dostum bildiklerime dost olmamışım indir / ibrahim tatlises dostum bildiklerime dost olmamisim mp3 indir, cep müzik indir

Dostum Bildiklerime Dost Olmamışım Indir

dostum bildiklerime dost olmamışım indir

1 NEZİHE MERİÇ TOPLU ÖYKÜLERİ I O Nezihe M eriç

2 TOPLU ÖYKÜLERİ - 1 N ezihe M eriç 1925'te Gemlik'te doğdu. 1942'de Eskişehir Lisesi'ni bitirdi. Bir süre İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne ve aynı fakültenin Felsefe Bölümü'ne devam etti. Diğer yapıtları; Korsan Çıkmazı (roman, 1962), Sular Aydınlanıyordu (tek kişilik oyun, 1969), Alagün Çocukları (Çocuk romanı olarak tasarlanan ırm ak romanının birinci kitabı, 1976), Dumanaltı (öyküler, 1979), Sevdican (tek kişilik oyun, 1984), Çın Sabahta (oyun, 1984), Bir Kara Derin Kuyu (öyküler, 1988), Küçük Bir Kız Tanıyorum dizisi (ırmak rom an, 1991, bu diziden altı, yedi, sekiz, dokuz, on ve on bir yaşlar yayımlanmış bulunuyor), D ur Dünya Çocukları Bekle (öyküler, 1992), Ahmet Adında Bir Çocuk (öyküler, 1998). Nezihe Meriç'in öyküleri Amerika, Alm anya, Fransa ve Rusya'da yayımlanan çeşitli öykü antolojilerinde yer almıştır.

3 NEZİHE MERİÇ Toplu Öyküleri - BOZBULANIK TOPAL KOŞMA MENEKŞELİ BİLİNÇ 0130

4 Edebiyat ISBN Toplu Öyküleri - 1 / Nezihe Meriç 1. baskı: Bozbulanık (1953), Topal Koşma (1956), Menekşeli Bilinç (1965) YKY'de 1. baskı: İstanbul, Kasım, 1998 Kapak Tasarımı Faruk Ulay-Nahide Dikel Baskı: Altan Matbaacılık Ltd. Şti. Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş Tüm yayın hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz. Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş. Yapı Kredi Plaza E Blok Manolya Sokak 1. Levent İstanbul Telefon: (0 212) (pbx) Faks: (0 212)

5 İÇİNDEKİLER BOZBULANIK Çalgıcı 9 Dünyada Teknik Arıza» 13 Boşlukta Mavi 20 Aksaray Dolmuş 28 Bozbulanık 35 "Umudu, Fakirin Ekmeği" 42 Uzun Hava 48 Bazıları 53 Dağılış 59 Öğretmen 63 Narin 68 Özsu 72 Madem ki Hayal Kurmak Bedavadır Alaturka Şarkılar 83 Kurumak 90 Keklik Türküsü 96 Dışarlıklı «103

6 TOPAL KOŞM A Susuz I 111 Susuz II 117 Susuz III* 124 Susuz IV 130 Susuz V 135 Susuz VI 146 Susuz VII 156 Susuz VIII *1 7 8 Susuz IX 191 Susuz X 197 Susuz XI 202 M ENEKŞELİ BİLİNÇ Varım Diyorum İnanmalısınız *211 Menekşeli Bilinç 224 Giderek Daha Güçlü *231 Hışhışi Hançer 243 Açar da Tutku Gülleri Açar 254 Sancılı Us Bizdedir 266

7 BOZBULANIK

8

9 Çalgıcı Saat tam 19.00'da, şehrin en gürültülü, en kalabalık caddelerinden birinin otobüs durağına bir adam geldi. Paltosuyla fötr şapkasının altında kaybolmuştu. Ufak tefekti. İncecik suratlıydı. Sakalı uzamıştı. Sırtı ağrıyordu. Üşüyordu. Bakışları bıçak sırtı gibiydi. Gençti ama çok yaşamış bir görünümü vardı. Hava pisti. Gökyüzü renksiz, lekeli... Yağmur altında mağazalar, apartmanlar, ara sokaklar ruhsuz... Taşın, tahtanın, demirin soğukluğunda, paslığmda... Işıklar ıslak, çipil çipil üşütücü... Genç adam da yorgun, bezgin, tatsız. Bir an önce evde olmayı istiyordu. İstek değil, kuru, sessiz bir odayı, bu ıslak, soğuk gürültüden üstün bulmak onunki. Huzursuz, sıkıntılı bir duruşu vardı. Aklından şöyle bir dize geçtiği sanılabilir: "Ve ben bir anlık hayatını yaşamak isterim herkesin" ya da insanları ayakta tutan, yaşama gücü veren, en ilkelinden en olgununa dek herkeste eş olan şeyin ne olabileceğini düşünüyordu. Yüzünde bu anlama gelen bir solukluk vardı. Kim bilir! İnsanların alacası belli mi? Önünden geçen otobüslere, insanlara, tramvaylara, şapkalara, ışıklara, pencerelere bakıyor; üşüyor, bezginliği artıyordu. Sonunda, beklediği otobüs göründü. Göründü ama tam o sırada, bir başka adam, kısa boylu; şapkasını, paltosunu iyice doldurmuş; toparlak suratı güleç; küçük, kara gözleri çıldır çıldır; kalabalığı iteleyip kakalayarak geldi. "Vay abi, meraba yavu!" -T ıp kı böyle: Vay abi, meraba yavu- diyerek üçe beş katan bir söz bolluğuyla, zilli düdük bir gülüş içinde, berikinin koluna girdi. 9

10 Zorlayarak, çekiştirerek, "yavu" diyerek, "Abi" diyerek, onu cadde boyunca sürüklemeye başladı. Öbürü "Etm e oğlum! Yorgunum yahu. Yapışma, kerata" diyordu; gitmemek için direniyordu, ama kim dinler? Böylece, bir yirmi dakika sonra bu iki adam -biri yükseköğrenim görmüş, dar gelirli, akıllı ve kötümser bir öğretmen; öbürü, yarı buçuk okul görmüş, iyi para kazanan, kısa akıllı, iyimser bir çalgıcı- rastlaştıkları caddeye dikey olan, başka bir caddede yürüyorlardı. Çalgıcı anlatıyor, öğretmen gülüyordu. Öyle gülüyordu ki, suratı kırış kırış oluyor, gözlerinden yaş geliyordu. Havaları, çalgılı gazinolardan esiyordu. Öğretmen, on beş yirmi dakika içinde piyasanın durumunu, Uşşak faslını, Hüzzam faslını, yeni şarkıları, saz sanatçıları ile ses sanatçılarına ait en yeni havadisleri, günün olaylarını, dedikodularını, müziğin değerini, bir sürü argo sözcükle, dokuz sekizlik ölçüyü öğrenmiş bulunuyordu... Kafasının bir yanı bu yönde gülerken öbür yanı düşünüyordu. "Dert bir. Toplumun bozuk yanı, kirli, kusurlu, içler acısı olan yanı her yönde bir. Sadece rivayet muhtelif. Şu anlatılan yaşam, yaşamın, yaşam savaşının, ekmek kavgasının bu yanı; ipekler, renkler, pullar, allıklar, pudralar, içki masaları, renkli fenerler arasında bir soytarı acısı ile görünüyor... A m a..." Ama, gel beriye, dinle çalgıcıyı. Çalgıcı ömür. Şen mi şen. Dünyanın farkında değil çünkü: Çok da sevimli. Fıçı gibi bir şey. Öğretmen kısa kahkahalarla, içinden gelerek, yüksek sesle gülüyordu. Çalgıcı çabuk çabuk konuşarak; kaşı gözü, ağzı burnu oynayarak anlatıyordu:... Anladın mı abi, karıda din iman şehnaz longa. İmanım çivilensin beş para etmez. Ama bunu hiçbir yerde söylemem ha!.. Söylemezsin. Geçimimiz bu bizim yavu. Sürünürüz sonra bembeyaz ha... Birinci sınıf sanatkârdır diyeceksin. Eşi yoktur diyeceksin. Halbukim notası yoktur. Geç. Kulaktan dolmadır hep. Ama yine de memleket çapında kandır. Öğretmen kıs kıs güldü: Vay kerataya bak. Sen memleket çapı da mı bilirsin? Ne sandın yavu, daha neler bilirim. Ben boşuna aspirin yutmuyorum. Anladın mı?.. Bugün bir Meserret Gürses, kaç kişi besliyor günde biliyor musun? En azından? Söyle bir şey... 10

11 Ne bileyim oğlum. Söyle bir şey yavu. Tahmin et. At bir şey. En a/.ııul.ın anladın mı, en azından beş yüz kişi. Bugün o bir 'Aah' desin, biz yandık. Hüsnü'nün gazino gitti. Ahmet'inki gitti. Arama, yallah! Bugün fasılası, soloya çıkanı, garsonları, mutbak eratı falan fıştırık, en azından beş yüz kişi, bir tek Meserret Hanımın sayesinde ev geçindiriyor. Ama karı para vuruyor. Vursun, helaldir, helal olsun, ne dedin abi? Millet anlamaz senin dediğin ince müzükten. Herif gelecek, çekecek kafayı, anladın mı, Meserret, "Medet Allah" diye bağırdı mı tamam! Herifin aradığı o. Bu yanını düşün azıcık abi. Kıyma fakire. Sonram, efendi kadındır ha... Herkesin borcuna, lohusasına, sünnetine yetişir. Parayı esirgem ez... Yahu, ruh denen şey yok kadında birader. Bir kere bağırdı m ı... Bağıracak yavu. İş onda işte. Ruh muh anlamaz millet. Geldin mi sen hiç bizim gazinoya? Gelmedin. Öyledir. Kibar takımı uğramaz. Balıkçı, gemici, işçi, hacı ağa tekmil bize gelenler anladın mı?.. Herif kafayı çekti miydi bağıracak tabii. Mecburdur. Başka yol sökmez. Eh, Allah sana bağışlasın. Amin de abi, gözünü seveyim. Ona bir hal oldu muydu, senin darbukacı Hüsmen Yanık gitti bil. Arama. Çoluk çocuk dökülürüz Kasımpaşa gerisine. Boşuna aspirin yutmuyorum ben. Önceden ihtiyat bu abi... Gülüyordu, düdük gibi gülüyordu çalgıcı... Dört yol ağzına geldikleri vakit anlattığını yarıda bırakıp yalvarmaya başladı: Yapma be abi. Gözünü seveyim gel yavu. İki tek atarız yavu... Öğretmen işim var, diye diretti. Yağmur, oldukça tenha olan bu bölümde, floresan lambalarıyla aydınlatılmış asfaltta, ışıklı, kebap kestane kokulu, güzel bir yağmurdu. Ç algıa, öğretmeni kandıramayacağını anlayınca ısrardan vazgeçti. Şimdi oracıkta, ayaküstü, hem dolmuş gözlüyor, hem anlatıyordu: Fırına olacaksın bu dünyada abi. Ekmek insan dur 11

12 dukça gerekli. Bizimkisi sakat iş anladın mı?.. İhtiyarlığı var bunun, piyasadan kalkması var. Olur olur. Bilinmez bu işler. Zor iş. Gece yarılarına kadar uykusuzsun, yorgunsun. Tadı yok. Ama fırın garanti. Ha? Nasıl bu fikrim abi? Hi hi hi... Öğretmen sırtının ağrısını unutmuştu. Dünya gözüne güzel görünmeye başlamıştı. Eve döneceğine gidip bir bira içebilirdi. Düşündü: "Sıcak sosisler de, öf öf... Şöyle bol hardallı. Osman da oradadır m utlaka..." Çalgıcı hâlâ kendi havasını çalıyordu:... Şöyle bir on beş bin yaptım mı yeter bana abi. Bi arsam var. İki katlı da bi ev. Karı da iyi karı. Oğlan da büyür. Görme oğlanı abi. Her akşam ben gidince uyanır kerata. "Ulan tiridine bandığımın deyyusu" derim, bi güler. Dişleri de çıkıyor şimdi. Bi gelmezsin be abi. Yavu şunun şurasında... Öğretmen, çalgıcının, sarı saçlı, mavi gözlü göçmen karısını; onun nazlı, sessiz gülüşünü hatırladı. İçi biraz daha ferahladı. O ferahlıkla dayattı: Ulan kerata bırak yakamı, söz veriyorum, bir akşam geleceğim. Hadi çek g it... Çalgıcı neşe içinde, gülerek, şakalaşarak, bir dolmuşa atlayıp gitti. Öğretmen, elleri cebinde, yağmurun yağışından hoşnut, karşı kaldırıma geçip yürümeye başladı... 12

13 Dünyada Teknik Arıza* M akinenin kolu döndükçe, Nermin Hanımın kafası büsbütün karışıyordu. " Günde elli tane dikilse, ayda... ama yüzkırk lira yettiğine göre... Öyleyse yüzkırkı doğrultmak için kaç tane?.. Ya da yirmibiri hesaplamalı. Firûzan Bey, bu aydan başlayarak yirmibir kuruş yapalım demişti. Ama ben yine onyediden hesaplayayım da... Günde onyediden elli..." Makinenin kolunu bırakır bırakmaz, kol ters döndü; iplik hızla toplandı ve koptu. Nermin Hanım, geniş bir soluk alarak ellerini kucağına bırakıp, birkaç saniye hiçbir şey düşünmeden durdu. Öyle bir yorgundu k i... Çeken bilir. Dudakları kurumuş, beli ağrımış, sıcaktan soluk alacak hali kalmamıştı. Onyedi kuruşları, çuvalları, sıcağı bir an unutup, serin bir yerde, şöyle bir saat -B ir saatçik- uyumaktan başka dileği yoktu. Ama onu bırakmıyorlardı. "Onyedi kuruştan yüz yirmi çuval... Yüz tanesi onyedi lira. On tanesi... On tanesi yüzyetmiş yüz yetmiş, yüzyetmiş daha..." Ellerini beline dayayıp doğruldu. Durdu. Yüzü ağrıdan kırıştı. "Ne olursa olsun" diyen bir bırakışla başını duvara dayayıp, gözlerini yum du... Gözünün önünden yığın yığın kesilip hazırlanmış çimento çuvalları, eski bir el makinesinin çevrilen kolu, sağdan sola hızla geçmeye başladı. Hepsinin üzerine, karanlıkta parlayan yıldızlar gibi kendi çarpık on yedi'leri serpilmişti. Her yedinin beline bir kuşak koymuş, birlerin hepsini de eğri çekm işti... Kendini zorlayarak doğruldu. Bir an odaya baktı. * Dünya, özek çivisi oynadığı günden beri, hem kendi çevresinde, hem güneşin çevresinde bozuk düzen olarak fır dönüyormuş diyorlar... 13

14 Sonra yanındaki desteden bir çuval çekip makineye yerleştirdi. Oda, iyi döşenmiş bir oda... Ama, yabancı bir göz için bu. Bir bakışta, köşedeki çini soba, ortadaki üzeri muşambalı ceviz yemek masası, işlemeli keten perdeler gözü çekebilir. Gelgelelim Nermin Hanım, bir türlü alışamadığı parasızlık, dulluk, geçim sıkıntısı içinde, bir, acıdan geçip acılaşma ve artık hiçbir acı duymama haliyle böyle arada bir doğrulduğunda, duvarların badanasızlığına içi daralarak bakar. Yer yer yırtılmış muşambaların üzerinde, karyolanın altında tozların uçuştuğunu, sürahinin, ampulün, aynanın, sinek pisliği ve toz içinde, örtülerin kirli, perdelerin yıkanamayacak kadar eskimiş olduğunu görür; elleri, göğsü, bacakları, hatta boğazının deliği çuval kılı içinde, sıkıntıdan saçlarının dibi kaşınarak, beyni ağrıyarak hareketsiz kalır. Çuvalın yan dikişi bitince, dudaklarının üzerindeki terleri eliyle silerek sırtındaki eski gömleği çıkardı. Biraz fazla şişman olmasa, esmer omuzlarıyla göğsü için çok güzel denebilirdi. Saçlannı tepesinde toplayıp, çıkardığı gömlekle göğsünü, ensesini kuruladı. Sonra yeniden makineye eğildi. Ancak o zaman, birdenbire, annesinin arka odada, ne zamandır konuşup durduğunu ayırt etti. Eli makinenin kolunda, soluğunu tutarak, kiminle konuştuğunu anlamak için kulak kabarttı. Kulağına gelen kopuk cümleler, parça parça sözcüklerden, birine, uskumru dolması anlattığını anlayınca kolu hızla çevirdi. "Kime ederse etsin!.." Bu çatı katındaki odanın tek penceresinin önünde, büyük, çinko kaplı bir balkon var. Çinko, sabahtan akşama kadar güneşten kızıyor, göz alan beyaz, delirtici bir ışıkla parlıyor. Nermin Hanım için yaşam artık dayanamadığı bu ışıkla, her yana kılları dökülen, kaşındıran, boğaza kaçıp gıcık yapan çuvalların, kirlimsi bej rengi arasında bir şey. Aşağıda, renkli ışıklı sokakları, insanları ile kent ve yaşam var. Ama, o dirim, Nermin Hanıma, bu balkondan yukarı çıkamazmış gibi geliyor. Makinenin gürültüsü durunca, yeniden annesinin sesi ve konuşmasından bazı parçalar geldi. O zaman, onun yine, yılan hikâyesini açtığını, kocasına ilendiğini anladı. "Neye yarar!" 14

15 Dikilen çuvalları saydı. Makası aradı. Aldırmamak, ilgilrımu' mek istiyordu. Annesinin sesi hınçlıydı: " Boyu bosu devril sin inşallah! Gül gibi yavrumu yaktı, iki çocukla ortalarda k<> d u..." "Neye yarar!" dedi yine içinden. "Kesemediğin eli, öpiip başına koy." O sırada küçük kızı hızla odaya girdi. Kara, böcek gözlü, minicik bir kız. Diz kapakları kirli, zayıf kolları pire yeniği içinde: "Anne, çabuk bana makası ver" dedi. "Ne olacak?" "Lazım!" "N e yapacaksın kızım?" "Lazım canım, çuval kesicem. Fürzan Bey neredeyse gelir." Çocuk kendi dünyasında, oynadığı oyunun havasında, öylesine sahiciydi k i... Nermin Hanım gülümsedi. "Siz de mi Firuzan Beye çuval dikiyorsunuz?" Çocuk gülüverdi: "Evet efendim." "Kaça dikiyorsunuz?" "Onyedi kuruşa, ama ay başına, yirmibir olacak. O zaman kızıma bir entari dikeceğim." Nermin Hanım doluksadı kaldı. Çocuk makası eline geçirdiğinden hoşnut, oraya, tozlu muşambaya oturdu. Kaşlarını çatarak, dikkatle, elindeki çuval parçasını doğramaya başladı. Nermin Hanım gözleri dolu dolu, makinenin ipliğini geçirdi. "Oğlan kim bilir nerelerde. Perişan oldu yavrularım." Pencerenin önünden kanat çırpıp bir kuş geçti. Görünmeyen sokakta, sesler yükselip alçaldı. Sonra yine annesinin sesi geldi. " Nelere katlanmadı benim evladım komşucuğum. Z aten..." "Adaaam sende!" dedi. "İş olacağına varır. Kader böyleymiş." Öyle, çok okumuş değildi. Ortaokulu b ile bitirmemişti. Zaten hemen evlendirmişlerdi. Ama, felakete uğrayıp da uzun, uykusuz gecelere düşünce, Allah, insanlar, kader kısmet hakkında, kendince birçok gerçekler bulm uştu... Önceleri başkal- 15

16 dırmıştı. "On altı yıl sonra, oğlan boyumca yetişmişken, evim barkım, namusum, şerefimle yaşayıp dururken... Hem de adi bir fabrika kızı yüzünden..." diye düşündükçe deli olur, inanamazdı. Sonra mahkeme, kavga, dedikodu gürültüsü ile dolu günler geldi. Çevresini saran eşe dosta anlatır anlatır ağlar, düşer düşer bayılırdı. O durumuyla, şimdiki dingin ilgisiz, her şeyi olduğu gibi alan durumu arasında çok zor günler geçti doğal olarak. "Fabrika müdürü Fikret beyefendinin refikası." Hatta "Eski defterdarlardan M ünir Fuat beyefendinin kerimeleri" olmak şerefine, elindeki mücevherlerini birer birer sattı. Ele güne sır vermemek için dünyayı kendine dar etti... Eh, zaman geçiyor. İnsan acıya alışıyor... Alıştı Nermin Hanım d a... Dışardan bir kopuk cümle daha geldi: " Namusuyla oturana ekm ek..." Makinenin kolunu çevirdi. Hep söylenen bu işte: "Namusluya ekmek yok bu dönemde. Namus mamus aramıyor herifler şimdi. Namuslu oldu da ne oldu. Namus... nam us..." Kol dönüyordu: "Nam us... nam us..." Nermin Hanım dalgın dalgın dikilen çuvalları çevirmeye başladı. "Şu namus dedikleri ne ki acaba?" Düşünceleri hızla akmaya başladı: O namusluydu. Yani kocasından başka erkek düşünmemişti. Evi, çocukları ile uğraşmış, dünya budur sanmıştı. Ama kocasını da düşünmemişti. Ancak şimdi, insan denen şeyi, insan ruhunu düşünmeyi akıl edebiliyordu. Profesör Nimet, Fethi Beyin geldiği geceler uyuklardı da, kocası: "Ah Nermin ah" derdi, "sende bu kabiliyetsizlik varken..." Ne demek istediğini şimdi anlıyordu. "Geç kaldık!" dedi çuvallara. Çuvallar anlar mı? Kimse anlamıyor ki, çuvallar anlasın onu. Yemiş, içmiş, doğurmuş, şişmanlamış, kendini koyuvermişti. Yatak çarşafları bembeyaz, muşambalar cilalı, mutbak takımları pırıl pırıl oldukça işler yolunda demekti. Ancak şimdi o 'Adi fabrika kızı'nın kocası için, gençlik, neşe, değişiklik, yaşam demek olduğunu anlıyordu. Kendisi yıllarca aynı telden ses vermişti. Olacağı buydu. Onu anlamıyorlar da kalkıp: "Vallahi kocasında gözü var." diyorlar. "Ne gözü, ne gözü?" diyor, içinden bir ses: "Adam sende... Yine de, ayrıca, kader denen bir şey var. Profesör: Yoktur, derdi. Acaba?" İş kadere kısmete dökülünce Nermin Hanımın kafası karışır, bunalıverir. 16

17 "Kader, mader bilmem, aldık boyumuzun ölçüsünü!" dn ( şimdi, bir kolayını bulup düzene koymayı düşünüyordu. Yem den bir kocaya varabilirdi. En kestirmesi bu olacaktı. "Aman aman gençsin; aman aman dulsun... Dulun adı büyük, dulun adı büyük" diyorlardı. Akıl veren çok, ekmek veren yoktu. "Beni çocuklarımla kabul edecek, efendiden biri olsun da, yaşlıca olsun, zararı yok..." derdi. Artık, kadınlık, erkeklik düşünecek zaman geçmişti onun için. Çevresindekiler: "A a... deli, ayol şimdi otuz beşindekiler daha kız bekliyor..." derlerdi. Dullarla ilgili açık saçık şakalar yaparlardı. O zaman Nermin Hanım, kafasında yeni kurulan dünyayla, her zamanki ahbapları arasında bir boşluk açıldığını görür, heyecanlanır, tuhaflaşır kalırdı. Evlenmek, onun için sadece bu odadan, çuvallardan kurtulmak, çocuklarını okutup adam etmek demek olacaktı. Hem bu kez koca için namusunu değil, aklını kullanacaktı... Böyle düşüne düşüne beyni zonklamaya başlayınca durur... Bir an hiçbir şey anlam az... Sonra, makinenin kolunu çeviri çeviri verir... Nermin Hanımın sonunu, bir sabah, emekli 'mektupçu' Refik Beylerin evinde, Sabire Hanım anlattı. Refik Bey sokak üzerindeki ön odada, 'tıbbiyeli' oğlu Şefik'le tavla oynuyordu. Mutbakta toplanan kadınların konuşmaları geldikçe titizleniyor, kırçıl sakalı titriyor, ters oynuyor, dudaklarının arasında kalan küfürlerin acısını, pullardan çıkarıyordu. Sonunda partiyi kaybetti: " Karıdaki çene değil ki... dinini..." ve tavlayı hızla kapadı. Şefik gülerek kalktı. "Sabire Hanım katır tırnağıdır." Sabire Hanımın kalın sesi, inadınaymış gibi yükseldi: " Kardeşi olacak o kerataya kaç kere söyledim. İclâl iyi ayakkabı değildir. Söyle Nermin'e çeksin ayağını, dedim. Hı, hı dedi, kös dinledi..." "İclâl'den önce, o sarı karıyı dadandırdılar eve." "Hangi? Şu Meleklerin alt kattaki m i?" "Yok canım! Kocası Devlet Demir Yolları'nda mıymış, neymiş hani..." "Ha! Selma. Tabii ya. O da orospunun daniskası. İclâl'in baş dostu." 17

18 "Bir tüccar lafı dolaşıyordu ağızlarında. Sözde Nermin'e yapası olmuşlar. O ne oldu?" "Yalan anacım yalan! İşte sözü oraya getireceğim ya zaten. İclâl'in evinde her akşam, ziyafet sofrası gibi sofralar kuruluyor. Rakılar, biralar gırla. Neye döner bu zamanda. Zati giren çıkan belirsiz. Son zamanlarda, Haşan Bey diye bir herif türedi. Sözde kereste üzerine büyük tüccarmış. Nermin'e diyorlar seni Haşan Beye yapalım, Haşan Beye dönüyorlar bir türlü... Öyle herifler evlenir mi? Senin anlayacağın iki tarafın ağzına birer parmak bal verip, arada kendi kazanlarını kaynatıyorlar..." "Allah kahretsin. Şimdi namusuyla oturan aç zaten. Herif de bile bile göz yumuyor. İclâl'in kocasını diyorum. Öyle y a..." "A... Tabii asıl pezevenk o zaten. Onun her akşam rakısı önüne gelsin de, ne olursa olsun." "Zati N erm in..." Kadınların sesi birden kesildi. Kendi aralarında fısıl fısıl konuşmaya başladılar. Şimdi sadece kavrulan soğanın cızırtısı duyuluyordu. O zaman Şefik, Nermin Hanımı düşündü. Bir gün onlara uğramış, balkonun çinkosundan vuran kızgın ışığın önünde, çuvalların arasında oturan kadınla, eski Nermin Hanım arasındaki değişikliği görüp şaşmıştı. Kendi kendine: "Nermin Hanım fıstıktır" dedi. "Esmer, yumuk bir fıstık hanım. Ayrıca güneşe baktığı zaman, kahverengisine yeşil vurmuş gözleri de çok güzeldir." Kadınların seslerini alçaltmaları, Nermin Hanımın namusu ile ilgili olacaktı. Refik Beyden çekindikleri için fısıldaşıyorlardı. Sabire Hanım bu... içinde fenalığı yoksa da, konuşacak laf olsun, ilgi toplasın diye, yalan olduğunu bile bile, hatta şöyle bile diyebilir: "...Vallahi günahı boyunlarına. Nermin'i Haşan Beyle kapanmış bile diyorlar." Kadınlar, şaşkınlıkla bağrışırlar: "Allahaşkına?.. Deme Sabire Hanım!.." Oysa Şefik şöyle düşünüyor: O, sarı karılar, İclâller, Nermin Hanım için, balkondan yukarı çıkan yaşamdır. Emprime, renk, koku, ferahlık veren bir sigara, iki kahkaha ve umut. Bir: "Seni Haşan Beye yapalım" sözü, Nermin Hanım, yaşamı anladım sansa da içinde ne heyecanlar doğurur. İmgelemi genişler, / 18

19 aklından hemen evler tutar, dayar döşer, Haşan Beye pervane olur, çocukları okula verir... Üstelik eşe dosta karşı onum da kurtulmuş olur... Öbürleri de bu işte fenalık düşünmezler. I la san Bey, Nermin'i alsa sevinirler bile. Ama, almaz Haşan Bey ler. Onlar almayacağını bilirler. Bilirler de orasını geçiverirler. "Gel bir gece görsün" diye Nermin'i aralarına alırlar. Sonra: "Bir gece de olur mu?" derler. Nerminler, "Adam beyendi... beğeniyor... istedi... isteyecek..." derken, İclâl Hanımların sofrasının, iki üç aylık nafakası, Haşan Beyle, Hüseyin Beyin kesesinden çıkıverir. Bu arada, giyim, kuşam, para, iyi yemek içmek, Nermin Hanımları çuvallara dönmekten alıkoyar. "Ahmet Bey olmadı, bakalım belki Mehmet Bey olur" diye düşünürken... Şefik sigarasını hırsla fırlatıp attı: "Temelinden bozuk dinine yandığımın dünyası..." Sabire Hanım, kalkmış gidiyordu: "Yaa Sabahatçim, erkek isterim karşımda ben. Tut kolundan, ulan sen bizim namusumuzla mı oynuyorsun, gitmeyeceksin, ayağını kırarım, de. Efendim? Ver zılgıtı. Ama şimdi herkesin karnı geniş zaten... E... Hadi A llahaısm arladık..." Sabire Hanım: "Gene buyur Sabire Hanımcım'Tarla uğurlandı. Kadınlar, dedikoduyu aralarında sürdürmek için mutbağa dönerken, Refik Bey: "Bana bakın..." diye yerinden fırladı. "Bu karı bir daha bu eve ayak basmıyacak anlaşıldı mı? Kovarım! Dinim hakkı için kovarım. Vallahi kovarım, billahi kovarım. Vay geçmişini!.. Bu iyi bi bok mu sanki?" Karısı: "A... şaşırdın mı ayol? Eve gelmiş Tanrı m isafiri..." diyecek oldu. Ama baktılar ki Refik Bey çok kızmış, büsbütün bağıracak, mutbağa gidip kendi aralarında konuşmaya mecbur oldular. Şefik gülüyordu. Refik Bey köşesine oturdu, kırçıl sakalı titreye titreye sigarasını yaktı. Fırlarken dünyanın dönüşünü durduracak kadar öfkelenmişti. Ortalık ansızın sessizlenince "Acaba durdurdum mu?" diye kuşkulandı. Artık ihtiyarladı Refik Bey, ne yapsın! 19

20 Boşlukta M avi Bir an, merdivenin alt başında durup -B o l geceliğinin içinde vücudunun sıcaklığını, kendi kokusunu, yüreğinin sessizce çarpışını, kanın düzgün dolaşımını duyarak, her şeyin yolunda olduğunu haber veren hafiflendirici duyguyla- yukarı doğru baktı. Bu, insana rahatlık veren, yayvan basamaklı -b ir zamanlar cilâlı olan- kahverengi boyalı, çekme parmaklıklı bir merdivendi. Bir taşra memleketinde, eski yapı, büyük bir zengin evinde, aşağı katın geniş taşlıklarından, yukarı katın aydınlık, büyük sofalarına çıkan bir merdiven. Ama -O anda, sanki ilk kez görüyormuş gibi, büyük bir şaşkınlığa kapıldı- o pencere! Merdivenin alt başında durulduğu zaman, yalnız gökyüzü görünüyordu. Masmavi. Dışarıyı görmek için yedinci basamağa kadar çıkmak, kollar ve göğüsle rahatça abanarak, bir vakit orada durmak gerekti. -B ir bakıp geçilem ezdi.- Mavi bir gökyüzü altında, önce pencerenin hemen önündeki sarmaşık güllere bakılırdı. Bunlar, asmanın yeşili, tozlu üzüm salkımları, filiz rengi, tahtanın güneşten kabarmış zamklarının kokusu arasında -uzun zamandır boşlanm ış- yabanileşmiş, uçuk pembe güllerdi. Sonra, yavaşça, ağaçların yeşiline geçilebilirdi ama -n e ki ille, orada öyle, dingin, rahat dayanıp durmak isterdi- ağaçların altındaki bahçeleri, tavuk seslerini, bostanlara akan suyun hafif şırıltısını, sineklerin vızıltısını -yakınlarda bir yerde olan, ama görünm eyen- bir arıyı, uzaklarda anıran bir eşeği ve bostan dolabının -arada bir durduğu halde hep dönüyormuş sanı 20

21 lan- gıcırtısını yaşamak gerekti. Daha sonra, ovanın sarı kahve rengi uyumundan, soldaki koruluğa, hemen onun üstünden aşıp, güneş altında tozlu gibi görünen dağlara, kızgın kekik ko kuşuna, oralarda dumanımsı mavi olan başka bir gökyüzüne geçilebilirdi. Orada, merdivenin başında durmuş, eliyle parmaklığın topuzunu tutarak pencereye bakıyordu. Şaşkındı. "Bunu kim akıl etmiş acaba?" Merdiven başına bir pencere açmak, ona, aşırı güzel göründü d anda. Birinci basamağa adımını attığı sırada, maviden, gürültücü bir kuş sürüsü geçti. Sürü dönenirken gözlerini kapadı: "Başınızın üstünde gökyüzünün maviliğini gördüğünüz sürece kendinizi mutlu saymâlısınız." Gözlerini açtığı zaman, pencerede kuşlar yoktu. Sesleri uzaklaşıyordu. Aklından geçeni düşündü: "Kim demiş bunu, nerede okumuştum? -Tam böyle değil ya zaten- buna benzer bir şey anımsıyorum." Gözünün önünde, kitaplığının rafları, indi çıktı, indi çıktı; kitaplar, karmakarışık olarak başından aşağı yıkılıyormuş gibi oldu. Kulakları uğuldamaya başladı, ikinci basamakta durarak eliyle gözlerini kapadı. Önce hiçbir şey duym adı... Sonra, çevresini yavaş yavaş durgun bir karanlık sardı. -B u oyunu her zaman yapardı belleğine- sonunda kitaplığın rafları, sanki önünde duruyormuş gibi, açıkça belirdi. Anahtarı çevirdi, kapak gıcırdayarak açıldı. - Gıcırtıyı olduğu gibi duydu: - Kitaplarının hepsini ezbere bilirdi. Onları yan yana, üst üste, renkli kapakları, ciltleriyle, iyice görüyordu. Başını hafifçe iki yana sallayarak -elini biraz daha bastırdı- düşüncesini toplamaya çalıştı: "Nerede, nerede... Bir ihtiyar kadın da olacak. Bahçıvanın düzelttiği gülleri gizlice bozan, onları, dağınık, doğal durumlarına getiren." Sonra, yine her şey karmakarışık oldu. Gözlerini açarak, şaşkınca önüne baktı. Aşağıdan, mutbaktan gülüşmeler geliyordu. İki üç basamak daha çıktı. Gülüşmeler, bir şeyin çevresinde toplanıp çoğalarak yinelendi. Şimdi pencerenin yanındaydı. - Ya gülüşmeler, ya o gökyüzü meselesi? - Parmaklığa abanarak aşağı doğru eğildi. Yeni yıkanmış taşlığın ötesinden, ambarın arkasındaki çamaşırhaneye.açılan büyük taş mutbaktan, dumanla karışık, kızdırılmış tereyağı kokusu -tep e camın 21

22 dan vuran ışığın allında- bir bacadan çıkıyormuşçasına, döne döne ona doğrıı geliyor, pencerenin önünde yayılarak ağır ağır dışarıya çıkıyordu. Tulumbanın gürültüsü arasında, ona kadar gelen sesleri duyuyor, ama -kafası karışmıştı bir kere- neye güldüklerini anlayamıyordu. -Sanki pek gerekliymiş gibi - Gülüşmeler yeniden yükselirken, mutbak kapısından, üstü başı un içinde, genç bir kadın fırladı: "Naha e mi deliler, kız, ekmek yetişmeyecek vallaha." Ambarın kapağını açtı, elindeki sahanı un çuvalına daldırırken, merdiven başındaki -hep öyle kayıtsızca sarkmış olarak- sordu: "Neye gülüyorsunuz gene?" Kadın ansızın döndü, ablak esmer suratı gülmekten ışıl ışıl, yemenisi un içinde ona baktı. Elinin alışkın bir hareketiyle önüne düşen saç örgüsünü arkaya doğru savurarak güldü: "Hiç be, seninkilerin densizliği, ekmeği yetiştirtmeyecekler bana, azdılar gene. Akşama görürler Hacı Osman'ın burnunu." Sahanı çuvala daldırıp doldurdu; gülüşmelere kulak kabartarak tekrar güldü ve sordu: "Ne tünedin ya oraya sen?" Ambarın kapağını kapayıp mutbağa doğru kalkarken: "Gel sen de" dedi. Gel kız, Esmâ'yı kızdırıyoruz, gülüşürüz." Sonra aceleyle, ambarın arkasında kayboldu. Kız doğruldu: "Bacakları ne kadar güzel. Ama topuklar!.. Yalınayak gezmekten." Birdenbire, merdivenin ortasında -pencerenin önünde olduğu halde- biraz önceki havasını kaybetmiş olduğunu ayırt etti. Şimdi ne gökyüzünün mavisinin, ne zengin bir taşra evinde duyulan hareketliliğin onu çeken yanı kalmıştı. Daha önce -m erdiven başına gelmeden önce- mutbaktaydı; geniş taşlıklar, ocakta yanan kütükler, tulumbadan çıkan buz gibi suyun kokusu onu sarmıştı. Akşama - Hacı Bey dayısının - şöleni vardı. "Erkekler bahçede içecekler. Karılara yukarı sofada iki sofra yaparız. Yargıç, mühendis ne, hep çağrılmış, durman kız, durman durman" demişti Sabire Hala. Şimdi yukarı mahallede, pencereleri Akşam ovasına açılan bu büyük evin mutbağında - Hacı Beyin evi, Hacı Beyin bağı, Hacı Beyin atları denilirdi de başka denmezdi zaten - Hacı Beyin karıları, kızları, gelinleri. - Bir haftalık gelin Esma bile - ateş yakıyor, kazan kaynatıyor, kuyudan tulumbadan su çekiyor, hamur açıyor, dört dönüyorlardı. Kız, saçları taranmamış, 22

23 üzerinde gecelik, mutbak kapısının önünde bir yer iskemlesini' olurmuş, onları seyrediyordu. Sabire Hala, büyük siyah saplı bir bıçakla bakır bir tepsiye soğan doğrarken, ona bakıp giil müştü: "Yaa kız, sizin şeherde böyle cefalar yok. Siz heriflere iki fingirdediniz miydi, yarım dilim ekmekle iki yumurtaya şükür derler. Bak bizim halım ıza..." Kız gülümsemişti. içinde sağlam bir duygu vardı. Soğanın acısı, hamurun mayası, kütüklerin çatırtılı alevi, kazanların isi, kalaylı bakırlar, -özellikle kadınların büyük gergin memeleri, dolgun bacakları- tereyağının kokusu, sütün kaymağı karşısında -b ir yandan- güven duyuyordu. Sabire Hala, soğandan yaşaran gözlerini yemenisinin ucuyla silerek ona takılıyordu: "Sen boşla o kitapları neyi, bak hele solucana dönmüşsün. Bu kış gel, burda seni gözlemeyle, kaymakla bir besleyelim, işe yara barim kız, bak Esm â'ya..." Oklavalar daha çabuk gidip geliyor, yufkalar neşeyle büyüyor, kadınlar gülüşü gülüşüveriyorlardı: "N e dersin kız Esmâ?" "Aman hadi be!" "Nurettin'in talihi varmış. Ama şeher erkekleri böyle sıskacık olsun isterler." "Yook, bizim erkeklerimiz anlamaz öylesinden. Nurettin'e sorun da bakın. Ha Esmâ?" Esmâ, kırmızı yanakları alev alev, gülmesini zor tutarak, hamurlu eliyle en yakınının bacağına bir çimdik atıyordu. - Çünkü onu dürtüp duruyorlardı. - Kız, mutbak kapısının önünde uzun uzun gerinmiş, kendini sağlıklı bulmanın, hiçbir ağrı sızı duymadan rahatça gerinebilmenin tadıyla elini yüzünü yıkamış, "Ben gidiyorum" demişti. Kadınlar sevecenlikle - Hacı Beyin, İstanbullarda, büyük okullarda okuttuğu, gözünün bebeği yeğenine, bu zayıf, nazik, öksüz kızcağıza, kuş kadar canı olan bu iki günlük konuğa sevgiyle bakarak - "Git git, demişlerdi, azıcık uyu." Orada, merdivenin ortasında, öylece -b ir şey kaybetmiş gib i- duruyordu. Uyumak; geniş sedirlerden birine sırtüstü uzanarak, büyük aydınlık bir odada -pencerelerinin hepsinden gökyüzü görünen bir odada- uyumak, gevşemek, rahat soluk 23

24 larla genişleyerek, hafifleyerek, çocukçasına uyumak niyetinde değil miydi? "E e... Bu hal, bu sıkıntıya benzer duygu ne öyleyse?" Pencereyi unutmuş olarak, basamakları ağır ağır çıktı. Camlı kapıyı iteleyerek sofaya girdi. Burası yüksek tavanlı, uzunlamasına büyük, aydınlık bir sofaydı. Sağ yana, köşeye, boş üzüm sandıkları, buğday çuvalları, ağzı mühürlü torbalar, kışlık soğan serilmişti. Açık pencereden içeriye kuş sesleri doluyor, sofa; önünde uzun sediri, konsolu, aynası, sedirin beyaz dantelli örtüleriyle sessiz; iç açıcı aydınlığıyla duruyordu. Odalar da öyleydi zaten. Hepsi, sedirleri, işlemeli minderleri, kafesleri konsolları, sürahileri, gergince serilmiş kilimleri, ceviz sandıklarıyla, dayanıp döşenmiş, büyük, aydınlık, rahat odalard ı... Kışlık meyve serilen boş odalar, çatı pencereleri bile kendine güvenli, durumundan hoşnut, güven verici görünüyorlardı. Ama, tüm bunlara karşın, bir şey eksikti bu evde. Kapıya dayanarak -ak lı hep o gökyüzü meselesine takılmış bir halde- sofayı boydan boya gözden geçirdi. Bu eşyalar, bu odalarla en ufak bir ilgisi yoktu. Hiçbirini sevmiyordu. Bunlar, onun değildi. Ama, kimsenin değildi zaten. Hacı Beyin evine alınıp konulmuştu sadece. "Acaba öyle mi? Bu gelinler, kızlar; onların çeyizleri, elişleri..." Ama bütün bu eşyalarda, sevilmemekten gelen bir donukluk vardı. Bir şey anlar gibi oldu. İşin sırrı - o eksikliğin - buradaydı galiba. Okşanmamış, çiçekleri öpülmemiş Kütahya vazoları; bir kadın yanağının sıcağını duymamış aynalar; tavanın, uzun uzun seyredilip düşlere dalınmamış oymaları; kilimlerin nakışları, "galiba galiba... boşuna bir güzellik, renklilik, aydınlık, ferahlık." Her şey kendi kendine, konduğu yerde duraduruyordu. Alnını kırıştırarak, düşünceli düşünceli penceredeki kuş seslerine baktı. "Peki ama bu huzursuzluk nereden çıktı şimdi? Bu sıkıntı... üff?" Birden, büyük bir sessizlik içinde buldu kendini. Kuş sesleri vardı. - Evet, hem ne cıvıltı. - Uzaklardan, tarlada çalışanların bağırışları, aşağı katta kadınların sesleri, bahçeler arasında bir çocuğun ağlayışları da duyuluyordu. - Evet, evet, bunlar vardı. - Fakat yine de ne sessizlik! Bir şey susuyordu. Uzun uzun, geniş geniş, güneşli, hafiften esintili bir şey -insanı deli edercesine vınlayarak- susu 24

25 yordu. Kalbi bir iki kere kuvvetle çarptı. Yüzüne gözüne.ılrş bastı; boğulacak gibi sıkıldı. Bir adım atamadan orada dikilmiş duruyordu. Burada -bu koca evin içinde- ortada kalmıştı. Bu tün eşya, ona uzaktan bakıyordu. Şöyle bir uzansa, o müthiş sessizlik içinde içlerine çekilecekler, kendilerini vermeyecekler. Bomboş duvarlar ondan uzaklaşacak... "N e oluyorum, ne oluyorum şimdi durup dururken..." Parmaklarının ucuyla kaşlarının ortasına kuvvetle bastırarak sıkıntısı geçsin diye bekledi. Sonra bir an, orada bulunuşunu -kolu yırtık eski geceliğin içinde, gevşek- öyle bir anlamsız buldu ki, ne yapacağını şaşırdı. Hiçbir şey düşünmeden çevresine bakındı. En sonunda -kafasına dank dedi- gitmek zamanının gelmiş olduğunu, büyük kenti, kendi odasını, arkadaşlarını, kendinin olan yaşamını özlemiş olduğunu duydu. "Gitmeliyim artık." Heyecandan kalbi kuvvetle çarpmaya başladı. Sofanın ortasına doğru yürüdü, bu kez orada, orta yerde -ak lı yine o gökyüzü meselesine çekilerek- sıkıntılı sıkıntılı durdu. O anda odasında olmaktan başka isteği yoktu. Sokağın ve kentin alışık olduğu gürültüsünü duyar gibi oluyordu. Dar eteğinin kalçalarını sarışını, südyenin askılarını, bluzun ütülü yakasının tenine değişini düşünerek omuzlarını kıstı. Sonra, buraya geldiğinden beri - kır yollarında, merdiven başındaki pencerede, sırtüstü uzandığı sedirlerde uzun uzun düşündükleri, hep birden, aklından geçmeye başladı. - O, kente göre ayarlanmıştı. Dar odalara, koltuklara, sandalyelere, elektrik düğmelerine, musluk suyuna göre daralmış, büzülmüştü bir kez. Sokaklar, caddeler bile tümüyle görülemezdi. Kalabalık arasında yürürken, ışıklı büyük vitrinler, bir iki renk, bir eldiven, bir kolye, bir reklam yazısı, bir balkon parmaklığı, bir apartman penceresi çabucak geçer. Bir yan sokak, oradan buradan görünen gökyüzü parçalan, bir taksi numarası... "Aman Hacı Bey dayım ne der? Yollamazlar. Allahım, nasıl da ısrar ederler..." Burada özlediği her şey vardı. Dağlar, kırlar, dere boylan, ovalar dolusu rüzgâr, kocaman bir gökyüzü... Evet ama -yadsıyamazdı artık- onun buradakilerle hiçbir ilgisi yoktu. Hiçbir şey onun değildi. Her şeye karşı bir yabancılık duyuyordu. Hepsini seviyordu. - Belki, evet, dayısıgil, dayısı- 25

26 gilin yeri yurdu ne olsa. - Ama orada, kentte apartmanın kapıcısı, lekeci Suzan ona daha çok yakındı. Midesi, küçük paketlerle alınan tereyağma, ufak beyaz bir tabakta içilen çorbaya, küçük ekmek dilimlerine göre işliyordu. Üzerine iki kırmızı turp, bir iki zeytin tanesi konmuş -m avi çiçekli küçük bir kayık tabakta- yeşil salata, biranın altın sarısı, kenarına papatyalar işlenmiş masa örtüsü, yaşamına karışmış, ondan bir parça olmuşlardı artık. Onlardan buna, bundan onlara geçen bir şey vardı. "Hacı Bey dayım, dur canım daha hele, azıcık tavlan, yok olmaz, diye tutturur." Fakat kalamazdı. Gitmesi gerekti. Hem şimdi -hem en, hemen, derhal- gitmeliydi. Daracık -ü ç m etrekare- odası olduğu gibi gözünün önünde duruyordu. Ellerini yüzüne kapayıp bastırarak kendisini odasında görmeye çalıştı. Duvarlarına astığı iki üç resimle, okyanusun sesini, bozkırların yalnızlığını, derede yıkanan iki küçük oğlanın kahkahalarını odasına getirivermişti. Tek kişilik somyası, küçük radyosu, kitapları, dergileri, elbiseleri, boncukları, basma perdeleri, gece lambası onu dört bir yandan tutar, onu severlerdi. Gözyaşları, şakaları, hastalıkları, cilaları, renkleri birbirine karışmıştı. Onlar eşyadan başka bir şey; çocuk, sevgili, ana baba, kardeş olmuşlardı. Şimdi, yatağının kokusunu, yastığının yanağına değişini, radyosunun ışığını, olduğu gibi duyuyor, kalbi çizim çizim çarpıyordu. Odasında darlıktan bunaldığı, gidişen avuçlarının bütün kuvvetiyle duvarları itelemek istediği geldi aklına. Şimdi duvarlar ona yaklaşsın istiyordu. - Ne istediğini bilmiyordu. - Kollarını iki yanma sarkıtarak odasına -ona bir yatak serdikleri odaya- doğru döndü. Gitmek isteği yok oluvermişti. Tutunacak hiçbir yeri olmayan bir boşluk içindeydi sanki. Ansızın, olduğu yerde sallandı. O kokuyu - o n u - duyacaktı yine. Sapsarı olarak -im d at beklercesine- çevresine bakındı ve boğazı kuruyuverdi. Zaman zaman -böyle ne istediğini şaşardığı zamanlarda- annesiyle babasına ait o zehirlenmiş ölü kokusunu kuvvetle duyuyor, içinde korkudan, acıdan karışık bir bulantı kabarıyor; düşünm e gücünü kaybederek kalakalıyordu. Bu hali yaşadığı zamanlarda olduğu gibi, başı kuvvetle dönmeye başladı. Duvara tutunarak mindere kadar gitti; min 26

27 derin ucuna ilişti. Yumruklarını sıkarak gözlerine başlınlı ı > koku, içinde annesi babası, yatılı okul günleri, felaketi anlatma ya çalışan müdire hanımın sarı-yeşil rengi, alnında buz gibi dıı daklar, kuş sesleri fırıl fırıl dönmeye, minder, altından kayıp kayıp gitmeye başladı. Dudağını kuvvetle ısırarak: "Ağlayacaksam ağlayayım, h a d i..." diye bekledi. Kalbi çok fazla çarpıyordu. Olduğu yerde hafif hafif sallanmaya başladı. Ağlayamıyordu da. Bir şey gerekti. Sonunda uzaklarda bir horoz uzun uzun ötmeye başlayınca, boşandı. Kendini, yüzükoyun minderin üzerine attı. Zayıfçacık -an cak bir öksüzün, bir kimsesizin ağlayabileceği g ib i- yakınmasız, kırgın hıçkırıklarla, hüngür hüngür ağlamaya başladı... ' Sofa, konsol, soğanlar, aydınlık, dingin duruşlarıyla, ilgilenmeden onu seyrediyorlardı. 27

28 Aksaray Dolmuş Dolmuşa ilk binen ben oldum. Eminönü meydanının sağ yönündeki öbür dolmuşlar ve otobüsler arasında, müşteri beklemeye başladık. Meydanın en kalabalık zamanıydı. Güneş, raylarda, camekânlarda, tramvay demirlerinde çakıp çakıp geçiyordu. Öyle acelem vardı ve öyle yorgundum ki: ne kaynaşan kalabalığa, ne köprüden süzülerek gelip, güzel bir yay çizerek geçen kırmızı tramvaylara, ne o gösterişli taksilere ne de ikide bir güneşe doğru pırıl pırıl havalanan Yenicami güvercinlerine bakıp, kendimce güzel, neşeli bir şeyler düşünebiliyordum. Mısır Çarşısı'mn ve Balıkpazarı'nın gürültüsü önünde şoförler dik seslerle bağırıyorlardı: Aksaray, Topkapı dolmuş, Aksaray dolmuşşş... Haydi hemen gidiyoruz... Aksaray, Yedikule gidiyor... Beyazıt, Fatih, Edirnekapı burada, dolmuş, dolm uş... Sonra bir müşteri görünce, birdenbire susuyor, hemen o yana seğirtiyor, bağırmadan yineliyorlardı: Aksaray dolmuş, burada efendim. Hemen gidiyoruz efendim. Büyrun efendim, Aksaray dolmuş, haydi bir, haydi birrr... Ben çok yeni bir arabaya düştüğüm için memnun, arkama dayanmış, yorgunluk çıkarmaya bakıyordum. Bir ara, şoförün küçük aynasında kendimi görmeye çalıştım, olmadı. Çantamı açıp ayna çıkarmaya üşendim. Öyle böyle değil çok yorgun 28

29 dum. Arka camın önünde, tatlı sarı kabarık tüyden yapılmış bale elbisesiyle bir mum bebek hafif hafif sallanıyordu, Esinti olmadığı halde niye sallandığını düşündüm ve buldum: Bcıı arabaya binerken yorgun olmadığım zamanlardaki gibi şöyle hafifçe başımı eğerek içeri süzülüvermemiş "Ayhh! aman" diye hızla oturmuştum. Şoföre gelince, o, kolunun fiyakalı bir hareketiyle kapıyı 'çatt' diye kapamıştı. Bebek onun için kendi dünyasında -in ce bir gülüm seyişle- sallanıp duruyordu. Direksiyonun sağ yanına, köşeye Atatürk'ün, gümüş çerçeve içinde küçücük bir resmi asılmıştı. Çerçevenin ucuna bağlanan mavi boncuk da tıpkı bebek gibi hafifçe sallanıyordu. Birden şoförü merak ettim. Eğilip baktım: Orta boylu, yanık tenli, kıvırcık saçlı genç bir adamdı. Spor ceketinin yakasında bir rozet, boynunda çiçekli falanlı bir kravat. Kendi kendime: "Bak bu olmaz" dedim. "Şoför dediğin şöyle külhani olmalı. Şu kravatı çıkarıp, yakasını açması gerek." Benim dikkatli dikkatli baktığımı görünce: "Şimdi gidiyoruz küçük hanım" diye seslendi. İçimden: "Ama ne küçük hanım" diye güldüm. İşte tam o sırada araba birdenbire doldu. Arkaya benim yanıma, orta yaşlı bir hanımla bir 'Genç bayan', şoförün yanma da kocaman bir avukat çantasıyla yakışıklı bir adam bindi. Adamla bir an göz göze geldik. Bunun sonucu şu oldu: O, arkasına rahatça dayanacağına beni görecek şekilde yan oturdu. Çanta büyük bir ciddiyetle dizlerinin üzerinde duruyordu. Aklımdan hemen Seyhan'a anlattım: "Gelirken dolmuşta bir adam vardı. Seyhan, işte adam! Görmeliydin. Aslında gömleğinin yakası çok fazla temizdi, sonra çok sıkı tıraş olmuştu ama yine de derbeder, sevimli bir hali vardı. Yan yan bakışını bir görseydin..." Sonra gözucuyla yanımdakilere baktım. Orta yaşlı olan, şöyle bir ellilik, şişman, kara kaşlı bir kadındı. Siyah başörtü ile sıkma baş yapmış, gözlerine koyu koyu sürme çekmişti. Üzerinde iyi kumaştan, güzel dikilmiş bir bej pardösü vardı. Dizine dayadığı çantasını sıkı sıkı tutan şişman, esmer elinin derisi gerilmiş parlıyordu. Baş parmağının kenarı da çizik çizik kararmıştı. Bunlar genellikle çamaşır ve soğanın marifetidir ama o gün hanım mutlaka enginar pişirmişti. Sofrada da şöyle demiş- 29

30 lir herhalde: "Aman, yemesi iyi ama pek fena boyuyor." Eğer yetişmiş kızı varsa ve o: "Ay anne bu ellerinin hali ne?" demişse cevabı yerleştirmiştir: "A, ayol ayaklarımla soyacak değilim ya. Ev hali. Sen evlenince hiç enginar pişirme e mi?" Ve gülüşmüşlerdir. Bundan eminim. Çünkü kadın tatlı dilli bir hanımdı. Bindiklerinden beri, yanındaki kıza yavaş sesle: 'Bıdı bıdı' bir şeyler anlatıyordu. Genç kız, o, metresi on dört altmış olan iyi Fransız ketenlerinden, pembe bir elbise giymiş, sarı saçlarını omuzlarına dökmüştü. Hafifçe boyanmış, beyaz çantasını omzuna asmış ve file eldivenler giymişti. Çanta Lion mamulatı, eldivenler altı lira seksen kuruş, açık yakasından görünen, oldukça tombul göğsündeki, bir zincirin ucuna asılı olan elmaslı kuş epeyce bir şeydi, ama kız, bütün bunlara, üstelik o ufak ağzına, o pembe beyaz tenine, sahiden güzel yeşil gözlerine karşın, hoş, zarif, şık bir kız değildi. Oturuşunda, laf dinleyişinde, baş sallayarak onaylayışında genç kızlıktan çok, küçük evlenmiş, iki çocuk doğurmuş, uzun zaman dışarlarda dolaşmış, yükünü tutmuş bir memur karısı hali vardı. Yan gözle kolunda o kalın altın bileziklerden var mı diye baktım, yoktu. Bizim şoför üç dört kere daha: Aksaray dolmuş, hadi b ir... diye bağırdıktan sonra, yerine geçti, kapıyı yine 'çattt!' diye kapadı. Sonra, öbür kapıların iyi kapanıp kapanmadığına baktı; aynayı ayarladı; hareket ettik. Önde oturan adamla bir iki kere daha göz göze geldik. Bana, hafif gülümsüyormuş gibi geldi. İçimden: "Serseme bak dedim, kendini ne sanıyorsun acaba?" ve inadıma pencereden dışarıya bakmaya başladım. Yanımdaki hanım durmadan bir şeyler anlatıyor, kız arada bir gülerek, "Evet" "ya!" diyerek dinliyordu. Araba, Balıkpazarı'nın dar sokaklarından birine saptı. Önümüze durmadan yük arabaları, kamyonlar çıkıyor, sık sık duruyorduk. İki yanımızda karanlık, dar dükkânlar vardı. Boy boy asılmış katır boncukları, halatlar, fıçılar dolusu zeytin, dükkânın önünde çay içen dükkân sahipleri, o daracık yollarda, 30

31 oraya buraya seğirten, birbiriyle şakalaşan ve otuz iki ilişim göstererek gülen küçük çıraklar; tavanlara asılı süpürgeler, üst üste, yan yana konmuş bisküvi, zeytin yağı tenekeleri, Urfa yağı fıçıları, konserve kutuları, şarap şişeleri arasında kalmıştık. Bütün bu karışıklık arasında, terlemiş, bunalmış yolcular, hamallar, bağıran çağıran, gülüp şakalaşan bir kalabalık vardı. Ben hangi birine bakacağımı şaşırırken, bizim şoför şaşırtıcı bir ustalıkla kalabalıktan, gürültüden, o daracık sokaklardan kurtulup geniş caddeye çıkıverdi. Bundan sonra tuhaf bir şey oldu. Terim soğuduğu için hafifçe üşüyordum, ama yorgunluğum birdenbire geçmişti. İçimde, sanki yolculuktaymışım gibi neşeli bir duygu vardı. Kendimi Eskişehir'de zannediyordum. "İşte sıcak sulardan saptık, helvacıların önünden, terlikçiler çarşısından geçip hükümet meydanına çıktık. İşte, yeni yapılan istasyon caddesini sağda bırakıp hükümetin önünden geçiyoruz. Şimdi Yedilere geleceğ iz..." diye çevreme bakıyor, iki ayrı kentin bu kadar birbirine benzeyen yerleri olmasına şaşıyordum. Aklıma Eskişehir gelince dalıp gitmiştim. Bir ara araba zınk diye durmasa kendime gelemeyecektim. Bir baktım kırmızı ışıklar yanmış. Şoförü, öndeki adamı ve yanımdakileri süzdüm, bu ışıklarla hiç ilgili değiller. Bir hoş oldum. Ne çabuk alışmışlar. O sırada yaşlı hanım lafını bırakarak kıza: "Bu Atatürk Bulvarı değil m i?" diye sordu ve eğilerek benim yanımdaki pencereden dışarı baktı. O zaman gözlerinin yeşille ela arası bir rengi olduğunu gördüm. Kendime: "A..." dedim, "Nazifanım Teyze. Tıpkı onun gözleri. Nasıl da benziyor!" Kız: "Sonra?" diye sordu. Hanım kimsenin kendini dinlemediğinden, herkesin kendi havasında olduğundan emin, oldukça yüksek sesle sözünü sürdürdü: "Sonra efendim, bu tutar, inadına sürmeleri çeker, yanakları boyar, çocuğu da giydirir... Çocuk da Leylâ. O zaman daha bir buçuk iki yaşında falan işte. Tam dairelerin dağılma zamanı, kalkar eltisine gider. Süleyman Efendi de kahvede oturuyormuş. Haçıi o gazino var ya, eskiden orası baya kahveydi. Çınarlı kahve derdik. Efendime söyleyeyim, bunun öyle sürmüş sürüştürmüş bayırdan indiğini görün 31

32 ce, adam beyninden vurulmuşa döner..." Ben yüzümü esintiye vererek Süleyman Efendiyi düşündüm... O sürmüş sürüştürmüş taze belki de AksaraylIydı. Seyhanların yolunun üzerindeki rüzgârlı yan sokaklardan birinde oturuyordu; bu Sülayman Efendi de kaynatasıydı belki. Hanım, Süleyman Efendinin sinirlenişini, kalbi olduğunu, o hırsla kalkıp kadının peşi sıra gidişini anlatırken bir ara: "A kör olmayasıca bari peçeni indir" demez mi? Tabii benim aklımdan, iyi dikilmemiş bir emprime entari giydirdiğim, saçları iplik iplik ondüleli tipim bozuluverdi. Hayalim ta eskiye atladı; ama kadını bir türlü çarşafla gözümün önüne getiremedim. Arabamız şimdi geniş asfalt caddede Aksaray'a doğru süzülüyordu. Birdenbire kızın, kadına karşı çok fazla ve yapmacıklı bir saygı gösterdiğini, her sözüne kafa sallayıp gülümsediğini ayırt ettim. "Haa! Anlaşıldı. Bu hanımın oğlu var. Ya da oğlu yoksa bile, vallahi bu kızın bu kadından bir çıkarı var." diye düşündüm. Kadın sesini yeniden yavaşlattığından ne anlattığını duyamıyordum. Önde oturan genç adamla şoförün aynasının içinde gene göz göze geldik. "E... Artık, yani..." dedim içimden. O sırada hanım yine, sesini yükseltti: "Diyeceğim şu ki, yani anasına çekmiş. İyi kız, hoş kız, okumuş kız, lâkin biraz hoppaca işte! Anası da öyleydi. Hâlâ da öyledir. O deli Râziyeliği bırakmadı. Bu Süleyman Efendiden yediği zapartayı hep anlatır, gülüşürüz. Ondan sonra bir daha kahvenin önünden peçesi açık geçmeye tövbe etmiş." Kız, hep yalancıktan gülümsüyor, çantasının sapıyla oynuyor, hanım devam ediyordu: "Bülent'e sorarsan o razı, ama bey eniştem, öyle satıcılarla falan şakalaşmasını, merdivenleri deli deli inip çıkmasını, avaz avaz şarkı söylemesini hiç beğenmiyor. Bülent'e açıkça, eğer o kızı alırsan, babalık hakkımı helal etmem, d edi..." Sonunda Aksaray'a geldik. O genç adam da benimle birlikte indi. Kapıyı kaparken kızla bakıştık. Kısılmış yeşil gözlerinden anlayamadığım bir ışık geçti. Sonra araba Topkapı'ya gitti; ben Seyhan'a gidiyordum! O genç adam nereye gitti bilm em... Şimdi, kendi kendime düşünüyorum. O sürüp sürüştürüp 32

33 açık peçeyle kahvelerin önünden geçen kadının kucağındaki Leylâ, demek ki büyümüş, hoş bir kız olmuş. Bu kız diyorum, sabahleyin yataktan neşeli kalkar. Musluğu sonuna dek açıp, suları ağzıyla püskürterek yüzünü yıkar. Sonra bütün pencereleri açarak, içeri dolan kavrulmuş soğan kokusuna: "Es ey nesimi nevbahar..." diye güler. Pencereden yarı beline kadar sarkarak, avazı çıktığı kadar: "Fasulya... baklaaa..." diye bağıran satıcıya seslenir: "Yahu Allah aşkına bağırma!" ve ekler: "Yolunun üzerinde hiç mi çiçek yoktu birad er..." Adam anlamaz, başını yukarı kat pencerelerine kaldırarak sorar: "Buyur?" Kız gülüverir. Adamın ne düşündüğü belli olmaz. Kendi kendine bir şeyler mırıldanır. Yeniden: "Fasulya, baklaaa..." diye bağırarak eşeği dürter. Leylâ, imgeleminde, küfelerin ve eşeğin boz rengiyle fasulyelerin yeşili arasına bir demet gelincik koyar ve bağıra bağıra bir şarkı tutturarak aşağı iner. Taş mutbakta, mangal yanmış, çaydanlık kaynamıştır. Leylâ anneannesinin mavi yemenisinin oyalarına, yüksek iskemlesiyle masa başına oturtulan küçük kardeşinin burnundaki yumurta sarısına, zeytine limon sıkan annesinin sağlıklı, neşeli haline bakarak içinden sevinir. Anneannesi: "Kız zilli der, mahallede hiç bekâr komşu oğlu var demiyorsun. Bir şarkı, bir türkü, bizim zam anım ızda..." Leylâ, güleyim derken çayı döker. "Hay sizin zamanınıza, anlamıyor musun, ben komşunun oğlunu baştan çıkarmak için yapıyorum." "Hadi d e li..." Annesi güler: "Ayol bu dil orospusu kâfir. Duyan da bir şey sanır." O sırada elini reçel tabağına daldıran bebek, birdenbire bağırarak, güler ve hepsini güldürür. Küçük el, çiçekli elbeziyle silinir, dişler arasında açılan tokayla kâküller tutturulurken Leylâ, hem çayını içer, hem düşünür: İşte, ekmek, böyle köz ateşte evire çevire nar gibi kızartılmalıdır. O elektrik fırınında ya da havagazmda, sözde kızartılan kurumuş, yol yol yanmış renksiz ekmek dilimlerine hiç dayanamaz. İnsanın evinde her sabah ille bir çinko çaydanlık, böyle fıkır fıkır kaynamalıdır, der. Evin şenliği. Bir gün, kaynayan çaydanlık diye bir türkü uydurabilir. Ya da böyle bir resim... Hiç olmazsa insan, günün birinde canı sıkılan bir adama rastlarsa, çaydanlıktan başlayarak, şu küçük 33

34 mutbağı, kahvaltı sofrasını, Mine'nin yumurtalı burnunu; anneannesinin oyalı yemenisiyle o hoş sözlerini anlatıp adamı şenlendirebilir. Gelgeldim, Bülent Beyin babası onu beğenmiyormuş. İyi ya efendim. Öyleyse bu babasının kuzusu Bülent Beye, şu dolmuştaki süzme kızı alsınlar. Dünyada ağırbaşlı kız mı yok? Leylâ böyle işte. İki kahkaha arasında, elini sallayarak şöyle diyordur: "Bülent Bey mi? Püf! O daha süt kuzusu. Geçin Allahaşkına. Elimi sallasam ellisi." Leylâ'nın da tasası tükenmişti sanki!

35 Bozbulanık Konyak etkisini gösterip de başı dönmeye başlayınca, düşünceleri sapıttı. "Hepinizden nefret ediyorum, diye bir bağırsam, acaba ne yaparlar?" Kendi kendine güldü. Kendi kendiyleydi zaten. Radyonun yanındaki koltukta, dizlerinde pamuklu battaniye, sırtında yün hırka, otuzyedi dokuz ateşle, dalgın dalgın oturuyor, içiyle halleşiyordu. "... Galiba sarhoş oluyorum. Bu iş Birsen'in işi. Ateşim var, öksürüyorum der misin? Hemen konyaklı çayı dayadı burnum a... Hem de koca bardakla. Adnan gelip bu halimi görse. Sahi beni hastayken hiç görmedi. Ne gürültülü oyun bu? Sayın büyüklerimiz eğleniyorlar. Poker... Adı büyük meretin. Yoksa bizimkiler vakit geçirmek için oynuyorlar. Pokercik! Ortada dönen de Birsen'in harika buluşu. Para yerine Golden çukulata ve muz likörü. Ucuz canım! Goldenin kilosu dokuz lira. Likörün vardır bir ikiyüzellisi garanti. Dört yüz bin veremliye karşı ne ki? Devede kulak. Ne alırım, ne bilirim. Yemesine yerim ama. Benim bu israftan kaçışım, halk halk, açlık, yoksulluk diye ötüşüm biraz yapmacık zaten. Ben iflah olmam. Önce kendimden umudum kesilmiş. Değil ki insanlar... Şu avukat bey böyle kenarda sessizce oturuşuma ne anlam verir acaba? Bence, o, tazı suratıyla hiç de dava kazanacağa benzemiyor. Pek de şık! Hale bak, dört kızın içinde zevkten ölecek. Berran açıklamada bulunuyor: Ben, muhterem kız kardeşiymişim, Birsen amcamızın kızı, Zerrin yakın arkadaşı. Kolej, Dil Tarih, Hukuk, Edebiyat 35

36 fakülteleri burada. Yüksek bir çevre doğrusu! Dar süveterler, dar etekler, enseleri meydana çıkaran kısa saçlar, likörden kızarmış yanaklar Avukat beyin ince bıyıkları, dışarda gece ve kar, içerde, sıcak, neşeli bir hava... Oh kekâ! Ne tipik aileyiz. Pes! Karnı tok, sırtı pek, orta halliliğin verdiği, gevşek durumundan hoşnut... Şöyle bir baksan, işte abajurdan kristal vazoya, ondan benim şu Çerkez bozuntusu halamın altın çerçeveli gözlüğüyle, Sevim Teyzefnin Karon pudralı yüzüne kadar her şey; Birsen'in bir, 'pardon mi' çekip boyamaya başladığı uzun tırnaklarına kadar, hepsine... Kardeşim ben düpedüz sarhoş oluyorum. Ya da ateşim yükseliyor; çünkü başım dönüyor. Ne bu? Berran'ın sesi: 'Konfekşınpink efendim?' Ojenin rengi bu. Aşağısı kurtarmaz. Avukat bey, ojenin rengini öğreniyorlar. Hay seni avukat yapanın boynu altında kalsın. Bu adamın okuyacak kitabı, bu güzelim havada yürüyeceği sevdiği caddeler, bir merhaba diyeceği arkadaşı yok mudur? Büyük endüstri ha? Milli kalkınma, aydın Türkiye ideali, yok bilmem n e... Laf! Fasarya hepsi. Bomboş oturuyoruz işte. Bom boş... Dinlemiyeyim şunları, sinirleniyorum. Saat kaç? Birazdan radyoda senfonik müzik var. Çeker giderim başka dünyalara. Birsen'e nasıl bakıyor. Kravatı da konuşuyor hani. Onun da böyle gri-sarı bir kravatı vardı. 'Gittiğime değil de, sisli akşamlarda seninle Dolmabahçe'den Taksim'e yürüyemeyeceğime yanıyorum' demişti. Toplu iğneyi Taymis'e attıysa eğer, ben de gideceğim demektir. Efsane! Olsun. Gerçek olan şimdi burada olmayışı. Ne fena... Bunun pipo içişi, gözlerini kısarak konuşması, kızlara sigara ikramı hep rol kesmek. Bizim kuşak erkekleri niye böyle?.. Hiç çelebisine rastlamadım. Çoğu Amerikan işi Jön rolünde! Biz neyiz ya? Geç Allahaşkına. Berran büfeyi siper ederek içiyor sigarasını. Bu, daha tam ekstra modern olamadık demektir. Ne aşağılayın bir durum bizim için!.. Ben niye böyleyim? Böyle oldum daha doğrusu. Bomboş, kaskatı, dümdüz... 'Hişt Mori yelelelli...' Bu kim? İfakat Hanım. Kazanmışmış... Kazanmış... 'ŞTerin şımarık edası içinde aman ne sevinç! Kadının düpedüz babamda gözü var. Toptan çürüm üşüz... Annem, ah canım, nasıl sakin sakin gülümsüyor. Madam Luiz'den sonra, bir boşal 36

37 ma geldi kadına. Madam Luiz ki babamı çılgına döndiiımus tü... Madam Luiz ki!.. Annem onunla boy ölçüşemeyeceğini bi liyordu. - Bu öksürük berbat. - Babamın evini bırakmayışı, anneme karşı hep saygılı oluşu... İş burada galiba. - Ne fena öksürük bu. - Şimdi anlıyorum. Babama karşı bir çeşit gönül borcu; bu zalim onurunun korunuşu karşısında, annelerin, oğullarına gösterdikleri bir hoş görürlük hali bu. Her halde öyle. Ama gözlerinde o eski, çocukluğumuzdaki ışıl ışıl mavi'kalmadı. Çok sigaradan sesi de kalınlaştı. Çocukken bahçeden bağırırdık: 'A nne...' Odaların, sofaların serinliğinden onun genç sesi gelirdi: 'Yavrum?' 'Ekmek ver...' 'Bana d a...' Berran hep donunun lastiğini kaçırır, helada avaz avaz ağlardı. Birsen kaşla göz arasında defterlerimizi karalardı... Biz de çocuk olduk ha? Ne tuhaf! Çocukluğumuz, mutlu olduğumuz yıllar 1943'te kaldı demektir? Herkesinki böyle bir yerlerde kalmıştır mutlaka. İşte BBC. Vay... Thomas Bichem! Şu radyo harika. Başım ağrıyor galiba. Fena üşütmüşüm ben. Çok gürültü ediyor bu pokerciler am a... Şu şişko Nüzhet Bey sahiden ömür adam vallahi... Zerrin'in kolları bayağı güzelmiş. Farkında değildim. Hoş kız. Bu gürültüde de müzik dinlenmez ki. Ne, ne? Ne diyor bu avukat efendi? 'Nasıl olyr, sizin gibi elegan bir genç kız aşka inanmasın?' Zerrin kabarıyor: 'Efendim rica ederim, işi bir kadın erkek sorunu haline getirmeyelim. Elbette, insan ruhları arasında tam açıklanamayan, kadınla erkeği birbirine bağlayan bir şey, hatta Tanrısal ya da Allahı anlatamadığımız gibi, yani nasıl diyeyim, aşk denilen böyle bir şey var kuşkusuz. Temiz bir şey. Ama asıl sorun, bugün toplum içinde yaşayan ve UNESCO idealine yükselmiş olan insandır. Aşk hiçbir zaman toplum zararına yaşayamaz. Rica ederim.' 'O! Siz ya âşık olmadınız ya da içten değilsiniz.' Gördün mü cevabı. Al avukatı koy rafa, tozlansın. Hay seni avukat... Bir de gülüş var dudaklarında, sözde çapkınlık taslayacak kerata. Nasıl işler bunların kafaları acaba? Onun için gerekli olan, aşk meşk deyip elektrikli bir konu açmak. Bizimkiler de aptal gibi horozlanıyorlar... Ne çalındığını bilmeden dinliyorum. Spiker söylerken duyamadım ki... Birsen'e de ne oluyor böyle... Dizimin dibine oturmuş, pek dalgın. Yirmi iki 37

38 38 yaşın ilk aşkı... Sen de anlarsın yakında Konyalımn külahı kaç renkmiş Birsencim. Of of! Gidip yatsam. Ayıp olur. Ama düpedüz hastayım yahu. Ayıba sığar mı bu? Berran'la Zerrin ne kadar birbirlerini hatırlatıyorlar. Uzun zamandır arkadaşlık ede ede, konuşmaları, hareketleri hep birbirine benziyor. 'Siz hiç konuşmuyorsunuz?' Bu avukat beyden bana. 'Evet' 'Nasıl, evet?' 'Sözünüzü onaylıyorum.' Bozuldu paşam. Hoşlanmadım ben bu yeni ahbabımızdan. Zorla mı? Bizim için şöyle düşünür: Okumuş, akıllı kızlar, ama bize iş çıkacağa benzemiyor. Gel şekerim samba yapalım. Neye olduğunu bilmem ama çok içerliyorum. Şunun suratına bir yumruk atsam, gidip duvara yapışsa. Ne diyor ne? Kaçıyor. Bu, saldırıyor görünüp kaçmaktır. 'Bütün bunlara karşın birçok genç kızımız evli erkeklerle flörtü çok olağan buluyorlar değil mi?' Sinsilik, aşağılık, pislik işte. Bu Berran'a 'Bize de mi Lolo...' demek istiyor. Açıkça söylesene birader. Berran bembeyaz! Hadi kızım, hadi Berran, göster kendini. Namusumuz sana emanet. 'Beni tanıyan o doktor arkadaşınız sizi epeyce aydınlatmış. Kendisi, evli bir adamla gezdikten sonra bize haydi haydi demek istemişti. Geri çevrilince yaşımızın yirmi altı, yirmi yedi olduğunu hatırlatıp Seksoloji yayınlan tavsiye etti. Pek şık değil mi? Siz de sözcüklerin arkasına saklanmayın. Çıkın ortaya da görelim boyunuzu...' Gülüyor adam. Gülüyor vallahi; nasıl gülebiliyor. Bu da bizim kuşaktan. ' Ama emin o lu n...' 'Hayır dinleyin. Evli erkekle flört ahlaksızlıktır. Aşk, eh, evet olabilir. O zaman da insan Zerrin'in dediği gibi ailenin ve toplumun selameti uğruna duygularını yok etmek zorundadır. Ve şunu bilin ki, bu işte şeref payı kadınındır. Açık olacak, pardon, halk arasında şöyle derler: Orospunun bile namuslusu evli erkeğe bakm az...' Şiştin mi oğlum! Ama Berran'ın çarpıntısı tutmuştur, bilirim. Doğru duvar yıkılmaz, eğrilir derler. Yazık oldu. Hayatı bu kadar anlamamalıydık! Hayret, avukat efendi kızarmış. Haydaaa... Üçü birden konuşuyor. Püh! Bir işe yaramayacak olduktan sonra değer mi tartışmaya?.. Gidip yatsam. Dünya çürümüş dünya. Dayarım başımı radyoya. Sesini de biraz açarım. Oh, annecim ne güzel! Adnan der ki: 'Her insan biraz şairdir.' Düşünceler... Düşünce

39 ler, anılar, hepsi birbirine karışarak... Başım çok döıuiyoı Müzik ne güzel. Piyano solo ve Zerrin'in sesi: 'O kadın onun metresi, o adam onun dalgası/ Solist kim acaba? Sapıttı bu kızlar. Neredeyse adamı boğazlayıp, kapının önüne koyuverecekler. Randevu evleri, karısını peşkeş çeken kocalar, kadınlar, erkekler, ahlaksızlık... ahlaksızlık... duyduğumuz, çevremiz hep bu, hep bu... Hangi aileyi, hangi kurumu karıştırsanız altı çapanoğlu... Neye inanıp, neye güveneceğimizi söyleyebilir misiniz?' Ne söyleyecek Allahaşkına. Şükret ki o da doktor bey arkadaşı gibi konuşmuyor. Avukat bey ciddileşiyor. E e... ne olsa... 'Efendim aslında sosyal dava.' Of bire başım. Ne feci öksürüyorum. Birsen nerede, duymasın. İyi ki öğrenmiş konyaklı çayı... Neydi aklımdaki? Ha! Berran'a böyle imzasız bir mektup gelmişti. Sosyal davalı falanlı. Ne sinirlenmişti!.. 'Adam bana âşık oldu, evi barkı yıkılacak' diye üzüntüden dünyayı unutur musun, sağlığın bozuluncaya dek aptallık eder misin, al sana ödül. Açıkça söylemek mertliğini gösterememiş, ama kenar kıyı dolaşıp 'sen malın gözüsün' demek istemişti yazan. Be adam, sen Berran'ı tanır mısın? Tanımazsın! İşin iç yüzünü bilir misin? Bilmezsin! Ee? Babamın dediği gibi eşek misin be birader? Pis herifler. Kıza gülmesini unutturdular. Allah belanızı versin... Zerrin, bağırarak konuşma şekerim, beynimde ötüyor... Ne olmuş Anadolu'ya? Söyle söyle, Ahmed'in yazdığını: 'Gel Anadolu'ya da insan onurunun iki paralık oluşunu gör' diye yazmıştı. Anadolu... Haydaa... Oda, ev, kent uzaklaşıyor benden. Bir gidiyor, bir geliyor. Terliyorum. Küçükken otomobil tutardı beni. Tipti böyle olurdum... Dolandırıcılık... Yatılı okullar... Devrimler... Dön efendim dön... Vay başııım... Nasıl edip sıvışsam. Keşke hiç çıkmasaydım. İlk kez geliyorlar evimize, olmaz ki şimdi. Bu kadar gürültülü pokeri de hiç görmemiştim. Bir sessizlik olsa. Müzik araya giriyor. İşte kemanlar! Bu bölümü bekliyordum. Anımsıyorum bu parçayı ama çıkaramadım. Oh, Allahım çok şükür... Şimdi sen ta Londra'dasın ha? Ada iskelesi bomboştu. Bir çocuk balık tutuyordu. Hazirandı. Sabah sabah hava ne güzeldi. Karşıdan sandalların sesi geliyordu. Çiçekçi bağırıyordu: 'Haydi margaritler, m argaritler...' Bir 39

40 sen'in 'Şu papatya azmanı çiçeklerin adı ne?' deyişini anımsayıp gülmüştük. Ne güzel gülerdik birlikte. Şimdi sen ta Londra'dasın. Hay Allah! Taymis beni de çeker mi dersin?.. 'Demokrasi budur zaten.' Demokrasi mi? Demokratların... Halkçılar... Dem okratlar... Her şeyi bölük pörçük duyuyorum. Hâlâ tartışma. Adamın avukat damarı tuttu. Kozunu ille de kaz yapacak. Ya Zerrin'le Berran? Hâlâ tutar bir yanları var. Hâlâ umutlular. Ben niye böyle oldum? Ben düdüğümü çoktan öttürdüm. Herkes kaderini kendi yaparmış. Alâ! Biz yapamadık işte. Babam geçen gün: 'Tahsilinizin sem eresi...' diye bir şey söylüyordu. Tahsilimizin semeresi ha?.. Of! Allah kahretsin ki beynim ağrıyor. Gece yarısına kadar oturur şimdi bunlar. Ben d e..." Gözlerini kapadı, hafiften içi geçti. Saat ilerliyor, poker kızışıyor, tartışmacılar, seslerini gittikçe yükselterek devam ediyorlardı. Uykusuna, vücuduna, insanların arasına, kente, dünyaya... sinsi, bulanık, iğrenç, terli, adi, sancılı bir şey yayılıyor, bunaltıyor, soluksuz koyuyordu onu. Uykusunun arasında, Zerrin'in sesini, kubbeli bir yerde yankılanıyormuş gibi duymaya başladı: " Bize ne verdiler ki ne isteyebilirler? Biz adam olup paçamızı kurtarmışsak, bu onur bize aittir. Ne aileye, ne topluma. İspat edebilirim..." Sonra, sesler yeniden uğuldamaya, birbirine karışarak uzaklaşmaya başladı. "Fakirlik, pislik... İkinci dünya... İkinci dünya savaşından sonra, Avrupa'yı saran, gününü gün etme kuralı içinde fuhuş... Ahlakın iflası..." Berran'ın sesi, kinli, hırçın, ön planda çivi çivi parlıyor, çakılıyordu kafasına: "Ofsayt efendim ofsayt! Kendini hiçbir, şeye karşı sorumlu duymamak durumudur bu bizimki. Anadan, babadan, dostluk, arkadaşlık kavramlarından, yani, aileden, toplumdan, insanlardan çözülmek, körü körüne bir Allah'a inanış içinde yaşamak, toplumun bütün kurumlarınm çürük olduğunu öğrenm ek... Daha sayayım mı? Yaşamak için ekmek kadar, su kadar gerekli olan, inanmak, güvenmek, çalışmak gücünü bulamam ak... Günlük olayların, dedikoduların içinde yuvarlanmak..." Uykusunun içinde bağırmak istedi: "Of başım... of başım... Yokuş yukarı olmaz, kurtarın... kurtarın... inanmak isteği ya, elbette... kurtarın, kurtarın... kimi, neyi, ne olmuş, ne v ar..." 40

41 Berran usulca "B ilg e..." diye seslenince, silkinerek ayıldı "N e bağırıyorsun, deli misin?" "A aa, bağıran kim?" Güldüklerini görünce o da gülümsedi: "Dalm ışım." "Hadi git yat sen. Gözlere bak, kıpkırmızı!" "Cidden yatın siz." "Hadi hadi yat kızım sen, biz yabana değiliz." "Bana bir bardak su alıver yatmadan, hadi benim aslan kızım." Berran fırladı: "Dur ben alayım." "Otur otur, getiririm." Kalktı su getirmek için çıktı. Loş bölmeyi geçerken, gözü aydınlık yatak odalarına ilişti. Birsen çoktan sıvışmış, yatağın içinde, saçlarını bigudiye sarıyordu. Onu görünce seslendi: "Bilge abla, Allahaşkma gel." Yirmi iki yaşın, bütün çocukluğu içinde gülüyordu: "N e düşünüyorum biliyor musun?" "Ne?" "N e biliyor musun?" "Hadi üşüdüm..." "Şey... Bu avukat bey insanı acaba nasıl öper diye düşünüyorum!.." Gülmekten kırılıyordu. Bilge baktı, baktı: "E... Afferim!" dedi, "pes!" ve güldü. Durdu, öksüre öksüre tekrar güldü. Sonra hep öyle başını sallayıp gülerek, böymeyi geçip, su almak için mutbağa girdi. 41 \

42 "Umudu, Fakirin Ekmeği " O halsiz, zayıf kadın, hiçbir şey umut etmeden yolun kenarında yürüyordu. Başındaki çiçekli eşarbı ağarmış, rengini atmış siyah mantosunun etekleri tarazlanmıştı. Kızgın ağustos güneşinin bütün ışığı diklemesine tepesine iniyor, lastik ayakkabılarının içinde, ayakları, terden, yorgunluktan karıncalanıyordu. Hiçbir düşe kapılamazdı. Sağ yanında, otları sararıp kurumuş, orasına burasına öbek öbek süprüntü, taşkömür külü dökülmüş bir çayırlık, göz alabildiğine, mezarlığa kadar uzanıyor, çayırın orta yerinde sadece, iki sıska at otlamaya çalışıyordu. Mezarlığın servileri o göz alan beyaz ağustos aşığında kara bir küme halindeydi. Şose bitmek tükenmek bilmiyor, bomboş uzayıp gidiyordu. Kadın, bir ara bayılacak gibi oldu. Ağzının içinde büyüyen diliyle kurumuş dudaklarını ıslatarak çevresine bakındı ve yolun karşısındaki tek ağacın altına yerleşmiş olan seyyar şerbetçiyi görerek o yana doğru yürüdü. Bir an aklından bir şey geçirerek dikildi, sonra vazgeçerek gidip kenara çömeldi; sırtını toprak duvara dayayarak yavaşça: "Of, anacım!" dedi. Yeşil boyalı araba, donuk donuk parlayan güğümler, güler yüzlü bardaklar, sulanan gölge yerler, insanın içini biraz olsun ferahlatıyordu. Yaşlıca bir adam olan şerbetçi, arkalıksız, alçak bir iskemleye oturmuş, başına bir mendil örterek ağaca dayanmış uyukluyordu. Kadınla hiç ilgilenmedi. Şimdi biri duvarın, biri ağacın dibinde karşılıklı oturuyorlardı. Kadın, başörtüsünü açarak, ucuyla yelpazelenmeye başladı. Otuz, otuz beş yaşla 42

43 rında, kara kuru, çukur çukur ela gözleri olan bir kadındı. Havada sıcak, ağır bir sessizlik vardı. Şerbet güğümlerinin çevresinde bir iki sinek fırıl fırıl dönüyor, şoseden hızla otomobiller geçiyordu. Kadın bir ara gözlerini kırpıştırdı. Çevresindeki her şey, uyuklayan şerbetçi, beyaz parlak şose, karşıdaki çayırlık, sessiz, sıcaktan bitik bir halde ondan uzaklaşıyormuş gibi oluyordu. Başını duvara dayadı ve içi geçti. Biraz sonra, gözlerini araladığı zaman, şerbetçinin bakışlarıyla karşılaştı. Bir on onbeş dakika uyumuştu. Şerbetçi, mendilini dazlak kafasında gezdirdikten sonra, ona bakıp pufladı: İyice yorulmuşsun. Ehh! Bu taraflarda mı oturuyorsun? Şurada, ilerde, Kısıklı'da. İstanbullusun galiba? Üsküdarlı. Yaaa! Ben de Üsküdarlıyım. Ben çok oldu çıkalı. Gurbet gezdik epeyce. Kocan ne iş yapar ki? Kocamla değil. Bir sessizlik oldu, sonra kadın iç geçirerek: Evlatlıktım senin anlayacağın, dedi. Bir zaman sustular? Sonra yine kadın, kendi kendine konuşuyormuş gibi devam etti: Çok iyi insanlardı. A h... ahh... Görmediğim yer kalmadı sayelerinde. Ta... Kars'a marsa kadar gittik. Vay! İyi. Oraları çok vahşilik derler ha? Kadın eliyle belirsiz bir işaret yaptı ve başörtüsünün ucuyla terini kuruladı. Pek düşünceli görünüyor, hafif hafif iki yanına sallanıyordu. Şerbetçi başını çevirerek tükürdü, mendili kafasında dolaştırdı. Geçen bir taksinin arkasından uzun uzun baktı, yine pufladı: Biraz esinti çıksa... Kadın hiç sesini çıkarmadı. Bir ara göz göze geldiler. Şerbetçi: 43

44 Ben seni birine benzetiyorum, dedi. Ama çıkaramadım. Kadın kayıtsızca cevap verdi: Kim bilir. İnsan insana benzer. Evli misin sen? Evliyim ya, tam on dört yıldır. Senin bir derdin var galiba ha? Kadının ela gözleri doluverdi ve sanki bu lafı bekliyormuş gibi hemen ağlamaya başladı. Daha sonra, soluk yanakları renklenerek, arada bir mendili yüzüne kapayıp iki yanına sahana sallana ağlayarak şerbetçiye her şeyi anlattı: Önlerinde uzanan şosenin bir başında Numune Hastanesi, çok uzaklarda, öbür ucunda bir köşk harabesi vardı. Numune Hastanesi'nde safrakesesinden ameliyat olmuş, zayıf düşmüş bir adam yatıyordu. Kadının kocası, badanacı Haşan; sarı, kıvırcık saçlı, mavi gözlü, iri yarı olmasına karşın çocuk gibi saf, iyi kalpli bir adamdı. Geyveli. O hastalanmadan önce gül gibi geçiniyorlardı. Öyle üst baş yapamıyorlardi ama hem kızı okutuyor, hem iyi yiyip içiyorlardı. Kız da boncuktu. Boncukların mavisi. Sessiz, nazlı, çalışkan. Daha İlk'in üçündeydi ama hep birinci geliyordu. Ama şimdi işte iki gündür bir çift beyaz lastik ayakkabı için gözyaşı döküyordu. O harap köşkün, sağlam olaıi iki odasından birinde bunlar, birinde köşkü bekleyen bir yaşlı karı koca oturuyordu. İki aydır odanın kirasını verememişlerdi. Yine iyi insanlardı da, ses çıkarmıyor, halden anlıyorlardı. Bugün kadın kocasını dolaşmaya gitmişti. Şimdi yalnız elli kuruşu vardı. Onunla da giderken ekmek alacaktı, kıza da bir kırmızı kalem. Ah ne resimler yapardı, ne resimler. Maşallah, görülecek bir şey. Kocasının memleketine kaç kere mektup yazmışlardı am a... Haşan yattığı yerde içlenip eriyordu. Çamaşıra, tahtaya gelince, yine Allah razı olsun. Ne var ki artık hiç direnci kalmamıştı. Kadın gözlerini sımsıkı kurulayarak sustu ve içini çekti: Ah, ahh!.. Yine bir zaman sustular. Kentin uğultusu, uzaklardan onlara doğru yayılıyor, hep o iki sinek vızlayıp duruyordu. Şerbetçi düşünceli düşünceli önüne bakıyordu. İyi kalpli, babacan bir 44

45 hal gelmişti üzerine. Sonunda "Allah!" deyip kalktı, kilindeki mendili sallayarak sinekleri kovduktan sonra, bir bardağa li monata doldurdu. Bardaklar sıcaktan habersiz neşeli neşeli şm gırdadı. Adam, çinkonun üzerine dökülen limonatayı alışık bir halle silerek, bardağı kadına getirdi. Kadın ansızın irkilerek, bir şeyden korunmak istiyormuş gibi kolunu kaldırdı. Şerbetçi: İç canım, dedi, serinlersin. Hep satacak değiliz ya. Bu da bizim ikramımız. Kadın gözlerini kapayarak, içi yana yana içti ve bardağı uzattı: Oh! Allah razı olsun. Allah çoluğunu çocuğunu bağışlasın. Şerbetçi de tuttu bu çoluk çocuğu anlattı: Büyük kızı bir çavuşa vermişlerdi. İt hayırsız çıkmış, kız karnında çocuğu ile dönüp gelmişti. Şimdi evde erkek terzilerine vatka yapıyordu. Ortanca, terzi yanma gidiyordu. Küçük, daha ilkokuldaydı. Gün görmüş, helal süt emmiş bir karısı vardı. İşte geçinip gidiyorlardı şunun şurasında. Şerbetçi bir baba tavrıyla: Ne yapacaksın kızım, dedi. Kul çilesin çekmek gerek. EhhL Allah'a şükür. Senin de kocan iyileşir inşallah. Bizim bir dayı oğlu vardır; Üsküdarlı Rasim'in damadı olur. O da bu safrakesesinden ameliyat oldu, bir şeyi kalmadı. Daha kötü ne hastalıklar var. Yine şükür, ha? Şükür Rabbime! Şöyle okullarda falan bir hademelik mademelik bulamadın mı? N erde... Kimseleri tanımıyorum ki zaten. Şerbetçi, bir zaman düşündü, sonra: Bize bitişik oturur bir avukat Asım Bey var, dedi. O bir şey uydurabilir mi bilmem ki? Kadın, umutsuzca fakat ela gözlerinde garip bir ışıkla öne doğru eğildi: Sahi mi? Bir şey olur mu dersin? Eee... Bilinmez. Kul kula sebep derler. Ben akşama ona bir danışayım. Kadın heyecanlanarak doğruldu: 45

46 Aman gözünü seveyim, senin de çoluğun çocuğun var. Oh kardeşim, bir danışıver bakalım. Ah Allahım sen bilirsin... Yeniden ağlamaya başladı. Şerbetçi kalkıp elindeki bardağı yıkadı, yerine koydu. Bir sigara yaktıktan sonra: Ağlama, ağlama, dedi. Allah büyüktür. Sen yarın bir uğra buraya bakalım, belki bir şey uydururuz. Olmazsa, öğrenir, sen de vatka yaparsın, benim büyük gibi. Ya da... Kadın pencerenin önüne oturmuş, ay ışığını, tenha mezarlık yollarını seyrediyor ve bir yandan ağlayıp bir yandan dua ediyordu. Şerbetçiden sevinç içinde ayrılmış, yolda 'pek kara bir günümüz olursa' diye koynunda sakladığı ikibuçukluğu bozdurmuş, günlerdir kursağına doğru dürüst bir şey girmeyen o maviş Semahatçiği, o küçücük kızı için kömür, pirinç, salata, yağ almıştı. O hızla eve gelmiş, odanın harap tahtalarını gıcır gıcır silmiş, eski konsolun çatlak aynasını parlatmış, toz içindeki koca taşlığa kova kova sulan devirip sıkıca süpürgelemiş, bahçeyi sulamıştı. Mangalda pilav suyu kaynarken, serin taşlıktan annesinin takunyalarının sesi gelirken, Semahatçik de heveslenmişti. Elini yüzünü ve zayıf bacaklarını sabunlamış, kuyu sulannı şakır şakır dökmüş, sonra iskemlenin üzerine çıkarak konsolun aynasında sarı saçlannı taramıştı. Annesi ona neler anlatmıştı: Babası iyiym iş... yakında çıkacakm ış... Gelecek hafta, inşallah paraları olacaktı, tramvaya binip babasına birlikte gideceklerdi. Annesi 'Semaat'çığına artık hep pilav pişirecekti. Bir gün de pirzola yapacaklardı. Annesi ona beyaz lastik ayakkabı da alacaktı; beyaz kısa çorap da. Hatta o küçücük aklıyla kendi kendine: "Belkileyim bayramda taftadan kurdele bilem alırız" diyordu. Kadın, serin tahtaların üzerine serdiği yatakta yanağını avucuna dayamış uyuyan küçük kızına bakarak yeniden bir ağlama tutturdu. Çenesi titriyor, yaşlar'ay ışığında parlayarak Çökülüyor, o iki yanma sallanarak dua ediyordu: "Sen bilirsin Ya Rabbim, sen bilirsin Allahım, sana inandım, sana güvendim Allahım, sen büyüksün Allahım." Ve düşünüyordu: Avukat Asım Bey mutlaka bir iş bulurdu canım. Koca avukat. Olmazsa, 46

47 sahi vatka yapardı. Ya da... Sonra ağlaya ağlaya zayıf kul Lirim ve yüzünü pencereden görünen o yıldızlı gökyüzüne kaldın yordu: "Sen bilirsin Allahım, sen bilirsin A llahım..."

48 Uzun Hava Kuzeydoğudan esen poyraz, ay ışığında beyazımsı görünen asfalttan, ayçiçeklerinin, vişneliklerin üstünden geçerek vadiye indi. Dağın kenarına oturup, sırtlarını yamaca dayamış olan iki adamdan biri, kendi kendine konuşuyormuş gibi: Serin çıktı, dedi. Ağustosun sonu. Zamanıdır. Ufak tefek, kasketli bir adamdı. Karaçalı gibi bir şeydi. Öbürü sarhoştu. İyice sarhoştu. Dalgın bir iç çekişle, derin derin: Allah!., dedi. Ortalıkta keskin bir kekik ve ayçiçeği kokusu vardı. Ağaçların arkasından, vadideki bostan kulübelerinin oradan, küçük bir çocuğun ağlaması geldi. Bir köpek havlayıp sustu. Poyraz hafiften bir kere daha esti. İkinci, tekrar: Allah!., dedi. Sonra sigara paketini uzattı: Yak bi tane abi. Karaçalı, Allah'ı mı düşünüyordu neydi, öyle bir hali vardı. Dalgın, dingin, yolun sonuna, ay ışığının asfaltta en çok parladığı yere bakıyordu. Sigaraları pembe pembe yanıp sönmeye başladı. Yeni bir gün daha başlıyordu. Gökyüzü, yıldızlar, dağlar, kırlar, kertenkeleler, ayçiçekleri ve Allah'ın şu iki garibi, kaderlerini yaşıyor; yeni günü, kayıtsızca, hiç umursamadan, gelişi 48

49 güzel karşılıyorlardı. Geldiğinin farkında bile değillerdi. Ik-lkı sonra ortalık ışıyınca, sabah olmuş diyecekler ve alışkanlıkla yaşamalarını sürdürecekler. Ama Allah ve kader duygusu; bıı ikisi için, ellerindeki sigaraları, ay ışığının pırıltısı ne kadar sahiciyse, o kadar sahici, yüreklerinde, ikisinin ortasında, yanı başlarında bir yerde duruyordu. Biri, çopur suratı, yamru yumru işçi elleriyle hayran, sessiz, şükürlü; öbürü, dağınık sarı saçları, iri yarı vücuduyla sarhoş, umutsuz, hırçın - vah hele Allah'ın iki garibi - oturup duruyorlar; düşünüp duruyorlardı. "Sen kimsin?" dense birine; şu karaçalıya; bir zaman susar, düşünür; sonra, kara, ahenksiz bir sesle: "Bulgaryalıyız biz" der. "Ben ta küçükmüşüm gelmişiz buralara. Ama bakma sen, ben İstanbullu sayılırım iyice." O konuşurken, bataklık bir dere, tozlu bir salkımsöğüt gelir akla. Bir sıska at, suyun içinde, başını önüne eğmiş düşünür. Eşekanları, sivrisinekler kuyruğunun yamacında döner döner vızıldarlar. Boğucu bir cansıkıntısı sarar dünyayı. Demircidir. Adı da Fehmi Usta. Çarşıda, küçük, dar, karanlık bir dükkânı vardır. Sabahtan akşama kadar çalışır. Bir paket sigara içer. Pek az konuşur. Binde bir de güler. Ama onu; şu sırtlarını dayadıkları dağın sonunda, vadiye tepeden bakan, çevresini acı kokulu sarı safran çiçeklerinin sardığı, sıvası dökük, iki göz evinde, kınalı saçlı, çipil oğlancığını severken görmeli. Yine gülmez. Gülmesine gülmez ya, küçük kıpışık, soluk mavi gözlerinden çelik ışıltısı gibi bir şey geçer. Bu yüzden, Allahını, kaderini, dünyayı, demirciliği, safran çiçeklerini sever. Vişnelikleri, asfaltı sever. Düşünür; şaşar; şükreder; gene düşünür... Gizliden gizliye içini saran bir sevinç duygusu içinde, böyle sessiz, çekingen, ufak tefek yaşar durur. Çevreden soruşturulsa "İyi adamdır Fehmi Usta derler. Kendi halinde, nam uslu... İyi adamdır." Öbürü deli Sâbir'dir. Şoför Sâbir, it Sâbir, kopuk Sâbir... Kimin nesidir bilinmez. Kendi de bilmez. Böyle içip içip efkârlandığı vakitler, bir Karadeniz kıyısı anımsar. Bir karayel eser. Hayalinden, sert yüzlü, mavi gözlü bir kadın geçer. Hepsi bu işte. Geri yanı, dağda taşta, şoför yamaklığında, hanlarda, yollarda geçmiş bir delikanlılık. Şimdi "Kim dir?" dense, gene kimse, 49

50 doğru dürüst bir şey anlatamaz. Masal gibidir havası. Enine en, boyuna civan, şahin bakışlı, kartal uçuşlu Şoför Sâbir. Sonra, çarşıdan hızla geçip rıhtım kahvesinin önünde yolcu boşaltan, parlak mavi Bozkurt otobüsleri; içip içip dağlarda gezen bir adam; yangın olduğu Rum karısı Sofiya... Ve dağın tepesinde Fehmi Ustanın evine yakın bir evde, ablak köylü suratı, uçuklamış dudaklarıyla onaltısını yeni bitirmiş karısı. Sâbir kuvvetle öksürdü. Çok sarhoştu. Yeniden öksürdü. Bir kertenkele kaçtı. Hava alkol koktu. Fehmi Usta susuyormuş gibi konuştu: İçme bu kadar. İyi değil. İç, tadınnan iç. Sustu. Vadiden cırcır böceklerinin sesi geldi. Sâbir sigarasını fırlatıp attı; yolun kenarından ateşböceği geçmiş gibi oldu. Başını ellerinin arasına aldı. Susuyordu o da. Neden sonra kesik kesik anlatmaya, boşalmaya başladı: İçerim yanıyor abi. İçerim yanıyor. Namussuzum, anladın mı? Ben böyle değildim. İçerim yanıyor. Na, şuram işte. İçmesem olmuyor abi. Bilmezsin sen. Ben anlatamam yoksa. Götüreceğim seni bir akşam, bak namussuz şerefsizim geleceksin. Benim konuğum olacaksın. Gör bak bir kere... Yaramaz sana oğlum. Sana göre değil. Bak, evdekine de yazık. Yazık ya! Ben vicdansız değilim abi. Biliyorum, çocuk daha. Korkuyor dağın tepesinde. İçtim mi bu namussuzu, ben benden geçiyorum. Dövüyorum bazı. Ama bu ateş başka ateş. Bak ha, o dalavere içinse, namussuz şerefsizim. Öyle olsa, hani öyle olsa, elde neler var. Değil abi. Bu karı başka karı. Erkek karı. Ana gibi, bacı gibi, avrat gibi. Anlatamam ben yoksa... Anlatamaz Sâbir. Ama böyle başı ellerinin arasında, gözleri kapalıyken Sofiya'yı oracıkta görür. Düş falan değil; Sofiya oradadır. Mavi parlak sabahlığı, çukur çenesi, sıcaklığı, kokusu, alt dudağındaki beni ile ta yanındadır. İşte bu yüzden, onu hep böyle yanında duyduğundan yangını artar Sâbiı'in. Seferdeyse eğer, basar gaza. Arabayı, seksen, yüz demez sürer. Yol bembeyaz parlar. Sofiya yanına gelir, "Sâbir" der, "yavrum aki" O zaman, yeşillikleri, ağaçları, asfaltı, koyun sürüsünü görmez. Vi 50

51 rajları dönü dönüverir. Sürer geçer... Neden sonra, ş o lö r y a m a ğının yerinden uğramış gözleriyle, başka dünyalardan grim yolcu sesleri içinde 'zınkkadanak' durdurur arabayı. Güzel alın terlemiş, gözleri çakmak çakmak, toz duman arasında dağıl,m sürüye, seğirten çoban değneğine, havlayan köpeklere bakar Yeniden yola çıktıklarında, yolcularla arasın^ tuhaf bir şey girer. Sıkılır... Bir sigara yakar. Düşünmemeye çalışır. Fehmi Ustaya bir anlatabilse, ferahlayacağını bilir. Anlatamaz. Evdeki toprak odayı, yapağı kokan kirli yatağı, uçuklamış dudakları, sert kalçaları, nasırlı topukları ile yanında horul horul uyuyan köylü kızını, onun keskin keskin koktuğunu, kütük gibi olduğunu, dokunsan ses vermediğini anlatamaz. Hep böyle sarhoş başı ellerinin arasında: "Anlatamam ben yoksa abi" der. Sofiya'nın, iki gülüş bir dönüş içinde balkona hazırlayıverdiği rakı masasına, uskumruların ağzına birer dilim domates sıkıştırıp salataya bol limon sıkışına - o beyaz güzel ellerine - bayılır. Efkârlansa, onun elleri saçlarını, yanaklarını okşar; içip içip ağlasa, başını o sıcacık göğsüne bastırıp yavaşça: "Yapma böyle be Sâbir, yapma be kuzum..." diye diye uyutur onu. Ana gibi olur. Halden anlar. Bir şenlenecek olsun, o zaman da bir başka. Sofiya ondan daha şen, Sofiya fıkır fıkır, Sofiya sarhoş, kucağında, kollarında, yanında... Ta içinden "Allah!.." dedi Sâbir. Yanıyordu. Yüreğinin başı yanıyordu. Fehmi Usta: Alaydın keşke; ama olmaz be oğlum, herkesin malı bu... diyordu, sonunu getiremedi. Bir hoş oldu, sustu. Bu lafı bir başkası söylese, bir bıçaklık pırıltısı olurdu ay ışığında. Ama Sâbir, Fehmi Ustayı sever. İçinde kötülük olmadığını bilir. Zaten kendi dünyasındaydı. Fark etmedi bile. İstemedi usta. Zorla olmaz. "Ben sana yaramam" dedi. "Al iyi bir kız, doğursun sana bir oğlan" dedi. Fehmi Usta kayıtsızlığını boşlayıverdi. Yerinde kıpırdandı. Sigarasını ateşlemeyi unutup, Sâbir'e bakakaldı. Demek öyle dedi ha? Demek... Allah A llah... Allah Allah!.. Ay daha çok parladı. Geldi, vişneliklerin üstünde durdu. 51

52 Doğa, toprak kokusu, kekik kokusu, sabah ayazına dönen gece kokusu içinde sessiz, büyük, önlerinde duruyordu. Sâbir bir kimsesizlik acısı, sevilme, şefkat ihtiyacı içinde ağlıyor, ağlamayı erkekliğine yediremiyor, Fehmi Usta onu hoş görüyordu. Allah'ın iki garibi yolun kenarında oturuyorlardı işte. Oturup duruyorlardı. Fehmi Usta: Yap bir oğlan, dedi. İyi demiş, Allah! Yap bir oğlan ya... Sâbir ağlıyordu. Hiç sesini çıkarmadı. Çok sonra sadece bir: Allah!., dedi. 52

53 Bazıları İnsanlar için sonbahardan sonra kış geliyor. Yollar, parklar, rıhtım boyları tenhalaşıyor. Lodos, poyraza çevirmeden biraz önce, deniz, yeşil zeytin rengini alıyor. Tenha yollardan, deniz kıyılarından, saçlan uçuşan bir kız ya da düşünceli bir adam geçiyor. Onlar bunu ayırt ediyorlar. Sisli rıhtımlarda balıkçılar, onlara dalgın ve ozan görünüyorlar. Sisin içinde sigaralar yanıyor... Kar yağdığı zaman ovalar, dağlara kadar, bembeyaz uzanıp gidiyor. Ancak bazıları karın içinde hafifçe dalgalanan uçuk maviyi seziyorlar. Onlar, durup dururken gökyüzünden bir ebemkuşağının da geçtiğini sanıp gülümsüyorlar. 'Yalnız' insanlar var bu dünyada. Ama şehrin ortasında bir kurulu düzen var ki, onlara karşılık dengi dengine işleyip duruyor. Orta halli ailelerin kurduğu bu düzende herkesin, bacası tüten, kapısı çalman, ocağı kaynayan bir evi var. Anneler, babalar, çocuklar ne olursa olsun da aman ocak sönmesin diye çalışıyorlar. Bu yüzden, çoğunluk "Mısır Çarşısı'na yeşil zeytin gelmiş. Kış için biraz uydursak" diye düşünüyor. "M avi" onların dünyasında, küçük için naylon pelerin rengi, balıkçıların ozanlığı "uskumru yüzseksene inmiş" sorunu oluyor. Aileyi kuranlar, hep bir evde, bir sobanın sıcağında, bir sofranın başında birbirlerini severek, koruyarak, kavga ederek, barışarak, sevişerek yaşıyorlar. Bazılarının zeytini ve mavisi ayrı. Yine de onları koruyan, daima koruyacak 53

54 olan 'Aile' dediğimiz bu kurulu düzen olacak. Bunu anlamak istemiyorlar. 'Yalnız' olduklarına inanmışlar bir kere. Rıza Bey bunlardan biri. Hikâyesi şöyle anlatılabilir: Akşam üzeri çıkan fırtına, hava karardıktan sonra iyice şiddetlendi. Sabiha Hanım sobayı ağzına kadar kömür doldurdu ve örgüsünü alıp oturdu. Başlamadan önce, kanapeye uzanmış gazetesini okuyan kocasına ve duvardaki saate baktı. Halının saçaklarından, tül perdelerin püsküllerine doğru, sıcak bir haz dalgası yayılıyordu. Radyonun üzerindeki resimlikte kızlan Nevin'in resmi var. Ufacık tefecik, yeşil gözlü tatarcık. Yağmurluğunun kalkık yakası, elindeki kitapları ve güleç yüzüyle sanki "Dondum valde hanım, dondum!" diyor. Sabiha Hanım da onu düşünüyor zaten: "Başını da örtmez hınzır. Bu kış kıyamette bir de hastalık çıkaracak." Oğullarının resmi duvarda asılı. Genç. Ciddi. Öyle görünüyor. Ama Sabiha Hanım resme bakınca oğlunun sesini duyuyor: "Ben neşeli adamım yahu! Bakmayın siz. Her şey yerine göre tabii. Neredeyse, avukat olacağız." İçini geçiriyor. "Ah! analık ah! köpekler ana olm asın!" Sabiha Hanım böylece kendi dünyasında. Rıza Bey dalgın. Uzandığı yerde doğrulup oturuyor. Ayak ayak üstüne atarak bir sigara yakıyor. Yeniden gazetesini alıyor. Arada bir başını kaldırıp karısına bakıyor. Gazeteyi katlayıp yanma koyuyor. Bir zaman sadece sigarasını içiyor. Sonra yine karısına bakıyor. Pembe pembe kızaran şişman kollara^ göğüse, ağarmaya başlayan saçlara ve 'Oğlana' örülen gri kazağa. Sonunda sordu: "Daha bitmedi mi o?" "Elim değiyor mu? Söylenip duruyor o da." Rıza Bey bir şey söylemek için ağzını açtı. Sonra vazgeçip kapadı. Dizlerinin üzerindeki gazeteye bakmaya başladı. Düşünüyor: "H aaa... bak az daha unutuyordum. Bugün bizim şeye rasladım..." diye başlasa. Hayır! "Hani bizim Nazire vardır ya Sabiha, bizim Nazire canım, Nazife teyzemin kızı, ö len..." olmaz; "Yahu Sabiha sana acınacak bir haberim v ar..." Olmuyor. Nereden başlayacağını bir türlü kestiremiyor Rıza Bey. Sönen sigarasını yaktı ve karısına baktı yine: 54

55 "Yahu! Şu tablaya uzanıver." Sabiha Hanım, sakince tablayı uzattı. Örgüsüne başlarken sordu: "Nerede kaldı bu çocuklar?" "Saat kaç?" "Sekiz!" "Neredeyse gelirler." O sırada bitişiklerin radyosunda bir türkü başladı. "Fesleğen ektim gül bitti." Yeşil. Rıza Bey başını koltuğunun arkasına dayayarak tavana bakmaya başladı. Sabiha Hanım, uzanıp radyonun düğmesini çevirdi. "Fesleğen ektim gül bitti." Yeşil, canlı, pırıl pırıl şimdi. Gözünün önüne bir havuz başı geliyor Rıza Beyin. Kaç yıl geçti. Otuz. Kırk. Yaş elli beş... Havuz mermer. Suyu yeşil. Yosunlar yeşil, çimenler yeşil, ağaçlar, kuşlar, oyalar, yemeniler hep yeşil. Hele Nazire'nin gözleri, yemyeşildi. Sarı sarı hareli. Rumeli kadınları, sağlam, kumral kadınlardı o zamanlar. Neşeli. Kekik kokusu gibi sesleri vardı. Nazire bir türkü söylerdi: "İki geyik bir derede su içer." Nasıl geçti yıllar?.. Rıza Bey hafifçe "Off!" dedi. Sabiha Hanım ilgilenmedi hiç. Bir ara: "Hava bastırıyor!" diyerek, sobaya doğru baktı. Sonra hafif sesle o da türküye katıldı. Rıza Bey'in sigarasının dumanları halka halka. Sonunda doğruldu, gazeteyi katladı ve karısına baktı. "Sabiha yahu..." "Bu havada vapurlar işlemez de, bir de bunlar gelemezlerse..." Rıza Beyin omuzları düştü. "Yok canım. Hava o kadarlık değil." "Bilmem k i..." Rıza Bey yeniden arkasına yaslandı. Bir sigara daha yaktı. Sabiha Hanım şarkısını keserek: "Seninkiler bozuşmuşlar gene" diyor. "Kim?" "Letâfetler." "Eee?" 55

56 "Bugün Cahide anlatıyordu. Adam olmaz o karı canım! Kürek kadar dil. Adamın canına yetirmiş yıllardır. Çocuğa yazık oluyor arada. Artık genç kız sırasına girecek neredeyse." Genç kız! Rıza Beyin içi yandı. Söylemenin tam zamanıydı işte. "Nazife'nin kızını gördüm hanım, Nazife'nin kızını" diyecekti. "Koca kız olmuş maşallah! Tipti Nazife. Fidan gibi yavrucak. Benim kızım sayılır. Babası da ölünce açıkta kalmış fukara. Benden başka kimsesi yok. Buraya halasının yanma gelmiş. Çıktı geldi bugün daireye. Görür görmez tanıdım. Memleketi görür gibi oldum vallahiâzim! Sessiz, utangaç bir çocuk. Beni görünce ağlamaya başladı. Diyorum ki, halası kendi geçiminden âciz, bize alsak, şurada, NevinTe birlikte, ha? Nevin onun ablası. Bizimle birlikte, öksüz yavrucak..." diyemedi. Kuvvetli bir rüzgâr uğuldadı. Sabiha Hanım başını salladı: "Amanın, Allah denizdekilerin, fakir fukaranın yardımcısı olsun. Şunlar da bir gelseler artık. Konser bitmemiş midir daha?" Rıza Bey duymadı. Sabiha Hanım başını kaldırıp baktı: "Uyuyor musun? İstersen biz yiyelim." "Yok canım, şimdi gelirler." Sustular. Radyo dans müziği çalmaya başlayınca, Sabiha Hanım Nevin'i düşündü. Hayali, Orduevi'nin camekânlı kapısına, Nevin'in gelinlik kıyafetine, çiçeklere, likör kadehlerine gitti. "Saride de kızı verdi biliyor musun?" "Yaa!" "O da gittikten sonra artık! Kırmadığı ceviz kalmadı. Şu iki paralık Semih'le bile düştü kalktı." "Kimin nesiymiş?" "Vallahi sormadım. Bilirsin ben öyle şeyleri pek inceden inceye soramam. O, İclâİ'e vergi. Kimyager mi dediler ne, öyle bir şey." "Şu geçenkiler ne oldu? Bize gelenler." "Ha, bilmem. Bir ses çıkmadı. İclâl'de havadis vardır, ama iki üç gündür uğramadı. Seninki duymuş. Dün, o geçen gün gelenler görücü imiş, ne münasebet efendim, diye kalkıverdi. Mahir de biraz kızdırdı onu." 56

57 Rıza Bey oğlunun lafı geçince gülümsedi: "Eee, ne diyor, ne diyor?" "Hiç. Oğlanı tanırım, uyuzun biridir diyor. Kız bunu d.t kaçırırsak seni çöpçü onbaşısı bile almayacak, diyor. Her z.ı man ki lafları. Öteki de bağırdı, söylendi..." Rıza Bey başını sallayarak güldü. Kalkıp radyoyu kapadı ve gidip oturdu. Sabiha Hanım sobayı yeniden doldurdu. O da oturup kazağın yakasına başladı. Rıza Bey sonunda karar verdi. Ne olursa olsun söyleyecekti. Fakat Sabiha Hanım daha önce konuştu: "Bu devirde kız anası olanın Allah yardımcısı olsun. Şimdi de Oya'nın nişanına ne giyeceğim diye tutturmuş. Hakkı da var. Gençtir, ister, ister am a..." Rıza Bey dondu kaldı. Yeşil, dalga dalga gölgeleniyor. Orta yeri koyulaşarak acı yeşil bir renk alıp çökeliyor. Nazife'nin öksüz kızını bu eve sığdırmak! Ne hayal! Sabiha Hanımın yeşil gözleri acı acı parlar, hırsından laflarını şaşırarak, tartışmanın orta yerinde, örgüsünü minderin köşesine fırlatıp bağırır: "Rıza Bey, bana baksana sen. Ben yirmi beş yıldır bu eve saçımı süpürge ettiysem, el piçleri için etmedim. Yoo... evin içinde genç çocuğum varken hele. Bak ben yamanıza, söküğünüze zor yetişiyorum. Anlaşıldı mı? Anam beni size ırgat diye doğurmadı. Herkes alnında ne yazılıysa onu görür. Senin soyuna, sülalene yetişecek, âlemin kıçını doğrultacak ben kalmadım. İşte ev sizin. İstediğinizi yapın. Ben de başımı sokacak bir delik bulurum elbette..." Rıza Bey koltuğun kenarlarını sımsıkı kavramış, kaşları çatık, önüne bakıyor. Halının bej rengi ona doğru yayılmaya başlıyor. Bunalıyor, bunalıyor... Yeşil kayboluyor artık. İnce ince çizgiler halinde uzaklaşıyor. O geçmiş yıllarda, daha Sabiha Hanımla yeni nişanlıyken Nazire'nin anası, yüzüne uzun uzun bakmış, sonra, o yetim Rumeli şivesi ile: "Rıza be, demişti, o yabancı memır kızını alıyorsun, gözleri yeşil diye vuruldun ama, o yeşil iyi yeşil değil be kızanım. Erik var söz misali, erikçik var. O seninkisi sakal eriği be." Rıza Bey bejin içinden karısına bakıyor. Yirmi beş yıldır bir 57

58 arada, bir evde, bir yatakta yaşadığı karısına. Artık yeşil hiç yok. "Of off..." diyor. Harcadılar gitti, bir ömür işte. Dudakları buruk buruk, bir sigara, daha yaktı. Sabiha Hanım sordu: "N e düşünüyorsun ayol? Ya gazete okursun, ya susarsın." Rıza Bey gülümsedi. Hatta güldü. Nazife'nin kızı gelmeyecek. Karar! Geniş bir soluk aldı: "Eeey... hanım, sen çakal eriği nedir bilir misin?" O sırada zil, bütün hızı, bütün neşesi ile çalmaya başladı. Yerinden fırlayan Sabiha Hanım, koltuğun dibinde terliklerini ararken kahkahayı bastı: "Aaa! O da nesi ayol, aş mı eriyorsun yoksa?" Böylece Rıza Bey yalnız... Kızı var, çok sevdiği oğlu var, gene de yalnız... Rıza Bey daima kaybediyor bu yüzden. Bu kez de öyle oldu. Kış başında Sabiha Hanımın kalbine bir sancı girmiş ve on beş gün yatırmıştı kadını. Bu on beş gün içinde, bütün yaşamını düşünen, ölüm saatinin geldiğini sanan kadıncağız, hep "ötekiler erkek, Nevin perişan olur ölürsem" diye için için ağlamıştı. İyileştikten sonra bambaşka bir insan olduğunu kim sezdi? Eğer Rıza Bey söyleseydi, "Vah yavrum, Allah kimsenin evladını dört gözden ayırmasın" diye ağlayacak ve: "Getir Bey," diyecekti. "Biz aç, o aç, biz tok, o tok. Aramızda yuvarlansın..." Ama çakal eriği yenmez denilmiş bir kere. 58

59 Dağılış Birdenbire ışıklar yandı. Kalabalık caddeler pırıl pırıl, mağazaların reklam ışıkları rengârenk aydınlanıverdi. Geniş meydanların orta yerlerindeki büyük havuzlarda yıkanan o görkemli heykeller, onlara doğru fışkıran sular, belki daha az aydınlık, ama daha çok gizemli ve güzeldi. Işıkların yanıvermesiyle birlikte suyun fışkırışı, mermerin yıkanışı, elektriğin renkli ampuller içinde yanıp sönüşü, şehrin üstünden gülüp geçti ve Roma'da akşam oldu. Köşebaşlarında seyyar satıcılar, yeşil gözlü İtalyan delikanlıları, sert hatlı, kalın İtalyan kadınları renkli eşarplara doğru eğiliyor; eşarplar dalgalanıyor, boncuklar, gümüş Salipler, ucuz yüzükler, küpeler, tespihler parlıyor ve onlar, işportacılar, kalabalığın uğultusunu bastırmaya çalışarak bağırıyorlardı: "Hey Sinyor! Sinyora... Sinyora..." Kalabalık, o büyük caddeler, yüzyıllık taş yapılar boyunca kaynaşıyor; yeşil gözler, güzel erkekler, çirkin, soğuk kadınlar geçiyordu. Tıklım tıklım dolu olarak gelen tramvaylar, tarihi kemerlerin altında büyük meydanlara doğru hareket ederken, kocaman sarı otobüsler, bütün ışıklarını yakmış olarak geçiyorlardı... İşportacı kadınlardan biri; şişman, sarhoş bir İtalyan karısı, sert eliyle bir kızın koluna yapıştı ve tütün kokulu kalın sesiyle: "Hey Sinyora!" dedi. " Bella b ella..." Bir an kızın siyah gözleri, kadının, uzun kirpikli, koyu yeşil gözleriyle karşılaştı. Kız 59

60 ürperdi; eşarplar uçuştu. Sonra kız kolunu hızla çekti. İtalyan karısı küfretti ve tükürdü... Akşamın bu vakitlerinde çıkıp çıkıp dolaşıyordu. Işıklar içindeki büyük vitrinlerde, pahalı kürkler, zarif kolyeler, pudriyerler, kocaman bebekler, renkler, kokular, danteller, ipekler seyrediyor; uzaktan uzağa, kalabalığı bir kapısından acele acele doldurup, öbür kapısından akın akın boşaltan büyük mağazalara bakıyor; sonra, köşebaşlarmdaki renkli işaret fenerlerine dikkat ederek bir taraftan öbür tarafa geçip, yeniden yürümeye başlıyordu. Vitrinlerin önünde güzel, şık orospular görülüyordu. Yakışıklı delikanlılar "Tısss... Tısss Sinyorina" diyorlar, ayakkabı boyacıları ıslıkla Rigoletto çalıyorlardı. Geniş kaldırımlara sıralanmış renkli tahta koltuklara, soğuk kahvelere, İngilizlere, Amerikalılara bakıyor, yoldan eski model, dört köşe bir taksi geçince gülüm süyordu... Önünden, yanından, sağından, solundan, kadınlar, şık erkekler, hasır sepetler, siyah etekler, kaba ayakkabılar, deri çantalar acele acele geçiyor, tramvaylar köşeleri dönüyor, fakat o, bir türlü, nereye gittiklerini, nasıl gittiklerini, nerelere gidip ne yapacaklarını kestiremiyordu. Kendisi böyle, memleketinden uzak ve avare iken, insanların günlük hayatlarını yaşaması tuhafına gidiyor, şaşıp kalıyordu. O zaman kalabalığın uğultusunu duyuyordu: "Sinyora; Sinyora... ra... ra... M ano... Tin a..." "Bir şey var bu şehirde" diyordu. Kafasında evirip çeviriyor, "Kasvet" diyor, "Tarih havası", "Papaz kokusu" diyor, ama beğenmiyordu. O güzelim "Çetina, Sinyora, Napoliten, Bella, Capri, San Michele" sözcükleri eskiden onu nasıl çekerdi. "Bir gün Roma'ya gideceğim inşallah" derdi, "sonra ver elini Venedik." Şimdi, "Al sana Roma" diyordu kendi kendine. Çok yükseklerde soğuk bir gökyüzü vardı. Sonra eski taş yapılar, eski taş duvarlar, kemerler, tarihi kapılar; karanlık, pis ara sokaklar... Sokaklara kurulan şamatalı pazar yerlerinde, kavgacı, hırsız satıcı kadınlar; domuz sucukları, sert peynirler; parlak hasırdan Napoli sepetleri, cıncıklar, boncuklar... Makarna bol suda haşlanıyor, üzerine koyu koyu salça dö 60

61 külüyor ve sebze çorbasından keskin kereviz kokusu yükseliyordu. "Bu şehirde ufuk görünmez mi acaba?" diyle düşünür, geniş bir yol tutturup yürürdü. Büyük, görkemli kiliseler, meydanlar, havuzlar, heykeller, sütun başlıkları, harabeler arasında kalır, bir yanda tarih havası eser, bir yanda kalbi çarpar da çarpardı. O zaman içinden " Roma... Roma... Rönesans, Roma açık şehir... Gladyatörler, Hıristiyanlar... Roma ateşler içind e..." diye bir şeyler geçer, düşüncesi dağılırdı... Küme küme papazlar, sandaletli çıplak ayaklar, kolalı başlıklar, sarı sarı yüzlü rahibeler, dua kitapları, fısıltılar arasında kaldığı zaman, gözleri iri iri açılarak, onlara katılıp yürüyordu... Kiliselerde koronun sesinin nereden geldiğini anlamak için başını havaya kaldırıyor, kubbelerde dumanlı, gizemli ışıklar görüyordu. "Allah'ın orada olduğuna inanırlarmış... Allah... A llah... Meryem, İsa... Ruh-ül-Kudüs... Haçlılar... Sana melekütüs-semavatın anahtarlarını vereceğim... Allah'ın orada olduğuna inanırlarm ış..." Eli ayağı buz keserek, dişleri kısılıp, yanakları ürpererek çarmıhtan indirilmiş İsa'yı seyrediyor, mumların cızırtısından, kokusundan başı dönüyordu. "İsa... İsa... M eryem... Meryem... Ne çok İsa, ne çok M eryem... Tövbe tövbe... Allahım, tövbe tövbe..." Bazan çevresinde gürültülü, sevimsiz bir halk olurdu. Kıllı bacakları, kirli etekleriyle işçi kadınlar, kazık misali, boyalı, 'Sinyora'lar ve siyah dantel örtüleriyle yaşlı kadınlar. O zaman kilisenin loşluğuna, mozaiklere, mum ışıklarına karşın hiç heyecanlanmadan durur, tozlu sıralara, çatlak, rutubetli duvarlara bakar, iş olsun diye dikilirdi... Karanlık, tozlu taş merdivenler döne döne en üst katlara çıkıyor, ucuz pansiyon odaları daracık koridorlarda sıralanıyordu... İki demir karyolanın orta yerinde, taş duvarda bir Meryem resmi asılıydı. Bir saat gece yarısını vurdu, salondan,pansiyon öğrencilerinin kahkahaları yükselip alçaldı, koridorda biri ök 61

62 sürdü. Sonra o kırık bükük konuşma yeniden başladı. Meryem sakin bir yüzle dinlemekteydi. Bir kız sesi "Perdeler" diyordu. En çok perdeleri özlemişti. İşlemeli, büzgülü, çiçekli perdeleri. Evin güler yüzüydü onlar. Nerede o Mani di Fata'lar, o Broderia'lar? Püf!.. Bir de balkonlara, bahçelere asılan o sakız gibi çarşafları, o sabun kokulu, rüzgârlı çamaşırları arıyordu gözleri. Mahmutpaşa'dan söz ediyorlardı. O, renkli çinko leğenler, el tasları, "Hele hele..." diyorlardı. "O küçücük birlik cezveler?" Fırınlar, pişkin ekmekler, nar gibi börek tepsileri... Ya sulanıp süpürülmüş kapı önleri... güneşe karşı kova kova sular devrilip yıkanmış mermer merdivenler... Sonra iki küçük kahkaha arasında başka biri "Küpe" diyordu. "En çok küpe çiçeğini severim. Hayranimdır vallahi. Daha üflemeden nasıl da titreşir. Bir de fesleğen, fesleğen..." Sonra içlerinde tuhaf bir ezginlik, elle tutulamayan, fakat kuvvetle hissedilen bir noksanlık, soruyorlardı: "... Hani Ruh? İtalyan ruhu... Capriccio... İtalya'nın A kdenizi... İtalyan..." Daha sonra uyuyakaldılar. Memleketten uzakta, küçük çocuklar gibi dudakları bükülü, renkleri sararmış, bir pansiyon odasının taş duvarları arasında... Şimdi Meryem onları koruyor, dalgın dalgın Türkiye'yi, perdeleri, günlük güneşlik sokakları ve küpe çiçeklerini düşünüyordu. 62

63 Öğretmen Bir ilkokul sınıfındaki şu siyah beyaz hareketi, durmadan sallanan bacakları, durmadan sağa sola, öne arkaya dönen kareli ipek kurdeleleri ve... Bunları toptan tanımlamak için hangi fiili kullanmalı? Öğretmen kollarını kürsüye dayayarak, gözlerini kısıyor. Sol elinde eflatun taşlı bir yüzük, göğüslüğünün yakasında yıldız çiçeği; saçları kumral, bakışları düşünceli. İçinden konuşuyor kendisiyle: " Kıvıldamak, yani kıvıl kıvıl. Ama kıvıl kıvıl akla hemen küçük solucanları getiriyor. Değil. Peki ne?" Tam karşıda bir pencere var. Soluk bir gökyüzü, elektrik telleri ve bir çatı ucu... "Bahar geldi artık." Şubatın en soğuk günlerinde bahardan söz etmek için genç kız olmak gerekir. Tam iki günden beri baharın geldiğini biliyor. Rüzgârın yanaklarından esip geçişi iki gün önce değişti. "Ben her şeyi yanaklarımla seviyorum. Öpmekten çok. Onun yüzüne yanağımı dayam ayı..." Yani sevgilim değil, sevdiğim; aşk yerine sevgi. Bunu demek istiyor. Nazlım, garibim, sevdiğim, yavrucağım... ve Bursalılar ne derler: çocucağzım... Çocuklar durmadan konuşuyorlar, birbirlerini dürtüyorlar, gülüyorlar, kalemtıraş kavgası yapıyorlar. Sağa sola, öne arkaya, yarım omuz ucu, dirsek, çim dik... "Kıpır kıpır galiba. Tamam, kıpır kıpır. Yani kıpırdamak." Çocuklar durmadan kıpırdıyorlar. Sınıf; içi, gülücük, fıkırdayış, mavi mavi, ela ela bakışlar, burun kıvırmalar, zorla tutulmuş küçük kahkahalarla dolu bir sessizlik içinde. 63

64 "Öğretmenim şu Taylan'a baksanıza." "Hayır ama vallahi öğretmenim." "Taylan yine mi kavga?" "Benim sarı kalemim öğretmenim. B u..." "Tısss! Gürültü istemiyorum." "Terbiyesiz n'olcek..." Cetvel masaya iniyor: "Tülin!" İşte şimdi tısss! Ama ancak üç dört saniyelik. Rüzgâr esiyor, elektrik telleri hafifçe sallanıyor. Sınıf sıcak. Tebeşir tozu ve kurşun kalem kokuyor. Öğretmen, bazan çocuklara, bazan pencereden görünen gökyüzüne, bazan da yüzüğün eflatun taşına bakıyor. Ders Resim-İş: Yeşil, sarı, mavi, uçuk uçuk, leke leke, bahar, kiraz, arabacılar; kırmızi, gri, kış, bekçi baba; suların içinde güneşler, güneş ışığında dağlar, dağlarda gelincikler; mırıl mırıl kediler, buram buram bacalar ve din din don! Saat vuruyor. Öğretmen renklere aldanıyor. "Bahar gelse artık" diye geçiriyor içinden. Okulun tam karşısı bayırdır. Bayırın sonu çamlık. Baharın geldiğine iyiden iyiye inanıldığı bir gün, çayır çimen, yeşil meşil derken, zil çalıyormuş gibi çıngır çıngır demir parmaklıklı okul kapısından bir fırlarlar... Çantalar, renkli hırkalar, toplar, topaçlar havada uçar. Asfalttan bayıra, bayırdan çamlara doğru bir kovalamaca başlar, haydaa... Ve bahar bir okul şarkısı öğrenir: "Bahar geldi, çiçek açtı, dağ orm an..." Öğretmen, saçları rüzgârda, elleri cebinde en arkada yürür. Geniş soluklar alır, gülümser, düdüğünü öttürür, küçüklerden birini yakalayıp öper. Umutlanır. Bir papatyanın yapraklarını birer birer koparırken yanından geçen genç bir adam, kahverengi gözleri çocuk çocuk parlayarak ona söz atar: "Seviyor, sevmiyor, seviyor, sevmiyor." Öğretmen kaşlarını çatar; ama içinden güler. Hatta o genç adam, gelip, rüzgârdan kıpkırmızı olan yanaklarından öpecek olsa, "N e var? Bahar bu. Kardeşçe bir öpüş oldu" diye düşünecektir. "Örtmenim!.." Taylan yumruğu kaldırıp Tülin'in kafasına indirince Tülin feryadı basıyor: 64

65 "Örtm enim L" Bundan sonrası bir "Dediydim, dediydi" meselesi; 'lav lan'ın acarlığı, Tülin'in şirretliği ile büyüyen ve cetvel masaya ininceye kadar gittikçe artan bir gürültü... Ortalık sakinleşince öğretmen yine karşı pencereye ve şubata bakıyor. Omuzlarını kısıyor. Biraz önce akimdan uçup geçen bir düşünceyi bulmaya çalışıyor, anımsayamıyor. En önde oturanlardan biri Işıl. Kapkara, küçücük, tıkız. Başından büyük kurdelesi ve kocaman bir silgisi var. Kaşlarını çatıp dudaklarını büzerek resim yapıyor. Olmuyor. O zaman, dudaklarını sımsıkı birbirine bastırarak ha şurası, ha burası derken; defteri, eli yüzü ıslanmış, tükrüklenmiş, kirlenmiş olarak, ama birbirine karışmış ebemkuşağı renkleri ile sonuca varıyor. Öğretmen gülümsüyor. "Git kızı yakala, şöyle, sıkı sıkı bir öp." O anda biraz önce aradığı düşünceyi buluyor. Öpmeyi düşünürken Aliye gelmişti aklına. Bir gün gözleri kıvılcımlanarak: "Biliyor musun bende Afrodit kanı varmış. Bunu bana bir İspanyol falcı söyledi" demişti. "Ben, kadın erkek arkadaşlığı diye bir şey anlamam. Bu dünyada sadece Âdem'le Havva meselesi vardır. Geri yanı b o ş..." Bir şey ürperiyor. Öğretmen kaşlarını çatıyor. Kırgın. Yine bir gün Aliye: "Bu dünya piçlerle dolu" diyordu. "Örneğin ben piçin âlâsıyım. Benim babam pis, adi, sarhoş herifin biri. Annem de eh, sıradan bir kadın. Birbirini düşünmeden, arzu etmeden, rastgele birleşmiş iki insan. Nikâh ne demek? Ne idüğü belirsiz bir herif, yani imam; üç beş kişiden âmin âmin ve peydahlanan ben. Ama düşünün, birbirini arayıp bulan, isteyen iki ruh, iki vücut birleşirse... O zaman kâğıtlar ve imzalar bir yana, doğan çocuk piç değildir. Kesinlikle! Sahici insan odur işte..." Toplum, ahlak, yasa, düzen ve inanç denen şeyler, temiz ve yerleşmiş duygular, gevşemiş bir şeyler kayar gibi olmuştu Aliye konuşurken. O zaman yürekleri yakıcı bir duygu alazlayıp geçmiş, bir an, yangın yangın aşkı duymuşlardı. Sonra Aliye'ye "M al" deyip, kendileri temize çıktılar... Acımsı bir şey duyuyor öğretmen. "Bu Aliye hiçbir zaman sevmek nedir bilmeyecek. O sadece sevdalanacak. Oysa sevm ek..." Sevmek deyince, uzak uzak, ince ince, sızım sızım, 65

66 çini çini, çiseleyen, çimlenen, gülümseyen bir şeyler geçiyor öğretmenden. Gözlerini sımsıkı kapayarak bir an duruyor ve rengi uçuyor. Ne gürültü! Nasıl da gürültü ediyorlar. Ansızın bağırıyor: "Aydın! Bırak bakayım onun kalemini. Füruzan, yine mi sakız?" Ders bitmek bilmiyor. Bugün öğretmenliğiyle hiç ilgisi yok. Ev, kitapları gözünde tütüyor. "Herkes evinde soba başında, ben burada!.." Çocuklara bakıyor. Füruzan sakızı çıkarmış, gülmekten kıpkırmızı olmuş, "Bu Füruzan, bu koca şişko, tıpkı Samiye'ye benzeyecek büyüyünce Sam iye'ye..." İyi yürekli, ama çok mahallevarî bir kadın olacak. Tam dokuz tane çocuk doğuracak. Kenar kıyı bir semtte, yokuş üzerinde, bahçeli, aşmalı bir evde oturacak. Entarisinin önü daima kirli, yemek kokulu, pasaklı, neşeli ve kocaman m emeli... "Ahmet gel anam burya, pis sulam an oynama" diye seslenecek çocuğuna. Lokmasını çiğneyip çiğneyip tıkacak çocuğun ağzına. Bahçesinde yetiştirdiği çiçekleri konserve kutularına ya da çocukların kırık oturaklarına dikmekte hiçbir sakınca görmeyecek. Hatta kutuların üzerindeki renkli elma, armut resimlerini ve oturağın çinkosunun canlı kırmızısını güzel bile bulacak. Pirzolaları cızır cızır pişirerek, salataları iri iri doğrayarak çoluğunu çocuğunu doyuracak ve küçüklerden biri donuna doldurunca basacak kahkahayı... Bakışlarını çocuklarda dolaştırırken her birini, tanıdığı birine benzetiyor: Engin, iri siyah gözleri ve kaygısız haliyle Doktor Mahir'in eşi. Roman okumayı, kızlarla gezmeye yeğ tutacak. Bir kızla dans ederken kıpkırmızı olacak. Tülây, Sabahat Hanımın kızı: Zilli... Tayfur elektrikçi, Mesut kasap olacak. Üçüncü sırada, pencerenin önünde oturan Bilgi'ye gelince... "Şu Bilgi ne kadar başka bir çocuk. Hülya'ya benziyor. Kaçtı onun numarası? 2116 galiba?" Bilgi, esmer, ince, zarif bir kız olacak. Çok zeki. Daha şimdiden çenesini avcuna dayayıp bir gökyüzünü seyredişi, kuşlar geçerken bir gülümseyişi var ki... Yirmi üçündeyken bir gün dünyaya ve bahara bakarak, geniş bir gerinişle, kollarını açıp: "Deli gibi âşığım, ama aşkımı itiraf 66

67 edecek adam bulamıyorum" diyecek arkadaşına, bir başka ferinde, piyanoda bir ses arayacak ve: "Fâzıl, söyleyin bak,ılım gülümseyiş ne renktir?" diye soracak. Sonra, elleri tuşlarda, bu an duvarın tavana yakın bir yerine bakarak düşünecek. C) /a man yüzü yandan ince ve keskin bir ışık alacak... Öğretmen çocukları tanıdıklarına benzettikçe, hepsinin nasıl büyüyüp nasıl bir hayat yaşayacaklarını aşağı yukarı kestirdikçe bakışlar, gülüşler, eller, kalem tutuşlar, konuşmalar arasında hep bildiği bir şeyler buldukça, kendine soruyor: "Yoksa hiçbir şey değişmiyor m u?" Ama bu, demek istediğini tam olarak belirtm iyor... Gökyüzüne bakıyor. Gökyüzünden kuşlar geçiyor. Zil bir türlü çalmıyor. Bir an yaşamak tümüyle boş görünüyor. Çocuklar gürültü ediyorlar. Kolunu bile kıpırdatacak hali kalmamış. Yazı tahtası simsiyah, her yer tebeşir tozu içinde. Çocukların elleri kirli. Sırtı ağrıyor. Rüzgâr camlara çarpıp çarpıp geçiyor. Sandalyede oturmaktan beli tutulmuş. Sevgi, dolu dolu öksürüyor. Fakir çocukcağız. Soğuk. Şubat pis bir ay. Evde olsa şimd i... Minderin köşesine büzülüp roman okusa, koca bir bardak kakao içse ya da radyoyu açıp bir İspanyol tangosu dinlese. Gece de sinemaya gitmeli ve ertesi gün tam on buçuğa kadar uyum alı... Böylece yüzaltmış lira maaşı, parmağında eflatun taşlı yüzüğü, yakasında yıldız çiçeği, ela gözlerinde engin engin düşünceleriyle kürsüde bir genç kız oturuyor. Öğretm en... 67

68 Narin Uzak, çok uzak dağlardan iniyor sessiz sessiz Dev gibi yalnızlık* O şarkıyı duyduğum zaman heyecanlanıyorum. Gözlerimi kapayarak dinliyorum. İnsanın içine işleyen bir ses bu. İçinden uçuk sarı ışıklar geçen esmer bir ses. Bana, bazı bazı güneybatıdan esen, o mahzun rüzgârı hatırlatıyor. O, benim sevgilimin sesi değil. Ne söylediğini bile bilmiyorum. Gözlerimi kapıyorum. Ben sessiz ve önemsiz bir kızım. Yalnız. Çilli burnum ve soluk yanaklarımla... O, KaliforniyalI genç bir adam herhalde. Ya da başka bir yerden. Belki Kansaslı. Belki de Filadelfiyalı. Buğday renkli ve dalgın bakışlı. Yalnız ve üzgün. Bana dokunan bu işte. Onu kendime yakın buluyorum. "Mona Lisa" dediği zaman ağlamak istiyorum. Bir kıza seslendiğini, bir aşk şarkısı söylediğini anladığım halde, başka şeyler geçiyor içimden. Akşam olur, kırlık bir yerde rüzgâr eser ve tenha asfaltta tek başına bir elektrik feneri yanar. İnsan, o rüzgârı garipser; fenerin yalnızlığını ta içinde duyar; o, fener değil de, bir insanmış, garipmiş, öksüzmüş sanır. Dalgın dalgın yürür gider. Çok sonra, uzaktan kentin ışıkları görünür. Bir taksi geçer. Arkasındaki kırmızı ışıklar bir yanar bir söner. Ama o tek başına yanıp duran fenerin getirdiği kırık duygu kaybolmaz * Mehmet Deligönül'ün "Yalnız" adlı şiirinden. 68

69 O küçük kız sızlıyor içimde. Bir kız vardı. Solgun rengim, kumral saçlarını ve utangaç bakışlarını zaman zaman anımsar dım. Çekingen bir kızdı. Kırık bükük. Kendine göre bir dıiny.ı sı ve düşleri olduğunu düşünürdüm. Karşılaştığımız zaman kıpkırmızı olurdu. Bana güvenemeyeceğini biliyordum. Yıııc de onunla konuşmaya gayret ederdim. O, ürkek ürkek önüne bakardı. "Haydi güle güle" derdim. Ayrılırdık. Hali bana dokunurdu. Bir gün, ansızın, "öldü" dediler. Kesinlikle inanmadım. içimden sızım sızım bir şeyler geçti sadece. Sonra, günlerden bir gün yine akşam oldu. Serinlik çıktı ve yağmur çiselemeye başladı. Havada kebap kestane kokusu vardı. Bir köşeyi dönünce kestaneciyle karşılaştım; karpit lambasının mavi ışığını görür görmez, o küçük kızın ölmüş olduğuna birdenbire inanıverdim. O anda dayanılmaz bir acı ve yalnızlık duydum. Yukarıda gökyüzü koyu mavi yıldızlıydı. Anlatılması zor güzellikte bir sonbahar rüzgârı esiyordu, Aşağıda, çevremde caddenin ışıkları parlıyor, insanlar mutlu gülüşlerle yağmurdan kaçıyorlardı. Ben de kaçmayı istedim bir an. Kestanecinin çiçek bozuğu suratından, insanların seslerinden, birbirlerine sokuluşlarından, bakışlarından... Karanlık rüzgârın uğuldadığı tenha dağ yollarında kendi başıma yürümek, rüzgâra karışıp uğuldamak istedim. Kestaneci gözlerimin dolduğunu, yüzümün bozulduğunu anlamadı. Ama karpit lambasının mavi ışığı titredi. Çok sonra bir gün kentin dışında, ıssız bir yolda yürürken, önüm sıra giden bir genç çocuk, ıslıkla uzun uzun bir şeyler çalmaya başladı. O zaman gözlerim yandı, "Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde, küçücük, gösterişsiz bir mezardır" diye sessiz sessiz, gözyaşlarıyla bütün yüzüm ıslanarak ağladım. "Mona Lisa" diyor. "Mona L isa..." Doluksuyorum. O esmer ses çevremi sarıyor. Bir rüzgâr estiriyor orkestra şarkının içinde, o bölüm çok güzel. İçim eziliyor. Aslında, yalnızlık, gariplik benim içimde zaten. Bunlar bahane. Plak bitince yeniden koyuyorum. Anılar, o uçuk sarı ışıklar kendiliklerinden beliriyorlar artık. 69

70 Akşam olurken yollara bakıp bakıp ağlayan, çileli bir kadıncağız anımsıyorum. Fehime Teyze. Ufak tefek, fismer ve gamlı. Bahar gelince, dağlara çıkar, bir tanecik kızı için ebegümeci toplardı. Ben çocuktum o zaman. Ateş, o fakir tencereyi kayna tsa da yağı yavan olur, kız yiyemez, anacığı çaresiz kalır, evladının gözünün içine bakar bakar kahırlanırdı. Gün oldu. Kız büyüdü ve anasını bırakıp kaçtı. Bir askere kaçtı dediler, şarkıcı oldu dediler... Bilinmedi gitti. Kadıncağız kavruluverdi. Kimseye bir şey söylemez. Bahçesinde bamya yetiştirip satar. Acılı bakışlarıyla yapayalnız, bir zavallı kadındır. Beni görünce, önce sevinip gülümser. Sonra, dudakları büzülür, yüzü kırışır, yaşlar buruşuk yanaklarından sessizce süzülmeye başlar. Ona sarılırım. Bir çocuk gibi bana sığınır. Ah fakir kadıncağız. Baş kaldırmadan için için ağlamayı ondan öğrendim. Benim için gelincik toplar. Arasına papatya da koyar. Bir utangaç demet yapar. Bir kesekâğıdı da bam ya... Dönerken, yolda bir çingene kızına rastlarım. Bana sakız satmaya kalkar. İstemem. "Nişanlına verirsin kız" der. "Nişanlım yok" derim. "Kardeşine öyleyse" der. "Yok" derim yine. İnanmaz. Sorar: "Kimsen yok mu?" "Iıh" derim. "Hadi kız" der, "yalnızlık bir Allaha m ahsus." Gelincikleri ona veririm. Güler. Alır sepetine atar. "Bir falına bakayım" der. Baktırmayacağımı bilir. Yine güler. Ayak üstü, hemen iki çalkar bir oynar. Sonra şarkısına devam ederek uzaklaşır. Garip garip yoluma devam ederim. Yalnızlar geliyor... Onları gözlerinden bilirim. Kalabalık caddelerde, ıssız kır yollarında, dairelerin loş koridorlarında... Nerede rastlarsam rastlayım hemen tanırım. Alaycı erkekler görürüm. Kısılmış gözleri ve sımsıkı kapanmış dudaklarıyla. Kahredici bakışları bende kalır. Kadınlar bilirim, kabadayı ve yırtıcı görünüşlerinin, boyaların, kokuların altında ürkek, yalnız kadınlar. O zaman loş ara sokaklar, çürümüş, kokmuş, tiksinilmiş, kusulmuş bir şeyler duyarım. Düşünmemeye çalışırım. "Bir şey kaybetmiş bunlar..." derim. Duyarım. Anlatamam. Çocuklarını, annelerini unutmuşlardır tümden. İçin içirt aydınlanıp gülemezler hiçbir zam an... 70

71 "Mona Lisa" diyor, o güzel sesli yabancı adanı. "Moıı.ı I ı sa..." Kendi yalnızlığına kendi acıyor. Sesi onun için buylc Hu nu biliyor. Ama çok uzak bir memlekette sessiz ve önemsiz l>ıı kızın onu dinlediğini, içlenip içlenip oturduğunu bilmiyor. 71

72 Özsu Bir gün bizim sokağa uzun uzun bakmış, sonunda kaderimi, köşedeki beton evde oturan Fahir Beylerin, bodruma kapattıkları kurt köpeği Dik'inkine benzetmiştim. İkimiz de bu sokakta tutsaktık. Ona da bana da, dağlar, kırlar, çam havası, deniz kokusu gerekliydi. Bir kurt köpeğinin, vadinin koyu yeşilliğinden fırlayıp dağlara doğru koşuşunu, ta tepede çenesinin o güzel sivrilişi ile gökyüzüne doğru havlayışını düşünürdüm. Oysa, zavallı Dik, burada, bu bodrum katında, bağırıyor, havlıyor, kendini duvardan duvara çarpıyor, sonra yorgun düşerek, en karanlık köşeye çekilip, sessiz sessiz inliyordu. Hırçınlıktan tazıya dönmüştü. Ben, uzun bir hastalıktan sonra, doktorun biraz yana dönmeme izin vermesinin mutluluğu içindeydim. Yatağımı pencerenin önüne çekmişlerdi. Yattığım yerden, onun kapalı olduğu bodrum penceresini, betonun kırık yerlerinde yeşeren otları, köşedeki büyük evin dördüncü katına düşen balkonla, Necip Beylerin çatısının arasından gökyüzünü görebiliyordum. Hastalığın karanlık, bunalımlı günlerinden sonra, bu bana yetiyordu. Hayriye'nin bizim sokağa taşınması, bu tarihlere rastlar. Bir gün, sabahın erken saatlerinden birinde, insanı en sinirli zamanlarında bile gülümsetebilecek, uzun, çocuksu, genç bir kahkaha ile uyanmıştım. Annem: "Sem ih Beylerin alt katma taşınan galiba!" demişti. O günü çok iyi hatırlıyorum: Akşama dek 72

73 temizlik yapmıştı. Takunya, kova sesleri, ovulan tahtanın j;u n tısı arasında, ikide bir o kahkaha çıkıveriyordu. O gülünce, brn tuhaf bir sevinç duygusu içinde neşeleniyor, hafifliyor, elimde olmayarak gülümsüyordum. Öğle üzeri, sokağa yayılan ızgara balık, taze kireç kokusu arasında, ben de aylardır ilk kez kendiliğimden yemek istemiştim. Gün boyu onun sesi, kahkahaları ile oyalanmış, kendimi dinlemekten kurtulmuş, günün sıkıcı olduğunu, saatlerin geçmediğini unutmuştum. O gün Dik de huysuzlaşmadan, pencerenin parmaklığının önünde hep onu seyretmişti. O görebiliyordu ve sanki benim göremediğimi biliyormuş gibi ara sıra bana dönüp kesik kesik havlıyordu. Şimdi, bir kadının, bir sokağın kaderinde oynadığı rolü düşünüyorum. Hayriye o evde iki yıl oturdu. Geldiğinde, sokak yine bu sokak, evler yine bu evlerdi. Kiracılar da değişmedi. Gelgelelim sokağın -sokağın nesi demeli bilmem ki, galiba ruh u - ruhu değişti. Bu sokakta yaşayanlarla, sokak arasındaki anlaşma nasıl oldu anlatılamaz. Ama bunu yapanın Hayriye olduğunu biliyorum. Gülüşünü ilk kez duyduğum o günden sonra, artık her sabah, bütün sokak onun kahkahası, onun sesi ile uyanmaya başlamıştık. O, iki üç gün içinde hepimizle tanışmış, ahbap olmuş, odasına, sokağına yerleşip komşularına canla başla bağlanıvermişti. Yatağımı öbür köşeye çektirdiğimden, artık Dik'le birlikte ben de onu seyredebiliyordum. Kocası marangozdu. Sabahları çok erken giderdi. Hayriye, onun arkasından, hemen kadın kadıncık temizliğe başlardı. Odasını süpürür, toz alır, taşlıkları, kapının önündeki kırık mermeri yıkar, çevreye bol bol su serper ve bir yaşındaki kızı Gülsev'i iskemlesiyle güneşe oturturdu. Bu arada, hafif hafif şarkı söyler, GülsevTe, kedilerle, rüzgârla, bir türlü yakamadığı kömürle konuşurdu: "Sen burada otur e mi? Ben kızıma şimdi çay yapayım, mama yapayım... Ay, körol işallah çıra gibi... Hani kedi... Bak Gülsev, bak sana bakıyor... Gel pisi pisi g el..." Sokak halkı birer ikişer uyanmaya başlayıp, pencereler açılırken, o da mangalı yakmış, çayı demlemiş olurdu. Uyandığımız zaman, sulanmış toprak, kızarmış ekmek kokusundan, küçük 73'

74 bir çocuğun, yarım, tuhaf, neşeli sesine karışan o genç kahkahadan, ayrımına varılmasa da bir mutluluk, bir ferahlama, her şeyin yolunda olduğunu sandıran - umuda hazırlayan - bir duygu alırdık. Onun, penceresinin önünde kızını doyurduğunu, radyosunu çalıp keyfine baktığını, hepimize anlatacağı bir sürü şeyi, düşleri olduğunu, canının hiç sıkılmadığını bildiğimizden, günümüze daha rahat başlardık. Yattığım yerden, yarı uyur yarı uyanık onun iş yapışını, satıcılarla pazarlık edişini dinler, her kahkahada da ille gülümserdim. Sabahtan akşama dek yapacak öyle çok işi olurdu k i... Kadınların nasıl boş oturduklarına şaşar, bizim kadınların ağzında küfürlüğünü kaybeden açık saçık konuşmasıyla: "Ayol" derdi, "bu karılar ne za1 man iş yaparlar, ne zaman yemek pişirirler? Hepsi sokakta. Varsan baksan evlerini bok götürüyordur..." Kadında öyle bir canlılık, iyilik, sevecenlik, neşe vardı ki, kabına sığamıyor, bunları, gücünün yettiğince hepimize dağıtıyordu. Hastayım diye, bana, eşinin dostunun bahçesinden demet demet çiçek getiriyor, boş bir vakit bulur bulmaz Gülsev'i kucağına aldığı gibi pencerenin önüne gelip benimle laf atıyor, canım sıkılmasın diye ne yapacağını şaşırıyordu. Albayların kiracısı ihtiyar Hasnâ Hanım, o geldikten sonra, çarşı, pazar işinden kurtuldu. "Elime mi yapışır. Allah aşkına ne istersen ben alıveririm, nasıl olsa gidiyorum" derdi. Böylece, artık, sokaktan ihtiyar bir kadının, bacağını sürüyerek, titreye titreye gelip geçişini görüp, yine ayrımına varmadan bir bezginlik duygusu almaktan kurtulmuştuk. Şimdi Hasnâ Hanım, köşe penceresinin önünde, Gülsev'i kucağına almış, ihtiyar ninecik rolünde, tatlı tatlı oturuyor, dua ediyordu. Duymadığımız bu dualar, onun dingin oturuşundan bize geçiyor, kendimizi güvende buluyorduk. Hayriye kumral, iri kalçalı, ışıl ışıl bir kadındı. Onun işini bitirdikten sonra filesini alıp sokağa çıkmasıyla, günlük yaşam canlanıverirdi. O, çarşıya değil de bayrama gidiyormuş gibi sevinçli olurdu... "Hadi Nermin Hanım. Hadi Feride H an ım..." diye, komşularını çarşıya çağırır, fasulyenin, balığın, kirazın fiyatlarını haber verirken aşmalı çarşının bütün neşesi, gürültüsü sokağımıza gelmiş gibi olurdu. Her çarşıya çıkışında, sağdan soldan siparişler alırdı: 74

75 Hayriyeciğim, kuzum, bana bir demet maydanoz,ılıvn Hayriye, benim ekmeği unutma, gözünü seveyim... 11,ıy11v< ayol, ne olur bize..." O, "A... hanım, bedava buldunuz galiba..." derdi. Basardı kahkahayı. Ah, o gülüşü! Bu yediğini, içtiğini, yaşadığını yadsı mayan, dünyaya geldiğine deli gibi sevindiğini duyuran bir kahkahaydı... Çocuk sevmek mi istiyoruz? İşte Gülsev! Bu, kimseyi yadırgamayan sağlıklı bebeği bizim için doğurmuştu sanki. "Alın öpün, sevin..." der gibi, onu kucağımıza bırakıvermişti. Çocuğum nerede diye merak etmez, işini gücünü yapar, şarkısını söylerdi. Yalnız bir ara pencereden bakar, ortalıkta kimi görürse sorardı: "Benimki nerede? Ha, iyi iyi; yok yok, hani, nerde diye sordum." Ve gülerdi. Gülerdi işte! içinden geliyordu. Bugün sokağımızdaki tüm evlerin pencerelerine sıralanan dizi dizi saksılar, Türk evlerinin özelliklerinden biri olan, pencerelerde çiçek yetiştirmek merakı, bizim sokağa Hayriye ile geldi. Önce onun penceresinde, çiğ bir maviye boyadığı parmaklıklar arasında, sardunyalar, ıtırlar, küpe çiçekleri, o köşeyi, o eski ahşap evi şenlendirdi. Oradan köşedeki Cemile Hanıma, bitişiklerin kübik penceresine, sonra bütün evlerin pencerelerine geçti. Artık, sabah akşam kadınlar hem çiçeklerini suluyor, hem konuşuyorlardı: "Am an şu sardunya pek güzel açtı maşallah... Bizim taraf pek güneş... Geçen gün bizim N aciye'de gördüm, bunların ebrulisi var... Vardır; ayol ıtırın çiçek açtığını da hiç bilmezdim... Ah canım... Nahide'nin ortancaları pek güzel oldu. E... orası hem sabah, hem akşam güneşi alıyor." Şimdiye kadar akılları neredeymiş bilinm ez... Örneğin, ekmek kızartmayı da kuşku yok herkes biliyordu. Ama kızartmazlardı. Üşendirdi herhalde. Oysa -h er şeyinde olduğu gibi- Hayriye'nin ekmek kızartmasında da ayrı bir tat, bir neşe vardı. O sağlıklı bir kadındı. Kızarmış ekmek yemese de olurdu. "Su içsem şişmanlıyorum" derdi. Elinden gelse bana beş on kilo verip hemen yataktan kaldıracaktı. İş sabahları evin içinde ateşin sıcağını, ekmeğin kokusunu duyup, günlük yaşama, o anlatamadığım sağlam duyguyla başlamaktaydı. Hayriye bunu içgüdüsüyle yapıyordu kuşkusuz. Çiçek konusunda olduğu gibi, ek 75

76 mek kızartmak, kapı önü sulamak, tahta silmek de Hayriye'den geçti bizim sokağın kadınlarına... Günler geçtikçe, sulanıp süpürülen sokağın taşları parladı, kaldırım kenarlarındaki otlar, suyu görünce gürleşip yeşillendi. Hayriye'nin ektiği hanımelleri balkonlarımıza sarıldı. Sokak tozlu durumundan, süprüntüden kurtulup serin, renkli, bahçerrisi bir durum aldı. Hayriye bizim sokak ve bizler için aşı yerine geçmişti. Zamanla, pencereler sokağa açıldı, başlar sokağa uzandı. Daha sonra, geceleri, kapı önlerine sandalyeler çıkarıldı, kapıdan kapıya konuşmalar, şakalaşmalar başladı. Delikanlılar rıhtım boyuna gitmektense merdivenlere oturuverdiler. İşten gelen kızlar, ellerini yüzlerini yıkadıktan sonra, onlara katılıp, iki üç lafla gülmeyi cana minnet bildiler. Evlerde tutsak çocuklar, yıkanmış, temiz betonlarda top oynamanın tadını çıkardılar.. Hayriye'yi sevmekte tüm sokak halkı ilk kez olarak birleşti. Ben bir gün iyileşebileceğime, bu hastalıktan kimsenin ölmediğine onun sayesinde inandım. "Deli misin ayol," derdi, "dur bakalım daha ne günler göreceksin. Bizim Nuran kadar olma, senin yarm kadar kalmıştı vallahi... Şimdi görme, arslanlar gibi evladım..." Bize bitişik oturan Doktor Fahir Beyin kızı Mehlika, bir adama âşıktı. Sinirleri haraptı. Kendini öldürmeye bile kalkmıştı. Nasıl oldu bilinmez. Bir gün yalnız ikimizin bildiği bu gize Hayriye'yi de ortak ve dostumuz olarak bulduk. "...Gençliğine yazık vallahi" diyordu. "Yarm unutur. Erkek milleti değil mi? Nelerini gördüm ben. Hadi, hadi ye iç keyfine b ak..." Sonra bir hikâye anlatır, erkekleri yerin dibine batırır çıkarır, basardı kahkahayı. Onun bize taşıdığı yüzer gramlık nohut leblebilerinde, bize pişirdiği -evde ağzımıza sürmeyeceğimiz- kuyruk yağıyla yapılmış etli bulgur pilavlarında, onun sofrasında yediğimiz, yanına iki baş soğan kırılmış istavrit kızartmalarında ne vardı acaba? Ben iyileşmeye onun neşesiyle başladım. Mehlika'da ne sinir kaldı, ne bir şey. Erkeklerin tümünün bir olduğuna, hepsinin meramının aynı şey olduğuna inandı - inanmış gibi olduk. -İçim izde bir sızı kaldıysa da kendimizi daha akıllı, daha dayanıklı bulmanın rahatlığı içinde Hayriye'ye " en iyisi kırık oturak üstünde can versin" dedirtip güldük. 76

77 Yine günün birinde, onun eski bahçe kapısına taktığı çıngı rak, hepimizi günlerce güldürmüştü. Kapının her açılıp kapanı şında çıngırdadıkça "Bir çıngırağımız eksikti" derdik. Üç din i gün sonra kolları sıvayıp bir kümes yaptı. İki üç tavuk, bir horoz aldı. O mavi parmaklıklı pencereye bir kafes çivileyip içine kanarya oturttu. Sonunda: "Buyurun bizim çiftliğe bir kahve içelim" deyip kahkahayı koyverdi. Sahiden de o günden sonra sabah uykularımıza horozlu, çıngıraklı, kanaryalı çiftlik düşleri karıştı. Daha daha... Onun her şeyi hoşumuza giderdi. İyilikle, neşeyle öyle dolu, öyle gamsızdı ki insan ona kızamazdı. Radyoyu çok' açardı, üstelik kendi de beraber söylerdi. Gülsev'i de hoplatıp zıplatıp bağırtırdı. Ama bu hiçbirimize dokunmazdı nedense. Bu radyo açma işine, Cahit Beylerin kiracısı emekli Albay Sahir Beyin kızdığı bir sabahı hiç unutmam. Günlerce önüme gelene anlatıp gülmüştüm. Sahir Bey, aksi, huysuz, suratsız bir adamdı. O sabah çok sinirlenmiş bağırıyordu: " rım böyle şeyin içine rahat huzur yok mu yahu, bu kadar da olmaz k i..." Karısı: " Yavaş ol canım, beh desen duyuluyor..." diye aşağıdan aldıkça: "Duyulursa duyulsun efendim, şahsi hürriyetim iz..." diye sesini büsbütün yükseltiyordu. O sırada şarkı söyleyen kadın da, sanki inadmaymış gibi avaz avaz haykırıyor, of çekiyor, adamcağızı zıvanadan çıkarıyordu. Tam o sırada Hayriye'nin neşeli sesi, o güzel kahkahası çınladı: "...A aaa, deli karı, ne kıçını yırtıyor bu böyle!.." Ve radyoyu kıstı. Sahir Beyin pencerenin önündeki koltuğa oturup, başını sallayarak gülümseyişi hâlâ gözümün önündedir... Hayriye'nin kocası, uzun boylu, güler yüzlü bir adamdı. Her akşam elinde salatalık ya da kesekâğıtları ile gelir, kızını kucağına alıp pencerenin önüne otururdu. Yüzündeki huzur bir kadının bir erkeğe verebileceği yaşam tadının en güzel anlatımıydı. Mehlika derdi ki: "Biz kocalarımıza hiçbir zaman bu huzuru, bu sukûnu veremiyeceğiz. Bizde yok çünkü, şu kadına bak, bütün bir sokağa yetti, yetişti." Uzun uzun konuşur, sonra: "Vay canına!" derdik. Şaşardık. Ondan bize gelen yaşama zevki, üst katındaki kiracı çıkıp 77

78 ev sahibi taşınıncaya dek sürdü. Bir zaman sonra, kahkahalarına bir burukluk geldi. Bir iki derken ev sahibi, kiracı kavgası başladı, büyüdü... Ev sahibi edepsiz bir şeydi. Hayriye'nin damarına basıyordu. Sonunda Hayriye de başlayıverdi. Günlerce onların kavgalarını, bağrışmalarını dinledik. Hepimiz Hayriye'yle beraberdik elbette. Dik bile ev sahibi geçerken hırslı hırslı hırlıyordu. Hayriye büyük bir kavganın sabahı, eşarbını başına bağlayıp çıktı. İki gün içinde ev bulmuş. İvedi toplandı, kapıya yük arabasını dayayıp eşyalarını yükledi. Hepimiz garip garip pencereden, kapıdan onu uğurlamaya çıktık. " Evim pek güzel" diyordu, "deniz derya ayak altı, önümüz bostan. Allahaşkına çıkın çıkın gelin. Sabahtan gelin, beklerim." Yine gülüyordu ama o eski gülüşü gibi değildi. Hepimiz çok üzgündük. Hayriye çocuğu kucağına aldı, arabacıya: "Hadi kardeşim" dedi. Bir şey kalmasın diye evi bir kez daha dolaştı. Tam giderken başını kaldırıp, pencerede inatlı inatlı sigara içen ev sahbine baktı. Baktı, baktı ve kendini tutamayıp boşandı: "Tuh... Boyun bosun devrilsin inşallah e mi, al evinin direklerini kıçına sok şim di..." Ah Hayriyecik! Ne çok gülm üştük... Aşı tuttu bir kere... Artık Hayriye olmasa da sokak bizim. Günlük dertlerimize, sıkıntılarımıza, kederlerimize, ancak kendimizi ilgilendiren, dünyamızla kendimiz arasındaki didişmeye karşın, sabahları, temiz, serin, çiçekli, insanlarıyla anlaşmış, sevilmiş bir sokakta uyumak, akşamları böyle bir sokağa dönmek - madem ki buna zorunluyuz - bizi hep bir yanımızdan tutuyor. Ama Hayriye'yi çok arıyoruz. 78

79 Madem ki Hayal Kurmak Bedavadır O esmer kızı görür görmez hemen sokağımı düşündüm. Bu, taşlarının arasından otlar fışkıran bir eski zaman yokuşuydu. İki yanında yüksek, sağlam, serin taş duvarlar ve tam karşıda masmavi bir gökyüzü parçası vardı. En güzeli yokuştan aşağı, taşların, otların arasından şırıl şırıl süzülen sulardı. Onu ilk kez çok sıcak bir yaz gününde bulmuş, görür görmez sevincimden uçuyorum sanmıştım. İlk duyduğum istek, hemen gidip duvarlara avuçlarımı, yanağımı dayayarak serinliğin tadını duymak olmuştu. Duvarın üzerinden sarkan ağaç dallarına, kuş seslerine bakarak, yusufçuklar eğer sahiden, "Üsküdar'a gidelim, Üsküdar'a gidelim" diye ötüşüyorlarsa... diye düşünmüştüm. Sokakta akla hemen Üsküdar'ı getiren bir şey vardı. Günlerce bu sokak için dalgalandım durdum. Bana öyle tanımlamalara sığmaz bir sevinç veriyordu ki, hemen yaşamakla ilgili neşeli düşlerimin en başına onu geçirdim. Sonunun nereye çıktığını öğrenmeyi hiçbir zaman düşünmedim. O günlük güneşlik olan gökyüzünün bulunduğu yerde bir mermer çeşme vardır. İnsan istediği en güzel yerlere oradan gidebilir, diyordum. Niye olmasın sanki? Küçük kıyı kentlerimizden birinde, pencereleri denize, bahçe kapısı kırlara açılan bir ev biliyorum. Bir akşamüzeri, o evde, kaynar kaynar bir bardak çay içmiş; denizi, deniz fenerini, kayalıkları seyretmiştim. Hiç unutmadığım o evi; aklımdan, kırları, denizi, feneri ve kayalıklarıyla birlikte 79

80

İbrahim Tatlıses Sözüm Yok Artık Sözleri


İbrahim Tatlıses Sözüm Yok Artık Sözleri

İbrahim Tatlıses Sözüm Yok Artık Sözleri

– Kaliteli olarak hem sohbet et hemde güzel bir şarkı dinle İbrahim Tatlıses Sözüm Yok artık Sözleri sizler için hazır.

Kaliteli vede ücretsiz bir sohbet sitesiolarak sizleri aramızda görmek istiyoruz gel Aramıza katıl hem güzel şarkılar hemde iyi bir Muhabbet burada Yurt içi Yurt dışı Türkiye’nin 81 ilinden bulunan bayan bay kişilerle tanış ücretsiz olarak çok güzel bir parça herkes bilir bu parçayı Ücretsiz olarak hem dinle aramıza bağlan.

Şu Konular ilginizi çeke bilir :



Ne günler yaşadım bitti dediniz
Oturup ağladım yetti dediniz
Ben bunları hak etmedim, etti dediniz
Size söylenecek sözüm yok artık
Neredeyim, nasılım aldırmadınız
Kaç kere düştüm de, kaldırmadınız
Bir gün benim yerime, ben olmadınız
Size söylenecek sözüm yok artık
Kimseye yaş dökecek gözüm yok artık
Dostum bildiklerime, dost olmamışım
Sırtımdan vuran vurana, ölmemişim
Bilmem ki bu dünyaya niye gelmişim
Size söylenecek sözüm yok artık
Kimseye yaş dökecek gözüm yok artık
Bilmem ki bu dünyaya niye gelmişim
Size söylenecek sözüm yok artık
Kimseye yaş dökecek gözüm yok artık


Beni doğduğuma pişman ettiniz
Kendimi kendime, düşman ettiniz
Sarhoştur dediniz berduş dediniz
Size söylenecek sözüm yok, artık
Neredeyim, nasılım aldırmadınız
Kaç kere düştüm de kaldırmadınız
Bir gün benim yerime, ben olmadınız
Size söylenecek sözüm yok artık
Kimseye yaş dökecek gözüm yok artık
Dostum bildiklerime, dost olmamışım
Sırtımdan vuran vurana, ölmemişim
Bilmem ki bu dünyaya niye gelmişim
Size söylenecek sözüm yok artık
Kimseye yaş dökecek gözüm yok artık.

İbrahim Tatlıses Sözüm Yok Artık Sözleri

İbrahim Tatlıses Sözüm Yok Artık Sözleri


Yazar: SeRSeRi_KiZ

Görüntüleme: 1234 defa

Kategori: Genel

Yayınlanma Tarihi: 07 Ağustos 2021

İbrahim Tatlıses Sözum yok artık Mp3 indir

Mp3 indir ve Müzik dinle artık çok kolay... İnternet ortamında reklamsız ve herhangi bir sorun yaşamadan Bedava mp3 indir istiyorsanız doğru adrestesiniz. Muzikmp3indir.com sitemizde 15.000 üzerinde sanatçı, 25.000 üzerinde albüm ve 200.000'den fazla mp3 bulunmaktadır. Tüm arşvimiz ücretsiz müzik indirme sitemizde sizlere sunulmaktadır. Kürtçe mp3, türkçe mp3, yabancı müzikler farklı kategorilerde şarkılar hergün onlarca yeni albüm ve daha fazlası... Sitemizde mp3'lerimizin büyük bir bölümüde şarkı sözleri de bulunmaktadır. Evde, arabada, işyerinde kısacası internetinin olduğu her yerde muzikmp3indir.com sizinle birlikte...

İstek, öneri şikayet ve telif hakları bildirimi için bize [email protected] mail adresinden ulaşabilirsiniz. Telif hakkı bildirimlerinde anında içerik sitemizden kaldırılmaktadır. Sitemiz hiçbir şekilde sunucuda veya kendi bünyesinde mp3 dosyası barındırmamaktadır. Sadece embed kodları ile paylaşılmaktadır. Sitemizdeki şarkılar sadece dinleme amaçlıdır. Kesinlikle ticari amaç bulunmamaktadır.

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır