paşa- Siyasî Hayatı” adlı eserinde ve İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın anılan makalesinde pek çok örnek vardır.

Yayınlanmamış ve yalnız kendisinin değil oğullarının da en doğal davranışları dolayısiyle kuşkuları üzerlerine çekip kınanmakta olduğunu gösteren bir belge de aşağıdadır. Olay Kâmil Paşa’nın ilk iki sadareti arasında yılında olmuştur. Onun 13 Ağustos (25/8/) günlü arîzasının sureti aşağıdadır: (Belge 3)

“Kulları sık sık adaya gitmekte olduğum ve mahdum-u kemteri bir çok zevatı nezdine cemeylemekte ve bu ise halkın nazar-ı dikkatini celpetmekte olduğu vasıl-ı sem’i hümayun olmasına mebni[] had-di maruf ve meşruu tecavüz eylememesi zımnında kendisine tenbihat ve nasayih-i[] lâzimenin ifası muktezay-ı emr-ü ferman-ı cenab-ı hilâfetpenahilerinden olduğu kurenay-ı hazret-i şehriyarilerinden Arifî Bey kulları tarafından ba tezkere-i hususiye tebliğ olundu. İşbu tebliğden kalb-i hazin-i hakiranemde hasıl olan teessür-ü elimi geçiştirmek için arz-ı hakikat-i hale mübaderette teenni eylemiş isem de mümkün olamıyarak eşkriz-i telehhüf olduğum halde işbu arîza-i übeydanemin tahririne iptidar eyledim. Etıbbanın rey ve tasvibi üzerine Heybeli adada yazı geçirmekte olan mahdum-u kemteri Haşmet[] kulları sıhhatçe iyi bir halde olmayıp her ne kadar tedavisine itina olunmakta ise de kendisine bakmakta olan etıbba bu kışı Rodos gibi havası mutedil bir yerde geçirmesi lüzumunu beyan etmekte olduklarına ve bundan üç sene mukaddem yine o halde Beyrut’a gönderilmiş olan diğer mahdum[] kölelerini bir daha görmek nasip olmadığına nazaran bu kölelerinden dahi olveçhile müfarakat-ı ebediye endişesi kullarını dilhun ederek berhayat iken kendisini mümkün mertebe görmek arzusiyle beraber, bilnefs kulları dahi mide hastalığından muztarip olduğum cihetle arasına çıkıp meşi ve hareket ve teneffüs edilmesini etibba tavsiye eylediklerinden şu geçen beş mah zarfında mezkûr adaya dört defa gidüp gelmiş idim, işte sık sık azimet-i âcizanem bundan ibaret olup mahdum kölelerinin bir çok zevatı nezdine cemetmekte olduğu bahsine gelince bundan bir buçuk mâh mukaddem iki biraderi ile bir kayınpederi[] ve bir de amcalarının damadı gibi akrabadan bir iki kişi bir tatil günü kendisini görmeğe gidüp Çamlimanı denilen sahil-i bahrda taam ederek herkes kendi yerine avdet eylemiş olduğu tahkik olunduğundan bunda nâ meşru bir şey olmadığı gibi her Cuma ve Pazar günleri memurin ve ahaliden istek idenler ahbaplariyle seyr yerlerine çıkıp saye-i şahanede zevk-ü safa eylemekte oldukları halde öyle ehl-i ırz üç kardeşin iki üç akrabalariyle bir sahilde oturup taam ve bir kaç saat âram etmeleri örfen dahi hilâf-ı âdet olmadığından halkın nazar-ı dikkatini celbeden keyfiyet olduğu bilinememiştir. Bu saniaları tertip edenlerin maksadı kullarınca anlaşılmayacak bir şey olmayıp hak-kı ubeydanemde cereyandan hali kalmayan takibat-ı bedhahane büyük bir hizmet ise de bu hizmetin zat-ı akdes-i şehriyarilerine olmadığı şüphesizdir. Her ne hal ise zaptiye nazırı beyefendi kullarının veya âherin iğvasiyle bu abd-i keminelerinden emniyet-i şahaneleri münselip olduğu takdirde mukaddema dahi arz olunduğu veçhile rahat-ı kalb-i hümayunları ind-i ubeydanemde ehem olduğundan kulları evlad-ı kemteranemden mucib-i endişe hangileri ise onlarla beraber bir tarafa çekilip ziraatle iştigal ve o yolda esbab-ı maişet-i acizanemi istihsal eylemeye müsaade-i ” imlediğimiz kısımda Kâmil Paşa bu mektupla padişahı bir kere daha hafiye ve saray adamlarına karşı 2 sayılı vecize gereğince uyarmaktadır. Bu mektup aynı zamanda ileri gelenlerin ve hele Kâmil Paşa gibi sarayda çok düşman kazanmış kimselerin soysoplarının da nasıl baskı altında tutulduklarını gösterir.

İKİNCİ SADARET

Kâmil Paşa de ikinci kez sadrazam olur olmaz 23 Teşrini evvel (4 Kasım ) de Padişaha sunduğu bir arîzada[] bu saray adamları işini yeniden ele almıştır. O sırada patlak vermiş olan Ermeni ayaklanmaları yüzünden Büyük Devletlerin her an Devletin İçişlerini ele almak tehlikesi varken Fransız ve İngiliz büyükelçilerinin görüşlerini de ileri sürerek Padişaha şunları yazmıştır :

“Bu sefirler tarafından âmmenin adem-i memnuniyetine sebep addolunan ahvalin başlıcası umuma karşı mesul olacak bir heyet-i hükümetin adem-i vucudiyle güya idare-i mesalih[] saray-ı hümayuna naklolunarak Zat-ı Şevketsimat-ı Hazret-i Hilâfetpenahilerinin müfredat-ı umur ile iştigal buyurdukları ve reviş-i halden[] istifade emelinde bulunan bazı mukarribin[] ilkaat-ı mahsusalariyle efkâr-ı hümayunlarını istedikleri yola imale ile şiraze-i intizam-ı idareyi ihlâl[] eylediklerinden bu halden tevellüt eden mesuliyet enzar-ı nasda[] mesuliyetten masun[] olması lâzım gelen Zat-ı Akdes-i Şahanelerine isnat edilmekte olduğu”.

Bunun arkasından asıl amaca geçilerek şunlar yazılmıştır: “ Devlet-i aliyyelerinin ve Zat-ı Şevketsimat-ı Hazret-i Padişahilerinin beka ve sıyaneti[] için en ziyade itimad-ı şahanelerini haiz bendegândan makam-ı vekâlette[] bulunacak olan kimseye mesuliyeti nisbetinde mezuniyet itasiyle ve bunun tarafından dahi, birlikte işleyecek olan zevatın intîhabiyle bir heyet-i vükelâ teşkil olunup irade-i seniye-i mülûkâneleri tahtında hareketle memalik-i sairede olduğu gibi umur ve mesalih-i devleti idare etmesi ve bunun adem-i muvaffakiyeti halinde hizmet-i sadaretin emniyet-i şahanelerini haiz diğer bendelerine ihalesi lüzumu Mösyö Kambon[] tarafından tasrih kılınmıştır. Şu halde maksad-ı aslî usul-ü kadime-i mer’iyenin yani valid-i macid[] ve eslâf-ı izam-ı şehriyariyle zamanında cereyan eden usul-ü idarenin meriyeti kaziyesinden ibaret bulunmuş olduğundan umumun kabul ve tahsinine mazhar olacak bendegândan bir heyeti vükelâ teşkil kılındığı ve idare-i umur-u hükümetle atebe-i ulyay-ı mülûkânelerine arz ve istizan olunan[] mesalihin iradat-ı seniyeleri az gün içinde ihsan buyurulduğu”.

Sonda sadrazam böylelikle “hem bar-ı giran-ı[] meşguliyet-i seniye-i mülûkâneleri tahfif kılınmış ve hem de çark-ı idare-i devlet mihver-i tabiîsinde deveran ederek gerek buraca ve gerekse Avrupa’ca efkâr-ı umumiyeyi temin ile itirazat ve müdahalât-ı ecnebiyenin önünü almağa medar olmuş olacağı mütalâa olunmuş ise de olbabta” der.

Kâmil Paşa’nın bu isteği padişahın yetkilerini geniş ölçüde kısmaya varıyordu ve Mithat Paşa’nın Meşrutiyete varan yolu üzerinde önemli bir adım sayılabilirdi. Ancak Mithat Paşa bu işe giriştiği sırada ordu ve donanmayı ellerinde tutan bir serasker ve bir kaptanpaşaya dayanıyordu ve iki padişahı tahttan indirmiş olan bir örgütün başı sayılıyordu. Kâmil Paşa ise bunu tek başına ve dayanacağı hiç bir örgüt yok iken yapıyordu. İstediğini elde etseydi yalnızca bir kısım aydın halk efkârının işi öğrenince mutlu olacaklarına ve tinsel bakımdan kendisini destekleyeceklerine güvenebilirdi. Bu destek ise o evrede gerçek bir güç sağlayamazdı. Dolayısiyle bu yaptığı çok cüretkârane bir davranıştı. Şu da var ki bu isteği yerine getirilmedikçe devlet işlerini düzene sokmak olanaksızdı. O, bu düşünce ile büyük bir tehlikeyi göze almıştı.

***

İZMİR VALİLİĞİ

Kâmil Paşa’nın İzmir valiliği ile ilgili birçok belge İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın anılan makalesinde bulunmaktadır. Biteviye kafiyelerin jurnalleriyle Abdülhamid’in kuşkusu beslenmiş ve arttırılmış, yeniden sadarete getirilir korkusiyle Sadrazam Avlonya’lı Ferit Paşa ona karşı ölçemler aladurmuş, eşkıyayı kovalamakla görevli jandarmaya Kâmil Paşa hidivlik ilân edecek diye eşkıyanın ki ne eş tüfek verdirilmemiş v.s. O, ise kâh yapılan sorulara karşılık olarak, kâh kendiliğinden yol gösterici birkaç arîzayı padişaha sunmuştur. Bunların birini az sonra ele alacağız.

Bir ara kendisine Şakir Paşa yoluyla sadarete getirileceği bildirilmiş ise de sonra bundan vazgeçilmiştir. Bu olay üzerinde duracağız. Makedonya ayaklanması ’de başlamış ve gitgide daha kanlı ve korkunç bir çığıra girmiştir. Sadaret önerisi bu durumla ilgilidir. Nasıl ki ’de ikinci kez sadrazam yapılışı da Ermeni ayaklanmaları yüzündendi.

Kâmil Paşa kendisine bu öneride bulunmuş olan Şakir Paşa’ya ne söylediği bilinemez; ancak onun ikinci sadareti sırasında sarayın devlet işlerine karışmadan kendisinin seçeceği nazırlarla iş görmesi yolundaki isteği tekrarladığını kabul etmek en doğrusudur. Onun, görüş ve isteklerini bir iki satırlık vecize biçiminde yoğunlaştırıp sonra kullanmak göreneği olduğuna bakılırsa padişah adına kendisine sadareti öneren Şakir Paşa’ya İzmir’de iken not defterine yazdığı 13, 15 ve 17 sayılı vecizeler uyarınca karşılık vermiş olması ve bu yüzden Abdülhamid’in onu yeniden işbaşına getirmekten vazgeçmesi en doğrusudur. Bu vecizeler yukarıda bulunmaktadır.

Daha genel olarak denilebilir ki İzmir’de not defterine yazılan vecizeler hep devletin gitgide çökmesiyle ilgili olup bunlara çare arayan ve gösteren vecizelerdir.

Rusya ve öbür Büyük Devletlerin tutumuyla ilgili bulunan sayılı vecizeler Makedonya ayaklanması sırasında durumu soğuk kanlılıkla incelemeye çağıran ve yol gösteren yazılardır. Bunlar Rusya siyasası ve Rumeli durumuyle ilgili 9 Şubat (22/2/) günlü arîzasında genellikle kullanılmıştır[].

İsmail Hakkı Uzunçarşılı anılan yazısında Kâmil Paşa’nın Makedonya sorunu ve Devletin içinde bulunduğu türlü güçlüklerle ilgili dört arıza veya lâyihasını almıştır (S. ). Bunlardan S. de bulunan 17 Haziran (30/6/) günlü olanı üzerinde duracağız.

Bu arîzada Kâmil Paşa devletin malî durumunun bozukluğunu ele alarak bunun Büyük Devletlerin iç işlerimize karışmalarına yol açacağını yazar. Bu uyartıdan sonra altı ay geçmeden 7 Ocak de Makedonya’da ıslahat işinde önayak olmayı İngiltere veya başka bir büyük devlete kaptırmak istemeyen Avusturya ve Rusya bir malî ıslahat projesi teklif ederler. Buna göre Selânik, Manastır ve Üsküp vilâyetlerinde malî yönetim Osmanlı Bankasına geçecektir. Sonda uzun tartışmalardan sonra 5 Aralık de Büyük Devlet donanmaları Limnos adasını işgal ederler (Almanya ayral) ve Abdülhamit Makedonya’da bu devletlerin malî denetimini kabul eder[].

Yine İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın anılan yazısında bulunan (S. ) Kâmil Paşa’nın 30 Mayıs (12/6/) günlü uzun bir lâyihasında Makedonya sorununda tutulması gereken yol, İngiltere’yi kazanmanın gereksiliği ve yolları, bu elde edilirse ayaklanmış olan Yemen’de de rahat edileceği ayrıntılı olarak anlatılmaktadır.

BALKAN SAVAŞINDAN ÖNCE

Kâmil Paşa evrakı arasında bulunan aşağıdaki belge ilginçtir. O, tarihsizdir ve bitirilmemişe benzer. Tarihi olmaması muameleye konulmamış ve bir tasarı yahut özel bir not durumunda kalmış olduğunu gösterir, çünkü Kâmil Paşa, muameleye konmuş bütün evrakının yanında alıkoyduğu müsveddelerini tarihlemiştir. Esasen bu belgenin kapsamı da bunu göstermektedir. Belgenin Sait Paşa Hükümetinin 16 Temmuz de istifasiyle Gazi Ahmet Muhtar Paşa Hükümetinin altı gün sonra aynı ayın 22’sinde kurulması arasında yazılmış olduğu anlaşılıyor.

Durum ayrıntılı olarak T. İnkılâbı Tarihimizin C. II, K. I, S. v.d.’ında belirtilmektedir, ve özetle şöyledir :

Devlet 29 Eylül ’den beri İtalya ile savaşmaktadır, Arnavutlar ayaklanmış, onlara karşı gönderilen askerin bir kısmı dağılmış veya onlardan yana olmuş, Rumeli’deki ordularda disiplin kalmayıp terhissiz çözülmeler başlamış, kendilerine “Halâskâr” yani kurtarıcı adını veren bir takım subaylar erleriyle dağlara çıkmış ve Sait Paşa’nın başkanlık ettiği İttihat ve Terakki hükümeti çekilmek zorunluğunda kalmıştır. Yeni hükümetin kurulması ise bu karışık durum yüzünden altı gün gecikmiştir. Genel istek Kâmil Paşa’nın sadarete gelmesi olmakla birlikte onu kendine düşman bilen, örgütleri kuvvetli bulunan ve tehditlerini esirgemeyen İttihat ve Terakkiden çekinildiğinden, istifa eden Sadrazam Sait Paşa’nın da Padişaha Gazi Ahmet Muhtar Paşa için salık verdiğinden bu son kimse sadrazam yapılmıştır Belki de, aşağıdaki belgede görüleceği gibi Kâmil Paşa, Sadareti : “İdare-i umur-u hükümete hiçbir taraftan müdahale olunmamak şartiyle” kabul etmiş olduğunu açıkça belirtmiş olması, olayın bu biçimde gelişmesini etkilemiştir.

Her ne ise, andığımız belge şunu gösteriyor ki Sait Paşa hükümetinin çekilmesi ve Gazi A. Muhtar Paşa hükümetinin kurulması arasında geçen altı günlük süre içinde Kâmil Paşa’nın sadareti için irade çıkmış sonra o ilânından önce iptal edilip Gazi A. Muhtar Paşa hakkında bir irade ilân edilmiştir.

Bundan sonra olaylar şöyle gelişir : Yeni sadrazam 5 Ağustos’ta Meclisi dağıtır, 15 Ekim’de Uşi’de İtalya ile barış imzalanır, iki gün sonra Balkan savaşı başlar, aynı ayın 23 ünde Kırkkilise (Kırklareli) bozgunu ve Komanova yenilgisi olur, 29 Ekim’de Lüleburgaz vuruşmasında ordunun bir kanadı bozulup Çatalca’ya doğru genel çekilme başlar, ayın 30 unda ordu darmadağınık biçimde geriler ve aynı gün Kâmil Paşa Sadrazam olur.

Aşağıdaki belge bu son olayla değil, ondan üç buçuk ay önce, 16 ve 22 Temmuz arasında Kâmil Paşa’nın sadareti hakkında çıkıp hemen geri alınan iradeyle ilgilidir. O bitirilmemiş olarak bir tasarı halinde kalmıştır. Önemi hem bilinmeyen irade olayını ortaya koymasında, hem de o sırada Kâmil Paşa’nın hele meşrutiyet ve hürriyet konularındaki görüşlerini açıklamasındadır.

Belge şöyledir (B. 4) :

“Ba irade-i seniye bu defaki mansıb-ı âcizanem tariften müstağni olduğu üzere sadarete memuriyetimin dördüncü defasıdır. Tesadüfat-ı garibedendir ki her defasında Sait Paşa Hazretlerine halef[] oldum. Bu tesadüfün adem-i tekerrürünü temenni ederim, çünkü müşarünileyhin selefliğini[] pek de uğurlu addetmiyorum. Şu asrın rub-u evveli[] tarihini mütalâa edenlerin malûmu olduğu veçhile Sait Paşa Hazretlerine her halef olduğumda devleti müşkülât-ı azîme içinde buldum. Def’i gavaile masruf olan mesai-i âcizaneme rağmen zaman-ı istibdatta birtakım entrikalara hedef olarak dilşikiste ve mağmum[] bir halde munfasıl olduğum gibi defa-i ahîrede de bir manevra eseriyle münfailen istifaya mecbur olmuş idim[]. Şimdi de devlet envai müşkülât ile beraber bir de İtalya ile muharebe halinde bulunuyor. Sin-ni âcizanem seksene karip olup bundan yirmi sene evvelki kuvvete malik olmadığım halde arzuy-u umumî ve irade-i seniye-i Hazret-i Padişahiye binaen selâmet-i vatan için idare-i umur-u hükümete hiçbir taraftan müdahale olunmamak şartiyle hizmet-i sadareti deruhte edişim bir fedakârlıktır. Rüfekay-ı âcizanemin de aynı fedakârlık ile hizmet ve muavenet edecekleri ümidindeyim. Biavn-i Hüda[] husul-ü muvaffakiyet hükümet-i meşrutanm hakkiyle teessüsüne mütevakkıftır. Meşrutiyetin giyabî istibdadın huzuru demektir. İstibdada itaat ise aynı esarettir. Taht-ı esarette nimet-i hürriyetten mahrum olan ahalinin tabiî olan âh-ü enin-i şikâyeti her ne kadar baskı altına alınsa yine bazı menfezlerden teşerrüh ederek harice intikal ve Avrupa gazetelerine sermaye-i makal olur[]. Bu keyfiyet-i hal Avrupa efkâr-ı umumiyesince Hükümet-i seniye aleyhinde bir fena itikat hasıl ederek âtiyi vahim göstermektedir. Tehlikeyi dâi[] olan bu hali ıslah ile Avrupa efkâr-ı umumiyesini lehimize imale için hükümet-i meşrutanın cemi’ şeraiti ile tesisi mutlak-ül lüzum hükmündedir. Avrupa efkâr-ı umumiyesi idare-i hükümetin aleyhinde olduğu kadar ahali-i osmaniyenin lehindedir. Bu halden tevellüt edecek netayici teemmül etmelidir.

“Devletler kendi memleketleri ahalisinin efkâr-ı umumiyesini nazar-ı mütalâaya almaya mecburdurlar”.

Kâmil Paşa bu yazısında her ne kadar “sin-ni âcizanem seksene karıp olup bundan yirmi sene evvelki kuvvete malik olmadığım halde” demekte ise de olaylar kuvvetinin pek de azalmadığını göstermiştir.

Lüleburgaz yenilgisi üzerine harbiye nazırı ve başkomutan vekili Nazım Paşa ile genel karargâh Çatalca’da bile tutunamamak korkusuyla :

“Herşey bitti çabuk barış yapın derken” Kâmil Paşa dayanmak gerektiği noktası üzerinde direnmiştir. Bu yolda gelip giden telleri ele alan Balkan savaşının tarihçisi kurmay yarbay Nihat durumu şöyle değerlendirmektedir[] :

“Bu iki telgrafın yekdiğeriyle mukayesesi ne kadar mucib-i ibrettir. İçlerinde asker azası kalmamış olan bir Heyet-i Vükelâ; askerî bir Heyet-i Aliyye olan Başkumandanlık vekâleti karargâhına nispet harbin mahiyetini, siyasetle münasebetini ne kadar iyi anlamıştır : Sadrazam harbi hazırın bir yıpranma harbi olduğunu, sebat ve mukavemetin asıl bulunduğunu, bu yapılmazsa siyaseten harbe nihayet vermek demek, memleketin hükmü idamını imzalamak demek olacağını gayet vazıh surette gösteriyordu. Heyeti Âliyyei askeriye ise şimdiye kadarki muharebelerde ademi muvaffakiyet hasıl olduğundan artık hiç bir ümit kalmamış olduğuna, âdeta teslimi silâhtan başka çare kalmadığına kani bulunuyordu ve hattâ “Siz böyle şeyleri bilemezsiniz” mânâsında Sadrazama ders vermeye kalkıyordu,

“İleride göreceğiz ki Başkumandanlık ile Sadaret sonuna kadar böyle düşünmüşlerdi, sadaret “Mutlaka Çatalca’da sebat edip muvaffak olmalısınız” derken karargâhı umumî “Hayır yapamayız” demekte ısrar eylemiş ve bu muhaberat esnasında Çatalca muharebesi kendiliğinden olup biterek Sadrazamın fikrini tasdik eylemişti”.

Kurmay yarbay Nihat eserinin daha ilerisinde (S. ) Başkumandanlık vekâletinin bir sürü eksiklikler üzerinde durarak ve ordunun Çatalca’da tutunamaması ihtimalini öne sürerek “ ordumuz büsbütün dağılmadan evvel Devletçe harbe nihayet verilmesi ahval ve şeraiti hazıra tahtında en salim bir hareket olmak üzere görülmektedir ” diyen tezkeresi üzerine şunları yazar :

“Fakat Sadrazam Kâmil Paşa artık teşebbüsü şahsiyi ele almaya karar vermişti ki ne yaptığını 24/25 Teşrinievvel (16/17 Kasım) gecesi treni mahsusla Hadımköyüne gelen topçu mirilivası (tuğgeneral) İbrahim Paşa’nın getirdiği şu sadaret tezkeresi ve mazbata bize göstermektedir”.

Kurmay Yarbay Nihat bu tezkere ve mazbata ile Nazım Paşa ve karargâhtaki komutanların karşılıklarının metinlerini vermektedir (S. ). Özet olarak yapılan şudur :

Sadrazam İstanbul’da bulunan tanınmış emekli ve görevli yüksek rütbeli otuza yakın, mareşaldan binbaşıya dek, subayı Vükelâ ile birlikte toplayıp onlara siyasal durumu anlatmış, Nazım Paşa ile telleşmeleri göstermiş, tartışmalar sonunda ortaya çıkan düşünceleri kapsayan mazbatayı da genel karargâha yollamıştır.

Toplantıya çağrılan subayların büyük çoğunluğu var güçle savunmaya devam edilmesinden yana olup bu işi başarıya ulaştıracak birçok ölçemi de sıralamışlardır. Yalnız beş kişi savunmanın imkânsız veya faydasız olduğunu söylemiştir. Kurmay Yarbay Nihat şunu da belirtir (S. ) : “Ayandan Mahmut Şevket Paşa ile ferik (tümgeneral) Hüseyin Hüsnü Paşa dahi hazır iken Şevket Paşa imzalamadan savuşmuş ve Hüsnü Paşa rahatsızlığına binaen gitmiştir”.

Bilindiği gibi az sonra Bâbıâlî baskını üzerine Mahmut Şevket Paşa Sadrazam olacaktır. Hüseyin Hüsnü Paşa ise 31 Mart olayı üzerine Selanik’ten İstanbul’a gelen “Hareket ordusunun” ilk komutanıydı.

O sırada her eli silâh tutanın cepheye gitmesi düşüncesi de belirmiştir. Sadrazamın Genel Karargâha çektiği 24 Teşrinievvel (16 Kasım) günlü tel bunu gösterir (Nihat, S. ) :

“Şark ordusundan birçok efradın her ne sebebe mebni ise âr-ı firarı irtikâp etmeleri (kaçmaları) Memaliki Osmaniyenin her tarafında olduğu gibi buraca dahi amîk bir teessürü mucip olarak ellibin kişilik bir içtima aktedilmiş ve bunlar meydanı harbe gelmek istemişlerse de lüzum görülmeyerek yalnız takviyei maneviyat için elli natuk âlimin izamı takarrür etmiştir. Nereye gönderelim?”.

Özet olarak Çatalca’da düşmanın durdurulmasında Kâmil Paşa’nın azm, sebat ve kavrayışının büyük etkisi olmuş olduğu Genelkurmayca bu işle görevlendirilen ve dosyalar üzerinde çalışan bir Kurmay tarihçi tarafından belirtilmektedir.

Kâmil Paşa’nın iki ay kadar süren son sadareti İnkılâp Tarihimizin C. II, K. II ve IV ünde ayrıntılı olarak vardır. Üzerinde durmıyacağız. Yalnız Bâbıâlî baskınını ele alacağız.

23 Ocak günü aldatılmış olup olay sırasında öldürülecek olan harbiye nazırı Nazım Paşa’nın da kapalı onayiyle Bâbıâlî’yi basan İttihatçılar bu eylemlerini yerinde göstermek için Kâmil Paşa Edirne’yi Bulgar’a veriyordu ve Enes-Midye hattını kabul ediyordu, yalanını ortaya atmışlardı ve birçok yazar hattâ Harp Tarihi Dairesi adına yazan bir tarihçi bugünedek bilerek bilmiyerek bunu tekrarlaya durmuşlardır. Bunun gerçekle hiçbir ilgisi olmayıp Kâmil Paşa Hükümeti Büyük Devletlere verilmek üzere hazırladığı notada Edirne’nin bu devletlerin korunması altında Müslüman bir valinin yönetiminde özgür, bağımsız ve yansız bir kent durumuna, getirilmesi istenilmiştir.

İttihatçılar ise yalanlarını tutturabilmek için bu nota tasarısını saklayıp kendilerinin verdikleri karşılıkta Edirne’nin ikiye bölünüp Meriç’in Batısında kalan kısmının Bulgar’da Doğudaki kısmının da Osmanlı’da kalmasını önermişlerdir.

Bunlar ayrıntılı olarak T. inkılâp Tarihi adlı eserimizde, anlatılmıştır. Büyük Devletlere verilecek nota tasarısının metniyle fotokopisi sayılı Belleten’de yazdığımız “Yeni bulunan bir belge dolayısiyle” başlıklı yazıda (S. ) bulunmaktadır. Bu yazımızda ittihatçılar işbaşına geçtikten sonra verdikleri notanın metni de vardır.

Bu baskın olayının tepkilerini, Mithat Sertoğlu’nun Belleten’de[] çıkan “Balkan Savaşı sonlarında Edirne’nin kurtarılması hususunda hemen teşebbüse geçilmesi için Atatürk’ün harbiye nezaretini uyarışına dair bilinmeyen bir belge” başlıklı yazısının ışığında, baskından önceki İttihatçı çabalariyle birarada incelemek ilginçtir.

Baskın hazırlıklarını en iyi anlatan Talât Bey’in Viyana’da bulunan Babanzade Hakkı, Cavit ve Hüseyin Cahid (Yalçın)a gönderdiği 1 Ocak (14 Ocak ) günlü mektuptur[]. Ona göre İttihat ve Terakkiden olan başlıca kurmaylarla bir toplantı yapılır. Bunlar arasında Fethi (Okyar) de vardır. Bilindiği gibi kendisi o sırada Bolayır’daki “Bahr-i Sefid Boğazı Kuvay-ı Mürettebesi”nde kurmay başkanı ve Mustafa Kemal de harekât şubesine bakan kurmaydır. Fethi daha yaşh ve işte eski olduğundan önde görünmekte ise de dürtücü kuvvet Mustafa Kemal’dir[] ve Talât’ın andığı İttihatçı kurmaylarla yapılan toplantıda varılan karar daha önce Bolayır’da Fethi ile Mustafa Kemal arasında kararlaştırılmış olana uymaktadır. Buna göre başarılı bir saldırı yapılamazdı ve Kâmil Paşa Hükümetinin barış yapmasını beklemek, ne yapılacaksa ondan sonra yapmak gerekiyordu.

Dolayısiyle bu karara rağmen yapılan baskın olayı Fethi ile Mustafa Kemal’i şaşırtır. Onlar da doğal olarak “Kâmil Paşa Edirne’yi veriyordu, onu kurtarmak için ortaya atıldık” yalanına inanmışlardı. Bu inanış içinde olarak, Mithat Sertoğlu’nun yayınladığı yazıyı yazmışlardır. Bu, yazı aynı zamanda sadrazam olan harbiye nazın Mahmut Şevket Paşa’ya gönderilmiş iki imzalı ve Kânunusani (4 Şubat ) günlü mektuptur[].

Fethi ve Mustafa Kemal Beyler 4 Şubat gününde siyasal durumu şöyle görmektedirler[]:

“Muhasımîn[] Edirne’yi vermemek iddiasında bulunan Osmanlı notasına karşı muhasamayı ilân eylemekle cevap verdiler. Osmanlılar cihetinde 10 Kânunusani (23 Ocak ) darbe-i hükümetini ika edenler tecziye edilmedikten başka mühim memuriyetlere geçirilmesinden Osmanlı kabinesinin darbe-i mezkûreyi vucude getiren hareket-i fikriyeyi takdir eylediği ve nümayişçilerle tevhid-i fikir ve mesai eyleyeceğini işrab eyliyor.”

Burada Fethi ve Mustafa Kemal Beyler Mahmut Şevket Paşa’ya: mademki baskıncıları cezalandıracağın yerde mühim mevkilere getirdin ve onlarla işbirliği yaptın baskından sonrumlusun, diyor ve şöyle devam ediyorlar :

“Osmanlı efkâr-ı umumiyesi sakıt kabinenin iltizam-ı meskenetle Edirne’yi düşmana vermeye razı olduğuna ve yeni kabinenin namus-u millî ve askeriyi iade ederek henüz düşman elinde bulunan[] Edirne’nin Osmanlı ordusunun hareket-i taarruziyesiyle tahlis olunacağına mutmaindir. Vilâyatta hükümetin teşvikaliyle harbin idamesi lehinde tezahürat uyandırılmıştır.”

İmlediğimiz kısımda yazarlar savaşın uzatılması için yapılan gösterilerin halktan gelme olmadığını imledikten sonra 4 Şubat günündeki askerlik durumuna geçerek şunları yazmaktadırlar.

“10 Kânunusani (23 Ocak ) denberi[] vaziyet-i askeriyece bir tebeddül-ü mühim yoktur. İzmir ve Bandırma cihetlerindeki sevkulcceyş ihtiyatlarının vapurlara irkâp hazırlıkları yapılıyor. Anadolu’dan başka celbedilecek kuvvet yoktur. Efrad-ı milletten eli silâh tutan yüzbinlerce kişiden istifade edileceğine dair bir hareket meşhut değildir.”

Bunun arkasından yazarlar durumun tartışılmasına geçip bundan çıkarttıkları sonucu şöyle belirtirler :

“Milletin ve efkârı umumiyenin aldatılmaması ve kabinenin, kendi iddiasını tekzip eylememesi için, düşman ordusunun faikıyeti adediye ve sevkulceyşiyesini kat’î ve azimli bir hareketi taarruziyye ile telâfiye karar verdiğine hükmetmek lâzım gelir. Filvaki bundan başka türlü karar verilemez”.

Bunu dedikten sonra iki yazar askerlik bakımından yapılabilecekler üzerinde dururlar.

Mustafa Kemal bunları yazarken Kâmil Paşa hükümetinin Edirne ile ilgili kararı üzerinde aldatılmış olduğu gibi, yeni hükümetin kararları üzeride de aldatılmış bulunuyordu. Çünkü Mahmut Şevket Paşa’nın düşüncelerini ve İstanbul’da tasarlananların içyüzünü bilmiyordu. Yeni hükümet ne “eli silâh tutan yüzbinlerce kişiden istifade”yi, ne de “Milletin ve efkârı umumiyenin aldatılması ve kabinenin kendi iddiasını tekzip eylememesi” gibi namus ve şeref duygularının zorunlu kıldığı düşünce ve eylemlere bağlanmayıp yalnızca öz durumunu berkitmek için kendi adamlarını önemli yerlere yerleştirmeye bakıyordu. Fethi ve Mustafa Kemal Beyler, Mahmut Şevket Paşa’nın günü gününe tuttuğu notlarda belirttiği “fikriyatı” bilselerdi ona büsbütün karşın olurlardı. Yeni Sadrazam şöyle yazmaktadır [] :

“10 Kânunusani (23 Ocak ) günü saat 8’de (20’de) Sadarete tayin olundum. O gece sabaha kadar uyudum. İlk gün kabine teşkili ve asayişin iadesiyle uğraştım. O günden itibaren her gün kabine toplandı. Nazırların büyük kısmı harp taraftarı idi. Enver Bey ve genç subaylar da böyle düşünüyorlardı. Ben askerî ve siyasî vaziyetimize nazaran harbi münasip görmüyordum. Harbe karar verilirse istifa edeceğimi söyledim. Onun üzerine hükümette itidal fikri hasıl oldu. Nihayet 17 Kânunusani (30 Ocak ) günü öğleden sonra saat iki buçukta Devletlerin notasına cevap verildi”.

Şunu da belirtmek gerekir ki ne savaşı sürdürmek isteyen hükümet üyeleri, ne de Enver gibi İttihatçı subaylar, Fethi ve Mustafa Kemal’in düşündükleri “Efradı Milletten eli silâh tutan yüzbinlerce kişiden istifade” etmek ölçemini akıllarına bile getirmiyorlardı ve bu yolda hiç bir şey yapmamışlardı. Onlar yalnızca eldeki kuvvetlerle bir süre dayanarak yaptıkları baskının sırf erki kapmak için olmadığına halkı inandırmak istiyorlardı.

Bunları, zamanın en büyük uz kişisinin Bâbıâlî baskını üzerindeki görüşünü hatırlatmak için andık.

Bilindiği gibi çok geşmeden Bulgarlar’ın Edirne’yi saldırı ile almaları üzerine ittihat ve Terekki hükümeti panik içinde Edirne ile birlikte hemen bütün Trakya’yı Bulgara bırakıp Enes-Midye çizgisini sınır olarak kabul edecektir. (Londra barış antlaşması 30/5/).

Bunun arkasından Osmanlı’dan alınan toprakların paylaşılmasında anlaşamayan Balkanlılar aralarında savaşa tutuşurlar, Bulgaristan ezilir, Osmanlı hükümeti de Edirne’yi kolayca geri alır ve İstanbul antlaşmasiyle (29/9/) Doğu Trakya bizde kalır.

KÂMİL PAŞA’NIN SİYASAL FELSEFESİ

Siyasal yaşantısı boyunca Kâmil Paşa’nın esas felsefesi meşru olmayan kimse, kurul ve kuvvetleri devlet işlerine karıştırmamak, Padişahın müdahalesini de Tanzimat ilkeleri içinde tutmak ve bağımsız olarak iş görmek olmuştur. Bu düşünce ve inançla davrandığı için ilk iki sadaretinde Abdülhamit ile saray adamlarını, üçüncüsünde İttihat ve Terakki’yi ve dördüncüsünde İtilâf ve Hürriyeti karşısında bulmuştur.

Bu son iki takımın biteviye can sıkıcı ve saçma müdahalelerinden usandığı için onların ileri gelenlerine yüz vermez olmuş ve böylelikle onlar ve yazarları her vesile ile ona karşın konuşmuş ve yazmışlardır.

Eğer O, Abdülhamit ve saray adamlarına, ikbal ve çıkar düşüncesiyle uyarak iş görmeğe razı olsaydı, yılından, yani sadaretten çekilişinden iki buçuk yıl kadar sonra başlayıp ta meşrutiyete dek hiç arkası alınamayan iç ayaklanma ve dış müdahalelerin güçsüz bir kukla sadrazam olarak seyircisi olurdu.

Aynı düşüncelerle İttihatçılara uyarak yerinde kalsaydı Hüseyin Hilmi, İbrahim Hakkı ve Sait Paşa’lar gibi binbir yanlış ölçem yüzünden devletin yine iç ayaklanmalar ve dış müdahaleler içinde erimesine sorunlu bir seyirci olarak kalırdı.

İtilâfçılara gelince, onların da hiç bir değeri olmadığından kendilerine yüz vermesi ve saçma sapan isteklerine göre iş görmesi düşünülemezdi.

Bu anlayış, görüş ve koşullar içinde o, altı yıllık ilk sadaretinde Osmanlı Devletinin bir kazaya uğratılmadan nasıl yöneltilmesi gerektiğinin örneğini vererek ve ilkelerinden fedakârlık etmeyerek iş görmüş, manen eli ayağı bağlanmasın diye Abdülhamid’in ihsanlarını kabul etmeyerek Padişahın kuşkularını üzerine çekmiş ve bu yüzden sadaretten uzaklaştırılmıştır. Yeniden işbaşına geçtikçe de hep aynı ilkelere uyarak iş görmek istediğinden çekilmek zorunlusunda kalmış veya ona daima en tehlikeli zamanlarda başvurulduğundan durumu düzeltilmesine vakit bırakılmadan düşürülmüştür.

ZİRAAT BANKASININ KURULUŞU

Yukarıda Kâmil Paşa’nın Ziraat Bankasının kurucusu olduğunu belirtmiştik. Onun önem verdiği her konu için yaptığı gibi bu işde de çok direndiği görülür. Hilmi Kâmil Bayur’un anılan eserinde (S. ) bulunan 24 Nisan (6/5/) günlü yazısında bu sorun üzerinde birtakım incelemeler ve malî hesaplar yapmış olduğu görülmektedir. Aynı yılda onun bu konu üzerinde henüz yayınlanmamış iki yazısı daha evrakı arasında bulunmuştur.

yılında kendisi Evkaf Nazırıdır. Sadrazam Sait Paşa ise Mithat Paşa’ca kurulmuş olup zamanla işlemez bir duruma gelmiş olan “memleket sandıklarını”, “menafi sandıkları” adı altında yeni bir biçime sokmaya kararlıdır. Gerek Hilmi K. Bayur’un eserinde bulunan demin andığımız yazıdan, gerekse aşağıda göreceğimiz iki belgeden anlaşılan şudur ki Kâmil Paşa o sırada doğrudan doğruya çağdaş anlamiyle bir Ziraat Bankası kurulmasını istemiş ve varılan sonuca bakılırsa buna Sadrazamla Meclisi Vükelâyı razı edememiştir.

Aşağıda görülecek ilk belge bir Ziraat Bankası nizamnamesi taslağıdır. Bunu belki ogün Meclisi Vükelâda bahis konusu eylemek üzere göreneğinde olduğu gibi ileride temiz etmek üzere ilk eline geçen kâğıda yazmıştır. Akkâ mutasarrıfının bir mektubunu kapsayan o kâğıt sayesinde yazının azçok tarihi anlaşılmaktadır. Mektup (Belge 4 ve 5) 30 Temmuz (11/8/) tarihli olduğuna göre Kâmil Paşa taslağının Ağustosun ikinci yarısında yazıldığı anlaşılmaktadır. Kendisi konuyu çok incelemiş ve üzerinde uzun düşünmüş olduğu için böyle ivedilikle bir taslak hazırlamış olması doğal sayılabilir.

Belge aşağıdadır (B. 5 ve 6) :

“Birinci madde ;

“Tevsi-i ziraat vasıtasiyle ahalinin servetini arttırmak maksadı na mebni Memaliki Şahanede bir ZİRAAT BANKASI küşadiyle zürra ahaliye yüzde altı faiz ile akça ikraz olunacaktır.

“İkinci madde :

“Bazı vilâyatta ahalinin mahsulâtından senevi yüzde bir alınarak teşkil olunan sermayeden tertip olunan Menafi Sandıklarının idareleri ahali tarafından müntehap komisyonlara havale kılınmış ise de işbu komisyon azalarının muamelâtı sarrafiyyeye kılleti vukuflarından naşi mevcut olan sermayeyi hakkiyle idare edemedikleri cihetle muhtacin-i zürra bu teşebbüsten lâyıkiyle istifade edememiş ve ikraz olunan akçaların bir kısmı mümteniül-husul hükmüne girmiş olduğundan badema bu sermaye Bank-ı Osmanî vasıtasiyle idare ve ikraz olunmak üzere hususiyyet-i mevkiiyyesi olan Hicaz ve Yemen Vilâyetleri müstesna tutularak sair Vilâyat-ı Şahanede gelecek sene-i mâliyesinden itibaren senesi nihayetine değin beş sene müddet mahsulâttan canibi mirî için alman öşürden maada yüzde bir dahi Ziraat Bankası sermayesi için alınup Bank-ı Osmaniye teslim olunacak ve bu sermaye daima ahalinin malı olacağı gibi işbu sermayenin ahali-i zürraa ikrazından hasıl olacak nin mecmuu re’sülmale ilâve kılınacak ve Bank-ı Osmanî bu sermayeyi Devlet-i Aliyyenin himayesi tahtında emaneten idare ve canibi hükümetten işbu Nizamname hükmüne muvafık olarak kendisine verilecek talimat ve mukavelename mucibince ahaliye iade edip yalnız mezkûr sermayenin senevi baliğ olacağı miktardan yüzde yarım komisyon alacaktır.

“Üçüncü madde:

“Marüzzikir Menafi Sandıklarında nakden ve seneden mevcut olan mebaliğin muhasebeleri mahalleri meclislerinde bilreviye her ne miktara baliğ olursa mebaliğ-i mezkûre defteriyle maan bâsenet Bank-ı Osmaniye teslim kılınacak ve Bank idaresi işbu mebaliğin nukudunu hemen ve senedata merbut olanları şürutu asliyyelerine tevfikan miatları hulûlünde istihsal ve Hükümet marifetiyle Ziraat Bankası sermayesine ilâve edecektir.

“Dördüncü madde:

“Zikrolunan aşar-ı şer’iyyenin hükümet muaşşirleri[] tarafından hîni ta’şir ve istihsalinde Ziraat Bankası sermayesi için umum mahsulât-ı öşriyyeden yüzde bir yani on kile zahire verenden aynen bir kile zahire ve on kuruş bedeli öşür verenden bir kuruş alınacaktır.

“Beşinci madde:

“Mezkûr beş sene zarfında bazı kazalarda duçarı kaht-ü galâ olacak olursa kahıt senesi o misillû kazaların mahsulâtından Ziraat Bankası için bir şey alınmayıp o senenin mürettebi senîn-i muayyeneyi teakup eden diğer bir sene mahsulâtından istihsal olunacaktır.

“Altıncı madde:

“Her kazada berveçhi muharrer muaşşirler vasıtasiyle istihsal olunacak yüzde bir mahsulâtın miktarı aynen ve nakden her kaça baliğ olursa o kazanın Meclis-i İdaresinde bittetkik her sınıf mahsulâtın bedelât ve nakdin alınan mikdarları mübeyyin iki nüsha olarak icmal defteri tanzim ve zîri Heyet-i Meclis tarafından temhir olunarak bunun bir nüshası Merkez-i Kazada hıfz ve diğer nüshası o kazanın merbut olduğu Mutasarrıflığa gönderilip Mutasarrıflık merkezinde dahi mahsusen tutulacak deftere ayniyle kaydolunduktan ve Meclis-i ldare-i Livada mezkûr defterin asliyle kaydı tatbik olunarak kaydın zîri Heyet-i Meclis tarafından temhir ve asıl defterin zirine dahi “kaydolunmuştur” ibaresi bittahrir Meclisi İdare mühürü ile keza temhirden sonra Merkez-i Vilâyete takdim olunacaktır.

“Yedinci madde:

“Bu veçhile kazayay-i mülhikadan gönderilecek defterler Merkez-i Vilâyete vürut ettikçe muhasebe-i vilâyette mahsusen tutulacak deftere kaydolunup hitamında aynen alman mahsulâtın her kalemi yekûn ve bedelen istifa olunan akçanın miktarları cemedilerek cümlesinin baliğ olacağı yekûnlar yazı ile şerholunduktan sonra Meclis-i İdare-yi Vilâyette karz defteriyle bittatbik işbu icmalin zîri Meclis-i mezkûr heyeti tarafından temhir kılınacaktır.”

İkinci belgenin baş kısmı bulunamamıştır. İçinde: “Gelecek senesi Martından itibaren” sözünün bulunmasından onun yıllarından birinde 13 Mart den önce yazıldığı anlaşılır. Sonunda “muhat-ı ilm-i âli-i vekâletpenahileri buyruldukta” denilmesinden Padişahın vekili olan Sadrazam Sait Paşa’ya hitabedildiği belli olur.

Belgede “menafi sandıklarının” iyi işlemedikleri anlatılmakta, bir Ziraat Bankasının kurulması, bu yapılıncaya dek de işin Osmanlı Bankasınca görülmesi ileri sürülmektedir. Amacın yerli bir bankanın kurulması olduğu başta bulunan “ bu sermayenin memleketçe tedarik ve istihzan evlâ ve her türlü mahzurdan salim ve müberra olacağından” denilmesinden anlaşılır.

Belge aşağıdadır (B. 7 ve 8) :

“…bu sermayenin memleketçe tedarik ve istihzarı evlâ ve her türlü mahzurdan salim ve müberra[Bu suretle istihzar olunacak sermaye varidat-ı öşriyyenin mikdarına nisbetle senevi beşer yüzbin liradan beş senede iki milyon beşyüzbin liraya baliğ olursa ve şimdiki Menafi Sandıklarının ilâve olunacak mevcudundan dahi bir beşyüzbin lira hasıl olursa yekûnu üç milyon liraya reside olacağından bu sermayeden evvel emirde zürra ahalinin yüz kuruşdan bin kuruşa kadar muhtaç olanlarına ve mezkûr sermaye işliyecek faizinin inzimamiyle iki misline baliğ oldukta kezalik zürradan tevsi-i ziraat için iki bin kuruşa kadar ihtiyacı olanlara ve hakeza ilerde sermaye kat kat tezayüd ettikçe üç bin ve daha ziyade akçaya muhtaç olan esbabı ziraata ikraz olunur.

ZİRAAT BANKASI KONUSUNU DA İÇİNE ALAN BİR HÜKÜMET PROGRAMI

Kâmil Paşa Sadrazam olduktan sonra Ziraat Bankasını kurmak işine girişecektir. Bu konu sosyal ve ekonomik kalkınma amacını güden bir hükümet programı içinde ele alınmıştır. Program bir Encümeni Vükelâ mazbatasiyle Padişaha sunulmuştur. Onun bazı kısımları Hilmi K. Bayur’un anılan eserinde vardır (S. v.d.). İlginçliği dolayısiyle aşağıya tümünü koyduk. Orada ele alınan konuların çoğu, zamanla gerek Kâmil Paşa’nın, gerekse ondan sonra gelenlerin evresinde gerçekleştirilmiştir. Mazbata 29 Muharrem ve 5 Teşrinievvel (17 Ekim ) tarihlidir. Sadrazamdan başka onu Adliye Nazırı Cevdet (tarihçi), Hariciye Nazırı Sait[], Ticaret ve Nafıa Nazırı Zihni, Maarif Nazırı Münif Paşa ve Beylerle Şurayı Devlet Reisi Arifi Paşa imzalamıştır.

Bundan on ay sonra Ziraat Bankası kurulur[]. Tekrar ediyoruz, bu Bankanın başında bulunanlarca, yalnız Mithat Paşa’nın kurucu olarak gösterilmesi ve Kâmil Paşa’nın hiç anılmaması haksızlık ve takdirsîzliktir.









ENCÜMEN-İ HUSUSÎ MAZBATASI

Umur-u adliye ve inzibatiyenin istikmal-i nizamat ve memurin-i mülkiycnin intihabatına müteallik bazı mütalâatı havi arz ve takdim olunmuş olan 21 Muharrem tarihli mazbata-i âcizanemiz üzerine şerefmüteallik buyurulan iradat-ı hikmet gayat-ı cenab-ı padişahı cümle-i cemilesinden olduğu üzere memalik-i şahanenin muhtaç olduğu âsar-ı nafıanın teessüs ve tezayüdü esbab ve tedabiri, içtimaat-ı adide-i bendegânemizde biletraf mütalâa ve hazine-i devleti vikaye ile ahalinin servet ve saadet-i halinin muhafazası esbabı bittezekkür arz-ı atebe-i ulya kılınması evvelce şerefsadir olan emr-ü ferman-ı hümayun hazret-i müiûkâne mantuk-u münifi veçhile icra kılınan tebligata cevaben Nafıa Nezaretinden varid olan tezkere-i mufassala dahi nihade-i mevkii müzakere olundu.

Devlet ve memleketçe faidebahş olacak âsar-ı nafıa ahalinin teksiri nüfusiyle tezyid-i servetine taallûk eden vesait ve imalât olup ahalinin ve bahusus ehl-i islâmın adem-i tezayüdü nüfusu, hizmet-i askeriye, iskat-ı cenin, fakr-u ihtiyaç ve usul-ü hıfz-ıssıhhate adem-i malûmat gibi esbaptan naşidir. Hizmet-i askeriye lâbüd olduğundan bundan tenasüle terettüp eden tenakus zarurî olup şu kadar ki vakt-i sulhte asakir-i redife kendi hanelerinde mukim oldukları misillû silâh altında bulunan efrad-ı nizamiyenin dahi talim vakitlerinin gayrı zamanda lüzumundan fazla olan kısmının memalik-i sairede olduğu gibi mezunen bilmünavebe hanelerine bırakılabileceğinden bu suretle hem tenasülce olan tenakus tahfif ve hem de idare-i askeriyece tasarruf edilmiş olur. İskat-ı cenin madde-i fazîhasının vukuuna sebep olanlar hakkında ceza kanunname-i hümayununda ağır cezalar tayin kılınmış olduğu halde bunun icraatına hükümetçe pek de itina olunmamakta olduğundan memalik-i şahanede iskat-ı cenin kesirülvuku olup başlıca sebebi dahi ahalinin fakr-u ihtiyacı ise de buna vasıta olanlar taife-i fesattan olmalariyle memurin-i mülkiye canibinden tenbihat-ı mütevaliye ile icrayı tehdidat ve cevami-i şerifede kürsü vaizleri tarafından ifayı nasayih ve telkinat edildiği surette bu tedbirin tesiriyle işbu cinayetin haylıca önü alınacağı derkârdır. Fakr-ü ihtiyacın indifaı husul-ü servete menut olup bu hususa taalûk eden vesait ise müteaddit olmakla beraber tebaa-i şahanenin her şeyden evvel a’zam ihtiyacı huzur ve emniyetle hükümet-i seniyyenin himaye ve adaletine nailiyeti ve erbab-ı şekavetin tasallut ve taaddi sinden masuniyeti kaziyesi idüğünden bu emr-i ehemmin temini memurin-i mülkiyenin mükellefiyet ve mes’uliyetine bilhavale icraatının bir nizam-ı mahsus ile kontrol altına alınmasiyle husulpezir olur. Hıfzı sıhhat madde-i mutena bihasına gelince saye-i şahanede bu husus için hulâsa ve tertip edilmiş kitaplar olduğundan bu usul ve malûmatın kâffe-i mekâtib-i rüştiyede hassaten tedrisiyle beraber daha ziyade intişarı için zikrolunan kitaplardan lüzumu kadar nüshalarının vilâyatta karye imamlarına varıncaya kadar meccanen tevzii ve sıhhat-i umumiyenin muhafazasına dair olan nizamatın hakkiyle icraatına itina ile vilâyatta belediye tabiblerinin teksiri husul-ü maksadı teshil eder. İşbu Bankaların tesisi ecnebi sermayesine muhtaç olduğundan bunda bir gûna mahzur olup olmadığı bahsine gelince, ahali bu bankalardan suhuletle akçe istikraz edüp uhde-i tasarruflarında bulunan arazi ve emlâki ferağ-ı bilvefa[] ile terhin edecekleri cihetle medyunlardan birtakımı badehu ifayı deyne muktedir olamayacak hasbelmukavele satılacak arazi ve emlâklerinin ecnebi tasarrufuna geçmesi mülâhazası bâdi-i emirde varid-i ezhan ise de indettetkik işbu Bankaların tesisinde ecanibin memalik-i şahanede arazi almak hususunda olan rağbet ve menfaatleri tazyik edilmiş olacağı nümayan olur. Çünki bâlâda arzolunan edilleye göre şimdiki halde üç dört bin kuruş değeri olan arazinin marüzzikir bankaların teşkilinden sonra kıymeti pek çok terakki edeceğinden şu ucuzluğu hengâmında suhuletle teferruğ olunan arazinin badehu daha ziyade paha ile iştirası hususunda ecnebilerin rağbetine noksan geleceği âzade-i arz ve beyandır. Bu vasıta ile arazi ve emlâkin kıymeti her ne mertebe eder ise kıymet nisbetinde alınmakta olan emlâk vergisi dahi o derece tezayüd eder. Vilâyat-ı şahanede Menafi Sandıklarının tesisi Ziraat Bankası makamında ahaliye sermaye tedariki emeline mebni idüğünden eğerçi hasbelmuzayaka bu sandıkların nukud-u mevcudesinden bir kısmı küllisi hazine-i celile için istikraz olunmasından dolayı ahali bu sandıklardan henüz hakkiyle istifadeye başlamamış ise de bu maksad-ı mühime mebni ahalinin hasılat-ı üşriyesinden senevi alınmakta olan yüzde birden hasıl olan sermayenin mevzuu lehinde istimali dahi lüzum-u kat’î tahtında olmasiyle badema işbu menafi sandıklarının dahi her vilâyette Ziraat Bankası tarzında tesisi ve idaresinin o fen ve marifete vâkıf erbab-ı emniyete havalesiyle muamelâtının ana göre tayini husul-ü matlabı temine kâfi olur.

Ziraatın tezyidiyle envaının teksir ve ıslahı hususuna gelindikte bu dahi bozuk tohumların tebdiliyle beraber tohumu olmıyanlara tavizen tohum verilmekle hasıl olacağından her vilâyette tohumu olmıyanlara veya olup da bozulmuş olanlara ita olunmak ve esmanı Menafi Sandıklarından tavizen verilmek üzere sağlam tohum celp ve tedarik olunarak zürraa itasiyle esmanının hasıl olacak zahair esmanından istifa olunması ve vilâyatta arazinin ziraat müfettişleri tarafından keşif ve tahkik olunacak kuvve-i inbatiyesine göre ahalinin menfaatini mucip daha ne gibi mahsulât yetiştirmek kabil ise bahası Menafi Sandıklarından tesviye olunmak üzere tohumları celbolunarak meccanen zürraa tevzi ve ita ve suret-i zer’i irae ve talim ile hasıl olacak tecrübeye göre o misüllü mahsulâtın teksirine ve bu veçhile vilâyatta envai mezruatın tezyidine bezl-i mesai ve ikdam edilmesi lâzım gelir.

İskayı arazi maddesi dahi memalik-i mahrusa-i şahanece teksir-i ziraat ve tezyid-i servet ve mamuriyetin başlıca esbabından olup bu da bazı enhare[] hendek açmak ve yüksek araziye makineler vasıtasiyle su çıkarmak gibi ameliyat ve icraata mütevakkıf olduğundan nerelerde ne gibi ameliyata lüzum olduğu Nafıa Nezaretince keşif ve tahkik olunarak yapdacak lâyihalar üzerine şerait-i münasebe ile talib-i taharrisi veya vesait-i saire icrası esbabına teşebbüs olunmak iktiza eder.

Aşayir-i seyyarenin iskânı meselesi de mamuriyet ve servet-i memleketi mucip esbap cümlesinden ise de bu husus ayrıca mütalâaya muhtaç olduğundan anın da iktizası ber tafsil bilmüzakere neticesinin arz-ı huzur-u âlî kılınacağı derkârdır.

Esbab-ı servetten biri de hayvanatın telefden vikayesiyle beraber ecnasınm ıslahı maddesi olup Fransa etıbbayı meşhuresinden Mösyö Pastör’ün hayvanat için keşfetmiş olduğu bir nevi telkih ameliyatının Avrupa’ca fevaid ve muhassenatı tecrübe olunmuş olduğu ve saye-i seniye-i mülkdaridc bu iş için mahsusen ve memuren Paris’e izam olunan mirliva ()[] paşa ile refakatinde bulunan diğer tabipler ameliyat-ı mezkûreyi taallüm etmiş oldukları cihetle ameliyat-ı mezkûrenin memalik-i şahanece dahi baytarlara ve belediye tabiplerine talim ettirilerek tamim-i fevaidine müsaraat olunması ve Nafıa Nezaretinin salifülbeyan tezkeresinde gösterildiği veçhile ekser mahallerde zuhur eden hayvan hastalığının tedavisiyle men’i sirayeti için memalik-i şahanenin vüs’ati nisbetinde baytar istihdamı muktazi olduğu halde elyevm sekiz vilâyette birer nefer baytar müstahdem olup sair vilâyatta baytar bulunmadığından memalik-i şahanenin ihtiyacı nisbetinde baytar tedariki için mekteb-i tıbbiye-i mülkiyede fenn-i baytariye mahsusen bir sınıf küşat edilmesi lâzimeden görünmüştür. Hayvanat cinsinin ıslahına gelince bunun için vilâyatta haralar tesisi lâzım gelirse de bu suret vakte ve masrafa muhtaç olup hal-i hazır-ı malî ise buna müsait olmadığından saye-i kudretvaye-i hazret-i şehinşahide ileride anların da sırasiyle tesisi çaresine bakılmak üzere şimdilik yalnız esb[] ve sığırın ıslah-ı ecnası zımmında vilâyatça lüzumu kadar damızlık tedarik olunarak ve cins hayvanın ıslahında olan fevaid ve muhassenat ahaliye tefhim edilerek bu suretle ıslah-ı ecnasa itina ve ikdam olunması husul-ü maksada kâfi görünür.

ile kararlaştırılan şerait veçhile inşasına irade-i seniyye-i hazret-i hilâfetpenahî şerefmüteallik buyurularak mübaşeret olunduğu halde en ziyade ihtiyaç olan hattı aslî vücude gelmiş olacağı gibi bu misüllû sair sermayedaran için dahi numune-i imtisal olarak cihat-ı sairece kol kol demiryollar tesisine talipler zuhuru kaviyyen memuldur.

Bataklıkların tathiri, bazı enharın (nehirlerin) seyr-i sefaine salih olacak bir hale getirilmesi, liman ve rıhtım inşası, numune çiftliği tesisi, ormanların muhafaza ve teksiri, meadinin mucib-i istifade bir yolda işletilmesi, hirefve sanayiin ihya vc tevsii maddeleri dahi cümle-i âsar-ı nafıadan olup bunlar dahi başkaca mütalaa olunarak olbapta tanzim olunacak layiha-i ubeydanemiz arz-ı huzur-u âlî kılınacağı ber mevad-ı maruza-i saire hakkında her ne veçhile irade-i isabetade-i hazret-i padişahı şerefmüteallik buyurulursa mukteziyat-ı kaziyesi infaz edileceği muhat-ı ilm-ü âlî buyuruldukta katıbe-i ahvalde emr-ü ferman hazret-i veliyülemr efendimizindir.

F)        MORA İSYANI VE YUNANİSTAN’IN BAĞIMSIZLIĞI (24 Nisan )

  

ISLAHATÇI-YENİLİKÇİ PADİŞAH SULTAN II. MAHMUT DÖNEMİ ()

I.       GİRİŞ

 

Sultan Mahmut için bazı yerli ve yabancı tarihçilerin neler yazdığına özetle işaret ederek konuya girmek yararlı olacaktır.

 

·                   İngiliz Tarihçi Harold Temperley; onu Kanuni Sultan Süleyman’dan bu yana Osmanlı’nın en büyük padişahı olarak değerlendirmiş ve “İstanbul’da büyük bir kaos yaşanırken, tahta çıkan Osmanlı İmparatorluğu’nun o harikulade canlılığını hızlaharekete geçirerek onu tekrar güçlü kılan padişahtır”(1)diye yazmıştır.

 

·                   Bazı tarihçiler Sultan Mahmud’u “kararlı ıslahatçı” diye vasıflandırır ve “ senelik mazisi ve den fazla mensubu bulunan Yeniçeri ocağını kaldırması, Osmanlı tarihinde en önemli kilometretaşı olmuştur”(2) der.

 

·                   Helmuth Von Moltke; Prusya ordusunun mareşalıdır. seneleri arasında kurmay binbaşı olarak Osmanlı ordusunda danışman olarak görev yapmıştır. Anılarında, Sultan II. Mahmud'u Rus çarı Büyük (Deli) Petro ile mukayese edenlere karşı onun reformlarını takdir eder, ancak “ Büyük Petro ülkesine toprak kazandırdı, SultanMahmut ise  kaybettirdi”(3) der.

 

·                   Türk Tarihçisi Yılmaz ÖZTUNA;“ Bugünkü Türkiye’de Atatürk ne ise, o gününTürkiye’sinde Sultan Mahmut da o idi. Öyle prensipler koydu ki, öldükten sonra bilemezarından rejimini yönetiyor, kimse dokunamıyordu”(4) der.

 

·                   Onunİstanbul’un Yeniçeri Caddesi’ndeki türbesinde “Büyük bir padişah, adil ve bilgeimparatorluğun güneşi,  doğunun kapılarını yeni bir yaşama açtı”(5) yazılıdır.

 

 

Sultan II. Mahmut için bu övgüler yanında, giriştiği reformlar için “Gavur Padişah” diyenler de olmuştur.

 

Tarihte böylesine derin izler bırakan Sultan II. Mahmut dönemini incelerken, faydalı olacağına inandığım için bu görüşleri sizlerle paylaşmak istedim.

 

Sultan II. Mahmut dönemini ve ıslahat çalışmalarını, iyi anlayabilmek için, şehzadelik dönemini yanında geçirdiği ve ıslahat hareketlerinde kendisine örnek aldığı amcası Sultan III. Selim dönemindeki olayları da kısaca gözden geçirmek gerekir.

 

 

II.      SULTAN III SELİM VE ŞEHZADE MAHMUT

 

Padişah I. Abdülhamit 6 Nisan ’da ölünce, yerine III. Mustafa’nın oğlu III. Selim geçti. Padişah olmadan önce (Şehzadelik döneminde) Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya ve Ruslarla savaş halinde idi. Ordu güçlü değildi, sık sık yenilgiler alıyordu. Bu sırada Belgrat’ın elden çıkması büyük üzüntü yaşatmıştı. O dönemde Fransa’da meydana gelen Fransa İhtilali (), Osmanlı İmparatorluğu’nun imdadına yetişti. Avusturya ile 4 Ağustos ‘de ZİŞTOVİ barış anlaşması yapıldı. Avusturya aldığı toprakları geri vermek zorunda kaldı.

 

III. Selim şair ruhlu, sanata düşkün ve ilhami mahlası (takma adı) ile şiirler yazan bir çok besteleri olan, 14 yeni makam oluşturmuş bir divan müziği ustası, hatta dehası idi. Şehzadelik döneminde de Batı ile mektuplaşarak bilgi alıyordu. Padişah olunca ilk işi Türk alimi Hoca İshak Efendiyi Fransa’ya göndererek onların idari yapısını, yeni gelişmeleri öğrenmek istedi.

 

Batıdan aldığı bilgiler ışığında imparatorluğun çöküşünü durdurmak istiyordu. Bunun için de yeni adımların atılması ve ıslahatların yapılması gerekli idi. Buna inancı tamdı. Yine biliyordu ki, iç sorunlar çözülmeden dış güçlerle başetmek mümkün değildi. Onun için bazı reformlar yapılmasına karar verdi.

 

Yapılacak ıslahat çalışmalarının nasıl ve nerelerde olması gerektiğini tam olarak öğrenebilmek için devrinin ileri gelen alim ve bilge kişilerine yazılı olarak sorular sordu ve cevap vermelerini istedi. Şimdiki tabirle anketler yaptırdı. Aldığı cevaplara göre askeri, malî, mülkî ve adlî alanlarda esaslı ıslahat yapılması gerekmekte idi. Bu arada Avrupa’daki gelişmeleri yakından takip için Osmanlı tarihinde ilk kez Paris’e Seyid Ali Efendi, Londra’ya Agah Efendi ve Viyana’ya da Muhip Efendiyi daimi elçi olarak gönderdi. (6)

 

Bu düşünülen reformların yapılabilmesi için para gerekiyordu. Hazinenin durumu ise müsait değildi .Çare olarak saraydaki altın ve gümüşler eritilip hazineye yardım etmek istedi. Bunlar da yeterli olmayınca yeni kaynak için İradi Cedid adında yeni  bir vergi koymak zorunda kaldı.

 

Yaptırdığı araştırmalar sonunda 72 alanda ıslahat yapılmalı ve bunlara öncelikle askeri alanda başlanmalı idi. O dönemde Yeniçeri ocağı çok bozulmuştu. Yerine yeni bir ordu kurulması, ayrıca donanmanın da güçlendirilmesi kaçınılmaz görülmekte idi.

 

III. Selim ıslahata askeri alanda başladı. Yeniçeri ocağına dokunmadan yeni bir askeri teşkilat kurdu (). Adını da Nizami Cedid (Yeni düzen) koydu. Yeniçeri ocaklarından ayrı olsun diye hemen iki büyük kışla yapıldı. Üsküdar’da Selimiye Kışlası ve Levent çiftliğindeki kışla. Bunlar yapılırken askeri okullar, tersaneler, tophaneler, Heybeliada’da denizcilik okulu gibi askeri tesisler açılmasına da karar verildi.

 

Nizami Cedid askerleri Avrupavari modern, eğitim görecek, kıyafetleri ve öğretmenleri yeni olacaktı. Bunun için Fransa’dan yardım alındı.

 

Nizami Cedid birlikleri ilk aşamada iki piyade alayı ve iki süvari bölüğü olarak kuruldu. Her alay 10 bölüklü, bölüklerin mevcutları da kişi idi. Toplam mevcutları kişi idi.

 

Üniformaları; kırmızı ceket, mavi pantolon, başlarında kırımızı külah idi (7). Bu şartlarda İstanbul ve Anadolu’da Nizamı Cedid birlikleri kuruldu ve kısa sürede halk tarafından da benimsendi. Trakya’da (Rumeli) yeni ordunun kuruluş hazırlıklarına başlandı. Ancak o sırada Sadrazam Hafız İsmail Paşa, padişaha karşı iki yüzlülük yapıyor, Nizami Cedid’e evet derken, gizlice karşı hareketlerde bulunuyordu. Çünkü Nizami Cedid’in  Trakya’da kurulmasına karşı idi. Nitekim padişahın Tekirdağ’da Nizami Cedid’in kurulması fermanı okunurken okuyan görevli öldürüldü. Bu Nizami Cedid’e karşı bir tepki idi. Olay İstanbul’da duyulunca, zaten için için kaynayan ve fırsat bekleyen yeniçeriler yeni düzene karşı harekete geçtiler.

 

Yeniçerileri yeni düzene karşı kışkırtan da Şehülislam Topal Ataullah Efendi ile Köse MusaPaşa idi. Yeniçeriler bahaneler bulup eğitime çıkmıyor, meydanlarda gösteri yapıp “Moskofoluruz Nizami Cedid olmayız” diye bağırıyorlardı.

 

Köse Musa Paşa boğazdaki kalelerde muhafız olarak bulunan kadar askeri isyana teşvik etti. Başlarına da Kabakçı Mustafa’yı geçirerek, saraya doğru sevk etti. (Bu İsyana onun için Kabakçı Mustafa İsyanı denir.)

 

Asiler saraya yaklaştıkça mevcutları daha da artı. 25 Mayıs ‘de sarayı tamamen kuşattılar. Maksatları III. Selim’i tahtan indirip, yerine kendilerine  daha yakın buldukları IV.  Mustafa’yı tahta geçirmekti. Bu hareket Nizami Cedid’e karşı açık bir reaksiyondu.

 

III. Selim sarayı kuşatan yeniçerilerin üzerine asker gönderip dağıtmak istedi. Bunun için Şeyhülislam’a danıştı. O da “Kardeş kanı dökülmesin” yolunda fetva verince, kararından vazgeçti.  Sultanın bu pasif kalışını gören Yeniçeriler işi daha da azıtıp, esasen kendilerini destekleyen Şeyhülislam’dan aldıkları yeni bir fetva ile 29 Mayıs ‘de III. Selim’i tahtan indirip yerine IV. Mustafa’yı padişah ilan ettiler. (IV Mustafa, Şehzade Mahmud’un üvey kardeşidir). Yeni padişah isyancıların her dediğini yapabilecek karakterde birisi idi. Burada Sadrazam Hafız İsmail Paşa gibi, Şeyhülislam’ın da ikiyüzlü hareket ettiği açıkça görülmektedir.

 

IV. Mustafa padişah olunca III. Selim ve Şehzade Mahmud’u kafese kapattırdı. Kendisine yardımcı olan Kabakcı Mustafa’yı da sarayda Turnacıbaşlığına (Yeniçeri ocağında padişahın av partilerini düzenleyen bir sınıf) getirdi. (Kafese atılmak, sarayın bir bölümündeki odada hiçbir yetkisi bulunmadan yaşamak, oda hapsinde olmak idi. III. Selim ve Şehzade Mahmut kafeste 29 Mayıs ’den 28 Temmuz ’e kadar kaldılar.)

 

III. Selim’in ıslahat çalışmalarını destekleyen ve onu çok seven Tunaboyları Seraskeri (Başkumandanı) Alemdar (Bayraktar) Mustafa Paşa idi. Bu olaylar olurken, Tuna boylarında Ruslar ve Avusturyalılarla yoğun mücadele içinde idi. Barış sağlanıp rahatlayınca,Yeniçeri ocağının başlattığı irticai başkaldırılara karşı harekete geçti. kişilik bir kuvvetiyle İstanbul’a geldi (28 Temmuz ). Maksadı  kafesteki III. Selim’i tekrar padişah yapmaktı.  AlemdarMustafa Paşanın İstanbul’a geldiğini öğrenen padişah IV. Mustafa kızlar ağasına kafesteki III. Selim ve Şehzade Mahmud’un hemen öldürülmesi emrini verdi.

 

10 Kişilik cellat gurubu III. Selim’in kaldığı odaya girdiler. III. Selim gelenleri görünce durumu anladı, şaşırıp “siz cellat mısınız” diye sordu, içlerinden biri, “kader böyleymiş” diye cevap verdi. Cellatlar 29 Mayıs III. Selim’in boynuna kementi atıp sıkmaya başlarlar. Kement koptu, ölmemiştir diye palalarla yüzünü vurarak parçaladılar.(8)

 

Aynı katiller (cellatlar) Şehzade Mahmud’u aradılar. Onu Lalası (mürebbiyesi) Cevriye Kalfa halıların arasına saklamıştı. Cellatlar yanlarına sokulunca, Cevriye Kalfa mangallardaki külleri gelenlerin üzerine avuç avuç serper ve ortalık toz duman olur. Bu fırsattan istifa eden Şehzade Mahmut kaçarak sarayın damına çıkar.

 

Bu sırada Alemdar Mustafa Paşa saraya girmiş, olay yerine kadar ulaşmış, ama çok geç kalmıştı. Yerde kanlar içinde yatan III Selim’in naaşı ile karşılaşan Paşa, çok üzüldü, göz yaşlarını tutamadı. Sonra kendini toparladı. Şehzade Mahmud’u sordu. Damda olduğunu öğrenince, aşağıya indirip hemen padişah ilan etti. Şehzade Mahmut, Sultan II. Mahmut oldu. Alemdar Mustafa Paşa bütün bu olaylara sebep olan Padişah IV. Mustafa’yı yakalatıp kafese koydurdu. Bu olaya karışan asileri de  yakalatıp isyancıbaşı Kabakcı Mustafa dahil 33 kişiyi hemen  idam ettirdi.

 

Böylece Osmanlı tarihinde III. Selim gibi değerli bir sultanın hazin sonu, ondan kafeste çok şeyler öğrenen II. Mahmud’da yeni bir umud kapısı acıyordu. Tabii burada en büyük rölü Alemdar Mustafa Paşa oynamıştır.

 

 

III.     SULTAN II. MAHMUT DÖNEMİ ()

 

Alemdar Mustafa Paşa tarafından padişah ilan edilen Sultan II. Mahmut zayıf yapılı, yumuşak huylu, sara illeti olan ancak son derece azimli, hırslı biri idi.

 

II. Mahmut padişah olunca, Alemdar Mustafa Paşayı Sadrazam yaptı.Mustafa Paşa Yeniçeri ocağından yetişmiş, Tuna boylarında Ruslara göğüs germiş. Onları durdurmuş, Silistre Valisi ve Tuna Boyları Seraskeri rütbesini almış başarılı, deneyimli ve  güvenilir bir askerdi.

 

Sultan II. Mahmut, amcası Sultan III. Selim’in acı sonunu gördüğü, kendisinin ölümden kıl payı kurtulduğu, uzun zaman kafeste yaşadığı Topkapı sarayında oturmak istemedi. Beşiktaş’ta bir evde oturmaya karar verdi. Sadece resmi tören ve protokol için saltanat kayığı ile Beşiktaş’tan deniz yolu ile saraya gidip geliyordu.

 

Alemdar Mustafa Paşa sadrazam olunca hemen icraata girişti. Yeniçerilerin neler yaptığını biliyor, onlara güvenmiyordu. Yeni muhafız birlikleri kurmaya kara verdi. Bu amaçla Sekban-ı Cedid (Yeni Muhafızlar) birliğini kurdu. Bunların mevcudu kadardı. Her yeni kuruluşa karşı olan Yeniçeriler bu kuruluşa da karşı çıktılar. Bu ocağın kaldırılmasını sadrazamdan istediler. İstekleri yerine gelmeyince kazan kaldırdılar (isyan ettiler). Sedaret (Başbakanlık) binasını kuşattılar. Alemdar Mustafa Paşa ve birlikleri direndi. Ancak Yeniçerilerin mevcudu çok fazla idi. (Bazı tarihçiler diktatörlüğe gidiyor diye özellikle yardım gönderilmediğini yazar). Saraydan yardım gönderilmeyince dirençleri kırıldı. Binanın her tarafını saran asilere teslim olmamak için Alemdar Mustafa Paşa mahsene indi, orada barut fıçıları vardı. Birini ateşledi. Binanın üstünde ve civarında bulunan Yeniçerilerle beraber kendi de havaya uçtu (15 Kasım ). Tarihçiler en az Yeniçerinin öldüğünü yazar.

 

Bu olayı öğrenen Sultan II. Mahmut çok üzüldü, bu olaylara sebep olduğunu düşündüğü ve kafeste bulunan eski Padişah IV. Mustafa’nın derhal öldürülmesini emretti. 15 Kasım gecesi emir yerine getirildi. (IV. Mustafa, II. Mahmut’un üvey kardeşidir. İkisi de III. Selim’in yeğenleridir).

 

Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa ölmesine rağmen, Yeniçeriler tatmin olmamıştı. Sultan II. Mahmud’dan da Sekban-ı Cedid ocağının tamamen kaldırılmasını istediler. Yeni padişah mecburen bu isteği kabul etti. Çünkü şartlar müsait değildi. Yeniçerilerle hesaplaşmayı zamana bıraktı.

 

III. Selim’in 8 kadını (karısı), vardı. Ama tahta varis bir erkek çocuk verememişlerdi. Onun içindir ki, kendisinden 24 yaş küçük olan yeğeni Şehzade Mahmud’u çocuğu gibi sever, onu devlet idaresi ve reformlar konusunda eğitmeye çalışır, ona öğretmenlik yapardı. O nedenle II. Mahmut amcası III. Selim’den çok şeyler öğrenmişti.

 

Sultan II. Mahmut devletin kurtulması için amcasından öğrendiği reformların yapılmasının şart olduğunu biliyor ve bunlara inanıyordu. Amcası III. Selim’in ıslahat girişimi sonucu başına gelenleri de biliyordu. O acı günleri onunla beraber yaşamıştı. Onun için ilk icraatından biri kendisine sadık, güvenilir kişileri dikkatle seçti, ordu ve donanmanın kilit mevkilerine yerleştirdi. Devletin önemli dairelerine yine güvenerek seçtiği memurları yerleştirdi. Bunları yaparken çok dikkatli ve akıllıca davrandı. Yeniçeri ocaklarından yetişmiş  güvenilir kişileri yeniçerilerin başına ağa yaparak onları tedirgin etmedi. Asıl maksadını gizledi.(Ağa Yeniçerilerin başı anlamına gelir).

 

 

A)     GENEL DURUM

 

Sultan II. Mahmut, Osmanlının  içte ve dışta çok önemli sorunlarının olduğu dönemde padişahlık yaptı. Yaptığı ıslahatların önemini ve büyüklüğünü anlayabilmek için dönemindeki sorunları ve olayları kısaca gözden geçirelim.

 

·                   Padişah olduğunda Ruslarla sınır muharebeleri devam ediyordu. ‘da Ruslar ikinci defa Silistre kalesini kuşatmışlardı. ‘de Napolyon Ruslara savaş açınca Osmanlı sınırındaki Rus baskısı azaldı, bir rahatlama oldu. Ruslarla 28 Mayıs ’de Bükreş anlaşması yapıldı. Böylece savaşlarda bir duraklama dönemine girildi.

 

·                   Sultan II. Mahmut; eskiden olduğu gibi  döneminde de birleşik, İstanbul’dan idare edilen, Padişaha itaat eden bütün Hıristiyan Tebaa üzerinde mutlak hakim olan bir devlet istiyordu.

 

·                   Bağımsızlığa çabalayan hareketler, ister Anadolu Beyleri, ister keyfi hareket eden paşalar, isterse Rusların teşviki ile ayaklandırılan Hıristiyanlar olsun, mutlaka bastırılmalı idi. Devlet için bu bir zaruretti.

 

·                   Enerjik ve ne istediğini  çok iyi bilen bir hükümdar için Sırp meselesini de halletmek ön planda olmalı idi . Sırplar 9 senedir isyan halinde idi. Bu isyanlar bir türlü bastırılamamıştı. Rumerlideki 3. Ordu bunun için görevlendirildi. Önce Vidin alındı. Asilerin başı Karayorgi ve arkadaşları Avusturya’ya kaçtı. Sonra da barış imzalandı. Böylece, Sırp bölgesinde padişah otoritesi sağlanmış oldu.

 

·                   ‘de Mora yarımadasındaki Rumlar isyan etmişmonash.pw isyanı bastırmak için Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’dan yardım istendi. Mehmet Ali Paşa da oğlu İbrahim Paşa komutasında deniz ve kara kuvvetlerini görevlendirdi. Mora’ya güney sahillerinden çıktılar. Osmanlı ordusu da kuzeyden saldırınca Rum isyanı da bastırıldı.

 

·                   Senedir Osmanlı devletini uğraştıran Tepedelenli Ali Paşa olayı da vardı. Sultan II. Mahmut bunu da halletmeye kararlı idi. 

 

 

B)    TEPEDELENDİ ALİ PAŞA (Tepedelen Yanya )

 

Ali Paşa Arnavut asıllı Müslüman bir aileye mensuptu. Tırhala ve Derbent mutasarrıfı (idarecisi) iken, Osmanlı-Rus, Osmanlı - Avusturya savaşlarında büyük yararlılıklar göstermiş, bölge eşkıyalarını sindirmiş, Pazvantoğluİsyanı’nı bastırmış ünlü birisi idi. Fransızlar Preveze limanı civarına asker çıkardığında, onları da yenmişti. Bu başarılarından dolayı ‘de bölgeye Vali tayin olmuştu. Vali olunca ünvanı da Tepedelenli Ali Paşa oldu. Daha sonrada Rumeli Beylerbeyi oldu.

 

Merkezi otorite zayıflayınca bölge vali ve paşaları kendilerini daha kuvvetli ve bağımsız görmeye başladılar. Ali Paşa da bunlardan biri idi.  Arnavutluk ve Yunanistan’ın bir kısmını kendine bağladı. Kendisini “Yanya Sultanı” ilan etti. Ordusunu kuvvetlendirdi. Kendi başına buyruk hareket etmeye başladı. Bağımsız hareket eden mağrur bir paşa idi. Arnavutları etrafında topladı. Osmanlıya isyan halindeki Rumlara da haklar vererek, onları da yanına çekti.

 

Politik olarak da Fransa ve İngiltere ile temasa geçti. Bu hareket Osmanlının Balkan politikasına son derece büyük bir darbe idi. Osmanlı devleti kendisini sık sık uyardı. Buna rağmen söz dinlemedi. Sultan II. Mahmut kendisini görüşmek üzere İstanbul’a davet ettiği halde  davetleri de reddetti, İstanbul’a gelmedi.

 

Kendi  düşüncesine göre, Osmanlılarla savaşa girerse kendisini Rusya desteklerdi. Tepedelenli Ali Paşa’nın davranış ve tutumu Sultan II. Mahmud’u son derece üzmüştü. Kendinden önceki padişahları da çok üzmüştü. Sultan karar verdi bu meseleyi de kökünden halledecekti.

 

İstanbul’dan Hurşit Paşa ve Yusuf Paşa’yı yeterli birliklerle Tepedelenli’nin üzerine sevk etti. Savaş başladı. Tepedelenli Ali Paşa direniyordu. İlk muharebede oğulları Veli ve Muhtar esir alındılar. Onlar Anadolu’ya (Kütahya’ya) sürgün edildi daha sonra da idam edildiler.

 

Tepedelenli Ali Paşa bir müddet daha direndi,yardım da alamayınca Yanya gölü içindeki sarayına sığındı. Baskı devam edince teslim oldu. Mora bölge komutanı Mehmet Paşa konuşma sırasında hançerle onu öldürdü. Kafası kesilerek İstanbul’a gönderildi. Diğer bey ve paşalara ibret (örnek) olsun diye Topkapı Sarayı avlusunda teşhir edildi. Böylece 30 sene Osmanlıya kafa tutan asiden kurtulmuş olundu. Bu başarısı nedeniyle Sultan II. Mahmut kutlandı. Bir tarihçinin dediği gibi, mağrur olup kendinden başka kimseyi tanımayan, gurur uğruna hem kendi, hem de iki oğlu başlarını verdiler. Her halde mezar taşına “Hüvelbaki (yalnız Tanrı daimidir).Gurur insanın başına bunu getirir” (9) yazmışlardır.

 

 

C)    RUM PATRİĞİ V. GREGORIUS’UN İDAM EDİLME OLAYI (10)

 

Mart ayında Mora yarımadasından, Rusya tarafından desteklenen Rumların isyan haberleri gelemeye başlamıştı. Bu isyanın Rum Patrikhanesi (İstanbul) ile de ilişkisi olduğu bilindiği için Şeyhülislam, Patrik, V. Gregorius ‘la bir görüşme yaptı. Onu ikaz etti. Sultan II. Mahmud’un da mesajlarını iletti. Patrik istekleri reddetti. Dolayısı ile uzlaşma olmadı. Rumlar ve Patrik yeraltı faaliyetlerine devam ettiler. (Daha önce bu gizli faaliyetleri nedeniyle 7 Rum Piskoposu Sadrazam tarafından hapsedilmişti).

 

Bunlarla beraber, ikazlar sonucu Pazar günü patrik kendisinin ve 22 ileri gelen Papazın imzasını taşıyan göstermelik Anathema (Kilisenin önemli kararları) bildirisini  yayınlayarak, isyancıları resmen kınadı, bazılarını aforoz etti. Ayaklanmalara karşı çıkılmasını istedi. Aksi halde “Cehennem’de yanacaklarını”(11) belirtti. Bunlar yetmedi.

 

Bütün bunlara rağmen Padişah, Patriğin bir oyun içinde olduğunu düşünüyordu. Çünkü isyancılar Patriğin köylüsü (Patras’lı) idi ve Patrikle gizli gizli mektuplaşıyorlardı.Bir çok mektupları yakalanmıştı. Ayrıca, Patriğin koruması altındaki Rum ve Sırp ailelerin Rusya’ya giden gemilere binerek kaçtıkları haberi de gelince, Gregorıus’un kaderi belli olmuştu.

 

22 Nisan günü öğleden sonra yaklaşan Paskalya için ayin yaparken, silahlı askerler (Muhafız cavuşlar) Patrikhaneye girdiler. Ayin biter bitmez Patriği ve yanındaki Piskoposlarla, Papazları yakaladılar. Kementleri boyunlarına geçirdiler. V. Gregorius’u Fener Patrikhane kapısının üstündeki çengele astılar. Patriğin cesedi 3 gün ibret olsun diye orada asılı kaldı. Yerine yeni bir patrik seçildi. Ünvanı tasdik edilmek üzere saraya gönderildi. İki yüksek rütbeli Papaz da İstanbul’un başka semtlerinde asıldılar.

 

Üç gün sonra Gregorıus’un cesedi indirildi. Hakaret olsun diye Yahudiler sürüyerek Haliçin sularına attılar.

 

Saray bir beyanname yayınlayarak, burada “Bu Rumlar Hıristiyan oldukları için değil, asi oldukları içincezalandırıldılar” ifadesine yer verildi. Ayrıca “Rum papazların çıkan isyanların başta gelen kışkırtıcısı vedestekleyicisi” oldukları bildirildi. Yabancıların kanaati ise, “Sultan II. Mahmut bu olaylarla Tebaasının ¼’ini kendisine düşman ettiği” (12) yolunda idi.

 

Patrikğin cesedi Haliç’in sularında çürümemişti. ’in Paskalya haftasında, İstanbul’dan Rusya’ya tahıl götüren gemi Haliç’ten geçerken bir tayfa cesedi gördü.Tören elbiseli olduğu için bunun Patrikğin cesedi olduğunu anladı. Gizlice cesedi gemiye alıp, Rusya’ya (Odesa’ya) götürdüler. Orada kendisine din uğruna canını verenlere uygun tören yapıldı. sene sonra da Ruslar Ortodoks kilisesinin bağımsızlığını benimseyerek, Gregorius’un kemiklerini Yunanistan’a gönderdiler. (Patrik Gregorius’un kemikleri halen Atina’da Metropol Katedralinin girişindeki türbede ziyaret edilmektedir). Bu olay Ruslarla Rumlar arasında var olan dinsel ve siyasi birlikteliğin bir kanıtı olarak değerlendirilir.

 

 

D)    YENİÇERİ OCAĞININ KALDIRILMASI (17 Haziran )

 

Yeniçeri ocaği, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş dönemlerinden beri var olan, orduyu oluşturan en eski yaya asker sınıfı idi.

 

Padişah I. Murat (Hüdavendigar) döneminde Sadrazam Çandarlı Kara Halil Paşa tarafından devşirme usulü ile örgütlenmiş ve ’da ilk yaya daimi ordu olarak kurulmuştu. sene üç kıtada Osmanlı sancağını dalgalandıran, sayısız zaferler kazanmış, döneminde dünyanın en güçlü asker ocağı idi. Eğitimlerinin temeli itaat, dayanıklılık, aclığa tahamüldü.

 

Ancak, Yeniçeri ocağı ‘den itibaren zayıflamaya, bozulmaya başlamış kötü idareler yüzünden aslî görevleri dışında ayaklanmaya (kazan kaldırmaya), vezir kellesi istemeye; bahşiş, ulüfe az verdi diye padişahları bile tahtan indirmeye teşebbüs etmiş, söz dinlemez topluluk haline gelmişti. Ayrıca orduyu kuvvetlendirmeye, modernleştirmeye batılılaştırmaya da en büyük engel yine Yeniçerilerdi. Doğru dürüst eğitim yapmazlar, harbe gitmek istemezler, meslekleri dışında işlerle uğraşır, bazen itfaiyecilik bile yaparlardı. Hele son zamanlarda işsiz güçsüzler, esnaf ve başı bozuklar ocaklara kayıt olup devletten maaş ve ulüfe alırlardı. ‘de İstanbul’dan Edirne yönünde cepheye gönderilen Yeniçerinin Silivri’ye gelmeden firarlar yüzünden  mevcutları kişiye düşmüştü. Bir tarihçinin yazdığı gibi, Yeniçeri ocağı “bir gurup ruhsatlı hayduttan başka bir şey değildi”, adeta sosyal bir bela haline gelmişti. Islahat yapmak isteyen Padişah Genç Osman’ı III. Selim’i, Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa ‘yı isyan sonucu öldürmeleri bunu  gösteriyordu.

 

Şehzadeliğinden beri büyük ıslahat idealleri olan Sultan II. Mahmut,  Yeniçeri ocağını ortadan kaldırmayı devamlı düşünüyordu. Bu işin kolay olmayacağını III. Selim örneğinden çok iyi biliyordu. İlk iş olarak kendisine sadık ve becerikli kişileri ordunun ve donanmanın kritik mevkilerine, devletin önemli noktalarına yerleştirdi. Ulemayı (din bilgini ve alimlerini) çeşitli yöntemler kullanarak yanına aldı. Yeniçerilerin başına yine kendi taraftarı olan Yeniçeri ağalarını tayin etti. (Eski çete reisi Yeniçeri ağası Kara Hüseyin Paşa ve Celalettin Mehmet gibi).

 

‘de Şeyhülislam konağında orduda yapılacak Hattı Şerif’i (islahat meclisini) kurdu. Bu mecliste üst düzey yetkililer, İstanbul kadısı, Yeniçeri ağaları da vardı. Hepsine Sultan II. Mahmut fikirlerini anlattı. Yeni ocağa gireceklerin haklarının kaybolmayacağı, haklarının korunacağı güvencesini verdi. Yine bu toplantıda ordunun eğitiminin Hıristiyanlar değil, Avrupa eğitimi almış Arapistan ve Mısır’dan gelen Müslüman öğretmenlerin eğitecekleri güvencesi verildi ve talimli yeni bir ordu kurulacağı fikrini de toplantıdakilere kabul ettirdi.

 

İlk olarak Yeniçeri ocaklarından 51 ortadan ( kişilik Yeniçeri topluluğu) ‘şer maksada uygun er seçildi. Toplam kişiden oluşan Eşkinci adı altında yeni bir ocak kuruldu. Bunarın eğitimi için dışarıdan, Mısır’dan Davut Ağa monash.pw suretle Avrupaî eğitim ve kıyafet orduya girmiş oldu. Ayrıca Şeyhülislam’ın “yeni talim ve elbiseler Avrupa değil, asri Müslüman kıyafetidir, bu yeni nizam Kurân’a ve Şeriatauygundur”.(13) Şeklinde  fetva yayınlaması sağlandı.

 

15 Haziran günü sadrazam tören kıyafetiyle, 4 talim öğretmenini ve Osmanlı askerini yeni kıyafetleri (kordonlu ceket, setre-dar pantolon) ile eğitimin yapıldığı, Trampetlerin çaldığı Sultan Ahmet Meydanı’ndaki eğitim alanında  denetledi. Bu kıyafetler modern Avrupa kıyafeti idi.

 

18 Haziran Pazar günü II. Mahmut, Yeniçerileri yeni üniformalarını giyerek teftiş edeceğini de birliklere bildirmişti. Bu hazırlıkları takip eden Yeniçeriler Çarşamba akşamı tepki olarak At Meydanı’nda  (Sultan Ahmet Meydanı)  toplandılar. 5 ortadan gelen Yeniçeriler “Bu eğitim ve kıyafetlerden derhal vazgeçilmesini” istediler. Yakın kışlalardaki Yeniçeriler kazan kaldırmaya başladılar. Meydan toplanan binlerce Yeniçeri “Biz bu kafir eğitimi istemeyiz” diye bağırmaya, meydanın etrafındaki evleri, konakları, paşa konaklarını yağmalamaya, bazılarını da yakmaya başladılar. Karşı gelenleri ve bu fetvayı verenleri parçalayacaklarını bağıra bağıra söyleyerek saraya doğru yürümeye başladılar.

 

Sultan II. Mahmut önceden tedbir almıştı. Boğaz içinde kalelerdeki topçuları hazırlatmış şehrin kilit noktalarına ve eğitim alanı civarına sevk etmişti. Saraya yaklaşan Yeniçerileri Kara Hüseyin Paşanın yeni askerleri karşıladı ve durdurdu.

 

Şeyhülislam Mehmet Tahir Efendi, padişahın emriyle Sancak-ıŞerifi Sultan Ahmet Camii’nde açtı. Tellallar “Müslüman olanlar sancağı şerifin altında, Yeniçeri (asi) olanlar kazanlarınyanına gelsinler yollar tutuldu” diye devamlı bağırarak ikaz ediyorlardı. Bu olayları Sultan II. Mahmut Topkapı Sarayı giriş kapısı üstündeki odadan izliyordu. Durum çok gergindi. Yeniçeriler kendilerine güvenip zorlayınca çatışma başladı. Önceden mevzilenen topçular Yeniçerilerin üzerine ateş açtı. Yeniçeriler panikledi. Daha  disiplinli olan yeni askerler de saldırınca Yeniçeriler dağıldı. Topçular Yeniçerilerin kışlalarına da ateş etmeye başladı. Yüzlerce yeniçeri asisi öldürüldü. Kaçanları kovalayıp yakaladılar. Asileri koruyanların da cezalandırılacağı tehdidinde bulununca asiler kaçacak, sığınacak yer bulamadılar. Yakalananlar için 8 cellat görevlendirildi. Yakalananları derhal idam ediyorlardı. Tarihçilere göre o gün en az Yeniçeri öldürüldü. ’ni de sürgüne gönderildi.

 

Bu olay yıldan sonra Hanedanla (sarayla) Yeniçeri ocağı arasındaki hesaplaşma idi. Osmanlı tarihinde Yeniçerilerin ortadan kaldırılması önemli kilometretaşı oldu. Bu olaya bu nedenle “Vakayı Hayriye” (hayırlı olay) dendi. 17 Haziran ’da İstanbul dahil bütün vilayetlerde Yeniçeri ocakları bir daha anılmamak üzere kapatıldı.

 

II. Mahmut Yeniçeri ocağı yerine Asakiri Mansureyi Muhammediye (Muhammedi’n Muzaffer askerleri) adında yeni bir askeri teşkilat kurdu. Bu yeni kurulan teşkilatla askerliğin modernleşmesine çalışıldı.

 

 

E)     NAVARİN BASKINI (20 Ekim )

 

Navarin, Mora yarımadasının batısında Osmanlı İmparatorluğu’nun bir limanıdır.

 

‘de Mora’da isyan eden Rumları; Mısır’dan gelen İbrahim Paşa’nın denizden çıkardığı askeri güneyden, Osmanlı ordusu da kuzeyden saldırarak bastırmıştı. İsyan bastırılınca Avrupalılar, çoğu kez yaptıkları gibi “Osmanlılar Hıristiyanları kesiyor” kışkırtması ile ayağa kalktı. Rum isyanını dinî amaçla destekleyen Rusya, siyasî nedenle destekleyen Fransa ve İngiltere bu isyanı Osmanlıların bastırmasını hoş karşılamadı.

 

Sultan II. Mahmut Yeniçeri ocağını  kaldırmıştı ve  yeni kurulan orduyu güçlendirme çabası içinde idi. Yani ordu kuruluş aşamasında  donanma da Navarin’de idi

 

Rusya, İngiltere ve Fransa 6 Temmuz ‘de Londra’da, Yunanlılara “muhtariyet” vermek için anlaştılar. Kararı bir nota ile Yunanlılara ve Osmanlıya bildirdiler. Yunanlılar bunu memnuniyetle karşıladı. Osmanlı ise bu notayı ret etti. Birinci nota ret edilince, diplomasi gereği Osmanlı devletinin ikaz edilmesi gerekirken, hiçbir ikazda bulunmadan  ve resmen savaş ilan etmeden müttefik donanması 20 Ekim ‘de Navarin limanında bağlı, yelkenleri inmiş, mürettebatı karada olan Osmanlı donanmasına baskın yaparak, üç buçuk saat top atışına tuttu ve imha etti. Bu baskında 52 gemi battı, ’e yakın denizcimiz şehit oldu.. O tarihlerde dost görünen Fransızların yaptıkları Osmanlıya çok acı geldi.

 

Navarin faciası sonunda Osmanlı İmparatorluğu müttefik devletleri protesto ederek tazminat istedi. Saldırganlar bunu ret ettiler. Bu yetmiyormuş gibi, Londra anlaşması ile Rum asilerine af çıkarılmasını sağladılar. (Şimdi PKK’ya istedikleri gibi). Bu da yetmedi, fırsatı kaçırmak istemeyen Ruslar, Ortodoks Rumlara zulüm yapıldığı “Müslüman Taassubu ve barbarlığı”nı bahane ederek, donanması imha edilmiş, Yeniçerinden sonra yeni ordu kurma telaşında olan Osmanlıya 26 Eylül ‘de harp ilan ettiler.

 

 

 

Sultan II. Mahmud’u saltanatı döneminde en çok üzen olaylardan biride Yunanistan’ın Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmasıdır. Yunanistan, İstanbul’un fethinden hemen sonra Venediklilere karşı ileri üs olarak görülmesi nedeniyle Fatih Sultan Mehmet tarafından de önce Atina ve Mora alınarak sancak ilan edilmiş, daha sonra 12 Temmuz ‘de tamamı Osmanlı İmparatorluğu sınırlarına katılarak bir eyaleti yapmıştı.

 

Coğrafi olarak Akdeniz’e uzanan Yunan yarımadası Akdeniz’e inmek isteyen bütün kuzey devletlerinin ilgisini çekmiştir.

 

Tarih boyunca Rusların en büyük hayali Akdeniz’in sıcak sularına inmekti. İstanbul ve Çanakkale boğazlarından inemeyeceklerini bildiklerinden, dikkatleri hep Balkanlar ve Yunanistan üzerinde idi. Balkan halklarının çoğunlukla Ortodoks olmaları, Rusların da Ortodoks kilisesinin koruculuğuna soyunması bu düşünceyi cazip hale getiriyordu.

 

Rus Çariçesi Katarina’nın “Grek Projesi” vardı. Bu proje “eski Bizans İmparatorluğu’nu Ortodoks kilisesi etrafında toplamaktı.” Bu proje dinî ve tarihîi esaslara dayanıyordu. Bunu gerçekleştirmek için Ruslar, Balkanlar ve Mora ile her zaman ilgilenmişlerdi.

 

Çariçe Katarina iktidarı döneminde () Gregori Orlof’la kardeşi Aleksi Orlof’u bu proje için görevlendirmişti. Bu kardeşler yanlarına Rus papazları alarak Mora’ya gitmişler, Ortodoks Rumları Osmanlı idaresine karşı isyana davet etmişmonash.pwın telkin ve vaatlerine uyan Rumlar isyan etmiş ise de Osmanlı idaresi zamanında aldığı tedbirlerle isyanı kısa zamanda bastırmıştı. Rusların arzu ettiği büyüklükte bir isyan olmamıştı.Mora’daki isyan girişiminde başarılı olamayan Aleksi Orlof  Rus donanmasını tahrik ederek, Çeşme ‘de demirli bulunan Osmanlı donanmasına 10 Temmuz ‘de saldıtarak büyük kayıplar verdirmişti.

 

Sultan II. Mahmud’un saltanatı döneminde, Ruslar başarılı olamadıkları önceki Mora planını-projelerini yeniden yürürlüğe koydular.

 

Merkezi Rusya (Odesa’da) da bulunan Etniki Eterya adlı Rum gizli cemiyetinin ajanları ve Rus papazları Mora’ya giderek köy köy, kasaba kasaba dolaşarak Rum halkını Osmanlı idaresine karşı isyana teşvik ettiler. Başpiskopos Germanes’in yönettiği onbin Rum asi gurubu Patras kalesini kuşatarak Yunan ayaklanmasını fiilen başlattı ve 5 Ekim ‘de de Patras kalesini ele geçirdiler. Kale içerisinde yaşayan kadar Türkü kılıçtan geçirdiler. Civardaki Türk köylerini ve kendilerine yardım etmeyen Hıristiyan  Rum köylerini yaktılar. Kendi kendilerine 13 Ocak ‘de geçici Yunan hükümetini kurdular.

 

Bu vahim olay karşısında Osmanlı hükümeti harekete geçti. Bu ayaklanmayı bastırmaya derhal karar verdi. Osmanlı hükümeti kendi öz kuvvetlerini Balkanlarda hazırlarken, Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’dan yardım istedi. Mehmet Ali Paşa yardım edeceğini, karşılık olarak da Girit ve Mora valiliğini istediğini bildirdi. Şartları Sultan II Mahmut kabul edilince oğlu İbrahim Paşa’yı bu hareket için görevlendirdi.

 

İbrahim Paşa 54 harp gemisi, asker sahra topu ve bunları taşıyacak bir çok Ticari gemi ile Temmuz ‘de İskenderiye limanından hareket etti. Osmanlı donanması Rodos açıklarında idi. İki donanma Rodos’ta birleşti. Birleşik donanma hava şartlarını ve kışı geçirmek üzere Girit adası limanlarına gitti.

 

Müşterek donanma ilk baharda Mora yarımadasındaki Modon sahiline yanaştı, karaya çıkan askerler kuzeye doğru harekata başladı. Osmanlı ordusu da başkomutan Mehmet Paşa komutasında kuzeyden güneye doğru inmiş, Misolongi kalesini kuşatmıştı. Güneyden gelen İbrahim Paşa kuvvetleriyle burada birleştiler.

 

Osmanlı ordusu güneye inerken Fransa’dan Rumlara yardım için gelen gönüllüler ve Albay Faviye kuvvetlerini de mağlup ederek ortadan kaldırdılar.

 

Birleşik Osmanlı kuvvetleri Atina’yı alınca isyanı tamamen bastırmış oldu. Mora isyanın bastırılması Avrupa’yı ayağa kaldırdı. “İbrahim Paşa ve Osmanlı kuvvetleri adadaki tüccar, diplomat ve Hıristiyanları kesiyor, barbarlık yapıyorlar” probogandası yoğun şekil yapılmaya başladı.

 

Avrupa devletlerinin Mora için siyasi düşünceleri çok farkı idi. İngilizler, Rusya’nın Akdeniz’e inmesini istemediği için kuvvetli bir Yunan devletinin kurulmasını istiyor. Fransa, Mora isyanını destekleyerek Osmanlı ordusunu oyalamasını kendisinin Mısır ve Afrika’da serbest kalmasını istiyor. Ruslar da Mora isyanından, Ortodoks  halkın desteği ile Akdeniz’e inmek istiyordu.

 

İngilizler, Mora’daki askeri harekatın durdurulması için Osmanlı hükümetine nota verdiler. Bu notada Rum asilerinin af edilmesi de  vardı. Osmanlı hükümeti bu notayı dikkate almadı.

 

6 Temmuz ‘de Londra’da İngiltere, Rusya, Fransa kendi aralarında anlaşma yaparak “Bağımsız Yunan devletinin” kurulmasını kabul ettiler. Osmanlı hükümeti iç işlerine müdahale olduğu için bunu kabul etmedi.  Mora’nın işgal edilmesi ve notaların ret edilmesine misilleme olarak Akdeniz’deki müttefik donanma (İngiliz-Fransız-Rus) Navarin’de bağlı, yelkenleri inmiş Osmanlı donanmasına baskınla saldırdı. (Bkz. III/E.)

 

Sultan II. Mahmut Yeniçeri ocağını kaldırmış, yeni bir ordu kurup onun teşkilatı ve eğitimi ile uğraşırken Rus Çarı monash.pw 26 Eylül ‘de Osmanlı devletine harp ilan etti. Böylece Osmanlı Rus Harbi başlamış oldu. Bu harp iki cepheli idi. Rus kuvvetleri doğuda Kafkasya’dan Erzurum ve Bayburt’a, Batıda Tuna boylarından Edirne, Kırklareli, Lüleburgaz’a kadar ilerlemişti. (Bkz. III/G).

 

Bu durumun karşısında Osmanlı hükümeti Başkent İstanbul’u koruma telaşına düştü. Daha dün Osmanlıya saldıran İngiliz ve Fransızlar da Rusların tek başlarına İstanbul’u almamaları için araya girerek 14 Eylül ‘da Edirne Anlaşması imzalandı. Osmanlı hükümeti bu anlaşmayı çok zor şartlarda imzalamak zorunda kaldı. Çünkü bu anlaşmanın bir maddesi de “Yunanistan’ın istiklalini” tanıma, kabul etme idi. Osmanlı hükümeti 24 Nisan ‘da anlaşmayı kabul ederek tasdik etti.

 

Yunanistan, Valas-Aro körfezleri arasından çizilen hattın güneyinden kalan topraklar ile Egriboz, Spiros, Siklat adalarından oluşuyordu. kişilik nufusla Yunan devletini kurdular. Bu topraklar resmen Osmanlı idaresinden ayrılmış oldu..

 

‘de üç büyük devlet (İngiltere-Fransa-Rusya) korunmasında “Yunan bağımsız devleti” kuruldu. Bavyeral Prensi Otto kral olarak tayin oldu. ‘de Atina başkent oldu.

Böylece, sene Osmanlı idaresinde yaşayan Yunanistan, Sultan II. Mahmut döneminde ayrılmış oldu.

 

 

G)    OSMANLI RUS HARBİ

 

Bu savaş Sultan II. Mahmud’u en çok üzen olaylardan biridir. Çünkü Sultan daha güçlü bir ordu kurmak için ortadan kaldırdığı Yeniçeri ocağının yerine kurduğu ordunun (Asakırı Mansureyi Muhammediye) teşkilatlanma ve eğitimlerinin tamamlanmadığı, müttefik donanma tarafından Navarin’de yakılan donanmanın yerine yeni teşkil edilen donanmanın eksiklerinin giderilmediği bir zamanda; Eflak-Buğdan ile ilgili isteklerini yenileyerek, İstanbul ve İskenderiye limanlarını kuşattıktan sonrada Rus çarı Nikola’nın  26 Eylül ‘de Osmanlıya harp ilan etmesi söz konusu olmuştu. 

 

Bu harp iki cepheli idi. Doğuda Kafkaslardan Erzurum istikametine, Batıda da Tuna boylarından Trakya istikametine Rus taarruzu şeklinde savaş gelişmişti.

 

Batı cephesinde; Ruslar, Silistre ve Bükreş bölgelerinde büyük direnişlerle karşılaştılar. Ancak 28 Haziran ‘da Silistre kalesi, 2 Ağustos ‘da Edirne ve Kırklareli Rusların eline geçti. Rusların Kazak süavileri Lüleburgaz - İpsala - Enes hattında görünmeye başlayınca, İstanbul’u koruma telaşı başladı. Sultan II. Mahmut 10 Ağustos ‘da Sancak-ı Şerifi açtırdı ve Ramis Paşada kurulan karargaha kadar geldi.

 

Doğu cephesinde; harp ilan etmeden 7 Temmuz ‘de Kars, 27 Ağustos ‘de Ahıska, daha sonrada 2 Temmuz ‘da Erzurum Rusların eline geçti ve Rus kuvvetleri Bayburt’a kadar ilerlediler. 14 Eylül ‘da Edirne anlaşması yapıldı.Bu anlaşma ile de, Anapa kalesi dahil Çerkezistan, Tuna ağzındaki adalar, Ahıska, Ahilbelek sancakları Ruslara bırakılıyordu. Eflak-Buğdan serbest kalıyor, Sırbistan’a imtiyaz tanınıyor, Yunanistan’ın istiklali kabul ediliyordu. 11 Ekim ‘da yapılan ikinci anlaşma ile de Ruslar işgal ettikleri Bayburt, Muş İspir, Oltu, Narman’dan çekiliyorlardı. Bu savaş sonunda Osmanlı devleti 11,5 milyon altınlık harp tazminatı ödemek durumunda kaldı. Rus-Osmanlı Savaşı, Osmanlı tarihinin şartları en ağır yenilgilerin biri olarak geçti.

 

 

H)    KAVALALI MEHMET ALİ PAŞA İSYANI

 

Osmanlı İmparatorluğu Fransızları Mısır’dan çıkarmak için oraya asker sevk etmişti. Arnavut birliği ile gidenler arasında Mehmet Ali adında Arnavut asıllı bir subay da vardı. Bu subay çalışkanlığı, cesaret ve hırs ile kısa zamanda kendini gösterdi ve ‘de Mısır’avali tayin edildi. Daha sonra Sultan II. Mahmud’un isteği doğrultusunda Hicazda isyan eden Vahabilerin üzerine gitti ve isyanı bastırdığı gibi, Mekke-Medine’yi de koruma altına aldı

 

Mehmet Ali Paşa Mısır’da Fransız usulü eğitimle modern bir ordu kurdu. Donanmasını da güçlendirdi. Kısa zamanda kuvvetli ve modern bir orduya sahip oldu.

 

Mehmet Ali Paşa, oğlu İbrahim Paşa’nın Mora’daki hizmetlerine karşılık Suriye valiliğini de istiyordu. Sultan II. Mahmut bunu kabul etmedi. Anlaşma sağlanamayınca İbrahim Paşa da Kasımında Gazze Çölü- Kudüs ve Yafa’yı işgal etti. Sultan II. Mahmut bunun üzerine Mehmet Ali Paşa  ve oğlu İbrahim Paşa’yı asi ilan etti. Mehmet Ali Paşa da bu yerleri hizmetleri karşılığında aldığını iddia ederek, asiliği ve ihaneti ret etti. 

 

İbrahim Paşa’nın geriye çekilme niyeti yoktu. Yeniden yola koyuldu. Toroslara kadar geldi. ‘de İbrahim Paşa’nın ordusu Konya’da Osmanlı ordusunu yendi. Sadrazamı da esir aldı. Paşa ileri harekata devam etti ve   Şubat ayında Kütahya’ya ulaştı.

 

Bu beklenmedik gelişme karşısında Sultan II. Mahmut telaşlandı. Devlet ileri gelenlerini toplayarak Başkenti (İstanbul’u) korumanın çareleri arandı. Çare bulunamayınca daha dün savaştığımız ve ağır yenilgi aldığımız Rusya’dan yardım istemeye karar idi. Ruslar “memnuniyetle”  bu teklifi kabul etti.

 

20 Şubat ‘de Ruslar 10 savaş gemisi ve Rus çevik kuvvetleri boğazın doğusundaki Hünkar  İskelesi civarında ordugah kurdular. Bir kısım Rus askeri de Büyükdere bölgesine yerleşti. Gelen Rus asker miktarı civarında idi. Ruslardan yardım isteme, ulema sınıfını çok tedirgin etti ve homurdanmalar başladı.

 

Rusların boğaza yerleşmesine İngiliz ve Fransızlar da tepki gösterdi. Fransızlar ayrıca Nota vererek gerekçesini sordular. Sultan II. Mahmut; “çaresiz kaldık, denize düşen yılana sarılır” cevabını verdi. Bu durumdan, endişe duyan İngiliz ve Fransız donanması Çanakkale boğazını geçerek Marmara’ya girdi.

 

Fransızlar, Osmanlı devleti ile İbrahim Paşa arasında arabuluculuk yapmak istedi. İbrahim Paşa arabuluculuğu kabul etti. 5 Nisan ‘de Kütahya Anlaşması imzalandı. Anlaşmaya göre II. Mahmut, Mehmet Ali Paşa’nın Girit ve Mısır Valiliğini kabul edecek, İbrahim Paşa’ya da Şam-Halep-Adana valiliği verilecekti. Böylece bu anlaşmadan Mehmet Ali Paşa çok karlı çıktı

 

İbrahim Paşa Anadolu’dan ordusunu çekince Ruslarla ,Osmanlılar 8 Temmuz ‘de Hünkarİskelesi Anlaşmasını imzalandı. Bu anlaşma sekiz yıllıktı. Karşılıklı güven ve yardımlaşmaya dayalı idi. Gizli maddesinde Rusların haberi olmadan Çanakkale boğazından yabancı gemiler girmeyecek, Karadeniz’e çıkmayacaktı. Dolayısı ile Osmanlı Rusları koruyacak, bu anlaşma gereği de Rus askerleri boğazları terk edecekti. Rus askerileri 9 Temmuz ‘de çekilmeye başladı. 12 Temmuz günü çekilme tamamlandı. (Hammer tarihi )

 

Sultan II. Mahmut hasta olmasına rağmen, ıslahat onda bir tutku haline gelmişti. Yabancı ordu (Avusturya, Rusya, İngiltere, Fransa) subaylarını Beyoğlu ve Üsküdar’daki kışlalara davet edip tatbikatları izletti. Gösterişli resmi geçitler, törenler yaptırdı (). Padişahın elinde iyi yetişmiş süvarisi vardı. Ancak topçusunun takviyeye ihtiyacı vardı.

 

Sultan II. Mahmud’un ‘de Tüperkuloz ve siroz hastalığı yeniden artı.Buna rağmen yeni ordusuna güveniyor, ondan zafer bekliyordu. Mısır kuvvetlerini Suriye’den atmaya kararlı idi.  Nisan ‘da Hafız Paşa komutasındaki orduyu Halep’e sevk etti. Hafız Paşa’nın yanında danışman Prusya ordusundan Kur. Bnb. Moltke de vardı. İki ordu 24 Haziran ‘da Nizip’te karşılaştı. Osmanlı ordusu hiç beklenmedik yenilgi aldı. Hezimete uğradı, çok sayıda  şehit verdi. Ordu dağıldı. Moltke kurtulanlar arasında idi.

 

Sultan II. Mahmut, bu faciayı öğrenmeden, 30 Haziran ‘da Çamlıca ‘da kız kardeşi Esma Sultanın evinde vefat etti.  Yerine büyük oğlu 16 yaşındaki Abdülmecit padişah oldu.

 

Daha Nizip muharebesinin mağlubiyet haberi İstanbul’a gelmeden, Hünkar kayıklarında kürek çeken sonra da paşa olan Kaptan Ahmet Fevzi Paşa (Firarî lakaplı) Osmanlı donanmasının büyük kısmını (9 Harp gemisi 11 Fırkateyn’i)  Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’ya İskenderiye’de teslim etmişti. Bu ihanete Çanakkale’de bulunan Fransız amirali Lalande’nin etkisi olduğunu tarihler yazar.(Hammer tarihi 9. cilt sayfa: )

 

Abdülmecit padişah olunca, elinde ne ordu ne de donanması vardı. Sadece eyaletlerde bölgesel kuvvetleri bulunuyordu.

 

 

IV.    ISLAHAT HAREKETLERİ

 

A)     SULTAN II. MAHMUD’UN ANA SİYASİ FİKİRLERİ

 

Sultan II Mahmut çok zor şartlarda padişah olmuştu. İçte ve dışta çok büyük olaylar vardır. Balkanlarda isyanlar, Rusya ve Avusturya ile sınır savaşları, Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın tehditleri, Mora isyanı, Yunanistan’ın istiklalini kazanması gibi Bir yabancı tarihçi o zamanki Osmanlının durumunu, “Direkleri, yelkenleri tamiremuhtaç tayfalarını değiştirmeye ihtiyaç duyulan bir gemi”  olarak niteliyordu. Sultan II. Mahmut da böyle düşünüyordu.

        

Bütün olumsuzluklarına rağmen, Sultan Mahmut şehzadeliğinden beri tasarladığı, Amcası III. Selim’in yarım kalan ıslahat hareketlerini tamamlamayı şiddetle arzu ediyordu.

 

         Sultan II. Mahmud’unKurmayı arzu ettiği devlet yönetimin ana esasları şöyle idi:

 

·                   Avrupa’nın teknik medeniyetini en az onlar derecesinde öğrenip uygulamaz isek bizi Avrupa’dan atarlar, geldiğimiz Anadolu’ya döneriz.

 

·                   Çevremiz düşmanlarla çevrili olduğu için ordumuzu ve donanmamızı en üstün seviyede tutmaya mecburuz.

 

·                   Orduyu ne padişah olarak iç siyasette kullanacağız, ne de politikaya müdahalesine izin vereceğiz.

 

·                   Ordu kayıtsız şartsız Sadrazama (Başbakana) bağlı ve onun emrinde olacak. (Ancak) her zaman başkumandan padişahtır.

 

·                   Ordunun ve donanmanın fiilen başkumandanları Serasker ile Kaptanı Derya kabineye vezir/bakan sıfatı ile katılacaklardır. Onların dışında hiçbir subay politika ile uğraşmayacaktır”.

 

II. Mahmut bu düşüncelerle ıslahat hareketlerine başladı ve bütün yeniliklere karşı çıkan, engel olan Yeniçeri ocağının kaldırılmasına karar verdi.

 

Sultan II. Mahmut ‘da Yeniçeri ocağı kaldırılınca, yerine Asakiri MansureyiMuhammediye(Muhammed’in Muzaffer askerleri) adı altında yeni bir askeri ocak kurdu. Başına da Yeniçerilerin kaldırılmasında çok emeği geçen Ağa Kara Hüseyin Paşa getirildi.

 

Sultan II. Mahmut daha geniş çapta ıslahat yapabilmek için Sadrazam ve vezirlerini, sarayın Kubbealtı’nda topladı. Yapacağı reformları ve fikirlerini onlara açıkladı. Öncelikle Tebaası arasında müslim- gayrimüslim farkı gözetilmeyeceğini açık ve net olarak şu sözlerle dile getirdi: “Tebaamda Müslümanları Camide, Hıristiyanları Kilisede, Musevileri Havradatanımak isterim” dedi.

 

Islahat projeleri hazırlanıncaya kadar vezirlerini dışarıya bırakmadı. Sarayda misafir etti. Bu toplantı sonunda askeri, idari, adli, zirai ve ticari  raporlar hazırlandı. Askerî ıslahata öncelik verildi.

 

 

B)    ASKERÎ REFORMLAR

 

Yeni kurulan askeri birliklerin eğitim ve kıyafetleri Avrupaîi idi. Askerin kıyafeti kırmızı ceket, setre (dar) pantolon ve fes. Fes giyme o devirde modernleşme simgesi (işareti) idi.

 

Fes’in adı Fas şehrinden gelmesine rağmen Tunus’un milli baş örtü giysisidir. Kırmızı cuhadan yapılmaktadır. Sultan II. Mahmud’un müslüman topluma peygamberlerin, Padişahların ve ülema sınıfının baş giysisi kavuk ve sargı kaldırıp yerine fes giydirmesini Ülema ve Hoca  sınıfı hoşkarşılamamış. Kışkırtmalarla Arnavutluk, Makedonya ve Bağdat’ta isyanlar çıkmış. İstanbul’un Beyoğlu semtinde yüzlerce ev yakılmış olmasına rağmen Sultan II. Mahmut kararından dönmemiş, modern giysi ve fesi giydirmiştir.

 

25 Kasım senesinde çıkarılan Şapka kanunu ile fesin yerine şapka giydirilmişti. Bu seferde bir zamanların modern giysisi sayılan fes gericiliği, şapka ilericiliği temsil eder oldu. Şapkaya tepki olarakta Sivas, Maraş, Erzurum ve Sinop’ta olaylar oldu.

 

Tunus’tan acele adet fes getirtildi. Feshaneler, fabrikalar kuruldu. Fes giyme önce asker, daha sonra devlet memurları, sensi sonuna kadar da bütün vatandaşlar için mecburi hale  getirildi.

 

Yeni orduyu eğitmek için Fransa’dan öğretmenler getirtildi. Askere alma belirli esaslara bağlandı, vilayetlerde askerlik şubeleri açıldı. Askerlik müddeti 5 yıl olarak belirlendi.

 

Her biri kişiden oluşan 5 yeni ordu kuruldu. Bu orduyu yabancı öğretmenlerle eğitmek mümkün değildi. Yerli okullar açılıp zabit (subay) ihtiyacının karşılanması gerekliydi. Bunun için ‘dan itibaren askeri okul ihtiyacı duyuluyor, tedbir aranıyordu. Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’nın isyan hareketi bunu geciktirdi.

 

Sultan II. Mahmud’un başyaveri Namık Paşa, Avrupa’ya birkaç kez gitmiş tecrübeli bir komutandı. Kendisi bir kere daha ve bu defa yabancı subay okullarını incelemesi ve bizde uygulanabilmesi için tetkike gönderildi. O dışarıda bu incelemeleri yaparken içerde de bazı hazırlıklara başlandı.

 

‘de Ahmet Fevzi Paşa (firari) Selimiye kışlasında bulunan 4 alay ve 2 tabur askerden zeki, gösterişli ve terbiyeli erleri seçip sübyan bölüğü kurdu. Mevcutları kişi kadardı. Bunlara ilk, orta ve lise dersleri verilerek yetiştirildiler. ‘de Maçka Kışlası’nda hazırlanan okula nakledildiler. Bu sübyan bölükleri harp okulunun çekirdeğini oluşturdu. Böylece Namık Paşa ile Ahmet Fevzi Paşa yılında beraber ilk askeri okulu kurmuş oldular: Orduya subay yetiştirecek Mektebi Harbiyeyi Şahane (Harp Okulu) açılmış oldu. Sezerli Yusuf Paşa zade kaymakam (yb) Mazharbey ’de Harp Okulu’na müdür olarak tayin oldu.

 

Ayrıca;

 

·                   Avrupa’daki yenilikleri takip edebilmek içinde yurt dışına öğrenciler gönderilmeye başlandı.

 

·                   Selimiye kışlası ahşaplı-taş kışla olarak yeniden yapıldı.

 

·                   Taksimdeki Taşkışla ve Davut Paşa kışlaları tamamlandı.

 

·                   29 Haziran ‘de yerli tüfek üretimine merasimle başlandı. Dolmabahçe civarında silah fabrikaları kuruldu.

 

·                   Ordunun barut ihtiyaçları dışarıdan temin ediliyor, fakat çoğu bozuk çıkıyordu. Yerli üretim için Yeşilköy civarında Baruthaneler kuruldu. Bu fabrikaların başına da (Arakel Amira Dad)  Barutçu başı olarak atandı.

 

Özetle; örf ve adetlerimize zarar vermeyen faydalı ne görüldü ise Batıdan alınmaya çalışıldı. Özellikle teknik konular seçildi.

 

 

 

C)    MÜLKÎ REFORMLAR

 

Sultan II. Mahmut Saray geleneklerinde değişiklikler yaptı. Sarayda Avrupai davranışlar başladı. Masa, sandalye, porselen, tabak, çatal, kaşık kullanılmaya başlandı. Kıyafetler modernleştirildi.

 

‘de devletin insan ve servet durumunu belirlemek için nüfus sayımı (yalnız erkekler için) yapıldı. Sayımda 8 Milyon Müslüman, 4 milyon Hıristiyan tesbit edildi.

 

‘de Takvimi Vekaiye (olayların takvimi) adlı gündelik ilk Osmanlı gazetesi çıkarıldı. Gazeteler, padişah fermanları, takvimler 4 dilde de yazılıyordu: Arapça, Rumca, Ermenice ve Fransızca .

 

Fransızca öğrenme modası Osmanlıda hızla yayıldı.. Nerdeyse Fransızca ikinci lisan gibi olmuştu. Sultan II. Mahmud’un oğulları Abdulmecid ve Abdülaziz özel Fransızca dersleri almaya başladı.

 

Yurt dışına özellikle Paris, Londra ve Viyana’ya daimi elçiler gönderilip yenilikler izlenmeye devam edildi. Bu dönemde idari alanda yapılan öteki başlıca yenilikler özetle şunlardır:

 

·                   İstanbul’da bol miktarda kilise yapılmaya başlandı. ’ de düzenli Posta Teşkilatı ve ‘de bugünkü anlamda Hariciye Nezareti ve Teşkilatı kuruldu.

 

·                   Bol bol Av partileri düzenlenerek Avrupalılar İstanbul’a davet edildiler.

 

·                   25 Ocak ‘de İngiliz sarayında verilen baloya İstanbul’dan Saray Bandosu gönderildi. Valsler, dans müzikleri çalındı. Baloyu Osmanlı Başkumandanı (Serasker) Fransız sefiresini dansa kaldırarak açtı.

 

·                   ‘da yine bugünkü anlamda Dahiliye, Adalet, Maliye bakanlıkları kuruldu.

 

·                   ’de “ Sadaret” ismi Başveklet olarak değiştirildi ve böyle kullanılmaya başlandı.

 

·                   Resmi dairelere, Sultan II. Mahmud’un setre pantolonlu, fesli ve kısa kesilmiş sakallı resimleri asıldı.

 

·                   Resmi dairelerde setre pantolon ve fes giyilmesi adet haline geldi.

 

·                   ‘da 1 km. uzunluğundaki Haliç Köprüsü açıldı. Sultan II. Mahmut Avrupaî saltanat arabası ile köprüden ilk geçen oldu.

 

·                   Bir fermanla, ilköğretimin zorunlu ve parasız olduğu ilan edildi.

 

·                   Bugnkü Galatasaray Lisesinin karşısında (Mikail Nauma Efendi tarafından) ilk tiyatro binası açıldı.

 

·                   Yabancı eserler Türkçe’ye çevrilmeye başlandı. Vilayetlerde Rüştiyeler (Ortaokul) açılması için emirler verildi.

 

·                   Türk bayrağı, kırmızı zemin üzerine hilal ve 8 köşeli yıldız oldu. (29 Mayıs Türk Bayrağı Kanunu ile bayrağımızın bugünkü şekli ve ebatları kabul edildi.)

 

·                   ’de Fransız hukukuna uygun Ticaret Kanunnamesi yürürlüğe girdi. (14)

 

 

D)    İDARÎ REFORMLAR

 

Daha önce Osmanlı idaresi Rumeli Beylerbeyliği ve Anadolu Beylerbeyliği olarak ikiye ayrılıyordu. Ayrıca, Topraklar eyaletlere, eyaletler de liva ve sancaklara bölünmüştü.

 

Eyalet valileri hükümdar gibi idiler, idam cezası, vergi toplama ve askere alma gibi çok önemli görevleri ve yetkileri vardı. Bu alanda başlıca şu reformlar yapıldı:

 

·                   Sultan II. Mahmut, valilikleri Babıali’ye (Sadrazama) bağladı. Valileri devletin en büyük mülkî amirleri haline getirdi, yani devletin memuru yaptı.

 

·                   Anadolu’daki 18 eyalet 4 indirildi. Bu teşkilatta Mustafa Reşit Paşa Fransa’daki örnekleri alarak uygulamaya çalıştı. Vilayetlerde il idare meclisleri kuruldu. Bunlar seçimle yapılıyordu. Dolayısı ile Osmanlı halkı ilk defa seçimle tanışıyordu.

 

·                   Vilayetlerde  şer’i mahkemeler yanında karma mahkemeler de kurulmaya başlandı.

 

·                   Yeni uygulama ile emlak alım, satım ve tasarrufu hakkındaki kanunlara “tüm tebaaiçineşittir” maddesi eklendi. Yabancı devletlerle yapılacak anlaşmalarla (mütekabiliyet esası)  yabancılara da emlak tasarrufu için izin verilmesi yeni esaslara bağlanmış oldu.

 

·                   Tanzimat’a kadar din değiştirmede idam cezası vardı. Bu ceza kaldırıldı.Ayrıca azınlıklar için ayin yapma serbestini monash.pw için zorlama, eziyet etme tamamen kaldırıldı.

 

·                   Vilayetler teşkilatı, sancak-kaza nahiye adı altında üçlü  idari teşkilata dönüştürüldü. Vali hepsinin idarî amiri oldu.

 

·                   Sultan II. Mahmud’un askerî, idarî ve hukukî alanlarda yaptığı bu reformları hazmedemeyenler çoktu. Sultanın sarayda ve kıyafette yaptıkları yenilikler, kız kardeşi Esma Sultan’ın modern giyimli kızı ile kışlaları, askerleri denetlemesi nedeniyle; bunlar, Halife olmasına rağmen Sultan II. Mahmud’a “Gavur Padişah” damgasını vurdular.

 

senesinde Sultan II. Mahmut Haliç Köprüsünden geçerken,  Kıllı Şeyh adlı derviş Sultana saldırarak “Gavur” diye bağırmıştı. Dinsizliğin için Allah’a hesap vereceksin deyince Sultan kendisine “delirmiş bu adam” diye cevap verdi. Şeyh yakalandı ve idam edildi. Müritleri şeyhlerini din şehidi olarak ilan ettiler.

 

Sultan II. Mahmud’un reform ve uygulamalarına bugünkü gözlük ve anlayışla bakıldığında fazla bir şey görünmeyebilir. Ancak, bundan sene öncesi; Osmanlıda cahilliğin, dinî taassubun ve gericiliğin yoğun olduğu dönemdi. Böyle bir dönemde ve büyük devletlerin Osmanlıya saldırmak için sürekli fırsat kolladıkları, bahane yarattıkları bir dvirde bu reformları düşünme ve uygulamanın ne denli zor olduğu ve her ıslahat teşebbüsünün hayata mal olduğu düşünülürse, Sultan II. Mahmut neden o zamanın Atatürk’ü dendiği kolayca ortaya çıkar.

 

Bugün bir türbanla başa çıkamayanlar, o devri çok ciddi olarak düşünmeli ve anlamaya çalışmalıldırlar.

 

 

V)     GENEL DEĞERLENDİRME VE SONUÇ

 

A)                     GENEL BAKIŞ

 

Osmanlı imparatorluğu XVIII. yüzyıla girdiğinde çöküş döneminin en karanlık en kötü yıllarını yaşamaya başlamıştı. O kudretli, yenilmez Osmanlı ordusu yerine çok zaman muharebelerde yenik çıkan donanımsız, dağınık ve güçsüz bir ordu haline gelmişti.

 

İmparatorluğun ayakta kalması, ordusunun kuvvet ve kudretine bağlı idi. Onun için de bu çöküntüye dur diyecek yeni bir kana ihtiyaç vardı.

 

Batıdaki yeniliklere “gavur icadı” diye gurur meselesi yapıp arkasını dönen, içine kapanmış sadece mazisi ile övünen bir ordu ile hiçbir şey yapılamazdı.

 

İşte bu nedenlerle XVII. yüzyıl sonlarına doğru Sultan III. Selim ilk defa Batı ile yakın ilişkilere girmiş, Batıdaki gelişmelerle ilgilenmiş, orduda ve idarede ıslahat yapma düşüncesini ortaya atmış ve gücü yettiği kadar da yapmaya çalışmıştı. III. Selim Osmanlı ordusunu yeni savaş tekniklerine hazırlamak içinde Nizam-ı Cedid’i (Yeni düzeni) kurmuştu. Bu teşebbüsünde başarılı olamadığı gibi, bu girişimini hayatı ile ödemişti.

 

Yerine padişah olan Sultan II. Mahmut iktidarı döneminde içte ve dışta çok büyük olaylarla karşılaşmasına rağmen, edindiği tecrübe, ıslahatçı düşünce ve azmi ile; bozulmuş, faydadan çok zararlı hale gelen Yeniçeri ocağını 17 Haziran ‘da kaldırarak askeri alanda en büyük ıslahatı yaptı. Devlet idaresinde köklü değişiklikler yapmak için elinde iyi bir kadro vardı. Mustafa Reşit Paşa bunlardan biri idi. Batıda görev yapmış, Batı medeniyetini tanımış, Batıların da gözünde “Batı  medeniyeti ile eş anlamda tutulan” birisi idi.

 

Yapılacak ıslahatın temel hazırlıkları başlatıldı, projeleri hazırdı. Ancak Sultan II. Mahmud’un sağlığı bozulmuştu. Ömrü yetmedi, 30 Haziran ‘da vefat etti.

 

Sultan II. Mahmud’un yerine 16 yaşındaki büyük oğlu Abdülmecit padişah oldu. O da çok şansızdı. Bir ay içinde babasını, Nizip muharebesinde ordusunu ve Kaptanı Derya Ahmet Fevzi Paşa tarafından Mısır’a teslim edilen donanmasını kaybetmişti. Bu çok olumsuz şartlara rağmen babasının yarım kalan ıslahat hareketlerini devam ettirmeye kararlı idi. Londra’da görevli bulunan Mustafa Reşit Paşa’yı, İstanbul’a davet etti ve onu Sadrazam yaptı. Daha önce hazırlıklarına başlanan Tanzimat Fermanı’nı yeniden kaleme almasını istedi.

 

Mustafa Reşit Paşa fermanı hazırladı ve Padişah Abdülmecit’e sundu. Beğenildi ve Padişah Fermanı (Hattı Hümayun) olarak ilan edilmesini istedi.

 

3 Kasım ‘da Gülhane Parkı’nda, o zamana kadar görülmemiş büyüklükte yerli ve yabancı davetliler huzurunda, Tanzimat Fermanı Mustafa Reşit Paşa tarafından okundu. Padişah Abdülmecit de töreni sonuna kadar izledi.

 

Bu Tanzimat Fermanı’nda özetle; “halkın canı ve malı korunacak, Müslüman, Hıristiyan herkes kanun karşısında eşit olacak, vergi ve asker toplama bir düzene sokulacak, modern ordu ve donanma hizmete sokulacak, idarî, hukukî ve mülkî yenilikler getirilecek ve uygulanmaları da sağlanacak” şeklinde birçok yenilikleri içeren maddeler vardı. Bu Tanzimat Fermanı bir anlamda,  Doğu medeniyetinden Batı medeniyetine geçiş hamlesi idi. 

 

O zamanki anlayışa göre; Batılılaşma, Batı medeniyetinin ilim ve tekniğini Türkiye’ye sokmak, yeni üniversiteler, liseler, sanat okulları, ortaokullar açarak alt yapıyı oluşturup sanayileşmek; Muasırlaşma ise, hukukî ve idarî alanlarda reformlar yaparak demokrasiye geçme hamleleri anlamında idi.

 

13 Temmuz tarihli Londra Boğazlar Antlaşması ile, Düvel-i Muazzama (Büyük Devletler) Babaali’ye Avrupa devletleri arasına giriş belgesi vererek, Çanakkale ve İstanbul boğazlarının tüm harp gemilerine kapatma yetkisinin padişaha ait olduğunu kabul etmişti. (15)

 

18 Şubat ‘da Islahat Fermanı (Tanzimatı Hayriye)  Sultan Abdülmecit zamanında, Kırım Harbi bitiminde İngilizlerin de baskısı ile ilan edildi. Bu fermanı Sadrazam Ali Paşa okuyup halka ilan etti. Bu ferman, fermanının genişletilmiş şekli idi. Daha çok hukukî ve idarî ıslahata yer vermişti. Fermana istedikleri maddeleri koydurdukları için de yabancılar çok memnundu.

 

Ancak, Islahat Ferman’ın uygulanmasına yabancı elçiler sık sık müdahale ediyorlardı. O devirde elçiler Osmanlılar için 6. güç olarak kabul ediliyordu. İngiliz elçisi “Lord Ponsonby” çok etkili idi.(16) İngilizler Rusya’ya karşı Osmanlıyı tutuyordu, daha doğrusu tutar görünüyordu. 30 Mart ‘da yapılan Paris Antlaşması’nın 7. maddesine göre Osmanlı İmparatorluğu’nun bağımsızlığı ve Toprak bütünlüğü, Boğazlardan savaş gemilerinin geçme yasağı Rusların Karadeniz’de filobulundurmaması, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa hukukuna kabul edildiği”(17)İngiltere’nin öncülüğü ile  bir bildiri olarak ilan edildi.

 

Bütün bunlara rağmen İngiltere, Fransa ve Rusya kendi siyasetleri ve ülke çıkarları doğrultusunda yapılan reformların uygulamalarına daima müdahale ediyorlardı.

 

Osmanlı İmparatorluğu’nun kuvvetli olduğu dönemlerde Osmanlının her arzusunu Avrupalılar emir kabul eder, derhal yerine getirirlerdi. Osmanlı devleti güçsüz duruma düşünce, intikam alırcasına Avrupalılar her istediklerini Osmanlıya yaptırmaya çalışıyor, iç işlerine müdahale ediyorlardı. Bu müdahaleler çoğu zaman yarı resmî idi.

 

Bu müdahalelere birkaç örnek verelim:

 

·                   Askerî ıslahat: Bu konuda gayrimüslim vatandaşların askerlik hizmetlerine İngilizler ayrı, Ruslar ayrı, Fransızlar ayrı görüşle müdahale edip kendi isteklerini yaptırmak istiyordu. “Fransızlar, Hıristiyan vatandaşların Müslümanlar gibi askere alınıp görev yapılmasını, İngilizler ise, gayrimüslümlerde askere alınsın ama birlikleri, eğitimleri ayrı olsun, kendi bölgelerinde kalsın, Ruslar ise Müslüman ve Hıristiyan askere eşit muamele yapılmaz, onun için Hıristiyanlar askerlik görevinden muaf tutulsun, askerlik yapmasın” diyorlardı.

 

Osmanlı Devletinin Hıristiyanları askere almaması kendilerine zarar veriyordu. Askere alınmayan Hıristiyanlar ticaret ve sanatla uğraşıp zengin oluyor, harp-darp görmedikleri için de nüfusları artıyordu. Askere alınan Müslümanlar ise sık sık muharebeler nedeniyle nüfusları azalıyordu. Köylerinde çalışıp, üretip, hizmet edemedikleri için de fakirleşiyorlardı. Bu sistemde bir gurur uğruna hep Müslüman halk zararlı çıkıyordu

 

·                   Din bakımından: Din değiştirme Osmanlıda şeriat kanunlarına göre ölüm cezasını gerektiriyordu. Bir Ermeni vatandaş önce Müslüman olmuş, sonra din değiştirerek Hıristiyan olmuştu. Bu vatandaşa şeriat mahkemesi ölüm cezası vermişti. Avrupa’nın 5 devlet sefirleri (elçileri) bu olayı protesto etmesine rağmen, 4 Ekim ‘de Ermeni vatandaş idam edildi. Avrupa bu uygulamayı kaldırması için Osmanlı devletine çok büyük baskı yapmaya başladı. İngiliz elçisi Lord Stratford Rıfat Paşa’ya “Avrupa’da kalmak istiyorsanız din için kandökmeye son verin”demişti. Rıfat Paşa cevaben elçiye Siyasi meselelerde Avrupa’nın nasihatlarını saygı ile karşılarız, fakat dini işlerde tam bağımsızlığımızı korumaya muhtaç ve mecburuz. “Din bizim kanunlarımızın temelidir”(18) demiş olmasına rağmen, din  değiştirenlere ölüm cezası uygulanmayacağı, azınlıkların (gayrimüslimlerin) ayin yapma, dini törenlerine kolaylık getirileceği kabul edilmişti. (Aynı konuşmada Rıfat Paşa İngiliz elçisine “ Dinsizlerle, dine hakaret edenlerin bundan sonra idam edilmiyeceklerine dair diplomatik yollarla size teminat verebiliriz” der. (Tanzimat ve Türkiye – Engelhartt – syf).

 

·                   Yargı: Mahkemelerde yabancılar, suç işledikleri takdirde yargılanamıyordu. Her ülke vatandaşı kendi ülke kanunlarına göre konsolosluklarında yargılanıyordu. Eğer suç işleyenin ülkesinin konsolosluğu yoksa başka bir Avrupa ülke konsolosluğunda yargılanıyordu.

 

·                   Emlak üzerinde tasarruf: Hattı Hümayunu’na yine yabancı elçilerin baskısı üzerine  bir madde eklenerek, “Emlak alım-satım ve tasarrufu hakkındaki kanunlar tüm tebaa için eşittir” dendi. Bu madde ile yabancılara da emlak tasarrufu için izin verilmiş oldu.

 

·                   Ekonomik müdahaleleri de şöyle özetleyebiliriz: Kırım Savaşı’nda () Ruslara karşı, İngiltere ve Fransa Osmanlının yanında yer aldı. Bu savaş nedeniyle Osmanlının çok masrafı oldu. İngiliz ve Fransızların bir çok masrafı da yüklenince Osmanlı maliyesi-hazinesi çöktü. Mecburen dışardan borç para alınmaya başlandı. Böylece borç para alma dönemi başladı. Osmanlıda ilk defa faiz getirisi olan kağıt para (Kaime) basıldı.

 

Ancak, borç olarak alınan paralar maksada uygun harcanmadı. Lükse, sefhate, Boğazda köşk-yalı yapımlarında harcanınca borçlar ödenemez hale geldi. Suçlu olarak da Sultan Abdülmecit ve Sadrazam Ali Paşa gösterildi. Aleyhlerinde çok büyük gösteri yapıldı Gizli örgütler kurarak padişahı tahtdan  indirmeye bile çalışıldı. Örgüt üyeleri yakalandı. Kuleli lisesi binasında yargılandı ve cezalandırıldılar. Bu olaya Kuleli Vakası dendi. Bunları öğrenen Sultan Abdülmecit çok rahatsız oldu. Sarayına çekilip hiçbir şeye karışmadı. Zaten hasta idi ve 25 Haziran ‘devefat etti. 

 

Kardeşi Abdülaziz yerine padişah oldu. Avrupalılar da Abdülaziz’in padişah olmasını istiyorlardı. Sefahat ve borç politikası devam etti.Borçlar milyon Osmanlı altınınıbulmuştu.Borçlar ödenemez hale gelince, ‘de  ünlüMuharrem Kararnamesi yayınlandı. Duyun-ıUmumiye (Genel Borçlar) idaresi kruldu . Yabancı devletler Osmanlı gelirlerine el koyup alacaklarını bizzat tahsile başlar. Tuz,tütün, balık, ipek gibi gelirlere el koyup borçlarını karşılamaya çalıştılar. Böylece devlet içinde devlet kurulmuş oldu. Osmanlı ekonomik-mali istiklalini nerdeyse tamamen kaybetti.

 

B) VE SONUÇ

 

1)                      Bu Islahat ve Tanzim hareketlari Türk toplumunun hayatına pek yansımadı. Halk yine sefalet içinde idi. Ancak, Fransız İhtilali’nin yaydığı demokrasi ve milliyetçilik prensipleri Türk aydınını da harekete geçirdi. Abdülaziz devrinin sefahat ve ferdî saltanatına karşı, yeni Osmanlılar (Jön Türkler) gizli cemiyetler kurarak Meşruti bir idare için baskı yaptılar.

 

2)                      ve Islahat ve Tanzimat fermanlarının sadece bu şekilde faydalı olduğunu söyleyebiliriz. 23 Aralık 1. Meşrutiyet, 23 Temmuz ’de II. Meşrutiyet ilan edildi. Bunlar, Osmanlının çöküşünden sonra, 29 Ekim ‘te kurulan Cumhuriyet ve demokratik idareye geçişin altyapısı oluşturmuş oldu.

 

3)                      Aynı gayretle şimdi de, günümüz Avrupa Birliği’ne (AB) girme çalışmaları devam etmektedir. Bu çabalar içinde tam üyelik öncesinde mecbur olmadığımız halde katlandığımız Gümrük Birliği(GB) ile, yine çoğunda bir mecburiyetimiz henüz olmamasına rağmen, sırf AB’ye şirin görünme uğruna yürürlüğe koyduğumuz “uyum paketleri” adı altındaki reformlar (!); Osmanlının Tanzimat ve Islahat Fermanları’nı tıpatıp andırıyor. Borçlanma ise almış başını gidiyor. Devamında Muharrem Kararnamesi’ni (Devletin mali iflasının ilanı anlamında moratoryum) henüz yayınlamadık ama, modern (!) Duyun-u Umumiye özellikle İMF kanalıyla çoktan başladı bile

 

4)                      Kısaca:

 

a)          Yukarıda izaha çalıştığımız ıslahat hareketlerindeki Avrupa’nın dayatmaları ile bugünkü AB istekleri karşılaştırılsa; hep onlar istemiş biz vermişiz, onlar hep almışlar ama bize birşey vermemiş olduklarını görürüz.

 

b)         Vere vere Osmanlı İmparatorluğu’nu parçaladık. İnşallah AB hayali uğruna; Kıbrıs, Ege, Güneydoğu vd.  ni  de vererek Türkiye’yi de uçuruma itmeyiz.

 

c)          “Tarih tekerrürden ibarettir” diyenler ve “Ders alınsaydı, tekerrür mu olurdu?” diyen büyük usta Mehmet Akif ne kadar da haklı çıktı!..

 

d)         Osmanlının özellikle döneminde yaşadığı acı olaylar; Sovyetler’in dağıldığı (ve dolaysıyle iki yüzlü Batının“Boğazların yılmaz bekçisi” ne ihtiyacı kalmadığı) ‘dan bu yana Türkiye’nin yaşadıkları ile neredeyse birebir örtüşmüyor mu? Aradaki tek fark; o zamna çoğunlukla silah da kullanarak bize yapılanlar, günümüzde (şimdilik) entrika diplomasisiyle, baskıyla ve körükörüne AB tutkumuz yüzünden “havuç gösterme” oyunlarıyla uygulanıyor.

 

e)          Son söz: tarih ilmi ders almak, dünden yarına ışık tutmak için de vardır. Bunun temel şartı ise, tarihimizi ve özellikle yakın geçmişimizi her yönüyle iyice öğrenmektir.

 

Türk siyasetinde sorumluluk taşıyanlara ve onlara yön verenlere en önemli tavsiyemiz; Osmanlının son yılı ile birlikte yakın tarihimizi, Kurtuluş Savaşı’nı hangi şartlarda yaptığımızı ve Cumhuriyeti nasıl kurduğumuzu, ayrıca dünya siyasetini adeta ezberlemeleridir.

 

Aksi takdirde, Türk Milletine ve gelecek kuşaklara karşı veballeri çok çok büyük olur.

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır