d harfi ile başlayan atasözleri ve anlamları kısa / D Harfiyle Başlayan Deyimler | monash.pw

D Harfi Ile Başlayan Atasözleri Ve Anlamları Kısa

d harfi ile başlayan atasözleri ve anlamları kısa

D Harfiyle Başlayan Atasözleri

Dağ başı dumansız olmaz.
Tabiatları gereği dağ başları genellikle dumanlı olur. Nasıl dağ başlarından duman eksik olmazsa, toplumda yüksek mevkilere, makamlara çıkan ve sorumluluk alan kimselerin başında da dert eksik olmaz.

Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur.
İnsanlar gezen, dolaşan, hareket eden varlıklardır. Bir yerden kalkıp başka bir yere gidebilirler. Arkadaşlar, dostlar, tanıdıklar birbirlerinden ne kadar uzakta olurlarsa olsunlar, günün birinde, bir yerde karşılaşabilirler; hatta hiç karşılaşmayacaklarını sanan insanlar dahi birbirlerine kavuşabilirler.

Dağ ne kadar yüce olsa yol (onun) üstünden aşar.
1. Güçlünün daha güçlüsü, yetkilinin daha yetkilisi, yönetilmez sanılanın bir yöneteni vardır.

2. Çözümü güç meselelerin, yenilmesi imkânsız gibi görünen zorlukların da üstesinden gelinebilecek bir yol vardır. Yeter ki gerekli azim, sabır ve cesaret gösterilsin, yılgınlığa düşülmesin.

Damlaya damlaya göl olur.
Her çok azdan olur. Küçük ve önemsiz şeyler birikerek büyük şeyleri meydana getirirler. Bunun için küçüktür, azdır, önemsizdir deyip hiçbir şey hor görülmemelidir; bunların önemi bilinmeli, çarçur edilmemelidir.

Danışan dağı aşmış, danışmayan (-ın) yolu şaşmış.
Kimi meseleler vardır ki, insanın onu tek başına halletmesi mümkün değildir. Bu durumda yapacağı tek şey, bilmediği şeyler hakkında uzmanlara başvurmak ve onlardan bilgi almaktır. Bu durumda, işleri kolaylaşacak, güçlükleri zorlanmadan yenecektir. Aksine hareket etmek, bilene sorup danışmaktan kaçmak, işleri zorlaştıracak, insanı çıkmazın içine itecektir.

Darı unundan baklava, incir ağacından oklava olmaz.
Her işin kendine has araç ve gereci vardır. O işten sağlıklı bir sonuç alınmak isteniyorsa uygun olan araç ve gereç kullanılmalıdır. Kötü, uygun olmayan araç ve gereçlerle iyi bir şey, kaliteli bir ürün alınamaz.

Davul dengi dengine çalar.
Bir işte çalışacaklar, dostluk ve arkadaşlık kuracaklar, özellikle de evlenecek olanlar her bakımdan (zenginlik, makam, alışkanlık, karakter vb.) kendilerine uygun kimseleri seçmelidirler. Aksi takdirde kısa zamanda anlaşmazlıklar başlar, kurulan ilişkiler bozulur.

Davulun sesi uzaktan hoş gelir.
İçindekilere hiç tat vermeyen, onları rahatsız eden kimi işler vardır ki uzakta olanlara kolay, hoş ve sevimli gelir. Ne zaman ki işin içine girerler, işte o zaman gerçeği görüp yanıldıklarını anlarlar.

Değirmen iki taştan, muhabbet iki baştan.
Birlikte iş görmek, birlikte yolculuk etmek, birlikte yaşamak isteyen karı-koca gibi insanlar arasında öncelikle bir uyumun olması şarttır. Bu uyum da karşılıklı saygı ve sevgi temeline dayanır. Tek taraflı sevgi ve saygı uyumu sağlamaya yetmez, ortada düzen diye bir şey kalmaz, kurulan beraberlikten de hayır gelmez.

Deli deliden hoşlanır, imam ölüden.
Kişiler, her bakımdan (mevki, yaş, fikir, duygu, eğitim v.b.) kendilerine benzeyen, uygun olan ya da yarar yağlayabilecekleri kimse ve şeylerden hoşlanıp onlara yaklaşırlar.

Deli ile çıkma yola, başına getirir (gelir türlü) belâ.
Kavrayışı kıt, akılsız, aşırı davranışları olan kimselerle ne işe girilir, ne de yolculuk edilir. Buna kalkışan başına türlü dertler alır, çok zarar görür.

Deliye her gün bayram.
Aklı kıt, kavrayışı az, sorumluluk nedir bilmeyen, hiçbir şeyi kendisine dert edinmeyen, istediği işi yapıp istediği yerde dolaşan, ne kazanıp ne kaybettiğinin farkında olmayan kişinin hâli tıpkı bir delinin hâli gibidir. Onun için günlerin birbirinden farkı yoktur, hemen her gününü bayram neşesi içinde geçirir.

Demir nemden, insan gamdan çürür (Duvarı nem, insanı gam yıkar).
Bir demirin paslanıp niteliğini kaybetmesine nasıl nem sebep oluyorsa bir insanın yıpranmasına, çöküntüye uğramasına, için için erimesine, harap olmasına da üzüntü, sıkıntı ve çeşitli dertler sebep olur. Bu bakımdan insan her olur olmaz şeyi kendisine dert edinmemelidir.

Demir tavında dövülür.
Demirin istenilen biçime sokulabilmesi, çekiçle dövülüp işlenebilmesi için önce ateşte ısınıp kızarması, yumuşaması gereklidir. Bunun gibi her işin yapılması, o işten iyi netice alınması için de en uygun zamanı kollamak ve bundan yararlanmak gereklidir.

Denize düşen yılana sarılır.
Son derece tehlikeli bir durumla karşı karşıya gelen, çaresiz kalan, kurtuluş için bir çıkar yol bulamayan kişi, bu kötü durumdan kurtulmak için her türlü yola başvurur. Öyle ki, en tehlikeli şeylere bile sarılmaya çalışır, onlardan yardım bekler. Çünkü hiçbir tutar seçeneği kalmamıştır.

Derdini söylemeyen derman bulamaz.
Her derdin, müşkülün, güç ve sıkıntının altından insanın tek başına kalkması mümkün değildir. Böyle kötü bir durumda bulunan kişi, içinde bulunduğu bu durumu kendisine yardımı dokunacak kimselere, yakınlarına açmalıdır. Derdine ancak bu şekilde çare bulabilir, sıkıntılarından kurtulup rahatlayabilir.

Dertsiz baş (kul) olmaz.
Hemen herkesin az veya çok bir derdi vardır. Dertsiz insanın düşünülmesi mümkün değildir. İnsan bunu bilmeli ve karamsarlığa kapılmadan dertlerini azaltmaya çalışmalıdır.

Dervişin fikri ne ise, zikri de odur.
Bir insan ne düşünüyor, gönlünden ne geçiriyorsa, bunu hareket ve sözleriyle belli eder; açığa vurur. Devamlı kafasında ve gönlünde taşıdıklarının gündemde kalmasını ister.

Destursuz bağa girilmez (gireni sopa ile kovarlar).
İzin alınmadan girilmeyecek bir yere girmeye, yapılmayacak bir işi yapmaya kalkan kimse, bunun cezasını fazlasıyla çeker.

Deveden büyük fil var.
Hiçbir insan sahip olduğu makamın büyüklüğü, elindeki yetki ve imkânların genişliği ile övünmemeli, bunlara sırtını dayayarak büyüklenmemeli, kimseyi hor görmemelidir. Çünkü ondan büyüğü ve üstünü her zaman vardır.

Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur.
Tamah, açgözlülük insanı küçük çıkarlar peşinde koşturur; onu tehlikelere iter, felâketlerle karşı karşıya bırakır ve zarar görmesine yol açar.

Devletin malı deniz, yemeyen domuz.
Kimi vatan haini, rüşvetçi, menfaatçi kimseler soygunculuğu kural edinmişlerdir. Bunlara göre devletin malı çalıp çırpmakla, yemekle tükenmez; bir yolunu bulup da bu maldan aşırıp yararlanmayandan daha budala kim olabilir.

Dibi görünmeyen suya girme.
İç yüzünü iyi bilmediğin, anlamadığın, öğrenmediğin, bir işe girişme; yoksa tehlikeye düşüp zararlı çıkabilirsin.

Dikensiz gül olmaz.
Hoşumuza giden, bizi sevindiren, fayda temin ettiğimiz hemen her güzel şeyin kusurlu, eksik ve kötü bir yanı da bulunabilir. Eğer bunları elde etmek istiyorsak, hoşa gitmeyen ve bize sıkıntı veren bu yanlarını da hoş görmeliyiz.

Dilim seni dilim dilim dileyim, başıma geleni senden bileyim.
İnsanların başına kimi felâketler, sıkıntılar da çok kez dilleri yüzünden gelir. Dilini tutmayan, ne zaman ve nasıl konuşacağını bilmeyen insanların başlarına belâ geldiği ve bu yüzden pişmanlık duydukları çok görülmüştür.

Dilin cismi küçük, cürmü büyük.
Konuşma organımız olan dil, küçük hacimli bir nesnedir. Küçük olmasına küçüktür ama büyük suçlar onunla işlenir. Kimi zaman sarf ettiği kötü sözler insanın başını belâya sokup felâketini hazırlayabilir.

Dilin kemiği yok.
Dil kolayca her yana dönebilir. Bu özelliğe sahip olan dilde, her türlü kelimeler de kolayca çıkar; insan doğru olmayan, birbiriyle çelişkili sözleri söyleyebilir; önce söylediğini sonra inkâr edip başka şekle çevirebilir.

Dinsizin hakkından imansız gelir.
Acımasız, kötü, insafsız ve ahlâksız bir kişinin hakkından ancak ondan daha kötü bir kişi gelebilir.

Doğmadık çocuğa kaftan (don) biçilmez.
Daha ihtimal dahilinde olan, henüz ne olacağı belli olmayan, ele geçmeyen, ortaya çıkmayan bir şey için önceden hazırlık yapmak ve kesin karar vermek doğru değildir. Çünkü beklediğimizin aksine bir durumla karşılaşıp zarar görebiliriz.

Doğrunun yardımcısı Allah&#;tır.
Hak ve adaletten kopmayan, işlerinde doğruluktan ayrılmayan kişiye Yüce Allah her zaman yardım eder.

Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.
Özellikle çıkarlarını düşünen insanların çoğaldığı, fedakârlığın azaldığı yerlerde yalan dolan, hile, ahlâksızlık artar ve insanlar iki yüzlü olurlar. Böyle bir ortamda doğru sözlü olan, sözünü esirgemeyen ve sakınmadan herkesi eleştiren kişiyi kimse sevmez. Herkes onu kınar, yanından ve yöresinden uzaklaştırmaya çalışır. Çünkü bu kişi doğru sözleriyle ahlâksızlık üzerine bina edilmiş menfaat düzenini bozmaya çalışır ve çok kimseyi rahatsız eder. Dolayısıyla çıkarları zedelenen, kusurları yüzüne söylenen, ikiyüzlülükleri yüzlerine çarpılan insanlar tarafından hor görülüp kovulurlar.

Doğru söz (ağıdan) acıdır.
Kimi insanlara (özellikle yalancı, çıkarcı, ahlâkı bozuk) kusurlarını, yanlışlarını, düzensizliklerini, yolsuzluklarını ortaya çıkaran sözleri yüzüne karşı söylemek çok acı gelir. Çünkü çoklukla bu tür insanlar ya açıklarının ortaya çıkmasını istemezler ya da doğru sandıkları hareketlerinin yanlış olduğunu kabul etmezler.

Dokuz at bir kazığa bağlanmaz.
1. Her tedbir, tehlikenin büyüklük oranı düşünülerek alınmalıdır. Gücü büyük olan tehlikelere küçük ya da zayıf tehlikelerle önlenemez.

2. Bir işin başına, birbiri ile anlaşması mümkün olmayan birden çok yetkili kimse getirilmemelidir. Çünkü her biri bir yana çeker, anlaşamaz ve birbirlerine düşerler. İşi aksatıp geciktirirler.

Dolu bardak su almaz.
Bilinmeli ki, her insanın kaldıracağı, taşıyacağı bir yük vardır. Eğer bu yükten fazlası kendisine yüklenir ve taşıması istenirse verimli bir sonuç da umulmamalıdır. Çünkü gücünün üstündeki bir yükün altından yıkılıp kalması, çöküp ezilmesi kaçınılmazdır. Bu bakımdan her kişiye ancak yapabileceği bir işi yüklemek lâzımdır.

Dolu küpün sesi çıkmaz.
Bk. &#;Boş fıçı çok langırdar.&#; Domuz derisi post olmaz, eski düşman dost olmaz.
İslâm dinine göre domuzun her şeyi pistir. Eti haramdır, beslenmesi yasaktır. Bu nedenle onun derisi de kullanılamaz. Üstünde namaz kılınamadığı gibi oturulamaz da. Eski düşman da domuz derisi gibidir. Ne kadar iyi niyet beslerse beslesin, yakınlık gösterirse göstersin ona güvenilemez; dostluğuna inanılamaz. Hiç ummadığımız bir zamanda bize kötülük yapabilir. Çünkü kolay kolay düşmanlık duyguları silinmez.

Dost acı söyler.
Dost sevilip güvenilen, yakın arkadaş, gönüldaş, iyi görüşülen kimsedir. Dostlar hiçbir çıkar kaygısı gütmeden yaklaşırlar insana. Düşman kimselerin aksine, insanın iyiliğini isterler. Sevinci paylaştıkları gibi üzüntüyü de paylaşırlar. Bu bakımdan dostlarımız olanlar eksikliklerimizi, kusurlarımızı, yanlışlıklarımızı yüzümüze karşı söylemekten çekinmezler. Bizi memnun etmek için değil doğruyu göstermek için konuşurlar. Amaçları bizi düzeltmek, acı da olsa gerçeği yüzümüze söylemektir. Bu bakımdan iyiliğimiz için söyledikleri sözlerden ötürü onlara kırılmamalıyız.

Dost başa bakar, düşman ayağa.
Temiz giyinip kuşanmak hem dost, hem de düşman için oldukça önemlidir. Bu durum başımızı yukarıda görmek isteyen dostlarımızı sevindirecek, ayağımızın kaymasını bekleyen düşmanlarımızı da kahredecektir.

Dost dostun eyerlenmiş atıdır.
Hakikî dost, dostunun en sıkışık zamanında yardımına koşmaya hazır durumda bekler.

Dost ile ye, iç; alış veriş etme.
Her türlü alış verişin temelinde çıkar yatar. Dolayısıyla çıkarların çatıştığı yerde tatsızlıkların baş göstermesi, giderek de dostluğu bozması mümkündür. O hâlde dostluklarını sürdürmek isteyen kimseler birbirleriyle alışveriş yaparken ya çok dikkatli olmalı, ya da alışveriş yapmaktan mümkün olduğunca kaçınmalıdırlar.

Dost kara günde belli olur.
Varlıklı, iyi, güzel ve mutlu günlerimizde bizimle dostluk kuran, arkadaşlık eden, yanımızdan ayrılmak istemeyen çok olur. Herkesin mutluluktan bir pay almaya çalıştığı böyle günlerimizde, etrafımızdaki bu kişilerin hepsine gerçek dost diyebilir miyiz? Kuşkusuz hayır. Bu ancak işlerimizin kötü gittiği, üzüntülerimizin arttığı, felâketlerin bizi boğmaya çalıştığı günlerimizde belli olur. İyi ve mutlu günlerimizde olduğu gibi, bizi kara günlerimizde de yalnız bırakmayan, sıkıntılarımızı paylaşan kişiler gerçek dostlarımızdır.

Dostluk başka, alış veriş başka.
Alış verişin temelinde çıkar, dostluğun temelinde ise fedakârlık yatar. Bunu bilip dost kalmak isteyenler alış verişlerini arkadaşlık ilişkisinden ayrı tutarlar. Bu kişiler arasındaki dostluk, birinin ötekine fedakârlık yapmasını gerekli kılmaz.

Dostun attığı taş baş yarmaz.
Dostun acı sözünden veya sert davranışından bize kötülük gelmez. Biliriz ki, onun bu yaptığı bizim iyiliğimiz içindir.

Duvarı nem, insanı gam yıkar.
Bk. &#;Demir nemden, insan gamdan çürür.&#;

Dünya malı dünyada kalır.
Mal, varlık, servet, insanın hoşuna gidecek durum ve şartların bütünü bu dünya içindir. İnsan bunların hiçbirini öldükten sonra öbür dünyaya götürecek güçte değildir. Öbür dünyaya götüreceği ise iyilik ya da kötülükleridir. Bu bakımdan dünya malına fazla tamah etmemeli, kendisini sıkıntıya sokmamalı, gerek kendisi ve gerekse başkaları için malını harcamaktan kaçınmamalıdır.

Dünya Sultan Süleyman&#;a bile kalmamış.
Peygamber Hz. Süleyman, aynı zamanda büyük ve zengin bir hükümdardı da. İnsan, cin, hayvan ve rüzgâr bile Allah`ın izniyle onun hükmüne tâbi idi. Ancak o bile bu eşsiz egemenliğine rağmen ölümden kurtulamadı, öbür dünyaya gitti. O hâlde ibret alınmalı, bu dünyaya tamah edip bel bağlanmamalıdır.

Dünya tükenir, yalan tükenmez.
Dünyada yalancıları saymak mümkün değildir. Yalancıların çokluğu, yalanın hemen her yerde barınmasına imkân hazırlamıştır. Yalanın ortadan kalkması, insanların yalan söyleme alışkanlıklarından vazgeçmeleriyle mümkündür. Ancak bu da çok zordur, dolayısıyla yalan sürüp gidecektir.

Düşenin dostu olmaz, hele bir yol düş de gör.
Zenginliğini, makamını, itibarını kaybeden ve bir felâketle karşılaşan kişinin etrafında kimse kalmaz; iyi, güzel ve mutlu günlerin dostları birer birer kaybolur; çünkü çıkar sağladıkları kaynak kurumuştur. Bunun böyle olduğunu ise, ancak bu duruma düşen bilir.

Düşman düşmana rahmet (gazel, yasîn) okumaz.
Hiçbir zaman düşmandan bir yakınlık, yumuşama ve bir iyilik umulup beklenmemelidir. O, eline fırsat geçse kötülüklerin en beteriyle üstünüze yürür.

Düşmez, kalkmaz bir Allah.
Hayatta hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Hemen her şey değişip hâlden hâle girer. Sağlıklı bir insan hastalanabilir, zengin de yoksul düşebilir. Küçük imkânlar içinde olanlar büyük imkânlara kavuştukları gibi, büyük imkânlar içinde olanlar da ellerindekini yitirebilirler. Olumlu ve olumsuz tüm değişmelerin dışında kalan sadece Yüce Allah`tır. Bu bakımdan insan kendini büyük görmemeli, elindeki imkânların sürekli varolacağını düşünüp de kibirlenmemelidir.

AÇIKLAMALI ATASÖZLERİ SÖZLÜĞÜ

Dağa kaldırmak: Herhangi bir sebepten ötürü birini zorla dağa veya ıssız bir yere götürüp orada alıkoymak.&#;Eşkıyalar, karakol komutanının oğlunu dağa kaldırmışlar; ne istedikleri henüz belli değil.&#;

Dağarcığına atmak: Yeni bilgilerini, eski bilgilerine katmak; yeni bilgileri zihnine yerleştirmek.&#;Öğrendiği her yeni bilgiyi dağarcığına atmayı ihmal etmedi.&#;

Dağdan gelip bağdakini kovmak: Daha sonradan geldiği bir yere ya da karıştığı bir işte eskiden beri bulunan bir kişinin yerini almaya çalışmak.&#;Şu densize bak hele, dağdan gelip bağdakini kovuyor!&#;

Dağ doğura doğura fare doğurdu: Önemli gibi görünen şeylerden önemsiz bir sonuç çıkması durumunda söylenir.

Dağlara düşmek: Sıkıntı, üzüntü sebebiyle insanlardan kaçıp ıssız yerlerde yaşar olmak.&#;Annesinin ölümünden sonra dağlara düştü.&#;

Dağları devirmek: Çok büyük güçlüklerin altından kalkmak, ağır işleri başarmak.&#;O, dağları devirir bir adamdır.&#;

Dalavere çevirmek: Yalan, dolan ve hile ile kötü bir iş yapmak; düzen kurarak gizlice başkasını aldatmak.&#;Yine bir dalavere çevirmesin bu adam!&#;

Dal budak salmak: 1. Karmaşık biçimde yayılıp genişlemek. 2. Soy ya da dostluk yönünden genişleyip yayılmak.&#;Bu mesele daha fazla dal budak salmadan hemen halledilmeli.&#;

Daldan dala konmak: Çok sık, düşünce ya da konu değiştirmek.&#;Daldan dala konmayı bırak da bir işe sarıl artık.&#;

Dalına basmak: Hiç hoşlanmadığı şeyleri yaparak birisini öfkelendirmek.&#;Dalıma basıp da beni çileden çıkarma lütfen!&#;

Dallanıp budaklanmak: Genişleyip yayılmak, gittikçe büyüyerek karışık bir durum almak.&#;İşi dallandırıp budaklandırmada üstüne yok hani!&#;

Damdan düşer gibi: Aniden, yersiz olarak (söz söylemek).&#;Damdan düşer gibi söz söyleyince ortalık birbirine girdi.&#;

Damgasını vurmak: Biri hakkında kötü bir yargıya varmak.&#;Allah`tan korkmazsan ona hırsızlık damgasını vur da rezil olsun.&#;

Damokles`in kılıcı: Kişiyi korku ve baskı altında tutan büyük ceza tehdidi.&#;Damokles`in kılıcı gibi başımda dikilip durma öyle!&#;

Dananın kuyruğu kopmak: Olay patlak vermek, beklenen ve korkulan sonucun gerçekleşmesi.&#;Dananın kuyruğu bu gece kopacak, inşallah hayır demezler.&#;

Danışıklı dövüş: Şike; önceden aralarında bir anlaşma olduğu hâlde, sanki böyle bir anlaşma yokmuş gibi davranarak başkalarını aldatmak.&#;Danışıklı dövüş insanların mertlik anlayışını tamamen öldürdü.&#;

Dara düşmek: 1. Paraca sıkıntıya uğramak. 2. Sıkıntılı, tehlikeli bir durumla karşılaşmak.&#;İyice dara düştük, geçinmekte güçlük çekiyoruz.&#;

Dara getirmek: Aceleye getirmek, gerektiği gibi zaman ayıramamak.&#;Biraz erken kalkalım da dara getirmeden yapalım işi, güzel olsun.&#;

Dar boğaz: Sıkıntılar ve güçlükler içinde geçirilen, geçici kabul edilip sonunda ferahlık umulan durum.&#;Evel Allah bu dar boğazı da aşacağız.&#;

Dar hayat: Sıkıntılar, güçlükler, zorluklar içinde sürdürülen hayat.

Darda kalmak: 1. Zor duruma düşmek. 2. Paraca sıkıntı çekmek.&#;Öğretmeninin karşısında darda kalmak istemeyen Ahmet, ödevini yapmayı hiç ihmal etmezdi.&#;

Dar gelirli: Geçim sıkıntısı çeken, kazancı normal olarak geçimini sağlamaya yetmeyen.&#;Dar gelirli ailelerin çocuklarının çoğu okulu yarıda bırakmak zorunda kalıyorlar.&#;

Darısı (dostlar) başına: &#;Kavuştuğum başarı ve mutluluğa tüm dostlarımın da kavuşmasını isterim&#; anlamında kullanılır.

Dar kafalı: Anlayışı, kavrayışı az; yeniliklere açık olmayan.&#;Dar kafalı insanlarla anlaşmak oldukça zordur.&#;

Davul çalmak: Bir şeyi herkesin duyabileceği biçimde ortalığa yaymak.&#;Davul çalıp bizi elâleme rezil etti.&#;

Defe (tefe) koymak: Dedikodusunu yapmak, kınayan bir dille başkalarına anlatmak, alaya almak.&#;Sakın söyleme, yoksa bizi defe koyarlar.&#;

Defterden silmek: İlişkisini kesmek, yok saymak, adını anmaz olmak, unutmak.&#;Ali`yi defterden iyice sildim.&#;

Defteri dürülmek: 1. İşine son verilerek bir yerden uzaklaştırılmak. 2. Ölmek ya da öldürülmek.&#;Onun da defterini dürecekler yakında.

Defteri kapamak: İlgiyi kesmek, uğraşmaz olmak, söz konusu işi yapmaz olmak. &#;O defteri kapadık biz, artık soru sormayın.

Deli divane olmak: Bir şeyi, bir kimseyi aşırı derecede sevmek, ona tutkun olmak.&#;Delikanlı o kız için deli divane Oluyordu.&#;

Deli fişek: Atak, delişmen, delice işler yapan, şımarık.&#;Bırak artık şu deli fişek adamla arkadaşlık etmeyi.&#;

Deliksiz Uyku Hiç uyanmadan, çok rahat, uzun süre uyunulan uyku.&#;Bu gece deliksiz bir uyku çekip yorgunluğumu atmak istiyorum.&#;

Demir atmak: 1. Çapasını denize atmak. 2. Bir yerde uzun süre kalmak.&#;Gemiler fırtına başlayınca koya girip demir attılar.&#;

Dem tutmak: Bir çalgıya, bir başka çalgı veya sesle eşlik etmek.

Denizden çıkmış balığa dönmek: Yeni bir işe, ortama, duruma alışmakta zorluk çekmek.&#;Eski işinden ayrılıp, yeni işine başlayınca denizden çıkmış balığa dönmüştü.&#;

Derdine düşmek: Yapılması gereken bir şeyi gerçekleştirmenin yollarını aramak.&#;Sana ne ki o işin derdine düştün?&#;

Dert ortağı: 1. Aynı derdin, sıkıntının içinde bulunanlardan her biri. 2. Bir kimsenin derdini paylaştığı, anlattığı yakın dostu.&#;Onlar yıllar yılı birbirlerinin dert ortağı olarak yaşamışlardı.&#;

Destan olmak: Yaptığı (kötü) bir işten dolayı şöhreti yayılmak.&#;Karısına bağırdı diye annesini kapıya attı, bütün civar köylere destan oldu.&#;

Devede kulak: Bütüne göre çok ufak bir parça.&#;Onun yaptığı iş devede kulak kalır.&#;

Deve kini: Bitmeyen, geçmeyen, unutulmayan büyük kin.&#;Tam anlamıyla bir deve kini besliyordu komşusuna karşı.&#;

Deveye hendek atlatmak: Birisine yapılması çok zor, hemen hemen yapamayacağı bir işi yaptırmaya çalışmak.&#;Senin yaptığın deveye hendek atlatmak, bırak şu garibin yakasını.&#;

Devlet kuşu: Umulmadık, iyi talih; zenginlik, mutluluk getiren talih.

Dışı eli (seni) yakar, içi beni: &#;Dıştan görünüşü, herkesi imrendirecek kadar güzel ama içyüzü elverişsiz, kötü, sahibini üzücü&#; anlamında kullanılır.&#;Ah bir bilseler işin iç yüzünü, dışı eli yakar, içi beni.&#;

Diken üstünde oturmak: Bir yerde tedirginlik duymak, her an kalkmak durumunu belirtir olmak, huzursuz olmak.&#;İnan, diken üstünde oturuyorum şurada.&#;

Dikine gitmek: İnatçılık etmek, bildiğini yapmaya çalışmak, kimsenin uyarısına kulak asmamak.&#;Biraz daha dikine giderse başına büyük bir belâ Gelecek bu çocuğun.&#;

Dikiş tutturamamak: Bir yerde, bir işte bir sebepten ötürü başarı sağlayamayıp uzun süre kalmamak.&#;Bir şeyde dikiş tutturamadı, şimdi boşta gezip duruyor.&#;

Dikiz etmek: Bir yeri, olayı, birinin hareketlerini gizlice ve gözünü ayırmadan dikkatlice izlemek.

Dilden dile dolaşmak: Her yerde, pek çok kimse tarafından bahis konusu olmak.&#;Ata sözleri dilden dile dolaşarak günümüze kadar geldi.&#;

Dil dökmek: Kandırmak, inandırmak ya da yararlanmak için tatlı sözler söylemek.&#;Peşine düşen çocuğu ne kadar dil döktüyse de evde kalmaya razı edemedi.&#;

Dil ebesi: Çok fazla ve esprili konuşan.&#;Dil ebesi bir adam o, sen onunla başa çıkamazsın.&#;

Dile (dillere) düşmek: Hakkında dedikodu yapılmak.&#;Allah kimseyi dile düşürmesin, kadıncağız sokağa çıkamaz oldu.&#;

Dile gelmek: 1. Konuşma yeteneği yokken Konuşmak, dillenmek. 2. Dile düşmek.&#;Dile geldi dağlar, avuttu onu!&#;

Dile getirmek: 1. Bir meseleyi belirtmek, ortaya atmak, anlatmak, açıklamak. 2. Birini konuşturmak.&#;Hiç umulmadık bir anda konuyu dile getirdi, hepimizin anlamasını sağladı.&#;

Dile kolay: Söylenmesi kolay ama yapılması ortaya konması ya da katlanılması çok güç.&#;Evet, dile kolay, haydi yap da görelim.&#;

Dili açılmak: Herhangi bir sebepten dolayı konuşamayan kimse, birden konuşmaya başlamış olmak.&#;Dili açıldı çok şükür!&#;

Dili dolaşmak: Heyecan, korku ya da bir hastalık sebebiyle söyleyeceğini şaşırmak, karıştırmak, açık olarak ifade edememek.&#;Babasını aniden karşısında görünce dili dolaştı, kekelemeye başladı.&#;

Dili dönmemek: 1. Bir sözü doğru ve düzgün söylemeyi becerememek, yanlışsız konuşamamak. 2. Amacını iyi anlatamamak.&#;İnşaallah dilim dönmeden meseleyi anlatır da kurtulurum ondan.&#;

Dilinden kurtulamamak: Yaptığı bir kabahatten ötürü sürekli olarak, bir kimsenin Sitem, eleştiri ve sataşmalarına uğramak.&#;Ne yapmalıyım da dilinden kurtulmalıyım onun?&#;

Dilinde tüy bitmek: Sık sık söylemekten bıkmak, usanmak.&#;Size söyleye söyleye dilimde tüy bitti.&#;

Diline dolamak: 1. Bir kimsenin dedikodusunu yapmak, kötü tarafını her yerde söylemek. 2. Bir şeyi her fırsatta söyler olmak.

Dilinin altında bir şey olmak: Bir kimsenin sözlerinden açıkça söylemediği bir şeyler olduğu anlaşılmak.&#;Dilinin altında bir şey olduğunu biliyorum ama bir türlü söyletemiyorum.&#;

Dilinin ucuna gelmek: 1. Tam söyleyecekken vazgeçip söylememek. 2. Hatırladığı şeyi söyleyecekken yine unutuvermek.&#;Dilinin ucuna geldi ama utandığı için söyleyemedi.&#;

Dilini tutmak: Sonunu düşünerek gelişigüzel konuşmaktan sakınmak, ölçülü konuşmak, rast gele konuşmamak.&#;Dilini tutmasını bilmeyenlerin başına neler geldiğini sana söylemediler mi?&#;

Dilini yutmak: Büyük bir korku, şaşkınlık ya da sevinç karşısında konuşamaz hâle gelmek.&#;Korkudan neredeyse dilini yutacaktı.&#;

Dilin kemiği yok ya!: 1. Önceden söylediği sözü başka biçimlere sokarak inkâr etmek. 2. İnsan konuşurken bazı hatalar yapabilir, doğru ve yanlış her şeyi söyleyebilir.

Dili olsa da söylese: &#;Cansız nesneler, hayvanlar konuşabilseler, bazı olaylara tanıklık edebilseler ne iyi olurdu&#; anlamında kullanılır.

Dili tutulmak: Herhangi bir sebepten ötürü söz söyleyemez duruma gelmek.&#;Sevinçten dili tutuldu bizim kızın.&#;

Dili uzun: İncitici, kırıcı sözler söyleyen, saygısız kimse.&#;O uzun dilini bana kestirmeden çek içeri!&#;

Dili varmamak: Bir sözü söylemeye gönlü razı olmamak.&#;Sana git demeye dilim varır mı sanıyorsun?&#;

Dillerde dolaşmak: Her yerde kendisinden, ondan söz edilmek.&#;Cephede gösterdiği yararlılıklardan sonra adı dillerde dolaşır oldu.&#;

Dillere destan olmak: Bir olay veya nitelik halk arasında yayılmak.&#;Ona öyle bir oyun oynayacağım ki dillere destan olacak!&#;

Diline pelesenk etmek: Bir sözü her zaman, yerli yersiz tekrarlamak.&#;Şey sözünü diline pelesenk etmişsin, her cümlenin başında kullanıyorsun.&#;

Dil uzatmak: Bir kimse veya bir şey için kötü söz söylemek.&#;Ben öğretmenime dil uzattıracak adam değilim.&#;

Dil yarası: Acı, ağır ve kötü sözün gönülde bıraktığı kırgınlık.&#;Bıçak yarası geçer, dil yarası geçmez demişler.&#;

Dimyat`a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak: Daha iyisini elde etmek uğruna çalışırken elindekilerini de yitirmek.&#;Gel şu işten vazgeç, Dimyat`a pirince giderken evdeki bulgurdan da olma.&#;

Dinden imandan çıkmak: Çok sinirlenmek, öfkelenmek, kızgınlık duymak.&#;İnsanı dinden imandan çıkarıyorsun, yapma şu hareketleri!&#;

Dinden imandan olmak: Dinî inancını yitirmek, mürtet olmak.

Dini bir uğruna: Müslümanlık davası yoluna (iş yapmak).

Dini bütün: Dinin emirlerini eksiksiz yerine getirmeye çalışan, inancı sağlam olan, dinine çok bağlı.&#;Her Müslüman dini bütün olmak zorundadır.&#;

Dipsiz kile boş ambar: Para, mal tutamayanın durumunu ya da verimsiz, sonuçsuz bir işi anlatmak için kullanılır.&#;Memurların işi tam anlamıyla dipsiz kile boş ambar, sıfıra sıfır elde var sıfır.&#;

Dirlik düzenlik: Bir arada yaşayan, çalışan kimseler arasında iyi geçim, güven, sevgi ve anlaşma hâli.&#;Bir aileye önce dirlik ve düzenlik gereklidir.&#;

Dirsek çevirmek: Daha önce birlikte iş yaptığı, anlaştığı kimseden, artık ihtiyaç duymadığı için yüz çevirmek; bir kimseyi kendinden uzaklaştıracak Davranışlarda bulunmak.&#;Onun da dirsek çevireceğini hiç beklemezdim.&#;

Dirsek çürütmek: Okumak, öğrenim görmek için uzun yıllar çalışmak.&#;Desene boşuna dirsek çürütmüşsün.&#;

Diş bilemek: Öç almak, kötülük yapmak için fırsat kollamak; öfkesini gösterir durum almak.&#;Bana diş bilediği bakışlarından belli.&#;

Dişe dokunur: Hatırı sayılır, işe yarar, belirtilmeye değer, önemli.&#;Dişe dokunur bir iş yapmışsın, aferin çocuğum.&#;

Diş geçirememek: Etkisiz kalmak, güç yetirememek, hükmünü yürütüp sözünü dinletememek.&#;Bir çocuğa diş geçiremiyorsun, ne biçim annesin sen!&#;

Diş gıcırdatmak: Kızgınlığını, öfkesini kimi davranışlarıyla belli etmek.&#;Dediğini yaptıramayınca dişlerini gıcırdatmaya başladı.&#;

Diş göstermek: Güçlü olduğunu, kendine güvendiğini, saldırabileceğini davranışlarıyla belli etmek; tehdit etmek.&#;Biraz diş göstersen hemen yola geleceklerdir.&#;

Dişinden tırnağından artırmak: Yiyeceğinden, içeceğinden vb. ihtiyaçlarından keserek zorla biriktirmek.&#;Seni, dişimden tırnağımdan artırdığım parayla okuttum!&#;

Dişine göre: Yapabileceği, gücünün yeteceği, becerebileceği, uygun bir durumda.&#;Tam da dişime göre, onu yenebilirim.&#;

Dişini sıkmak: Darlığa, sıkıntıya dayanmak; her türlü zorluğa katlanmak.&#;Biraz daha dişini sıkmalısın, inşallah yakında rahata kavuşacağız.&#;

Dişini tırnağına takmak: Çok büyük zorluklara, sıkıntılara, darlıklara katlanarak bütün gücünü kullanıp çalışmak.&#;Biz bu evi dişimizi tırnağımıza takarak yaptık, yıkmalarına izin vermeyeceğim!&#;

[ad3]

Diş kirası: 1. Eskiden sarayda ya da konaklarda zenginlerin iftara çağırdıkları yoksullara verdikleri armağan veya para. 2. Harcadığı emek dışında bir kimsenin fazladan sağladığı çıkar.

Dişinin kovuğuna bile gitmemek: Çok az gelmek (yiyecekler için).&#;Açlıktan kırılıyorduk, önümüzdeki yiyecekler dişimizin kovuğuna bile gitmeyecek kadardı.&#;

Diz boyu: Dize kadar (yükseklik veya alçaklık için).&#;Çukuru diz boyu kazmışlardı.&#;

Diz çökmek: 1. Dizini yere koyarak oturmak. 2. Teslim olmak.&#;Düşman askerleri önümüzde diz çökmüşlerdi.&#;

Dize gelmek: Teslim olmak, boyun eğmek, yenilmek, güçlünün buyruğunu kabullenmek.&#;Bizim kitabımızda dize gelmek yoktur!&#;

Dize getirmek: Kendisine karşı geleni alt ederek buyruğunu dinler duruma getirmek, boyun eğdirmek.&#;İki saatte düşmanı dize getirebiliriz.&#;

Dizgini (dizginleri) ele almak: Yönetimi ele geçirmek, işi kendisi yönetmeye başlamak.&#;Dizginleri ele almazsak fabrika kargaşa içinde boğulup kalacak, üretim yapılamayacak.&#;

Dizginleri salıvermek: Başıboş bırakmak, sıkı tuttuğu yönetimi gevşetmek.&#;Yönetim, dizginleri salıverince insanlar rahat bir nefes aldılar.&#;

Dizini dövmek: Çok pişman olmak.&#;Çocuklarını küçük yaşta eğitmezsen sonradan dizini döversin.&#;

Dizinin (dizlerinin) bağı çözülmek: Korkudan, heyecandan, yorgunluktan ayakta duramayacak hâle gelmek.&#;Yokuşu çıktım ama dizlerimin de bağı çözüldü.&#;

Dizlerine kapanmak: Yalvarmak, kendini küçük düşürecek kadar çok yalvarmak, başını dizlerinin üzerine koymak.&#;Göreceksin, günün birinde dizlerine kapanacak babasının.&#;

Dobra dobra söylemek: Hiçbir şeyden çekinmeden, sözü eğip bükmeden, dosdoğru, açık açık konuşmak.&#;Dobra dobra konuşan insanları severim.&#;

Doğmamış çocuğa don biçmek: Henüz ele geçmemiş bir şey, gerçekleşmesi kesin olarak bilinmeyen bir durum için hazırlık yapmak.

Dokuz doğurmak: 1. Bir işi güçlükle ve sıkıntı içinde sonuca ulaştırmak. 2. Merakla, heyecanla, sabırsızlıkla, sıkıntı çekerek beklemek.&#;İşe geç kalmıştı, yeni araba gelinceye kadar dokuz doğurdu.&#;

Dokuz köyden kovulmuş: Geçimsizliği, hatalı davranışları yüzünden birçok yerden atılmış kimse.

Dolap çevirmek: Hile, düzen ve dalavere ile iş yapmak.&#;Yine ne dolap çeviriyor acaba?&#;

Dolma yutmak: Kanıp aldanmak.&#;Ona dolma yutturacağını hiç sanmam!&#;

Dolu dizgin: 1. Son hızla (süvari ve at arabası için). 2. Önüne geçilemeyecek biçimde, çok fazla olarak.&#;Kinlerimizi dolu dizgin salıverdik düşmanın üstüne.&#;Doluya koydum almadı, boşa koydum dolmadı: İçinden çıkılamayan güç bir durum karşısında söylenir. &#;Her yolu denedim, çözüm yolu bulamadım&#; anlamına gelir.

Domuzdan kıl çekmek: Sevilmeyen, eli sıkı olan, cimri bir kimseden bir şey alabilmek.&#;Domuzdan bir kıl koparmak kârdır.&#;

Don gömlek: Çıplak, üzerinde sadece don ve gömlek var denilecek kadar soyunmuş hâlde.&#;Adamı, don gömlek kalacak kadar soydular.&#;

Dostlar alışverişte görsün: Gösteriş olsun; amaç iş yapıyor görünmek, iş yapmak değil.&#;Güya çalışıyor, dostlar alışverişte görsün!&#;

Dökülüp saçılmak: 1. Bir şey uğruna fazla para harcamak, masraf etmek. 2. Soyunmak, çok açık giyinmek.&#;Düğün yapıyorum diye sakın dökülüp saçılma, yoksa kendini toplayamazsın.&#;

Dört ayak üstüne düşmek: Tehlikeli bir durumdan hiç zarar görmeden kurtulmak.&#;Nasıl oluyor da, bu adam hep dört ayak üstüne düşüyor?&#;

Dört başı mamur: Her yanı bakımlı, elverişli, güzel, tam istenildiği gibi.&#;Alırsam dört başı mamur bir ev alacağım.&#;

Dört dönmek: Bir işi yapmak için korku, heyecan, telâş, şaşkınlık içinde sağa sola koşmak, çare aramak.&#;Kadıncağız haberi alır almaz odanın içinde dört dönmeye başladı.&#;

Dört elle sarılmak: Yapacağı işe büyük bir önem verip özen göstererek girişmek.&#;Başarılı olmak mı istiyorsun, dört elle sarıl işine!&#;

Dört gözle beklemek: Özleyerek, çok isteyerek, büyük bir sabırsızlıkla beklemek.&#;Annemin yolunu dört gözle beklemeye başladım.&#;

Dudak bükmek: Umursamamak, beğenmemek, küçümsemek.&#;Yeni alınan elbiseye şöyle bir dudak büküp geçti.&#;

Dudak ısırmak: Hayret etmek, şaşırmak.&#;Beni karşısında görünce dudağını ısıracak eminim.&#;

Dudak ısırtmak: 1. Hayran bırakmak. 2. Şaşkınlığa, hayrete düşürmek.&#;Yazdığı son kitabıyla dudak ısırttı herkese.&#;

Duman attırmak: Geride bırakmak, zor duruma düşürmek, birini yıldırmak.&#;Silâhını çeken komutan etrafa duman attırmaya başladı.&#;

Duman etmek: Bozmak, ortalığı dağıtmak, yok etmek; yenmek, birine karşı başarı sağlamak.&#;Askerler ortalığı toz duman ettiler.&#;

Dumanı üstünde: 1. Çok taze (sebze ve meyve için). 2. Çok yeni, üzerinden zaman geçmemiş.&#;Şu elmalara bak, daha dumanı üstünde bunların.&#;

Duman olmak: 1. Ortadan kaybolmak. 2. Durumu, düzeni, işi bozulmak. Kötü olmak.&#;Çabuk duman ol buradan, gözüm görmesin seni!&#;

Durduğu yerde: 1. Hiç gereği yokken. 2. Kolaylıkla, hiç emek ve çaba harcamadan.&#;Adam durduğu yerde para kazanıyor, anlamadım bu işi!&#;

Durup dinlenmeden: Sürekli olarak, ara vermeden, arka arkaya.&#;Yıllar yılı durup dinlenmeden çalıştım sizin için.&#;

Durup dururken: 1. Birden bire, ansızın. 2. Hiç gereği veya sebebi yokken.&#;Durup dururken bir tokat attı arkadaşına.&#;

Dut yemiş bülbüle dönmek: Susmak; konuşkanlığını, sevincini, neşesini yitirmek; sesi çıkmaz olmak.&#;Onu dut yemiş bülbüle döndürmezsem bana da Hasan demesinler!&#;

Düğüm noktası: Bir meselenin sonuçlandırılması için çözülmesi, açıklığa kavuşturulması gereken en güç yanı.&#;Biz işin daha düğüm noktasını tespit etmiş değiliz ki!&#;

Düğün bayram etmek: Çok sevinç duymak, topluca neşeli bir duruma kavuşmak.&#;Ağabeyim savaştan sağ salim dönünce ailece bayram ettik.&#;

Düğün evi gibi: Çok kalabalık ve telâşlı görülen yer.&#;Hayrola, dün akşam sizin sokak düğün evi gibiymiş!&#;

Dümen çevirmek: Düzen kurup, hileli iş yapmak.&#;Yine ne dümen çeviriyorsunuz siz?&#;

Dümen kırmak: Yön değiştirmek.

Dümen suyunda gitmek: Birine bağımlı olmak, birinin tuttuğu yolu izlemek, hemen her şeyde ona uyarak onun istediğini yapmak.&#;Başkasının dümen suyundan gidenler kişiliklerini bulamazlar.&#;

Dünkü çocuk: Deneyimi az, toy acemi.&#;Dünkü çocukların aklına ihtiyacım yok benim.&#;

Dünya başına yıkılmak: Dara düşmek, felâkete uğramak, umutlarını yitirmek, çok üzülüp acı çekmek.&#;Trafik kazasında kocasını ve iki çocuğunu kaybeden kadının dünyası başına yıkılmıştı.&#;

Dünya bir araya gelse: &#;Bütün insanlar engel olmaya kalksa bile, asla, hiçbir zaman, kim ne derse desin&#; anlamında, yine bildiğini yapma durumu için kullanılır.&#;Dünya bir araya gelse de ben o adamla barışmam.&#;

Dünyadan elini eteğini çekmek: Bir kenara çekilip toplum ile ilişkisini kesmek, toplumun yaşayışına karışmaz olmak, daha çok ibadetle meşgul olmak ve dünya işleriyle ilgilenmez olmak.&#;Bizim komşu her nedense dünyadan elini eteğini çekti, görünmez oldu sanki.&#;

Dünyadan haberi olmamak: Çevresinden, çağından ve çağının getirdiklerinden, zamanında yaşanan hayattan haberli olmamak.&#;Sen dünyadan haberi olmayan bir adamsın, ne anlarsın bu işten, lütfen karışma!&#;

Dünya gözü ile: Ölmeden önce, yaşarken.&#;Dünya gözü ile Almanya`daki kardeşimi bir daha görsem.&#;

Dünyalar onun olmak: Oldukça çok sevinmek.&#;Babası istediği oyuncağı getirince dünyalar onun oldu sanki.&#;

Dünyanın kaç bucak olduğunu anlamak: Dünyada insanın başına neler gelebileceğini öğrenmek, zorluklarla karşılaşmak, tecrübe kazanmak.&#;Elbet sen de bir gün dünyanın kaç bucak olduğunu anlayacaksın.&#;

Dünyanın öbür ucu: Çok uzak yer.&#;Ali de dünyanın öbür ucunda oturuyor.&#;

Dünya yıkılsa umurunda değil: Hiçbir şeyle ilgilenmemek, umursuz olmak, Sorumluluk duymamak.&#;Sakın `dünya yıkılsa umurumda değil` deme bana.&#;

Dünyayı toz pembe görmek: İyimser olmak, üzücü durumlara bile iyi gözle bakmak.&#;Bırak artık şu dünyayı toz pembe görmeyi, aç gözlerini!&#;

Düşe kalka: 1. İşi kimi zaman iyi, kimi zaman kötü olarak güçlükle, uğraşa uğraşa (yapmak). 2. Biriyle yakın ilişki kurarak.&#;Sokak serserileriyle düşe kalka iyice bozuldu, sapıttı.&#;

Düşeş atmak: Umulmadık bir başarı kazanmak.&#;Düşeş attı bizim oğlan, şimdi yanına da yaklaştırmaz kimseyi.&#;

Düşman çatlatmak: Nisbet yapmak, iyi durum ve başarılarıyla düşmanı kızdırmak ve kıskandırmak.&#;Düşman çatlatmakta da üstüne yok senin!&#;

Düşman kesilmek: Düşman olmak, düşman gibi görünüp tavır almak.&#;Yalnız benim değil, bütün ailenin düşmanı kesilmişti.&#;

Düşünüp taşınmak: Bir meseleyi enine boyuna tartmak, konuyu bütün yönleriyle incelemek, iyice düşünüp ona göre davranmak.&#;Acele etme, düşünüp taşın öyle karar ver.&#;

Düşüp kalkmak: 1. Yakın arkadaşlık etmek. 2. Yasa ve gelenek dışı kadın ve erkekle birlikte yaşamak veya sık sık bir araya gelmek.&#;Seni bu hâle getirenler düşüp kalktığın arkadaşlarındır. Hâlâ anlamadın mı?&#;

Düttürü Leylâ: Gülünç, tuhaf, daracık ve kısacık giyinmiş kadın.&#;Sana hiç yakışmamış, düttürü Leylâ gibi olmuşsun.&#;

D harfi ile başlayan deyimler ve anlamları

Dağa çıkmak : Hükümete başkaldırıp dağda, kırsal yörelerde eşkıyalık yapmak.
Dağa kaldırmak (birini) : İstediğini elde etmek için birini dağa kaçır mak.
Dağ başı: Kent dışı, ıssız yer. Yasaların geçmediği, herkesin dilediğini yapabileceği yer.
Dağdan gelip bağdakini kovmak : Sonradan geldiği halde oraya ken dinden önce gelip yerleşmiş olanların hakkını çiğnemek, onları be ğenmez olmak.
Dağ (doğ ura doğ ura bir) fare doğurmuş (doğurdu) : “Büyük sonuç vermesi beklenen şey küçük bir verim sağladı.” anlamında.
Dağ (dağlar) gibi: Pek iri, çok güçlü (kimse). Göz korkutacak ölçüde çok olan (şey).
Dağlar dayanmaz : “Bu aa felaketin üzüntüsü dayanılacak gibi değil. anlamında.
Dağ taş : Her yan, her taraf.
Daha iyisi can sağlığı: Elde edilen bir şeyle ya da karşılaştırılan bir durumla yetinilmesi gerektiğinde söylenir.
Daha (daha da) neler: “Öyle şey olur mu?” “Amma yaptın ha!” anlamında.
Dalavere çevirmek (döndürmek) : Gizli bir iş çevirmek, yasadışı yol lardan iş becermek.
Dalavere dönmek : Gizliden gizliye bir aldatmaca hazırlanmak.
Dal budak salmak: Bir konudaki haber ya da söylenti, her yana yayılıp genişlemek. Gelişip büyümeye başlamak.
Daldan dala konmak (atlamak) : Sık sık iş, konu ya da düşünce değiştirmek.
Dalgacı Mahmut: Yapılması gereken bir işi benimsemeyen, kaytana kimse için şaka ya da alay yollu söylenir.
Dalga geçmek : Yapması gereken işle uğraşmayıp zihni başka yer de olmak. (Kars. Tünel geçmek.) Biriyle alay etmek, belli etme den eğlenmek; matrak geçmek. (Kars. Maytaba atmak.) Biriyle geçici gönül ilişkisi kurmak.
Dal gibi: Çok ince, çok zayıf (kimse).
Dalına basmak (birinin) : Hoşlanmadığı bir davranışta bulunup onu kızdırmak.
Dalına binmek (birinin) : Onu tedirgin edici, kızdırıcı davranışta bulun mak.
Dallanıp budaklanmak: Bir iş ya da bir sorun genişleyerek karmaşık bir durum almak, çözümü güç bir duruma gelmek.
Dallı budaklı: Çok ayrıntılı, karmaşık, çapraşık, anlatılması ya da çözü mü güç olan.
Dama çıkmak : Cinsel dürtüsü azmak, bunu dışa vurmak.
Damağı kurumak : Çok susamak; boğazı kurumak.
Damak zevki: Yiyeceklerden tat alma, yemekten haz duyma.
Damarına basmak; Duyarlı olduğu bir konuya değinerek onu kızdır mak.
Damarı tutmak : Huysuzluğu üzerinde olmak, aksiliği tutmak.
Dama taş; gibi oynatmak (birini) : Bir kimsenin yerini keyfi olarak sık sık değiştirmek; onu bir yerden bir yere göndermek ya da atamak.
Damdan düşer gibi: Birdenbire ve yersiz olarak söz söylemeyi, ya da söylenen sözü anlatmak için kullanılır.
Damgasını taşımak (bir şey, bîr şeyin) : Bir şey söz konusu şeyin özelliğini taşımak.
Damgasını vurmak (birine, bir şey): O kimse için kötü bir yargıya varmak; onu kötü bir adla adlandırmak.
Damgasına vurmak (biri, bir şeye kendi): O şeye kendisiyle ilgisi olduğunu ya da kendi yapıtı olduğunu belli edecek nitelikler vermek.
Damga vurmak (birine) : Onun hakkında kötü bir yargı vermek.
Damga yemek ; Hakkında kötü bir yargı yerilmiş olmak.
Damoktesira (Demoktes’in) kılıcı (gibi): Oiumsuz durumlarda gerçek leşme olasılığı bulunduğunu hissettiren tehdit.
Dam üstünü saksağan, vur beline kazmaytı : Hiç ilgisi yokken ve birdenbire söylenen söz ya da söz söyleme için alay yollu kullanılır.
Dananın kuyruğu kopmak : Beklenen ya da korkutan durum gerçek leşmek.
Danışıklı dövüş : Başkalarını aldatmak ya da atlatmak amacıyla Önceden yapılmış gizli bir anlaşmaya dayanan tutum, davranış.
Dara düşmek : Para sıkıntısı çekmek.
Dara gelmek: Aceleye gelmek. Zorunda kalmak, mecbur olmak.
Dara getirmek (bir şeyi, birini): Onu aceleye getirmek, onun sıkışık durumundan yararlanmak.
Dar boğaz : Sıkıntılı, bunalımlı durum, dönem.


Darda kalmak : Paraca sıkıntıya düşmek. Zor duruma düşmek
Dar gelirli: Geliri, gereksinmelerini tam olarak karşılayamayan (kim se). (Kars. Orta direk.)
Darısı (dostlar) başına : “İyi, mutlu bir olayın benzerlerini dostların da görmesini dilerim.” anlamında.
Dar kaçmak (bir yerden, bîr şeyden): Kendisi için tehlikeli olabile cek bir yerden, bir şeyden güçlükle kurtulmak.
Dar kafalı: Anlama yeteneği sınırlı olan, anlayışsız (kimse). Tu tucu (kimse).
Davulu biz çaldık, parsayı başkası (el) topladı: “İşi biz yaptık, karşılı ğını başkası aldı.” anlamında.
Dayak arsızı: Dayak yemeğe alışmış (kimse, özellikle çocuk).
Dayak atmak (birine): Onu dövmek; kötek atmak.
Dayak düşkünü (düşmanı) : Dövülmesine yol açacak hareketlerde bulunmayı alışkanlık haline getirmiş (kimse).
Dayak kaçkını: Dayak hak etmiş (kimse).
Dayak yemek: Dövülmek; kötek yemek.
Dediği dedik (çaldığı düdük): Kendi bildiğinden dönmeyen, sözün de ısrar eden (kimse).
Dediğine gelmek : Birinin önceden kabul etmediği düşüncesini sonra dan uygun bulmak
Defibela kabilinden : (esk.) Başından savmak için istemeye istemeye:
Defihacet etmek :fesk.) Büyük aptesini yapmak (Kars. Aptest boz mak.)
Defterden silmek (birini) : Onun adını anmaz olmak, onunla ilişkiyi kesmek, yakınlığa son vermek
Defteri dürülmek : Öldürülmek İşten uzaklaştırılmak
Defteri kabarmak : Borcu çoğaldıkça çoğalmak.
Defteri kapamak: Sözü edilen işi artık yapmaz olmak, o işten bun dan böyle hiç söz etmemek.
Defterini dürmek (birinin) : Onu öldürmek ortadan kaldırmak. Onu perişan edecek bir düzen kurmak.
Değer biçmek (bir şeye) : O şeyin paraca _ karşılığını saptamak, fiyatı nı belirlemek, kıymet biçmek.
Değer vermek : Özel İlgi ve saygı göstermek; monash.pw-t w#nm-.k.
Değil mi ki: Madem, mademki.
Değirmenin suyu nereden geliyor? : “Söz konusu İşin yapılmasını karşılayacak para nasıl sağlanıyor?” anlamında.
Değiştokuş etmek : Değerce eşit olan şeyleri karşılıklı alıp vermek, ta kas etmek
Değme keyfine : “O durumdan çok hoşnut, memnun.” anlamında.
Deli çıkmak : Aklım kaç r m ak.
Deli divane olmak: Bir şeye, kimseye aşırı derecede tutkun olmak; onu çıldırasıya sevmek
Deli dolu : Kabına sığmayan, taşkın ruhlu (kimse).
Delik deşik etmek (bir şeyi, birini*): Bir şeyin her yanında delikler açmak Yaralayıcı bir aletle bir canlının vücudunda birçok yara aç m ak.
Deliksiz uyku : Hiç ara vermeden uyunulan ve uzun süren uyku.
(Kars. Ağır uyku.)
Deli olmak (bîr şeye) : Ona kendinden geçercesine bağlanmak onu çok sevmek O şeyden ötürü çok sinirlenmek
Deli pösteki sayar gibi: Çok karışık, çok parçalı ve iç sı ki a bir işle uğ raşır tarzda.
Deli saçması: Çok saçma ve anlamsız söz.
Deme gitsin (değme gitsin): “Anlatılması çok güç.” anlamında.
Demeye getirmek: Düşüncesini dolaylı yoldan söylemek; dediği gibi olmasını, yapılmasını ima etmek
Demir atmak: Bir yerde uzun süre kalmak
Demir gibi: Pek sağlam, katı, sert (şey). Çok kuvvetli (kimse).
Demir leblebi: Başarılması çok zor olan iş. Alt edilmesi güç, ödün vermeyen, inatçı (kimse).
Dem vurmak (bir şeyden) : Bir konudan söz etmek


Demokles’in kılıcı (gibi): bk Damokles’in kılıcı (gibi).
Deneme tahtası: Üzerinde bilgisizce tedavi, onarım gibi iş yapılan kimse ya da nesne.
Dengi dengine : Herkes, eşit olduğu, kendine uygun olan kimseyle.
Denizden geçip derede boğulmak : bk Çaydan geçip derede bo ğulmak.
Denk gelmek: (Biçim yönünden) Uygun düşmek uygun gelmek (Zaman yönünden) İyi rastlamak, uygun gelmek.
Derdi günü : Baş düşüncesi . Asıl uğraşısı.
Derdine düşmek (bir şeyin) : Yersiz bir hevese kapılmak. Ya pılması gereken bir şeyi gerçekleştirmenin yollarını aramak
Derdini dökmek : Derdini, sıkıntılarını ayrıntılarıyla anlatmak.
Derdini Marko Paşa’ya anlat : “Derdini giderecek, seni dinleyecek
kimse yok.” anlamında.
Dereden tepeden (konuşmak) : Şundan bundan, bir konudan diğeri ne geçerek (konuşmak).
Dereyi görmeden paçaları sıvamak: Ortada hiçbir neden yokken ha zırlanmaya başlamak.
Derinden derine : İyice uzaklardan, anlaşılmayan yerlerden. Ol dukça gizli, hiç kimseye duyurmadan.
Derin derin düşmek : Üzüntülü düşüncelere dalmak. Uzun sü re düşünceye dalmak.
Derisini yüzmek : Birinin varını yoğunu zorla elinden afmak. İş kence ederek öldürmek.
Derli toplu : Düzeni seven, tertipli (kimse). Düzgün, düzenli (şey).
Derme çatma : Gelişigüzel nesnelerden yapılan (ev vb.). Ora dan buradan devşirilen (düşünce vb.).
Ders almak (bir şeyden) : Genellikle kötü bir olaydan yararlı sonuç çı karmak; ibret almak.
Ders olmak (bir şey, birine): O şey bir kimse için öğretici bir örnek oluşturmak; ibret olmak.
Ders (dersini) vermek (birine) : Sert bir karşılıkla onu yola getir mek, sert davranmak, azarlamak. Oyunda yenmek.
Dert ortağa: İnsanın kötü günlerinde dertlerini dinleyen, çözümlemeye Çalışan dostu, arkadaşı.
Dertsiz başını derde sokmak : Hiç gerekmediği halde, kendisi için tehlikeli ya da can sıkıcı olacak bir işe girişmek.
Dert yanmak (bir şeyden, birinden) : O şeyler, kimseyle ilgili şikâyet te bulunmak.
Desteksiz atmak : Bir şeyden abartarak söz etmek, bir temele dayan madan konuşmak.
Dev adımlarıyla ilerlemek : Kısa sürede pek büyük bir gelişme göster mek.
Devede kulak : Karşılaştırılan şeye göre daha önemsiz, küçük1 olan (şey).
Deve gibi: Uzun boylu ve hantal (kimse).
Deve kini: Unutulmayan, kolay kolay geçmeyen kin.


Devekuşu gibi başını kuma gömmek, (sokmak) : Bir tehlike anın da hiç yaran olmayacağı halde kendisini korumaya çalışmak. Baş kalarını aldattığını sanıp aslında kendisini aldatmak.
Deveyi havutuyla (hamutuyla) yutmak: Haksız çıkar sağlamak, hır sızlık etmek.
Devlet kapısı: Devlet dairesi, devlet işlerinin görüldüğü resmi daire.
Devlet kuşu : İyi talih.
Devlet sırrı (gibi): Son elerce gizli tutulan şey.
Devreye girmek: Çözüm getirmek amacıyla ilgilenmek, kanşmak, araya girmek.
Dırıltı çıkarmak : Kavga, tatsızlık çıkmasına neden olmak.
Dışarı uğramak: Kendini bir anda dışarı atı vermek.
Dışa vurmak (bir şeyi): Onu belli etmek, tutum ve davranışların dan, bir şeyin etkisinde olduğu belli olmak. Duygularını saklama yı p belli etmek. .
Dışı eli yakar, içi beni: Başkalarına iyi ve elverişli görünen, asıl ilgili kişiye gerçekte kötülük getiren şey, durum ya da kimse için kullanılır.
Dibi kırmızı balmumuyla çağırmak (birini): Onu özel bir önem vere rek çağırmak.
Dibine darı ekmek (bir şeyin): Ona şeyi tümüyle tüketmek, hiçbir şey bırakmamak.
Dibi tutmak: Kaynamakta olan bir tencerenin içindeki yemeğin dipte kalanı tencereye yapışmak.
Didik didik etmek (bir şeyi, yeri) : Onu, orayı en küçük ayrıntısına ka dar incelemek, aramak.
Dik âlâsı (bir şeyin): Hoş olmayan bir durum ya da hoş karşılanma yan bir davranışın son kertesi.
Dik başlı (kafalı): Boyun eğmez, asi karakterli, inatçı (kimse).
Dik dik bakmak (birine, yüzüne) : O kimseye sert, kızgın, öfkeli bir ifa deyle bakmak.
Diken üstünde gibi (olmak) : Tedirgin, rahatsız (ot m ak).
Diken üstünde oturmak (durmak) : Eğreti bir biçimde oturmak. Tedirgin bir durumda olmak. Bulunduğu yerden her art gidecek, aynlacakmış gibi olduğunu düşünmek.
Dikili ağacı olmamak : Hiç malı mülkü olmamak.
Dikine gitmek (birinin): O kimsenin sözünü dinlemeyip kendi bildiği ni yapmak.
Dikiş tuturamamak : Çeşitli nedenlerle bir iş yerinde tutunamamak.
Dikiz etmek (birini, bir yeri, şeyi): Onu gözetlemek, ona gizlice bak mak.
Dik kafalı: bk. Dik başlı.
Dikte etmek (bir şeyi, birine): İsteklerini ona zorla kabul ettirmek
Dikkate almak (bir şeyi): Onu da gözönünde bulundurmak. (Kars. Göz önüne almak, hesaba katmak, kaale almak.
Dil çıkarmak (birine): Onunla alay etmek, eğlenmek.


Dilden dile dolaşmak: Bir haber, herkesin ağzında söylenir olmak, herkesçe konuşulmak
Dil (diller) dökmek (birine): Kandırmak, inandırmak ya da yaranmak İçin onun hoşuna gidecek sözler söylemek, yalvarmak yakarmak.
Dile (dillere) düşmek : Yaptıkları hakkında dedikodu çıkmak; dile gel mek.
Dile gelmek: bk. Dile düşmek Konuşma yeteneği yokken ya da herhangi bir nedenle bu yeteneğini kaybetmişken konuşmaya başlamak.
Dile getirmek (bir şeyi, birini) : Onu açıklamak, anlatmak. Onu konuşturmak.
Dile kolay : “Anlatması kolay gibi görünür ama öyfe zor, öyle güç ki!” anlamında.
Dili açılmak (çözülmek): Herhangi bir nedenle konuşmazken konuş maya başlamak.
Dili ağırlaşmak : Hastalığı yüzünden güçlükle konuşmak
Dili bir karış : Büyüklerine karşı konuşurken saygısızlık eden kimse için söylenir.
Dili bir karış dışarı çıkmak : Çok yürümekten ya da konuşmaktan do layı aşırı yorulmak.
Dili çalmak : Konuşması, söyleyişi bir başka dili andırmak.
Dili çözülmek : bk. Dili açılmak.
Dili damağı kurumak : Çok konuşmaktan, heyecandan, susuzluktan ağzı kurumak, çok susamak; boğazı, damağı kurumak.
Dili damağına yapışmak : Uzun süre su içmediğinden ağzı kurumak
Dili dolaşmak: Korkudan, hastalıktan ya da sarhoşluktan söyleyeceği şeyi bir türlü anlatamamak
Dili döndüğü kadar: Anlatım gücü elverdiği ölçüde.
Dili dönmemek : Anlatmak istediğini tam söyleyememek
Dilimin ucunda : Bir adın, sözün, çok iyi bilindiği halde bir türlü anım-sanamaması durumunda söylenir.
Dilinden anlamak (birinin, bir şeyin) : Onun ne demek istediğini kavramak. Söz konusu şeyin özelliğini, o şey üzerinde ne yapıl ması ^gerektiğini bilmek

Dilinden düşürmemek (bir şeyi, birini) : Hep aynı kişiyi ya da şeyi anlatmak, hep ondan söz etmek.
Dilinden kurt ula mamak : Eleştirilerinden, siteminden, iğnelemelerin den, sataşmalarından kurtulamamak.
Dilinde tüy bitmek: Nasihat etmekten, yol göstermekten bıkıp usan mak.
Diline dolamak (bir şeyi, birini) : Aynı şeyi sık sık her yerde söyle mek. Bir kimseyi her yerde kötüleyip durmak.
Dilini eşek arası soksun : “Bundan böyle hoşa gitmeyecek söz söyle yemez ol (olsun)” anlamında ilenç sözü.
Dilinin altında bir şey olmak : Söz ve davranışlarından bir şeyler sak ladığı belli olmak.
Dilinin ucuna gelmek (bîr şey) : O şeyi, söyleyecek durumdayken herhangi bir düşünceyle söylemekten vazgeçmek.
Dilinin ucunda olmak : Çok iyi bildiği bir şeyi o anda hatırlayanıamak.
Dilini tutmak: Sonunu düşünerek rastgele söz söylemekten sakın mak.
Dili tutulmak : Korku, heyecan yüzünden konuşamaz duruma gelmek.
Dili uzamak : Haddini bilmeden konuşmaya başlamak.
Dili varmamak (bir şeye, söylemeye) : Kötü bir şey söylemeye niyet lenmişken söylememek, kendini tutmak; ağzı dili varmamak.
Dillere destan olmak : Herkes tarafından uzun uzun kendisinden söz edilir olmak.
Dil uzatmak (bir şeye, birine): Saygı duyulan bir kimse ya da kutsal bir yer, şey hakkında yakışık almayacak, aşağılayıcı sözler söytemek.


Dil yarası: Acı sözün yarattığı gönül kırgınlığı.
Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak : Daha iyi şeyler elde etmeye çalışırken elindekini de yitirmek.
Dinden imandan çıkmak : Çok öfkelenmek.
Dini bütün : Dinine çok bağlı, inana sağlam olan, dindar (kimse).
Dini imanı para : Paraya tapar gibi düşkün olan, paradan başka hiçbir şey düşünmeyen (kimse).
Dip bucak : Göze çarpmayan yer. Kıyı köşe.
Dirlik düzenlik : Birlikte yaşayan, çalışan kimseler arasındaki iyi geçin me duruma.
Dirlik yüzü görmemek : Yaşamı boyunca huzur ve rahata kavuşma mak.
Dirsek çevirmek (birine) : Daha önce işbirliği yaptığı kişiye, çıkar iliş kisi son bulunca olumsuz tavır takınmak. (Kars. Yüz çevirmek.)
Dirsek çürütmek: Bilgisini arttırmak İçin uzun süre masa başı çalış ması (öğrenim) yapmış olmak.
Diskur geçmek (çekmek) (birine): Onunla yaptıktan, yapması gere kenler konusunda uzun bir konuşma yapmak; nutuk çekmek.
Diş bilemek (birine): Kızdığı birine kötülük yapmak için fırsat kolla mak.
Dişe dokunur : İşe yarar, belirtilmeye değer, önemli.
Diş geçirememek (birine): O kimseye istediğini yaptırmaya gücü yet memek.
Dişinden tırnağından artırmak : Yiyeceğinden, giyeceğinden keserek para biriktirmek.
Dişinin kovuğuna (oyuğuna) bile gitmemek: Yediği yiyecek ya da el de ettiği, payına düşen şey kendisine pek az gelmek.
Dişini sıkmak : Güçlük ve sıkıntılara katlanmak, dayanmak.
Dişini tırnağına takmak: Çok büyük güçlüklere, sıkıntılara, katlanmak; bütün gücünü kullanmak.
Diyeceği olmamak: Bir itirazı, söyleyecek herhangi bir sözü bulunma mak.
Dize gelmek: Baş eğmek, boyun eğmek. Yenilip teslim olmak.
Dize getirmek (birini) : Kendisine direneni alt ederek buyruğuna uyacak duruma getirmek. Yenip teslim almak.
Dizini dövmek : Çok pişman olmak.
Dizinin dibi: Yanı başı.
Dizleri kesilmek: Dizlerinde derman, güç kalmamak.
Dizlerinin bağı çözülmek : Korku, aşırı yorulma gibiTar nedenle ayak ta duramayacak duruma gelmek.
Dobra dobra (söylemek, konuşmak): Hiç çekinmeden, sakınmadan, gerçeği, düşündüklerini olduğu gibi (söylemek).


Doğru bulmak (bir şeyi) : Onu uygun görmek, onaylamak.
Doğru çıkmak : Gerçek olduğu gibi anlaşılmak.
Doğrudan doğruya: Hiçbir aracı kullanmadan, araya başka bir şey girmeden.
Doğru doğru dosdoğru : “En doğrusu şu ki.” anlamında.
Doğru durmak : monash.pw, yaramazlık yapmamak.
Doğru dürüst: Kusuru, yanlışı, eksiği olmayan kimse ya da şey için söylenir. -2, Kusursuz, yanlışsız, eksiksiz biçimde, tam olarak.
Doğru oturmak : Uslu durmak.
Doksan kapının ipini çekmek: Her yere uğramak; kırk kapının ipini çekmek.
Dokuz canlı: Ölümle sonuçlanabilecek birçok tehlikeyi atlatıp sağ ka labilen (kimse ya da canlı).
Dokuz doğurmak : Merakla, heyecanla, korkuyla beklemek.
Dokuz yorgan eskitmek (parçalamak): Çok uzun yaşamak.
Dolap beygiri gibi dönüp durmak : Dar bir çevrede aynı işi sürekli olarak yapıp durmak.
Dolap çevirmek (döndürmek) : Hile ile, yalan dolan ile iş görmek, dü zen kurmak.
Dolu dizgin gitmek : Son hızla koşmak. Önüne geçilemeyecek biçimde olmak.
Doluya koydum almadı, boşa koydum dolmadı: “Hangi yolu dene di yse m olmadı, çözüm yolu bulamadım.” anlamında.
Domuzdan (bir) kıl çekmek (koparmak): Sevilmeyen ya da eli sıkı olan birinden az da olsa bir şey elde etmek. ‘
Dona, çekmek (hava): Hava sulan donduracak ölçüde soğumak.
Don çözülmek : Hava ısınmaya başlayarak buzlar çözülmek.
Don gömlek : Üzerinde sadece iç çamaşırı olmak üzere.
Don tutmak : Donmak, buz tutmak.
Dost düşman : Herkes.
Dosta düşmana karşı: Dosttan üzmemek, düşmanları sevindirmemek için.
Dostlar alışverişte görsün (diye) : “Sın” gösteriş olsun, iş görüyor den sin (diye).” anlamında.
Dostlar başından (dostlardan) ırak: “Dostlar böyle kötü durumlarla karşılaşmasınlar.” anlamında.
Doyum olmamak (bir şeye): O şeyden hiçbir şekilde bıkmamak, tadı na doyulmamak.
Dozunu ayarlamak : Ölçülü olmak; ölçülü davranmak.
Dozunu kaçırmak : Aşırı gitmek, ölçüyü aşmak.
Dönüm noktası: Bir olayın ulaştığı yeni bir aşama.
Dört ayak üstüne düşmek: Ummadığı bir şeyi, fazla emek harca madan edinivermekTehlikeli bir durumu kazasız belasız atlatmak.
Dört başı mamur (bayındır): Her bakımdan istenildiği gibi olan, ku sursuz, mükemmel, yetkin.
Dört bir tarat: Her yer, her taraf.


Dört dönmek : Bir iş için telaşla oraya buraya koşmak, koşuşturup dur mak.
Dört dörtlük : Her yönüyle tam, kusursuz, mükemmel olan.
Dört duvar arasında (kalmak) : Evde, kapalı bir yerde (kalmak),
Dört elle sarılmak (yapışmak) (bir şeye) (birine) : O şeyi İyice benimseyerek ve özenle yapmak için ele almak. Destek ya da yardım umulan kimseyle sıkı bağlar kurmak.
Dört gözle bakmak : Dikkatlice bakmak.
Dört gözle beklemek : Çok isteyerek, özlemle,-sabırsızlıkla beklemek.
Dört köşe olmak; Çok keyiflenmek, büyük zevk duymak, çok sevin mek.
Dört yanı deniz kesilmek : Her yönden çaresizlik, umutsuzluk içinde kalmak.
Dudak bükmek: Bir şeyi beğenmediğini belirten davranışta bulun mak, umursamamak.
Dudak ısırmak : Biçimsiz, ayıp bir duruma şaşmak. Hayran kal mak.
Dudakları titremek : Ağlayacak duruma gelmek.
Dudak sarkıtmak : Hoşnutsuzluğunu, üzüntüsünü yüz ifadesiyle belli etmek; surat asmak, somurtmak.
Dudak tiryakisi: Sigarayı dumanını içine çekmeden dışarı üfleyerek içen tiryaki.
Duman almak (bir yeri) (bir şeyden) : Orayı sis bürümek, sis kap lamak. Sigaradan ya da sigara gibi sarılmış uyuşturucudan içine çekmek.
Duman altı olmak: Esrar içilen bir yerin havasından etkilenmek.
Duman attırmak : Birini üstünlüğünü göstererek korkutmak, sindirmek.
Duman etmek (birini, bir şeyi): Onu yok etmek, dağıtıp bozmak. Başarı göstermek, yenmek.
Dumanı üstünde : Çok yeni, çok taze olan.
Duman olmak : İşi, durumu bozulup, çok kötü duruma düşmek.
Dumura uğramak : Körelmek, canlılığını yitirmek, işlevini yapamaz ol mak.
Dur dinlen yok (dur otur yok, dur durak yok) : Durup dinlenme bil meden, hiç ara vermeden sürekli çalışmayı anlatır.
Dur kendime yer edeyim, bak sana neler edeyim : “Bana neler ne-ler yaptığını biliyorum, hele bir buraya yerleşeyim, sonra gör, sana neler yapacağım.” anlamında tehdit sözü.
Durdu durdu, turnayı gözünden vurdu : “Bıkmadı, sabretti, ama so nunda olumlu bjr sonuç, güzel bir şey ya da büyük bir kazanç elde etti.” anlamında gıpta sözü.
Durduğu (durduk) yerde : Hiçbir emek harcamadan. Gereği ol madığı halde, hiç gereği yokken; durup dururken. Hatası ya da suçu olmadığı halde.
Durmuş oturmuş : Davranışları ve düşünceleri tutarlı olan, olgun (kimse). Büyük sorunları kalmamış, uzun süredir rahat bir yaşa ma biçimine girmiş (yer)..
Durumu bozulmak: Parasal gücü azalmak, giderleri karşılayamaz olmak. Eriştiği güzel durum kötüye gitmek.
Durumu düzelmek: Parasal gücü iyileşmek. önceki iyi durumu na kavuşmak.
Durup dinlenmeden : Aralıksız, arka arkaya, sürekli olarak. *
Durup dururken : Birdenbire, ansızın, Hiçbir neden yokken, hiç gereği olmadığı halde, hiç gereği yokken, durduğu yerde.
Dut gibi olmak: Çok içip sarhoş almak. Utanmak, bozum ol mak, mahcup olmak.
Dut yemiş bülbüle dönmek : Önceleri neşeli ve konuşkan iken» hiç sesi çıkmaz olmak.
Duymazlıktan (duymamazlıktan) gelmek : Duymamış gibi davran mak.
Düdük gibi: (Pantolon için) Kısalmış, dar, sıkı.
Düdük makarnası: Anlayışsız, sersem (kimse).


Düğüm noktası: Bir işin sonuçlandın İm ası için öncelikle çözüme ka vuşturulması gereken en zor yanı.
Düğümü çözmek : Anlaşılması güç bir şeyi açıklığa kavuşturmak.
Düğüm üstüne düğüm atmak : Hiç para harcamayıp birikim yapmak.
Düğün bayram etmek : Çok sevinmek.
Düğün değil bayram değil, eniştem beni niye öptü : “Ortada bir ne den yokken, niçin bu kadar yakınlık gösteriyor.” anlamında.
Dümdüz etmek (bir şeyi, yeri) : Onu yıkmak, kırıp dökmek, ezmek, yerle bir etmek.
Dümdüz olmak : Ezilmek, yıkılmak, kırılıp dökülmek, yerie bir olmak.
Dümen çevirmek : Hileye başvurarak iş görmek.
Dümen suyunda gitmek (birinin) : Bir kimseye her yönden bağımli ol mak, onun izinden yürümek.
Dümen yapmak : Dalavereyle, hüeyie başkasını aldatmaya çalışmak.
Dümenine bakmak : Çıkarından başka işle uğraşmamak, yasadışi yol-iarla da olsa çıkarına çalışmak.
Dün bir bugün iki: “Daha çok. fazla zaman geçmiş değil.” anlamında bir şeyin erken olduğunu anlatır.
Dün gibi: Çok yakın zamanda olmuş, yaşanmış gibi.
Dünden bugüne : Çabucak, az zamanda.
Dünden razı (hazır): “Bir öneriyi hemen seve seve kabul eden kimse için söylenir.
Dünkü çocuk : Genç, acemi, deneyimsiz (kimse).
Dünya ahret kardeşim olsun : “Karşı cinsten bir kimseye kardeşlik duygusundan başka bir duygu beslemem, kardeşim gözüyle baka rım, ona kötü gözle bakmam.” anlamında.
Dünya âlem : Herkes, tüm insanlar.
Dünya başına yıkılmak : Dayanamayacağı kadar büyük bir yıkıma uğ rayıp tüm umutlarını yitirmek, dirliği ve düzeni karmakarışık olmak.
Dünya bir araya gelse : “Tüm insanlar birlikte davranarak karşı olsa, engel olmaya çalışanlar çıksa bile, vız gelir.” anlamında.
Dünyadan elini eteğini çekmek : Çevresiyle, çevresinde olan bitenler le ilgisini kesmek, dünya işleriyle ilgilenmez olmak. (Kars. Bir köşe ye çekilmek, inzivaya çekilmek.)
Dünyadan geçmek (el çekmek, vazgeçmek) : Bir köşeye çekilip, top lum yaşamından uzak durmak, kendi halinde yaşamak.
Dünyadan haberi olmamak : Çevresinde neler olup bittiğinin farkında olmamak.
Dünyada olmaz (gelmez vb): Kesinlikle olmayacak yapılmayacak bir şey için söylenir; hayatta olmaz.
Dünya durdukça : Sonsuzluğa dek, ebediyen.
Dünya evine girmek : Evlenmek, yuva kurmak.
Dünya (gözüne, ona) zindan olmak (kesilmek) : Umutlarını yitirmek, karamsarlığa düşmek.
Dünya gözüyle (görmek}: Sağ iken, ölmeden Önce, sağlrğında (gör mek).
Dünya kadar : İstemediğin kadar, çok bol.
Dünya kazan ben kepçe : “Çok arandı, aranmadık yer bırakılmadı, her yer gezildi.” anlamında.
Dünyalar onun olmak: Çok sevinmek.
Dünyalığı(m) doğrultmak : Yaşadığı sürece yetecek kadar para kazan mak ya da gelir sağlamak.
Dünyanın kaç bucak (köşe) olduğunu anlamak: Yaşamın zorluğu nu, insanın çetin engellerle karşılaşabileceğini öğrenmek; Hanyayı Konya’yı öğrenmek.
Dünyanın kaç bucak (köşe) olduğunu göstermek (birine) : Onu yap tığına pişman etmek, ona hak ettiği cezayı vermek.
Dünyanın öbür (bir) ucu : Çok uzak yer.
Dünyası yıkılmak : Yaşama umudu yıkılmak, güzel hayalleri son bul mak.
Dünya varmış : “Oh! bunaltıcı, üzücü, sıkıntılı bu durumdan kurtul dum.” anlamında.
Dünyaya gelmek: Doğmak.
Dünyaya getirmek: Doğurmak.
Dünyaya gözlerini kapamak (yummak): Ömrü bitip Ölmek.
Dünyaya kazık kakmak : Çok yaşamak, uzun ömürlü olmak.
Dünyayı gözü görmemek: Sıkıntı, üzüntü, öfke, karamsarlık, hınç ya da çok mutlu olma gibi durumlarda başka bir şey düşünmemek.
Dünyayı haram etmek (birine) ; Ona hayatı yaşanılmaz duruma getir mek.
Dünyayı toz pembe görmek : En kötü, en acıklı durumlarda bile iyim ser olabilmek, durumun iyi yönleri bile olduğunu düşünmek.
Dünyayı tutmak : Her yerde duyulmak, ünü yayılmak.
Dünya yıkılsa umurunda değil: Sorum M uk duygusu gelişmemiş, hiç bir şeyle ilgilenmez, kaygısız, tasasız, gamsız kimse için söylenir.
Dünyayı zindan etmek (birine) : Onu çok sıkıntılı bir duruma sokmak.
Dünya zindan olmak (birine) : Umutlarını yitirmek, İyice karamsar ol mak.
Dürbünün tersiyle bakmak (bîr şeye) : Söz konusu şeyi çok küçüm semek, olduğundan daha az değerli, önemli görmek.
Düş görmek : Uyurken zihinde olay ve düşünceler belirmek; rüya gör mek.
Düş gücü : Bir şeyi zihinde canlandırma, yaratma, düşünme yeteneği; hayal gücü.
Düş kırıklığı: Çok istenilen, beklenilen ya da umulan bir şeyin gerçek leşmemesi halinde beliren duygusal durum; hayal kırıklığı.
Düş kurmak : Olmamış bir şeyi, olması olanaksız ya da gelecekte ola bilecek bir şayi hayalinde canlandırmak; hayal kurmak.
Düşe kalka : Güçlüklerle karşılaşarak, zor bela; iyi kötü.
Düşüncesini açmak (birine) : Herhangi bir konudaki görüşünü, endi şesini bildirmek.
Düşüncesini almak : Herhangi bir konuda görüşünü öğrenmek.
Düşüncesini okumak : Birinin ne düşündüğünü anlamak.
Düşünceye dalmak : Dalgın bir durumda derin derin düşünmek.
Düşünceye varmak: Bir kanıya ulaşmak, çözümü bulmak.
Düşün düşün, boktur işin : Durumu kötü olan, hiçbir çıkar yol bulama yan kimsenin kendi kendine söylediği söz.
Düşünüp taşınmak : Bir konuyu her yönüyle iyice düşünmek, buna gö re karar vermek.
Düşüp kalkmak (biriyle): Biriyle yasa ve törelerin uygun görmedi ği biçimde, birlikte yaşamak. O kimseyle yakın ilişki içinde bulun mak, yakın arkadaşlık etmek.
Düttürü Leyla: Çok dar ve kısa giyinmiş kadın için söylenir.
Düzene koymak (sokmak) (bir şeyi): Yolunda gitmesini sağla mak, uygun biçimde çalışır duruma getirmek. Dağınıklıktan kurta rıp derli toplu duruma getirmek.
Düzen kurmak: Gerekli araç ve gereçleri kullanıma sokarak, onla ra işlerlik kazandırmak. Hileye başvurmak, dolap çevirmek.
Düzlüğe çıkmak : Engelleri aşmak, işini,yoluna koymak.

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır