ekmek arası bukowski oku / One moment, please...

Ekmek Arası Bukowski Oku

ekmek arası bukowski oku

ISBN13 978-975-342-072-3
13x19,5 cm, 272 s.

Yazar Hakkında

Okuma Parçası

Eleştiriler Görüşler

Liste fiyatı: 108.00 TL

İndirimli fiyatı: 86.40 TL

İndirim oranı: %20

Bu kitabı arkadaşına tavsiye et

 

Charles Bukowski

Ekmek Arası

Özgün adı: Ham on Rye

Çeviri: Avi Pardo

Yayın Yönetmeni: Müge Gürsoy Sökmen

Kitabın Baskıları:
1. Basım: Nisan 1995
13. Basım: Ekim 2022

"İlgi duymuyordum. Hiçbir şeye ilgi duymuyordum. Nasıl kaçabileceğime dair hiç fikrim yoktu. Diğerleri yaşamdan tat alıyorlardı hiç olmazsa. Benim anlamadığım bir şeyi anlamışlardı sanki. Bende bir eksiklik vardı belki de. Mümkündü. Sık sık aşağılık duygusuna kapılırdım. Onlardan uzak olmak istiyordum. Gidecek yerim yoktu ama. İntihar? Tanrım, çaba gerektiriyordu. Beş yıl uyumak istiyordum ama izin vermezlerdi." – Charles Bukowski

Bukowski'den ailesine, çoculuğuna, lise yıllarına, vesaire dair 58 epizodluk bir anlatı... Henüz Bukowski okumadıysanız, tarzı için kitabın en başındaki ilk beş epizoda bakabilirsiniz.

OKUMA PARÇASI

İlk bölümler, 1-5, s. 5-18

1

İlk anımsadığım, bir şeyin altında olduğum. Bir masanın altındaydım, bir masa ayağı gördüm, insanların bacaklarını ve masa örtüsünün sarkan bir parçasını. Karanlıktı orası, orda olmaktan hoşnuttum. Almanya olmalıydı. Bir veya iki yaşındaydım. 1922 senesi. İyi hissediyordum kendimi masanın altında. Halıya ve insan bacaklarına güneş ışığı vurmuştu. Güneş ışığını seviyordum. İnsan bacakları ilginç değildi, sarkan masa örtüsü, masa ayağı, güneş ışığı daha ilginçti.

Sonra hiç… sonra bir Noel ağacı. Mumlar. Kuş süslemeleri: gagalarından küçük böğürtlen dalları sarkan kuşlar. Bir yıldız. Kavga eden iki iri insan. Yemek yiyen insanlar, sürekli yiyen insanlar. Ben de yiyordum. Kaşığım öyle bükülmüştü ki, yemek yemek istediğimde sağ elimle tutmak zorundaydım. Sol elimle tutarsam kaşığın dış kısmı ağzıma bakıyordu. Kaşığı sol elimle tutmak istiyordum.

İki insan: biri daha iri ve kıvırcık saçlı, iri bir burnu var,...

Devamını görmek için bkz.
ELEŞTİRİLER GÖRÜŞLER

Ömer Özgüner, “Ekmek Arası: Koca Bukowski’nin nefis özeti”, Vatan Kitap Eki, 9 Temmuz 2011

Aşkla sevdiğin kitap deyince Türk okurunun önemli bir kısmının en hafif bulacağı bir kitap çıktı ağzımdan: Ekmek Arası. Bukowski’nin ışıltıyla parlayan Ekmek Arası romanı, çoğu kulağa tanıdık gelen hikayelerinin, şiirlerinin ve romanlarının en temel iki özelliğini içinde barındırır: İnsanlara duyduğu nefret ve berbat bir hayattan çıkan ironi.

İnsanın hayatta kendisine sorulmasından korktuğu sorular vardır. Onlardan birini Buket Aşçı sorup, üstelik bunu okurla paylaşmamı söylediğinde gözüne fener tutulmuş tavşana benzettim kendimi. Ne var bunda; herkesin vazgeçemediği bir roman vardır, diyebilirsiniz. Ama keşke bu kadar basit olsa. Neye göre en favori roman? Edebi değerse “Gecenin Sonuna Yolculuk” (Celine), “Suç ve Ceza” (Dostovyeski), “Saatler” (Virginia Woolf), “Katıksız Mutluluk” (Katherine Mansfield), “Ulysses” (James Joyce), “Saatleri Ay...

Devamını görmek için bkz.

1 Charles Bukowski - Ekmek Arası 1 İlk anımsadığım, bir şeyin altında olduğum. Bir masanın altındaydım, bir masa ayağı gördüm, insanların bacaklarını ve masa örtüsünün sarkan bir parçasını. Karanlıktı orası, orda olmaktan hoşnuttum. Almanya olmalıydı. Bir veya iki yaşındaydım senesi. İyi hissediyordum kendimi masanın altında. Halıya ve insan bacaklarına güneş ışığı vurmuştu. Güneş ışığını seviyordum. İnsan bacakları ilginç değildi, sarkan masa örtüsü, masa ayağı, güneş ışığı daha ilginçti.

2 Sonra hiç... sonra bir Noel ağacı. Mumlar. Kuş süslemeleri: gagalarından küçük böğürtlen dalları sarkan kuşlar. Bir yıldız. Kavga eden iki iri insan. Yemek yiyen insanlar, sürekli yiyen insanlar. Ben de yiyordum. Kaşığım öyle bükülmüştü ki, yemek yemek istediğimde sağ elimle tutmak zorundaydım. Sol elimle tutarsam kaşığın dış kısmı ağzıma bakıyordu. Kaşığı sol elimle tutmak istiyordum. İki insan: biri daha iri ve kıvırcık saçlı, iri bir burnu var, büyük bir ağzı, gür kaşları; iri olan sürekli öfkeli, bağırıyor bazen; daha ufak olan sessiz, yuvarlak yüzlü, solgun, gözleri iri. İkisinden de korkuyordum. Bazen bir üçüncü kişi olurdu, boyun kısmı dantelli elbiseler giyen şişman biri. İri bir broş takıyor, yüzü üstünden kıllar çıkan siğillerle kaplı. Emily diyorlar ona. Mutlu değildiler bu insanlar bir arada. Emily babaannemdi. Babamın adı Henry idi. Annemin adı Katilerine. Adlarıyla hitap etmiyordum onlara. Ben Henry Junior idim. Genellikle Almanca konuşuyordu bu insanlar, başlarda ben de Almanca konuşuyordum. Babaannemin ilk anımsadığım sözü şudur: Hepinizi gömeceğim! İlk söylediğinde yemeğe başlamak üzereydik, daha sonraları da bu cümleyi tam yemek öncesi söylemeyi sürdürdü. Yemek yemek çok önemliydi. Patates püresi ve et suyu, özellikle pazarları. Rosto, Alman sosisi, ravent, tuzlama lahana, bezelye, havuç, ıspanak, çalı fasulye, tavuk, köfte, spagetti ve ravioli. Soğan yahnisi, kuşkonmaz ve her pazar vanilya dondurmalı çilek pastası. Kahvaltıda yumurta, kızarmış 5 ekmek ve sosis. Bazen çörek ve pastırmalı yumurta. Kahve sürekli vardı. Ama en iyi patates püresini, et suyunu ve babaannemin hepinizi gömeceğim! deyişini anımsıyorum. Amerika'ya geldikten sonra, Los Angeles Pasadena'dan kırmızı tramvaya binip sık sık ziyaretimize gelirdi. Biz T- Model Ford'umuzla seyrek giderdik onu görmeye. Babaannemin evini severdim. Biber ağaçlarının altında küçük bir evdi. Emily'nin kanaryalarının her biri ayrı bir kafesteydi. Bir ziyaretimizi özellikle anımsıyorum. Babaannem kuşların uyuyabilmesi için kuş kafeslerine beyaz kılıflar geçiriyordu. İnsanlar iskemlelerine oturmuş laflıyorlardı. Odada bir piyano vardı, piyanoya oturup tuşlara vurdum, insanlar konuşurken piyanodan çıkan sesleri dinledim. Neredeyse ses vermeyen son tuşlara bastığımda çıkan sesleri seviyordum en çok. Birbirlerine çarpan buz parçacıklarının çıkardıkları sesleri çağrıştırıyorlardı. Keser misin şunu! dedi babam yüksek sesle. Bırak çalsın çocuk, dedi babaannem. Annem gülümsedi. Bu çocuk, dedi babaannem, onu beşiğinden alıp öpmek istediğimde burnuma bir yumruk attı. Onlar konuşmayı, ben de piyanonun tuşlarına basmayı sürdürmüştüm.

3 Neden akort ettirmiyorsun şunu? diye sordu babam. Sonra, büyükbabamı görmeye gideceğimiz söylendi bana. Babaannemle büyükbabam ayrı yaşıyorlardı. Büyükbabamın kötü biri olduğu, nefesinin kötü koktuğu söyleniyordu. Nefesi neden kokuyor? Cevap vermediler. Nefesi neden kokuyor? içer. T-Model arabamıza binip Leonard büyükbabayı ziyarete gittik. Eve geldiğimizde terastaydı büyükbaba. Yaşlı ama dimdik. Almanya'da subayken Amerika sokaklarının altın olduğunu duymuş, göç etmişti. Altın değildi sokaklar, o da bir inşaat şirketine müdür olmuştu. Diğerleri arabadan inmediler. Büyükbaba parmak salladı bana. Biri kapıyı açtı, inip ona doğru yürüdüm. Saçları tamamen beyaz ve uzundu, sakalı da öyle. Yakınlaşınca gözlerinin parladığını gördüm, bana bakan iki mavi ışıktılar. Bir mesafe bırakıp durdum. Henry, dedi büyükbaba, sen ve ben, birbirimizi tanıyoruz. İçeri gel. 6 Elini uzattı. Yanına gidince nefesindeki kokuyu aldım. Çok kesifti koku, gördüğüm en güzel adamdı ama, ve beni korkutmuyordu. Evine girdim. Bir iskemleye doğru götürdü beni. Otur, lütfen. Sevindim seni gördüğüme. Başka bir odaya gitti. Sonra bir teneke kutuyla döndü. Bu sana. Aç. Kutunun kapağını kurcalamaya başladım, açamıyordum. Dur, dedi, bana ver. Kapağını gevşetip kutuyu bana geri verdi. Kapağı çektim ve kutunun içinde bir haç duruyordu. Kurdeleli bir Alman haçı. İstemem, dedim, sende kalsın. Senin, dedi, yapışkanlı bir rozet. Teşekkür ederim. Gitsen iyi olacak. Seni merak ederler. Peki, alasmarladık. Güle güle, Henry. Dur, bekle... Durdum. İki parmağını pantolonunun küçük cebine sokup öbür eliyle uzun bir altın zinciri çekmeye başladı. Sonra da altın cep saatini hediye etti bana, zinciriyle. Teşekkürler, büyükbaba. Dışarda bekliyorlardı, T-Model'e bindim ve uzaklaştık. Yol boyunca birçok şeyden söz ettiler. Sürekli konuşurlardı. Babaannemin evine dönerken de durmadan konuşmuşlar, ama büyükbabamdan bir kez bile söz etmemişlerdi.

4 2 T-Model arabamızı anımsıyorum. Yüksek bir arabaydı, yan taraflardaki ahşap kaplamaların dostça bir görünümleri vardı. Soğuk günlerde, sabahları ve genellikle başka zamanlarda da marş basmaz, babam motoru manivela ile önden çalıştırmak zorunda kalırdı, defalarca çevirirdi kolu motor çalışana dek. Bunu yaparken kolunu kırabilir insan. At gibi tepiyor. Anneannemin bizi ziyaret etmediği pazarlar arabamızla gezintiye çıkardık. Bizimkiler portakal bahçelerini severlerdi, kilometrelerce portakal ağaçları, çiçek açmak üzere ya da portakal dolu. Bir piknik 7 3 Hahamın iki erkek kardeşi vardı. Küçüğünün adı Ben, büyüğünün.lohn'du. Alkolik ve başarısızdılar ikisi de. Annemle babam sık sık söz ederlerdi onlardan. İkisi de bir baltaya sap olamadı, dedi babam. Kötü bir aileden geliyorsun, dedi annem. Senin kardeşin de bir bok değil! Dayım Almanya'daydı. Babam hep kötü konuşurdu onun hakkında. Bir de eniştem vardı. Jack, halam Elinore'un kocası. Jack enişte ile Elinore halamı hiç görmemiştim, çünkü babamın onlarla arası yoktu. Elimdeki şu yara izini görüyor musun? diye sordu babam. Elinore ben çok küçükken elindeki sivri kalemi batırdığında oldu bu. Hiç kaybolmadı bu iz. Babam insanlardan hoşlanmazdı. Benden de hoşlanmıyordu. Çocuklar görünmeli, ama sesleri çıkmamalı, derdi bana. Emily büyükannenin gelmediği bir pazar sabahıydı. Gidip Ben'i görmeliyiz, dedi annem, ölüyor. Emily den dünyanın parasını ödünç aldı. Kumar, kadın ve içkiye gitti paralar. Biliyorum, dedi annem. Emily öldüğünde hiç para bırakmayacak. Yine de gidip Ben'i görmeliyiz. Sadece iki haftası kalmış diyorlar. Peki, peki, gideriz. T-Model'e binip yola çıktık. Yol uzundu, annem yolda inip çiçek aldı. Dağlara doğru gidiyorduk. Dağın eteğine vardık ve tırmanmaya başladık. Yol kavisliydi. Ben Amca tepedeki sanatoryumda kalıyordu, veremdi. Ben'i burda tutmak Emily'ye pahalıya patlıyordur, dedi babam. Leonard yardım ediyordur belki. Metelik yok onda. Sarhoş olup dağıttı hepsini. Leonard büyükbabayı seviyorum ben. Çocuklar görünmeli, ama sesleri çıkmamalı, dedi babam. Sonra, Ah, o Leonard, çocuklarına sadece sarhoş olduğu zaman iyi davranır-

5 10 dı. Bizimle şakalaşıp para verirdi. Ama ertesi gün ayıldığında dünyanın en kötü adamıydı tekrar, diye devam etti. Güzel tırmanıyordu T-Model dağ yolunu. Hava açık ve güneşliydi. İşte geldik, dedi babam. Arabayı sanatoryumun park yerine doğru yöneltti ve arabadan indik. Annemle babamın peşinden binaya girdim. Odasına girdiğimizde Ben Amca yatağında oturmuş pencereden dışarı bakıyordu. Biz içeri girerken başını çevirip bize baktı. Çok yakışıklı bir adamdı. İnceydi, siyah saçları, parıldayan koyu renk gözleri vardı. Parlak bir ışık saçıyordu gözleri. Merhaba Ben, dedi annem. Merhaba Katy. Sonra bana baktı. Henry mi bu? Evet. Oturun. Babam ve ben oturduk. Annem ayakta duruyordu. Bu çiçekler için bir vazo yok mu, Ben? Çok güzel çiçekler, teşekkür ederim, Katy. Hayır, odada vazo yok. Ben bir vazo bulayım, dedi annem. Elinde çiçeklerle odadan çıktı. Sevgililerin nerde şimdi, Ben? Arada sırada uğruyorlar. Eminim. Uğruyorlar. Katherine seni görmek istediği için burdayız. Biliyorum. Ben de istedim seni görmeyi Ben Amca. Çok güzel adamsın bence. Kıçım gibi güzel, dedi babam. Annem döndü, çiçekleri bir vazoya koymuştu. Pencerenin yanındaki şu masaya koyayım. Çok güzel çiçekler, Katy. Annem oturdu. Fazla kalamayacağız, dedi babam. Ben Amca elini şiltenin altına sokup bir paket sigara çıkardı, bir tane çekti ve bir kibrit çakıp yaktı. Derin bir nefes çekip dumanı saldı. Sigara içmenin yasak olduğunu biliyorsun, dedi babam. O şifi garaları nerden bulduğunu da biliyorum. Orospular getiriyorlar. Doktora söyleyeceğim, o orospuların buraya girmesine izin vermesin. Bi bok yiyemezsin, dedi amcam. Şu sigarayı ağzından çekip almak geliyor içimden! İçinden doğru dürüst bir şey gelmez senin zaten, dedi amcam. Ben, dedi annem, sigara içmemelisin, öldürecek seni.

6 İyi bir hayatım oldu, dedi amcam. Hiçbir zaman iyi bir hayatın olmadı, dedi babam. Yalan, içki, borç, orospular. Ömründe bir gün bile çalışmadın! Şimdi de ölüyorsun, 24 yaşında! İyiydi, dedi amcam. Camel sigarasından derin bir nefes daha çekip dumanı üfledi. Çıkalım burdan, dedi babam, bu adam delirmiş. Babam ayağa kalktı. Sonra annem kalktı. Sonra ben. Güle güle, Katy, dedi amcam, ve güle güle Henry. Hangi Henry'yi kastettiğini belirtmek için bana bakmıştı. Babamın peşinden sanatoryumdan çıkıp park yerindeki arabamıza doğru yürüdük. Bindik, çalıştı ve kavisli dağ yolundan aşağı inmeye başladık. Daha uzun kalmalıydık dedi annem. Tüberkülozun bulaşıcı olduğunu bilmiyor musun? diye sordu babam. Güzel adam bence, dedim. Hastalıktan, dedi babam, öyle bir görünüm verir onlara. Tüberküloz dışında çok şey daha kapmıştır. Ne gibi şeyler? diye sordum. Sana söyleyemem, diye yanıtladı babam. Ben ne olabileceklerini merak ederken, babam kavisli yolda direksiyon sallıyordu. 4 Başka bir pazar yine T-Model'e binip John amcamı aramaya çıkmıştık. Azmi yok, dedi babam. Hangi cesaretle allahın cezası yüzünü kaldırıp insanların gözlerine bakıyor anlamıyorum. Tütün çiğnemese keşke, dedi annem, her yere tükürüyor. Bu ülkenin tüm insanları onun gibi olsaydı Çin istilasına uğra- 12 mıştık, çamaşırları biz yıkıyor olurduk. John'un hiç şansı olmadı, dedi annem. Küçük yaşta evi terk etti. Sen lise bitirdin hiç olmazsa. Kolej, dedi babam. Nerde? diye sordu annem. Indiana Üniversitesi. Jack sadece lise okuduğunu söylemişti. Sadece lise okuyan Jack. Bu yüzden zenginlerin bahçıvanlığını yapıyor. Jack eniştemi hiç görebilecek miyim? diye sordum. Bakalım John amcanı bulabilecek miyiz önce, dedi babam. Çinliler gerçekten bu ülkeyi istila etmek istiyorlar mı? diye sordum. Asırlardır pusudalar o sarı şeytanlar. Japonlarla savaşmak zorunda kalmaları engelledi onları. Kim daha iyi savaşır, Çinliler mi yoksa Japonlar mı? Japonlar. Sorun Çinliler'in çok fazla olmalarında. Bir Çinli'yi öldürdüğün zaman ortadan ikiye bölünüp iki Çinli olur.

7 Tenleri neden sarı? Su içeceklerine kendi çişlerini içerler de ondan. Baba, böyle konuşma çocukla! Öyleyse soru sormayı kesmesini söyle. Bir başka sıcak Los Angeles gününde yol alıyorduk. Annemin üstünde güzel bir elbise, başında şık bir şapka vardı. Annem böyle giyindiğinde dimdik oturur, boynu kasılırdı. Keşke yeterli paramız olsa da John ve ailesine yardımcı olabil-sek, dedi annem. İçine işeyebilecekleri bir taslarının bile olmaması benim suçum değil, diye cevap verdi babam. Baba, John da senin gibi savaşa katıldı. Bir şeyleri hak ettiğine inanmıyor musun? Hiç yükselemedi. Ben başçavuş oldum. Kardeşlerinin hepsi senin gibi olamazlar ki Henry. Allahın cezası bir dürtüleri yok! Topraktan geçinebileceklerini sanıyorlar! Bir süre daha yol aldık. John Amca ile ailesi küçük bir binada yaşıyorlardı. Çatlak kaldırımda yürüyüp eğri büğrü bir terasa çıktık ve 13 babam zile bastı. Zil çalmadı. Kapıyı vurdu, sert. Uzun gibi gelen bir süreden sonra kapı aralandı. Sonra biraz daha açıldı. Anna yengem göründü. Çok inceydi, avurtları çökmüştü ve göz altlarında halkalar vardı, mor halkalar. Sesi de inceydi. Oh, Henry... Katherine... içeri girin, lütfen... Peşinden içeri girdik. Çok az eşya vardı. Bir kahvaltı masası, dört iskemle ve iki yatak. Annemle babam iskemlelere oturdular. İki kız, Katherine ve Betsy (isimlerini sonradan öğrendim) lavabonun başında durmuş neredeyse boş bir fıstık ezmesi kavanozundan fıstık ezmesi kazımakla meşguldüler. Öğle yemeği yiyorduk, dedi Anna yenge. Kızlar kuru ekmek parçalarına azıcık fıstık ezmesi sürmüşlerdi. Kavanozun içine bakıp bıçakla kazıyorlardı. John nerde? diye sordu babam. Yılgın bir şekilde oturdu yengem. Çok güçsüz görünüyordu, çok solgun. Elbisesi kirliydi, saçları taranmamış, yorgun, hüzünlü. Onu bekliyoruz. Bir süredir görmedik. Nereye gitti? Bilmiyorum. Motosiklete atlayıp gitti? Tek düşündüğü motosikleti, dedi babam. Küçük Henry mi bu? Evet. Sadece bakıyor. Çok sessiz.

8 Böyle istiyoruz onu. Durgun sular derin olur. Bu öyle değil. Tek derin yanı kulaklarındaki delikler. Kızlar ekmek parçalarını alıp dışarı çıktılar, eşiğe oturup yemeye başladılar. Bizimle konuşmamışlardı. Çok hoş bulmuştum onları. Anneleri gibi inceydiler ama yine de çok hoştular. Nasılsın Anna? diye sordu annem. İyiyim. İyi görünmüyorsun Anna. Gıdaya ihtiyacın var sanıyorum. Senin oğlan niye oturmuyor? Otur Henry. Ayakta durmayı sever, dedi babam. Güçlenmesini sağlar, Çinliler'le dövüşmeye hazırlanıyor. Çinliler'i sevmiyor musun? diye sordu yengem. Hayır, dedim. Durumunuz nasıl Anna? diye sordu babam. 14 Çok kötü aslında... Evsahibi kira için sıkıştırıp duruyor. Çok da çirkinleşebiliyor. Korkutuyor beni. Ne yapacağımı bilmiyorum. Polislerin John'un peşinde olduklarını duydum, dedi babam. Fazla bir şey yapmadı. Ne yaptı? Sahte on sentlik bastı. On sentlik mi? Tanrım, nasıl bir gaye bu? Aslında kötü olmak istemiyor John. Hiçbir şey olmak istemiyor bana sorarsan. Eline bir fırsat geçse bir şeyler olur. Kurbağanın kanatları olsaydı hoplaya hoplaya kıçını eskitmezdi! Sessizlik oldu, öylece oturdular. Dönüp dışarı baktım. Kızlar terastan ayrılmışlar, bir yerlere gitmişlerdi. Gel otur Henry, dedi Anna yenge. Kımıldamadım. Teşekkür ederim. İyiyim böyle. Anna, diye sordu annem, John'un geleceğinden emin misin? Piliçlerden bıkınca döner, dedi babam. John çocuklarını çok sever... dedi Anna. Polisler başka bir iş yüzünden peşindelermiş diye duydum. Ne? Tecavüz. Tecavüz mü? Evet Anna. Öyle duydum. Motosikleti ile gidiyormuş bir gün, genç bir kız otostop yapmış. Motorunun arkasına binmiş ve John yolda boş bir garaj görmüş. Garaja girip kapıyı kapamış ve kıza tecavüz etmiş. Nasıl öğrendin bunu? Öğrenmek mi? Polisler gelip bana söylediler, nerde olduğunu sordular.

9 Söyledin mi? Niçin söyleyeyim? Hapse girip sorumluluklarından kaçsın diye mi? İstediği bu zaten. Hiç böyle düşünmemiştim. Tecavüzü hoş gördüğümden değil... Bir erkek ne yaptığının farkında olmaz bazen. Ne? Çocuklar bir yandan, yaşam sıkıntısı ve üzüntü bir yandan... Pek çekici değilim artık. Genç bir kız gördü, hoşuna gitti... Kız motosikle- 15 tine bindi, kollarını beline dolamıştır filan. Ne? diye sordu babam, Sana tecavüz etseler hoşuna gider miydi? Gitmezdi sanırım. O kızın da hoşuna gitmemiştir eminim. Bir sinek belirdi ve masanın etrafında daireler çizmeye başladı. İzledik. Yiyecek hiçbir şey yok burda, dedi babam. Bu sinek yanlış yere gelmiş. Sinek daha cüretkâr uçmaya, giderek bize daha yakın daireler çizip vızıldamaya başladı. Daireler küçüldükçe vızıltısı artıyordu. Polislere John'un eve gelebileceğini söylemezsin değil mi? diye sordu yengem babama. Bu kadar kolay kurtulmasına izin veremem, dedi babam. Annem eli ile çabuk bir hareket yaptı. Elini kapattı ve masanın üstüne koydu. Yakaladım, dedi. Neyi yakaladın? diye sordu babam. Sineği, dedi annem tebessüm ederek. Sana inanmıyorum... Sineği görebiliyor musun? Sinek yok oldu. Uçup gitti. Hayır, avucumda. Kimse bu kadar hızlı olamaz. Ama avucumda. Palavra. Bana inanmıyor musun? Hayır. Aç ağzını öyleyse. Peki. Babam ağzını açtı ve annem elini, ağzına dayadı. Babam birden sıçrayıp boğazını tuttu. AMAN TANRIM! Sinek ağzından çıkıp tekrar daireler çizmeye başladı. Bu kadar yeter, dedi babam, eve gidiyoruz!

10 Ayağa kalkıp dışarı çıktı, yürüyüp arabaya bindi ve kaskatı oturdu, tehlikeli görünüyordu. Birkaç kutu konserve getirdik size, dedi annem yengeme. Para 16 veremediğimiz için kusura bakma ama Henry para verirsek John'un içkiye veya motosikleti için benzine yatıracağını düşünüyor. Fazla bir şey değil, biraz çorba, biraz et, bezelye... Oh, Katherine, teşekkür ederim, ikinize de... Annem kalktı ve onu izledim. Arabada iki koli konserve vardı. Babamın dimdik oturduğunu gördüm, kızgındı hâlâ. Annem kolilerden küçük olanı bana verip büyüğünü kendi aldı ve peşinden eve yürüdüm. Kolileri masanın üstüne koyduk. Anna yenge gelip konservelerden birini eline aldı. Bezelye konservesiydi, kutunun üstündeki etikette küçük ve yuvarlak yeşil bezelyeler vardı. Bu harika, dedi yengem. Anna, gitmemiz gerekiyor. Henry'nin gururu kırıldı. Yengem kollarını anneme doladı. Her şey o kadar kötü gitti ki. Ama bu bir rüya gibi. Hele kızlar eve bir gelsinler. Konserveleri görünce delirecekler! Annem yengeme bir kez daha sarıldı ve ayrıldılar. John kötü biri değil, dedi yengem. Biliyorum, dedi annem. Allahaısmarladık Anna. Güle güle Katherine. Güle güle Henry. Annem dönüp kapıya doğru yürüdü. Onu takip ettim. Arabaya yürüyüp bindik. Babam arabayı çalıştırdı. Uzaklaşırken yengemin kapının önünde durup el salladığını gördüm. Babam karşılık vermedi. Ben de vermedim. 5 Babamı sevmemeye başlamıştım. Sürekli bir şeylere kızıyor, gittiğimiz her yerde insanlarla tartışıyordu. Ama pek korkutamıyordu onları; genellikle sakin bir şekilde ona bakıyorlardı ve bu onu daha da öfkelendiriyordu. Ender olarak dışarda yediğimizde yemekleri beğenmiyor, ödemeyi reddediyordu. Bu kremada sinek boku var! Ne biçim yer burası? Kusura bakmayın efendim, ödemeyebilirsiniz. Yeter ki gidin. Gideceğim tabii ki! Ama geri geleceğim! Ateşe vereceğim bu al-lahın cezası yeri! Bir keresinde eczaneye girmiştik, annemle ben başka bir taraftayken babam tezgâhtar adama bağırmaya başlamıştı. Başka bir tezgâhtar 17 anneme, Kim bu korkunç adam? Buraya her geldiğinde mesele çıkartıyor, diye sormuştu. O benim kocam, diye cevap vermişti annem.

11 Başka bir olay anımsıyorum. Babam süt dağıtıcısı olarak çalışıyor, sabahın erken saatlerinde süt dağıtmaya çıkıyordu. Bir sabah beni uyandırmıştı. Gel, sana bir şey göstermek istiyorum. Onunla dışarı çıktım. Üstümde pijamalarım, ayağımda terliklerim vardı. Bir atın çektiği süt arabasına doğru yürüdük. At hareketsiz duruyordu. İzle, dedi babam. Bir kesme şeker çıkarıp avucuna koydu ve atın ağzına doğru tuttu. At elinden şekeri yedi. Şimdi sen dene... Elime bir kesme şeker koydu. Çok iri bir attı. Biraz daha yaklaş! Elini uzat! Atın elimi ısıracağından korkuyordum. At başını eğdi; burun deliklerini gördüm, dudakları geri çekilmişti, sonra dilini ve dişlerini gördüm, şeker gitmişti. İşte. Bir daha dene... Tekrar denedim. At şekeri alıp başını salladı. Şimdi, dedi babam, at üstüne sıçmadan seni içeri götüreyim. Başka çocuklarla oynamama izin yoktu. Kötü çocuklar onlar, derdi babam, fakir ailelerin çocukları. Evet, diye katılırdı annem. Annemle babam zengin olmayı arzuladıklarından kendilerini öyle görüyorlardı. Yaşıtlarımla arkadaşlık kurmaya yuvada başlamıştım. Tuhaftılar, gülüyor, konuşuyor, mutlu görünüyorlardı. Onlardan hoşlanmamıştım. Sürekli hastalanacak, kusacakmış gibi hissediyordum kendimi, hava da durgun ve beyazdı hep. Suluboya resim yapıyorduk. Bahçedeki turpların resmini yapmış, bir hafta sonra da turpları tuzlayıp yemiştik. Yuvadaki öğretmenimi seviyordum, annemden babamdan çok seviyordum onu. Problemlerden biri tuvalete gitmekti. Sürekli tuvalete gitme ihtiyacı duyuyordum, ama diğerlerinin bunu bilmesini istemediğim için tutuyordum. Çok zordu tutmak. Ve hava beyazdı, midem bulanırdı, işemek ve sıçmak isterdim ama tek kelime etmezdim. Başka biri tuvaletten döndüğünde pissin sen, orda bir şey yaptın, diye düşünürdüm... Küçük kızlar, kısa elbiseleri, uzun saçları ve güzel gözleri ile çok hoştular ama, belli etmemelerine rağmen onlar da orda bir şeyler yapıyorlar diye düşünürdüm. Yuvadan en çok aklımda kalan havanın beyazlığı olmuştu... İlkokul farklıydı, birinci sınıftan altıncı sınıfa. Çocukların bazıları on iki yaşındaydılar ve hepimiz yoksul semtlerden geliyorduk. Tuva- 18 lete gitmeye başlamıştım ama sadece işemek için: Bir keresinde tuvaletten çıkarken küçük çocuklardan birinin su fıskiyesinden su içtiğini gördüm. Ondan daha iri bir çocuk arkadan gelip çocuğun başını fıskiyenin musluğuna çarpmıştı. Küçük çocuk yüzünü kaldırdığında birkaç dişi kırılmıştı, ağzından kan geliyordu. Fıskiyeye kan bulaşmıştı. Bundan kimseye söz edersen gerçekten okurum canına, dedi iri olan ona. Çocuk mendilini çıkarıp ağzına götürdü. Ben sınıfa döndüm, öğretmenimiz George Washington ve Forge Vadisi'ni anlatıyordu bize.

12 Her akşamüstü, okul çıkışında, üst sınıflardan iki çocuk arasında dövüş olurdu mutlaka. Öğretmenlerin hiç uğramadığı arka taraftaki tel örgülerin orda. Ve dövüş hiçbir zaman adil değildi; iri çocuklardan biri kendinden daha ufak çocuklardan birini yumruklaya yumruklaya tel örgülere dayardı. Daha ufak olan karşılık vermeye çalışırdı ama faydasızdı. Kısa bir süre sonra yüzü ve gömleği kana bulanırdı. Daha ufak olan sesini çıkarmadan, merhamet dilenmeden yerdi dayağı. Nihayet iri olan geri çekilir ve dövüş biterdi. Diğer çocuklar kazananla beraber eve yürürlerdi. Ben dersler ve dövüş boyunca bokumu tuttuktan sonra tek başıma eve dönerdim. Genellikle eve vardığımda rahatlama ihtiyacım geçmiş olurdu. Canımı sıkardı bu. 6 Okulda hiç arkadaşım yoktu, arkadaş istemiyordum. Yalnız, daha iyi hissediyordum kendimi. Bir sıraya oturup diğerlerinin oyun oynayışlarını izlerdim, çok aptal buluyordum onları. Bir gün öğle tatilinde yeni çocuklardan biri geldi yanıma. Diz altları büzgülü bir pantolon giymişti, şaşıydı ve ayak parmaklan çarpıktı. Hoşlanmamıştım ondan, iyi görünmüyordu. Yanıma oturdu. Merhaba, benim adım David. Cevap vermedim. İçinde öğle yemeği bulunan torbasını açtı. Fıstık ezmeli sandövi-çim var, dedi. Senin neyin var? Fıstık ezmeli sandöviç. Bir de muzum var. Biraz da cips. Cips ister misin? Aldım biraz. Bol cipsi vardı. İnce, nar gibi kızarmış ve tuzlu. Gü- 19 neş ışınları içlerinden geçip gidiyordu. Güzeldiler. Biraz daha alabilir miyim? Olur. Biraz daha aldım. Fıstık ezmeli sandöviçine reçel de sürülmüştü. Parmaklarına bulaşmıştı reçel. Farkında değildi. Nerde oturuyorsun? diye sordu. Virginia Caddesi. Ben Pickford'da oturuyorum. Okul çıkışı eve beraber yürüyebiliriz. Biraz daha cips al. Senin öğretmenin kim? Bayan Colombine. Benimki Bayan Reed. Çıkışta görüşürüz. Eve birlikte yürüyelim. Neden giyiyordu o büzgülü pantolonu? Neydi istediği? Hoşlan-mamıştım ondan. Biraz daha cips aldım. O akşamüstü okul çıkışında buldu beni ve benle yürümeye başladı. Sen bana adını söylemedin, dedi. Henry, dedim.

13 Yürürken beşinci sınıftan bir grup çocuğun bizi izlediklerini fark ettim. Önce yarım blok geriden izliyorlardı, sonra birkaç metre arka-mızdaydılar. Ne istiyorlar? diye sordum David'e. Cevap vermedi, yürümeyi sürdürdü. Hey, g.tü boklu! diye seslendi biri, annen bokunu pantolonuna mı yaptırıyor? Güvercin parmaklı, ho-ho, güvercin parmaklı! Ölmeye hazırlan, şaşı! Sonra bir daire oluşturdular etrafımızda. Arkadaşın kim? Senin kıçını mı yalar? Biri David'i yakasından kavramıştı. Yere fırlattı. David ayağa kalktı. Çocuklardan biri arkasına geçip çömleğe yattı. Öbür çocuk David'i itti ve David arkasında çömelmiş çocuğun üstünden yuvarlanıp sırt üstü yere düştü. Bir başka çocuk onu çevirip yüzünü çimlere sürttü. Sonra çekildiler. David ayağa kalktı tekrar. Sesi çıkmamıştı ama yüzünden yaşlar akıyordu. İçlerinden en iri olan yanma gitti. Seni okulda istemiyoruz, ödlek. Okulumuzdan defol! David'in midesine bir yumruk indirdi. David öne doğru eğilirken çocuk dizini kaldırıp yüzüne indirdi. David düştü. Burnu kanıyordu. Sonra benim etrafımı sardılar. Şimdi sıra sende! Etrafımda dön- 20 meye başladılar. Onlarla beraber ben de dönmeye başladım. Birileri sürekli arkamda kalıyordu. Bok doluydum ve dövüşmek zorundaydım. Korkuyordum ama sakindim de aynı zamanda. Onlar döndükçe ben de dönmeyi sürdürdüm. Bu şekilde dönüp duruyorduk. Bana bir şeyler bağırıyorlardı ama ne dediklerini duymuyordum. Sonunda geri çekilip uzaklaştılar. David beni bekliyordu. Kaldırımdan Pickford So-kağı'ndaki evine doğru yürümeye başladık. Evlerinin önüne gelmiştik. İçeri girmem gerek. Allahaısmarladık. Güle güle David. İçeri girdi ve annesinin sesini duydum. Davidl Şu pantolonunun, gömleğinin haline bak! Yırtık ve çim lekesi dolu! Her gün yapıyorsun bunu! Söyle bana, neden yapıyorsun bunu? David cevap vermedi. Sana bir soru sordum. Elbiselerini neden bu hale sokuyorsun? Elimde değil anne... Elinde mi değil? Seni aptal çocuk! Annesinin David'i dövdüğünü duydum. David ağlamaya başladı ve annesi daha çok dövdü onu. Ön bahçede durmuş dinliyordum. Bir süre sonra dayak kesildi. David'in hıçkırıklarını duyabiliyordum. Sonra o da kesildi. Şimdi, kemanını çalışmanı istiyorum, dedi annesi.

14 Ön bahçeye oturup bekledim. Sonra kemanın sesi geldi. Çok hüzünlü bir kemandı. David'in çalışı hoşuma gitmemişti. Bir süre oturup dinledim ama düzelmedi çalışı. Bokum sertleşmişti. Sıçmak istemiyordum artık. Akşamüstü güneşi gözlerimi rahatsız ediyordu. Kusmak istiyordum. Kalkıp eve yürüdüm. 7 Sürekli dövüş vardı. Öğretmenlerin hiçbir şeyden haberleri olmuyordu. Ve yağmur yağdığında birilerinin başı belaya giriyordu mutlaka. Okula şemsiye getiren veya herhangi bir yerde şemsiye ile görülen çocuk hemen hedef seçiliyordu. Çoğumuzun ailesi bize şemsiye, hatta yağmurluk bile alamayacak kadar yoksuldu. Aldıklarında da onları çalılara saklıyorduk. Şemsiye taşıyan veya yağmurluk giyen birine hemen muhallebi çocuğu damgası vuruluyordu. Okul çıkışında dayak yi- 21 yorlardı. Hava biraz bulutlu olsa David'in annesi şemsiyeyi eline veriyordu. İki teneffüsümüz vardı. Birinci sınıf öğrencileri kendi beyzbol sahalarında toplanır ve takımlar kurulurdu. David ile ben beraber dururduk. Hep aynı şey olurdu. Ben sondan bir önce seçilirdim, David ise sonuncu. Bu yüzden farklı takımlarda oynardık hep. David benden daha kötü oyuncuydu. Şaşı gözleri ile topu bile göremezdi. Benim çok çalışmaya ihtiyacım vardı. Mahallemdeki çocuklarla hiç oynamazdım. Topu yakalamayı ve topa vurmayı bilmiyordum. Ama istiyordum, hoşuma gidiyordu. David toptan korkuyordu, ben korkmuyordum. Kolumu iyi sallıyordum, herkesten daha güçlü sallıyordum kolumu ama topu ıskalıyordum her seferinde. Üç hakkımda da çuvallayıp oyun dışı kalıyordum. Bir keresinde vuruş yapmayı başardım ama top dışarı çıkmıştı. İyi bir duyguydu topa vurmak. Bir başka sefer kısa bir vuruş yapıp bir kale ilerlemeyi başardım. İlk kaleye geldiğimde ordaki karşı takım oyuncusu, Buraya ancak böyle gelebilirsin, dedi. Durup baktım ona. Çiklet çiğniyordu ve burun deliklerinden uzun siyah kıllar çıkmıştı. Saçında kalın bir vazelin tabakası vardı. Yüzünde de hiç eksilmeyen bir sırıtış. Ne bakıyorsun? dedi bana. Ne diyeceğimi bilemedim. Konuşmaya alışık değildim. Çocuklar senin kaçık olduğunu söylüyorlar, dedi, ama beni korkutmuyorsun. Okul çıkışında bekleyeceğim seni bir gün. Ona bakıp duruyordum. Korkunç bir yüzü vardı. Sonra karşı takımın atıcısı bir an gevşedi ve ben ikinci kaleye bir depar attım. Deli gibi koşup kayarak ikinci kaleye varmaya çalıştım. Top geç kalmıştı, beni çıkaramamışlardı. Dışardasın! diye bağırdı hakemlik yapan çocuk. Ayağa kalktım, kulaklarıma inanamıyordum. 'DIŞARDASIN!' dedim sana, diye bağırdı hakem.

15 O anda beni kabul etmediklerini anladım. David ve beni kabul etmiyorlardı. Diğerleri beni dışarda istiyorlardı çünkü dışarda olmam gerekiyordu. David'in arkadaşı olduğumu biliyorlardı. David yüzünden istemiyorlardı beni. Sahadan uzaklaşırken, David'in, ayağında büzgülü pantolonu ile üçüncü kalede durduğunu gördüm. Mavi-sarı çorapları bileklerine düşmüştü. Neden beni seçmişti. Lanetlenmiştim. O gün okul çıkışında süratle uzaklaşıp tek başıma yürüdüm eve, Da-vid'siz. Çocuklardan veya annesinden gene dayak yediğini görmek is- 22 temiyordum. Hüzünlü kemanını da dinlemek istemiyordum. Ama ertesi gün öğle tatilinde gelip yanıma oturduğunda cipsinden aldım. Beklediğim gün geldi. Uzun boyluydum ve vuruş yerinde kendimi güçlü hissediyordum. Onların olmamı arzuladıkları kadar kötü olduğuma inanamıyordum. Sopayı deli gibi ama güçlü sallıyordum. Belki de dedikleri gibi kaçıktım biraz. Ama içimde gerçek bir şeyler olduğuna dair bir duygu besliyordum. Sertleşmiş boktu içimdeki belki, ama onlarda o da yoktu. Vuruşa hazırlanıyordum. Hey, ISKACILAR KRALI vuracak! BAY YELDEĞİRMENİ! Top geldi. Sopayı salladım ve topu yakaladığımı hissettim, uzun zamandır yakalamak istediğim gibi. Top yükselmeye başladı, iyice YÜKSELDİ, sol tarafa doğru. Sol taraftaki kalecinin başının ÇOK üstündeydi. Kaleci Don Brubaker durup başının üstünden uçan topu izledi. Hiç aşağı inmeyecekmiş gibi görünüyordu. Sonra Brubaker topun arkasından koşmaya başladı. Beni çıkarmak istiyordu. Asla yapamazdı. Top yere düştü ve beşinci sınıfların oynadığı beyzbol sahasının içine yuvarlandı. Yavaş hareketlerle birinci kaleye koştum, ayağımı bastım, birinci kaledeki çocuğa bir bakış atıp yavaşça ikinci kaleye koştum, dokundum, David'in bulunduğu üçüncü kaleye koştum, onu görmezliğe gelip üçüncü kaleye de bastım ve vuruş yerine döndüm. Sayı tamamlanmıştı. Böylesi görülmemişti. Bir birinci sınıf öğrencisinin bütün kaleleri dolaşacak denli güçlü bir vuruş yaptığı görülmemişti! Vuruş yerine vardığımda Irving Bone'un, takım kaptanı Stanley Greenberg'e, onu sınıf takımına alalım, dediğini duydum. (Sınıf takımı başka okullarla maçlar yapıyordu.) Hayır, dedi Stanley Greenberg. Stanley haklıydı. Bir kez daha öyle bir vuruş yapamadım. Genellikle dışarda buluyordum kendimi. Ama o vuruşu hiç unutmadılar ve benden nefret etmeyi sürdürmelerine rağmen nefretin daha iyi bir türüydü bu, benden neden nefret ettiklerinden emin değildiler sanki. Amerikan futbolu mevsimi daha da kötüydü. Dokunmanın yeterli olduğu, birbirimizi yere indirmemiz gerekmeyen bir futbol oynatıyorlardı bize. Topu yakalayamıyor veya atamıyordum ama bir defasında oyuna kapıldım. Koşucu yanımdan geçerken yakasından yakalayıp yere fırlattım. Kalkmaya yeltendiğinde tekmeledim. Ondan hoşlanmı-

16 23 yordum. Saçları vazelinli, burun delikleri kıllı birinci kaleciydi o. Stanley Greenberg yanıma geldi. Hepimizden daha iriydi. İstese öldürebilirdi beni. Liderimizdi. Onun dediği olurdu. Kuralları bilmiyorsun, sana futbol yok artık, dedi. Voleybola transfer edildim. David ve diğerleri ile voleybol oynadım. Çok tatsızdı. Bağırıp, çağırıp, heyecanlanıyorlardı. Oysa diğerleri futbol oynuyorlardı. Ben futbol oynamak istiyordum. Biraz pratik yapmalıydım sadece. Voleybol utanç vericiydi. Kızlar voleybol oynardı. Bir süre sonra oyunu bıraktım. Sahanın ortasında, kimsenin oynamadığı bir yerde tek başıma durdum. Hiçbir şey oynamayan tek çocuk bendim. Her gün orda durup iki teneffüsün geçmesini bekliyordum. Bir gün orda dururken bela beni buldu yine. Arkamdan uçarak gelen bir futbol topu başıma isabet edip beni yere sermişti. Başım dönüyordu. Etrafıma toplanmışlar, gülerek alay ediyorlardı. Hey, bakın, Henry bayıldı! Bir kadın gibi düşüp bayıldı! Henry'ye bakın! Ayağa kalkarken güneş dönüp duruyordu. Sonra kımıldamadı. Gökyüzü iyice yakınlaşıp dümdüz oldu. Bir kafeste olmak gibi bir şeydi. Etrafımda duruyorlardı, yüzler, burunlar, ağızlar ve gözler. Benimle alay ettikleri için içlerinden birinin topu bilerek attığını düşündüm. Adil değildi. Kim attı o topu? diye sordum. Topu kimin attığını mı bilmek istiyorsun? Evet. Öğrenince ne yapacaksın? Cevap vermedim. Billy Sherril attı, dedi biri. Billy toparlak, şişman bir çocuktu. Çoğundan daha iyiydi aslında ama yine de onlardan biriydi. Billy'ye doğru yürümeye başladım. Orda öylece duruyordu. İyice yaklaştığımda bir yumruk attı bana. Hiçbir şey hissetmedim neredeyse. Sol kulağının arkasına bir tane çaktım. Kulağını tutarken bir tane de midesine indirdim. Yere düştü. Yerde kaldı. Kalk ve dövüş onunla Billy, dedi Stanley Greenberg. Stanley, Billy'yi yerden kaldırıp bana doğru itti. Billy'nin ağzına bir yumruk attım ve iki eliyle ağzını tuttu. Peki, dedi Stanley, onun yerini ben alıyorum! Çocuklar sevinç naraları attılar. Koşmaya karar verdim. Ama o anda bir öğretmen yanaştı. Neler oluyor burda? Bay Hall'du gelen. Henry, Billy'ye sataştı, dedi Stanley Greenberg. 24 Doğru mu bu çocuklar? diye sordu Bay Hail. Evet, dedi hepsi. Bay Hail kulağımdan tuttuğu gibi müdürün odasına götürdü beni. Boş bir çalışma masasının karşısındaki iskemleye iterek oturttu ve müdürün kapısını

17 çaldı. Bir süre içerde kaldı. Sonra dışarı çıktı ve bana bakmadan gitti. On dakika kadar bekledim, müdür odasından çıkıp masaya oturdu. Çok saygın görünümlü biriydi müdürümüz. Tam bir beyefendi. Saçları beyazdı ve mavi papyon takmıştı. Bay Knox'du adı. Bay Khox ellerini kavuşturdu ve bir süre konuşmadan bana baktı. Böyle yaptığında beyefendiliğinden pek emin olamadım. Beni küçümsemek, diğerleri gibi davranmak istiyordu. Evet, dedi nihayet, ne oldu, anlat. Hiçbir şey olmadı. O çocuğun, Billy Sherril'in canını yaktın. Ailesi bunun nedenini bilmek isteyecektir. Cevap vermedim. Hoşuna gitmeyen durumlarda kendi bildiğin gibi davranabileceğini mi düşünüyorsun? Hayır. Neden bu şekilde davrandın öyleyse? Cevap vermedim. Diğerlerinden üstün olduğunu mu düşünüyorsun? Hayır. Bay Knox oturmayı sürdürüyordu. Uzun bir mektup açacağı vardı elinde ve onu masanın yeşil çuha örtüsünde bir ileri bir geri oynatıyordu. Ayrıca bir şişe mürekkep ve içine dört kalem konmuş bir kalemlik duruyordu masanın üstünde. Beni dövüp dövmeyeceğini merak ediyordum. Neden bu şekilde davrandın öyleyse? Cevap vermedim. Bay Knox mektup açacağını ileri geri oynatıp duruyordu. Telefon çaldı. Ahizeyi kaldırdı. Alo? Bayan Kirby? Ne yaptı? Ne? Bakın, meşgulüm şu an, disiplini sağlayamıyor musunuz? Peki. Bu iş bitince ararım onu... Telefonu kapattı. Yumuşak beyaz saçlarını eliyle geriye tarayıp bana baktı. Neden bela oluyorsun başıma? Cevap vermedim. Sert biri olduğunu düşünüyorsun, değil mi? 25 Cevap yok. Sert çocuk, demek? Bay Knox'un masasının etrafında bir sinek dönüyordu. Yeşil mürekkep şişesinin üstünde uçtu bir süre. Sonra şişenin siyah kapağının üstüne konup kanatlarını birbirine sürttü. Peki, evlat, sen sertsin, ben de öyle. El sıkışalım mı buna? Kendimi o kadar sert bulmuyordum, elimi uzatmadım. Hadi, uzat elini.

18 Elimi uzattım. Elimi kavrayıp sallamaya başladı. Sonra sallamayı kesip bana baktı. Papyonunun mavisinden daha açık bir maviydi gözleri. Gözleri neredeyse harikuladeydiler. Bana bakıp elimi tutmayı sürdürdü. Giderek sıkıyordu elimi. Sert biri olduğun için seni kutlamak isterim. Giderek sıkıyordu elimi. Ben sert biri miyim sence? Cevap vermedim. Elimin kemiklerini çatırdatmaya başladı. Her parmak kemiğimin yanındaki parmağa bıçak gibi battığını hissediyordum. Gözlerimin önünde kırmızı flaşlar patlıyordu. Ben sert biri miyim sence? diye sordu. Öldüreceğim seni, dedim. Ne yapacaksın? Bay Knox biraz daha sıktı elimi. Mengene gibiydi eli. Yüzündeki her gözeneği görebiliyordum. Sert erkekler bağırmaz değil mi? Yüzüne bakamıyordum artık. Yüzümü masaya yasladım. Ben sert biri miyim sence? diye sordu Bay Knox. Biraz daha sıktı elimi. Bağırmak zorunda kaldım, ama sınıftakile-rin beni duymamaları için mümkün olduğunca sessiz bağırmıştım. Şimdi söyle, ben sert biri miyim? Bekledim. Söylemek istemiyordum. Sonra, evet, dedim. Bay Knox elimi bıraktı. Elime bakmaya korkuyordum. Yan tarafımda sallandırdım. Sineğin gitmiş olduğu dikkatimi çekti, sinek olmak o kadar da kötü olmasa gerek diye düşündüm. Bay Knox bir kâğıt parçasına bir şeyler yazıyordu. Evet Henry. Ailene küçük bir not yazıyorum ve bunu onlara vermeni istiyorum. Vereceksin bunu onlara değil mi? Evet. 26 Notu katlayıp bir zarfa koydu ve bana verdi. Zarf yapıştırılmıştı, açmak için en ufak bir istek duymadım. 8 Zarfı eve götürüp annemin eline tutuşturdum ve yatak odasına gittim. Yatak odama. Yatak odamın en iyi yanı yatağımdı. Saatlerce yatakta yatmaya bayılır, bazen gündüzleri de yorganı çeneme kadar çekip yatardım. Güzeldi yatağın içi, hiçbir şey olmazdı orda, insan yok, hiçbir şey yok. Annem birkaç kez gündüz yatarken yakalamıştı beni. Henry, kalk! Bir çocuğun bütün günü yatakta geçirmesi doğru değil! Hadi kalk! Bir şeyler yap) Ama yoktu yapacak bir şey.

19 O gün yatağa girmedim. Annem müdürün notunu okuyordu. Bir süre sonra hıçkırıklarını duydum, ağlıyordu. Sonra inlemeler geldi. Ah, tanrım! Utandırdın bizi! Küçük düşürdün! Ya komşular duyarsa? Ne düşünecekler? Komşularla bir kez bile konuşmamışlardı. Kapı açıldı, annem hışımla girdi odaya: Böyle bir şeyi nasıl yapabildin annene? Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Suçluluk duydum. Baban eve gelince görürsün gününü! Odanın kapısını çarparak çıktı ve ben oturup bekledim. Kendimi suçlu hissediyordum bir şekilde... Babamın geldiğini duydum. Kapıyı mutlaka çarpar, gürültü yapar, yüksek sesle konuşurdu. Gelmişti. Birkaç dakika sonra yatak odamın kapısı açıldı. Yaklaşık bir dpksan boyunda, iri bir adamdı babam. Her şey yok oldu, oturduğum iskemle, duvar kâğıdı, duvarlar, tüm düşüncelerim. Güneşi örten karanlıktı o, içindeki hiddet her şeyin tamamen yok olmasına neden oluyordu. Kulak, burun ve ağızdan ibaretti, yüzüne bakamıyordum, hiddetten kızarmıştı yüzü. Peki, Henry. Banyoya. Banyoya girdim ve arkamdan kapıyı kapattı. Duvarlar beyazdı. Bir banyo aynası ve çerçevesi kararmış bir pencere vardı banyoda. Babam uzanıp bir çengele asılı duran ustura kayışını aldı. İlerde birçok kez tekrarlanacak dayaklarımın ilkini yemek üzereydim. Ve her seferinde dayağı nedensiz yediğimi düşünecektim. 27 Peki, indir pantolonunu. Pantolonumu indirdim. Şortunu indir. İndirdim. Ve vurdu, kayışla. İlk darbede fazla acı hissetmedim ama sarsılmıştım. İkincisi daha çok yakmıştı canımı. Her darbeyle biraz daha fazla yanıyordu canım. Önceleri duvarların, tuvaletin ve küvetin bilincindey-dim. Daha sonra hiçbir şey göremez oldum. Kayışı indirirken bir yandan da azarlıyordu beni, ama sözlerini anlayamıyordum. Güllerini düşündüm, bahçede nasıl gül yetiştirdiğini. Garajda duran arabasını düşündüm. Bağırmamaya çalıştım. Bağırırsam dururdu belki, ama bunu ve bağırmamı istediğini bilmek engelliyordu bağırmamı. Sessiz kalırken yaşlar akıyordu gözlerimden. Bir süre sonra bir girdaba dönüştü her şey, karmakarışık oldu. Orda sonsuza dek kalma olasılığının dışında hiçbir şey kalmamıştı. Nihayet, aniden harekete geçen bir şey gibi hıçkırmaya başladım, yüzümden akan tuzlu sıvıyı yutarak. Babam durdu. Orda değildi artık. Küçük pencerenin ve aynanın bilincine vardım tekrar. Çengelden uzun, kahverengi ve kıvrılmış ustura kayışı sarkıyordu. Eğilip

20 pantolonumu ve şortumu yukarı çekemediğim için, elbiselerim ayaklarıma dolanarak tuhaf bir şekilde kapıya yürüdüm. Banyonun kapısını açtım, annem holde duruyordu. Doğru değildi yaptığı, dedim anneme, neden bana yardım etmedin? Baba her zaman haklıdır, dedi. Sonra uzaklaştı. Pantolonumu ayaklarımda sürüyerek yatak odama yürüyüp, yatağın kenarına oturdum. Şilte canımı yakıyordu. Tel kapıdan dışarı bakınca babamın güllerinin büyümekte olduklarını fark ettim. Sarı, kırmızı, beyaz güller, iri ve dolgun. Güneş alçalmış ama henüz batmamıştı, günün son ışığı pencereden içeri sızıyordu. Güneşin bile babama ait olduğunu, onun evinin üstüne parladığı için benim güneşe hakkım olmadığını hissediyordum. Güllerinden farksızdım, ona ait olan bir şeydim. 9 Beni akşam yemeğine çağırdıklarında pantolonumu çekip, pazarları hariç yemek yediğimiz küçük kahvaltı masasına yürüyebilecek durumdaydım. İskemlenin üstüne iki yastık konmuştu. Yastıkların üstü- 28 ne oturdum ama kıçım hâlâ yanıyordu. Babam her yemekte yaptığı gibi işinden söz ediyordu. Sullivan'a üç dağıtım güzergâhını ikiye indirirse her vardiyadan bir işçi tasarruf edeceğini söyledim. Kimsenin doğru dürüst çalıştığı yok allahın cezası yerde. Seni dinlerlerse iyi ederler Baba, dedi annem. Lütfen, dedim, lütfen bağışlayın beni, canım yemek istemiyor... Yiyeceksin YEMEĞİNİ! dedi babam. Annen pişirdi bu yemeği. Evet, dedi annem, havuç, bezelye, rosto. Ve püre, dedi babam. Aç değilim. Tabağındaki her havuç ve bezelye tanesini yiyeceksin! dedi babam. Yemeye başladım. Korkunçtu. Onları yiyordum sanki, inandıkları şeyi, oldukları şeyi. Çiğnemiyordum, yutuyordum kurtulmak için. Bu arada babam yemeğin ne kadar lezzetli olduğunu söyleyip duruyordu. Dünyanın birçok yerinde, hatta Amerika'da bile aç insanlar varken böyle bir yemek yiyebildiğimiz için ne kadar şanslıydık. Tatlı ne var Anne? diye sordu babam. Yüzü korkunçtu, yağlıydı, zevkten ıslak dudakları öne doğru çıkmıştı. Hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu, beni hiç dövmemiş gibi. Yatak odama döndüğümde bu insanların benim gerçek ailem olmadıklarını, beni evlat edindiklerini ve artık benden memnun olmadıklarını düşündüm. 10 Lila Jane komşu evde yaşayan, benle yaşıt bir kızdı. Mahallenin çocukları ile oynamama hâlâ izin yoktu ama yatak odamda oturmak sıkıcı oluyordu

21 genellikle. Dışarı çıkıp arka bahçede dolanır, etraftaki şeylere bakardım. Böceklere daha çok. Veya çimlere oturup hayal kurardım. Kurduğum hayallerden biri istediğinde her vuruşunu sayıya çeviren ünlü bir beyzbolcu olduğumdu. Ama arada sırada karşı takımın oyuncularını şaşırtmak için ıskalardım topu. Canım isteyince sayı yapıyordum. Bir mevsim, temmuza girerken sadece 0,139'luk bir ortalamam vardı ve bir tek sayı vuruşu yapmıştım. HENRY CHINASKI BİTTİ diye yazıyordu gazeteler. Sonra vurmaya başlamıştım. Hem de ne 29 vuruşlar! Bir keresinde arka arkaya 16 sayı vuruşu yaptırdım kendime. Bir başka sefer tek bir oyunda 24 sayı vuruşu yaptım. Mevsim sonunda 0,523 olmuştu ortalamam. Lila Jane okulda gördüğüm en güzel kızlardan biriydi. Okulun en hoş kızlarından biriydi ve kapı komşumdu. Bir gün arka bahçedeyken gelip tel örgülere yaslandı ve bana baktı. Başka çocuklarla oynamıyorsun sen, değil mi? Baktım ona. Kızıl-kahverengi uzun saçları, koyu kahverengi gözleri vardı. Hayır, dedim. Oynamıyorum. Neden? Okulda yeterince görüyorum onları. Benim adım Lila Jane, dedi. Benimki Henry. Bana bakmayı sürdürüyordu. Ben de çimlere oturmuş ona bakıyordum. Sonra Külotumu görmek ister misin? diye sordu. Tabii, dedim. Elbisesini kaldırdı. Külotu pembe ve temizdi. Güzel görünüyordu. Elbisesini indirmedi, kıçını görebilmem için arkasını döndü. Güzeldi kıçı. Sonra indirdi elbisesini. Allahaısmarladık, dedi ve uzaklaştı. Güle güle, dedim. Her akşamüstü tekrarlanıyordu bu. Külotumu görmek ister misin? Tabii. Külotu hemen hemen her gün bir başka renkti ve her seferinde biraz daha güzel görünüyordu. Bir akşamüstü Lila bana külotunu gösterdikten sonra, Gel yürüyüşe çıkalım, dedim. Olur, dedi. Ön tarafta buluştuktan sonra yürümeye başladık. Gerçekten çok güzel bir kızdı. Boş bir arsanın önüne gelene dek konuşmadan yürüdük. Otlar uzun ve yeşildi. Arsaya girelim, dedim. Olur, dedi Lila Jane. Uzun otların arasında yürümeye başladık.

22 Külotunu bir daha göster bana. 30 Elbisesini kaldırdı. Mavi külot. Şuraya uzanalım, dedim. Otlara uzandık. Onu saçlarından kavrayıp öptüm. Sonra elbisesini kaldırıp külotuna baktım. Elimi kıçına koyup tekrar öptüm onu. Kıçını mıncıklayıp sürekli öpüyordum. Uzun bir süre devam etti bu. Hadi yapalım, dedim sonra. Ne yapılması gerektiğinden pek emin değildim ama yapılacak bir şeyler daha olmalıydı. Hayır, yapamam, dedi. Neden? O adamlar görür. Hangi adamlar? Orda! diye işaret etti. Otların arasından baktım. Yarım blok kadar ötede birkaç kişi yol onarımı yapıyordu. Onlar bizi göremez! Görürler! Ayağa kalktım. Allah kahretsin! dedim ve arsadan çıkıp eve döndüm. Lila Jane'i bir süre akşamüstleri görmedim. Önemi yoktu. Amerikan futbolu mevsimiydi ve ben -hayallerimde- büyük bir oyun kurucuydum. Topu kolumla 80 metre ileri fırlatıyor, 70 metre şutluyor-dum. Ama ender şut atıyorduk, topu ben taşıdığımda gerek kalmıyordu. İri oyunculara karşı koşarken müthiştim. Dağıtıyordum onları. Beş-altı kişi zor indiriyordu beni yere. Bazen, beyzbolda olduğu gibi, onlara acıyıp 10 metre kadar koştuktan sonra beni indirmelerine izin veriyordum. Bazen kötü sakatlanıyor, saha dışına taşınıyordum. Benim yokluğumda takımım yenik duruma düşüyordu, gibi. Maçın bitimine 3-4 dakika kala sakatlanmama bozulmuş bir şekilde oyuna giriyordum tekrar. Topu ne zaman elime geçirsem sayıya koşuyordum. O ne tezahürattı! Müdafaada da bütün indirici hareketleri ben yapıyor, karşı takımın toplarını kesiyordum. Her yerdeydim. Chinas-ki, Canavar! Maçın bitiş düdüğü çalmak üzereyken kendi ceza sahamızda topu kaptım. İleri koşup sağa sola aldatıcı deparlar atıyor, beni durdurmaya çalışırken yere düşen müdafaa oyuncularının üstlerinden atlıyordum. Kendi takımımda bana yardım eden yoktu. Benim takımım hanım evlatlarından oluşmuştu. Nihayet beni indirmek için üstü- 31 me çullanan beş adamı da beraberimde sürükleyerek sayı çizgisini geçtim ve maçı kazanmamızı sağlayan sayıyı yaptım. Bir akşamüstü, arka kapıdan arka bahçeye giren iri biri ile karşı karşıya buldum kendimi. Karşıma dikilmiş bana bakıyordu. Benden bir yaş kadar

23 daha büyüktü ve benim ilkokulumdan değildi. Ben Marmount İlkokulu'ndanım, dedi. Burdan gitsen iyi edersin, dedim ona. Babam birazdan burda olur. Öyle mi? diye sordu. Ayağa kalktım. Ne işin var burda? Siz, Delsey İlkokulu öğrencilerinin kabadayı geçindiklerini duydum. Okullar arası maçları kazanıyoruz hep. Hile yapıyorsunuz da ondan. Sahtekârlardan hoşlanmayız biz Marmount'lular. Eski bir mavi gömlek vardı üstünde, üst düğmeleri iliklenmemişti. Sol bileğine deri bir bileklik takmıştı. Kabadayı mısın? diye sordu. Hayır. Garajınızda neler var? Garajınızdan bir şey almayı düşünüyorum. Ordan uzak dur. Garajın kapıları açıktı, içeri girdi. Fazla bir şey yoktu orda. Havası inmiş bir deniz topu gördü, eğilip aldı. Galiba bunu alacağım. Bırak onu. Yutturacağım bunu sana! deyip topu kafama fırlattı. Eğildim ve top üstümden geçti. Garajdan çıkıp üstüme yürüdü. Geri çekildim. Peşimden geldi. Sahtekârlar asla başarılı olamazlar! dedi. Yumruğunu salladı. Eğildim. Kolunun rüzgârını hissettim. Gözlerimi kapatıp saldırdım ve yumruklamaya başladım. Arada sırada isabet ettiriyordum. Yumruk yediğimi de hissediyordum ama canım acımıyordu. Korku hissediyordum daha çok. Yumruklamaya devam etmekten başka yapabileceğim bir şey yoktu. Sonra bir ses duydum. Kesin! Lila Jane bağırmıştı. Benim arka bahçemdeydi. İkimiz de dövüşmeyi kestik. Eski bir konserve kutusunu alıp üstümüze fırlattı. Marmount'lu ço- 32 cuğun alnına isabet edip yere düştü. Çocuk bir an öylece durdu sonra koşarak uzaklaştı, ağlayıp bağırıyordu. Koşarak arka kapıdan çıktı ve kayboldu. Küçük bir konserve kutusu. Şaşırmıştım, onun gibi iri biri bu şekilde ağlıyordu. Delsey de bir ilkemiz vardı. Asla sesimizi çıkarmazdık. Muhallebi çocukları bile ses etmeden yerlerdi dayaklarını. Bu Marmount lularda iş yoktu. Bana yardım etmen gerekmezdi, dedim Lila Jane'e. Sana vuruyordu! Canım yanmadı. Lila Jane koşarak arka kapıdan çıktı, kendi bahçesine girip eve kaçtı. Lila Jane hâlâ benden hoşlanıyor, diye düşündüm. 11

24 İkinci ve üçüncü sınıfta da beyzbol oynama olanağı bulamamıştım, ama bir şekilde oyuncu olarak gelişmekte olduğumu hissediyordum. Elime tekrar bir beyzbol sopası aldığımda topu binanın üstünden aşıracağımı biliyordum. Bir gün ortalıkta dolanırken öğretmenlerden biri geldi yanıma. Ne yapıyorsun sen? Hiçbir şey. Beden eğitimindeyiz. Katılmak zorundasın. Özürlü müsün? Ne? Herhangi bir rahatsızlığın var mı? Bilmem. Gel benimle. Bir grubun yanına gitti. Ayaktopu oynuyorlardı. Ayaktopu beyzbol gibiydi ama futbol topuyla oynanıyordu. Atıcı topu vurucuya doğru yuvarlıyor ve vurucu topu şutluyoıdu. Karşı takımın oyuncularından biri topu yere düşmeden tutarsa dışardaydın. Orta sahaya doğru yuvarlanır veya havaya dikilirse alabildiğince kale alıyordun. Adın ne senin? diye sordu öğretmen. Henry. Gruba yanaştı. Dinleyin, dedi, Henry 1. kalede oynayacak. Benim sınıfımdandılar. Hepsi beni tanıyordu. 1. kale en zor mevkilerden biriydi. Birinci kaleye geçtim. Bana karşı cepheleneceklerini biliyordum. Atıcı topu son derece yavaş yuvarladı vurucuya ve vurucu 33 topa çaktı. Sert bir şut atmıştı, göğsüme geliyordu, sorun değildi ama. Top çok büyüktü, ellerimi açıp tuttum. Topu atıcıya yuvarladım. Bir sonraki aynı şeyi yaptı. Biraz daha yüksekti bu kez. Ve biraz daha sert. Sorun yok, tuttum. Sonra Stanley Greenberg geçti vurma noktasına. Sonum gelmişti. Şansım sona ermişti. Atıcı topu yuvarladı ve Stanley çaktı. Mermi gibi geliyordu, yüzüme doğru. Eğilmek istedim ama eğilmedim. Top ellerime çarptı ve tutmuştum. Topu alıp atıcı noktasına doğru yuvarladım. Üç kez yanmışlardı, hücum sırası biz-deydi. Saha kenarına doğru ilerledim. Yürürken yanımdan biri geçti ve, Chinaski, bokumun büyük kalecisi! dedi. Saçları vazelinli, burun deliklerinden uzun siyah kıllar fışkıran çocuktu. Döndüm ve Hey! dedim. Durdu. Baktım ona. Bundan sonra tek söz bile etmeyeceksin bana. Korku gördüm gözlerinde. O yerini alırken ben tel örgüye yaslandım, hücum sırası bizdeydi. Takım arkadaşlarımdan hiçbiri bana yakın durmuyordu, ama umursamıyordum. Arayı kapıyordum. Anlaşılır gibi değildi. En yoksul okullardan birine gidiyorduk, en yoksul ve cahil aileler bizimkilerdi, kötü besleniyorduk, ama diğer ilkokullardaki çocuklardan daha iriydik. Korkarlardı bizden. 6. sınıf takımımız diğer 6. sınıf takımlarını eziyordu. 14-1, 24-3, 19-2 gibi skorlarla. Toplara vurabiliyorduk, güçlüydük.

25 Bir gün kentin ortaokullar arası beyzbol şampiyonu Miranda Bell ortaokulu takımı bize meydan okudu. Bir şekilde para toplandı ve bizimkilere önünde beyaz D harfi olan mavi kepler alındı. Kepler ya-kışmıştı bizimkilere. Miranda Bell'in şampiyon 7. sınıf takımı sahaya çıktığında bizim 6. sınıf takımı oyuncuları yüzlerine güldüler. Daha iriydik, daha dayıydık, farklı yürüyorduk ve onların bilmediği bir şey biliyorduk. Biz, daha küçük sınıf öğrencileri de güldük yüzlerine. Onları istediğimiz yerde, sahada yakalamıştık ve bunun farkındaydık. Çok kibar çocuklardı Miranda'lılar. Çok sessiz. En iri oyuncuları atıcılarıydı. İlk üç atıcımızı oyun dışı etti, en iyi vurucularımızdan birkaçını da. Bizim atıcımız da Lowball Johnson'du ama. Lawball ondan aşağı kalmadı. Sürdü bu şekilde, her iki tarafın da vurucuları ya oyun dışı kalıyor, ya da tek kalelik küçük vuruşlar yapıyordu, fazlasını yapan çıkmamıştı. 7. bölümün sonunda hücum sırası bizdeydi. Biftek Cappal-letti çiviledi bir tane. Tanrım, vuruşun sesi duyulmuştu sahada. Binanın 34 pencerelerinden birinin camı aşağı inecek gibi göründü. Böyle vuruş görmemiştim daha önce! Top bayrak direğinin tepesine çarpıp sahaya döndü tekrar. Basit sayı. Cappalletti kaleleri dolanırken bizimkiler çok havalıydılar önlerinde beyaz D harfi olan yeni mavi kepleriyle. Miranda lı çocuklar pes ettiler ondan sonra. Bizi nasıl yakalayacaklarını bilmiyorlardı, mücadele etmenin ne olduğunu. Bir sonraki vurucumuz iki kale çaldı. Korkunç tezahürat! Bitmişti. Yapabilecekleri bir şey yoktu. Sonraki vurucu üç kale çaldı. Atıcı değiştirdiler. Sıradaki bir kale çaldı. 7. Bölüm bitmeden 9 sayı çekmiştik. Miranda'lılar 8. bölümde hücum haklarını kullanamadılar. 5. sınıf öğrencilerinin saldırısına uğradılar. Aralarında bir de 4. sınıf öğrencisi vardı. Miranda'lı çocuklar malzemelerini toparlayıp kaçtılar. Kovaladık onları, sokağa kadar. Yapacak bir şey yoktu, çok geçmeden bizden iki kişi dövüşmeye başlamıştı. İyi kapışmışlardı. Maçı izlemek için kalan öğretmenlerden biri aralarına, girdiğinde ikisinin de burnu kanıyordu ve yumruk sallıyorlardı. Öğretmen dayak yemeye ne kadar yaklaştığının farkında değildi. 12 Bir gece babam süt dağıtmaya çıkarken beni de yanma aldı. Süt arabalarını atlar çekmiyordu artık, motorluydular. Süt şirketinde yükleme yaptıktan sonra güzergâha koyulduk. Sabahın en erken saatlerinde dı-şarda olmak hoşuma gidiyordu. Ay henüz kaybolmamıştı, yıldızları görebiliyordum. Soğuktu ama heyecan vericiydi. Babamın beni haftada birkaç kez kayışla dövmek gibi bir alışkanlık edindiğini, aramızın kötü olduğunu düşününce beni neden yanına aldığını merak ettim.

26 Her durakta arabadan fırlayıp bir veya iki şişe süt bırakıyordu. Bazen krem peynir, tereyağı veya portakal suyu da olabiliyordu. Müşterilerin çoğu boş şişelere ne istediklerine dair notlar bırakmışlardı. Babam sık sık dağıtım için durarak yola devam etti. Peki evlat, şimdi hangi yöne gidiyoruz? Kuzeye. Doğru. Kuzeye gidiyoruz. Sokaklarda bir aşağı bir yukarı gidiyor, sık sık durarak şişeleri dağıtıyorduk. 35 Peki, şimdi hangi yöne gidiyoruz? Batıya. Hayır, güneye gidiyoruz. Bir süre sessiz kaldık. Seni kamyondan indirip kaldırımda bıraksam, ne yaparsın? Bilmiyorum. Yani, nasıl hayatta kalırsın? Biraz önce balkona bıraktığın sütü ve portakal suyunu içerdim herhalde. Sonra ne yaparsın? Bir polis bulup ona ne yaptığını anlatırdım. Anlatırdın demek. Peki, ne derdin? Kaybolmamı istediğin için bana 'batı nın 'güney' olduğunu söylediğini. Ortalık aydınlanmaya başlamıştı. Bir süre sonra dağıtım bitmişti. Kahvaltı için bir kafeye girdik. Garson kadın yanımıza geldi. Merha-be Henry, dedi babama. Merhaba Betty. Çocuk kim? Küçük Henry bu. Aynı sana benziyor. Benim zekâma sahip değil ama. Umarım. Siparişlerimizi verdik. Pastırmalı yumurta. Yerken babam, Şimdi işin zor kısmına geldik, dedi. Nedir? Alacaklarımı tahsil etmeliyim. Bazıları ödemek istemez. Ödemek zorundalar. Ben de öyle diyorum onlara. Yemeğimizi bitirip yola çıktık tekrar. Babam kamyondan inip kapıları çalıyordu. Yüksek sesle şikâyet ettiğini duyabiliyordum. PEKİ BEN NASIL DOYURACAĞIM KARNIMI? SÜTÜ MİDEYE İNDİRDİN, SIÇ BAKALIM PARALARI ŞİMDİ! Her seferinde değişik bir cümle kullanıyordu. Bazen parayı alıyordu, bazen de alamıyordu. Sonra bungalovların bulunduğu bir avluya girdiğini gördüm. Bir kapı açıldı ve kapının önünde, üstünde bol, ipek bir kimono olan bir kadın belirdi. Sigara içiyordu. Dinle tatlım, parayı almak zorundayım. Herkesten çok borçlandın bana!

27 Kadın yüzüne güldü babamın. Bak güzelim, yarısını öde, elimde gösterebileceğim bir şeyler olsun. 36 Kadın bir duman halkası üfledi, sonra parmağını uzatıp bozdu halkayı. Dinle, ödemen gerek. Çaresizim. İçeri gir. Konuşalım. Babam içeri girdi ve kapı kapandı. Uzun kaldı içerde babam. Güneş iyice yükselmişti. Babam dışarı çıktığında saçları yüzüne düşmüştü ve gömleğini pantolonuna sokuyordu. Kamyona tırmandı. O kadın parayı verdi mi? diye sordum. Bu son duraktı, dedi babam, devam edemeyeceğim. Kamyonu teslim edip eve gidelim... O kadını tekrar görecektim. Bir gün okuldan eve döndüğümde salondaki koltuklardan birinde oturuyordu. Annemle babam da orda oturmuşlardı ve annem ağlıyordu. Annem beni görünce yerinden fırlayıp koşarak bana doğru geldi, kolumdan yakaladı. Beni yatak odama götürüp yatağa oturttu. Henry, anneni seviyor musun? Sevmiyordum aslında ama o kadar üzgün görünüyordu ki, Evet, dedim. Beni salona geri götürdü. Baban bu kadını sevdiğini söylüyor, dedi bana. İkinizi de seviyorum. Şimdi çıkar çocuğu burdan! Babamın annemi çok mutsuz kıldığını hissettim. Öldüreceğim seni, dedim babama. Çıkar çocuğu dışarı! Bu kadını nasıl seversin? diye sordum babama. Burnuna bak. Burnu fil hortumunu andırıyor! Tanrım, dedi kadın, buna katlanmak zorunda değilim! Babama baktı: Seç Henry! Seçimini yap! Hemen! Yapamıyorum! İkinizi de seviyorum! Öldüreceğim seni! dedim babama. Yanıma gelip kulağıma bir şamar çaktı, yere yığıldım. Kadın ayağa kalkıp koşarak evden çıktı. Babam arkasından koştu. Kadın babamın arabasına atlayıp çalıştırdı ve yola çıktı. Her şey çok çabuk gelişmişti. Babam kadının ve arabanın arkasından koşmaya başladı. ED-NA! EDNA! GERİ DÖN! Babam sonunda arabayı yakaladı, uzanıp ön koltuktan Edna'nın çantasını kaptı. Sonra araba hızlandı ve babam çanta ile kalakaldı. Bir şeyler döndüğünü biliyordum, dedi annem bana. Arabanın 37 bagajına gizlenip yakaladım onları. Baban o korkunç kadınla beraber getirdi beni buraya. Şimdi de arabasını aldı o kadın. Babam Edna'nın çantası ile geri geldi. Herkes eve girsin! İçeri girdik ve babam beni yatak odama kilitledikten sonra tartışmaya başladılar. Yüksek sesle tartışıyorlardı ve çok çirkindi. Sonra babam anneme vurmaya başladı.

28 Annem haykırıyor, babam vurmayı sürdürüyordu. Pencereden dışarı çıkıp ön kapıdan içeri girmeye çalıştım. Kilitliydi. Arka kapıyı denedim, pencereleri. Her yer kilitliydi. Arka bahçede durup bağrışmaları ve dayak seslerini dinledim. Sonra dayak sesleri ve bağrışmalar kesildi, tek duyabildiğim annemin hıçkırıklarıydı. Uzun süre hıçkırdı. Sonra giderek azaldı ve sonunda kesildi. 13 İlk öğrendiğimde 4. sınıftaydım. En son öğrenenlerden biri olmalıydım çünkü hâlâ kimse ile konuşmuyordum. Teneffüste bir kenarda dururken bir çocuk yaklaştı yanıma. Nasıl olduğunu biliyor musun? diye sordu. Neyin? Düzüşmenin. Nedir o? Annenin bir deliği var... -işaret parmağı ile baş parmağını birleştirip bir halka yaptı- babanın da bir kamışı... sol işaret parmağını halkanın içinden geçirip ileri geri oynattı. Sonra babanın kamışı bir sıvı püskürtür ve bazen annenin bebeği olur, bazen olmaz. Tanrı yapar bebekleri. Palavra, dedi çocuk ve uzaklaştı. İnanamıyordum. Teneffüs bittikten sonra sınıfta oturup bunu düşündüm. Annemin bir deliği, babamın ise sıvı püskürten bir kamışı vardı. Nasıl oluyor da böyle şeylere sahip olup her şey normalmiş gibi davranabiliyorlardı, havadan sudan konuşurken arada bu işi yapıp kimseye anlatmıyorlardı? Babamın sıvısından olduğumu düşündükçe kusacak gibi oluyordum. O gece ışıklar söndükten sonra uyanık kalıp sesleri dinledim. Gerçekten de sesler duydum. Yatakları gıcırdıyordu. Yayları duyabiliyor- 38 dum. Yataktan kalkıp parmak uçlarımda kapılarının önüne gidip dinledim. Yatak gıcırdayıp duruyordu. Sonra kesildi. Telaşla odama gidip yatağa girdim. Annemin banyoya gittiğini duydum. Sifon çekildi ve dışarı çıktı. Ne korkunç şey! Neden gizli yaptıkları anlaşılıyordu. Bir de herkesin yaptığını düşünmek! Öğretmenler, müdür, herkes! Çok aptal-caydı. Sonra Lila Jane ile yaptığımı düşündüm, o kadar da aptalca gelmedi bana. Ertesi gün sınıfta bütün gün bunu düşündüm. Kızlara bakıp onlarla yaptığımı hayal ettim. Hepsi ile yapıp bebeklerim olacaktı. Dünyayı benim gibi adamlarla dolduracaktım, büyük beyzbolcularla. O gün son derste öğretmenimiz Bayan Westphal, Henry, dersten sonra kalır mısın? dedi bana. Zil çaldı ve diğer çocuklar çıktılar. Sıramda oturup bekledim. Bayan Westphal sınav kâğıtlarına bakıyordu. Belki benimle yapmak istiyor, diye düşündüm. Elbisesini kaldırıp deliğine baktığımı hayal ettim. Tamam Bayan Westphal, ben hazırım.

29 Kâğıtlardan başını kaldırıp bana baktı. Peki Henry, önce karatahtaları sil. Sonra silgileri dışarı çıkarıp tozlarını al. İstediğini yaptım ve tekrar sırama oturdum. Bayan Westphal sınav kâğıtlarına bakmayı sürdürüyordu. Dar, mavi bir elbise vardı üstünde, iri altın küpeler takmıştı. Burnu küçüktü ve çerçevesiz gözlük takıyordu. Bekledim, bekledim. Sonra, Bayan Westphal, kalmamı neden istediniz? diye sordum. Başım kaldırıp baktı bir süre. Gözleri yeşil ve derindiler. Seni sınıfta tutuyorum çünkü bazen kötüsün. Öyle mi? diye gülümsedim. Bayan Westphal baktı bana. Gözlüklerini çıkarıp bakmayı sürdürdü. Bacakları masanın arkasındaydılar. Elbisesinden içeri bakamıyor-dum. Çok ilgisizdin bugün Henry. Öyle mi? Konuşma tarzına dikkat et. Bir bayanla konuşuyorsun! Biliyorum... Küstahlaşma! Ne derseniz haklısınız. Bayan Westphal ayağa kalkıp masanın arkasından çıktı. Sıra aralı- 39 p- ğında yürüyerek karşımdaki sıranın üstüne oturdu. Uzun ve hoştu bacakları, ipek çoraplar giymişti. Gülümsedi ve elini uzatıp bileğime dokundu. Ailen fazla sevgi vermiyor sana değil mi? Öyle şeylere ihtiyacım yok benim, dedim. Henry, herkesin sevgiye ihtiyacı vardır. Benim hiçbir şeye ihtiyacım yok. Zavallı çocuk. Ayağa kalkıp bana doğru yürüdü, başımı yavaşça ellerinin arasına aldı. Eğilip göğsüne bastırdı başımı. Kollarımı uzatıp bacaklarına sarıldım. Henry, herkesle dövüşmekten vazgeçmelisin! Sana yardım etmek istiyoruz. Bayan Westphal'un bacaklarına daha sıkı sarıldım. Peki, dedim, düzüşelim! Bayan Westphal beni itti ve geri çekildi. Ne dedin? 'Düzüşelim!' dedim. Uzun süre baktı bana. Sonra, Ne dediğini kimseye söylemeyeceğim, ne müdüre, ne babana, ne de annene. Ama asla, asla bir daha söyleme bunu bana, anladın mı? Anladım. Peki, eve gidebilirsin artık.

30 Kalkıp kapıya doğru yürüdüm. Kapıyı açtığımda Bayan Westphal, iyi akşamlar Henry, dedi. İyi akşamlar Bayan Westphal. Olanları düşündüm sokakta yürürken. Aslında düzüşmek istediği, ama yaşım küçük olduğu için müdürün veya ailemin öğrenmesinden çekindiği hissine kapıldım. Onunla o odada yalnız olmak heyecanlandırmıştı beni. Bu düzüşme meselesi hoştu. İnsanın aklını meşgul edecek fazladan bir şeydi. Eve giderken karşıdan karşıya geçmek zorunda olduğum geniş bir bulvar vardı. Yaya geçidinde yürümeye başladım. Üstüme gelen bir araba belirdi birden. Yavaşlamıyordu. Sağa sola yalpalıyordu. Geliş yolundan kaçmak istedim ama beni izliyordu sanki. Farları ve tekerlekleri gördüm. Araba bana çarptı ve her şey karardı Daha sonra hastanede dizlerimi bir şeye batırılmış pamukla siliyorlardı. Yanıyordu dizlerim. Dirseklerim de. Doktor ve bir hemşire üstüme eğilmişlerdi. Yataktaydım, güneş ışığı giriyordu pencereden. Hoşnuttum orda olmaktan. Doktor gülümsedi. Hemşire de doğrulup gülümsedi. Güzeldi orası. Adın var mı senin? diye sordu doktor. Henry. Henry ne? Chinaski. PolonyalI ha? Alman. Neden kimse Polonyalı olmak istemez? Almanya'da doğdum ben. Nerde oturuyorsun? diye sordu hemşire. Annem babamla. Öyle mi? diye sordu doktor, peki, neresi orası? Dizlerime ve dirseklerime ne oldu? Bir araba çarptı sana. Tekerleklerin altında kalmadın allahtan. Görgü tanıkları adamın sarhoş olduğunu söylüyorlar. Vurup kaçmış. Plaka numarasını almışlar ama. Yakalarlar. Güzel bir hemşiren var... dedim. Teşekkür ederim, dedi hemşire. Onunla çıkmak ister misin? diye sordu doktor. Ne demek o? Onunla gezmek ister misin? Onunla yapabilir miyim bilmiyorum. Yaşım küçük. Neyi yapabilir misin? Anla işte.

31 Peki, diye gülümsedi hemşire, dizlerin iyileştikten sonra gel beni gör, elimizden geleni yaparız. Müsaadenle, dedi doktor, gidip bir başka kaza olayı ile ilgilenmeliyim. Odadan çıktı. Evet, diye gülümsedi hemşire, hangi sokakta oturuyorsun? Virginia Caddesi. Numarayı da söyle tatlım. 41 Evin numarasını söyledim. Telefon olup olmadığını sordu. Numarayı bilmediğimi söyledim. Ziyan yok, dedi, buluruz. Tasalanma. Şansın varmış. Başında bir şiş var, biraz da derin sıyrılmış. Güzel kadındı, ama dizlerim iyileştikten sonra beni görmek istemeyeceğini biliyordum. Burda kalmak istiyorum, dedim ona. Ne? Evine, ailenin yanına gitmek istemiyor musun yani? Hayır. İzin ver burda kalayım. Bunu yapamam tatlım. Bu yataklar gerçekten hasta ve yaralı olan insanlara lazım. Gülümseyip odadan çıktı. Babam geldiğinde doğru odaya girip yataktan çekti beni. Kucağına alıp odadan çıkardı ve koridorda ilerledik. Seni küçük hergele! Ben sana karşıdan karşıya geçerken İKİ tarafa da bakmayı öğretmedim mi? Hızla yürüyordu koridorda. Hemşirenin yanından geçtik. Güle güle, Henry, dedi. Allahaısmarladık. Tekerlekli iskemlede ve yaşlı biri ile asansöre bindik. Arkasında bir hemşire duruyordu. Asansör inmeye başladı. Ölüyorum galiba, dedi yaşlı adam. Ölmek istemiyorum. Korkuyorum ölümden... Yeterince yaşamışsın yaşlı osuruk! diye söylendi babam. Yaşlı adam afallamıştı. Asansör durdu. Kapı açılmadı. Asansörcü-yü fark ettim. Küçük bir tabureye oturmuştu. Parlak kırmızı üniformalı, kırmızı kepli bir cüce. Cüce babama bakıp, bayım, siz iğrenç bir ahmaksınız! dedi. Bıdık, diye yanıt verdi babam, ya kapıyı açarsın, ya da kıçını tekmelerim. Kapı açıldı. Binadan çıktık. Hastanenin bahçesinden geçerken kucağında taşıdı babam beni. Üstümde hastane entarim vardı hâlâ. Bir elinde içinde elbiselerimin olduğu büyükçe bir torba taşıyordu babam. Rüzgâr entarimi uçurunca bandajlanmamış dizlerimi gördüm, sıyrılmış ve tentürdiyotlu. Koşarcasına yürüyordu babam bahçede.

32 Yakalandığında dava edeceğim o orospu çocuğunu! dedi babam. Son kuruşuna kadar alacağım! Hayatımın sonuna dek bakacak 42 bana! O allahın cezası süt kamyonundan bıktım! Altın Eyalet Süt Mamulleri'. Altın Eyaletmiş, kıçımın kılları! Güney Denizlerine taşınacağız. Hindistan cevizi ve ananasla besleneceğiz! Arabaya varınca babam beni ön koltuğa yerleştirdi, direksiyona geçti ve arabayı çalıştırdı. Nefret ederim ayyaşlardan! Babam ayyaştı. Kardeşlerim ayyaş. Ayyaşlar zayıf olurlar. Korkaktırlar. Vurup kaçan ayyaşlara müebbet hapis cezası verilmeli! Arabayı eve doğru sürerken benimle konuşuyordu. Güney Denizlerinde yerlilerin ottan yapılmış kulübelerde yaşadıklarım biliyor muydun? Sabah kalktıklarında meyveler ağaçlardan yere dökülür. Yerden alıp yerler, hindistan cevizi ve ananas. Yerliler beyazları tanrı gibi görürler! Balık tutarlar, domuz kızartırlar. Yerli kızlar dans eder, ottan yapılmış etekler giyer ve erkeklerinin kulak arkalarını okşarlar. Altın Eyalet Süt Mamulleri, benim kıllı kıçım! Ama gerçekleşmeyecekti babamın düşü. Bana çarpan adamı bulup hapse attılar. Bir karısı, üç de çocuğu vardı ve işsizdi. Meteliksiz bir ayyaştı. Adam bir süre hapis yattı, ama babam davacı olmayınca çıktı. Şalgamdan kan çıkaramazsın, demişti babam. 15 Babam mahallenin çocuklarını evimizin önünden kovardı sürekli. Onlarla oynamamam söylenmişti ama sokağın öbür yanma gidip onların oyunlarını izlerdim. Hey, Heinie! diye bağırırlardı, neden Almanya'ya geri dönmüyorsun? Almanya doğumlu olduğumu öğrenmişlerdi bir şekilde. En kötüsü, benimle yaşıt olmaları, sürekli beraber takılmaları yetmiyormuş gibi aynı Katolik okuluna gitmeleriydi. Sert tiplerdi hepsi, her gün saatlerce Amerikan futbolu oynar, mutlaka yumruklaşırlardı. Grubun önde gelen dört elemanı Chuck, Eddie, Gene ve Frank'tı. Hey, Heinie, Krautland'e dön! Onlarla anlaşmak olanaksızdı... Sonra kızıl saçlı bir çocuk taşındı Chuck'ın yanındaki eve. Özel bir okula gidiyordu. Bir gün kaldırımda otururken evinden dışarı çıktı. 43 Gelip yanıma oturdu. Merhaba, benim adım Kızıl. Benimki Henry. Orda oturup çocukların futbol oynamalarını izledik. Kızıl'a baktım. Neden sol elinde eldiven var? Tek kolum var da ondan, dedi.

33 Elin gerçek gibi duruyor. Takma. Kolum takma. Dokun bak. Ne? Dokun. Takmadır. Dokundum. Sertti, taş gibi. Nasıl oldu? Böyle doğmuşum. Dirseğime kadar takmadır kolum. Dirseğimin ucunda küçük parmaklar var, tırnaklı filan, ama işe yaramıyor parmaklarım. Arkadaşların var mı? Hayır. Benim de yok. O çocuklar seni oynatmıyorlar mı? Hayır. Benim topum var. Topu tutabiliyor musun? Hem de nasıl! Getir. Tamam. Kızıl babasının garajına gidip topla döndü. Topu bana atıp benden uzaklaştı. Hadi, at... Attım. Sağlam kolu kalktı önce, sonra takma kolu ve tuttu topu. Takma kolu gıcırdamıştı topu tuttuğunda. İyi bir tutuş, dedim. Şimdi sen yolla bir tane! Kolunu gerdi ve uçurdu topu; mermi gibi geliyordu, karnıma gömülmek üzereyken tutmayı başardım. Çok yakın duruyorsun, dedim ona, uzaklaş biraz. Nihayet top atıp tutuyorum biraz, diye geçirdim içimden. Çok iyi gelmişti. Oyun kurucu oldum sonra. Geriye doğru kaydım, görünmez bir savunma oyuncusunu ekarte edip spiral bir atış yaptım. Kısa düşmüş- 44 tü. Kızıl ileri doğru koşmaya başladı, uçtu ve topu yakaladı. Birkaç kez yerde yuvarlandı ama top ellerindeydi hâlâ. Çok iyisin, Kızıl. Nasıl bu kadar iyi olabildin? Babam öğretti bana. Sık sık çalışırız. Kızıl benden iyice uzaklaşıp yolladı bir tane. Geriye doğru koşarken top başımın üstünden geçecek gibi görünüyordu. Kızıl'ın evi ile Chuck'ın evinin arasında bir çit vardı, geri geri koşarken çite takılıp düştüm. Top çite çarpıp yan bahçeye düştü. Topu almak için Chuck'ın bahçesine girdim. Chuck topu bana attı. Oynamak için bu yaratığı mı buldun Heinie? Birkaç gün sonra Kızıl'm ön bahçesinde topu atıp tutuyorduk. Chuck ve arkadaşları ortalıkta yoktular. Kızıl'la giderek ilerletiyorduk oyunu.

34 Çalışmaktı önemli olan. İnsana bir fırsat tanınması yeterliydi. Birileri fırsatların kime tanınacağını denetliyordu sürekli. Omuzumun üstünden bir top tuttum, eksenim etrafında dönüp Kı-zıl'a yolladım. Kızıl yüksek sıçrayıp tuttu topu. Califomia Üniversitesi için oynardık belki bir gün. Kaldırımda bize doğru yürüyen beş çocuk gördüm. Benim ilkokulumdan değildiler. Bizle yaşıttılar ve bela aradıkları belli oluyordu. Kızıl'la topu atıp tutmayı sürdürdük. Durup bizi izlediler. Sonra çocuklardan biri bahçeye girdi. En irileri. Topu bana at, dedi Kızıl'a. Neden? Tutabilecek miyim merak ediyorum. Ben etmiyorum. At topu bana! Tek kolu var onun, dedim. Rahat bırak onu. Sen karışma maymun suratlı! Sonra Kızıl'a baktı. Topu at. Cehenneme kadar yolun var! dedi Kızıl. Kapın topu, dedi iri olan diğerlerine. Bize doğru koştular. Kızıl dönüp topu evinin damına fırlattı. Dam eğimliydi, top aşağı doğru yuvarlanmaya başladı ama bir su borusuna takılıp kaldı. Üstümüze çullandılar. Beşe iki, diye düşündüm, hiç şansımız yok. Şakağıma bir yumruk indi, bir tane salladım ama ıskaladım. Biri kıçıma bir tekme attı. Sıkı bir tekmeydi, kuyruk sokumum yandı. Sonra bir şey takırdadı, tüfek sesini andıran bir sesti ve çocuklardan biri yerdeydi, alnını tutuyordu. 45 Allahım, dedi, kafatasım çatladı! Bahçenin ortasında duran Kızıl'ı gördüm. Sağlam kolu ile takma kolunu tutuyordu. Sopa gibi. Tekrar salladı takma kolu. Korkunç bir ses çıktı gene ve biri daha yığıldı bahçeye. Kendimi daha cesur hissetmeye başlamıştım, birinin ağzına bir yumruk çaktım. Dudağının yarıl-dığını gördüm, çenesinden kan damlamaya başladı. Diğer ikisi kaçtılar. Sonra ilk yere yığılan iri çocuk ayağa kalktı, peşinden de İkincisi. Başlarını tutuyorlardı. Ağzı kanayan öylece duruyordu. Sonra hep beraber geri çekilip uzaklaşmaya başladılar. İyice uzaklaştıktan sonra iri olan geri dönüp, Tekrar geleceğiz! diye bağırdı. Kızıl peşlerinden koşmaya başladı, ben de Kızıl'ın peşinden. Onlar da koşmaya başlayınca Kızıl'la ben kovalamaktan vazgeçtik. Geri yürüdük, garajda bir merdiven bulup topumuzu damdan aldık, atıp tutmaya başladık tekrar. Bir pazar Kızıl'la Bimini Sokağı'ndaki belediye havuzuna gitmeye karar verdik. Tuhaf biriydi Kızıl, fazla konuşmazdı. Ama ben de pek sevmiyordum konuşmayı, iyi anlaşıyorduk. Konuşacak bir şey yoktu zaten. Gerçekten öğrenmek istediğim tek şey okulu olmuştu, ama özel bir okul olduğunu ve babasına pahalıya patladığını söylemekle yetinmişti.

35 Havuza öğleden sonra vardık, dolaplarımıza gidip elbiselerimizi çıkardık. Mayolarımız altımızdaydı. Sonra Kızıl'ın takma kolunu çıkarıp dolaba koyduğunu gördüm. Kavgadan sonra ilk kez çıkarmıştı takma kolunu benim yanımda. Dirseğinde son bulan koluna bakmamaya çalıştım. Ayaklarını klorlu suda yıkamak zorunda olduğun yere doğru yürüdük. Berbat kokuyordu ama mantar geçmesine engel oluyordu. Sonra havuza yürüyüp suya girdik. Su da kötü kokuyordu, girdikten sonra işedim. Her yaştan insan vardı havuzda, kadın, erkek, çocuk. Kızıl suyu çok seviyordu. Suyun içinde sıçrayıp duruyordu. Sonra suya dalıp çıktı. Ağzından su püskürttü. Yüzmeye çalıştım. Kızıl'ın yarım koluna bakmadan edemiyordum, elimde değildi. Başka bir şeyle meşgul olduğunu gördüğüm anda mutlaka bakıyordum koluna. Dirseğinde bir yuvarlaklıkla son buluyordu, küçük parmakları da gördüm. Çok dikkatli bakmak istemiyordum, ama üç veya dört taneydiler, minicik, kıvrılmış. Çok kırmızıydılar, her birinin ucunda küçük bir tırnak vardı. Hiçbir şey büyümeyecekti orda artık; yaşam kesilmişti orda. Bunu daha 46 fazla düşünmek istemedim. Suya daldım. Kızıl'ı korkutacaktım. Arkadan bacaklarını yakalayacaktım. Yumuşak bir şeye temas ettim. Yüzüm gömülmüştü o yumuşaklığa. Şişman bir kadının kıçıydı. Beni saçımdan kavradığını hissettim, çekip çıkardı beni sudan. Mavi bir bone giymişti, çene lastiği gırtlağını sıkıyordu, tenine gömülmüştü. Ön dişleri gümüş kaplamaydı, nefesi sarımsak kokuyordu. Seni küçük sapık! Benden yararlanmaya çalışıyorsun ha? Onu itip geri çekildim. Geriye doğru giderken peşimden geldi, sarkık göğüsleri önünde bir dalga oluşturuyordu. Seni küçük piç! Memelerimi emmek ister misin? Kafanın içi pislik dolu demek! Bokumu yemek ister misin? Bokuma ne dersin küçük piç? Havuzun derin kısmına doğru geriledim. Parmak uçlarımda durmuş geri geri gidiyordum. Biraz su yuttum. Üstüme geliyordu, buharlı gemiden farksızdı kadın. Daha geriye gitmem mümkün değildi. Doğru üstüme geldi. Gözleri solgun ve ifadesizdiler, renk yoktu gözlerinde. Vücudunun temasını hissettim. Yarığımı elle, dedi. Ellemek istediğini biliyorum, elle hadi, yarığımı elle! Elle, elle! Bekledi. Ellemezsen cankurtarana bana sarkıntılık ettiğini söyleyeceğim, hapse girersin o zaman! Elle! Yapamadım. Birden elini suya daldırıp taşaklarımı kavradı ve çekti. Çükümü koparacaktı neredeyse. Geriye, derin sulara doğru devrildim. Battım, bocaladım ve tekrar su yüzüne çıktım. İki metre kadar uzaklaşmıştım kadından, havuzun sığ ucuna doğru yüzmeye başladım.

36 Cankurtarana bana sarkıntılık ettiğini söyleyeceğimi diye bağırdı. Derken bir adam yüzerek aramıza girdi. Bu orospu çocuğu, dedi kadın adama beni göstererek. Yarığımı elledi! Havuzun boşaltma deliği sanmıştır çocuk, dedi adam. Kızıl'ın yanma yüzdüm. Dinle, dedim Kızıl'a, burdan çıkmak zorundayız! O şişman kadın cankurtarana yarığını ellediğimi söyleyecek! Neden böyle bir şey yaptın? diye sordu Kızıl. Nasıl bir şey olduğunu merak ettim. Nasılmış? Havuzdan çıkıp duşa girdik. Kızıl kolunu taktı ve giyindik. Ger- 47 çekten elledin mi? Zamanı gelmişti. Bir ay kadar sonra Kızıl'ın ailesi taşındı. Bir gün gitmişlerdi. Aniden. Kızıl daha önceden sözünü etmemişti bana. O gitmişti, top gitmişti, tırnaklı küçük kırmızı parmaklar gitmişti. İyi çocuktu. 16 Nedenini tam olarak bilemiyorum ama Chuck, Eddie, Gene ve Frank bazen oyunlarına katılmama izin veriyorlardı. İlk seferinde bir arkadaşları gelmişti ve üçerlik iki takım yapabilmek için birine ihtiyaçları olmuştu sanıyorum. İyi olabilmek için daha çok çalışmam gerekiyordu ama düzeliyordum. Cumartesileri en iyi gündü. Büyük maçlar o gün yapılırdı. Başkaları da katılırdı, sokakta oynardık. Bahçede devirmece oynuyorduk ama sokakta oynadığımız zaman dokunmak yetiyordu. Daha çok pas atıyorduk o zaman çünkü rakibinin dokunma mesafesinin dışına çıkmak zordu. Evde tatsızlık vardı, annemle babam sürekli tartışıyorlar, bu yüzden de beni unutuyorlardı. Her cumartesi Amerikan futbolu oynuyordum. Bir keresinde karşı takımın son savunma oyuncusunun arkasında buldum kendimi ve Chuck'ın topu fırlattığını gördüm. Uzun ve spiral bir toptu, koşmaya başladım. Omuzumun üstünden baktım ve topun geldiğini gördüm, tam ellerime düştü, yakaladım ve kale çizgisini geçtim. Sayı. Sonra babamın sesini duydum, HENRY! Evinin önünde duruyordu. Ayak vuruşunu yapması için topu kendi takımımdan bir çocuğa atıp babama doğru yürüdüm. Kızgın görünüyordu. Öfkesini hissedebiliyordum. Bir ayağı biraz önde durur, yüzü kızarırdı. Nefes alıp verirken göbeğinin bir aşağı bir yukarı gidip geldiğini görebilirdiniz. Bir doksan beş boyundaydı ve daha önce dediğim gibi öfkelendiği zaman kulak, ağız ve burundan ibaretti. Gözlerine bakamıyordum. Tamam, dedi, bahçe çimlerini kesebilecek kadar büyüdün. Biçip, kenarlarını düzeltecek, çimleri ve çiçekleri sulayacak kadar büyüdün. Bir şeyler yapmanın zamanı geldi. Kıçını kımıldat artık!

37 Ama çocuklarla futbol oynuyorum. Tek fırsat bulduğum gün cu- 48 martesi. Bana karşı mı geliyorsun? Hayır. Annemin perdenin arkasından izlediğini görebiliyordum. Her cumartesi günü bütün evi temizlerlerdi. Elektrik süpürgesiyle halıları temizler, mobilyayı parlatırlardı. Halıları kaldırıp tahtaları cilalarlar, sonra halıları tekrar sererlerdi. Cilalanmış tahtaları göremezdiniz bile. Çim-biçer ve kenar düzeltme makinesi evin önündeki park yerin-deydiler. Onları bana gösterdi. Şimdi, çim-biçeri alıyorsun ve bahçede bir aşağı bir yukarı gidiyorsun, hiçbir yeri atlama sakın. Çimlerin biriktiği sepet dolduğu zaman buraya boşaltıyorsun. Bahçeyi bir yönde biçip bitirdikten sonra diğer yönde de biçiyorsun, anladın mı? Önce kuzey-güney yönünde, sonra batıdoğu. Anlıyor musun? Evet. Ve bu kadar mutsuz görünme yoksa gerçekten mutsuz ederim seni! Biçmeyi bitirdikten sonra kenar düzeltme makinesini alıyorsun. Önce makinenin kenarındaki küçük biçerle kenarları biçiyorsun. Çitin altım da biç, her çim tanesi biçilmiş olacak! Sonra... makinenin yuvarlak biçeri ile kenarları biçiyorsun. Dümdüz olmalı! Anlıyor musun? Evet. O işi de bitirdikten sonra bunu alıyorsun. Babam bir makas gösterdi bana. Dizlerinin üstüne çöküp uzun kalmış çimleri bu makasla kesiyorsun. Sonra hortumu alıp çitleri ve çiçekleri suluyorsun. Sonra fıskiyeyi çalıştırıp bahçenin her bölümünü on beş dakika suluyorsun. Bütün bu anlattıklarımı ön bahçede yaptıktan sonra arka bahçe için tekrar ediyorsun. Sormak istediğin bir şey var mı? Hayır. Peki, şunu bilmeni istiyorum. İşin bitince gelip her şeyi kontrol edeceğim ve bittiğinde NE ÖN BAHÇEDE NE DE ARKA BAHÇEDE BİR TEK UZUN ÇİM GÖRMEK İSTEMİYORUM! BİR TEK ÇİM TANESİ BİLE! EĞER GÖRÜRSEM...! Dönüp park yerine yürüdü, balkonunu geçti, kapıyı açtı ve çarptı. Evine girmişti. Çim-biçeri alıp sürüdüm ve ön bahçede ilk sefere başladım, kuzeygüney. Sokakta top oynayan çocukların seslerini duyabiliyordum... Ön bahçeyi biçtim, kenarları düzeltip gözden kaçan uzun çimleri 49 makasla düzelttim. Çiçekleri sulayıp fıskiyeyi çalıştırdım ve arka bahçeye doğru yola koyuldum. Park yerinin ortasında arka bahçeye doğru giden bir şerit vardı, onu da biçtim. Mutsuz olup olmadığımdan emin değildim. Mutsuz

38 olamayacak kadar bedbaht hissediyordum kendimi. Dünya bir bahçeye dönüşmüştü sanki ve ben içinde bir çim-biçeri itip çabalıyordum. Makineyi itip çalışırken maça yetişmeye çalışmaktan vazgeçtim birden. Saatler sürecekti, bütün gün ve maç bitmiş olacaktı. Çocuklar akşam yemeği için evlerine döneceklerdi. Cumartesi bitecek ve ben hâlâ bahçeyi biçiyor olacaktım. Arka bahçeyi biçerken annemle babamın arka balkonda durmuş beni izlediklerini fark ettim. Sessiz duruyorlardı, kımıldamadan. Makineyi iterken annemin babama, Bak, sen biçtiğinde terlediğin gibi terlemiyor. Ne kadar sakin görünüyor, dediğini duydum. SAKİN Mi? SAKİN DEĞİL, ÖLÜ! Yanlarından geçerken bağırdı. DAHA HIZLI İT ŞUNU! SÜMÜKLÜBÖCEKTEN FARKIN YOK! Daha hızlı ittim. Zordu hızlı itmek ama iyi gelmişti. Giderek artırdım hızımı. Makine ile koşuyordum neredeyse. Biçilen çimler o kadar hızlı uçuyorlardı ki sepetin dışına düşüyorlardı. Buna öfkeleneceğini biliyordum. SENİ OROSPU ÇOCUĞU! diye bağırdı. Arka balkondan inip garaja doğru koştuğunu gördüm. Elinde bir metre uzunluğunda bir ingilizanahtarı ile çıktı garajdan. Göz ucuyla bana fırlattığını gördüm. Anahtarın geldiğini gördüm ama kaçınmak için hamle yapmadım. Bacağımın arkasına isabet etti. Korkunç bir acı duydum. Bacağım düğümlenmişti, yürümeye zorladım kendimi. To-pallamamaya çalışarak çim biçme makinesini itiyordum. Bahçenin başka bir yanını biçmek için döndüğümde ingilizanahtarı yolumdaydı. Kaldırıp kenara koydum ve biçmeyi sürdürdüm. Derken babam arkamda duruyordu. DUR! Durdum. Geri dönüp çimlerin sepete düşmediği kısmı tekrar biçmeni istiyorum. Beni anlıyor musun? Evet. Babam eve yürüdü. Annemle arka balkondan beni izlediklerini gördüm. 50 İşin son kısmı kaldırıma saçılan çimleri süpürüp, kaldırımı sulamaktı. Arka bahçenin her bölümünü on beş dakika sulamak dışında işi bitirmiştim nihayet. Fıskiyenin yerini değiştirmek için hortumu çekerken babam evden dışarı çıktı. Bu bahçeyi sulamadan önce uzun çimler kalıp kalmadığını kontrol etmek istiyorum. Babam bahçenin ortasına yürüyüp dizlerinin ve ellerinin üstüne çöktü, başını yere paralel bir konuma getirdikten sonra uzun kalmış çim olup olmadığına baktı. Boynunu oynatıp dikkatle tarıyordu çimleri. Bekledim. İŞTE!

39 Ayağa sıçrayıp eve doğru koştu. ANNE! ANNE! Koşarak eve girdi. Ne oldu? Uzun bir çim buldum. Öyle mi? Gel, göstereyim! Hızla evden dışarı çıktı, annem de peşinden. Gel! Gel! Göstereyim. Dizlerinin ve ellerinin üstüne çömeldi tekrar. Görebiliyorum! Hem de iki tane! Annem yanma çömeldi. Belki de delirdiler, diye düşündüm. Gördün mü? diye sordu babam. İki tane. Gördün mü? Evet Baba, görüyorum. İkisi de kalktılar. Annem eve girdi. Babam bana baktı. İçeri... Balkona yürüyüp eve girdim. Babam arkamdan geldi. Banyoya. Babam kapıyı kapattı. Pantolonunu indir. Ustura kayışını aldığını duydum. Sağ bacağım hâlâ ağrıyordu. Yararı yoktu, defalarca tatmıştım kayışın acısını. Dünya dışardaydı ve her şeye kayıtsızdı ama önemi yoktu. Milyonlarca insan vardı dışarda, köpekler, kediler, sincaplar, binalar, sokaklar, ama önemsizdi. Sadece bir baba, ustura kayışı, banyo ve ben vardım. O kayışı usturasını bilemek için kullanırdı ve sabahın erken saatlerinde aynanın karşısında sabunlu yüzü ile tıraş olurken ondan nefret ederdim. Ve ilk kayış dar- 51 besini hissettim. Kayışın çıkardığı ses yüksek ve donuktu. Kayışın sesi verdiği acı kadar kötüydü neredeyse. Kayış tekrar indi. O kayışı sallayan bir makineydi sanki babam. Bir mezarın içinde olma duygusunu anımsıyorum. Kayış bir daha indi ve bu sonuncusudur mutlaka diye düşündüm. Ama değildi. Tekrar indi. Ondan nefret etmiyordum. İnanılmazdı sadece, tek isteğim ondan uzak olmaktı. Ağlayamıyordum. Ağlayamayacak kadar hastaydım, şaşkındım. Kayış bir kez daha indi. Sonra durdu. Doğrulup bekledim. Kayışı astığını duydum. Bir dahaki sefere, uzun çim görmek istemiyorum, dedi. Banyodan çıktığını duydum. Banyonun kapısını kapattı. Duvarlar harikuladeydi, küvet harikuladeydi, lavabo ve duş perdeleri, hatta tuvalet bile harikuladeydi. Babam gitmişti. 17

40 Mahallede kalan çocukların içinde en iyisi Frank'ti. Arkadaş olduk, beraber takılmaya başladık, diğerlerine pek ihtiyaç duymuyorduk. Frank'i gruptan sepetlemiş sayılırlardı zaten, o da benle dost olmuştu. Okul çıkışında benimle eve yürüyen David gibi değildi. David'de olmayan pek çok özelliği vardı Frank'in. Sırf o gidiyor diye ben de Katolik kilisesine gitmeye başlamıştım. Annemle babam memnundular kiliseye gitmemden. Pazar ayinleri çok sıkıcıydı. Din derslerine katılmak zorundaydık bir de. Çalışmak zorunda olduğumuz bir kitap vardı. Son derece sıkıcı sorular ve cevaplar. Bir akşamüstü bizim ön balkonda oturmuştuk, Frank'e kitaptan bir şeyler okuyordum. Tanrı'nın cismani gözleri vardır ve her şeyi görür. Cismani mi? Evet. Bunlar gibi mi? Yumruklarını sıkıp gözlerinin üstüne bastırdı. Süt şişelerini andıran gözleri var, dedi Frank yumruklarını gözlerine bastırıp bana dönerken. Gülmeye başladı sonra. Ben de gülmeye başladım. Uzun süre güldük. Frank durdu birden. Bizi duymuş mudur? Herhalde. Her şeyi görebildiğine göre her şeyi duyuyordur da. Korkuyorum, dedi Frank. Öldürebilir bizi. Öldürür mü bizi dersin? 52 Bilmiyorum. Burda oturup bekleyelim en iyisi. Kımıldama. Hareket etmeden otur. Basamaklara oturup bekledik. Uzun süre bekledik. Bu işi uzatacak galiba, dedi Frank. Bir saat daha bekledikten sonra Frank'in evine yürüdük. Maket bir uçak yapıyordu, göz atmak istiyordum... İlk kez günah çıkarmaya karar verdiğimiz gün geldi. Kiliseye yürüdük. Rahiplerden birini tanıyorduk, başrahibi. Bir keresinde dondurmacıda rastlamıştık ona, bizimle konuşmuştu. Daha sonra evine bile gitmiştik. Kilisenin yanındaki evde yaşıyordu, yaşlı bir kadınla. Orda uzun kalmış, Tanrı ile ilgili sorular sormuştuk. Boyu kaçtı? Bütün gün iskemlesinde mi otururdu? Herkes gibi tuvalete gider miydi? Rahip soı ularımızı doğrudan yanıtlamamıştı, ama iyi birine benziyordu, hoş bir gülümsemesi vardı. Günah çıkarmanın nasıl bir şey olacağını düşünerek kiliseye yürüyorduk. Kiliseye epey yaklaşmıştık ki bir sokak köpeği takıldı peşimize. Çok zayıf ve aç bir görünümü vardı. Durup okşadık onu, sırtını kaşıdık. Köpeklerin cennete gidememesi ne kötü, dedi Frank. Neden gidemiyorlar? Cennete gidebilmen için vaftiz olman gerekiyor. Vaftiz edelim öyleyse. Yapsak mı? Cennete gitme fırsatını hak ediyor bence.

41 Kucağıma aldım ve kiliseye girdik. Kutsal su çanağının yanma götürdük, ben köpeği tutarken Frank alnına kutsal sudan sürdü. Seni vaftiz ediyorum, dedi Frank. Köpeği dışarı çıkarıp kaldırıma bıraktık tekrar. Görünümü bile değişti, dedim. Köpek ilgisini yitirip kaldırımda uzaklaştı. Biz kiliseye dönüp önce kutsal suya parmaklarımızı batırdık, sonra haç çıkardık. İkimiz de günah çıkarma kulübesine yakın bir sıranın önünde diz çöküp bekledik. Perdelerin arkasından şişman bir kadın çıktı. Teni kokuyordu. Yanımızdan geçerken çok kuvvetli bir koku aldım. Kokusu kilisenin kokusuna karışmıştı, kilisenin sidik kokusunu andıran kokusuna. İnsanlar her pazar ayine gidiyor, bu sidik kokusunu andıran kokuyu koklu- 53 yor ama şikâyet etmiyorlardı. Bunu rahibe söylemek istiyor ama cesaret edemiyordum. Mumlardan çıkıyordu bu koku belki de. Ben giriyorum, dedi Frank. Ayağa kalktı, perdeyi araladı ve kayboldu. Uzun süre kaldı orda. Dışarı çıktığında ağzı kulaklarındaydı. Müthişti, müthiş! Hemen gir! Kalkıp perdeyi çektim ve içeri girdim. Karanlıktı. Diz çöktüm. Önümde gördüğüm tek şey tel örgüydü. Frank Tann'mn tel örgünün arkasında olduğunu söylemişti. Diz çöküp yapmış olduğum kötü bir şeyi düşünmeye çalıştım, ama bulamadım. Orda diz çökmüş beynimi patlatıyor ama bulamıyordum. Ne yapacağımı bilmiyordum. Hadi, dedi bir ses, bir şeyler söyle. Öfkeli bir sesti. Orda bir ses olacağını düşünmemiştim. Tanrı'nın bol vakti olduğunu sanıyordum. Korkmuştum. Yalan söylemeye karar verdim. Peki, dedim, ben... babamı tekmeledim... anneme küfrettim... annemin çantasından para çaldım... şekerlemeye harcadım... Chuck'ın topunun havasını indirdim... küçük bir kızın eteğinin içine baktım... sümüğümü yedim. Hepsi bu kadgr. Bir de köpek vaftiz ettim bugün. Bir köpeği vaftiz mi ettin? Mahvolmuştum. Korkunç bir günah. Devam etmenin bir yararı yoktu. Gitmek için ayağa kalktım. Sesin bana birkaç Azize Meryem duası okumamı söyleyip söylemediğinin farkında değildim. Kiliseden çıktık, sokaktaydık tekrar. Arındığımı hissediyorum, dedi Frank. Ya sen? Hayır. Bir daha günah çıkarmaya gitmedim. Sabah on ayinlerinden daha berbattı. 18 Frank uçaklara meraklıydı. I. Dünya Savaşı ile ilgili dergilerini bana ödünç verirdi. Flying Aces en iyisiydi. Savaş uçaklarının hava çarpışmaları nefisti,

42 Spad ve Fokker tipi uçaklar arasında geçerdi. Bütün öyküleri okurdum. Almanlar'ın sürekli kaybetmelerinden hoşnut değildim, ama onun dışında her şey harikuladeydi. 54 Dergileri ödünç almak veya iade etmek için Frank'in evine gitmeyi seviyordum. Annesi yüksek ökçeli ayakkabılar giyerdi ve bacakları müthişti. Bir iskemlede oturmuş olurdu, bacak bacak üstüne atmış, eteği yukarı sıyrılmış. Frank'in babası bir başka iskemlede oturmuş olurdu. Frank'in annesi ile babası sürekli içerlerdi. Babası I. Dünya Savaşı'na pilot olarak katılmış, uçağı düşmüştü. Bir kolunda kemik yerine tel vardı. Maaş bağlamışlardı Frank'in babasına. Ama iyi biriydi. İçeri girdiğimizde mutlaka konuşurdu bizimle. Nasılsınız çocuklar? Ne var ne yok? Bir gün bir hava gösterisi tertipleneceğini öğrendik. Büyük bir gösteri olacaktı. Frank bir harita buldu, oraya otostop yaparak gitmeye karar verdik. Ben oraya gösteriden önce varabileceğimizi sanmıyordum, ama Frank varacağımızı söylemişti. Babası bize para verdi. Haritamızı alıp bulvara çıktık, biri aldı bizi hemen. Yaşlı biriydi, dudakları ıpıslak. Diliyle sürekli yalıyordu dudaklarını, ekose gömleğinin yakasını iliklemişti. Kravat takmamışlı. Gözlerine doğru kıvrılan tuhaf kaşları vardı. Benim adım Daniel, dedi. Bu Henry. Benim adım Frank. Daniel arabayı sürdü. Sonra bir Lucky Strike çıkarıp yaktı. Siz ailelerinizle mi yaşıyorsunuz? Evet, dedi Frank. Evet, dedim. Daniel'in sigarası ağzında ıslanmıştı bile. Kırmızı ışıkta durdu. Kumsala gittim dün, rıhtımda iki erkeği tutukladı polisler. Tutuklayıp hapse attılar. Tutuklananlardan biri öbürünü emiyordu. Polisleri neden ilgilendirir ki bu? Kafam bozuldu. Yeşil yandı ve Daniel gaza bastı. Aptalca değil mi sizce? Polisler böyle bir durumda müdahale etmeli mi? Cevap vermedik. İki erkeğin birbirlerini diledikleri gibi emmeye hakları yok mu? diye sordu Daniel. Var herhalde, dedi Frank. Evet, dedim. Nereye gidiyorsunuz çocuklar? Hava gösterisine, dedi Frank. Hava gösterisi! Severim hava gösterilerini! Sizinle bir anlaşma 55

43 yapalım. Sizinle gelmeme izin verirseniz sizi oraya kadar götürürüm. Cevap vermedik. Evet, ne dersiniz? Olur, dedi Frank. Frank'in babası bize giriş ve yol parası vermişti ama yol parasının cebimizde kalması için otostop yapmaya karar vermiştik. Belki de yüzmeye gitmeyi yeğlersiniz, dedi Daniel. Hayır, dedi Frank, hava gösterisini izlemek istiyoruz. Yüzmek daha eğlenceli. Yarışabiliriz. Yalnız kalabileceğimiz bir yer biliyorum. Rıhtıma asla gitmem. Hava gösterisine gitmek istiyoruz, dedi Frank. Peki, dedi Daniel, hava gösterisine gideriz. Park yerine girdiğimizde arabadan çıktık, Daniel arabayı kilitlerken KOŞ! diye bağırdı Frank. Giriş kapısına doğru koşarken Daniel kaçtığımızı fark etti. HEY, SİZİ KÜÇÜK SAPIKLAR! BURAYA GELİN! GERİ DÖNÜN! Koşmayı sürdürdük. Tanrım, dedi Frank, bu orospu çocuğu kaçık! Giriş kapısına varmak üzereydik. YAKALAYACAĞIM SİZİ! Bilet alıp koşarak içeri girdik. Gösteri henüz başlamamıştı ama kalabalıktı. Tribünün altına saklanırsak bizi bulamaz, dedi Frank. İnsanların oturabilmeleri için tahtalardan geçici olarak inşa edilmiş bir tribündü. Altına girdik. Tribünün orta yerinin altında duran iki çocuk gördük yaşlarındaydılar, bizden iki-üç yaş daha büyük. Neye bakıyorlar? diye sordum. Gidip anlayalım, dedi Frank. Yanlarına gittik. Çocuklardan biri geldiğimizi görmüştü. Defolun burdan küçük serseriler! Neye bakıyorsunuz siz? diye sordu Frank. Size toz olmanızı söyledim! Boş ver Marty, onlar da baksınlar! Durdukları yere yürüdük. Yukarı baktık. Nedir? diye sordum. Göremiyor musun? diye sordu çocuklardan biri. Neyi? 56 Yarığı. Yarık mı? Nerde? Bak, şurda. Gördün mü? İşaret etti.

44 Eteğini altına toplamış bir kadın oturuyordu orda. Altına don giymemişti. Tahtaların arasından bakınca yarığını görebiliyordunuz. Gördün mü? Evet, görüyorum. Bir yarık, dedi Frank. Peki, burdan gidin ve kimseye bir şey söylemeyin. Ama biraz daha bakmak istiyoruz, dedi Frank. Biraz daha bakmamıza izin verin. Peki. Çok sürmesin ama. Yukarı bakarak öylece duruyorduk. Görebiliyorum, dedim. Bir yarık! dedi Frank. Öyle gerçekten, dedim. Evet, dedi çocuklardan biri, öyle. Elep hatırlayacağım bunu, dedim. Tamam, gitmelisiniz. Neden? diye sordu Frank, biz neden bakamıyoruz? Çünkü, dedi çocuklardan biri, yapmak istediğim bir şey var. Toz olun şimdi. Uzaklaştık. Ne yapacağını merak ettim, dedim. Bilmiyorum, dedi Frank, belki de taş atacak. Tribünün altından çıkıp Daniel'e bakındık. Görünürde yoktu. Gitmiştir belki, dedim. Onun gibi biri uçaklardan haz etmez, dedi Frank. Tribüne çıkıp gösterinin başlamasını bekledik. Etraftaki kadınlara baktım. Hangisiydi acaba? dedim. Üstten bakınca anlaşılmıyor herhalde, dedi Frank. Sonra hava gösterisi başladı. Fokker tipi bir uçakla numaralar yapan biri vardı. İyiydi, bir daire çizip pikeye geçti ve son anda yeri yalayıp bir Immelman numarası çekti. En iyi numarası her bir kanada monte edilmiş birer kanca içeriyordu. Yerden iki metre yükseklikte iki 57 direğe iki kırmızı mendil bağlanmıştı. Fokker inişe geçti, kanadının birini eğdi ve kanadındaki kancayla mendillerden birini aldı. Sonra dönüp diğer kanadını eğdi ve öbür mendili aldı. Sıkıcı bir göğe yazı yazma gösterisi ve aptalca bir balon yarışmasından sonra iyi bir şeye geldi sıra - çok yüksek olmayan dört direk etrafında yarış. Uçaklar direklerin etrafında on iki tur atmak zorundaydılar, bunu ilk başaran ödülü alıyordu. Direklerin üstünde uçan uçak anında eleniyordu. Yarışa katılacak uçaklar yerde ısınıyorlardı. Değişik tip uçaklardı hepsi. Birinin gövdesi ince ve uzundu, kanatları yok denecek kadar küçüktü. Biri şişman ve yuvarlaktı, futbol topunu andırıyordu. Bir diğeri sırf kanattan ibaretti sanki, gövde çok küçüktü. Her biri farklıydı ve göz alıcı bir şekilde boyanmıştı.

45 Birinciye verilecek ödül yüz dolardı. Uçaklar ısınırken gerçekten heyecanlı bir şey izleyeceğini hissedebiliyordun. Motorlar uçaktan fırlayıp gitmek istercesine kükrüyorlardı. Yarışı başlatan bayrak indi ve uçaklar fırladı. Altı uçaktılar, direklerin etrafında dönebilmeleri için yeterince yer yoktu. Kimi yukarda, kimi ortada, kimi de altta uçuyordu. Hızlı uçanlar dönemeçlerde mesafe kaybederken, yavaş uçanlar daha keskin dönebiliyorlardı. Harikulade ve korkunçtu. Derken biri kanadını yitirdi. Uçak yerde zıplayıp ilerlerken motordan alev ve duman çıkıyordu. Ters dönüp durduğunda ambulans ve itfaiye yoldaydı. Diğer uçaklar uçmayı sürdürüyorlardı. Birden başka bir uçağın motoru patladı, uçaktan ayrıldı ve uçaktan arda kalan kaybolmuş bir şey gibi yere düştü. Yere çarptığında her şey dağıldı. Tuhaf bir şey oldu ama. Pilot üst kapağı kaldırıp dışarı tırmandı ve ambulansı beklemeye koyuldu. Seyircilere el salladığında deli gibi tezahürat yapmışlardı. Mucizevi bir şey gerçekleşmişti. Olabilecek en kötü şey oldu birden. Direklerden birini dönerken iki uçak birbirine takıldı. İkisi de yere düşüp çakıldı, yanıyorlardı. Ambulansla itfaiye oraya doğru gazladı yine. Pilotları uçaklardan çıkarıp sedyelere koyduklarını gördük. Üzücüydü, iki iyi ve cesur adam yaşamlarının sonuna kadar sakat kalacak, belki de öleceklerdi. İki uçak kalmıştı, 5 numara ile 2 numara, birincilik için yarışıyorlardı. 5 numara küçük kanatlı, ince ve uzun uçaktı, 2 numaradan çok daha hızlı uçuyordu. 2 numara futbol topunu andıran uçaktı, hızı yoktu ama dönemeçlerde arayı kapatıyordu. Pek yararı olmuyordu ama. 5 numara 2 numaraya tur bindirmeye başladı. 5 numaralı uçak iki tur kala iki tur önde, dedi sunucu numara ödülü alacak gibi görünüyordu. Derken direğin birine çarptı. Dönerken direğe bindirmiş, direği devirmişti. Dosdoğru uçmayı sürdürdü, giderek alçalıyordu, sonunda yere çarptı. Tekerlekler yere çarpınca uçak iyice sıçrayıp ters dönmüş, yerde sürüklenmeye başlamıştı. Ambulansla itfaiyenin yolu uzundu bu kez. 2 numara geriye kalan 3 direkle yerdeki devrik direği turlamayı sürdürdü, sonra yere indi. Ödülü kazanmıştı. Dışarı çıktı. Şişman biriydi, uçağını andırıyordu. Güçlü ve yakışıklı birini beklemiştim oysa. Şansı yaver gitmişt. Alkışlayanlar yok denecek kadar azdı. Kapanış için paraşütle atlama yarışması tertiplemişlerdi. Yerde içi boyanmış bir daire vardı, kocaman bir hedef noktası. Noktaya en yakın inen kazanıyordu. Sıkıcı gelmişti bana. Yeterince ses ve hareket yoktu. Paraşütçüler uçaktan atlayıp noktaya yakın inmeye çalışıyorlardı. Bunda pek iş yok, dedim Frank'e. Evet, dedi.

46 Daireye yakın iniyorlardı. Tepemizde uçan uçaktan atlayışlar sürüyordu. Sonra birden kalabalık ahlayıp vahlamaya başladı. Bak! dedi Frank. Paraşütlerden biri kısmen açılmıştı. Fazla hava yoktu içinde. Diğerlerinden daha hızlı iniyordu. Adamın bacaklarını sallayıp kollarını kımıldatarak paraşütü çözmeye çalıştığını görebiliyordunuz. Tanrım! dedi Frank. Giderek daha iyi seçiliyordu adam. Paraşütü açmak için ipleri çekip duruyordu ama yararı olmuyordu. Yere çarptı, biraz sıçradı, tekrar yere düştü ve kımıldamadı. Yarı açık paraşüt örttü onu. Kalan atlayışları iptal ettiler. Kalabalıkla birlikte dışarı çıkarken gözlerimiz Daniel'i arıyordu hâlâ. Dönüşte otostop yapmayalım, dedim Frank'e. Olur, dedi. Dışarı çıkarken hangisinden daha çok heyecan duyduğuma karar veremiyordum, hava yarışından mı, başarısız paraşüt atlayışından mı, yoksa yarıktan mı? sınıf biraz daha iyiydi. Diğer öğrencilerin bana karşı düşmanlığı biraz azalmıştı ve fiziksel olarak gelişiyordum. Sınıf takımlarına seçil- 59 miyordum ama daha az tehdit ediliyordum. David ve kemanı yoktu artık. Ailece taşınmışlardı, eve yalnız yürüyordum. Arada sırada birkaç kişi peşime takılıyordu ama sataşmıyorlardı. İçlerinde en kötüsü Ju-an'dı. Juan sigara içiyordu. Elinde sigarası beni izlerdi ve yanında mutlaka arkadaşlarından biri olurdu. Asla yalnız izlemezdi beni. Korkuyordum. Beni rahat bırakmalarını istiyordum. Ama bir yandan da umursamıyordum. Juan'dan hoşlanmıyordum. Okulumdaki kimseden hoşlanmıyordum. Bunun farkındaydılar sanıyorum. Beni istememelerinin nedeni buydu galiba. Konuşma ve yürüme tarzlarını sevmiyordum, ama annemi ve babamı da sevmiyordum. Hâlâ etrafımda boş ve beyaz bir hava olduğu duygusuna kapılıyordum. Midem sürekli bulanıyordu. Juan esmer tenliydi, kemer yerine bir zincir takıyordu beline. Kızlar ondan korkarlardı, erkekler de öyle. O ve arkadaşlarından biri hemen hemen her gün beni izlerlerdi. Eve girerdim ve dışarda beklerlerdi. Juan sigarasını içip kabadayı gibi görünürken arkadaşı öylece dururdu. Perdenin arkasından onları izlerdim. Sonunda giderlerdi. Bayan Fretag İngilizce öğretmenimizdi. Sınıfta ilk günümüzde isimlerimizi sordu. Hepinizi tanımak istiyorum, dedi. Gülümsedi.

47 Şimdi, herkesin babası vardır eminim. Herkesin babasının ne iş yaptığını öğrenmek ilginç olur sanırım. Bir numaradan başlayıp sırayla gidelim. Evet, Marie, baban ne iş yapar? Bahçıvandır. Ne güzel! İki numara... Andre.w, senin baban ne iş yapar? Korkunçtu. Benim semtimdeki bütün çocukların babaları işlerini kaybetmişlerdi. Babam işini kaybetmişti. Gene'in babası bütün gün ön balkonda oturuyordu. Et fabrikasında çalışan Chuck'ın babası dışında bütün babalar işsizdi. Et şirketinin amblemini taşıyan kırmızı bir araba kullanıyordu Chuck ın babası. Benim babam itfaiyeci, dedi Andrew. Çok ilginç, dedi Bayan Fretag. Üç numara. Benim babam avukat. Dört numara. Benimbabam... polis... Ben ne diyecektim? Sadece benim semtimdeki babalar işsizdi belki de. Borsanın çöktüğünü duymuştum. Kötü bir anlama geliyordu bu. Ya borsa sadece benim semtimde çökmüşse! 60 On sekiz. Babam aktör... On dokuz... Babam konser kemancısı... Yirmi... Babam sirkte çahşıyor... Yirmi bir... Babam otobüs şoförü... Yirmi iki... Babam operada şarkı söyler... Yirmi üç... Yirmi üç. Bendim yirmi üç. Babam dişçi... dedim. Bayan Fretag bu şekilde devam ederek otuz üçe geldi. Babam işsiz, dedi otuz üç. Keşke ben akıl etseydim bunu diye düşündüm. Bir gün Bayan Fretag bize bir ödev verdi. Saygıdeğer Başkanımız Herbert Hoover bu cumartesi Los Ange-les ı ziyaret edip bir konuşma yapacak. Herkesin gidip başkanı dinlemesini istiyorum. Sonra bu deneyimi ve Başkan Hoover hakkındaki düşüncenizi anlatan bir yazı yazacaksınız. Cumartesi mi? Gitmem olanaksızdı. Bahçenin çimlerini biçmeliydim. Uzun kılları kesmeliydim. (Mutlaka bırakıyordum birkaç tane.) Babam tek

48 bir uzun kıl buldu diye her cumartesi kayışla dövüyordu beni. (Bir-iki kez yapmadığım veya yanlış yaptığım şeylerden ötürü hafta arası da dayak yemiştim.) Babama Başkan Hoover'ı dinlemeye gideceğimi söyleyemezdim. Gitmedim. O pazar kâğıt kalem alıp Başkanı gidip görüşümü yazmaya başladım. Üstü açık arabası peşinde bir konvoyla birlikte girmişti stadyuma. İçinde gizli servis ajanlarının bulunduğu bir araba Başkanın arabasının önünde gidiyor, iki araba da hemen arkasından geliyordu. Ajanlar Başkanımızı korumakla görevli cesur ve silahlı adamlardı. Başkanın arabası stadyuma girdiğinde ahali ayağa kalkmıştı. Böylesi görülmemişti. Başkan bizzat gelmişti. Oydu. El sallamıştı. Tezahüratta bulunmuştuk. Bir bando takımı çalıyordu. Başkanın başının üstünde martılar uçuşmuştu, onun Başkan olduğunu biliyorlardı sanki. Sonra göğe yazılar yazan uçaklar uçmuştu. Göğe, Refah çok yakın, gibi sözler yazmışlardı. Başkan arabasında ayağa kalktığında 61 bulutlar aralanmış, güneş yüzünü aydınlatmıştı. Tanrı da biliyordu sanki onun kim olduğunu. Sonra arabalar durmuş, ajanların koruması altında konuşma kürsüsüne yürümüştü büyük Başkanımız. Mikrofonun önünde dururken gökten bir kuş uçarak kürsüye konmuştu. Başkan kuşa el sallayıp gülmüş, biz de onunla beraber gülmüştük. Sonra Başkan konuşmuş, halk dinlemişti. Mısır patlatırken çok ses çıkaran bir mısır patlatma makinesinin çok yakınında oturduğum için konuşmasını iyi takip edememiştim ama Mançurya'daki sorunların ciddi olmadığını, içerde her şeyin yola gireceğini, endişe etmememizi, Amerika'ya inanmamızın yeterli olacağını söylediğini sanıyordum. Herkese iş bulunacaktı. Yeterince diş çekebilecek yeterince dişçi, yeterince itfaiyecinin söndüreceği yeterince yangın olacaktı. Fabrika ve atölyeler tekrar açılacaktı. Güney Amerika daki dostlarımız borçlarım ödeyecekti. Yakında hepimiz kalplerimiz ve midelerimiz doymuş olarak huzur içinde uyuyacaktık. Tanrı ve yüce ülkemiz bizi sevgi ile sarıp, kötülükten ve sosyalistlerden koruyacak, bizi bu ulusal kâbustan uyandıracaktı, sonsuza dek... Başkan alkışı dinleyip el sallamış, sonra arabasına binmişti. Peşinde gizli servis ajanları ile stadyumu terk ederken güneş batmaya başlamış, öğleden sonra kırmızı, altın rengi, harikulade bir akşamüstüne dönmüştü. Başkan Hoover'ı görmüş ve dinlemiştik. Pazartesi günü ödevimi teslim ettim. Salı günü Bayan Fretag sınıfa konuştu. Saygıdeğer Başkammızın Los Angeles ziyaretini anlatan yazılarınızın tümünü okudum. Ben de ordaydım. Bazılarınızın değişik nedenlerden ötürü gidemediğini gördüm. Gidemeyenler için Henry Chi-naski'nin yazısını okumak istiyorum.

49 Sınıfta korkunç bir sessizlik oldu. Büyük farkla sınıfın en sevilmeyen kişisiydim. Kalplerine bıçak saplanmış gibiydiler. Yaratıcılık açısından çok güçlü bir yazı, dedi Bayan Fretag ve yazımı okumaya başladı. Kelimeler çok hoş geliyordu kulağıma. Herkes dinliyordu. Benim sözlerim sınıfı doldurmuştu, karatahtadan karatahtaya sıçrayıp tavana çarpıyor, ordan yere yansıyıp Bayan Fretag'm ayakkabılarını örtüyor, yerde kümeleniyorlardı. Sınıfın en güzel kızları kaçamak bakışlarla bana bakıyorlardı. Sınıfın dayıları suratlarını asmışlardı. Onların yazıları bir boka yaramamıştı. Susamış biri gibi iç- 62 tim sözlerimi. Ben bile onlara inanmaya başlamıştım. Juan yüzüne yumruk yemiş gibi oturuyordu. Bacaklarımı uzatıp arkama yaslandım. Çok sürmedi maalesef. Bu önemli yazı ile dersi bitiriyorum.., dedi Bayan Fretag. Ayağa kalkıp çıkmaya başladılar. Sen kal Henry, dedi Bayan Fretag. İskemlemde oturdum, Bayan Fretag orda durmuş bana bakıyordu. Sonra, Orda değildin değil mi Henry? dedi. Nasıl bir şey uydursam diye düşündüm ama hiçbir şey bulamadım. Hayır, orda değildim. Gülümsedi. Bu, yazını daha da olağanüstü kılıyor. Evet efendim... Gidebilirsin Henry. Kalkıp dışarı çıktım. Eve yürümeye başladım. İstedikleri buydu demek: yalanlar. Harikulade yalanlar. Buna ihtiyaçları vardı. İnsanlar ahmaktılar. Kolay olacaktı benim için. Etrafıma bakındım. Juan ve arkadaşı beni izlemiyorlardı. İşler yoluna girmeye başlamıştı. 20 Frank ve ben zaman zaman Chuck, Eddie ve Gene'le arkadaş oluyorduk. Ama mutlaka bir şeyler oluyor, aramız açılıyordu. Ben sebep oluyordum genellikle, ama Frank'i de sepetliyorlardı. Benim arkadaşım olduğu için o da kendini dışarda buluyordu. Frank le beraber olmaktan hoşlanıyordum. Her yere otostop yapıyorduk. En sevdiğimiz yerlerden biri bir film stüdyosuydu. Uzun otlarla çevrili bir tel örgünün altından giriyorduk. King Kong filminde kullandıkları devasa duvarı ve basamakları gördük orda. Yapma sokak ve evleri. Evlerin ön cepheleri vardı sadece, arkaları boştu. Pek çok kez bütün stüdyoyu dolaşmıştık, bekçi bizi görüp kovalayana dek. Otostopla kumsaldaki Eğlence Merkezi ne gidiyorduk. Üç-dört saat kalırdık orda. Ezberlemiştik orayı. İyi bir yer değildi aslında. İnsanlar orda işeyip, sıçıyorlardı, boş şişelerden geçilmiyordu. Tuvaletlerde sertleşmiş ve buruşmuş prezervatifler olurdu. Kapanış saatinden sonra berduşlar uyurdu orda. Pek eğlenceli bir yer de sayılmazdı Eğlence Merkezi. Aynalar Evi

50 matraktı önceleri. Bir süre sonra aynalar labirentinde nerelerden geçeceğimizi öğrenince esprisi kalmamıştı. Frank ve ben hiç kavga etmez- 63 dik. Her şeyi merak ediyorduk. Rıhtımda bir kadının sezaryen doğumunu gösteren bir film gösteriliyordu, oraya gitmiştik bir keresinde. Çok kanlıydı. Kadını her kestiklerinde oluk oluk kan fışkırıyordu. Sonra bebeği çıkarmışlardı. Rıhtımda balık tutmaya da giderdik, tuttuğumuz balıkları banklarda oturan yaşlı Yahudi kadınlarına satardık. Frank'le uzaklara gittiğim için babamdan dayak yiyordum, ama o dayağı nasılsa yiyeceğimi bildiğim için eğlenmeye bakıyordum. Mahallede diğer çocuklarla başım belaya girmeye devam ediyordu. Babamın yaran olduğu da söylenemezdi. Bütün çocukların kovboy kıyafetleri varken tutup bir kızılderili kıyafeti ve bir okla yay almıştı bana örneğin. Okul bahçesindeki durum tekrarlanıyordu - çeteyle karşı karşıyaydım. Kovboy kıyafetleri ve tabancalarıyla etrafımı sarıyorlardı, durum iyice tehlikeli olmaya başlayınca yayıma bir ok koyup geriyor ve bekliyordum. Bu onları uzaklaştırıyordu. O kızılderili kıyafetini sadece babam ısrar ettiğinde giyiyordum. Chuck, Eddie ve Gene'le aram bozuluyor, sonra düzeliyor, sonra tekrar bozuluyordu. Bir akşamüstü öylece dolanıyordum. Çeteyle aram ne iyi, ne de kötüydü. Onlan kızdıran son davranışımı unutmalarını bekliyordum. Yapabileceğim başka bir şey yoktu. Beyaz hava ve bekleyiş. Hiçbir şey yapmadan dolanmak canımı sıkmıştı, tepeyi çıkıp Washington Bulvarı'na, sonra doğudaki sinemaya, ordan da tekrar Batı Adams Bulvarı'na yürümeye karar verdim. Kilisenin önünden de geçerdim belki. Yürümeye başladım. Derken Eddie'nin sesini duydum: Hey, Henry, buraya gel! Çocuklar iki evin arasındaki park yerinde duruyorlardı. Eddie, Frank, Chuck ve Gene. Bir şeye bakıyorlardı. Yüksek bir çalının üstünden eğilmiş bir şeye bakıyorlardı. Buraya gel, Henry! Ne var? Yanlarına gittim. Bir sineği yemeye hazırlanan bir örümcek! dedi Eddie. Baktım. Örümcek çalının dallarına ağını örmüş, bir sinek de ağa yakalanmıştı. Örümcek çok heyecanlıydı. Kurtulmaya çabalayan sinek bütün ağı titretiyordu. Örümcek, sineğin kanatlarını ve bedenini ağıyla giderek sararken sinçk çılgınca ve çaresiz bir şekilde vızıldıyordu. Örümcek vızıldayan sineğin etrafında dolanarak ağını örüyor, sineği tamamen bağlıyordu. Örümcek çok iri ve çirkindi. 64

51 Hamlesini yapmak üzere! diye bağırdı Chuck. Geçirecek dişlerini! Çocukların arasına dalıp bir tekmeyle ağı bozdum. Neden yaptın bunu? diye sordu Chuck. Orospu çocuğu! diye bağırdı Eddie. Her şeyi berbat ettin! Geri çekildim. Frank bile tuhaf bakıyordu bana. Yakalayın şunu! diye bağırdı Gene. Sokakla benim aramdaydılar. Park yerinden koşup yabancı bir evin bahçesine kaçtım. Peşimdeydiler. Bahçeden koşarak garajın arkasına geçtim. İki metre yüksekliğinde aşmalı bir çit vardı. Tırmanıp öbür yana atladım. Yan evin bahçesinden koşup park yerine geldiğimde arkama baktım, Chuck çitin tepesine tırmanıyordu. Sonra kaydı ve sırtüstü bahçeye düştü. Allah kahretsin! dedi. Sağa dönüp koşmayı sürdürdüm. Yedi-sekiz blok koşup bir evin ön bahçesinde nefeslen-dim. Görünürde kimse yoktu. Frank beni bağışlayacak mıydı? Diğerleri beni bağışlayacaklar mıydı? Bir hafta gözden uzak olmaya karar verdim. Ve unuttular. Hiçbir şey olmadı bir süre. Boş günler. Sonra Frank'in babası intihar etti. Kimse bilmiyordu nedenini. Frank annesiyle başka bir mahalleye, daha küçük bir yere taşınacaklarını söyledi. Mektup yazacaktı. Yazdı da. Ama yazışmıyorduk, yamyamlarla ilgili karikatürler çiziyorduk birbirimize. Onun karikatürlerde yamyamlarla başı belaya giriyor, ben de öyküye onun bıraktığı yerden devam ediyordum. Annem Frank'in karikatürlerinden birini bulup babama gösterince yamyam yazışmalarımız sona erdi. 5. sınıftan 6. sınıfa geçtim ve evden kaçmayı düşünmeye başladım, ama babaların çoğu işsizken bir buçuk metre boyumla ben nasıl iş bulacaktım? John Dilinger halk kahramanıydı o sıralar, büyük küçük herkes hayranlık duyuyordu ona. Bankaların parasını alıyordu. Pretty Boy Floyd ile Ma Barker ve Machine Gun Kelly de yapıyorlardı aynı şeyi. İnsanlar otların büyüdüğü boş arsalara gider olmuşlardı. Bazı otların pişirilip yenebildiğini öğrenmişlerdi. Boş arsalarda veya sokak köşelerinde yumruklaşıyorlardı. Herkes öfkeliydi. Erkekler Bull Durham içiyor, burunlarından kıl aldırmıyorlardı. Gömleklerinin ön cebinden Bull Durham eksik olmuyordu, tek elle sarıyorlardı sigaralarını. Cebinde Bull Durham paketi taşıyan birini görünce uzak duruyordum ve 3. ipotekler konuşuluyordu. Bir gün babam kırık bir kol ve morarmış iki gözle gelmişti eve. Annem çok düşük maaşlı bir iş bulmuştu. Mahalledeki her çocuğun bir pazarlık, bir de gündelik pantolonu vardı. Ayakkabılar eskidiğinde yenileri alınmıyordu sente yapıştırıcısıyla birlikte satılan ökçe ve tabanlardan alınıyor, ayakkabının altına yapıştırılıyordu. Gene'lerin arka bahçesinde bir horozla birkaç tavuk vardı. Tavuğun biri yeterince yumurtlamazsa kesip yiyorlardı.

52 Bana gelince, pek bir şey değişmemişti - ne okulda, ne de Gene, Chuck ve Eddie ile. Yalnız yetişkinler değil, çocuklar da tehlikeli olmaya başlamışlardı, hatta hayvanlar da. İnsanları taklit ediyorlardı sanki. Bir gün her zamanki gibi dolanıyordum, beklenti vaziyetlerinde. Çeteyle aram açıktı, artık onlara katılmayı arzulamıyordum zaten. Birden Gene geldi koşarak, Hey, Henry, gel! Ne var? GEL! Koşmaya başladı Gene, ben de peşinden. Park yerinden geçip Gibson'larm arka bahçesine girdik. Gibson'ların bahçesi tuğla duvarla çevriliydi. BAK! KEDİYİ KÖŞEYE KISTIRMIŞ! ÖLDÜRECEK ONU! Küçük, beyaz bir kedi vardı duvarın köşesinde. Duvara tırmanamıyor, hiçbir yere gidemiyordu, kıstırılmıştı. Kamburunu çıkarmıştı, tıslıyordu, pençeleri hazır. Ama çok küçüktü ve Chuck'ın buldog köpeği Barney hırlayarak kediye yaklaşıyor, mesafeyi daraltıyordu. Kediyi oraya çocukların koyduğu, sonra da Barney'i getirdikleri duygusuna kapıldım. Chuck, Eddie ve Gene'in izleyişleri bu duyguyu güçlendirmişti. Suçlu bir ifade vardı yüzlerinde. Sizin işiniz bu, dedim. Hayır, dedi Chuck, kedinin suçu. Buraya girmeseydi. Baksın şimdi başının çaresine. Nefret ediyorum sizden, orospu çocukları, dedim. Barney kediyi öldürecek, dedi Gene. Parçalayacak onu Barney, dedi Eddie. Pençelerinden çekiniyor ama hamlesini yaptığında her şey bitmiş olacak. Ağzından salyaları akan iri bir buldog köpeğiydi Barney. Aptal ve şişman, anlamsız kahverengi gözlü. Boyun ve sırt tüyleri dikilmişlerdi. Aptal kıçına tekmeyi basmak geliyordu içimden ama bacağımı parçalardı. Öldürmeye kararlı görünüyordu. Beyaz kedi yavru sayılırdı 66 hâlâ. Tıslayıp bekliyordu. Duvara yapışmış, son derece temiz ve harikulade bir yaratık. Köpek yavaşça ilerledi. Çocuklar böyle bir şeye neden gerek duymuşlardı? Yetkililer nerdeydiler? Yetişkinler nerdeydiler? Beni suçlamakla meşguldüler sürekli. Şimdi nerdeydiler? Kediyi kapıp kaçmayı düşündüm ama cesaret edemedim. Köpeğin bana saldıracağından korkuyordum. Yapmam gerekeni yapma cesaretinden yoksun olduğumu bilmek çok kötü bir duyguydu. Midem bulanmaya başlamıştı. Zayıftım. Engellemek istiyor ama nasıl yapacağımı bilemiyordum. Chuck, dedim, kediyi bırak gitsin,'lütfen. Köpeğini geri çek. Chuck cevap vermedi. İzliyordu.

53 Barney ileri atıldı ve kedi aniden sıçradı. Öfkeli ve bulanık bir beyazlık, tıslama, pençe ve diş karmâşasıydı ortalık. Barney geri çekildi, kedi tekrar duvara sindi. Hakla onu Barney, dedi Chuck tekrar. Allah belanı versin, kes sesini! dedim ona. Böyle konuşma benimle, dedi Chuck. Barney tekrar ilerledi. Hafif bir ses duydum arkamda ve etrafıma bakındım. Yaşlı Bay Gibson'ın, yatak odasının penceresinden bizi izlediğini fark ettim. O da kedinin öldürülmesinden yanaydı, çocuklardan farkı yoktu. Neden? Yaşlı Bay Gibson takma dişli postacımızdı. Karısı evden dışarı çıkmazdı. Çöpü boşaltmak için çıkardı sadece. Başında saç filesi, üstünde gecelik ve bornoz, ayağında da terlikler olurdu hep. Ben pencereye bakarken Bayan Gibson her zamanki kıyafetiyle kocasının yanında belirdi, kedinin öldürülmesini bekliyordu. Yaşlı Bay Gibson mahallenin işi olan ender adamlarından biriydi ama yine de kedinin öldürüldüğünü görmek istiyordu. Chuck, Eddie ve Ge-ne'den farksızdı Gibson. Sayıca çok fazlaydılar. Buldog biraz daha yaklaştı. İzleyemeyecektim. Kediyi o durumda terk etmekten büyük utanç duyuyordum. Kedinin kaçma teşebbüsünde bulunma olasılığı vardı, ama engelleyeceklerini biliyordum. Kedi sadece köpekle değil, insanlıkla da karşı karşıyaydı. Dönüp çıktım bahçeden. Park yerini geçip eve yürüdüm. Babam ön bahçede bekliyordu. Nerdeydin? diye sordu. Cevap vermedim. 67 İçeri gir, dedi, ve bu kadar mutsuz görünme sonra gerçekten mutsuz ederim seni! 21 Sonra Justin Ortaokulu'na girdim. Delsey İlkokulu'ndaki tiplerin yarısı ordaydı, en iri ve kötü yarısı. Başka okullardan başka iriler de gelmişti. Bizim 7. sınıf 9. sınıftan daha yapılıydı. Beden dersinde sıraya girmiştik, tuhaf bir görüntü sergiliyorduk, çoğumuz beden öğretmeninden daha iriydi. Yoklama sırasında öylece dururduk, omuzlar düşük, hafif kambur, göbekler sarkmış, başlar önde. Tanrım, dedi beden öğretmenimiz Bay Wagner, omuzlarınızı geri atın, dik durun! Kimse kımıldamadı. Biz böyleydik, başka türlü olmak istemiyorduk. Çoğumuz yoksul ailelerden geliyordu, kötü besleniyorduk, ama bir şekilde devler gibi gelişmiştik. Ailelerimizden çok az sevgi almıştık, kimseden sevgi ve şefkat beklemiyorduk. Gülünçtük ama kimse yüzümüze gülmeye cesaret

54 edemiyordu. Çocuk olmaktan sıkılmış, çok çabuk büyümüştük sanki. Büyüklerimize saygı duymuyorduk. Uyuz kaplanlardan farkımız yoktu. Yahudi çocuklardan birinin. Sam Feldman ın, kara bir sakalı vardı, her sabah tıraş olmak zorundaydı. Öğleye doğru çenesi kararmaya başlardı. Göğsü kıllıydı ve koltuk altları korkunç kokardı. Bir de 25 santimlik uzun ve yumuşak kamışlı Peter Mangalore vardı. Ve duşa girdiğimizde taşaklarımın herkesin-kinden daha iri olduğunu keşfetmiştim. Hey, şunun taşaklarına bakar mısınız? Aman tanrım! Kamış ufak ama taşaklara bak! Vay canına! Neydi bizi böyle yapan bilmiyorum ama farklıydık, hissediyorduk bunu. Konuşmamızda ve yürüyüşümüzde belli oluyordu farklı olduğumuz. Pek konuşmuyorduk, gösteriyorduk sadece. Buydu insanları bu kadar kızdıran: kıymet bilmezliğimiz. 7. sınıf öğrencileri dersler bittikten sonra 8. ve 9. sınıf öğrencileriyle Amerikan futbolu oynarlardı. Denge yoktu. Çok kolaydı bizim için, yere seriyorduk onları, yorulmadan. Karşı takımın oyuncusunu durdurmak için dokunmanın yeterli olduğu tür Amerikan futbolunda, hücum eden takım, genellikle adam kaçırıp uzun pasla sayı bulmaya çalışır. Biz öyle oynamazdık ama, adamımızı karşı takımın savunma- 68 sını yararak kaçırırdık. Saldırgan olmak için bir bahaneydi bizim için futbol, kaçırdığımız adamın sayı yapıp yapmadığı umurumuzda bile değildi. Arada sırada pas oyununa dayalı bir hücum planladığımızda karşı takımın oyuncuları sevinirlerdi. Kızlar okuldan sonra kalıp bizi izlerlerdi. Kızların bazıları lise öğrencileriyle çıkıyorlardı, ortaokul öğrencileriyle işleri yoktu, ama yine de okuldan sonra kalıp bizim maçlarımızı izlerlerdi. Ünlüydük. Kızlar bizi izler ve hayran olurlardı. Ben takımda değildim ama saha kenarında dolanıp gizliden sigara içer, kendimi takımın koçu gibi hissederdim. Kızlara bakıp onlarla düzüşeceğimizi düşünürdük. Ama otuz bir çekiyorduk çoğumuz. Otuz bir. Nasıl keşfettiğimi anımsıyorum. Bir sabah Eddie yatak odamın penceresini tıklattı. Ne var Eddie? Elindeki laboratuvar tüpünü kaldırdı, dibinde bir sıvı vardı. Bel, dedi Eddie, benim belim. Yok ya? Evet, bütün yapman gereken eline tükürüp kamışını sıvazlamak, güzel oluyor ve çok geçmeden kamışının ucundan bir sıvı fışkırıyor. O sıvıya 'bel' deniyor. Yok ya? Ya.

55 Eddie test tüpüyle kayboldu. Bir süre düşündükten sonra denemeye karar verdim. Kamışım sertleşmişti, hoşuma gitti. Sürdürdükçe daha çok zevk almaya başladım ve daha önce tanımadığım bir duyguya dönüştü. Sonra bir sıvı fışkırdı kamışımın ucundan. O günden sonra arada bir yapar olmuştum. Bir kızla seviştiğini düşününce daha da iyi oluyordu. Bir gün saha kenarında durmuş, takımımızın başka bir sınıf takımının canına okuyuşunu izliyor, gizliden sigara fırtlıyordum. Her iki yanımda da birer kız vardı. Çocuklar hücuma kalkarken beden öğretmeni Curly Wagner'in bana doğru geldiğini fark ettim. Sigarayı fırlatıp alkışlamaya başladım. Hadi çocuklar! Kıç üstü oturtalım şunları! Wagner yanıma geldi. Orda durup baktı bana bir süre. Pis bir tebessüm edinmiştim artık. Hepinizin hakkından geleceğim! dedi, özellikle senin! Başımı çevirip kayıtsız bir bakış attım, sonra çevirdim yüzümü. 69 Wagner öylece durup baktı bana. Sonra çekip gitti. Bayağı haz duymuştum. Kötülerden biri addedilmek hoşuma gitmişti, kötü olduğumu hissetmek. Herkes iyi olabilirdi, iyi biri olmak cesaret gerektirmiyordu. Dilinger cesurdu. Ma Barker o adamlara makineli tüfeğin nasıl kullanılacağını öğreten müthiş bir kadındı. Babam gibi olmak istemiyordum. O kötü geçiniyordu sadece. Kötüysen kötü rolü yapman gerekmez, kötüsündür. Kötü biri olmak hoşuma gidiyordu. İyi olmaya çalışmak hasta ediyordu beni. Yanımdaki kız, Wagner'in seninle bu şekilde konuşmasına izin vermemelisin, ondan korkuyor musun? diye sordu. Dönüp baktım kıza. Uzun süre, hareketsiz. Neyin var senin? dedi. Başımı çevirip yere tükürdüm ve uzaklaştım. Ağır adımlarla saha kenarından çıkış kapısına, ordan da eve yürüdüm. Wagner sürekli gri svetşörtle gri pantolon giyerdi. Küçük bir göbeği vardı. Onu endişelendiren bir şeyler olurdu daima. Tek avantajı yaşıydı. Bize blöf yapıp duruyordu, ama zayıflıyordu blöfleri giderek. Beni iteklemeye hakkı olmayan birileri beni itekliyordu sürekli. Wag-ner ve babam. Babam ve Wagner. Neydi istedikleri? Neden yollarına çıkıp duruyordum? 22 Bir gün çocuğun teki yapıştı bana, ilkokulda David'in yaptığı gibi. Zayıf, ufak tefek biriydi ve tepesinde hiç saçı yoktu neredeyse. Çocuklar Dazlak diye çağırıyorlardı onu. Asıl adı Eli LaCrosse'tu. Asıl adını seviyordum ama onu sevmiyordum. Bana yapışmıştı. O kadar acınası bir hali vardı ki defolup gitmesini söyleyemiyordum. Aç kalmış ve tekmelenmiş bir sokak köpeğinden farksızdı. Onunla beraber olmak hoşuma gitmiyordu. Ama o

56 sokak köpeği duygusunu bildiğim için bana takılmasına izin veriyordum. Her cümlesinde bir küfür vardı mutlaka, en az bir küfür. Ama yapaydı, sert biri değildi, korkuyordu. Ben korkmuyordum ama kafam karışıktı. İyi bir ikili oluşturuyorduk belki de. Her gün okul çıkışında onu eve bırakıyordum. Annesi, babası ve büyükbabası ile yaşıyordu. Küçük bir parkın karşısında küçük bir evde. O semti seviyordum, gölge veren büyük ağaçları vardı. Biri bana çirkin olduğumu söyledikten sonra gölgeyi güneşe, karanlığı ışığa 70 yeğler olmuştum. Yürüyüşlerimiz esnasında Dazlak bana babasından söz etmişti. Bir zamanlar doktorluk yapmıştı, başarılı bir cerrahtı ama içki yüzünden doktorluk yetkisi elinden alınmıştı. Bir gün Dazlak ın babasıyla karşılaştım. Bir ağacın altındaki iskemleye oturmuştu, öylece oturuyordu. Baba, dedi Dazlak, bu Henry. Merhaba Henry. Evinin basamaklarında duran büyükbabamı ilk kez görüşümü anımsatmıştı bana. Dazlak ın babasının saçı ve sakalı siyahtı gerçi ama gözler aynıydı - parlak ve tuhaf. Ve işte Dazlak orda duruyordu, oğlu, hiç parıldamadan. Hadi, dedi Dazlak, izle beni. Evin altındaki mahzene indik. Karanlık ve rutubetliydi orası, gözlerimiz karanlığa alışana dek bekledik. Sonra fıçıları seçebilmeye başladım. Bu fıçılar değişik cins şarapla dolu, dedi Dazlak, her fıçının bir musluğu var. Denemek ister misin? Hayır. Hadi, bir yudum al. Neden? Sen kendini erkekten mi sayıyorsun? Sert biriyim ben. Bir yudum al öyleyse. Dazlak bana meydan okuyordu. Olacak iş değildi. Fıçılardan bri-nin yanına gidip eğildim. Aç şu allahın cezası musluğu! Allahın cezası ağzını da aç! Örümcek var mıdır burda? Hadi! Hadi, allahın cezası! Ağzımı musluğun altına sokup musluğu çevirdim. Kokulu bir sıvı damladı ağzıma. Tükürdüm. Ödlek olma! Yut şunu! Musluğu açıp ağzımı dayadım. Kokulu sıvı ağzıma girdi ve yuttum. Musluğu kapatıp ayağa kalktım. Kusacak gibi olmuştum. Şimdi sen iç, dedim Dazlak'a. Tabii, dedi, ben korkmuyorum!

57 Bir fıçının altına girip sıkı bir yudum aldı. Onun gibi bir pısırık benimle baş edememeliydi. Başka bir fıçının altına girip sıkı bir yudum 71 r da ben aldım. Ayağa kalktım..kendimi iyi hissetmeye başlıyordum. Hey Dazlak, dedim, sevdim ben bunu. Biraz daha iç. Biraz daha içtim. Tadı giderek düzeliyordu. Daha iyi hissediyordum kendimi. Babanın şarabından fazla içmesek iyi olur Dazlak, dedim. Umursamaz. İçkiyi bıraktı. Hiç bu kadar iyi hissetmemiştim kendimi. Otuz bir çekmekten bile iyiydi. Fıçıdan fıçıya gidiyordum. Sihirli bir şeydi içki. Neden kimse söylememişti bunu bana? İçki ile hayat harikulade, insan mükemmeldi, kimse rahatsız edemezdi onu. Dik durup Dazlak a baktım. Annen nerde? Anneni düzeceğim! Öldürürüm seni, orospu çocuğu, annemden uzak dur! Seni pataklayabileceğimi biliyorsun Dazlak. Evet. Peki. Anneni rahat bırakacağım. Gidelim öyleyse. Bir yudum daha. Bir fıçıya gidip koca bir yudum daha aldım. Sonra mahzenin merdivenlerinden yukarı çıktık. Demek mahzene indiniz ha? dedi babası. Evet, dedi Dazlak. Biraz erken başlamıyor musunuz? Cevap vermedik. Bulvara yürüdük, sakız satan bir dükkâna girdik. Bir sürü alıp hepsini ağzımıza attık. Annesinin öğreneceğinden endişe ediyordu. Ben hiçbir şeyden endişe etmiyordum. Bir park bankına oturup sakız çiğnedik ve ben yeni bir şey keşfettiğimi düşündüm. Bana çok uzun bir süre yardımcı olacak yeni bir şey. Parktaki çimler daha yeşil, banklar daha güzel görünüyordu. Bu içki denen şey cerrahlara yaramıyordu belki, ama cerrah olmak isteyen biri kafadan biraz noksandı zaten. 23 Justin Lisesi'nde biyoloji dersleri ilginçti. Bay Stanhope geliyordu biyolojiye. 55 yaşlarında, yaşlı biriydi, ve ona her istediğimizi yaptırı- 72 yorduk. Lilly Fischman bizim sınıftaydı, gerçekten gelişmiş bir kızdı Lilly. Göğüsleri inanılmaz irilikte, yüksek ökçeli ayakkabıları ile yürürken salladığı

58 kıçı harikuladeydi. Müthişti, bütün çocuklarla konuşur, konuşurken onlara sürtünürdü. Her gün aynı şey yaşanıyordu biyoloji dersinde. Biyoloji filan öğrendiğimiz yoktu. Bay Stanhope on dakika kadar konuştuktan sonra Lilly, Ama biraz eğlenelim Bay Stanhope! derdi. Olmaz! Ama Bay Stanhope! Kürsüye gidip Bay Stanhope'un üstüne şefkatle eğilir, kulağına bir şeyler fısıldardı. Aman, peki... derdi Bay Stanhope. Sonra şarkı söyleyip kıvırmaya başlardı Lilly. Açılışı hep The Lullaby of Broadvvay ile yapar, sonra diğer numaralarına geçerdi. Nefisti, ateşliydi, yanıyor, bizi de yakıyordu. Gelişmiş bir kadından farkı yoktu. Stanhope'u çıldırtıyordu, bizi çıldırtıyordu. Olağanüstüydü. Yaşlı Stanhope ağzının suları akarak izlerdi. Stanhope'a gülerken Lilly'ye tezahüratta bulunurduk. Bir gün müdür Bay Lacefield koşarak sınıfa girene dek sürmüştü bu. Neler oluyor burda? Stanhope öylece oturuyordu, dili tutulmuştu. Bu ders sona ermiştir! diye bağırdı Lacefield. Dışarı çıkmak için sıraya girerken, Ve siz, Bayan Fischman, büroma gelin, diye ilave etti. O olaydan sonra biyoloji ödevlerimizi yapmadık tabii ki. Bu da Bay Stanhope bize ilk sınavı yapana dek önemli olmamıştı. Hass..tir, dedi Peter Mangalore yüksek sesle, ne yapacağız? Peter 25 santimlik yumuşak kamışlı çocuktu, Sen ömründe bir gün bile çalışmak zorunda kalmayacaksın, dedi Jack Dempsey'i andıran, bu bizim sorunumuz. Allah kahretsin, dedi sınıfın arka sıralarından biri, her kırık aldığımda babam tırnaklarımdan birini söküyor. Sınav kâğıtlarımıza bakıyorduk hepimiz. Ben kendi babamı düşündüm. Sonra Lilly Fischman'ı düşündüm. Orospunun tekiydi Lilly Fischman, kötü bir kadındı, bizim önümüzde şarkı söyleyip kıvırdığı için cehennemi boylayacaktık hepimiz. Stanhope bizi izliyordu. Neden kimse yazmıyor? Soruları neden yanıtlamıyorsunuz? Herkesin kalemi var mı? Evet, evet, herkesin kalemi var, dedi biri. Lilly en önde, Bay Stanhope'un kürsüsünün hemen yanında oturuyordu. Biyoloji kitabını açıp ilk sorunun yanıtına baktığını gördük. İşareti almıştık. Hepimiz kitaplarımızı açtık. Stanhope öylece durmuş bizi izliyordu. Ne yapacağını bilemiyordu. Ağzından tükürük saçıyordu. Beş dakika kadar

59 oturdu. Sonra birden ayağa fırlayıp sıraların arasında bir aşağı bir yukarı yürümeye başladı. Ne yapıyorsunuz? Kapatın kitapları! Kapatın kitapları! Hızla yürürken yanından geçtiği öğrenciler kitaplarını kapıyor, o geçtikten sonra tekrar açıyorlardı. Dazlak yanımdaki sıradaydı, gülüyordu. Salağın teki! yaşlı bir salak! Biraz acımıştım Stanhope'a ama ya kendimi seçecektim ya da onu. Stanhope kürsüsünün arkasına geçip bağırdı, Kitaplar kapatılmalı yoksa bütün sınıfı çaktırırım! Sonra Lilly Fischman ayağa kalktı. Eteğini kaldırıp ipek çoraplarından birini yukarı çekti. Jartiyerini düzeltti ve beyaz tenini gördük. Sonra öbür çorabını çekip düzeltti. Böylesini görmemiştik daha önce, Bay Stanhope da görmemişti böylesini. Lilly yerine oturdu ve sınav bütün kitaplar açık bitti. Stanhope kürsüsünün arkasında tamamen yenik bir şekilde oturmuştu. Kafaya aldığımız bir diğeri Pop Farnsvvorth idi. Motor kursunun birinci günü başlamıştık. Burda yaparak öğrenilir. Hemen şimdi başlıyoruz. Önünüzdeki motorları söküp dönem sonuna kadar çalışır bir vaziyette monte etmiş olacaksınız. Duvarda şemalar var ve ben sorularınızı yanıtlayacağım. Bir motorun nasıl çalıştığına dair filmler de izleyeceksiniz. Ama şimdi motorları sökerek başlıyoruz. Aletler karşınızdaki raflarda. Hey, Pop, önce şu filmi izlesek? diye sordu biri. 'Projenize başlayın!' dedim. Bu kadar motoru nerden bulmuşlardı bilemiyorum. Yağlı, siyah ve paslıydılar. İşe yaramaz görünüyordu hepsi. S..tir, dedi çocuklardan biri, tıkalı heladan farkı yok bunun. Motorlarımızın başında duruyorduk. Çocukların çoğu ingilizanah-tarı almışlardı. Kızıl Kirkpatrick bir tornavida alıp dikkatli bir şekilde 74 motorun üstündeki yağ tabakasını kazıyarak altmış cm uzunluğunda siyah bir yağ şeridi oluşturmuştu. Hadi Pop, şu filme ne dersin? Beden dersinden yeni çıktık, ayakta duracak halimiz yok! Wagner kurbağalar gibi sıçratıp durdu bizi! Sizden istenen şekilde işe başlayın! Başladık. Anlamsızdı. Müzik dersinden bile daha kötüydü. Bazı alet sesleri ve derin nefesler duyuluyordu. ALLAH KAHRETSİN! diye bağırdı Harry Henderson, ELİMİ PARÇALADIM! BEYAZ ESARETTEN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİL BU! Sağ eline dikkatle bir mendil sardı ve mendilden sızan kanı görünce lanet olsun! dedi. Biz deniyorduk. Başımı bir filin yarığına sokmayı yeğlerim, dedi Kızıl Kirkpatrick.

60 Jack Dempsey ingilizanahtarını yere fırlattı. Bırakıyorum, dedi, istediğinizi yapın bana, bırakıyorum. Öldürün beni. Taşaklarımı kesin. Bırakıyorum. Gidip duvara dayandı. Kollarını kavuşturup ayakkabılarına baktı. Durum gerçekten kötü görünüyordu. Kursta hiç kız yoktu. Atölyenin arka kapısından okulun bahçesi görünüyordu, güneş ışığı ve aylakça dolanılacak boş bir alan. Ve işte biz, beş para etmeyen motorların üstüne eğilmiştik. Aptal çelik parçaları. Merhamet istiyorduk. Yaşamlarımız yeterince aptaldı zaten. Bir şeylerin bizi kurtarması gerekiyordu. Pop un yumuşak biri olduğunu duymuştuk ama doğru değildi galiba. Dev yapılı, bira göbekli orospu çocuğunun tekiydi. Yağlı bir tulum giymişti, saçları gözlerine düşüyordu, çenesine yağ bulaşmıştı. Amie Whitechapel ingilizanahtarını yere fırlatıp Bay Farnsvvorth' ün yanına gitti. Geniş bir gülümseme vardı Arnie'nin yüzünde. Hey Pop, yeter artık ha? Motorunun başına dön Whitechapel! Hadi, Pop! Arnie bizden birkaç yaş daha büyüktü. Birkaç yıl çocuk ıslahevinde kalmıştı. Ama yaşça bizden büyük olmasına rağmen yapı olarak bizden daha ufaktı. Vazelinle arkaya taranmış çok siyah saçları vardı. Erkekler tuvaletinin aynasının karşısına geçip sivilcelerini sıkardı. Kızlarla pis konuşur, cebinde Sheik marka prezervatif taşırdı. İyi bir fıkram var sana Pop! Öyle mi? Motorunun başına Whitechapel. Çok iyi bir fıkra Pop. 75 Arnie'nin eğilip Pop'un kulağına belden aşağı bir fıkra anlatışını izledik. Başları birbirine yakındı. Sonra fıkra bitti ve Pop gülmeye başladı. O koca bedeni ikiye katlanmıştı, göbeğini tutuyordu. Ha ha ha! Aman allahım! Ha ha ha! diye güldü. Sonra durdu. Tamam Ar-nie, motorunun başına! Dur, Pop, bir tane daha var! Yok ya? Motorları bırakıp yanlarına gittik. Arnie bir sonraki fıkrayı anlatırken çevrelerinde bir çember oluşturmuştuk. Fıkra bittiğinde Pop iki büklümdü yine. Tanrım, ha ha ha! Bir tane daha var, Pop. Adamın teki çölde arabasını sürüyormuş. Birden yola fırlayan birini fark etmiş. Adam çıplakmış ve elleriyle ayakları iple bağlıymış. Adam arabayı durdurup sormuş, 'ne oldu, neyin var? Çıplak olan anlatmış, 'arabamla giderken otostop yapan bir orospu çocuğu gördüm, keriz gibi durdum ve orospu çocuğu silah çekti bana. Elbiselerimi alıp beni bağladı, sonra da düzdü.' 'Öyle mi?' demiş adam arabasından inip fermuarını açarken, 'bu senin şanslı günün değil galiba!'

61 Pop iki büklümdü. Ha ha ha ha... TANRIM... Ha ha...! Durdu sonunda. Allah kahretsin, dedi sessizce, aman allahım... Şu filme ne dersin Pop? Peki, tamam. Biri arka kapıyı kapattı ve Pop kirli bir beyaz ekran çıkardı. Film makinesini çalıştırdı. Berbat bir filmdi ama motorlarda çalışmaya beş çekerdi. Benzin bujileri ateşliyor, patlama silindir başlarına ulaşıyor, silindir hareket edince krank mili dönüyor, supaplar açılıp kapanıyor ve silindir başları bir aşağı bir yukarı hareket ettikçe krank mili dönmeyi sürdürüyordu. Pek ilginç değildi ama serindi içerisi, arkana yaslanıp dilediğini düşünebiliyordun hiç olmazsa. Aptal çelikte ellerini parçalamıyordun. Bırakın motorları çalışır vaziyette monte etmeyi, onları sökmedik bile. O aynı filmi kaç kez izledik bilmiyorum. Whitechapel fıkralarını sıralamayı sürdürdü, Pop da iki büklüm gülmeyi. Fıkralar çok kötüydü ama deliler gibi gülüyorduk hepimiz. Aman tanrım! Ha ha ha...! İyi biriydi Pop. Hepimiz hoşlanırdık ondan İngilizce öğretmenimiz Bayan Gredis kesin en iyisiydi. Uzun, sivri burunlu bir sarışındı. Burnu pek bakılacak cinsten değildi ama burnuna bakmıyorduk zaten. Dar elbiseler, V yaka kazaklar, ipek çoraplar ve yüksek ökçeli siyah ayakkabı giyerdi. Uzun, harikulade bacakları, yılanımsı bir vücudu vardı. Sadece yoklama yaparken kürsüsünde otururdu. Sıralardan birini boş tutar, yoklamadan sonra gelip yüzü bize dönük bir şekilde sıraya otururdu. Bacak bacak üstüne atmış, eteği yukarda. Böyle dizler görmemiştik daha önce, böyle bacaklar, böyle baldırlar. Tamam, Lilly Fischman'ı sayabiliriz ama Lilly bir çocuk-kadınken Bayan Gredis olgun bir kadındı. Her gün bir saat onu seyretme şansına sahiptik. İngilizce dersinin bitiş zili çaldığında üzülmeyen tek erkek öğrenci yoktu sınıfta. Onun hakkında konuşurduk. Düzülmek mi istiyor sence? Hayır. Bizi tahrik ediyor sadece. Bizi çıldırttığını biliyor, tek istediği bu, buna gereksinimi var. Nerde oturduğunu biliyorum. Bir gece ziyaretine gideceğim. Ne gezer sende o taşak! Öyle mi? Öyle mi? Kıçım düzeceğim onun! Aranıyor! 8. sınıfta tanıdığım bir çocuk onu görmeye gittiğini söyledi. Ne olmuş? Gecelikle açmış kapıyı, memeleri dışardaymış neredeyse. Çocuk ertesi günkü ödevini unuttuğunu, ödevi almak için geldiğini söylemiş. İçeri almış çocuğu. Atmıyorsun değil mi?

62 Hayır. Hiçbir şey olmamış ama. Ona çay ikram etmiş, ödevini anlatmış, sonra da çocuk gitmiş. Ben içeri girmiş olsaydım işini bitirmiştim. Yok ya? Ne yapardın? Önce parmaklar, sonra yalardım. Sonra da memelerini düzüp zorla ağzına verirdim. İyi hayal kuruyorsun. Sen hiç düzüştün mü? S..tir, tabii. Kaç kere. Nasıldı? Berbat. Boşalamadın herhalde. 77 Her yere boşaldım, hiç kesilmeyecek sandım. Avucunda her yere boşaldın demek istiyorsun, değil mi? Ha, ha, ha! Ah, ha, ha, ha, ha! Ha, ha! Avucuna değil mi? S..tirin gidin! İçimizden birinin düzüştüğünü sanmıyorum, dedi biri. Sessizlik oldu. O da iş mi? Yedi yaşımda düzüştüm ben. O da bir şey mi? Ben dört yaşımda düzüştüm. Tabii Kızıl. At atabildiğin kadar! Küçük bir kızı evin bodrumuna atmıştım. Sertleşmiş miydin? Tabii. Boşaldın mı? Galiba. Bir şeyler fışkırmıştı. İşemiş olmalısın Kızıl. S..tir! Adı neydi? Betty Ann. Ne? Benimkinin de adı Betty Ann'di, dedi yedi yaşında düzüştüğünü iddia eden. Vay orospu, dedi Kızıl. Güzel bir bahar günü İngilizce dersindeydik ve Bayan Gredis ön sırada yüzü bize dönük oturuyordu. Eteği her zamankinden daha yu-kardaydı. Ürkütücü, harikulade, sihirli ve aşağılık bir görüntüydü. Böyle bacaklar, böyle baldırlar görülmemişti, sihirli bir şey izliyorduk. İnanılmazdı. Dazlak yanımdaki sırada oturuyordu, elini uzatıp parmağı ile dürttü beni: Bütün rekorları kırıyor! diye fısıldadı. Bak! Bak!

63 Tanrım, dedim. Sus, yoksa eteğini indirecek! Dazlak elini çekti ve bekledim. Bayan Gredis'i tedirgin etmemiştik. Eteği yukarda kaldı. Gerçekten anımsanacak bir gün yaşıyorduk. Sınıfta sertleşmemiş tek erkek öğrenci yoktu ve Bayan Gredis konuşmayı sürdürüyordu. Söylediklerinin tek kelimesini bile duymadığımızdan eminim. Ama kızlar arada sırada birbirlerine, bu orospu fazla 78 ileri gitti bu kez, anlamına gelen bakışlar atıyorlardı. Bayan Gredis fazla ileri gidemezdi. Orda, yukarda, bir yarık değil de, çok daha güzel bir şey vardı sanki. O bacaklar. Pencereden süzülen ışık o bacaklara, o baldırlara dökülüyor, bacaklarını saran ipek çorapların üstünde ışık oyunları oluşturuyordu. Eteği o kadar yukarda ve dardı ki hepimiz külotunu görme ümidi içindeydik, küçücük bir parçasına razıydık. Tanrım, dünya bitiyor, başlıyor, sonra yine bitiyordu sanki, gerçek ve gerçek olmayan her şey ordaydı, güneş, baldırlar, ipeğin o sıcak ve yumuşak cazibesi. Oda bir kalp gibi atıyordu. Gözler bulanıyor, sonra tekrar odaklanıyor, Bayan Gredis orda oturmuş sıradışı bir şey yokmuş, her şey normalmiş gibi konuşmayı sürdürüyordu. Her şeyi bu kadar iyi ve korkunç yapan da buydu; hiçbir şey olmuyormuş gibi davranması. Bir an sıramın üstündeki tahtanın yapısına baktım, her şey büyümüştü, çizgiler içinden su akan nehirler gibiydiler. Sonra gözümü ayırdığımda bir şeyler kaçırmış olabileceğim düşüncesi ile kendime kızgın, süratle bacaklara ve baldırlara döndüm. Sonra sesi duyduk: Tak, tak, tak, tak... Richard Waite. Arka sırada otururdu. Kocaman kulakları, kalın dudakları vardı, şişmiş korkunç dudaklar ve kocaman bir kafa. Gözleri neredeyse renksizdi, ilgi ve zekâdan yoksun. Ayakları iri, ağzı sürekli açıktı. Konuştuğunda kelimeler tek tek çıkardı ağzından, arada uzun boşluklarla. Ödlek biri bile değildi. Kimse konuşmazdı onunla. Kimse onun okulda ne aradığını bilmiyordu. Kişiliğinde önemli bir şeyin eksik olduğu izlenimini uyandırırdı. Temiz giyinirdi ama gömleği mutlaka arkadan çıkmış, gömleğinin veya pantolonunun birkaç düğmesi kopmuş olurdu. Richard Waite. Bir yerlerde yaşıyor, her gün okula geliyordu. Tak, tak, tak... Richard Waite otuz bir çekiyordu, Bayan Gredis'in bacaklarının şerefine. Zayıf düşmüştü sonunda. Toplumun kurallarını anlamıyordu belki de. Hepimiz duyuyorduk onu. Bayan Gredis duyuyordu. Kızlar duyuyordu. Hepimiz biliyorduk ne yaptığını. Öyle aptaldı ki, işini sessizce görmeyi bile beceremiyordu. Ve giderek artıyordu heyecanı. Sesler yükselmişti. Yumruğu sıranın üst kapağına çarpıyordu. 79 TAK, TAK, TAK...

64 Bayan Gredis'e baktık. Ne yapacaktı? Duraksadı. Sınıfa baktı. Gülümsedi. Her zamanki gibi sakin görünüyordu. Ve konuşmasını sürdürdü. İngilizce'nin zengin ve bulaşıcı bir dil olduğuna inanıyorum. Her şeyden önce böyle eşsiz bir dilimiz olduğu için müteşekkir olmalıyız. Bu dili bozarsak kendimizi bozmuş oluruz. Öyleyse, dinleyelim, önemseyelim ve sahip çıkalım, ama bu dili keşfedip yeni risklere girmekten de çekinmeyelim... TAK, TAK, TAK... İngiltere'yi ve onların ortak dilimizi konuşma biçimini unutmalı-yız. İngilizce'nin o şekilde konuşulması incelikli olmakla beraber bizim konuştuğumuz Amerikanca'nın henüz keşfedilmemiş derin kaynakları var. Bu kaynaklardan henüz yararlanılmadı ama zamanı gelince uygun yazarlar sayesinde edebiyat alanında bir patlama gerekleşe-bilir... TAK, TAK, TAK... Evet, Richard Waite kimsenin konuşmadığı ender öğrencilerden biriydi. Aslında ondan korkuyorduk. Pataklayabileceğin biri değildi, kimseyi memnun etmezdi bu. Ondan olabildiğince uzak olmak, o kocaman dudaklara, yaralı bir kurbağanın ağzını andıran ağzına bakmamak istiyorduk. Ondan kaçıyorduk çünkü Richard Waite'i yenmek mümkün değildi. Bayan Gredis İngiliz kültürü ile Amerikan kültürünü kıyaslarken bekliyorduk. Richard işini sürdürürken biz bekliyorduk. Richard'ın yumruğu sıranın üst kapağına vururken kızlar bakışıyor, erkekler bu g.tün bizimle aynı sınıfta işi ne diye düşünüyorlardı. Her şeyi berbat edecekti. Bu g.t yüzünden Bayan Gredis eteğini aşağı çekecekti. TAK, TAK, TAK... Ve birden kesildi. Richard öylece oturuyordu. Bitirmişti. Çaktırmadan ona bakıyorduk. Aynı görünüyordu. Beli kucağında mıydı, yoksa avucunda mı? 80 Zil çaldı. İngilizce dersi bitmişti. Aynı şey daha sonra tekrarlanacaktı. Bayan Gredis ön sırada bacak bacak üstüne atmış konuşurken Richard Waite sık sık eline patlatıyordu. Durumu kabullenmiştik. Bir süre sonra eğlenceli olmaya bile başlamıştı. Kızlar da durumu kabullenmişlerdi ama onlara pek eğlenceli gelmiyordu, özellikle neredeyse tamamen unutulmuş Lilly Fisc-hman'a. Richard Waite in yanı sıra canımı sıkan biri daha vardı sınıfta: Harry Walden. Kızlar onu güzel buluyorlardı. Uzun, altın sarısı bukleleri vardı ve tuhaf kıyafetler giyerdi. 18. yüzyıl züppelerini andırıyordu, garip renkler, koyu yeşiller, koyu maviler, ailesi bu elbiseleri hangi cehennemde bulurdu bilemiyorum. Ve hep çok sessiz ve dikkatli oturur, her şeyi dikkatle dinlerdi. Her şeyi anlıyormuş gibi. Kızlar, O bir dâhi, diyorlardı. Ben hiçbir şeye benzetemiyordum. Anlamadığım, sınıf dayılarının ona neden bulaşmadığıydı. Rahatsız ediyordu bu beni. Nasıl oluyor da bu kadar kolay sıyrılabiliyordu?

65 Bir gün koridorda buldum onu. Durdurdum. Bir boka benzetemiyorum seni, dedim. Nasıl oluyor da herkes seni bu kadar müthiş buluyor? Walden başını çevirip sağ omuzunun üstünden baktı ve ben başımı o yöne çevirince kanalizasyondan çıkmış biriymişim gibi yanımdan sıyrıldı, sınıfa girip sırasına oturdu. Neredeyse her gün Bayan Gredis malı ortaya döküyor, Richard Waite tek kürek gidiyor ve bu Walden tek kelime etmeden orda oturup bir dâhi olduğuna inanmış biri gibi davranıyordu. Uyuz oluyordum. Öbür çocuklara sormuştum, Baksanıza, bu Harry Walden'ın bir dâhi olduğunu düşünüyor musunuz gerçekten? O güzel elbiseleri ile tek kelime bile etmeden oturmaktan başka bir şey yaptığı yok. Bu neyi kanıtlar? Biz de yapabiliriz bunu. Cevap vermediler. Çocukların bu orospu çocuğu ile ilgili duygularını anlayamıyordum. Durum giderek daha da can sıkıcı olmaya başlamıştı. Harry Walden'ın her gece Bayan Gredis'i görmeye gittiği, onun en gözde talebesi olduğu ve seviştikleri söylentisi yayıldı. Hasta olmuştum duyduğumda. O tuhaf yeşil-mavi elbisesini çıkarıp katladığını, bir iskemleye yerleştirdikten sonra portakal rengi saten şortunu 81 çıkarıp çarşafların arasına girdiğini, Bayan Gredis'in onun bukleli altın başını göğsüne bastırıp okşadığını ve birçok başka şeyi daha kuruyordum kafamda. Her şeyi biliyormuş gibi görünen kızların da ağzındaydı bu. Kızlar Bayan Gredis'ten pek hoşlanmazlardı ama bu durumu onaylıyorlar, Harry Walden şefkate ihtiyacı olan hassas bir dâhi olduğu için bu ilişkiyi mantıklı buluyorlardı. Harry Walden'ı bir kez daha kıstırdım koridorda. Sopalayacağım seni, orospu çocuğu, beni aldatamazsın! Harry Walden bana baktı. Sonra omuzumun üstünden bakıp, nedir ordaki? diye sordu eliyle işaret ederken. Başımı çevirdim. Geri baktığımda gitmişti. Onu bir dâhi olarak gören, ona bayılan kızların arasında güvenle oturuyordu. Harry'nin geceleri Bayan Gredis'i ziyaret ettiğine dair fısıltılar artıyor, bazı günler Harry okula bile gelmiyordu. En iyi günlcrimdi onlar çünkü sadece Richard'ın otuz birine katlanmak zorundaydım, altın bukleler ve etekli, kazaklı, kolalı elbiseli küçük kızların o tür şeylere olan hayranlığı yoktu hiç olmazsa. Harry'nin gelmediği günler, O çok hassas biri... derdi küçük kızlar. Bayan Gredis ölümüne düzüyor onu, diye ilave ederdi Kızıl Kirkpatrick. Bir gün sınıfa girdim ve Harry Walden'ın sırası boştu. Yine kaytarıyor diye düşündüm. Sonra haber sıradan sıraya yayıldı. Bana en son gelirdi daima. Nihayet bana da ulaştı. Harry Walden intihar etmişti. Bir gece önce. Bayan Gredis henüz bilmiyordu. Harry'nin sırasına baktım. Bütün o göz alıcı renkler

66 bir anda yok olup gitmişti. Bayan Gredis yoklamayı bitirdi. Ön sıraya oturup bacak bacak üstüne attı. İpek çorapları şimdiye kadar giydiklerinden daha açık renkti. Eteği kalçalarındaydı. Amerikan kültürünün yükselmesi kaçınılmazdır, dedi, Bugünkü şekli ile çok sınırlı ve yapılanmış olan İngiliz dili, tekrar keşfedilip geliştirilecek. Yazarlarımız, benim kendi kafamda Americanese diye adlandırdığım bir dilde yazacaklar... Bayan Gredis'in çorapları ten rengiydi. Çorap giymiyordu sanki, önümüzde çıplak duruyor gibiydi, çıplak değildi ama öyle görünmesi 82 daha da tahrik ediciydi. Giderek kendi gerçeklerimizi öğrenecek, kendi konuşma tarzımızı geliştireceğiz. Eski tarih, eski gelenekler, ölü ve yararsız düşler bu yeni sesi engelleyemeyecek... TAK, TAK, TAK Curly Wagner, Morris Moscowitz'i seçti sonunda. Okul çıkışında kapışacaklardı. Sekiz-on kişi haberi alıp izlemek için beden salonunun arkasına gittik. Kuralları Wagner koydu, Birimiz bırakıyorum diyene kadar dövüşüyoruz, dedi. Uygun, dedi Morris. Uzun ince bir çocuktu Morris. Aptaldı biraz, fazla konuşmaz, kimseye bulaşmazdı. Wagner bana baktı. Ve onunla işim bitince sıra sana gelecek! Bana mı koç? Evet Chinaski, sana. Küçümseyerek baktım ona. Bana saygı duymanız için gerekirse hepinizi tek tek marizleyece-ğim. Horozlanmayı seviyordu Wagner. Sürekli ya paralel barda çalışır, ya minderde perende atar, ya da sahanın etrafında koşardı. Yürürken kasılırdı ama göbekliydi. Kafanıza dikilip sanki bir bok parçasına bakıyormuş gibi size uzun uzun bakmaktan hoşlanırdı. Neydi sorunu bilmiyorum. Endişelendiriyorduk onu. Bütün kızları deli gibi düzdüğümüzü sanıyordu herhalde, bu düşünce canını sıkıyor olmalıydı. Dövüş başladı. Wagner işi biliyordu. Baş ve vücut çalımları çekiyor, ayak oyunları yapıyordu. Aniden dalıp geri çekilirken tıslıyordu. Etkileyiciydi. Moscovvitz'e üç sol direk çaktı. Moscovvitz kolları aşağıda öylece duruyordu. Boks hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Wagner çenesine bir sağ yerleştirdi sonra. Ass..tir! dedi Morris ve Wagner'in eğilip altından geçtiği bir yumruk salladı. Wagner yüzüne bir sağ-sol kombine ile karşılık verdi. Morris'in burnu kanıyordu. Allah kahretsin! dedi ve yumruklarını sallamaya başladı. Yerleştiriyordu da. Yumrukların seslerini duyuyorduk, Wagner'in

67 yüzüne iniyorlardı. Wagner karşılık vermeye çalıştı ama Moscovvitz'in yumruklarındaki i öfke ve güç yoktu onda. Vay canına! Hakla onu Morrie! Sıkı vuruyordu Moscowitz. Wagner'in göbeğine bir sol gömdü. Wagner'in nefesi kesildi ve düştü. İki dizinin üstüne çökmüştü. Yüzü kesilmişti, kanıyordu. Çenesi göğsündeydi, kötü görünüyordu. Bırakıyorum, dedi. Onu orda, binanın arkasında bırakıp Morris Moscowitz'i izledik. Yeni kahramanımızdı o bizim. Hey, Morrie, profesyonel olsana! On üçümdeyim henüz. Atölyenin arkasına gidip basamaklara oturduk. Birkaç kişi sigara* yakmıştı, dolaştırdık. Nedir bu herifin bizle alıp veremediği? diye sordu Morrie. Hadi Morrie, bilmiyor musun? Kıskanıyor. Kızları düzdüğümüzü sanıyor! Ben henüz öpüşmedim bile. Ciddi misin Morrie? Ciddiyim. Kuru düzüşmeyi öneririm Morrie, harikadır! Sonra Wagner geçti önümüzden. Mendili ile yüzünü siliyordu. Hey koç, diye bağırdı biri, rövanşa ne dersin? Durup bize baktı. Söndürün şu sigaraları! Olmaz koç, seviyoruz sigara içmeyi! Buraya gelip sigaraları söndürt bize koç! Evet koç, gel! Wagner durmuş bize bakıyordu. Sizinle işim bitmedi henüz! Her birinizle tek tek hesaplaşacağım! Nasıl yapacaksın bunu koç? Yeteneklerin sınırlı gibi. Evet koç, nasıl? Sahayı geçip arabasına yürüdü. Acıdım ona biraz. Bu kadar belalı görünen biri gerisini de getirebilmeli. Biz mezun olduğumuzda okulda bakire kalmayacağından endişe ediyor herhalde, dedi çocuklardan biri. Biri kulağına patlatmış bunun, beyni bellenmiş. Bu sözün üstüne dağıldık. Oldukça iyi bir gün geçirmiştik Annem her sabah düşük maaşlı işine gidiyor, işsiz olan babam da her sabah evden çıkıyordu. Komşuların çoğu işsiz olmasına rağmen, onun işsiz olduğunu bilmelerini istemiyordu. Her sabah aynı saatte arabasına binip işe gider gibi yapıyor, akşamları da hep aynı saatte dönüyordu. Ev bana kaldığı

68 için benim işime geliyordu bu. Evi kilitliyorlardı ama içeri girmenin yolunu biliyordum. Bir karton parçası ile tel kapıyı yerinden söküyordum. Balkon kapısını içerden kilitliyorlardı. Kapının aralığından bir gazete sokup anahtarı düşürüyordum. Sonra gazeteyi çektiğimde anahtar da geliyordu. Kapıyı anahtarla açıp giriyordum. Çıkarken tel kapıyı yerine takıyor, balkon kapısını içerden kilitleyip ön kapıdan çıkıyordum. Yalnız olmayı seviyordum. Bir gün oyunlarımdan birini oynuyordum. Masanın üstünde saniye kolu olan bir saat vardı, nefes tutma yarışması yapıyordum. Her seferinde kendi rekorumu egale ediyordum. Oldukça ıstıraplı oluyordu ama rekorumu birkaç saniye ile her kırışımda gururlanıyordum. O gün beş saniye ilerletmiş, nefeslenmek için pencereye gitmiştim. Kırmızı perdeli büyük bir pencereydi. Perdeler biraz aralıktı, dışarı baktım. Aman Tanrım! Penceremiz Ander-son'ların ön balkonunun tam karşısındaydı. Bayan Anderson basamaklara oturmuştu, elbisesinin içini görebiliyordum. Yirmi üç yaşlarında, çok biçimli bacakları olan bir kadındı. Neredeyse külotuna kadar görebiliyordum. Babamın dürbünü geldi aklıma. Dolabının üst rafında duruyordu. Koşarak alıp, koşarak döndüm ve çömelip dürbünü Bayan Anderson'un bacaklarına ayarladım. Ordaydım! Bayan Gredis'in bacaklarına bakmaktan farklıydı, bakmıyormuş gibi yapman gerekmiyordu. Yoğunlaşabiliyordum. Öyle yaptım. Ordaydım. Müthiş tahrik olmuştum. Ne bacaklardı onlar, ne butlar! Ve her kımıldayışı dayanılmaz ve inanılmazdı. Dizlerimin üstüne çöküp bir elimle dürbünü tutarken öbür elimle kamışımı çıkardım. Avucuma tükürüp sıvazladım. Bir an külotunun bir parçasını görür gibi oldum. Boşalmak üzereydim. Durdum. Bir süre dürbünle baktıktan sonra tekrar başladım Bu kez duramayacağımı biliyordum. Hemen önümdeydi. Eteğinden içeri bakıyordum! Boşaldım. Pencerenin önündeki sert tahtaların üstüne. Beyaz ve kalındı. Kalkıp banyoya gittim, biraz tuvalet kâğıdı alıp tahtaları sildim. Sonra 85 tekrar banyoya gidip tuvalet kâğıdını attım ve sifonu çektim. Bayan Anderson her gün o basamaklara oturuyor, ben de her seferinde dürbünü alıp elime patlatıyordum. Bay Anderson öğrenirse beni öldürür diye düşünüyordum...' Annemle babam her çarşamba akşamı sinemaya giderlerdi. Sinema çarşamba akşamları piyango tertipliyordu, ordan biraz para kazanabileceklerini umuyorlardı. Bir çarşamba akşamı bir şey keşfettim. Tam güneyimizdeki evde Pirozzi'ler oturuyordu. Bizim park girişimiz onların evinin kuzeyinden, oturma odalarına bakan pencerenin önünden geçiyordu. Bizim park girişimizin bir yan duvarı, duvarla pencere * arasında da çalılar vardı. Pencere tül perde ile örtülüydü. Duvarla pencere arasındaki çalılara gizlendiğimde yoldan geçen kimse beni göremezdi, özellikle geceleyin.

69 Oraya gizlendim. Umduğumdan da iyiydi, müthişti. Bayan Piroz-zi koltukta oturmuş gazete okuyordu. Bacak bacak üstüne atmıştı, odanın öbür tarafında bir koltukta Bay Pirozzi oturuyordu. Bay Piroz-zi de gazete okuyordu. Bayan Pirozzi, Bayan Gredis veya Bayan Anderson kadar genç değildi ama bacakları güzeldi ve yüksek ökçeli ayakkabılar giymişti. Gazetenin sayfasını her çevirdiğinde bacak değiştiriyor, eteği biraz daha yukarı çıktıkça daha fazlasını görüyordum. Bizimkiler sinemadan dönüp beni burda yakalasalar hayatım söner diye düşünüyordum. Değerdi ama. Riske değerdi. Pencerenin arkasında çıt çıkarmadan durmuş Bayan Pirozzi'nin bacaklarına bakıyordum. Collie cins iri köpekleri Jeff kapının önünde uyuyordu. O gün İngilizce dersinde Bayan Gredis'in bacaklarını seyretmiştim, sonra Bayan Anderson'a otuz bir çekmiştim ve şimdi dahası vardı. Bay Pirozzi neden bakmıyordu Bayan Pirozzi'nin bacaklarına? Gazetesini okuyordu sadece. Bayan Pirozzi'nin onu tahrik etmeye çalıştığı apaçıktı, çünkü eteği giderek yukarı çıkıyordu. Sonra bir sayfa çevirip çok hızlı bir hareketle bacak değiştirdi ve eteği ters döndü, beyaz butları ortaya çıkmıştı. Süt gibiydiler. İnanılmazdı! Aralarında en iyisi oydu! Sonra gözümün ucuyla Bay Pirozzi'nin bacağının kımıldadığını gördüm. Hızla ayağa kalkıp ön kapıya doğru gitti. Koşmaya başladım, çalılara çarpa çarpa. Ön kapıyı açtığım duydum. Park yerinden çıkıp arka bahçemize, garajın arkasına koştum. Bir an durup dinledim. Sonra tel örgüden atlayıp yandaki evin arka bahçesine geçtim. Arka bah- 86 çeden sokağa çıkıp, koşuya hazırlanan bir atlet gibi güneye doğru koştum. Arkamda kimse yoktu ama ben koşuyordum. Ben olduğumu anlamışsa ve babama söylerse öldüm, diye düşündüm. Köpeği sıçmaya götürmek için çıkmıştı belki de. West Adams Bulvarı'na doğru koşmayı sürdürdüm ve sonunda bir tramvay durağındaki bir sıraya oturdum. Orda beş dakika kadar oturup 'eve yürüdüm. Eve vardığımda annemle babam henüz gelmemişlerdi. İçeri girip soyundum, ışıkları söndürdüm ve sabahı bekledim... Başka bir çarşamba akşamı Dazlak ile iki evin arasından geçen kestirme yolumuzda yürüyorduk. Babasının şarap mahzenine gidiyorduk. Dazlak bir pencerenin önünde durdu birden. Perdeleri tam örtüi-memişti, içerisi görünüyordu. Dazlak durdu, eğildi ve içeri baktı. Eliyle yanma çağırdı beni. Ne var? diye fısıldadım. Bak! Bir adamla bir kadın yatakta yatıyorlardı, çıplaktılar. Üstlerinde onları kısmen örten bir çarşaf vardı. Adam kadını öpmeye çalışıyor, kadın adamı itiyordu. Allah kahretsin, ver artık Marie!

70 Hayır! Çok istekliyim ama, lütfen! Allahın cezası ellerini çek üstümden! Ama Marie, seviyorum seni! Sen ve s..tirici sevgin... Marie, lütfen. Susar mısın? Adam duvara doğru döndü. Kadın bir dergi aldı, başının altına bir yastık yerleştirdi ve okumaya başladı. Dazlak ile uzaklaştık. Tanrım, dedi Dazlak, iğrenç bir sahneydi! Ben de bir şeyler göreceğimizi sanmıştım, dedim. Mahzene indiğimizde Dazlak m babasının kapıya bir asma kilit taktığını gördük. O pencereyi tekrar tekrar denedik ama hiçbir şey göremedik. Her seferinde aynı şey oluyordu. 87 Marie, çok uzun zaman oldu. Beraber yaşıyoruz biz, biliyorsun. Evliyiz! Ne olmuş yani! t Bir kerelik Marie, tekrar rahatsız etmeyeceğim seni. Söz veriyorum! Sus! İğrendiriyorsun beni! Dazlak ile uzaklaştık. Allah kahretsin! dedim. Allah kahretsin, dedi. Bu herifin bir kamışı olduğunu sanmıyorum, dedim. Olsa da fark etmez, dedi Dazlak. Oraya gitmekten vazgeçtik sonunda. 27 Wagner'in bizimle işi bitmemişti. Beden dersinde bahçede gezinirken yanıma geldi. Ne yapıyorsun Chinaski? Hiç. Hiç mi? Cevap vermedim. Neden oyunlardan birine katılmıyorsun? Boş ver. Oyunlar çocuklar içindir. Sana çöp toplama cezası veriyorum. Neden? Gerekçe ne? Etrafı kirletmek. 50 ceza puanı. Ceza puanlarını çöp toplayarak indirmek gerekiyordu. 10 ceza puanından fazlasıyla mezun olamıyordun. Mezun olup olmamak umurumda değildi. Bu onların sorunuydu. Okulda yaşlanıp gelişebilirdim. Kızlar benim olurdu.

71 50 ceza puanı mı? dedim, Bu mu hepsi? 100 ceza puanına ne dersin? Tamam, 100 ceza puanı. Verdim. Wagner kasılarak uzaklaştı. Peter Mangalore'nin 500 ceza puanı vardı. İkinci sıraya yerleşmiştim ve arayı kapatıyordum İlk çöp toplama görevi öğle tatilinin son yarım saatiydi. Ertesi gün Peter Mangalore ile çöp kutusunu taşıyordum. Basitti. İkimizin de ucu çivili birer sopası vardı. Sopa ile kâğıtları toplayıp çöp kutusuna koyuyorduk. Yanlarından geçerken kızlar bize bakıyorlardı. Bizim kötü olduğumuzu biliyorlardı. Peter sıkılmış, bense umursamaz görünüyordum. Kızlar biliyorlardı kötü olduğumuzu. \Lilly Fischman'ı tanıyor musun? diye sordu Pete. Evet, tabii. Bakire değil. Nerden biliyorsun? Kendi söyledi. Kim haklamış onu? Babası. Hmmmm... Gel de suçla adamı. Lilly kamışımın büyük olduğunu duymuş. Evet, okulda bilmeyen yok. Neyse, Çilly istiyormuş. Alabileceğini iddia ediyor. Parçalarsın onu. Evet, parçalayacağım. Neyse, istiyormuş işte. Çöp kutusunu yere bırakıp banklardan birine oturmuş kızlara baktık. Pete yanlarına gitti. Ben duruyordum. Kızların birinin kulağına eğilip bir şeyler fısıldadı. Kız kıkırdadı. Pete çöp kutusuna döndü. Kutuyu kaldırıp yürümeye başladık. Tamam, dedi Pete, bugün dörtte. Lilly'yi parçalayacağım. Yok ya? Okulun arkasındaki eski arabayı biliyor musun? Hani Pop Farn-sworth motorunu sökmüştü. Evet. Ordan çekilmeden önce benim yatak odam olacak o orospu çocuğu. Arka koltuğunda becereceğim Lilly'yi. Bazıları gerçekten yaşar. Düşünürken bile sertleşiyorum, dedi Pete. Onu düzecek olan ben değilim ama düşününce ben de sertleşiyorum. Bir sorun var ama, dedi Pete. Boşalamıyor musun? Hayır, o değil. Erketeye yatacak birine ihtiyacım var. Gelen olursa beni uyaracak birine.

72 89 Öyle mi? Bak, ben yapabilirim bunu. Yapar mısın? diye sordu Pete. Ama iki yönde de gözetleyebilmemiz için birini daha bulmalıyız. Peki. Kim mesela? Dazlak. Dazlak mı? Bir boka yaramaz o. Evet ama, güvenilir biridir. Peki, saat dörtte görüşürüz öyleyse. Orda olacağız. Saat dörtte Pete ve Lilly ile arabanın yanında buluştuk. Merhaba, dedi Lilly. Çok seksiydi. Pete sigara içiyor, sıkılmış görünüyordu. Merhaba Lilly, dedim. Lilly yavrum, selam, dedi Dazlak. Öbür sahada futbol oynayan birkaç çocuk vardı, işimize gelirdi bu, bir tür kamuflaj. Lilly yerinde duramıyordu, derin nefesler alıyor, göğüsleri bir aşağı bir yukarı inip kalkıyordu. Hadi Lilly, dedi Pete sigarasını atarak, samimi olalım seninle. Arka kapıyı açtı, Lilly'yi eğilerek selamladı ve Lilly arabaya bindi. Lilly'nin peşinden Pete de arabaya bindi, önce ayakkabılarını, sonra da pantolonuyla şortunu çıkardı. Lilly aşağı baktı ve Pete'in yere doğru sarkan kamışını gördü. Aman allahım, dedi, bilemiyorum... Hadi güzelim, kimse sonsuza dek yaşamaz, dedi Pete. Şey, haklısın galiba... Pete pencereden dışarı baktı. Hey, gözetliyorsunuz değil mi? Evet Pete, dedim, gözetliyoruz. Gözetliyoruz, dedi Dazlak. Pete, Lilly'nin eteğini kaldırdı. Çoraplarının bittiği yerde beyaz teni ortaya çıkmıştı, külotu görünüyordu. Muhteşem. Pete Lilly'yi kavrayıp öptü. Sonra geri çekildi. Orospu! dedi. Güzel konuş benimle Pete! Seni kancık-orospu! dedi Pete ve sert bir tokat attı yüzüne. Lilly ağlamaya başladı. Yapma Pete, lütfen... Sus, kancık! 90 Pete Lilly nin külotunu çıkarmaya başladı. Zorlanıyordu. Külotu iri kıçına dar geliyordu. Pete deli gibi çekti ve külot yırtıldı. Külotunu çıkarıp döşemeye fırlattı. Yarığını okşamaya başladı. Yarığını okşadı, okşadı ve tekrar tekrar öptü Lilly'yi. Sonra geriye yaslandı. Tam sert-leşmemişti. Lilly kamışına baktı.

73 İbne misin nesin? Hayır Lill^. Bu ikisinin etrafı kolladığını sanmıyorum. Bizi izliyorlar. Burda kıstırılmak istemiyorum. Etrafta kimse yok Pete, dedim. Bakıyoruz! Bakıyoruz! dedi Dazlak. Onlara inanmıyorum, dedi Pete. Tek baktıkları şey senin yarığın Lilly. Korkuyorsun, ödleksin! dedi Lilly, kaldıramıyorsun. Enselenmekten korkuyorum Lilly. Ben biliyorum ne yapacağımı, dedi Lilly. Lilly eğilip dilini Pete'in kamışında gezdirdi. Dilini Pete'in kamışının korkunç başına doladı. Sonra ağzına aldı. Lilly... Tanrım, dedi Pete, seni seviyorum... Lilly, Lilly, Lilly... oh, oh, oooh, ooooh... Henry' diye bağırdı Dazlak, BAK! Baktım. Wagner sahanın öbür tarafından bize doğru koşuyordu, peşinde futbol oynayan birkaç çocuk ve oyunu izleyenlerin oluşturduğu bir grup vardı, kızlı erkekli. Pete! diye bağırdım, Wagner elli kişiyle geliyor! Hass.Jir! dedi Pete. Allah kahretsin! dedi Lilly. Dazlak'la ben topukladık. Çıkış kapısından çıktıktan sonra yarım blok kadar koşmayı sürdürdük. Sonra durup tel örgülerden geriye baktık. Pete ve Lilly'nin hiç şansı yoktu. Wagner iyi bir görüntü yakalamanın beklentisi ile koşarak kapıyı açtı. Sonra arabanın etrafını sardılar, ne olup bittiğini göremedik... O hadiseden sonra Pete ve Lilly yi bir daha görmedik. Onlara ne olduğu konusunda tek şey öğrenemedik. Dazlak ve ben 1000'er ceza puanı aldık. Mangalore'ye 1100 puan fark atıp liderliği ele geçirmiştim ceza puanını eritmeme imkân yoktu. Ömür boyu Justin Li-sesi'nde kalacaktım. Ailelerimize haber verdiler tabii ki. 91 Yürü, dedi babam ve banyoya girdim. Kayışı askıdan aldı. Pantolonunu ve şortunu çıkar, dedi. Çıkarmadım. Uzanıp kemerimi çözdü, pantolonumun düğmelerini açtı ve indirdi. Şortumu da indirdi. Kayışı patlattı. Değişen bir şey yoktu, aynı ses, aynı acı. Anneni öldüreceksin sen! diye bağırdı. Tekrar vurdu. Gözyaşı yoktu ama bu kez. Gözlerim tuhaf bir şekilde kuruydu. Onu öldürmeyi düşündüm. Onu öldürmenin bir yolu olmalıydı. Birkaç yıl sonra yumruklarımla yapabilecektim bunu. Ama o anda istiyordum onu öldürmeyi. Bir hiçti. Beni evlat edinmiş olmalıydılar. Tekrar vurdu.

74

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır