hıyanet eden kimse / sinsi ve hain kimse - Nedir Ne Demek

Hıyanet Eden Kimse

hıyanet eden kimse

Allah İhanet Edenleri Neden Sevmez?

İhanet nedir? İhanetin neden hiçbir biçimi hoş karşılanmaz? İhanet etmekle ilgili ayet ve hadisler nelerdir?

Hıyânette bulunmakla ilgili hadisler ve hadislerin açıklaması…

1-Enes bin Mâlik (r.a) şöyle der:

Nebî, bize yaptığı konuşmalarda çoğu zaman şu sözü söylerdi:

“Emâneti olmayanın imanı yoktur, ahdine riâyet etmeyenin de dîni yoktur.” (Ahmed, III, , )

2- Ebû Hüreyre’den (r.a) rivâyet edildiğine göre Nebiyy-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Münâfığın alâmeti üçtür:

Konuşunca yalan söyler,

Söz verince sözünden cayar,

Kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.” (Buhârî, Îmân, 24; Müslim, Îmân, Ayrıca bkz. Tirmizî, Îmân, 14/)

Bir rivâyette şu ilâve yer alır:

“Oruç tutsa, namaz kılsa ve mü’min olduğunu iddiâ etse bile!” (Müslim Îmân, )

3-Ebû Hüreyre’den (r.a) rivâyet edildiğine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur:

“Sana emânet bırakana emânetini iâde et! Sana ihânet edene sen hâinlik yapma!” (Ebû Dâvûd, Büyû’, 79/; Tirmizî, Büyû’, 38/)

4-Adiy bin Amîre (r.a) şöyle anlatır:

Resûlullah Efendimiz’in şöyle buyurduğunu işittim:

“Bir işe memur tâyin ettiğimiz kimse, bizden bir iğneyi veya ondan daha küçük bir şeyi gizlerse, bu hıyânet olur ve kıyâmet günü onunla gelir.”

Bunun üzerine Ensâr’dan siyah tenli bir adam ayağa kalktı, -şu anda sanki onu görüyor gibiyim-:

“–Ya Resûlallah! Bana verdiğiniz vazifeyi geri alınız” dedi.

Resûlullah:

“–Sana ne oldu?” diye sordu.

Ensârî:

“–Şöyle şöyle dediğinizi işittim” cevabını verdi.

Allah Resûlü:

“–Ben o sözü şimdi de söylüyorum: Sizden kimi (mâlî) bir vazifeye tâyin edersek, o malın azını da çoğunu da getirsin. O maldan kendisine verileni alır, verilmeyenden ise geri durur.” (Müslim, İmâre, Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Akdıye, 5/)

5-Ebû Hüreyre (r.a) der ki:

“Resûlullah şöyle dua ederdi:

«Allah’ım! Açlıktan sana sığınırım; o ne kötü bir arkadaş, (insanı avucunun içine alan ne fena bir hâl)dir. Emânete ihânetten de sana sığınırım; o ne kötü bir kalbî haslettir, (huy ve tabiattır).»” (Ebû Dâvûd, Vitir, 32/ Ayrıca bkz. Nesâî, İstiâze, 19, 20; İbn-i Mâce, Et’ime, 53)

HADİSLERİN AÇIKLAMASI

“Mü’min” kelimesinin emniyet ve emânet kelimeleriyle alâkası olması münâsebetiyle, dünyanın en güvenilir insanları Allah’a iman eden Müslümanlar olmalıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak mü’minlerin emîn kimseler olmasını istemektedir. Nitekim Peygamberlerin en mühim sıfatlarından biri de “Emânet”tir. Bizim Peygamberimiz ise emînliğin sembolü olmuş, “Emîn” kelimesi onun ikinci ismi hâline gelmiştir. Dolayısıyla Muhammedü’l-Emîn’in ümmeti olan mü’minler için emîn ve güvenilir olmaktan daha tabiî bir şey olamaz. Böyle olmayıp hıyânete sapan insanların da zamanla hem mü’minlikle hem de Muhammedü’l-Emîn ile alâkası kesilir.

Münâfıklık alâmetlerinden biri olan hıyânet; emânet edilen şeyde, İslâm’a aykırı şekilde tasarrufta bulunmak, haksızlık yapmak ve güven hissi vermemektir. Bu durum maddî konularda olduğu gibi mânevî mevzûlarda da geçerlidir. Kişi Allah ve Resûlü’nün emâneti olan Kitap ve Sünnet’in hükümlerini eğip büker ve terk ederse onlara ihânet etmiş olur.

DOSTA VERİLEN SIR

Diğer taraftan bir dosta verilen sır da emânet olduğundan, onu ifşâ etmek de ihânet çerçevesine girer.

Yüce Rabbimiz ise hâinleri hiç sevmez. (Enfâl 8/58; Hac 22/38)

Onların hîlelerini kesinlikle muvaffâkiyete erdirmez. (Yûsuf 12/52)

Muazzez Peygamberi’ne de hıyânet ehlinden uzak durmasını emrederek şöyle buyurur:

“Hâinlerden taraf olma!” (Nisâ 4/)

“Kendilerine hıyânet edenleri savunma; çünkü Allah hâinliği meslek edinmiş günahkârları sevmez.” (Nisâ 4/)

İhânet eden kimseler, peygamberlerin en yakın akrabaları bile olsalar, âhirette kendilerini kurtaramazlar.

Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“Allah, inkâr edenlere, Nuh’un karısı ile Lût’un karısını misal verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kişinin nikâhları altında iken onlara hâinlik ettiler. Kocaları Allah’tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı. Onlara: «Haydi, cehenneme girenlerle beraber siz de girin!» denildi.” (Tahrîm 66/10)

CENNETE GİRECEK KİŞİLER

Resûlullah, Cehenneme girecek kimleri sayarken şunları da zikretmiştir:

“…Tamahkârlığını ızhar etmeyen hâin. Böylesi, hangi kapıyı çalsa mutlaka ihanet eder.

Akşam, sabah her fırsatta malın ve ehlin hususunda seni aldatan kimse.” (Müslim, Cennet, 63)

Cehennemden kurtularak Cennete girebilmek için mü’min olmak lâzımdır. İman da ihânetle bir arada bulunmaz. Nitekim birinci hadisimizde, güvenilmeyen kimsede imanın, ahdine riâyet etmeyen kimsede de dînin olmayacağı bildirilmiştir. Bu ikisi de güvenilirlikle ilgili konulardır. Hadisimiz, korkutucu üslûbuyla hıyânetin ne kadar büyük bir günah olduğunu ortaya koymaktadır.

Bazı rivâyetlerde, mü’minin günahlara düşebileceği, ancak hıyânet ile yalanın onda kesinlikle bulunamayacağı ifade edilir. (Ahmed, V, ; Beyhakî, Şuab, IV, )

Burada maksat, hıyânet ile yalanın büyüklüğünü ortaya koymaktır, yoksa mü’mine diğer günahların yolunu açmak değildir. Mü’min bütün günahlardan şiddetle kaçınmalıdır, lâkin hıyânet ve yalan onda kesinlikle bulunmamalıdır. Çünkü bu kötü vasıflar, mü’mine hiç yakışmaz ve imanla kesinlikle bağdaşmaz.

Resûlullah, Müslümanı târif ederken şöyle buyurur:

“Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona hiyânet etmez, yalan söylemez ve yardımı ondan esirgemez. Her Müslümanın, diğer Müslümana ırzı, malı ve kanı haramdır.” (Tirmizî, Birr, 18/)

Cenâb-ı Hak’tan hiçbir şeyi gizlemek mümkün değildir. O, hâinlerin kötü bakışlarını ve çirkin niyetlerini bilmekte ve bunu aleyhlerine delil olarak amel defterlerine kaydetmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur:

“Allah, gözlerin hâin bakışını ve kalplerin gizlediği şeyleri bilir.” (Mü’min 40/19)

Dolayısıyla, Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir kimsenin, hıyânette bulunması mümkün değildir. Nitekim ikinci hadisimizde, hıyânetin münâfıklık alâmeti olduğu ifade edilmiştir. Hadisin devamında, münâfıklık alâmetleri taşıyan kimselerin konuştuklarında yalan söyledikleri ve söz verince buna riâyet etmedikleri bildirilmektedir ki, bunların hepsi de hâinlikten bir şubedir. Yani düşüncesine, sözüne ve fiiline güvenilmeyen ve ihânet etmesinden korkulan kimse, mü’minlikten uzaklaşıp münâfıklığa yaklaşmış olmaktadır. Hatta bu kimse oruç, namaz gibi ibadetlere devam etse ve mü’min olduğunu zannetse bile hakikatte durum böyledir. Bu sebeple mü’minler, güvenilirlik hususuna çok dikkat ederek, yüksek karakter ve seciye sahibi insanlar hâline gelmelidir.

“ÜÇ İNSANIN DÜŞMANIYIM”

Diğer bir hadislerinde Resûlullah, Allah Teâlâ’nın:

“Ben kıyamet günü şu üç insanın düşmanıyım” buyurduğunu bildirmiş ve ilk sırada, Allah adına yemin ettikten sonra sözünden dönen kişiyi zikretmiştir. (Buhârî, Büyû’, )

Başka bir hadisinde de şu korkutucu haberi vermiştir:

“Ahdine vefâsızlık eden herkes için kıyamet günü bir bayrak dikilip bu falanın vefâsızlık alâmetidir diye ilân olunacaktır.” (Buhârî, Cizye, 22; Edeb, 99; Hiyel, 99; Müslim, Cihâd, )

Bu kötü duruma düşmemek için Resûlullah üçüncü hadisimizde, ümmetinin her bir ferdine emîn bir kişi olmayı ve kendisine ihânet edenlere karşı ihânetle karşılık vermemeyi tavsiye etmektedir.

Bu iki husus o kadar mühimdir ki, ahlâk ve ictimâî nizamın esasını teşkil eder.

İlk madde, hem Allah’ın hem de insanların haklarını yerine getirmeyi emreder. Yani maddî hususlarda olduğu kadar mânevî alanda da emânete ihânet etmemek gerekir.

Cenâb-ı Hakk’ın kullarına emâneti,

“Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunun mes’ûliyetinden korkarak onu yüklenmekten çekindiler…”  âyetinde işaret edildiği üzere Allah’ın bütün emir ve nehiyleridir. Bunlara tâbî olan mü’min, Allah ve Resûlü’nün emânetine riâyet etmiş demektir. İslâmî emirlere riâyet etmeyen kimse ise Allah ve Resûlü’ne karşı hıyânette bulunmuş olur. Bunun zararını da kendisinden başka kimse çekmez. Zira “Kişi kazdığı kuyuya kendi düşer.” (Fâtır 35/43)

“HAİNLİK ETMEYİN”

Bu hakikati daha açık şekilde haber veren bir âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’e hâinlik etmeyin; (sonra) bile bile kendi emânetlerinize hıyânet etmiş olursunuz.” (Enfâl 8/27)

Kendi iyiliğimizi düşünüyorsak, ilâhî hükümlere ve Efendimiz’in Sünnet’ine saygısızlık ve riâyetsizlikten uzak durup, bize hayat veren bu hükümler sebebiyle Allah’a şükretmemiz gerekir. Onlara sadakat ve itaatten ayrılmayıp, dînî vazifelerimizi ciddiyet ve samimiyetle yapmamız, saâdet ve selâmetimizin temînâtıdır. Bir insan böyle davranmaz da Allah ve Resûlü’ne hıyânet ederse, insanların emânetlerine daha fazla hıyânet eder. Yani insan, karakter ve şahsiyetini yitirip, Allah ve Rasûlü’ne ihânet etmeye başladığında, artık insanlar arasında da mala, cana, ırza, namusa, hakka, hukûka, vatana ve milli vazifelere hâinlik eder.

Kulların emânetleri açısından bakıldığında, büyük küçük her türlü hak ve vazife bir emânettir. İnsanlara bile bile haksızlık yapmak ve onları aldatmak hâinliktir. Taahhüd edilen iş, vaktinde ve büyük bir îtinâ ile yapılmazsa, ihânet sayılır. Vaktinde işin başına gelmemek, işleri ihmal ederek gecikmeli ve kusurlu yapmak da hıyânettir ve karşılığında alınan haksız ücret haramdır.

Hadisimizde doğrudan hıyânette bulunmak yasaklandığı gibi, hıyânete hıyânetle mukâbele etmek de yasaklanmıştır. Ancak hâinliğe ilk başlayan kimse her zaman için daha zâlim olur ve onun cezası da daha büyüktür.

Âdil olan Yüce Rabbimiz, herkesin ne yaptığını çok iyi bildiğinden, kimin haklı kimin haksız olduğunu, kimin ne kadar alacağı ne kadar vereceği bulunduğunu açıkça ortaya koyacak ve ona göre hüküm verecektir. Şu hâdise bu hususu açıklayan ibretli misallerden biridir:

Bir adam Peygamber Efendimiz’in önüne oturdu ve:

“–Ey Allah’ın Resulü! Benim kölelerim var. Durmadan bana yalan söylüyor, ihânet ediyor ve baş kaldırıyorlar. Ben de onlara hakâret ediyor ve dövüyorum. Onlar yüzünden hâlim ne olacak?” diye sordu.

Resûlullah şu cevabı verdi:

“–Onların sana karşı yaptıkları hıyânet, isyan ve yalanları ile senin onlara verdiğin ceza hesaplanacak, eğer senin verdiğin ceza onların suçuna eşit olursa, senin ne lehine ne de aleyhine bir şey yoktur. Eğer senin verdiğin ceza onların suçundan az ise bu lehine fazilet olacaktır. Eğer verdiğin ceza onların suçunu aşarsa o fazlalığı ödemek zorunda kalacaksın, ki bu senden kısas yoluyla alınacaktır.”

Adam bir kenara çekilerek hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bunun üzerine Resûlullah:

“–Allah Teâlâ’nın: «Biz, kıyamet günü için adâlet terâzileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tânesi kadar dahi olsa, onu (adâlet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak biz yeteriz»  âyet-i celîlesini okumuyor musun?” buyurdu.

Adam bunun üzerine şöyle dedi:

“–Vallâhi yâ Resûlallah, hem kendim hem de onlar için birbirimizden ayrılmaktan daha hayırlı bir durum kalmadı. Şahit olun, onların hepsi de hürdür.” (Tirmizî, Tefsîr, 21/)

İNSAN NEFSİNİN EN ÇOK HIYÂNETE DÜŞTÜĞÜ HUSUS

Dördüncü hadisimizde, insan nefsinin en çok hıyânete düştüğü bir hususa temas edilmektedir. Az olsun çok olsun devlet ve kamu malına ihânet, Allah’ın affetmeyeceği büyük günahlardandır ve kişinin cehenneme girmesine sebep olur. Çünkü onlarda, bütün ülke insanının hakkı vardır. Dolayısıyla cezası da o nisbette ağır olmaktadır. Bu nevi büyük günahlara dalanlar, dünyada hak sahipleriyle helâlleşip tevbe etmedikleri takdirde, âhirette ihânet ettikleri kişilerle, Allah’ın huzurunda hesaplaşacaklardır. Yedikleri haklar sebebiyle, sevapları varsa mazlumlara verilecek, onlar bittiğinde de hak sahiplerinin günahlarını yüklenerek tam mânâsıyla iflâs edeceklerdir.

İhânet ehli, kıyâmetin zor ânında kendilerine yardım ve şefaat edecek kimse de bulamaz. Ebû Hüreyre (r.a), Peygamber Efendimiz’in bu konudaki mühim bir îkazını şöyle nakleder:

Bir keresinde Nebî, aramızda ayağa kalktı, ganîmet malına hiyânet hakkında konuşma yaptı. Hıyânetin çok büyük bir fenâlık olduğunu, günahının çok fazla olacağını bildirip, bunun şiddetle haram kılındığını îzâh etti ve şöyle buyurdu:

“Sakın sizden biri, kıyâmet gününde omuzunda (hıyânetle elde ettiği) bir koyun avaz avaz melerken, öbürü de omuzunda bir at kişnerken karşıma çıkarak:

«–Yâ Resûlallah, bana yardım et!» diye yalvarmasın. Aksi takdirde ben ona:

«–Sana hiçbir şekilde şefâat edemem, ben sana dünyada Allah’ın hükmünü teblîğ etmiştim!» diye cevap veririm.

Biri de omuzunda bir deve böğürdüğü hâlde bana gelip:

«–Yâ Resûlallah, yardım eyle!» demesin! Ben ona da:

«–Senin için hiçbir sûretle şefâat edemem; çünkü ben sana dünyada Allah’ın hükmünü teblîğ etmiştim!» derim.

Bir başkası da omuzunda altın, gümüş yüklü olarak gelip:

«–Yâ Resûlallah, bana yardım et!» demesin. Ben ona:

«–Sana hiçbir türlü yardım edemem. Çünkü ben, dünyada sana Allah’ın hükmünü teblîğ etmiştim» derim.

Bir diğeri de üzerinde (hıyânetle elde ettiği) elbiseler dalgalandığı hâlde gelip:

«–Yâ Resûlallah, bana yardım et!» demesin. Ben ona da:

«–Sana hiçbir şekilde yardım edemem. Çünkü ben dünyada sana Allah’ın hükmünü teblîğ etmiştim» derim.” (Buhârî, Cihâd, ; Müslim, İmâret, 24)

Kıyamet günü hâinlerin, haksız yere aldıkları malla birlikte gelmesi, şiddetli bir tehdît olup, onların cehennemlik olduğuna delâlet etmektedir.

Ömer (r.a) şöyle anlatır:

Hayber Gazvesi günü idi. Hz. Peygamber’in ashâbından bir grup geldi ve:

“–Falanca şehit, falanca da şehit!” dediler.

Sonra bir adamın yanından geçerken:

“–Falanca kişi de şehit olmuş!” dediler.

Bu defâ Efendimiz:

“–Hayır, ben onu, ganîmet mallarından haksız yere aldığı bir hırka içinde cehennemde gördüm” buyurdu.

Sonra da:

“–Ey İbn-i Hattâb, git ve insanlara «Cennete ancak mü’minler girebilecektir» diye nidâ et!” emrini verdi.

Ben de çıktım ve:

“Cennete ancak mü’minler girebilecektir!” diye nidâ ettim. (Müslim, Îmân, )

Kul hakkı o kadar mühimdir ki en yüksek makamlardan biri olan şehitlik bile onu affettirememiştir. Bu sebeple haksız kazanç ve hıyânetten şiddetle kaçınmak îcâb eder.

Peygamber Efendimiz’in cennete sadece mü’minlerin girebileceğini ilan ettirmesi ise, hıyânetin iman ile hiçbir sûrette bağdaşmadığını göstermektedir.

Diğer taraftan, hâinlere yardımcı olmak da ayrı bir ihânettir. Peygamber Efendimiz:

“Kim emânete hiyânet eden kimseyi gizlerse, o da onun gibidir!” buyurmuştur. (Ebû Dâvud, Cihâd, /)

DEVLET MALINA İHANET ETMEYİN

Dördüncü hadisimizden anlaşıldığına göre, umûmun hak ve hukûkunu ilgilendiren vazifelerin peşinde koşmamalıdır. Ancak vazife verilmişse bunu da en iyi şekilde îfâ etmeye çalışmalıdır. Böyle bir vazifeyi kabul eden kişi, kendisi için tâyin edilen ücretin dışında hiçbir şey alma hakkına sahip değildir. Ayrıca, vazifesi müddetince hediye kabul etmesi de uygun görülmemiştir. Çünkü, bu tür salâhiyet sahibi kişilere hediye veren insanlar, toplumun aleyhine bir takım menfaatler elde etme peşinde olabilir. Bu da muhtelif hıyânet ve suistimallere yol açar.

Ashâb-ı Kirâm bu konuda çok titiz davranırlardı:

Hz. Ebûbekir, Muâz bin Cebel’i zekât memuru olarak vazifelendirmişti. Muaz (r.a) bazı mallarla geldi ve Hz. Ebûbekir’e:

“–Bunlar sizin, şunlar da bana hediye edilenler” dedi.

Hz. Ömer:

“–Onların tamamını Hz. Ebûbekir’e teslim et” dedi.

Muâz (r.a), kendisine hediye edilenleri vermekte yavaş davrandı. Gece uykuya daldığında bir rüyâ gördü. Sanki kendisi büyük bir ateşin kenarındaydı. İçine düşmekten korkuyordu. O esnâda Hz. Ömer geldi ve kuşağından yakalayarak onu ateşten kurtardı.

Muâz (r.a), sabah olunca doğruca Hz. Ebûbekir’in yanına varıp rüyâsını anlattı ve yanındaki malların tamamını ona teslim etti.

Hz. Ebûbekir de:

“–Mâdem böyle davranıyorsun, ben de onları sana gönül hoşluğuyla veriyorum” dedi.

Bunun üzerine Hz. Ömer:

“–İşte şimdi bunlar sana helâl ü hoş oldu” dedi. (İbnü’l-Cevzî, Menâkıb, s. )

Resûlullah, kamu malına ihânet etmeyen insanları methetmiş ve bunun övülecek bir haslet olduğunu göstermiştir. Bir gün şöyle buyurmuştur:

“Esed ile Eş’arî kabileleri ne güzel kabiledirler; harbden kaçmazlar ve ganimet malına hıyânet etmezler. Onlar bendendir, ben de onlardanım.” (Tirmizî, Menâkıb, 74/)

Cenâb-ı Hak da hıyânette bulunmayanlarla beraberdir. Bir kudsî hadiste bu hakikat şöyle haber verilir:

“Allah Teâlâ buyuruyor: «Biri diğerine ihânet etmediği müddetçe, ben iki ortağın üçüncüsüyüm. Biri arkadaşına hıyânet ederse, ben aralarından çıkarım.” (Ebû Dâvud, Büyû’, /)

Cenâb-ı Hak aradan çıkınca oraya hemen şeytanın girip her iki ortağı da hazîn akıbetlere sürükleyeceğinde şüphe yoktur.

İhânetle ilgili bir mevzû da, kişinin kendisiyle istişâre eden kardeşini yanlış yönlendirmesidir. Doğrunun ne olduğunu bildiği hâlde ondan hiç bahsetmeyip yanlış yolu tavsiye eden kimse, kendisine güvenerek gelen kardeşine büyük bir ihânette bulunmuş olur.

Hadis-i şerifte şöyle buyrulur:

“Kim doğru olmadığını bildiği hâlde Müslüman kardeşine bir işi tavsiye ederse, ona ihânet etmiş olur.” (Ebû Dâvud, İlim, 8/)

Kendisine güvenerek sözünü dinleyen birine kişinin yalan söylemesi kadar büyük bir ihânet düşünülemez. Çünkü insan, yalan söyleyeceğini hiç tahmin etmediği bir tanıdığının sözleri karşısında son derece saf ve tedbirsiz davranır. Dolayısıyla uğrayacağı zarar da diğerlerine nisbetle büyük olur.

Hıyânetin bütün boyutlarını ve zararlarını açıkça beyan eden Resûlullah, ümmetine örnek olmak için dualarında bu kötü huy ve tabiattan Allah’a sığınmıştır. Beşinci hadisimizde görüldüğü üzere:

“Allah’ım! Emânete ihânetten sana sığınırım; o ne kötü bir kalbî haslet, huy ve tabiattır” buyurmuş ve bizlere nasıl dua etmemiz gerektiğini göstermiştir. Aynı zamanda, hâinliğin insanı rezil eden ve onu en aşağı seviyeye indiren korkunç durumunu ümmetine göstermek istemiş ve ondan Allah’a sığınmalarını tavsiye etmiştir.

Tabiî ki burada bahsedilen ihânet, daha evvel de geçtiği üzere, gizlice ahdi bozarak karşı tarafın haklarını çiğnemek, hakka muhâlif davranmak olduğu gibi daha umûmî mânâda İslâmî hükümlere riâyetsizliği de ifade etmektedir. Zîrâ Cenâb-ı Hak, şerʻî mükellefiyetleri bize emânet olarak vermiştir. (Ahzâb 33/72; Enfâl 8/27)

Kaynak: Dr. Murat Kaya, Efendimiz’den Hayat Ölçüleri, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

İslam’a İhanet Edenlerin Feci Akıbeti

PAYLAŞ:                

Emanete ihanet eden bir insan, emanet sahibi ile helalleşirse bu günahtan kurtulur mu, ayrıca tövbe etmesi gerekir mi?

Değerli kardeşimiz,

Emanet ihanet eden kimse, ihanet ettiği kimseyle helalleşmeli; ayrıca günah işlediği için Allah'a tövbe etmelidir.

Kul hakkını ancak kul affeder. Buna göre, daha dünyada iken bu hakkı telafi etmenin yolunu bulmak gerekir. Şayet bulamaz isek, ahirete kalmış olur ki, bu durum daha tehlikelidir. Şayet üzerimizde kul hakkı olan adam ölmüş ise, varislerine bu hakkı vermek gerekir.

Ancak günahlarına tövbe edip hakkını yediği kimselerle helalleşmek istediği halde onlara ulaşamıyor ya da bulamıyorsa, bu durumda onların adına hayır yapmak, sadaka vermek ve onlar için dua etmek gerekir.

Şayet hakkını eda etmek zor görünen bir adamın hakkını açıktan yemiş isek, o zaman bu adama doğrudan ödemenin yolunu bulmak ya da bir vekil vasıtasıyla ona hakkını vermeye çalışmak gerekir. Şayet hakkını yediğimiz kişi, hakkını yediğimizi bilmiyor ve ona açıktan söylemek mümkün değilse, o zaman masasına, evine veya başka bir vasıtasıyla bu parayı ona ulaştırıp, durumu da bir pusulayla bildirmek gerekir. Ona açıktan isim vermeye de gerek yoktur.

İnsan şerefli bir mahluktur. Onun hürriyet, haysiyet, namus ve şeref gibi manevî hukukuna yönelik bir haksızlık kadar, canına ve malına yapılan bir tecavüz de o nisbette ağır bir mesuliyeti gerektirir.

İnsan bilerek veya bilmeyerek, farkında olarak veya olmayarak birisine haksız bir davranışta bulunmuş olabilir. Hattâ onu mağdur bir duruma düşürüp bazı haklarının elinden çıkmasına sebep olacak bir muamelede de bulunabilir. Bir fert olarak kendimizi her ne kadar çekip çevirsek, hakpereset olarak kalmaya azmetsek de, birtakım hata ve kusurlara kapılmaktan tamamiyle kurtulamıyoruz.

İnsanlık hali olan böyle bir durum karşısında ne yapmalıyız? "Bir defa oldu, bir daha yapmayız, keşke yapmasaydım." diyerek, iç dünyamızda hesaplaşmamız kâfi gelir m? Yoksa meselenin telâfisine gidip de hatamızı düzelterek helallik dileyerek pişmanlığımızı mı bildiririz?

İslâmda esas itibariyle bir Allah hakkı, bir de kul hakkı vardır. Allah hakkı, her insanın Rabbine karşı yapması gereken kulluk vazifeleridir. Bu hususta yaptığı bir kusur, günah ve eksiklikten dolayı Allah'a yalvarır, tövbe istiğfar ederek affını diler.

Fakat kul hakkı öyle değildir. Onun bir tek telâfisi vardır, o da haksızlığa uğrayan, hukuku zayi olan kişiyle bizzat görüşüp özür beyan etmek, helâllik dilemekle birlikte , maddi bir kaybı varsa telâfisine gitmektir.

Bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyururlar:

"Bir kimse kardeşinin haysiyetine, yahut malına haksız olarak taarruz etmişse, iltimas olarak verilebilecek altın ve gümüşün bulunmadığı günden (kıyamet) önce helâlleşsin. Aksi halde, yaptığı haksızlık nisbetinde onun iyi amellerinden alınıp hak sahibine verilir. İyiliği yoksa, hak sahibinin günahından alınıp haksızlık eden adama verilir."1

Evet, Peygamberimizin (asm) de tavsiyesine göre, bu durumda helâlleşmekten başka çıkar yol yoktur. O kadar ki, insan şehit bile olsa, üzerinde kul hakları varsa, Allah diğer günahlarını bağışladığı halde kul hakkını bağışlamamaktadır. Bunun için mesele, hak sahibinin gönlünü almada, rızasını kazanmada kalıyor. Siz, zarara uğramasına sebep olduğunuz kimseye gider, önce bir hata yaptığınızı itiraf ederek özür beyan eder, sizi affetmesini, hakkını helâl etmesini rica edersiniz. Maddi bir kaybı varsa, imkânınız nisbetinde onun razı olabileceği nisbette hakkını verirsiniz.

Böylece elinizden geleni yapmış olursunuz. Muhatabınız da sizi hoş karşılar, müsamaha ve anlayış gösterirse, mes'uliyetiniz kalkmış, hadis-i şerifte açıklandığı gibi, dünyada iken helâlleşerek âhiretteki hesaplaşma ve azaptan kurtulmuş olursunuz.

Bununla birlikte vicdan azabı çekiyorsanız, ayrıca tövbe isitğfar edersiniz.

"Pişmanlık tövbenin kendisidir.",

"Günahından tövbe eden hiç günah işlememiş gibi olur."2

mealindeki hadis-i şeriflerin sırrıyla Allah katında da rahata kavuşmuş olursunuz.

Bir insan tövbesinin kabul olduğunu, günahtan kurtulduğunu nasıl anlar, nasıl fark eder, bu hal nasıl bilinir?

Cevabını Peygamber Efendimizden (a.s.m.) öğrenelim:

"Bir günah işledikten sonra tövbe edip iyilik işleyen kimse, üzerine çok dar bir zırh giyinen bir adama benzer. Günahtan sonra bir iyilik yaparsa, zırhın halkalarından biri çözülür. Bir iyilik daha işlerse öbür halka da çözülür. Yapılan iyiliklerin sonunda zırh yere düşer." 3

Gerek Rabbine karşı bir günah işleyen, gerekse bir insana haksız bir davranışta bulunan bir kimse, o günah ve hatanın akabinde pişmanlık duyarak sevaplı ameller işler, Kur'ân ve imana yönelik hizmetlerini ve çalışmalarını arttırırsa günah zırhının düğmeleri teker teker çözülür, kısa zamanda o günahlardan kurtulur. Artık bundan sonra bir vicdan azabı çekmesine, huzursuz olup üzüntüye kapılmasına gerek kalmaz. Çünkü o bir kul olarak hâlis bir niyet ve ihlâsla elinden geleni yapmış sayılır.

Bu arada şu mealdeki âyet-i kerimeyi de unutmayalım:

"Ey kendi nefislerine karşı haddi aşan, günahlarla kendi nefsine kötülük eden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Muhakkak Allah günahları affeder. O Gafur ve Rahimdir." 4

Kaynaklar:

1. Buhari, Mezalim, 10
2. et-Tergîb ve't-Terhîb, IV/
3. a. g. e., IV/

4. Zümer, 39/

(bk. Mehmed PAKSU, Çağın Getirdiği Sorular, s)

Selam ve dua ile
Sorularla İslamiyet

İlâhi Emanete Sahip Çıkmakla İman Muhafaza Edilir!

 

"Allah Katında Din İslâm'dır."
(Âl-i imrân: 19)

"Andolsun ki Resulullah Sizin İçin, Allah'a ve Ahiret Gününe Kavuşmayı Arzu Edenler ve Allah'ı Çok Zikreden Kimseler İçin Güzel Bir Numunedir."
(Ahzâb: 21)

"Emrolunduğun Gibi Dosdoğru Ol!"
(Hûd: )

"Ey İman Edenler! Hep Birden Tam Bir Teslimiyetle İslâm'ın Sulh ve Selâmetine Girin."
(Bakara: )

"O Müminler ki, Emanetlerini ve Sözlerini Yerine Getirirler."
(Müminûn: 8 - Meâric: 32)

 

Kur'an-ı kerim'de ilâhî emanetin dağlara verildiği, ancak dağların bunu kabul etmediği beyan buyurulmaktadır:

"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korkup endişeye düştüler." (Ahzâb: 72)

Emanet göklerin, yerin ve dağların dayanamayacakları derecede ağır, yerine getirilmesi zor, mesuliyet getiren büyük bir yüktür.
Âyet-i kerime'nin devamında şöyle buyuruluyor:

"İnsan ise o emaneti yüklendi." (Ahzâb: 72)

Allah-u Teâlâ'nın beşeriyete en büyük lütfu olan Muhammed Aleyhisselâm büyük bir dâvâyı omuzlarına yüklenmiş olduğu halde ortaya çıktı. Şirk ve dalâlet içinde yüzen beşeriyeti hidayet ve saâdete kavuşturmak için tek başına dâvete başladı. Nûr kaynağı Muhammedî güneş, karanlık ufukları aydınlattı

 

İslâm dini emirleri ve yasakları ile bütün olarak ilâhi bir emanettir. Hükümlerine kâmil bir şekilde uymak farzdır, uymayanlar emanete hıyanet etmiş olurlar.

Gerek dini ve gerekse dünyevî vazifeler de birer emanettir. Bu vazifelerin ehil olan kimselere, lâyık olanlara verilmesi lâzımdır.

Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Allah size emanetleri ehil olanlara vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder." (Nisâ: 58)

Allah-u Teâlâ rahmet ve merhametinin bir eseri olarak zararlı olan her türlü şeyi haram onun yerine ise güzel ve faydalı olan şeyleri helâl kılmıştır:

"O peygamber, kendilerine iyiliği emreder kötülükten meneder. Onlara temiz şeyleri helâl, çirkin şeyleri de haram kılar." (A'râf: )

Bu yasaklara riâyet etmeyenler dünyada şer'i cezalara, ahirette ise ilâhi azaba müstehak olurlar.

Nitekim Âyet-i kerime'de:

"Kim haksızlık ve zulüm ile bu yasakları işlerse, biz onu cehenneme atacağız." buyuruluyor. (Nisâ: 30)

İslâmiyet gizli veya açık harama giden bütün yolları kapatmıştır.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Nisâ Sûre-i şerif'inin Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de." (Nisâ: 59)

Bu Âyet-i kerime'yi size açalım:

"Allah'a itaat edin" ve "Peygamber'e itaat edin" emr-i şerif'leri malûmdur ve bellidir. Fakat hemen arkasından "Ulül-emre" yani "Emir sahiplerine" itaat edin buyuruluyor.

Ulül-emre itaat, vekiline itaat demektir.

İtaat etmek imanı ve İslâm'ı muhafaza etmek demektir. İtaat etmek emanete, bıraktıklarına hıyanet etmemektir.

Emanet; korumak ve saklamak için insana verilen maddî ve mânevî şeylerdir.

Kur'an-ı kerim'de ilâhî emanetin dağlara verildiği, ancak dağların bunu kabul etmediği beyan buyurulmaktadır:

"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korkup endişeye düştüler." (Ahzâb: 72)

Emanet göklerin, yerin ve dağların dayanamayacakları derecede ağır, yerine getirilmesi zor, mesuliyet getiren büyük bir yüktür.

Âyet-i kerime'nin devamında şöyle buyuruluyor:

"İnsan ise o emaneti yüklendi. Çünkü insan çok zâlim ve çok cahildir." (Ahzâb: 72)

Allah-u Teâlâ'nın beşeriyete en büyük lütfu olan Muhammed Aleyhisselâm büyük bir dâvâyı omuzlarına yüklenmiş olduğu halde ortaya çıktı. Şirk ve dalâlet içinde yüzen beşeriyeti hidayet ve saâdete kavuşturmak için tek başına dâvete başladı.

Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Ey Peygamber! Biz seni bir şahid, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah'ın izniyle Allah'a çağıran ve nûr saçan bir kandil olarak gönderdik." (Ahzâb: )

Nûr kaynağı Muhammedî güneş, karanlık ufukları aydınlattı, hayata gençlik getirdi.

O insan şeklindeki canavarlar; bıçak bıçağa gelmiş, birbirlerinin kanına susamış, vahşi hayvanlar gibi dağılmış olan Araplar, birleşip tek bir vücud haline geldiler. İman şerefi ile müşerref, Kur'an nûru ile münevver oldular. Gönülleri ve bünyeleri ile birlikte, büyük bir teslimiyet dairesine girdiler.

Cahili âlim oldu, harpçisi sulhsever oldu. Fitne fesad deryasında yüzenler salâha erdi. Müfsidler muslih, bozguncular ıslah oldu. Yol kesenler yol gösterici oldu. Kin ve düşmanlıkları sevgi ve dostluğa, bedevilikleri medeniliğe inkılâb etti. O ümmî peygamber onlara öyle bir ruh nefhetti ki, hiçbir şey ellerinden gelmeyen kimseler, baştan başa değişerek memleket idare eder oldular. Siyaset sahasında dünyada hiç esâmesi bile okunmayan çöl Arapları, cihanda misli görülmemiş bir izzetle ve şerefle; faziletli, azametli, şevketli idareler kurmaya muvaffak ve mübeşşer oldular, kısa zamanda İslâmiyet'i çok uzaklara kadar yaydılar. Allah'ın yüce adını yükselttiler. Gittikleri yerlere huzur ve saadet götürdüler. Adaletin temelini tesis ederek medeniyet nûrlarını yaygınlaştırdılar.

"Ey iman edenler! Allah'a ve peygambere hâinlik etmeyin." (Enfâl: 27)

Allah'a ve Resul'üne itaat ve teslimiyeti bırakmayın, istikametinizi bozmayın, hidayet yoluna muhalif olacak iş ve icraatlardan uzak olun, bir müslümanın duracağı yerde durun.

"Kendiniz bilip dururken emânetlerinize de hâinlik etmeyin." (Enfâl: 27)

Allah yolundan saptığınız anda her şey biter! Bu ihanetinizin en büyük zararı kendinize dokunur, en büyük ihaneti kendinize yapmış olursunuz. Dünyanız da ahiretiniz de mahvolur gider.

Allah-u Teâlâ inanan kullarına istikamet üzerinde olmalarını, dosdoğru yolda sebat etmelerini farz kılmış, dininin gönderdiği gibi tatbik edilmesini emir buyurmuştur:

"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: )

Doğruluk; bir müslümanın niyetinde, söz ve davranışlarında dürüst olması, yalandan ikiyüzlülükten uzak durması demektir.

İslâm, çeşitli hükümleriyle insanları dünya saâdetine ve âhiret selâmetine eriştirmek için gelmiştir. Toplumun her türlü ihtiyaçlarını karşılayan tam ve mükemmel bir nizamdır. İslâm'ın gayesi bu olduğuna göre, hükümlerini birbirinden ayırmadan bir bütün olarak kabul etmek gerekir. Bir kısmını alıp bir kısmını terk etmek mümkün değildir. Böyle bir durum, İslâm'ın gerçekleştirmek istediği gayeye engel olur.

Hükümleri her zaman için toplumun seviyesinden üstün olup, toplum seviyesi ne kadar yükselirse yükselsin, İslâm'ın hükümleri o seviyeden daha üstündür.

Bu hükümler yılların, asırların değişmesiyle değişmeyip, bütün zaman ve mekana hitap eder.

Zamanın geçmesi, asırların ilerlemesi, gelişmeler ve yenilikler İslâm hukukuna tesir edemediği gibi, kaideleri ve kaynakları değişiklik gerektirmeyecek bir şekilde konulmuştur.

İslâm'ın intişarından bu yana bu kadar zaman geçmesine rağmen, toplum düzeni defalarca değişip altüst olmuş, bir çok yeni keşif ve icatlar bulunmuş, buna rağmen Allah-u Teâlâ'nın değişmez nizamı değişmemiş, hâlâ indiği şekliyle dimdik ayakta durmaktadır.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Rûm: 30)

Bilmeden hevâlarının heveslerinin peşinde koşarlar ve dosdoğru yoldan ayrılırlar.

Ashâb-ı kiram'dan bir zât "Yâ Resulellah! İslâmiyet hakkında bana öyle bir söz söyle ki, o hususta sizden başka hiçbir kimseden sormaya ihtiyacım kalmasın." diye sorduğunda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Allah'a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol!" buyurdular. (Müslim)

Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:

"Doğruluk iyiliğe götürür, iyilik de cennete götürür." (Buhârî)

"Yazıklar olsun o adama ki, derviş hırkası giyer de kavil ve fiili birbirine muhâlif olur." (Münâvî)

"Yazıklar olsun o şahsa ki, lisan ile Cenâb-ı Allah'ı çok zikreder, fiile gelince şerîatın emrinin aksini irtikab ile Allah'a âsî olur." (Münâvî)

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den rivayete göre, şöyle buyurmuştur:

Günün birinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in huzurunda bulunduğumuz sırada aniden bir adam çıkageldi. Elbisesi bembeyaz, saçları simsiyahtı, üzerinde hiçbir yolculuk eseri görülmüyordu. Hiçbirimiz onu tanımıyorduk.

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in önüne oturdu, dizlerini dizlerine dayadı, ellerini iki dizinin üzerine koydu ve "Yâ Muhammed! İslâm nedir, bana söyle!" dedi.

Resulullah Aleyhisselâm:

"İslâm; Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resul'ü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve yoluna gücün yeterse Beytullah'a haccetmendir." buyurdu.

O yabancı adam "Doğru söylüyorsun!" dedi. "Hem soruyor hem de tasdik ediyor" diye hayret ettik.

Sonra "İman nedir, bana söyle!" dedi.

Resulullah Aleyhisselâm da:

"İman; Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere yani hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmandır." buyurdu.

O adam yine "Doğru söylüyorsun!" dedi. Devamla "İhsan nedir?" diye sordu.

Resulullah Aleyhisselâm:

"İhsan, Allah'a sanki O'nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu göremiyorsan da O seni görüyor." buyurdu.

O yine "Doğru söylüyorsun!" dedi. Sonra "Kıyametin ne zaman kopacağını bana haber ver!" diye sordu.

Resulullah Aleyhisselâm "Bu hususta kendisine sorulan kimse, sorandan daha bilgili değildir." buyurdu.

"O halde bana alâmetlerinden haber ver!" deyince Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyurdu:

"Cariyenin efendisini doğurması, yalın ayak, üstü çıplak ve fakir koyun çobanlarının yüksek binalar yapmakta birbirleriyle yarışmalarıdır."

Sonra o yabancı kimse çıktı gitti. Ben epeyce bir müddet kaldım. Sonra Resulullah Aleyhisselâm bana "Yâ Ömer! Sual soran bu zâtın kim olduğunu biliyor musun?" buyurdu. "Allah ve Resul'ü bilir." dedim.

Buyurdu ki:

"O Cebrâil Aleyhisselâm idi. Size dininizi öğretmeye geldi." (Müslim)

Hazret-i Allah'ın katında kabul edilen din İslâm'dır. O'na varan yol budur.

İslâm, müminlere teslim olmaları, yaşamaları, şaşmamaları için Cenâb-ı Hakk'ın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın emanetidir.

 

İslâm Dini Emir ve Yasaklarıyla
Büyük Bir Emanettir.

İslâm dini son ve ekmel bir dindir. Hazret-i Allah'ın katında makbul olan, seçip beğendiği, rızâsının, hoşnutluğunun olduğu din İslâm'dır.

"Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i imrân: 19)

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğendim." buyuruyor. (Mâide: 3)

İslâm'dan yüz çevirip bir başka din arayan kimse, faydalıyı kaybedip büyük bir zarara düşmüştür.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde kendisine inanan ve Resul'ünü tasdik eden kullarına; İslâm'ın bütün hükümlerini benimsemelerini, buyruklarını uygulamalarını, yasaklarını terketmelerini emir buyuruyor:

"Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm'ın sulh ve selâmetine girin." (Bakara: )

Allah-u Teâlâ'ya gerçek mânâda teslim olun, hem dışınızla hem içinizle O'na itaat edin. İslâm'a bir başka şeyi karıştırmayın.

İslâm bir bütündür. Hükümlerinden hiçbiri birbirinden ayrılmaz.

Ayrıca bu Âyet-i kerime müminleri ittifak ve ittihada dâvet etmekte, tefrikadan bölücülükten şiddetle sakındırmaktadır.

İslâm dini Allah-u Teâlâ'nın emridir ve Hazret-i Adem Aleyhisselâm'dan beri gelir.

Bu din Allah'ın kullarına hüccetidir. Bu dinin kitabı olan Kur'an-ı kerim ise; Allah-u Teâlâ'nın emir ve nehiylerini vaz eden ilâhi bir kitap, Rabbani bir hitaptır.

Hazret-i Allah Kelâm-ı kadim'inde Resul'üne hitap ederek şöyle buyurur:

"Gerçekten bu Kur'an insanları en doğru yola götürür ve sâlih amellerde bulunan müminlere de kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler." (İsrâ: 9)

Bu dinin elçisi Hazret-i Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- ise Hazret-i Allah'ın yeryüzündeki mahlûkatına bir merhametidir, lütfudur. Onunla kullarına rahmet eder.

"Andolsun ki, Allah müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Çünkü onlara Allah'ın âyetlerini okuyan, kendilerini tertemiz yapıp arıtan, Kitap ve hikmeti öğreten kendi içlerinden bir peygamber göndermiştir." (Âl-i imrân: )

Allah-u Teâlâ'nın varlığına, birliğine inanan, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'a, getirdiğine ve onun Sünnet-i seniye'sine gönülden inanıp teslim olanlara mümin denilir.

Âyet-i kerime'de:

"Siz beşeriyet için meydana çıkartılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah'a inanırsınız."buyuruluyor. (Âl-i imrân: )

Hazret-i Allah'a, Kitabullah'a ve Resulullah'a gönülden inanmak ve iman etmek bu imanın icabı olarak da güzel ahlâk sahibi olmak, amel-i sâlih işlemek, işte mümin olmanın vasfı budur.

Bu ilâhi düstura riâyet edip ahlâkî fermanlara uygun hareket edenler, ahlâkın yüksek payesine vâsıl olarak hürmete lâyık bir millet olmuşlar, allâmeler ve en yüksek medeniyetin yetiştirebileceği en büyük insanlar vücuda getirebilmişlerdir.

Dünya tarihinde eşi ve emsali görülmemiş bir insanlık göstermişler, muazzam ve muhteşem devletler kurmuşlar, adaletli hükümdar, kumandan ve idareciler yetiştirmişler, Allah'ın dinini yaşamak ve yaymak için can ve mal vermişler, her alanda insanlık âlemine yeni buluşlarla, keşiflerle örnek olup, hayırlı hizmetler etmişler, hülasa insanlığa medeniyeti öğretmişlerdir.

Güzel ahlâkı, fazilet ve meziyeti, edep ve hayâyı, hürmet ve saygıyı, sevgi ve merhameti, hak ve adaleti, nezaket ve nezafeti, fitne ve fesattan uzak durmayı, birlik ve beraberliği öğretmişlerdir.

Zira onlar Hazret-i Resulullah'a tam iman etmiş, ona ve getirdiği Hazret-i Kur'an'a gönülden teslim olmuşlardır, onunla hemhaldirler.

"Andolsun ki Resulullah sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı arzu edenler ve Allah'ı çok zikreden kimseler için güzel bir numunedir."(Ahzâb: 21)

O Resulullah Aleyhisselâm ki insanlık alemine, İslâmiyet'i, insaniyeti öğretmiş, şirk ve dalâlet içinde yüzen beşeriyeti hidayet ve saâdete kavuşturmuştu.

Zulüm yerine adâlet, bedevilik yerine medeniyet, cehalet yerine ilim ve fazilet, sefalet yerine asalet ve bereket gelmişti. İnsanlık âlemine hem dünya saadetinin hem ahiret selametinin kapılarını açtı.

İşte o müstesna Hatemü'l-Enbiya Resulullah Aleyhisselâm sosyal adaleti tesis eden, güzel ahlâkı tamamlayan bir hâl ile insanlığa yaratılış gayesine matuf güzellikleri öğretti. İlim, irfan, edep, ahlâk, fazilet ve ismet gibi erdemleri ve İslâm kardeşliğini yaşayıp yaşattığı gibi, her alanda; tıp, astronomi, ekonomi, matematik, fizik, kimya, tarih ve bütün alanlarda örnek oldu. Bilinmeyenleri öğretti. Bugün ilim onun yıl önceki beyanlarını yeni keşfediyor.

Ahlâkı hamide denilen güzel ahlâkı getirdi. Edep, hayâ, hilm, cömertlik, şükür, merhamet, af ve müsamaha gibi güzel huyları, dürüst olmayı, doğruluğu, yalan konuşmamayı, söz verilince durmayı, emanete hıyanet etmemeyi, ahlâkı, kalp temizliğini öğretti.

Kibirden kaçınmayı, tevazu sahibi olmayı, aza kanaat getirmeyi, sabırlı olmayı, tevekkül etmeyi, söz taşımamayı, gıybet etmemeyi, adaleti gözetmeyi, zekâtı ve öşürü vermeyi, haram yememeyi, fuhuş ve zinâdan, kumar ve içkiden, hırsızlık ve arsızlıktan, riyâ ve gösterişten, hülasa kötülüklerin cümlesinden kaçmayı öğretti.

Ana-babaya itaat etmeyi, her zaman hüsn-i zan beslemeyi, iyi davranışlarda bulunmayı, dini ve vatanı için can ve malın verilmesi gerektiğini öğretti.

Ahkâm-ı ilâhi'ye sımsıkı sarılmayı, Sünnet-i seniye'ye ittiba etmeyi, imandan taviz vermemeyi, İslâm'ın beş şartı olan; Namaz, Oruç, Hacc, Zekât ve Şehadet'i öğretti.

Komşusu aç iken tok yatmamayı, hediyeleşmeyi, akrabayı ziyaret etmeyi, muhtaçlara yardım etmeyi, fakirleri okşamayı, yetimlere iyilik etmeyi öğretti.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"O peygambere uyun ki doğru yolu bulasınız." (A'râf: )

Hazret-i Resulullah en güzel örnektir, onu örnek alan kurtulmuştur.

Allah-u Teâlâ'ya kul ve Resulullah Aleyhisselâm'a ümmet olabilmek için; O'nun emirlerine itaat, nehiylerinden içtinap etmelidir. Ve Resulullah Aleyhisselâm'ın ahlâkı ile ahlâklanmak, tabiatı ile tabiatlanmak gerekiyor. İslâm laf işi değildir. İmandan sonra hemen amel-i sâlih geliyor.

Âyet-i kerime'de:

"İman edenler ve amel-i sâlih işleyenler." buyuruluyor. (Asr: 3)

Resulullah Aleyhisselâm Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:

"Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, kalplerinize ve amellerinize bakar." (Müslim)

İlâhî hükümlere riâyet ettikçe insan her zaman faziletlidir, neciptir. Çünkü mükerrem olarak yaratılmıştır.

 

Emanet-i İlâhi:

Şu iki Âyet-i kerime'de Cenâb-ı Hakk birçok esrarını gizlemiş Ümmet-i Muhammedi sadakât ve teslimiyet, itaat ve hürmet, sevgi ve saygı gibi hususlarda ikaz etmiş, azmamaları, şaşmamaları, taşmamaları için tembihte bulunmuştur:

"Biliniz ki Resulullah aranızdadır. Şayet o birçok işlerde size uysaydı, mutlaka sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde süsledi. Küfrü, fıskı ve isyanı da çirkin gösterdi. İşte doğru yolda olanlar bunlardır." (Hucurât: 7)

"Size Allah'ın âyetleri okunurken ve aranızda O'nun Resul'ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz? Kim Allah'a sımsıkı sarılırsa, muhakkak ki o doğru bir yola iletilmiştir." (Âl-i imrân: )

Bu tecelliyat el'an devam edegelmektedir.

Allah-u Teâlâ kullarına tevdi ve ihsan ettiği en büyük emaneti olan "Zâtî ilâhi tecelli"sini Hâtemü'l-evliyâ'ya tahsis etmiş; bu emanet-i ilâhi doğrudan doğruya bir miras olarak Hâtemü'l-enbiyâ'dan Hâtemü'l-evliyâ'ya intikâl etmiştir. Onun ilminin, peygamberlere ve velilere kaynak olan velâyetinin, vazifesini icra ederken gördüğü ilâhi teyidin üstünlüğü ve fazileti hep bu emanet-i ilâhiden ileri gelir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:

"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korkup endişeye düştüler. Onu İnsan yüklendi." (Ahzâb: 72)

"Sana Rabb'in, sen râzı oluncaya kadar verecek." (Duhâ: 5)

"O sizi seçti." (Hacc: 78)

Allah-u Teâlâ bu ilâhi emanetin kimlerde bulunduğunu beyan etmek üzere Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:

"Sonra biz o kitabı kullarımızdan beğenip seçtiklerimize miras bıraktık." (Fâtır: 32)

Senden sonra ümmetinden olan kullarımızın içinden seçip beğendiğimiz, süzüp çıkardığımız kulları ona vâris kıldık. Senin ümmetin en ileri süzme ümmet olduğu gibi, onların içinde en seçkinleri de bu "Vâris"lerdir.

Allah-u Teâlâ'nın bu mirası kime bıraktığı burada belli oluyor. Zaten bütün bu icraatlar bu mirastan ötürü değil midir?

Allah-u Teâlâ bâtınî ilim verdiği kimseler hakkında Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:

"Kur'an kendilerine ilim verilen insanların kalplerinde parıldayan apaşikâr âyetlerdir." (Ankebût: 49)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hiç okuma-yazma bilmiyordu, nübüvvet verilmeden önce onun herhangi bir hazırlık yaptığını da hiç kimse görmemişti. Böyle olduğu halde geçmişin ve geleceğin ilimlerini içinde toplayan Kur'an-ı kerim gibi bir kitabı getirmesi ve onu beşeriyete sunması, Allah tarafından gönderildiğinin apaçık delilidir.

Hâtem'ül-enbiyâ -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den sonra vahiy kesilmiş, ilham kapısı ise açık kalmıştır. Din kıyamete kadar bâkidir. İnsanların yeni bir dine ihtiyaçları yoktur. Fakat zamanla vesveselere dalıp arzu ve heveslere kapıldıkları için, hakikati hatırlatmaya, ruhlarını kuvvetlendirmeye ihtiyaçları vardır.

Bâlî-i Sofyavî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fusûsu'l-Hikem Şerhi"nde Hâtemü'l-evliyâ'yı:

"Zâtiyet hazinelerinin anahtarlarını elinde bulunduran zât" olarak vasıflandırmıştır. ("Şerh-i Fusûsu'l-Hikem li'l-Bâlî", s. 39)

Yani "Allah-u Teâlâ emânât-ı ilâhîyi ona bırakmış!" diyor.

Allah-u Teâlâ onun velâyetini öyle yaratmıştır ki, bütün velilere verdiği hâli, ahvâli, tecelliyâtı hepsini onda cem etmiştir. Niçin? Onu sevdiği için. Allah-u Teâlâ Hâtemü'n-nebi'ye "Habibim!" dedi. Bu bir intikal olduğu için bu sevgi de intikal eder. Sevmeseydi zaten iki kandil yaratmazdı.

Onlar bu sırrı o zaman görmüşler. Allah-u Teâlâ dilediği esrarını ona bildirir, o da o hazinedekileri görür, göre göre bilir. Anahtar elinde çünkü. Yani ilâhi esrâra ait olan sırları o açar, Allah-u Teâlâ'ya ait gizli sırları o ifşa eder.

Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Hatmü'l-Evliyâ"kitabının 9. Bölüm'ünde şöyle buyuruyorlar:

"Bütün velilerin kalpleri Allah'ın celâliyle birleşir, hepsi tek bir kişinin kalbi üzerinde bulunur.

Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- onunla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

"Ümmetimden yetmiş bin kişi hesapsız olarak cennete gireceklerdir. Onların kalpleri bir adamın kalbi üzerindedir." (Buhârî, c. 8, ; Müslim, İman )

Onlar, kalpleri O'ndan gayrı her şeyden uzaklaşıp, tek bir kalp gibi birbirine bağlanmaları nedeniyle birleşip böyle olmuşlardır."

Gayeleri bir. Ne idi gaye? Allah! Hedef O olduğu için, o hedefe göre yönelmişlerdir. Yetmiş bin kişi amma, bir kişinin yönelmesi gibi yetmiş bin kişi yönelmiş.

Bu bir gönül işidir. Muhabbet erbâbının işi başka. Bunlar hesaplarını dünyada verenlerdir. Dünyada hesaplarını bitirmişler, Allah-u Teâlâ defterlerini kaldırmış, orada onlara hesap sormayacak.

O öyle murad etmiş, hep oradan geliyor. Sermayedir o işi yaptıran. O lütfetmedikçe kuldan hiçbir şey husule gelmez.

Çünkü O Ganî'dir, biz fakiriz. O bir kişiye tecellî eder amma, binlerce kişi istifade eder.

Onun için fakir der ki: "Hakk ile olalım, Hakk ile ölelim!.."

Muhyiddîn İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü'l-veli hakkında:

"Hiç şüphe yok ki o, herkesin kendisine muhtaç olduğu bir Seyyid'dir." buyuruyor. (Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ ve Şemsü'l-Mağrib)

Emanet-i ilâhi onda olduğu için, O koyduğu için

Hazret başka bir ifşaatında bu emanet-i ilâhi'den "Bu ilim, ilm-i billâh'ın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna verilmiştir." buyurarak Hâtem-i nebi'nin ve Hâtem-i veli'nin ilminin verilme olduğunu onların kalplerine emanet edildiğini işaret buyuruyorlar. ("Fusûsu'l-Hikem" s: 43)

 

Emânet-i Kübrâ'yı,
En Büyük Emânet'i Taşıyan Cevher-i Yektâ:

Bandırmalı-zâde Mustafa Hâşim Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri "Vâridât-ı Mensûre"de yer alan başka bir beyânında, İlâhî ilme mazhar olan Hâtemü'l-evliyâ'nın "Emânet-i kübrâ"yı, yâni "En büyük emânet"i taşıdığına işâret etmiş; onun yalnız bâtınî verâset yönünden değil, nesep itibâriyle de Hâtemü'l-enbiyâ'nın vârisi olduğunu ifşâ etmiştir:

"Bâtındaki beş hissin her biri bir cevherdir; beş hâssası vardır, her bir hâssasına da bir isim verilir.

Bir mertebe tâbir eylerler ki, o Cevher-i yektâ daha önce yukarıda zikrolunan 'ilm-i İlâhî'nin elbisesidir, ağacın tohumunun zuhur ettiği mezrâlardır ve 'Emânet-i kübrâ'; yâni 'En büyük emânet' de odur. Nübüvvet sûretleri ve velâyet sûretleri elbisenin değişmesinden ibârettir. Sûretler mertebeleri üzere nice dursa, İlm-i İlâhî'nin hâmili (taşıyıcısı) Hâtemü'l-evliyâ'dır; sırca (bâtın îtibârıyla) da, nesilce (soyca) da Hatmü'l-enbiyâ'nın vârisidir.

'Allah îmân edenlerin Velî'sidir.' (Bakara: ) sırrı, bu söz için âdil bir şâhiddir. İyi anla!.." ("Envârü'l-Melâmiyyûn", Millet Ktp. Ali Emîrî, Manzum, Mecmû'a, nr.: , vr. ba)

Her zaman diyoruz ki, hep O, hep O'ndan, kişide bir şey yok. Hep verilme Öyle murat etmiş.

Muhyiddîn İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri, Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "Hatmü'l-Evliyâ"da sorduğu soruları cevaplandırmak için yazdığı "el-Cevâbü'l-Müstakîm" isimli eserinde; bu sorulardan on üçüncüsü olan: "Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- Hâtemü'n-nübüvvet'e hak kazandığı gibi, Hâtemü'l-evliyâ olmaya kim hak kazanmıştır?" sorusuna şu cevabı vermiştir:

"Buna hak kazanan, ceddine (yani Muhammed Aleyhisselâm'a) çok benzeyen bir kimsedir. O Arapça'yı pek iyi konuşamaz, fakat ahlâkı hususunda ondan farklı da olmaz." ("el-Cevâbü'l-Müstakîm ammâ Se'ele anhü et-Tirmizî el-Hakîm", Beyazıt Devlet Ktp. nr.: vr. b)

Demek ki onun nesebi asaleten geliyor ve bu asalet en asillerden geliyor, aynı zamanda bu geliş vekâleten oluyor.

O da oluyor, bu da oluyor. Yani isterse onun neslinden, isterse seçtiği kuldan veriyor. O Allah-u Teâlâ'ya âit bir iştir. Onu da yürüten O, bunu da yürüten O.

Onun nesebi asaleten olduğu için çok yüksek oluyor. Fakat ona merbudiyet de asaleten olduğu zaman oraya çıkabiliyor. Hem asalet hem vekâlet birleşmiş oluyor.

Hülâsa olarak hepsi Resulullah Aleyhisselâm'ın ıyâlidir. Kimisi Sıddîkiyye yolundan gelir, kimisi de Hazret-i Ali -kerremallahu veche- Efendimiz'in yolundan gelir. Bazen her ikisinin bir kimsede cem olması da mümkündür. Yani hem zâhirî nesep itibariyle Hazret-i Ali -kerremallahu veche-ye hem de mânevî nesep itibariyle Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh-a varırlar. İşte bunlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in hem nübüvvet, hem de velâyet hâline sahiptirler.

Mânen öyle yakınlık var ki, en yakından da yakındır ve bu yakınlık kıyamete kadar bir yoldan devam eder. Her fazilet, her meziyet o Nûr-i Muhammedî sayesindedir.

Bu yol has bir yoldur, Sıddıkiyet yoludur. Velâyet yolu, Hâtem'lik yoludur. Bu hâtemlik, Hatemü'l-Enbiyâ ile Hatemü'l-Evliyâ'ya verilmiştir.

Bu nurun, bu ilâhî feyzin kaynağı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'dir. Bu vazifeyi Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh- ve Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Hazerâtı'na teslim etti, yani onun buyurması ile yol devam etti, bu vazifeyi onlar gördüler. "Hâfî" olanı Hazret-i Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh- Efendimiz'den, "Cehrî" olanı ise Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz'den intişar etmiştir. Gele gele bu nurun Hâtem-i veli'de bütünüyle yayılmasına vesile oldu.

Şöyle ki:

Muhyiddîn İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri: "Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ" adlı eserinde; Hâtemü'l-evliyâ olan zâtla gizli bir perdenin ardından konuştuğunu ifşâ etmiş ve ona;

'Peki (velâyetin sizde olduğuna dâir) beraberinde tasdik edici bir yardımcın var mı?' diye sorduğunda:

"Ben Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh-in halifesiyim, (kalplere) onun zikrini boşaltırım!" cevabını aldığını söylemiştir.

Yani ona verilen emaneti devren almış oluyor.

Şeyhü'l-Ekber -kuddise sırruh- Hazretleri'nin, husûsiyetle Hâtemü'l-evliyâ olan zâtın makâmını, alâmetlerini ve ayırt edici hususiyetlerini tespit etmek için yazdığı "Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ" adlı kitabındaki ifâdesine göre:

"Onun 'Hâtemü'l-evliyâ'lığının tasdik edici alâmeti, Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh-in halifelerinden biri olarak gönderilmesi ve onun zikrini tâlim ve telkin etmesidir." (sh. 48)

Nasıl ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh- Hazretleri'ne zikrullahı tâlim ettiyse ve onun vekâletini yapıyorsa, o tâlimâtın vekâletini o da yürütecek. Çünkü ona Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz tâlim etti ve o tâlim ile yürüdü. Sonra bu tâlim ona intikal edecek ve bunu o yürütecek.

Bizim yolumuz tasavvuf üzerinde irşattır. Çünkü Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri:

"Allah-u Teâlâ onun irşadını yayacak" buyuruyor.

İşte bu, bu mânâyı taşıyor.

Allah-u Teâlâ işte bu "Emanet-i İlâhi"yi Hâtemü'l-evliyâ'ya yüklemiş, taşıyacak gücü de bahşetmiştir. Bu ilâhi emaneti ondan başkasının taşıyabilmesi mümkün değildir.

 

Hâtemü'l-Evliyâ'dan Başkasının Taşıyamadığı Emanet:

Bandırmalı-zâde Seyyid Hâşim Mustafa el-Üsküdârî -kuddise sırruh- Hazretleri "Vâridât-ı Mensûre" adlı eserinde; Hâtemü'l-evliyâ olan zâtın, "İlmu'llâh"ın hocası olan Resulullah Aleyhisselâm'ın aslından ve Hazret-i Ali -radiyallahu anh-in neslinden "Mânevî hilâfet"e vâris olarak zuhur edeceğini beyan buyurmuştur:

"Şimdi, ey tâlip! Râbbânî âlemi ve İlâhî esrârı izhâr etmek ve kavratmak için her ne mikdâr çaba ve gayret, sa'y ve ihtimâm eylesem, bahânesi olan ehle fayda ve yakîn gelmez, bilâkis daha ziyâde münevver olmuş ve muhabbet etmiş olur. Hemen talep ve rağbet edenlere lâzım olan budur ki; zikrolunan faydalı yön üzere, velâyet sırrının mertebeleri olan dört mertebedeki efrâd (ferdleşmiş) zâttan eyleye ki, âlemin mürşidi ve İlâhî bir yol göstericidir.

Fahr-i Âlem, Sebeb-i veled-i benî-Âdem -sallallahu aleyhi ve sellem- Hazretleri saâdetle buyurdular ki:

'Benden sonra hilâfet yeryüzünde bulunan Hâşimoğulları'ndan nesep itibâriyle bana en yakın olanındır.' diye nice kere haber verdikleri farklı kitaplarda yazılıdır ve bu hilâfetten murâd üzerlerindeki ledün ilmi, hidâyete irşâd için olan hakîkî ve manevî hilâfettir. Zîrâ hâşâ, sümme hâşâ Sıdkiyyetin Hakîkat'i (Hâtemü'l-enbiyâ) vehimle ve hayâlle haber vere, sonra tersi zuhûr ede!.. Eğer murâdları zâhirî hilâfet olsaydı öyle zuhûr ederdi. Lâkin onların murâdı mânevî hilâfet ile ilgiliydi ki öyle zuhûr eyledi. İyi anla!

Zâhirî hilâfet mânevî hilâfetin gölgesidir. İlâhî halîfeye, kâmil merde mânevî akid ile nefsi bağlamak, Ehlullâh'ın malûmları olan bir sırdır. Bu sözlerden murâd, İlmullâh'ın hocası, İlâhî halîfe âleminin mürşidi olan Resul-i Ekrem'in hânedânından ve İmâm-ı Alî -radiyallahu anh- nesl-i pâklerinden olur, Hâtemü'l-enbiyâ'nın ilmine vâris olan Hâtemü'l-evliyâ'dır." ("Vâridât-ı Mensûre", Millet Ktp. Ali Emîrî, Manzum, Mecmû'a, nr.: , vr. b)

"Hâtemü'l-evliyâ"lık hem nesep itibârı ile hem de mânevî yol ciheti ile birleşiyor. Bu hususlar gizlidir, beşerin idrâkinin dışındadır. Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine veriyor.

Hazret; "Zâhirî hilâfet mânevî hilâfetin gölgesidir. İlâhî halîfeye, kâmil merde mânevî akid ile nefsi bağlamak, Ehlullâh'ın malûmları olan bir sırdır." buyuruyor.

Allah ehli olan Evliyâullah Hazerâtı mânevi akitle bu zâta bağlıdır. Onlar ona bağlılıkta samimidirler, bunu ibraz etmişlerdir, söz vermişlerdir.

 

Emanet İzzettir!

Huzeyfe -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz emanetin verilişini anlattıktan sonra bu emanetin (yani din duyguları, adalet ve emniyet umdelerinin) nasıl yok olacağını şöyle haber vermişlerdir:

"Bir kişi azıcık uyur. O uyurken kalbinden emanet hissi çekilip alınır da; emanetin eseri (izi ve yeri), rengi uçuk bir nokta halinde yanık yeri gibi kalır. Sonra o yine uyur, bu defa emanetin izi (geri kalan kısmı da) alınır. Bunun eseri ve yeri de balta sallayan bir işçinin avucundaki bere kabarcığı gibi kalır.

Şu halde (o mübarek) emanet, senin ayağına düşürdüğün bir kıvılcımın düştüğü yeri şişirtip, senin onu bir kabarcık halinde görmen gibidir. Halbuki bu kabarcıkta (vücudun hayatî açısından) bir önemi yoktur. Bu eser, siyahlıktan daha kötüdür.

Kalplerden emanet böyle silindikten sonra insanlar alış-verişe devam ederler, fakat içlerinde emaneti doğruca yerine getirecek kişi zor bulunur. 'Filân oğullarından emin bir kişi varmış, ne akıllı, ne tedbirli, ne zarif, ne kahraman adamdır, Allah'tan çekinir.' derler. HALBUKİ ONUN KALBİNDE ZERRE KADAR İMAN YOKTUR." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: - İbn-i Mâce: )

İmansız olarak yaşarlar, bütün iş ve icraatları gösterişten ibarettir. Diğer taraftan dinin yıkılmasına sebep olacak iş ve icraatlar yaparlar. Bu icraatlarını dindenmiş gibi göstermek isterler.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"O gün ki, ne mal fayda verir ne de oğullar Meğer ki Allah'a tamamen salim ve temiz bir kalp ile gelenler ola." (Şuara: )

Kalbin ıslahı çok mühimdir, çünkü bütün azalar onun emrindedir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"İyi bilin ki insanda bir et parçası vardır, o iyi olursa bütün ceset iyi olur. O bozulursa bütün ceset ifsad olur. O et parçası kalptir." (Buhârî)

Kötülüklerden ve günahlardan uzaklaşan bir kalp saâdete erip felâh bulduğu, Allah katında makbul olduğu gibi; mâsiyetlere daldığı zaman, şehvet ve lezzetlere dalıp hayvanî sıfatlarla örtüldüğü zaman, o nispette Allah'tan uzaklaşır.

Bir Hadis-i şerif'te de şöyle buyuruluyor:

"Kalp bir hükümdardır ve kalbin askerleri vardır. Eğer hükümdar bozulursa askerler de bozulur, iyi olursa askerler de iyi olur." (C. Sağir)

Kalp nurlandığı zaman nûru bütün uzuvlara dağılır, uzuvlardan sadır olan kötülüklerin kaynağı ise yine kalptir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Kalpler dört sınıfa ayrılır:

1. Tertemiz bir kalptir ki, içinde alev alev yanan bir lâmba vardır. Bu müminin kalbidir.

2. Simsiyah kesilmiş ve döndürülmüş kalptir. Bu kâfirin kalbidir.

3. Kılıflı ve kılıfının ağzı bağlanmış kalptir. Bu münafığın kalbidir.

4. Terkedilmiş, yüz çevirilmiş kalptir ki, iman da nifak da vardır.

İman bu kalpte, temiz suyun yeşillendirip çoğalttığı bakla gibidir. Nifak ise irin ve sarı suyun geliştirip büyüttüğü çıban gibidir. Binaenaleyh bu iki maddeden hangisi üstün gelirse, onunla hükmedilir." (Ahmed bin Hanbel)

"Kıyamet ne zamandır?" diye soran bir zâta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:

"Emanet yitirildiği zaman kıyameti bekle! İşler ehil olmayanlara verilince kıyameti bekle!" (Buhârî. Tecrîd-i sarîh 54)

Ebu Zerr-i Gıfârî -radiyallahu anh- "Yâ Resulellah! Beni bir göreve tayin etmez misin?" diye sorduğunda, mübarek ellerini omuzuna koyarak şöyle buyurdular:

"Yâ Ebu Zerr! Sen zayıfsın, vazife ise emanettir ve kıyamet gününde rüsvaylıktır ve pişmanlıktır. Ancak bu emaneti hakkıyla alıp yürütenler müstesnâ." (Müslim)

Ehliyet ve salâhiyeti olmayan, yapacağı işe hakkıyla vakıf olmayan bir kimse, bir işi üzerine alıp da lâyıkıyla yapamazsa, bu da emanete hıyanettir.

Hadis-i şerif'lerde emanete hıyanet etmenin kıyamet alâmetlerinden olduğu haber verilmektedir. Diğer bir Hadis-i şerif'te ise kıyamet alâmeti olarak "Emanetin ganimet bilineceği" beyan edilmektedir.

Emanet; korumak ve saklamak için insana verilen maddi ve mânevi şeyler demek olduğu için Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Bir kısmınız diğerlerine bir şey emanet ederse, güvenilen kimse kendisine emanet edileni yerine versin ve bu hususta Rabb'i olan Allah'tan korksun." buyuruyor. (Bakara: )

Hadis-i şerif'te ise:

"Emanet izzettir." buyuruluyor. (Münâvî)

Ücret veya maaş karşılığında çalışan kimsenin yapacağı işi hakkıyla yapması, mesuliyetini bilmesi emanettir. Yanında çalıştığı kimsenin izni olmaksızın işi gevşek tutarsa, işe geç gelir veya erken paydos ederse, emanetin hilâfına hareket etmiş olur.

Başkasının malını haksız olarak yemenin haram yollarından birisi de rüşvettir. Hangi şekilde ve hangi isim altında bulunursa bulunsun dinimiz rüşveti yasaklamıştır.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde:

"Aranızda birbirinizin mallarını haksız sebeplerle yemeyin, bildiğiniz halde günaha girerek insanların mallarından bir kısmını yemek için onu hâkimlere (rüşvet yollu) aktarmayın." buyuruyor. (Bakara: )

Allah'ın gadabını gerektirecek kadar kötü olan rüşveti alan da veren de, hatta vasıta olan da günahta eşittir.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Amirlerin aldığı hediye haram, kadıların rüşvet kabulü ise küfre yakın bir günahtır." (Camiüssağir)

"Hükm-ü şer'iyi infâz için hâkimin aldığı rüşvet kendisiyle cennet arasında bir korkulu perde olur." (Münâvî)

"Rüşveti veren ve alan her ikisi de cehennem ateşindedir." (Tirmizî)

"Rüşvet alana, verene ve vasıta olana Allah lânet etsin." (Hâkim)

Rüşvete hediye isminin verilmesi, onu haramdan helâle çevirmez.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Kur'an-ı kerim'inde:

"Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haram sebeplerle değil, karşılıklı rizâ ile yapılan ticaretle yiyin. Haram ile nefsinizi mahvetmeyin. Şüphesiz ki Allah size karşı çok merhametlidir." buyuruyor. (Nisâ: 29)

Âyet-i Celile'deki "Haram ile nefsinizi mahvetmeyin!" Emr-i Sübhâni'si çok mühim ve ince bir mânâyı ihtiva etmektedir.

Hadis-i şerif'te:

"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, kişi kazandığı malın helâlden mi haramdan mı olduğuna aldırış etmeyecektir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: )

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde:

"Haramdan meydana gelen her vücuda, ateş daha lâyıktır." buyuruyorlar. (Tirmizî)

Haram, yürüyen merdiven gibidir. Ayağını bastın mı bir daha yakayı kurtaramazsın. Seni alır, cehenemin dibine kadar götürür.

Haram, insanın içini karartır. Haram yiyen kişiden iyi işler beklemek boştur. Çünkü küpün içinde ne varsa dışına o sızar.

Diğer Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:

"Bir kimse haramdan bir şey yerse kırk gün namazı kabule şâyân olmaz." (Deylemî)

"Bir insan ki, büyük bir iştiyâkla, (Hacc veya Umre için) yola çıkar. Birçok eziyetlere katlanır, toz toprak içinde kalır. Ellerini semâya doğru açıp Yâ Rabbî, Yâ Rabbî diye yalvardığı halde, yediği haram, içtiği haram, giydiği haram ve her türlü gıdası haramdır. Böyle bir adamın duâsı nasıl kabul edilir?" (Müslim)

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz yanlışlıkla zekât develerinin sütünü içtiği zaman, parmağını ağzına sokarak istifrâ etmiştir. "Biz harama düşeriz korkusuyla helâlin onda dokuzunu terkederdik." sözü ne kadar düşündürücüdür.

Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz de, kölesinin haram kazancından olan sütü içince, boğazına parmak salarak istifrâ etmeye başlamış, neredeyse ölecek hale gelmişti. Daha sonra "Allah'ım! Midemde kalıp damarlarıma karışan kısmından sana sığınırım." diye duâ etmiştir.

Haram ve bâtıl yollarla, başkalarının rızâ ve menfaatlerini gözetmeksizin elde edilen kazançlar menfaat gibi görünüyorsa da aslında zarardır.

Haram lokma insanın içini tahrip eder ve kötülüğe tahrik eder.

Fâiz, kumar, ihtikâr, rüşvet, hile gibi gayr-i meşru yollardan kazanç sağlayan kimse kendisini mahvetmiş demektir. İşte bu elim âkıbetten müminleri kurtarmak için rahmetiyle tecelli eden Allah'ımız, bu yollardan kazanç sağlamayı yasaklamıştır.

 

Emanet-i İlâhi'ye Nasıl Hıyanet Ediliyor?

Hududullah'a ve Sünnet-i Resulullah'a uymayıp nefis ve şeytanın yoluna girilirse hıyanet olur.

Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, bütün kötülüklerin bir bir ortaya çıktığı ve yapıldığı ahir zamanı, seyyiat zamanını yaşıyoruz. Dünya kurulalıdan beri kötülüklerin ayyuka çıktığı böyle bir devir gelmiş değil. Bütün kötülüklerin anası bu devirde mevcut.

Fuhuş, fâiz, hırsızlık, gasp, soygun, cinayet almış başını gidiyor. Halk sokağa çıkamaz, evinde malını, namusunu koruyamaz hâle geldi. Tam mânâsı ile bir cahiliye çağı hüküm sürüyor.

Zina, fuhuş ve hayâsızlık çoğalmış hatta alenileşmiş, açıktan yapılıyor.

İçki, uyuşturucular ve haplarla halk zehirleniyor, hem sağlığı hem de aklı zayi oluyor.

Fâiz sebebiyle şirketler batmakta, işyerleri kapanmakta, kredi kartları sebebiyle yuvalar dağılmaktadır.

Kumar, şans oyunlarıyla halkın parası çarçur olmakta, vaktini boş ve faydasız şeylerle geçirmekte.

Alışverişlerde hile hurda yapılmakta, terazide eksik, malda gedik defo yapılmaktadır.

Çekler, senetler, borçlar ödenmemekte, sözler yerine getirilmemektedir. Ticari ahlâk aranır hâle gelmiştir.

Vatana ihanet, dinde bölücülük almış başını gidiyor. Ahir zaman âlimleri ortalığı istilâ etmiş, hak ve hakikatten gafiller

Büyü, sihir ve fal işleri insanların uğraşısı olmuş, medet umuluyor.

Karaborsa, sahtecilik, yalancılık, dolandırıcılık diz boyu

Kötü âmir ve kötü âlimler peşinden gidilenler, sözü dinlenenler olmuş.

Kadın ve erkekler zıvanadan çıkmış, iffet ve namus kavramı unutulmuş

Emanet ganimet biliniyor. Fakirler ihmal ediliyor. Açlar doyurulmuyor. Garipler horlanıyor.

Süs, lüks içimize girmiş, zenginler zekâtı unutmuşlar.

Bereketsizlik sebebiyle paranın kıymeti yok, zamanın kıymeti yok.

Rüşvet, irtikab, iltimas, suistimal, gulul gibi devleti yıkıcı şeyler her gün duyulmakta

Dinin direği olduğu halde namaz kılınmamakta. Kılanların yüzde doksanı taharete, istibraya dikkat etmediği için daha camiye girmeden abdesti bozulmuştur, abdestsiz namaz kılmakta, haberi bile olmamaktadır.

Haksız yere adam öldürmeler çoğalmış, ticaret ahlâkı bozulmuş, adaletle iş yapılmıyor. Ahlâk yok, asalet yok, edep yok. Nefis ve şeytan yol bulmuş, makam, menfaat, şöhret için çalışılıyor.

Kumarın her türlüsü halkın eğlencesi haline gelmiş, israf diz boyu, eğlence, lüks içinde yaşamak, fakir fukarayı unutup garipleri dışlamak gadâb-ı ilâhi'yi celbetmiştir.

Nikâh zaten yapılmıyor, yapılsa da mehir verilmiyor, öldükten sonra verileceğini zannediyor, kendi âilesi ile zina yapıyor. Mehirsiz dini nikâh olmaz. Emr-i ilâhî olduğu halde öşür verilmiyor. Verilmiyor değil, zaten bilinmiyor. Kimse de vermiyor. O ise bu aynı zekâttır. Zekâtı veren ne kadar insan var? Fâiz, fuhuş almış başını gidiyor. Onun için bu halk bu yerlerden yok olup gitti. Artık yarın huzur-u ilâhi'ye çıkacağız. Nasıl çıkacağımızı O bilir. Herkes kendine yonttu. Ve iş Allah'a kaldı.

Bunların hepsi kıyameti, âhir zamanı yaşadığımızı haber veriyor.

Ve kıyametin küçük alâmetleri bir bir çıkmaya, zuhur etmeye başlamıştır. Ve bu hal son deccale kadar devam edecektir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Ümmetim üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm'ın yalnız ismi, imanın resmi, Kur'an'dan ise harf ve hurufat kalacak.

Gayretleri mideleri, dinleri para, kıbleleri karıları olacak. Onlar aza kanaat etmeyecekler, çok ile de doymayacaklar."

İşte bütün bunlar emanete ihanettir.

İnsanlar bu hâle geldiği zaman bunlar zuhur edecek ve çeşitli ibtilâlara maruz kalacaklar. Bunun içindir ki içki, kumar, fuhuş, faiz, denize çırılçıplak girilmesi gibi ve buna mümasil küfür âdetlerinin yerleşmesi, bunların yaygınlaşması, hakikatin kalkması ile artık insanlar her şeye müstehak olmuş demektir.

Halk bu isyanlarının cezalarını hiç şüphesiz ki görecektir.

Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsi'de buyurur ki:

"Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor." (Taberânî)

Kadınlar çılgın, erkekler sarhoş, orta tabaka şaşkın, zenginler azgın.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki gayretleri mideleri, şerefleri servetleri, kıbleleri karıları, dinleri dirhemleri ve dinarları olacak. Onlar mahlûkatın en şerlileridir ve onların Allah katında hiçbir nasipleri yoktur." (Deylemî)

Böyle zamanda böyle insanlar gelecek ve insanlar da böyle cezalanacak.

Dünya cezaları böyle olduğu gibi, ahiretteki cezaları da ebedî cehennemde kalmalarıdır.

Hak ve hakikatten saptıkları için başlarına bu belâlar gelecek. Niçin? Hain oldukları için.

Diğer bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:

"Fuhuş ve ahlâksızlık açıkça yapılıncaya ve dirhem ile dinara tapılıncaya kadar, şöyle şöyle oluncaya kadar kıyamet kopmaz." (Ahmed bin Hanbel)

Ulemânın durumu ise meydanda. Bunların yaptığı tahribatı hiçbir papaz ve hiçbir kâfir yapamaz.

Halk çoğunlukla nefse uydukları, İslâm'ı yaşamak, emr-i ilâhî'yi tatbik etmek nefislerine zor geldiği için açık kapı aramaktadırlar. Onlar da halkın içindeki bu arzuları bildiklerinden dolayı halkın hoşuna giden fetvâları vererek ifsad ediyorlar, beşeriyeti peşlerinden sürüklemek istiyorlar. Şu kadar var ki kendilerine modern müslüman adını verenler bunların peşindedirler.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz etrafında ashabından bir cemaat olduğu halde buyurdu ki:

"Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayacağınıza, hırsızlık yapmayacağınıza, zina etmeyeceğinize, çocuklarınızı öldürmeyeceğinize, kendiliğinizden uyduracağınız herhangi bir yalanla iftirada bulunmayacağınıza, dinen bilinen kulluk ve taatta isyan etmeyeceğinize dair bana biat ediniz.

Verdiği bu sözü yerine getirenin sevabı, Allah tarafından karşılanır. Kim ki bu sayılan günahtan birine düşer ve bu dünyada cezasını çekerse, bu onun günahının kefaretidir. Dünyada suçu gizli kalanın cezası Allah'a kalır. Allah dilerse onu bağışlar, dilerse azab eder." (Buhârî. Tecrîd-i sârîh: 18)

 

Varlık ve Benlikler Emanete Hıyanettir.

Allah-u Teâlâ, Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: )

Bu Âyet-i kerime kantar

İslâm budur, terazi budur. Bunun haricindeki hareketler yanlıştır.

Şimdi insanın yaratılışı bir pisliktir. Bu pislik kurursa, uçarsa birşey kalır mı? Sen busun! Sana bu nimeti bahşeden O'dur.

O'nun nimetini O'na tefahür etmen nasıl yakışır? Halbuki senin aslın bu bir damla kerih sudur.

Binaenaleyh, yalnız O var. O'ndan gayri hiçbir şey olmadığını; biz bunu gözümüzle görüyoruz

Bu pislik, kurudu, uçtu, ne kaldı? Hiç. Senin aslın hiç zaten. Senin aslın bir damla pislik

Binaenaleyh, sen bir zerre pisliksin. Pisliğin O'nun yanında ne hükmü var? O da kuruduğu gittiği zaman; O var, başka bir şey yok. Düşün bir kere; hani, benlikler nerede kaldı şimdi? Ama gel de nefse sor. "Ben varım!" diyor. Kayan nokta bu. Ama burası çok kötü bir kayış yeridir. Çünkü Hazret-i Allah'a karşı hasım kesiliyor.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"İnsan, bizim kendisini nutfeden (kerih bir sudan) yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir." (Yâsin: 77)

Allah-u Teâlâ;

"Ben onu nutfeden yarattım, o Bana hasım kesildi!" buyuruyor.

Allah Allah! Güler misin, ağlar mısın? "Ben onu nutfeden yarattım, o nutfeyi unuttu, verdiğim nimeti kendisine benimsedi, Bana hasım kesildi."

Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm'ı topraktan yarattığı gibi, zürriyetini de toprağın hülâsası olan nutfeden yaratmaya devam etmiştir.

Düşünmeli ki bir nutfe (sperma) ne kadar değersiz bir sıvı, ne kadar güçsüz ve zayıf bir şeydir. Bu değersiz şeyden çok değerli bir insan yaratmak ne büyük bir kudrettir! Böyle bir yapıyı tanzim eden büyük kudret karşısında, düşünen insan iki büklüm olur.

Onun için, bu düşünülemediği için Cenâb-ı Hakk;

"İnsan çok zâlim ve çok câhildir." buyuruyor. (Ahzâb: 72)

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bir Hadis-i kudsî'de de şöyle buyurur:

"Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor." (Taberânî)

Fakat insan aslını unutuyor da yaratıcısına karşı açık bir düşman oluyor. O'na karşı şirk koşmaya, mantık yürütmeye kalkışıyor.

Halbuki insan Yaratan'a karşı çıkmak için değil, O'na tapınmak ve kulluk yapmak için yaratılmıştır.

Câhil ve gâfil her insanın durumu budur.

Başkasına âit olanı kişinin kendisine mâletmesi çok yersizdir. Hem emânete ihanetlik yapıyor, hem yalan söylüyor, hem riyâkârlık yapıyor, hem de şirk koşuyor.

Binaenaleyh Allah ehlinde dâvâ olmaz. Yaprağı çevirdiği gibi varlığını çevirir. "O" der ve orada kalır. Başka hiçbir söz söylemez. Çünkü O'ndan başkası yok.

Onun içindir ki kendisine değer verenler, kendi nefsini putlaştırmış oluyor. Allah'ım korusun!

İnsanın kendi nefsi ile cihad etmesine "Cihad-ı ekber" denilmiştir. Çünkü düşmanların en büyüğü nefistir. Bir insanın sana yapacağı en büyük düşmanlık seni öldürmesidir. Bu ise şehâdetine vesile olduğu için, seni en yüksek mertebeye erdirir. Nefsin elinde ölürsen ebedî hayatın mahvolur.

Bunun içindir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:

"En şiddetli düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir." buyurmuşlardır. (Beyhakî)

En büyük düşmanla mücadeleye girişildiği için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde:

"Hakiki mücahid, nefs-i emmâresi ile savaşan kimsedir." buyurmuşlardır. (Tirmizî)

Vuslata erebilmek nefis ve şeytanla mücadeleye bağlı kılınmıştır.

Bir Âyet-i kerime'de:

"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur. Onu kirletip örten kişi ise ziyana uğramıştır." buyuruluyor. (Şems: )

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyor:

"Cehennem nefsin istekleri ile, cennet de nefsin hoşlanmadıkları ile örtülüdür." (Buhârî. Tecrîd-i sârîh: )

Nefsin her bir arzusu bir put mesabesindedir. Süflî nefsi, his ve meyillerinden arındırıp tezkiye etmedikçe kişi nefsin putlarına tapmaktan kurtulamaz.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)

Demek ki insanın nefsini ilâh edinmesi bir şirk imiş, kişi müşrik olduğunun farkında bile değil.

Görünüşte iman etmiş gibi görünürler, hem de kendilerinin, müslümanların en ön safında olduklarını zannederler;

"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." (Yusuf: )

Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere Allah'a şirk koşarlar ve dolayısıyla müşrik olarak yaşarlar.

Şimdi kavrayabildin mi kendi nefsini? Bir damla pisliksin. Üstündeki âsar O'nun.

O'nun verdiğini mi O'na tefahür ediyorsun? Ne ayıp şey, ne ayıp şey.

 

Müslüman; Elinden, Dilinden Emin Olunan Kimsedir:

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet olunduğuna göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde beyan buyururlar:

"Bir adam bir kimseden bir arsa satın aldı. Daha sonra arsada bir küp altın buldu. Küpü alarak arsayı satan adama getirdi. 'Ben senden yalnız arsayı satın aldım, altın almadım, al şu altınları!' dedi. Fakat adam almadı: 'Hayır almam, ben sana toprağı her şeyiyle sattım.' cevabını verdi. Alırsın almazsın derken mahkemeye düştüler. Hakim de onlara 'Sizin oğlunuz ve kızınız var mı?' diye sordu. Bunlardan birisi 'Benim bir oğlum var.' Öbürü 'Benim de bir kızım var.' dediler. Bunun üzerine hakim 'Öyle ise bu ikisini evlendirin ve bu altından onlara verin, bir kısmını da kendiniz için sarfedin.' diye hükmetti." (Buhârî ve Müslim)

Altınları ikisi de almıyorlar. Bugünkü durumumuza bakın, şu İslâm'ın güzelliklerine bir bakın!

İslâm budur.

 

Devlet Malı da Vakıf Malı da Emanettir:

"Bir şeyi gizlice almak, hırsızlık yapmak" mânâlarına gelen gulûl; taksim edilmeden önce ganimet mallarından bir şey çalmak demektir. "Devlet malına da vakıf malına da hıyanet etmek" de bu türdendir.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:

Bir gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- aramızda bulunduğu bir sırada ayağa kalkarak hıyaneti andı, onu büyüttü de büyüttü, onun halini de büyüttü.

Sonra şöyle buyurdu:

"Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda böğürmesi olan bir deve olduğu halde gelerek: 'Yâ Resulellah! Beni kurtar!' derken, kendimi de: 'Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.' diye cevap verirken bulmayayım.

Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda kişneyişi olan bir at olduğu halde gelerek: 'Yâ Resulellah! Beni kurtar!' derken, kendimi de: 'Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.' diye cevap verirken bulmayayım.

Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda meleyişi olan bir koyun olduğu halde gelerek: 'Yâ Resulellah! Beni kurtar!' derken, kendimi de: 'Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.' diye cevap verirken bulmayayım.

Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda çığlığı olan bir kimse olduğu halde gelerek: 'Yâ Resulellah! Beni kurtar!' derken, kendimi de: 'Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.' diye cevap verirken bulmayayım.

Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda dalgalanan elbiseler olduğu halde gelerek: 'Yâ Resulellah! Beni kurtar!' derken, kendimi de 'Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.' diye cevap verirken bulmayayım.

Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda altın, gümüş olduğu halde gelerek: 'Yâ Resulellah! Beni kurtar!' derken, kendimi de: 'Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.' diye cevap verirken bulmayayım." (Müslim: )

Bu Hadis-i şerif'ten anlaşılıyor ki, gerek ganimet malından ve gerekse devlet malından çalınıp aşırılan her şey kıyamet gününde hâinlerin boynunda asılı olarak gelecektir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bir cümle ile ifade edilebilecek bir hususu, aynı kelimelerle ayrı ayrı beyan etmesi hıyanetin vebalini büyütmek ve zihinlerde kuvvetle yerleşmesini sağlamak içindir.

Her ne kadar bu Hadis-i şerif'te değeri yüksek olan şeyler zikredilerek ihanetten men edilirse de, diğer bazı Hadis-i şerif'lerde; ayakkabı bağı, iğne, iplik ve hatta bunlardan daha değersiz olan devlete âit şeyleri çalmanın aynı şekilde hıyanet olduğu, ganimet malından böyle değersiz küçük bir şey çalmış olarak cephede ölen bir askerin şehitlik mertebesini kaybedeceği belirtilmektedir.

Devlet malına hıyanet etmek çok büyük bir günahtır. Kişiyi direkt cehenneme götürür.

Devlet malından bir şey çalmak, vazifesini şahsi çıkarı için kullanmak emanete hıyanet etmektir.

"Kim bu hıyanetliği yaparsa, kıyamet gününde hıyanet ettiği şeyle gelir." (Âl-i imrân: )

Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- şöyle söylemiştir:

"Bir toplulukta devlet malından hırsızlık (Gulûl) zuhur ederse, Allah o topluluğun kalplerine korku salar.

Bir topluluk içinde zina yayılırsa orada ölümler artar.

Bir topluluk ölçü ve tartılarda hile yaparak miktarı azaltırsa Allah onlardan rızkı keser.

Bir kavmin (mahkemelerinde) haksız yere hükümler verilirse, o kavimde mutlaka kan yaygınlaşır.

Bir kavim sözünden dönüp gadre yer verirse, Allah onlara mutlaka düşmanlarını musallat eder." (Muvatta. Cihad: 26)

Görülüyor ki devlet malının yağmalanması ile başlayan düşüş; zina, ölçü-tartıda hile, adaletsizlik gibi çeşitli safhalardan geçerek sözünden dönme noktasına ulaşmaktadır.

Midelerine haram girince, kalplerini korku sarar ve düşmanlarıyla karşılaşmak istemezler. Düşmanları da onlara galebe çalar.

Yine rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz devlet malından iki dirhemlik bir miktarı çalan Eşca'lı sahabenin cenaze namazını kılmamıştır. (İbn-i Hemmâm; el-Musannef)

Âyet-i kerime'sinde:

"Halbuki onlar yalnız kendi kendilerini aldatıp hile yaparlar, amma farkında olmazlar." buyuruyor. (En'âm: )

Hiç şüphesiz ki bu yaptıklarının vebali kendilerini kuşatacaktır.

Fakat hakikat ehli yine kanaat sebebiyle huzurludur. O, halka hiçbir zaman rağbet etmez. Hazret-i Allah'a ve Resul'üne rağbet eder. Fakat bunlar da pek azdır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ezd kabilesinden bir zâtı zekât toplamak üzere göndermişti. Bu zâtın vazife dönüşü "Şunlar zekât malı, şunlar da bana verilen hediyelerdir." demesi üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz minbere çıkarak Allah'a hamd-ü senâdan sonra şöyle buyurdu:

"Gönderdiğim memura ne oluyor ki, 'Bu sizin, bu da bana verilen hediyedir.' diyor. Babasının ya da annesinin evinde otursaydı, ona hediye verilir miydi?

Hayatım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sizden biriniz haksız yere bir şey alırsa; o aldığı deve, sığır veya koyun, omuzuna yükletilmiş olarak Allah'ın huzuruna çıkacaktır."

Sonra Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz koltuk altları görünecek şekilde ellerini kaldırıp üç defa "Yâ Rabb, emrini tebliğ ettim mi?" buyurdu. (Buhârî)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in, memuriyeti şahsi menfaatlere âlet edilmemesi hususunda yaptığı tebliğat son derece etkili olmuştur.

Muaz bin Cebel -radiyallahu anh- der ki:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- beni Yemen'e göndermişti. Hareket edip yürüdüğüm zaman arkamdan birini göndererek beni çağırdı.

Yanına varınca:

'Sana niye adam gönderip geri çağırdığımı biliyor musun?' buyurdu ve ilâve etti:

"Benim iznim olmadan hiçbir şey almayacaksın! Zira bu gulûldür (hırsızlıktır). Kim gulûl yaparsa, kıyamet günü aldığı şey ile gelir. İşte bunun için seni çağırdım. Artık işine gidebilirsin." (Tirmizî: )

Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ- bir deve satın alarak meraya salmıştı. Deve orada otlayarak hayli beslendi. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- çarşıda gördüğü bu besili devenin kime ait olduğunu sordu. Oğlunun olduğunu öğrenince onu çağırttı. Kendisini dinledikten sonra çok celâllendi.

"Emirül-müminin'in oğlunun devesini güdün, sulayın, besleyin öyle mi? Olmaz böyle şey! Ey Abdullah! Deveyi sat, sermayeni al, fazlasını beytülmâle koy." buyurdu ve öyle de yapıldı.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

"Hayber savaşının vukû bulduğu gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in ashâbından birkaç kişi gelerek 'Filân şehit, filân şehittir!..' dediler. Nihayet bir kişinin yanına vararak 'Bu da şehittir!' dediler.

Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:

"Hayır! Ben onu aşırdığı bir hırka yahut yağmurluktan dolayı cehennemde gördüm." buyurdu.

Sonra da:

"Ey Hattab oğlu! Git de: 'Cennete müminlerden başkası giremez.' diye topluluğun içinde nidâ et!' buyurdu.

Ben de çıktım ve:

'Dikkat! Cennete müminlerden başkası giremez!' diye nidâ ettim." (Müslim: )

Şehitlik dünyada ulaşılabilecek mertebelerin en üstünü olduğu için, Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı savaşlarda şehit olanlara gıpta ederlerdi. Burada, şehit olanları Resulullah Aleyhiselâm'a haber vermelerinin sebebi de bu imrenme duygusudur. Çünkü onlar Allah-u Teâlâ'nın şu Âyet-i kerime'sini çok iyi biliyor ve bu ilâhî beyandaki ölümsüzlerden olmak istiyorlardı:

"Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin, bilâkis onlar diridirler. Fakat siz farkında değilsiniz." (Âl-i imrân: )

Böyle olduğu halde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, şehit olduğu haber verilen kişinin, ganimetten çaldığı bir hırkadan dolayı cehennemde olduğunu bildirmiştir.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile birlikte Hayber savaşına çıktık. Allah da bize fethi müyesser kıldı. Ganimet olarak altın ve gümüş almadık. Sadece eşya, yiyecek ve giyecek aldık. Sonra Vâdil-kurâ'ya çekildik. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in kölesi gölgeliğe girmek için ayağa kalktı. Bu esnada kendisine bir ok isabet etti, eceli de bundan oldu.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:

'Hayır! Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Hayber'de taksim edilmemiş olan ganimetlerden almış olduğu şu hırka ateş olmuş, onun üzerinde alev alev yanmaktadır.' buyurdu.

Herkesi bir korku almıştı. Derken bir kimse bir veya iki adet pabuç tasması getirdi ve: 'Yâ Resulellah! Bunu Hayber'de almıştım' dedi.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

"Ateşten bir pabuç tasması, yahut ateşten iki pabuç tasması!" (Müslim: )

Görülüyor ki çalınan şeyler ateş haline getirilerek hıyanet edenler onlarla azab edilecektir.

Yine görülüyor ki hâin harpte öldürülse bile ona şehit denilemez.

Bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:

"Kimin ruhu şu üç şeyden uzak olarak bedenini terkederse cennete girer: Kibir, hâinlik ve borç." (Tirmizî - İbn-i Mâce)

 

Kirkire:

Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-nın şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in seferde eşyasına bakan Kirkire adında biri vardı, günün birinde öldü.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- onun için:

'Bu adam cehennemliktir!' buyurdu.

Ashâb: 'Acaba neden ki?' diye bakmaya gittiler. Ganimet malından aşırmış bir abayı yanında buldular." (Buhârî. Tecrid-i sarîh: )

Bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:

"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kimsenin, müslümanların ganimetinden (devlet malından) olan bir hayvana, zayıf düşürüp de öyle geri verecek şekilde binmesi helâl değildir.

Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kimsenin bir elbise eskitip de öyle geri verecek şekilde giymesi helâl değildir." (Ebu Dâvud)

Rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh-ı ganimetleri korumakla vazifelendirmişti. Derken bir kimse gelerek: "Selman! Elbisem yırtık idi. Ganimetten bir iğne iplik alıp onu diktim. Bana günah var mı?" diye sordu. Selman -radiyallahu anh-: "Herşey miktara göredir." diye cevap verdi. Bunun üzerine o kimse elbisesinden o ipliği çekip çıkararak, ganimet malının içine kattı.

Yine rivayet edildiğine göre bir kimse ganimet içinden bir veya iki ayakkabı bağı alıp: "Bunları Hayber günü ben ele geçirmiştim." dedi.

Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Cehennemde olan bir veya iki ayakkabı bağı!" buyurdu. (Buhârî - Müslim)

Adiyy bin Amîre el-Kindî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre "Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in şöyle söylediğini işittim." demiştir.

"Sizden herhangi bir kimseyi memur tayin ettiğimizde, o bizden bir iğneyi veya iğneden daha değersiz bir şeyi gizleyecek olursa bu bir hıyanettir. Kıyamet gününde onunla gelir."

Bunun üzerine Ensar'dan siyah bir kimse ayağa kalkarak: "Yâ Resulellah! Bana verdiğin memuriyeti geri al!" dedi. Ben onu hâlâ görür gibiyim.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-: "Bu da ne demek oluyor?" diye sordu. O kimse: "Senin şöyle şöyle söylediğini işittim." deyince, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

"Ben aynı şeyleri şimdi bir kere daha söylüyorum. Sizden kimi bir vazifeye tayin edersek, az çok ne elde ettiyse getirsin. Ondan kendisine, tarafımızdan verileni alsın, men edilenden kaçınsın." (Müslim: )

Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise:

"Bir yumurta bile çalsa, Allah hırsıza lânet etsin." buyuruyorlar. (Buhârî - Müslim)

Lânetçi değil dâvetçi olarak gönderildiğini beyan buyurduğu halde, hırsızlık yapanlara lânet etmesi, hırsızlığın çok ciddi ve olumsuz tesirlerinin olduğunu göstermektedir.

Nefsinin şehvetine uyarak başkasının hukukuna gizlice el uzatmak, kendisinin hakkı bulunmayan bir malı Allah-u Teâlâ görmüyormuş gibi çalmaya kalkışmak, elbette Allah-u Teâlâ'nın izzetine bir tecavüz ve gizliden gizliye bir harptir.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Zâni zinâ ederken mümin olarak zinâ etmez. Hırsız çalarken mümin olarak çalmaz. Şarabı içerken dahi sarhoş mümin olarak içmez." (Müslim: 57)

Bir insanı öldürmek veya dövmek, bir uzvuna zarar vermek haram olduğu gibi, malını almak da haramdır. Bu işde kul hakkı vardır.

İslâm, kıyamete kadar bakî kalacak hükümleriyle insanlık haysiyet ve şerefini koruduğu gibi cana, mala ve ırza saldırıyı da en büyük günahlardan telâkki etmiştir.

Cezâ verirken zengin fakir ayırımı yapmak, bir milletin helâkine yol açan büyük bir haksızlıktır.

Ümmül-müminin Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'den rivayet edildiğine göre, Mahzûm oğulları kabilesinden hırsızlık yapan bir kadının durumu Kureyşlileri pek üzmüştü.

Bunun üzerine:

"Bu hususu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile kim görüşebilir?" diye kendi aralarında konuştular.

Bazıları:

"Buna Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in sevgilisi Üsâme bin Zeyd'den başka kimse cesaret edemez." dediler.

Üsâme de onların istekleri doğrultusunda Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- ile konuştu.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Üsâme'ye:

"Allah'ın koyduğu cezâlardan birinin uygulanmaması için aracılık mı yapıyorsun?" buyurduktan sonra kalkıp bir konuşma yaptı ve şunları söyledi:

"Sizden önceki milletlerin yok olmasına sebep, içlerinden soylu biri hırsızlık yapınca ona dokunmayıp, zayıf ve kimsesiz biri hırsızlık yapınca ona cezâ vermeleriydi.

Allah'a yemin ederim ki, Muhammed'in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, onun da elini keserdim." (Buhârî - Müslim)

Üsâme bin Zeyd -radiyallahu anh- hatasını anladı ve: "Yâ Resulellah! Allah'tan beni bağışlamasını dile." diye yalvardı.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:

"Şu beş şey sizin aranızda vuku bulsa nasıl olursunuz? Onların aranızda vuku bulmasından veya onlara ulaşmanızdan Allah'a sığınırım.

Bir toplulukta kötülükler ortaya çıktığı, fuhuş açıktan yapıldığı zaman, orada tâun ve geçmiş nesillerde görülmeyen hastalıklar ortaya çıkar.

Bir topluluk zekât vermeye mâni olduğunda, gökyüzünden gelen yağmur onlardan kesilir. Hayvanlar olmasaydı hiç yağmur yüzü görmezlerdi.

Bir topluluk ölçü ve tartıyı eksik tuttuklarında, kıtlık, geçim sıkıntısı ve zâlim idareci ile cezalandırılırlar.

Âmirleri Allah'ın indirdiğinden başka şeylerle hükmettiklerinde Allah, onların üzerlerine düşmanları musallat kılar ve ellerinde bulunan şeylerin bir kısmını tüketir.

Allah'ın kitabını ve Resulullah'ın sünnetlerini bir kenara bıraktıklarında, Allah onları birbirine düşürür." (İbn-i Mâce)

 

Günümüzü Tarif Eden Mucize Hadis-i Şerif:

Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine, gelecekle alâkalı birçok şeyi bildirmiş, o ise onlardan bazısını ümmetine bir bir açıklamış ve ümmet-i muhteremesini bu fitne-fesâda karşı uyarmıştır.

Bir mucize olarak Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Devlet malı (hazine) belirli çevrelerin menfaati yapıldığı,

Emanet kelepir ve zekât angarya sayıldığı,

İlim dinden başka gaye için tahsil edildiği,

Kişi karısına itaat edip annesine asi olduğu ve dostunu kendisine yaklaştırıp babasını uzaklaştırdığı,

Mescidlerde gürültüler başgösterdiği, fâsık kimsenin kabilenin başına geçtiği ve aşağılık adamın milletin lideri olduğu,

Şerrinden korkulduğu için kişiye ikramda bulunulduğu,

Şarkıcı kadınlar ve çalgı âletleri türediği,

Şaraplar içildiği

Ve bu ümmetin sonunda gelenler evvel gelenleri lânetlediği zaman;

İşte o zaman kızıl bir rüzgâr, zelzele, yere batma, şekil değiştirme, taşlanma ve ipi kopan bir kolyenin tanelerinin birbiri ardı sıra gitmesi gibi birbirini takip eden alâmetler beklesinler." (Tirmizî)

Şimdi bu mucize Hadis-i şerif'i bir bir izah edelim:

 

"Devlet malı (hazine) belirli çevrelerin menfaati yapıldığı."

Devlet malı birkaç şahsın elinde olacak, devlet kasasını, hazinesini aralarında taksim edecekler ve bunu istedikleri gibi kullanacaklar. Kim fazla çalarsa o çok rağbet görecek.

Devleti idare edenler, halka âit malları kendi üzerlerinde toplamaya çalışacaklar, halkın kazancını vergiler vasıtası ile ellerinden alacaklar ve bunu rahatça hem yiyecekler hem de yığacaklar. Kendileri büyük refah içinde yaşayıp halk sıkıntı çekecek.

Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:

"Allah bir millete gazap ettiğinde yere batırma ve suret değiştirme azabını vermese de, pahalılık onları ezer. Yağmurlar yağmaz olur. Kötüleri idareyi ele geçirir." (İbn-i Asâkir)

Zâlimin zulmü artacak, mazlum ise inleyecek.

Çünkü onlar Hakk'a yönelmeyecek, halka yönelecek. Her yöneldiği kimse başına kaynar su dökecek. "Yandım!" diyecek, yine ona sokulacak. Niçin? Şaşkın olduğu için.

Balık otu yutmuş ve uyuyor. O da fırsat bulmuş icraatını yapıyor. Herbiri koyun postuna bürünmüş kurda benzer. Koyun postuna bürünerek halkın karşısına çıkarlar. Hep yalan söylerler, hiç utanmazlar. Halkı da aptal yerine koyarlar. Makamları yükseldikçe, servetleri çoğaldıkça, isyan ve günahları da artar.

Âyet-i kerime'sinde:

"Halbuki onlar yalnız kendi kendilerini aldatıp hile yaparlar, amma farkında olmazlar." buyuruyor. (En'âm: )

Hiç şüphesiz ki bu yaptıklarının vebali kendilerini kuşatacaktır.

Fakat hakikat ehli yine kanaat sebebiyle huzurludur. O, halka hiçbir zaman rağbet etmez. Hazret-i Allah'a ve Resul'üne rağbet eder. Fakat bunlar da pek azdır.

 

"Emanet kelepir ve zekât angarya sayıldığı."

Bu kötülük zamanında emanet ganimet bilinecek, onu vermemeye gayret edilecek.

Binaenaleyh böyle bir zamanda çok tedbirli olmak gerekiyor. Borç verilecek ve alınacak gün değildir. Çünkü itimat kalkmıştır. Bunun da sebebi kalpte imanın olmayışıdır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Münafığın alâmeti üçtür:Söylerse yalan söyler, söz verirse sözünde durmaz, kendisine bir şey emanet edilirse hıyanet eder." (Buhârî)

Bundan ötürü bu haller husule gelecek.

Gerçekten de bugün zekât angarya sayılmaktadır. Halbuki zekât İslâm'ın beş şartından birisidir. İslâm'da imandan sonra en önemli iki esas vardır. Bu rükunlardan birisi namaz, diğeri ise zekâttır. Namaz İslâm'ın direğidir, namazı terkeden dinini yıkmış olur. Zekât ise "İslâm'ın köprüsü" dür. Bu köprüden geçmeyen kurtuluşa eremez.

"O müşrikler ki, zekâtlarını vermezler ve âhireti de inkâr ederler." (Fussilet: 7)

Âyet-i kerime'sinden, zekât vermemenin âhireti inkâra alâmet olduğu anlaşılmaktadır.

Üzerine zekât farz olan kimse zekâtını vermezse, fakirin malını gasbetmiş olur.

Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:

"Bir topluluk zekât vermeye mâni olduğunda, gökyüzünden gelen yağmur onlardan kesilir. Hayvanlar olmasaydı hiç yağmur yüzü görmezlerdi." (İbn-i Mâce)

Zamanımızdaki bütün bölücüler fakirin kapısını kapatıp hakkını gasbediyorlar. Zekâtı kendileri toplayıp, aralarında bölüyorlar. Zekât paraları ile bina kuruyorlar, lüks ve refah içinde yaşıyorlar. Bu ise büyük bir hıyanettir, gadab-ı ilâhîye vesiledir.

Bunun içindir ki kuraklık, harp, zelzele gibi çeşitli ibtilâlara, âfatlara bu millet maruz kalabilir.

 

"İlim dinden başka gaye için tahsil edildiği."

İlim Allah için değil, memuriyet için, geçim için tahsil edilecek. Görünüşte "İlim tahsil ediyor." denilecek, fakat menfaat, nam ve şöhret için tahsil edilecek, onların Allah-u Teâlâ ile ilgileri olmayacak.

Zamanımızda Allah için tahsil yapan yok, memuriyet alayım ve geçineyim tahsili var. İlmin olmayışı ve kötü âlimler sebebiyle, halkı irşad ve ikaz eden de olmayacak. Zaten ilmin kalkmasından sonra bütün bu haller türedi ve zuhur etti.

 

"Kişi karısına itaat edip annesine âsi olduğu."

İşte böyle bir zamanda amellerinin karşılığı olarak Allah-u Teâlâ onların başına kadın idareciler getirir. Bu kötü icraat onların amelidir.

 

"Dostunu kendisine yaklaştırıp babasını uzaklaştırdığı."

Dinden imandan uzaklaşan bir millet, Allah-u Teâlâ'nın her emrini bıraktığı gibi;

"Biz insana anne ve babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir." (Ahkâf: 15)

Emr-i şerif'ini de bırakmıştır. Kalbi tamamen ters döndüğü için, ana-babasına yapamadığını başkalarına yapıyor.

Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:

"Büyük günahlar şunlardır: Allah'a ortak koşmak, ana-babaya itaatsizlik etmek, haksız yere adam öldürmek ve yalan yere yemin etmek." (Buhârî)

 

"Mescidlerde gürültüler başgösterdiği."

Gerçek mânâda tâzim ve saygı kalkacak, herkes aklına geleni söyleyecek. Tabii ki bu söylenenlerin hepsi ahkâma mugayir olacak.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Mescidde mal alıp satan kimseyi gördüğünüz zaman: 'Allah kazandırmasın!' deyiniz. Mescidde, kaybolan birşeyini soruşturanı gördüğünüzde de: 'Allah sana onu buldurmasın!' deyiniz." (Tirmizî)

 

"Fâsık kimsenin kabilenin başına geçtiği."

Seyyiat zamanı öyle bir devirdir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz göre göre tarif buyuruyorlar.

Ve Hadis-i şerif'te şöyle buyuruyorlar:

"İnsanların dünyaca en bahtiyarını âdi oğlu âdiler teşkil etmedikçe kıyamet kopmaz." (Tirmizî)

Ayak takımının başa, baş takımının ayağa alınması ve bu ayak takımının her türlü kötülüğünü halkın alkışlaması, fakat o şerefli, haysiyetli insanların nazar-ı itibara alınmaması.

 

"Aşağılık adamın milletin lideri olduğu."

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; halkın içinden asaletsiz, şerefsiz, haysiyetsiz insanlar milletin başına geçecekler. Yani ayak takımı başa, baştakiler ayak altına alınacak, demek istiyorlar.

 

"Şerrinden korkulduğu için kişiye ikramda bulunulduğu."

O zâlimler başa geldiğinde şerleri çok olacak. Halk korkup menfaatlerinden onlara boyun eğmek zorunda kalacak.

 

"Şarkıcı kadınlar ve çalgı âletleri türediği."

O zamanda bunlara itibar edilecek. Bütün fuhuş, fenalık, rezalet alenen meydanda olacak ve bunlara rağbet edilecek. Allah-u Teâlâ onlara lânet eder ve hiçbir surette onlara rahmet nazarı ile bakmaz.

 

"Ve bu milletin sonunda gelenler, evvel gelenleri lânetlediği."

Öyle bozuk bir nesil gelecek ki, o kadar asaletsiz türemeler türeyecek ki, öyle veled-i zinâlar zuhur edecek ki, ecdadı ile övünmeyecek de içindeki kötülüğü onlara hamledecek, bu asaletsiz ayak takımı onlara hakaret nazarı ile bakacak.

Oysa geçen devirler, değil müslümanları, dünyayı hayrete düşüren en güzel hasletlerle dolu idi. Onlar iman, şecaat, cesaret, adalet, fazilet sahibi idiler.

 

"İşte o zaman kızıl bir rüzgâr, zelzele, yere batma, şekil değiştirme, taşlanma ve ipi kopan bir kolyenin tanelerinin birbiri ardı sıra gitmesi gibi birbirini takip eden alâmetler beklesinler."

Kırmızı rüzgâr, yani insanlar bu hale geldikten sonra harp felâketini bekleyin. Allah-u Teâlâ bu vesile ile intikamını alır ve o milletin helâkına vesile olur. Bu azgınlığın cezası böyle olur.

 

Herkes İmtihanını Verecek!

Mülkün mutlak sahibi olan Allah-u Teâlâ insanları kudret eliyle yaratmış ve dünya sahnesine denemek için göndermiştir.

Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:

"Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve O'nun her şeye gücü yeter." (Mülk: 1)

Gökte ve yerde hiçbir şey O'nu âciz bırakamaz, dilediğini yapmakta hiç kimse O'na mâni olamaz. Dilediği olur, dilemediği olmaz. Kudreti sonsuz ve sınırsızdır.

"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır. O Azîz'dir, çok bağışlayıcıdır." (Mülk: 2)

Yani insanın dünyaya geliş sebebi sahne-i imtihandır. Allah-u Teâlâ ilm-i ezelisinde kimin ne yapacağını biliyordu. Daha cenin halindeyken kişinin takdirini dürmüştü. Fakat kulun kendisi de görsün diye sahneye göndermiştir.

Ezelî ve ebedî ilmi ile olmuş ve olacak her şeyi en iyi bilen O'dur. O'nun sonsuz ve sınırsız ilminden gizli hiçbir şey yoktur.

Hayat deneme ve mükellefiyet yeridir, ölüm ise ceza ve mükâfat yeridir; orası imtihanın sonucudur.

Nice iyi âmirler geldi, bunun yanında nice vatanına ihânet edenler de geldi. Bu sahnede imtihanlarını verip gittiler.

Kimisi Kelimâtullah'ın yükselmesi için canını ve malını seve seve Allah uğrunda feda etti, şehâdet şerbetini içti, ebedî saâdete erdi.

Öyle kimseler vardır ki Hazret-i Allah'a gönülden bağlıdır, Allah uğrunda canını ve malını fedâ edeceğine dâir söz vermiştir.

Kalben bu sözleri verenlere âit Allah-u Teâlâ'nın şöyle bir ferman-ı ilâhîsi var:

"Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları ahde sadâkat gösterirler. Onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti, kimi de bu şerefi beklemektedir.

Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir." (Ahzâb: 23)

İşte bunlar samimi bir niyetle hareket ettiler ve bu sonsuz şerefe erdiler.

Mülk Hazret-i Allah'ındır, dilediğine verir, dilediğinden alır.

Âyet-i kerime'sinde:

"Allah mülkünü dilediğine verir." buyuruyor. (Bakara: )

O Mâlik-ül mülk'tür. Kulların elindeki de O'nun mülküdür, hatta kulun bizzat kendisi de O'nun mülküdür. Mülkünün hem sahibi hem hükümdarıdır.

İstediği olur, istemediği olmaz. Her dilediğini dilediği gibi yapar. Dilerse mülk verir hükümdar yapar, dilerse indirir atar. Dilediğini izzet sahibi yapar, dilediğini zillet sahibi yapar.

"Bugün mülk kimindir? Tek ve Kahhar olan Allah'ındır!" (Mümin: 16)

Nitekim Sevban -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Size çullanmak üzere yabancı kavimlerin, tıpkı sofraya çağrışan yiyiciler gibi birbirini çağıracakları zaman yakındır." buyurdu.

Orada bulunanlardan biri:

"O gün sayıca azlığımızdan mı?" diye sordu.

"Hayır! Bilâkis siz o gün çoksunuz. Fakat sizler bir selin getirdiği çer-çöpler gibi hiçbir ağırlığı olmayan çer-çöp durumunda olacaksınız. Allah düşmanlarınızın kalbinden size karşı korku duygusunu çıkaracak ve sizin kalplerinize zaafı atacak!" cevabını verdi.

"Zaaf nedir yâ Resulellah?" denildiğinde:

"Dünya sevgisi ve ölüm korkusu!" buyurdu. (Ebu Dâvud: )

Aynı bugünkü durum. Dünya ve sevgisi, ölüm korkusu o kadar yayılmış ki, hakikati kokluyor, kokluyor, sonra rahatım bozulmasın, istirahatim bozulmasın diye zâlimlere destek veriyor. Allah'ım bize acısın!

 

Dünya Muhabbeti:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Amelleri Tihame dağı kadar büyük olan nice topluluklar vardır ki kıyamet günü haşredilecekler ve cehenneme atılmaları emredilecek."

Ashâb-ı kiram: 'Namaz kıldıkları halde mi ya Resulellah?' diye sorunca şöyle devam etti;

"Evet bunlar namaz kılarlar, oruç tutarlar, geceleri çok az uyurlardı. Ama kendilerine azıcık bir dünyalık arz edildi mi dört elle sarılırlardı." (Irakî, Muğni lll. )

"Ey iman edenler! Ne mallarınız ne evlâtlarınız sizi zikrullahtan alıkoymasın.

Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır." (Münâfikûn: 9)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e; "Dünya neden ibarettir." diye sorulduğunda:

"Dünya, Mevlâ'nın zikrinden ve taatinden seni meşgul eden ve gaflete düşüren şeydir." buyurdular.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Ey Ebu Zerr! Gemiyi yenile, çünkü deniz derindir. Tekmil azığını al, çünkü sefer uzaktır.

Yükünü hafiflet, çünkü dağlar arasındaki yol sarp ve meşakkatlidir.

Amelini hâlis kıl, çünkü iyiyi kötüden ayırt eden Allah her şeyi, her yapılanı görür." (İbn-i Hâcer, Münebbihât)

Dünyadan sıyrılacaksın. Sıyrılmak demek; muhabbeti kalbinden çıkaracaksın. Kalbine muhabbetle zikrullahı yerleştireceksin, O'na yöneleceksin. İşte o zaman yükleri atmış olursun. Hani atan? Herkes yüküne sarılmış, rızâya sarılan nerede?

Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:

"Dünyayı ahirete tercih eden kimseyi Hakk Teâlâ üç şeye mübtela kılar. Birisi üzüntü, gam ve ıstıraptır ki ebediyyen kendisinden ayrılmaz. İkincisi kalp fakirliğidir ki, o kimsenin dünya ihtiyaçları tükenmez. Üçüncüsü, hırs ve tamahtır ki, kendisi hayat boyunca doymak bilmez."

Ahirete inanan bir kimse için; "Neresine güveniyorsunuz bu dünyanın!" diyorum. Ama ahirete inanmayan yapacağını yapacak ve gideceği yere gidecek. Cennet-i alâ'da hak, cehennem de hak

Diğer bir Hadis-i şerif'te ise

"Dünyadan sakınınız. Çünkü dünya Harut ve Marut'tan daha fazla büyüleyicidir." buyruluyor. (Tirmizî)

Zavallı insan bir hayalâthane dünya için ebediyatını kaybediyor.

Yine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Dünya için çalışmakta hırs göstermeyiniz. Herkes dünyada kendine ne takdir edilmişse ona kavuşur." buyuruyorlar. (İbn-i Mâce)

Tûli emeli bırakmak lâzım. Çünkü senin değil, dünyanın bile ömrü azaldı.

"Para, dirhem, ipek ve kadife kulu olan kimseler yüzüstü düşsünler, kahrolsunlar." (Buhâri: )

İnsanın kaydığı en çok iki yer vardır; kadın ve dünya muhabbeti

Bir başka Hadis-i şerif'te yine şöyle buyuruluyor:

"Ey Ademoğlu! Sana kâfi gelecek nimetler varken, seni azdıracak şeyleri istiyorsun.

Ey Ademoğlu! Ne aza kanaat ediyorsun, ne de çoğa doyuyorsun." (Beyhâki - C. Sağir)

Mal, dost, ahbap kabre kadar gider, amel seninle gider.

Cenâb-ı Fahr-i Kaînat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:

'Ben Havz'ın başına sizden önce varacağım. Onun genişliği Eyle ile Cuhfe arası gibidir. Sizin benden sonra şirk koşacağınızdan korkmuyorum. Fakat ben sizin dünya hakkında yarışa girişeceğinizden ve birbirinizle çarpışıp sizden öncekilerin helâk olduğu gibi helâk olacağınızdan korkuyorum.'" (Müslim: )

"Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur." (Tirmizî)

İnsanın kabirdeki bu yaşayışı dünyadan alâkasını kestiği andan itibaren başlar.

Bahçeye düşersen saadet, çukura düşersen felâket. Onun için insanın hazırlanması lâzım.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde:

"Dünya ahiretin tarlasıdır." buyururlar. (Münâvî)

Ek ki biçebilesin.

"Herkese yaptığının karşılığı tam olarak verilir. Çünkü Allah onların ne yaptıklarını en iyi bilendir." (Zümer: 70)

Size dünyayı terk edin demiyorum. Yalnız dünya için çalışırken ebedi hayatın saadetini de ihmal etmeyin. Çünkü dünya malı dünyada kalacak. Önümüzde öyle büyük fırtınalar varki hiçbir şey kalmayacak. Biz hazır olalım. İmanla göçmek için çareler arayalım. Onun için cihat yolunda bulunalım. O'nun yolunda olalım, O'nun yolunda ölelim.

Hazret-i Allah'ın, Resulullah'ın ve onun varislerinin getirdiklerinin, bıraktıklarının emanet olduğunu bilelim; azmayalım, şaşmayalım!

Allah'ımız bizi Emanet-i İlâhiye'ye hakkıyla riayet edebilmeyi, onların beğeneceği gibi olabilmeyi lütuf ve kereminden ihsan ve ikram etsin.


  ÖncekiSonraki  

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır