hz musanin oglu / Hz. Musa’nın Kayınpederi, Şuayb Peygamber midir? - Cengiz Duman

Hz Musanin Oglu

hz musanin oglu

Musa gerçekten yaşadı mı?

Bu konuda Almanya`nın Focus dergisinde bir makale yayımlandı.Makalede Musa`nın gerçekte yasayıp yaşamadığının yanında efsanenin kökenini sorguladı.

Makaleye göre,Mukaddes kitabın yasa koyucusunun tarihi bir figür değil, mitolojik bir figür olduğunu ortaya koyuyor.

Efsanevi figürün arkasında gerçekte tarihi bir kişi var mı? Yoksa Musa, İsrail'i dini bir yola sokmaya yardım eden edebi bir kurgu muydu?

Günümüzde antik çağ bilginleri arasında, dinin kurucusunun ve Sina mucize yaratıcısının hiçbir zaman var olmadığı kabul edilmektedir.Bir buçuk asırdan beri arkeologlar Mısır çöl kumlarını elediler ve herhangi bir İsrail kabilesine dair en ufak bir iz bulamadılar; Musa'nın halefi Yeşu yönetiminde İsrailoğulları tarafından iddia edilen toprak fethine ilişkin kanıt arayışı da aynı şekilde başarısız oldu.

Danimarkalı Eski Ahit bilgini Niels Peter Lemche, İbrahim'in gerçekte asla yaşamadığını hatta aynı şekilde İshak ve Yakup'un gerçekte yaşamadığı görüşünde. İsrail halkının Mısır'da Firavun'un baskısından kurtulduğu bir dönem olmadı.

Bilginler Mozaik dinin tam olarak ne zaman doğduğunu araştırıyor.Bu zamana kadar varılan fikirbirliğine göre ,Yahudilerin Babil esaretinden (MÖ 586-539) öncesi olamaz.Ayriyetten uzmanlar kurucu figürün tarihsel bir figüre dayanıp dayanmadığını araştırıyorlar. Örneğin, Berlin Mısırbilimci Rolf Krauss, kitabında, II. Ramses'in torunu olan firavun Amun-masesa'yı tarihsel rol modeli olarak tanımlıyor.

Bununla birlikte, Exodus mitinin gücü kırılmamış görünüyor. Ünlü ABD'li tarih profesörü Gerda Lerner, "Yahudilerin zulmü Mısır'daki kölelikleriyle başlar" diyor.

MÖ 2 binyılın sonunda Musa'nın İsrail halkını Mısır esaretinden kurtardığı, Tanri Yahve'nin yardımıyla denizi ikiye ayırarak firavun ve ordusunun boğulma hadisesi ve Sina'daki On Emri aldığı hikayesi kollektif bilinçte kesin dille yazılıdır.Hıristiyanlık ve İslam`da bu kurtuluş efsanesini devraldı ve kitlesel olarak etkili olmasına yardımcı oldu.Günümüze kadar gelen bu mit bilimsel yapıbozumuna karşı inatla kendini göstermeye devam ediyor.

Tarih yazıcılığının babası Herodot bile,antik dünyada büyük merak uyandıran haber değeri taşıyan konu hakkında hiçbir şey bilmemektedir.

Arkeoloji ve uzman eleştirileriyle darmadağın olan Kutsal Yazılar, tarihsel kanıt olarak itibarını yavaş yavaş yitirdi ve İncil'deki figürler yerine "efsannine mucidini" araştırma odağı haline geldi. Eski Ahit'in 39 kitabından ilk 5 kitabınin başlangıcında Musa'nın söylediklerinin en eski metinler olamayacağı ortaya çıktı.Her halükarda, Yahudi dininin mutlak figürünün kutsal dinler dışında pek bilinmemesi gariptir. Örneğin, 16 peygamberden sadece dördü onu tanır (Yeremya, Daniel, Micha, Malaki)

Mukaddes Kitap dışı metinlerde bile Musa çok geç ortaya çıkıyor.İlk kez MÖ 300 civarında, Musa`nın sözde dünya gezisinden bin yıl sonra.Yahudiler, Yunanlılar ve Romalılar, takip eden dönemde Musa`nın eylemlerinden bahsettiler. Yunanlılar dine küfreden bir tablo çizerler, tapınakları yıktıkları için Mısırlılarda yağmacı Asyalıların lideri olarak tasvir edilir. Yahudi yazarlar ise kanun koyucuyu insanlığın öğretmeni olarak yüceltirler.

MÖ 200'den MS 100'e kadar olan dönem, Filistin'de ve Yahudi Akdeniz diasporasında dini bir mayalanma dönemiydi; burada Musevilik ve Helenizm teolojik açıdan kenetlenmişti ve dinin kurucusu Musevi'nin efsanevi figürü de cepheler arasında kendine yer buldu. Bir yanda naif imge kültüyle Akdeniz halklarının entelektüel açıdan hoşgörülü çoktanrıcılığı, diğer yanda imgesiz, dogmatik tek tanrıli İsrailì vardı. Romalı tarihçi Tacitus, "Onlarda kutsal olmayan bizde kutsal " dedi ve Yahudilerin "diğer tüm insanlardan düşman olarak nefret etmelerine" şaşırdı.

Exodus aslında MÖ 1250 civarında değil, neredeyse 1000 yıl sonra fikirlerde gerçekleşti. İsrail halkı Mısır'ı değil, yalnızca kendi halklarına ayrılmış olan tek Tanrı Yahveh'ye ibadet etmek için kozmopolit ve çok tanrılı antik tanrılar dünyasını terk etti.

Musa figürünü kim nasıl ortaya çıkardı?

Musa yazarı Krauss, Yahvist olan bir yazarın sadece Tevrat'taki Musa hikayelerinin yazarı değil, aynı zamanda mucidi olduğuna inanıyor. Bu gizemli"çok yetenekli yazarın" yaşamını MÖ 480 ile 420 yılları arasına tarihlendiriyor.Krauss`a göre ilk önce Yahudi tektanrıcılığından söz edilemezdi. O zamanlar Persler Akdeniz bölgesinde lider güçtü ve Berlin Mısırbilimci bu hikayenin Yahudilerin Tanrı anlayışını etkilediğinden emin: “Eski Pers modelinde, Tanrı halklar arasında hiçbir ayrım yapmadı; öte yandan Yahvist yazar ise, Yahudilere ilham veren ve dünyanın Yaratıcısının belirli bir ulusu tercih ettiği yönündeki yeni bir fikri ilan etti.

Bu gizemli yazar, eski Mısır geleneği olan kral karşıtı "Amun-masesa"'yı Musa elbisesini tasarlamak için bir terzi mankeni olarak kullandı.Krauss`a göre hikayenin yazarı İbranice bir kökene sahip. (ve Pers kralı Cyrus etrafında dönen bir ifşa destanından yararlandı). Hikaye icat edildi ve çok eskilere tarihlendirildi.İncil eleştirisinin eski ustası Julius Wellhausen'in dediğine göre, Babil'deki zorunlu sürgünden dönen, ancak hala yabancı yönetim altında olan Yahudilerin, “geçmişin manevi kazanımı” ile ilgiliydi.Eğer Krauss haklıysa, dindarlar için, Musa olmasa da, en azından benzer bir kişinin yaşamış olması, Yahvist'lerin tesellisi olmaya devam ediyor.Berlinli Mısırbilimci Rolf Krauss, Musa hikayelerinin tarihsel bir modeli olabileceğine inanıyor: Firavun II. Sethos'a isyan eden Ramses`in torunu Amun-masesa.

İncil'de olmayan YAHUDİ EFSANELERİ, aslında Musa hakkında Eski Ahit'ten daha fazla bilgi veriyor ”diye yazıyor Krauss. Bu efsanevi prens, Firavun adına Kush'a (Etiyopya) bir sefer düzenleyen, orada naip olarak yaşayan ve sonunda Firavun ile bir anlaşmazlığa düşen Mısırlı bir kralın oğludur.Bu kral "Amun-masesa"

Kaynak

https://cernbilim.blogspot.com/2021/10/musa-gercekten-yasad-m.html

3,353 görüntülenme

MUSA PEYGAMBERİN ÇOCUKLARI ADEVİYE'DEN CENNETE AKIYOR

MUSA PEYGAMBERİN ÇOCUKLARI ADEVİYE'DEN CENNETE AKIYOR
Deneme/İnceleme/Eleştiri • MUSA PEYGAMBERİN ÇOCUKLARI ADEVİYE'DEN CENNETE AKIYOR

Musa Peygamber’in diyarında kıyım var… Musa Peygamber’in ayaklarının değdiği mübarek beldelerde bedeller ödeniyor. O’nun coşkun direniş yüklü davasını sürdürmek için katlandığı tüm sıkıntıları omuzlamaya aday bir halk meydanlarda. Meydanlarda düğün var. Meydanlar kana boyanmış gibi ama beyaz kefenler sanki şanlı düğünlerin gölgeliklerini bizlere işaret ediyor. Musa Peygamber çocuklarını, torunlarını onu terketmeyen, kutlu ümmetini seyrediyor cennetten…. Ve bütün peygamberler…. Nil’in hırçın sularından boğulmadan süzülüp geldiği Firavun’ un sarayında yüreğini an an inşa eden Musa çocuk nice şehadet sularında dirilişe doğru yürüyecek oysa… Rabbimin ona çizdiği kader, şimdi meydanlarda direniş için kendilerini feda eden tüm Mısır halkına ilham oluyor.

Musa Peygamberin hikâyesi nasıl da dramatik ironiyle sarmalanmış, nasıl da sarsar yürekleri… Kurak kavruk çöllere, susuzluktan çatlamış toprak yollara dökülen sabah çisesi, ince bir yağmur dokunuşu gibi…

Musa’nın diyetini ödeyen onca, ezilmiş, haksızlığa uğramış, zorba yönetimin kurbanı olmuş minik erkek bedenler... Bir Musa için binlerce verilen kurban… Bir Musa doğacaktı zorbalığa, atalete, aristokrasiye, tanrıtanımazlığa, şirke karşı. Oysa kurbanlar körpe ve günahsız bedenleriyle mızrakların uçlarına takılıp, Mısır’ın şirk kokan sokaklarında, Firavun’ un korkulu kâbuslarını süsleyecekti…

Tanrıtanımaz Firavun’ un, merhamet yüklü yüreğiyle, Musa’ya hami olan hanımı… Zulmün gölgesinde büyüyen, barınan nadide bir çiçek gibi, saran kuşatan şefkati, merhameti…

Şimdi Mısır’ın sokaklarında Musalar yaşasın dirensin diye göğsünü siper eden gencecik bedenler var… Şiirler yazan şiir gibi bakışlarıyla dillerimizi lâl eden şehit Esma var… Esmanın duru aydınlık yüzü genç yüreği sonra… Sonra Furkan, Akdeniz’in sularında şanlı direnişle yollar açan körpe gencecik Furkan… Islak kara gözlerine bakamadığım Furkan vardı, şimdi ırmaklar yeşilliğindeki gözleriyle Nil’in esintisini yüreğimize taşıyan bir de Esma var…

Hiç bitmeyecek biliyorum bu hikâye. Hak ve batıl mücadelesi… Zalim ve mazlum duruşu hiç bitmeyecek. Habil yürekli Mısırlı ihvanın erleri meydanlara diriliş için ölmeye adaylar. Onlar kefenlerine sarınmış halde asıl yaşamanın onurlu ve erdemlice yaşamanın iman etmek, Allah’ın tarafında olmak olduğunu bilerek meydanlardalar. Bir Musa için binlerce beden yürüyecek, akıp gidecekler Nil’in sessiz akışına. Asi ruhlarını duayla bileyleyip, oruçları kuşanıp, yakan kavuran sıcaklarda cennet esintili yeller yüzlerini gülümsetirken ibretlik direnişlerle sahurlarda şehadet şerbeti içecekler… Bir Musa Peygamber gelecek… Gelecek ya Musa Peygamber, Allah’ın askerleri dolduracak ya meydanları. Nasıl sesleniyordu yeşil gözleriyle cennet gibi bakan Esma: “ Allah’ın kullarını çağır da gelsinler yardıma / Köpüklü deniz dalgalarını andıran ordularla…” diye seslenirken; babasının rüyasında cennet gelini olan güzeller güzeli, kavi imanıyla ‘ hürriyete sınırsızca aşık olan’ Esma…

İnanıyoruz ve bekliyoruz… Bir gün Musa Peygamberin çocuklarının geçtiği meydanlarda yenilgi yenilgi büyüyen zaferler yakındır. İnanıyoruz ve bekliyoruz. Seyyid Kutup’un, o kutlu şehidin: “ Ümmet elbet doğacak, hiçbir doğum acısız olmaz…” dediği gibi doğum sancılarının kuşattığı İslam coğrafyasında doğum, kurtuluş, sabah yakındır. Kabul olmuş dua sıcaklığında, ‘güzel bir azmi ve terbiye edilmiş bir nefsi’ kuşanan Esma’lar oldukça doğumlar yakındır… Sancısız doğumlar erken ve yapay doğumlardır. Gerçek anlamda Musa Peygamber’in Firavun’a başkaldıran o kimsesizler yurdundan çıkmış garip çocuğunun direniş ve iman yüklü yüreği nasıl sarsmışla debdebeli Firavun’un saraylarını, öyle sarsan, yıkan, yıldıran imanlı yüreklerle kardeşlerim İslam coğrafyasında destanlar yazacaklar ve yazıyorlar… An an cennete yolcu olan bedenleriyle, bizlere ölümlerin en şereflisi nasıl olurmuş, nasıl gülermiş insan ölürken, ölüm öyle karanlık dehlizlere yuvarlanmak değil de cennet bahçelerinin esintili güzelliklerine yolcu olmakmış onu gösterircesine yürüyorlar şehadete… Şehadete yürüyorlar, şahit olduklarını göstermek için. Bizler de şahidiz Ya Rab… Bizleri affet tüm zulümlere şahidiz. İçimimiz kıyım kıyım Ya Rab… Şahidiz ama elimizden aciz dualarımızdan başka bir şey gelmiyor.

Filistin, Suriye, Arakan, Mısır tüm Müslüman coğrafya muştulu haberler bekler gibi susamış kurtuluşa. Zalimlerin zulümleriyle anlam kazanıyor davalar... Zalimlerin zulümleriyle bileniyorlar, bilinçleniyorlar ve öylce akıyorlar ölüm meydanlarına… Onlar ölüm meydanlarını diriliş meydanlarına çeviren erler… Ya Rab bizleri affet… Bizler çok rahatız. Hiç rahatımız kaçmıyor… Soframızda bir kuşsütü eksik. Bitmeyen taksitlerimiz var. Lüks villalarımız, evlerimiz, son model arabalarımız var. Sen bizleri affet Allah’ım, varlığın nasıl da yokluk olduğunu yaşadığımız günlerdeyiz. Gencecik bedenler direniş ve bilinçle bilenmiş iman bombası halinde sonsuz güzelliklere akarken bizim gencecik çocuklarımız kafelere, gecelere, keyiflerinin çektiği tüm dünya nimetlerine akıyor… Bizleri de terbiye et Ya Rab… Bizleri de kuşat. Gençlerimize, çocuklarımıza iman ve direniş duyarlılığı ver. Bizler veremedik Ya Rab, bizler eksik ve yetersiz aciz kullarız. Ama sen affedersin, sen merhametlilerin en merhametlisisin.Esma gibi bir kızım olsaydı, Furkan gibi oğlum… Onlar benim yavrularım… Onlar tüm mümin annelerin yavruları… Yüreğimiz yanıyor ama imreniyoruz, böyle evlatlara sahip tüm annelere, babalara…

Mısır yanıyor… Yangın tüm müminlerin yüreklerinde. Zamane Firavun’ u Abdulfettah El Sisi demeçler veriyor: “ Bu Rabbimin razı olduğu bir durum değildir. Rabbimizin razı olmadığı şeyin yanında olacağız.” Tıpkı katleden Kabil gibi kardeşlerinin üzerine bombalar yağdırıyor. Öldürüyor Kabil gibi… Öldürmeyi seçiyor. Çünkü öldürmek, zafiyettir, acziyettir, ahmaklıktır. Oysa diriltmek öldürmek gibi değildir. Çağın Firavunlarının karşısında dimdik okudukları Kur’anları siper eden Habil yürekli İhvanın erleri. Onlarsa “ Öldürmeyeceğiz…” diye direniyorlar. Çünkü biliyorlar öldürmek kolay, yaşatmak zordur. Onlar zor olana talipler… Dirilişe, esenliğe, yollar açan şehadete talipler. Firavun’ un hakikate açtığı savaş onların direnişlerini bileyliyor… Hakikatin sancaktarlığını yapan peygamberlerin izinden yollarına devam ediyorlar. Onlar zamane diriliş erleridir. Sezai Karakoç’un dediği gibi: “ Diriliş eri bir alpinisttir. İnkâr, red ve kara alışkanlık pürüzlerini kıra kıra bu dik yamaçtan dağın tepesine, temiz havaya ve güneşe yükselecektir kişi. Bütün o çekilen sıkıntılar, korkular, bu sevinç ve bu güvenlik içindir.”

Sina Dağı’na ümmetinin yüreğine akıtacağı iman yüklü muştuyu bulmak için çıkmıştı Hz. Musa… Ateşlere yürümüştü, oradan getireceği kor insanlığa ışık olsun, onların yüreklerindeki iman ateşini alevlere gark etsin istemişti. Çileli yolculuklar sonucu, kardeşi Harun Peygamberle Firavun’ un karşısına dimdik sarsılmaz imanla çıktıklarında, par par yanan barış ve esenlik kaynağı beyaz eli vardı… Firavun’un tüm sihirlerini yutabilecek asası vardı. Sonra en önemlisi korkusuz yüreği, dik duruşu vardı. Dik duran kardeşlerimin ilham aldığı Musa Peygamber’in yanında biliyorlar Allah vardı. Yetmez mi… Allah’ınız varsa ne gam. Ne gerekir size… Ya Allah’ınız yoksa… Neyiniz var? Denizleri yaran asasıyla yollar açan peygamberin ümmeti olarak yürüyen Mısır halkı bu aidiyetlik duygusuyla direniyor ve sabrediyorlar.

“. Yeryüzünde olanların hepsi ve bir misli daha zalimlerin olmuş olsa, kıyamet günündeki kötü azap için fidye verseler kabul edilmez. Allah katından onlara, hiç hesaplamadıkları şeyler beliriverir.” ( Zümer – 47)

Tüm dünyanın, gözleri önünde işlenen onca cinayet ve katliam… Rabbim’in muhakkak hesabı bulacaktır zalimleri. Bizler buna inanıyor ve Efendimizin Taif’e gittiğinde, ayaklarına dolan kanla sabır ve sebat göstererek ettiği duayla sana yalvarıyoruz Rabbim. Çünkü senden başka gidecek kapımız yok ve sen bunu biliyor ve hesabını ona göre yapıyorsun. Bizler Senin tüm hesaplarına teslimiz Ya Rab. Bizler bu dünyanın üstü olduğu gibi altı da olduğuna inanlarız. Bu günün bir de yarını olduğuna, gerçek mahkemelerin kurulacağına inananlarız. Efendimizin Sabır yüklü duasıyla…



Ey Merhametlilerin En Merhametlisi !
Sensin ezilmişlerin Rabbi !
Sensin benim Rabbim !
Beni kimlerin eline bıraktın?
Bana gaddarlık yapan yabancıların eline mi?
Yoksa, davamı ipotek edecek bir düşmana mı?

Eğer Sen bana gücenmedinse,
kesinlikle bunlara aldırmıyorum.
Lakin iyiliğin beni rahatlatacaktır.
Senin nuruna sığınırım;
karanlıkları aydınlatan nuruna,
dünya ve ahiretimi kurtaracak nuruna…

Gelecek gazabın, bana ulaşacak öfkenden
kaçıp kurtulacak bir sığınak arıyorum.
Sana sığındım, yeter ki razı ol.
Güç ve kuvvet Sendendir,
yalnız Senden.

Selvigül Kandoğmuş Şahin

(Özgün İrade Dergisi Eylül Sayısı 2013)

SELVİGÜL

1971 Reşadiye Tokat doğumlu yazar Lise ve Üniversiteyi İstanbul’da bitirdi . Kısa süre muhabirlik ve öğretmenlik yaptı. Bağcılar ve Bahçelievler Kültür Mdlüklerinde görev aldı . Pamuk Şekeri Çocuk Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Edebistan Sitesi’nin söyleşi editörlüğünü bir süre sürdüren yazar İstanbul Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundu.

Daha fazla görüntüle

Hz. Mûsâ’nın kardeşi, onun yardımcısı olarak İsrâiloğulları’na gönderilen peygamber Hârûn

Hârûn kelimesinin menşei bilinmemektedir. İbrânîce Tevrat'ta Aharon şeklinde kaydedilen kelimenin Filistin Süryânîcesi'nden Arapça'ya geçtiği tahmin edilmekte (Jeffery, s. 284) ve "parlayan" anlamında olabileceği belirtilmektedir (NDB, s. 1).

Kur'ân-ı Kerîm'de yirmi yerde adı geçmekle birlikte hayatı ve faaliyetiyle ilgili fazla bilgi bulunmayan Hârûn umumiyetle Hz. Mûsâ ile beraber zikredilmektedir. Hârûn Tevrat'ta da fazla yer almamakta ve Hz. Mûsâ'nın yanında ikinci planda kalmaktadır. Tevrat'taki bilgilere göre Levi ailesinden Amram ile Yokebed'in oğlu olan Hârûn Hz. Mûsâ'nın erkek kardeşidir. Mûsâ'dan üç yaş büyük, kız kardeşi Miryam'dan (Meryem) küçüktür (Çıkış, 6/20; 7/7). Mısır'da İsrâiloğulları'na baskı uygulayan Firavun (muhtemelen II. Ramses'in babası I. Seti) zamanında ve İsrâiloğulları'nın erkek çocuklarının öldürülmesi emrinden önce dünyaya gelmiştir (DB, I/1, 2). Tevrat'ta hayatının ilk dönemleriyle ilgili bilgi yoktur. Elişeba ile evlenmiş; Nadab, Abihu, Eleazar ve İtamar adında dört oğlu olmuştur (Çıkış, 6/23; Sayılar, 3/2). Hz. Mûsâ'nın Medyen'deki ikameti döneminde Hârûn Mısır'da kalmıştır.

Hz. Mûsâ, Medyen dönüşü Horeb dağında Tanrı'nın ilk vahyine muhatap olarak İsrâiloğulları'nı Mısır'dan çıkarmak için Firavun'un yanına gitme emrini alınca, "ağzı ve dili ağır bir kişi" olduğunu söyleyerek görevi yerine getiremeyeceğinden kaygılandığını belirtir. Bunun üzerine Rab, "Senin kardeşin Levili Hârûn yok mu? Bilirim ki o iyi söyler... ve vâki olacak ki o senin için ağız olacak ve sen onun için Allah gibi olacaksın..." der (Çıkış, 4/14-16). Böylece Hârûn, gerek İsrâiloğulları'na gerekse Firavun'a karşı (Çıkış, 7/1-2) Mûsâ'nın sözcüsü olarak görevlendirilir. Daha sonra Tanrı Hârûn'a Mûsâ'yı karşılamak için çöle gitmesini emreder. "Allah'ın dağı"na giden Hârûn Mûsâ ile karşılaşıp kucaklaşır (Çıkış, 4/27). Beraberce Mısır'a dönerek İsrâiloğulları'nın yaşlılarını toplarlar. Hârûn, Rabb'in Mûsâ'ya söylemiş olduğu bütün sözleri onlara duyurur, ayrıca kavmin gözleri önünde mûcizeler gösterir. Bunun üzerine kavim onların Tanrı tarafından gönderildiğine ikna olur (Çıkış, 4/29-31). Rab Mûsâ'ya, "Seni Firavun'a Allah gibi yaptım ve kardeşin Hârûn senin peygamberin olacak; sana emrettiğim bütün şeyleri kardeşin Hârûn Firavun'a söyleyecek" diyerek her ikisini Firavun'a gönderir (Çıkış, 7/1-2). Mûsâ ile Hârûn birlikte Firavun'a giderek İsrâiloğulları'nı serbest bırakmasını isterler, fakat Firavun kabul etmez. Onunla görüştüklerinde Hârûn seksen üç yaşındadır (Çıkış, 7/7). Firavun onlardan bir mûcize göstermelerini isteyince Hârûn asâsını yere atar ve asâ yılan olup sihirbazların yılanlarını yutar (Çıkış, 7/8-13). İsrâiloğulları'nın salıverilmemesi üzerine Firavun ve Mısır halkına Tanrı tarafından on musibet gönderilir. Bu musibetlerden bazılarında Hârûn da rol alır. Meselâ Firavun'la mücadele esnasında Hârûn asâsını ırmağın sularına vurur ve sular kana dönüşür (Çıkış, 7/19-20); asâsını uzatır ve Mısır diyarı kurbağalarla dolar (Çıkış, 8/1-7). Başka bir zamanda da Hârûn'un asâsı ile gerçekleştirdiği bir mûcize üzerine Mısır diyarını tatarcık sineği istilâ eder (Çıkış, 8/16-17).

Tevrat'ta çeşitli mûcizelere vesile olan asâ bazan Mûsâ'ya, bazan da Hârûn'a nisbet edilmiştir. Bazı yerde de Mûsâ'nın asâsını Hârûn kullanmaktadır. Yılana dönüşen asânın Mûsâ'ya ait olduğu belirtilmiş (Çıkış, 4/2-4), fakat Firavun'un huzurunda yılana dönüşen asâ Hârûn'a nisbet edilmiştir (bk. ASÂ).

Mısır halkının başına gelen musibetlerden sonra Tevrat'ta Hârûn'dan pek söz edilmez. Kızıldeniz'i geçerek Sînâ çölüne ulaştıktan sonra açlık baş gösterince İsrâiloğulları Mûsâ'ya ve Hârûn'a karşı söylenmeye başlarlar. Mûsâ ve Hârûn, Rabb'in onlara bıldırcın eti ve ekmek vereceğini müjdeler ve Mûsâ'nın emri üzerine Hârûn kavimle konuşur (Çıkış, 16/2-10). İsrâil'in Amalek'e (Amâlika) karşı verdiği savaş sırasında Hz. Mûsâ mûcizeli asâsını yukarı kaldırdığında İsrâil üstünlük sağlarken yorulup aşağı indirdiğinde Amalek baskın geliyordu. Bu olayda Hârûn ile Hur, Mûsâ'nın ellerini yukarıda tutmasına yardımcı olmak suretiyle İsrâil lehine mûcizenin devamını sağlamışlardır (Çıkış, 17/12). Yine Tevrat'ta anlatıldığına göre Hz. Mûsâ Sina'da ilâhî vahyi aldıktan sonra Allah, İsrâil'in yaşlılarından yetmiş kişiyle birlikte Hârûn ile iki oğlu Nadab ve Abihu'yu da çağırmış ve bunlar "İsrâil'in Allahı"nı görmüşlerdir (Çıkış, 24/1-11). Hz. Mûsâ, Allah ile görüşmek üzere dağa çıktığında yerine Hârûn ve Hur'u bırakmış (Çıkış, 24/14), fakat dönüşü gecikince kavmi Hârûn'a gelerek kendileri için bir ilâh yapmasını istemişler, Hârûn da ziynet eşyasından dökme bir buzağı heykeli yapmıştır (Çıkış, 32/2-6). Bu sebeple Rab Hârûn'a çok öfkelenmiş ve onu helâk etmek istemişse de Mûsâ'nın yalvarması üzerine bundan vazgeçmiştir (Tesniye, 9/20). Ancak İsrâiloğulları'nın altın buzağı yapıp ona tapmaları konusunda Hârûn'un rolüyle ilgili Tevrat kıssasında çelişkiler vardır. Çıkış'a bakılırsa (32/21, 25, 35) buzağı yapımında esas rol Hârûn'undur. Başka yerlerde ise buzağı yapımını talep eden ve Hârûn'u bu iş için tehdit edenin (Çıkış, 32/1), ayrıca buzağıyı tanrı kabul edenin (Çıkış, 32/4) halk olduğu belirtilmektedir. Öte yandan Hagada'da Hârûn buzağıyı yapma suçundan aklanmaya çalışılmaktadır. Hagada'ya göre Hârûn insanlar arasındaki anlaşmazlığı barışla çözme yanlısıdır. Buzağı hadisesinde de onun bu duygusu hâkim olmuştur. Esasen Hârûn da Mûsâ gibi buzağıya tapanları şiddetle cezalandırabilirdi, fakat iyi kalpliliği sebebiyle onları affetmiştir. Diğer bir yoruma göre ise Hârûn'un buzağı konusunda bu şekilde davranmasının sebebi Hur'un başına gelenlerin kendi başına gelmesinden korkmasıdır. Zira Midraş'a göre Hur karşı çıktığı halkı tarafından öldürülmüştür (EJd., II, 7).

Sînâ'dan hareket edildikten sonra Hz. Hârûn ile kız kardeşi Miryam, Habeşli bir kadın aldığı için Hz. Mûsâ'ya karşı çıkmaları yüzünden Rabb'in öfkesine sebep olmuşlardır (Sayılar, 12/1-12). Çöl hayatı boyunca Hârûn her zaman Mûsâ'nın yanındadır. Rabb'in emrine karşı gelen İsrâiloğulları arz-ı mev'ûda girmek istemezler ve Mûsâ ile Hârûn'a isyan edip liderliklerine itiraz ederler (Sayılar, 14/4-5). Korah'ın (Kārûn) ve diğerlerinin isyanı sadece Mûsâ'ya değil Hârûn'a da yöneliktir. Kâhinlik görevinin meşruluğunu ispat etmek için Hârûn'un asâsı tomurcuklanıp çiçek açar (Sayılar, 17/8). İsrâiloğulları, çöldeki yolculuklarının sonuna doğru ikinci defa Kadeş'te konakladıklarında susuzluk sebebiyle baş kaldırınca Rab, Mûsâ ve Hârûn'a asâ ile kayaya vurmalarını söylemiş, kayadan su fışkırmıştır (Sayılar, 20/2-11). Fakat bu arada davranışları ve sözleriyle Rabb'e karşı suç işleyen İsrâiloğulları'nın arz-ı mev'ûda girmeleri yasaklanmıştır (Sayılar, 20/12). Kadeş'ten göç eden kavim Hor dağına geldiğinde Rab Mûsâ'ya Hârûn'un ecelinin geldiğini ve ölen atalarına katılacağını bildirerek onu ve oğlu Eleazar'ı Hor dağına götürmesini istemiş, Mûsâ da Rabb'in emri doğrultusunda Hârûn'un elbisesini çıkararak Eleazar'a giydirmiş ve Hârûn Hor dağının tepesinde ölmüştür (Sayılar, 20/7-29; 33/38; Tesniye, 32/50). Tevrat'ın bir başka yerinde Hz. Hârûn'un Mosera'da öldüğü belirtilmektedir (Tesniye, 10/6). Vefat ettiğinde onun 123 yaşında olduğu zikredilir (Sayılar, 33/39).

Hor dağının veya Mosera'nın nerede bulunduğu tartışmalıdır. G. L. Robinson, Hor ile Moserah'ı (Jebel Madra) aynı dağ kabul eder ve bunun Kadeş ile Arabah arasındaki güzergâh üzerinde bulunduğunu söyler. F. M. Abel, "vâdî Hârûniyye" adına dayanarak Hor dağını Aynülkudeyrât'ın (Kadeş Barnea) 17 km. kuzeybatısına yerleştirmiştir. Hor dağının Kadeş Barnea'daki tepeler veya Kadeş yakınındaki İmâretü'l-Hureysa dağı olduğu da rivayet edilmektedir. Yaygın geleneğe göre ise Hor dağı, Petra'nın batısında Cebelihârûn denilen 1400 m. yüksekliğindeki dağdır (EJd., VIII, 971-972). Hz. Hârûn'un kabrinin nerede bulunduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte bu dağın en yüksek tepesinde onun kabri olduğuna inanılan bir yapı vardır (DB, I/1, s. 8).

Yahudi kutsal kitabında, Hz. Mûsâ'nın kardeşi ve arkadaşı olup onunla birlikte İsrâiloğulları'nı Mısır'dan çıkaran ve onlara liderlik yapan Hârûn ayrıca kâhinler sınıfının atası ve başkâhin olarak da gösterilir. Ahd-i Atîk'in bazı bölümlerinde (I. Samuel, 12/68; Mika, 6/4) Hârûn'dan, Mûsâ ile birlikte İsrâiloğulları'nı Mısır'dan çıkaran lider olarak bahsedilmekte, kâhinliğine hiç temas edilmemektedir. Tevrat ve Yeşu'da ise Hz. Mûsâ ile liderliği paylaşan Hârûn'un yanında tamamıyla farklı bir Hârûn daha ortaya çıkmaktadır ki bu ikincisi her ne kadar Mûsâ'nın kardeşi ise de sadece kâhindir ve kâhin ailesinin atasıdır. Tevrat'ın Levililer bölümünün bütünü, ayrıca Çıkış (25-31; 35-40) ve Sayılar (1-10/25; 15-19; 25-35) bölümünün büyük kısmı kâhin olan Hârûn'a ve onun görevlerine tahsis edilmiştir. Tevrat'ta Hârûn'un kâhinliğini ön plana çıkaran bölümler Ruhban metnine ait olduğu gibi, iki farklı Hârûn'a işaret eden veya iki Hârûn'un birlikte bulunduğu bölümlerde de Ruhban metninin tesiri açıktır (IDB Suppl., s. 1). Ruhban metnine ait olmayan ve peygamberlere nisbet edilen metinlerde Mûsâ gibi Hârûn'a da nâdiren işaret edilmekte ve buralarda onun liderliği üzerinde durulmakta, fakat kâhinliğinden söz edilmemektedir. Ahd-i Atik'in I ve II. Krallar bölümlerinde ise Hârûn ve Hârûn oğullarına dair hiçbir bilgi mevcut değildir.

Hz. Hârûn'u kâhinler sınıfının atası olarak gösteren metinlere göre bizzat Rab Yahve, Sînâ'da Mûsâ'ya Hârûn'un liderliğinde kâhinlik müessesesini tesis etmesini (Çıkış, 28/1-2), Hârûn için elbiseler hazırlamasını emreder (Çıkış, 28; Levililer, 8/7-9). Mûsâ da Hârûn ve oğullarına göğüslük, entari, nakışlı gömlek, sarık ve kuşak gibi mukaddes giysiler hazırlar. Hârûn ve oğullarını toplanma çadırının kapısına getirip su ile yıkar, mukaddes giysileri giydirir ve mesheder (Çıkış, 29; 40/12-15). Bu seremoni ile kâhin olan Hârûn'a görevleriyle ilgili tâlimatlar bizzat Tanrı tarafından verilmiştir (Sayılar, 18). Hârûn'un kendisi başkâhin ve kâhinliğin kurucusu olduğu gibi zürriyeti de kâhindir (Sayılar, 3-4; 18). Kendisinin ve zürriyetinin kâhinliği dâimî statüdedir (Çıkış, 29/9; Siracide, 45/6-22). Dört oğlu da bizzat onun tarafından takdis edilmiştir (Çıkış, 6/23, 28-29; Sayılar, 3/2-3; I. Tarihler, 24/1). Hârûn aynı zamanda Levili'dir; Levi sıbtı ona bağlı ve onun hizmetindedir (Sayılar, 18/2-7). Takdis edilmek suretiyle kutsiyetin en üst derecesine yükselen Hârûn, en önemli kutsal işleri yapmaya yetkili olup bu görevlerinin başında kurban takdimi gelmektedir. Kurbanları o kesmekte, iç yağlarını da yine o yakmaktadır (Levililer, 9/8, 12, 15, 18). Toplanma çadırı ve ahid sandığıyla ilgili görevler onun uhdesindedir (Sayılar, 4). Halkı takdis etmek Hârûn ve oğullarının işidir (Sayılar, 6/22-27). Cüzzamlıları iyileştirmek veya onlar hakkında hüküm vermek de onun görevleri arasındadır (Levililer, 13/1-59). Hârûn ve oğulları mukaddesle bayağıyı ayırmak ve Tanrı'nın kanunlarını halka öğretmekle de görevlidirler (Levililer, 10/10-11).

Tamamen kâhin kimliğiyle ortaya konan bu ikinci Hârûn'un ilk iki oğlu Nadab ve Abihu'nun kâhinlikleri kaldırıldığı için bu görev diğer iki oğlu İtamar ve Eleazar tarafından sürdürülmüştür (Levililer, 7/1-7). Asıl kol ise Eleazar'ın soyudur (Sayılar, 25/7-13; I. Tarihler, 6/1-15; 24/4). Hârûn Hor dağında vefat ettiğinde Mûsâ onun yerine Eleazar'ı getirmiştir (Sayılar, 20/23-28; 33/37-39; Tesniye, 10/6). Kâhin Ezrâ'nın soyu Hârûn'a dayanmaktadır (Ezrâ, 7/1-5).

İlk geleneklerde ruhban sınıfına ait bir şahsiyet olarak gözükmeyen Hârûn'un nasıl olup da ruhban sınıfının lideri olduğu kesin şekilde bilinmemekle beraber (DBS, X, 1249) onun bu yönünün, kâhinliğin önem kazandığı ve Ruhban metninin yazıldığı Bâbil esareti sonrası dönemde ortaya çıktığı anlaşılmaktadır (IDB Suppl., s. 1-2).

Hz. Hârûn Hıristiyanlık'ta Mesîh'in bir örneği olarak kabul edilir. O kurban takdim etmekte, Tanrı ile insanlar arasında aracılık ve Kudsü'l-akdes'te dinî görev yapmaktadır. Bu bakımdan Mesîh'e benzemekle birlikte aralarında bazı farklar da vardır. Meselâ Hârûn'un uyguladığı şeriatta hayvan kurban edildiği halde Îsâ Mesîh kanlı kurbanı teşvik etmemiş, en mükemmel kurban olarak kendini takdim etmiştir. Hârûn Eski Ahid'in başkâhini, Îsâ ise Yeni Ahid'in başkâhinidir (İbrânîler'e Mektup, 5/2-5; 7/11-12; 8).

Kur'ân-ı Kerîm'de Hârûn'a vahiy geldiği, hidayete erdirildiği (en-Nisâ 4/163; el-En'âm 6/84), lutufta bulunulduğu (es-Sâffât 37/114), güzel konuştuğu (el-Kasas 28/34), Mûsâ ile beraber ona da furkan verildiği (el-Enbiyâ 21/48) belirtilmektedir. Hz. Mûsâ, Firavun'a gitmekle görevlendirilince kardeşi Hârûn'un kendisine yardımcı olarak verilmesini, görevine onun da ortak edilmesini Allah'tan istemiş, bu isteği kabul edilerek ona peygamberlik verilmiştir (Tâhâ 20/29-36; el-Furkān 25/35; Meryem 19/53). Daha sonra Hz. Mûsâ ile birlikte âyetler ve gerçek bir delille Firavun'a gönderilmiş (Yûnus 10/75; el-Mü'minûn 23/45), Firavun'un sihirbazları mağlûp olunca Mûsâ ve Hârûn'un rabbine inandıklarını açıklamışlardır (el-A'râf 7/121-122; Tâhâ 20/70; eş-Şuarâ 26/48). İsrâiloğulları Mısır'dan çıktıktan sonra Hz. Mûsâ, ilâhî vaad gereği kırk günlük bir süre için Sînâ'ya giderken, "Yerime geç, ıslah et, bozguncuların yoluna uyma" diyerek kendi yerine Hârûn'u vekil bırakmıştır (el-A'râf 7/142). Mûsâ Tûr'da iken kavminin, Sâmirî'nin iğvâsıyla (Tâhâ 20/85) buzağı heykeli yapıp ona tapmaya başlaması üzerine Hârûn Tevrat'ta kaydedildiğinin aksine, "Ey kavmim! Andolsun siz bununla fitneye düşürüldünüz. Rabbiniz çok esirgeyendir, siz bana uyun, emrime itaat edin" diyerek onları uyarmış (Tâhâ 20/90), fakat sözünü dinletememiştir.

Hz. Mûsâ, Tûr dönüşü kavminin buzağıya taptığını görünce Hârûn'a, "Ey Hârûn, onların saptıklarını gördüğün zaman sana ne engel oldu? Neden bana uymadın? Emrime karşı mı geldin?" demiş, saçından sakalından tutarak onu çekip sarsmış, bunun üzerine Hârûn, "Ey anamın oğlu, saçımı başımı tutma! Ben senin, İsrâiloğulları arasında ayrılık çıkardın, sözümü tutmadın diyeceğinden korktum" diyerek gerekçesini açıklamış (Tâhâ 20/92-94), daha sonra Hz. Mûsâ Sâmirî'ye kızarak onu kovmuştur (Tâhâ 20/95-98). Diğer bir âyette de (es-Sâffât 37/120) Mûsâ ve Hârûn'un hep hayırla yâdedilecekleri belirtilmektedir.

Hz. Hârûn'un vefatıyla ilgili olarak İslâmî kaynaklarda çeşitli rivayetler vardır. Bunlara göre Allah Hz. Mûsâ'ya, "Hârûn'un ruhunu kabzedeceğim, onu şu dağa getir" diye vahyeder. Bunun üzerine Mûsâ ile Hârûn o dağa giderler. Dağa vardıklarında orada benzeri görülmemiş bir ağaçla bir ev ve üzerinde yataklar bulunan bir sedir bulurlar. Hârûn burada yatmak istediğini söyleyince Hz. Mûsâ "yat ve uyu" der. Hârûn'un isteği üzerine kendisi de yatar, ardından Hârûn'un ruhu kabzedilince ev ve yatak semaya yükseltilir. Hz. Mûsâ İsrâiloğulları'nın yanına döndüğünde kavmi Hârûn'u göremeyince onu Mûsâ'nın öldürdüğünü iddia ederler. Fakat Mûsâ'nın iki rek'at namaz kılıp Allah'a dua etmesi üzerine Hârûn'un üzerinde vefat ettiği yatak semadan iner ve böylece İsrâiloğulları gerçeği görüp kabul ederler (Sa'lebî, s. 187-188). Başka bir rivayete göre ise kavminin ithamı üzerine Hz. Mûsâ onları Hârûn'un kabrine götürür ve Hârûn'a seslenir. Hârûn başından toprakları silkeleyerek kabrinden kalkar. Hz. Mûsâ'nın, "Seni ben mi öldürdüm?" sorusuna "hayır" cevabını verince Mûsâ ona, "Yatağına geri dön" der, Hârûn da tekrar ölüm uykusuna yatar

Kaynak: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

ANA SAYFASURELERKONULAR

A’RAF

150

/

151

وَلَمَّا رَجَعَ مُوسَى إِلَى قَوْمِهِ غَضْبَانَ أَسِفاً قَالَ بِئْسَمَا خَلَفْتُمُونِي

مِن بَعْدِيَ أَعَجِلْتُمْ أَمْرَ رَبِّكُمْ وَأَلْقَى الألْوَاحَ وَأَخَذَ بِرَأْسِ

أَخِيهِ يَجُرُّهُ إِلَيْهِ قَالَ ابْنَ أُمَّ إِنَّ الْقَوْمَ اسْتَضْعَفُونِي وَكَادُواْ

يَقْتُلُونَنِي فَلاَ تُشْمِتْ بِيَ الأعْدَاء وَلاَ تَجْعَلْنِي مَعَ الْقَوْمِ

الظَّالِمِينَ {150} قَالَ رَبِّ اغْفِرْ لِي وَلأَخِي وَأَدْخِلْنَا فِي

رَحْمَتِكَ وَأَنتَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ {151}

150. Musa kavmine öfkeli ve kederli dönünce dedi ki: "Siz bana halef olduktan sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrinin çabucak gelmesini istediniz ha!" Derken Levhaları bırakıverdi, kardeşinin başından yakalayıp onu kendine doğru çekmeye başladı. Dedi ki: "Ey anamın oğlu, bu kavim beni gerçekten zayıf buldular. Neredeyse beni öldüreceklerdi bile. Sen de bana düşmanları sevindirecek bir iş yapma. Ve beni o zalimler güruhu ile bir tutma."

151. Dedi ki: "Rabbim, beni de kardeşimi de bağışla. Bizi rahmetine al. Sen, rahmet edenlerin en merhametli olanısın."

Yüce Allah'ın: "Musa kavmine öfkeli ve kederli dönünce ... " buyruğundaki; "Öfkeli" kelimesi, munsarıf değildir. Çünkü bunun müennesi; (...) diye gelir. Diğer taraftan bundaki "elif" ile "nun," ''Kırmızı lafzında yer alan ve müenneslik bildiren elif ile hemze yerine geçmektedir. Bu kelime hal olarak nasbedilmiştir.

"Kederli" ise, gazabın ileri derecesi demektir. Ebu'd-Derda der ki: Esef (keder), gazabın ötesinde ve ondan daha ağır bir durumdur. Esef duyan kişiye (...) denilir. (...); aynı zamanda oldukça kederli demektir.

İbn Abbas ile es-Süddi der ki: Musa, kavminin yaptığından ötürü oldukça üzülmüş halde döndü. Taberi der ki: Yüce Allah ona, İsrailoğullarının yanına dönmeden önce buzağı sebebiyle fitneye düşürüldüklerini haber verdi. İşte kızgın dönüşünün sebebi budur.

İbnü'l-Arabi der ki: Musa (a.s) insanlar arasında en çok kızan kişi idi. Bununla birlikte oldukça çabuk sakinleşir ve kızgınlığı geçerdi. Böylelikle bu hali diğerini telafi ediyordu.

İbnü'l-Kasım der ki: Ben, Malik'i şöyle derken dinledim: Musa (a.s) kızdığı vakit, başlığından duman çıkar, bedenindeki tüyleri cübbesini yükseltirdi. Buna sebep ise, kızgınlığın kalpte alevlenen bir kor ateş oluşundan dolayıdır. İşte bundan dolayı Peygamber (s.a.v.) kızan kimseye yatmasını emretmiştir. Yine kızgınlığı geçmeyecek olursa yıkanmasını istemiştir. Bu kızgınlığını onun yatması dindirir, yıkanması da söndürür. Hz. Musa'nın çabuk kızması, ölüm meleğine tokat vurup gözünü çıkarmasına sebep teşkil etmişti. el-Maide Suresi'nde (26. ayetin tefsirinde) bu hususta ilim adamlarının görüşleri de geçmiş bulunmaktadır.

et-Tirmizi el-Hakim de der ki: Hz. Musa'nın böyle bir davranışı uygun görmesi, kendisinin Kelimullah oluşundan dolayıdır. O, adeta kendisine karşı cüretkarca davranan yahut da onu rahatsız edecek bir şekilde kendisine el uzatan kimsenin bu davranışı ile çok büyük bir şekilde haddini aştığını kabul ediyordu. Nitekim, Hz. Musa'nın ölüm meleğine Ruhumu nereden alacaksın dediğini görmekteyiz. Ağızımdan mı, ben onunla Rabbimle münacaat ettim. Yoksa kulağımdan mı, halbuki ben kulağımla Rabbimin kelamını işittim. Yahut elimden mi, halbuki ben elimle Levhaları tuttum. Yoksa ayaklarımdan mı, ben ayaklarımın üzerinde O'nun huzurunda dikilip Tur'da O'nunla konuştum. Yahut gözlerimden mi, yüzüm O'nun nurundan ötürü aydınlanmış bulunuyor. Bunun üzerine ölüm meleği Hz. Musa'ya çaresiz ve cevap veremeyecek bir halde geri dönmüştü.

Ebu Davud'un Sünen'inde de Ebu Zer'den şöyle dediği nakledilmektedir:

Rasulullah (s.a.v.) bize şöyle dedi: "Sizden herhangi bir kimse kızdı mı, eğer ayakta ise, otursun. Şayet kızgınlığı geçerse (mesele yok). Yoksa yatsın"

Yine Ebu Davud, Ebu Vail el-Kaas'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Urve b. Muhammed es-Sa'di'nin yanına girdik. Bir adam onunla konuştu ve onu kızdırdı. Kalktı, sonra da abdest alıp geri döndü ve şöyle dedi: Babam bana dedem Atiyye'den naklen şöyle dediğini anlattı: Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Şüphesiz kızgınlık şeytandandır. Ve şüphesiz şeytan ateşten yaratılmıştır. Ateş ise ancak su ile söndürülür. Sizden herhangi bir kimse kızdı mı abdest alsın. "

Yüce Allah'ın: "Siz bana halef olduktan sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız" buyruğu, Hz. Musa'nın, kavmini bu sözlerle yerdiğini ifade etmektedir. Yani siz benden sonra çok kötü bir iş yaptınız.

"Ona halef oldu" tabiri, hem hoşuna gitmeyecek şekilde halef olmasını anlatmak hem de hayırlı bir şekilde ona halef olduğunu anlatmak için kullanılır. İşte bu sebep dolayısıyla; "Ayrılışından sonra ailesi ve kavmi arasında hayır veya şer (iyi veya kötü) bir şekilde ona halef oldu, denilir.

"Rabbinizin emrinin çabuk gelmesini istediniz ha!" Yani, siz Rabbinizin emri gelmeden önce birşeyler yaptınız ha!

Acele (çabukluk) bir şeyi vaktinden önce yapmak demektir. Bu, yerilen bir huydur. Sür'at ise, bir işi ilk vaktinde yapmaktır. Bu da övülen bir iştir. Yakub der ki: (...) tabiri, bir şeyi vaktinden önce yapmak hakkında kullanılır. (...) ise, kişinin acele etmesini istedim; yani, onu acele davranmaya ittim, anlamına gelir.

"Rabbinizin emri" ise, Rabbinizin tayin ettiği vakti demektir. Yani, O'nun tayin ettiği kırk günlük süreden önce mi hareket ettiniz? anlamına gelir. Bunun: Rabbinizin gazabının çabucak gelmesini mi istediniz? anlamına geldiği söylendiği gibi; Siz, Rabbinizden herhangi bir emir size gelmeden önce buzağıya ibadette acele mi ettiniz? anlamına geldiği de söylenmiştir.

[ - ]

"Derken Levhaları bırakıverdi" buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız:

1- Hz. Musa'nın Levhaları Bırakması:

2- Hz. Musa'nın Levhaları Bırakması, Sema' ve Vecde Delil Gösterilmez:

1- Hz. Musa'nın Levhaları Bırakması:

"Derken Levhaları bırakıverdi." Yani o, kavminin buzağıya tapmakta olduklarını, kardeşinin de bu hususta onlara karşı ihmalkar davrandığını görünce, kızgınlık ve kederinden Levhaları bıraktı, demektir. Bu açıklamayı Said b. Cübeyr yapmıştır. İşte bundan dolayı "haber almak görmek gibi değildir" denilmiştir. (Bununla Hz. Musa'ya, kavminin buzağıya tapma fitnesine düştüğünün önceden haber verildiği halde kızmamış olduğuna işaret etmek istemektedir) .

Katade'den gelen -eğer sahih ise ki, sahih de değildir- Hz. Musa'nın levhaları bırakması, Levhalarda ümmetine verilmemiş üstün bir faziletin Muhammed (s.a.v.)'ın ümmetine verildiğini görmesinden ötürü idi, şeklindeki rivayete iltifat edilmez. Çünkü bu Musa (a.s)'a izafe edilmemesi gereken oldukça bayağı bir görüştür. İbn Abbas (r.a)'dan ise, Levhaların kırılmış olduklarına ve Levhalardan herşeye dair açıklamaların kaldırılıp geriye hidayet ve rahmetin kalmış olduğuna dair açıklaması önceden geçmişti.

2- Hz. Musa'nın Levhaları Bırakması, Sema' ve Vecde Delil Gösterilmez:

Mutasavvıf cahillerden kimisi bunu, sufilerin sema ve şarkılardan dolayı ileri derecede neşelendikleri vakit elbiselerini atmalarının caiz olduğuna delil göstermişlerdir. Diğer taraftan onlardan kimisi aklı başındayken de elbiselerini atıvermektedir. Kimisi ise, önce elbiselerini parçalamakta sonra atmaktadır. Bu davranışlarının caiz oluşuna Hz. Musa'nın Levhaları bırakmasını delil gösteren bu kimseler derler ki: Bunlar gaybet halindedir. (Vecd içerisinde olup, akıllarını kaybetmişlerdir.) O bakımdan kınanmazlar. Çünkü Musa da kavminin buzağıya tapmasından dolayı kederin etkisi altına girince Levhaları attı ve kırdı. Halbuki yaptığını da bilemiyordu.

Ebu'l-Ferec el-Cevzı der ki: Peki Hz. Musa'nın Levhaları bunları kırmak amacıyla attığı görüşünü kim doğru kabul eder? Kur'an-ı Kerim'de onun Levhaları bıraktığından söz edilmektedir. Bu Levhaların kırıldığını nerden biliyoruz? Kırıldı, diyelim. Peki, Hz. Musa'nın Levhaları kırmak maksadıyla onları bıraktığını nerden biliyoruz? Onun bu maksatla bıraktığını kabul edecek olsak dahi, Hz. Musa bu durumda gaybet halindeydi deriz. O kadar ki, önünde bir ateş denizi dahi bulunsaydı, ona bile dalardı. Ya bu gibi kimselerin şarkı ve sema'ı başkalarından ayırd edebildikleri haldeyken ve eğer önlerinde bir kuyu olsa ondan kendilerini koruyabilecek durumda iken, gaybet halinde olduklarını kim doğru kabul edebilir? Hem peygamberlerin halleri bu gibi beyinsizlerin hallerine nasıl kıyas edilir?

İbn Akil'e, bu gibi kimselerin vecde kapılıp elbiselerini parçalamalarının hükmü hakkında sorulmuş, şu cevabı vermiştir: Bu bir günahtır ve haramdır. Rasulullah (s.a.v.) da malların zayi edilmesini yasaklamıştır. Birisi ona:

O'nlar yaptıklarına akıl erdiremeyecek haldedirler deyince, şu cevabı verdi:

Eğer onlar sema'ın zevkinin etkisine girip bunun sonucunda akıllarının zail olacağını bile bile bu gibi yerlerde bulunacak olurlarsa, elbiselerini yırtmak ve buna benzer yaptıkları fesatlara kendilerini itmiş olduklarından ötürü günahkar olurlar ve bu halleri dolayısıyla da şeriatın hitabı onlardan kalkmaz. Çünkü onlar, bu gibi yerlere gelmeden önce kendilerini bu hallere götürebilecek yerlerden uzak durmakla muhatab olunmuşlardır. Tıpkı sarhoşluk veren şeyi içmeleri kendilerine yasak kılındığı gibi. İşte tasavvuf ehlinin -eğer doğru söylüyorlarsa- vecd adını verdikleri bu neşve hali, tabiatların sarhoş olması halidir. Eğer bu halde olduklarını yalan yere iddia ediyorlarsa, ayık olmakla birlikte mallarını ifsad etmiş olurlar. Her iki durumda da günahtan kurtulamıyorlar. Şüphe bulunan yerlerden uzak durmak ise vacibtir.

* * *

"Kardeşinin başından yakalayıp onu kendine doğru çekmeye başladı."

Yani, onu sakalından ve perçeminden tutup kendisine doğru çekmeye başladı. Hz. Harun, Hz. Musa'dan -Allah'ın salat ve selamı ikisine de olsun- üç yaş daha büyüktü. İsrail oğulları da Hz. Harun'u Hz. Musa'dan daha çok severlerdi. Çünkü o, kızması dahi yumuşak bir kimse idi.

Hz. Musa'nın kardeşinin başından yakalayıp kendisine doğru çekmesi ile ilgili olarak ilim adamlarının dört te'vili vardır:

1- Böyle bir davranış onlar arasında örf haline gelmişti. Nitekim Araplar, kardeşlerine ve arkadaşlarına ikram ve ta'zim olmak üzere biri diğerinin sakalını tutardı. Bu bakımdan bu davranış zelil düşürmek kastıyla olmamıştır.

2- Hz. Musa'nın Hz. Harun'u bu şekilde yakalayıp çekmesi, ona Levhaların üzerlerine indirilmiş olduğunu gizlice bildirmek içindi. Çünkü Levhalar Hz. Musa'ya bu münacaatı sırasında nazil olmuş, o da Tevrat'tan önce bu Levhaları İsrailoğullarından gizlemek istemişti. Harun (a.s) da kendisine: Beni başımdan da yakalama, sakalımdan da tutma, diyerek bu şekilde küçük düşürülmüş olduğu izlenimini İsrailoğullarına verip Hz. Musa'nın kendisine gizlice birşey söylemiş olduğu şüphesini uyandırmak istememişti.

3- Hz. Musa'nın kardeşine bunu yapması, Hz. Harun'un da buzağı hakkında yaptıkları şeylerde İsrailoğulları ile birlikte bir meyil taşıdığı düşüncesine sahip olmasından ötürü idi.

4- Hz. Musa, kardeşini durumunun ne olduğunu bilmek için böyle çekmişti. Hz. Harun ise, İsrailoğulları Hz. Musa kendisini küçük düşürdüğünü düşünmelerini istememişti. Böylelikle kardeşine buzağıya tapanların kendisini zayıf gördüklerini ve az kalsın onu öldüreceklerini açıkladı. Hz. Musa kardeşinin mazeretini işitince şöyle dedi: Rabbim, bana ve kardeşime mağfiret buyur. Yani, benim Levhaları bırakmama sebep olan kızgınlığımı bağışla, kardeşimi de bağışla. Çünkü o, Hz. Harun'un herhangi bir kusuru olmamakla birlikte, onların yaptıklarına gerekli tepkiyi göstermediğinden kusurlu davrandığını sanmıştı. Yani, eğer kardeşimin kusuru varsa ona da mağfiret buyur, onu da bağışla, demek istemiştir.

el-Hasen der ki: Harun müstesna hepsi de buzağıya tapmışlardı. Zira orada Musa ile Harun (ikisine de selam olsun) dışında mü'min bir kimse olsaydı, Hz. Musa Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla! demekle yetinmez, onların dışındaki diğer mü'minlere de dua ederdi.

Şöyle de açıklanmıştır: O, kardeşine yaptığından ötürü kendisi için mağfiret dilemişti. Zira, Hz. Musa kardeşine bu işi kızdığından dolayı yapmıştı. Kızmasının sebebi ise, kardeşinin kendisine gelip ona meydana gelen olayları anlatmaması idi. Çünkü Hz. Musa o takdirde geri dönüp yaptıklarını düzeltme yoluna gidecekti. Bundan dolayı Hz. Musa şöyle demişti: "Onları sapıklıkta gördüğünde bana uymaktan (yahut arkamdan gelmekten) seni ne alıkoydu"(Ta-Ha, 92-93) demişti.

Hz. Harun da öldürülmekten korktuğu için kaldığını açıklamıştı. Böylelikle ayet-i kerime münkeri değiştirmeye kalkışmak halinde öldürüleceğinden korkan kimsenin susabileceğine delil teşkil etmektedir. Buna dair açıklamalar da daha önce Al-i İmran Süresi'nde (21-22. ayetlerin, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

İbnü'l-Arabi der ki: Bu ayet-i kerimede -bazı kimselerin yanlış iddiaları gibi- kızgınlığın ahkamı değiştirmeyeceğine delil vardır. Musa (a.s)'ın kızgınlığı, fiillerinde herhangi bir değişiklik yapmamıştır. Aksine onun fiilleri normal mecrasında akıp gitmiş, Levhaları bırakmış, kardeşine sitem etmiş, bir meleğe tokat vurmuştur...

el-Mehdevi der ki: Çünkü Hz. Musa'nın gazabı Allah içindi. İsrailoğullarına ses çıkarmayışı ise, birbirleriyle savaşmalarından, parçalanıp dağılmalarından korkması idi.

"Dedi ki: Ey anamın oğlu." Hz. Harun, Hz. Musa'nın anne baba bir kardeşi idi. Ancak, bu ifade yumuşatıcı ve kendisine şefkat etmesini sağlayıcı bir tabirdir. ez-Zeccac der ki: Hz. Harun'un, Hz. Musa'nın anne bir kardeşi olduğu söylenmiştir. Ayet-i kerimedeki; "Anam" kelimesi, hem "mim" harfi üstün olarak, hem de esreli olarak okunmuştur. Bunu üstün okuyan; "Anamın oğlu" kelimesini; "Onbeş" gibi tek bir isim olarak kabul etmiştir. Bu da: "Ey onbeş kişi geliniz" demek gibidir. "Mim" harfini esreli olarak okuyan kimse ise önce bu ismi mütekellim zamirine muzaf yapmış, ondan sonra da izafet ya 'sını hazfetmiş olur. Çünkü, nidanın hazf üzere mebni olduğu kabul edilmiştir. "Mim" harfinin esresinin kalması ise orada hazfedilmiş izafete delil teşkil etmesi içindir. Yüce Allah'ın: "Ey kullarım" (ez-Zumer, 10) buyruğu gibidir. Nitekim bunun böyle olduğuna İbn es-Semeyka'nın; "Ey anamın oğlu" şeklinde aslına uygun olarak "ye" harfini tesbit ile okuyuşu delil teşkil etmektedir.

el-Kisai, el-Ferra ve Ebu Ubeyd derler ki: "Mim" harfinin üstün olarak okunuşunun takdiri: "Eyanamın oğlu" şeklindedir. Basralılar ise bu yanlış bir görüştür, derler. Çünkü, "elif" aslında hafif bir harftir, hazfedilmez. Fakat burada Hz. Musa, her iki ismi tek bir isim kılmıştır.

el-Ahfeş ile Ebu Hatim ise; "Ey anamın oğlu" şeklinde esreli okuyuş; "Ey kölemin oğlu gel," demeye benzer ki, bu şaz bir söyleyiştir, böyle bir okuyuş ise uzak bir ihtimaldir. Ancak, bu şekildeki okuyuş, izafeti sana (yani, mütekellimin kendisine) yapılan hallerde uygundur.

Sana izafe olunan şeye izafeye gelince; "Ey kölemin oğlu ve ey kardeşimin oğlu" denmesi uygundur. Arapların; "Ey anamın oğlu, ey amcamın oğlu," şeklindeki ifadeyi caiz görmeleri ise, çokça kullanılmasından ötürüdür.

ez-Zeccac ile en-Nehhas derler ki: Ancak bu kullanımın güzel ve uygun bir açıklaması vardır. Anne ile birlikte oğul ve amca ile birlikte oğul tabirinin kullanılması tek bir isim kabul edilir ve bir kimsenin; "Ey onbeş kişi geliniz," demesi gibidir. Burada; "Ey oğul, ey köle," kelimesinden "ya" harfi hazfedildiği gibi hazfedilmiştir.

"Bu kavim beni gerçekten zayıfbuldular." Beni güçsüz kabul ettiler ve beni zayıf saydılar. "Neredeyse" azkalsın "beni öldüreceklerdi bile."

Buradaki; "Beni öldüreceklerdi" kelimesi, geniş zaman (muzari) fiil olduğundan dolayı iki "nun" iledir. Kur'an'ın dışındaki söz ve konuşmalarda bu iki "nun"un idğam edilmesi caizdir.

"Sen de bana düşmanları sevindirecek bir iş yapma" yani, bu sebeple onları sevindirme. (...) ; gerek din, gerekse dünya hususlarında kardeşine isabet eden musibetler dolayısıyla sevinmeyi ifade eder. Bu haramdır ve yasak kılınmıştır. Hadis-i şerifte Peygamber (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğu Zikredilmektedir: "Sen, kardeşinin musibetine sevindiğini açığa vurma. O takdirde Allah ona afiyet verir ve seni de belalara düçar kılar."

Rasulullah (s.a.v.) da başına düşmanlarını sevindirecek iş gelmesinden dolayı Allah'a sığınır ve şöyle dua ederdi:

"Allah'ım ben Senden kazanın kötüsünden, bedbahtlık veren şeylerin bana gelip yetişmesinden ve başıma gelen musibetlerden dolayı da düşmanlarımın sevinmesinden Sana sığınınm." Bu hadisi Buhari ve başkaları rivayet etmiştir. Şair de şöyle demiştir: "Zaman bazı kimseler aleyhine musibetlerini çekecek olsa, Diğer başkalarının çevresine çöker.

Bizim musibetlerimize sevinenlere de ki: Ayılın Musibetinize sevinenler de bizim karşılaştığımızm benzeriyle karşılaşacaklardır."

-Bu kelimeyi- Mücahid ile Malik, (...) şeklinde "te" harfini nasb ile ve "mim"i de üstün olarak okumuşlar ve "Düşmanlar'' kelimesini ise merfu' olarak okumuşlardır. Yani: Sen bana kendisi sebebiyle düşmanlarımın sevineceği bir iş yapma. Yani, senin bana yapacağın bir iş dolayısıyla onlar sevinmesinler.

Yine Mücahid'den; (...) şeklinde "te" ve "mim" harfleri üstün ile; "Düşmanlar'' kelimesini de nasb ile okumuştur. İbn Cinnı der ki: Yani, Rabbim, Sen düşmanları bana sevindirme, anlamına gelir. Bunun caiz oluşu, Yüce Allah'ın: "Allah onlarla alay eder" (el-Bakara, 15) buyruğu ve benzerlerinin de uygun oluşundan dolayıdır. Sonra da asıl maksada dönerek "düşmanlar" anlamındaki kelimeyi kendisiyle nasbettiği bir fiili takdir etmiştir. Adeta: (...): Başkalarını yani düşmanları bana gelecek musibetlerle sevindirme, demiş gibidir.

Ebu Ubeyd der ki: Ben Humeyd'den; (...) şeklinde "mim" harfini esreli olarak okuduğunu naklediyorum. en-Nehhas der ki: Ancak bu okuyuşun açıklanabilir bir tarafı yoktur. Çünkü eğer bu fiil; (...)'den geliyor ise, (...) demesi gerekirdi. Eğer (...) den geliyor ise, bu sefer -"te" harfi ötreli "mim" harfi de esreli olmak üzere-; (...) demesi gerekirdi.

Hz. Harun'un: "Ve beni o zalimler güruhu ile bir tutma" ifadesine gelince, Mücahid der ki: Yani sen beni buzağıya tapanlarla bir kabul etme, demektir.

"Dedi ki: Rabbim! Beni de kardeşimi de bağışla, bizi rahmetine al.

Sen rahmet edenlerin en merhametli olanısın." Bu buyruğa dair açıklamalar ise daha önceden geçmiş bulunmaktadır. (Bk. el-Bakara, 286. ayet 9. başlık v.d.).

SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E TIKLAYIN

A’raf 152-153

ANA SAYFASURELERKONULAR

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır