ilk çağ filozofları ve görüşleri / İlk Çağ Felsefesi ve Filozofları Kimlerdir? İlk Çağ Filozofları İsimleri Nedir?

Ilk Çağ Filozofları Ve Görüşleri

ilk çağ filozofları ve görüşleri

ilk çağ felsefe tarihi

1- Sokrates öncesi filozoflar döne­mi. Sokrates'e kadar uzanan dönemde yaşa­yan bütün filozoflar buraya dahil edilir.

2- Kla­sik felsefe dönemi: Bu dönemde Sokrates, Pla­ton ve Aristoteles gibi sistem kurmuş büyük fi­lozoflar yer almakladır;

3- Hellcnistik dönem: Aristoteles'in ölümünden (M.Ö. 322) Hz.İ-sa'nın doğuşuna kadar geçen dönem;

4- Ro­ma dönemi: Hz. İsa'nın doğumundan V. yüzyı­la kadarki dönem.

Bu tarihi bakımdan yapılan ayrım için felse­fenin ele aldığı konulan şu şekilde belirlemek mümkündür:

Birinci dönem tabiat felsefesi şeklinde nite-

lendirilmiş olup bu dönemde ele alınan temel sorun, evrenin esasının ve doğanın ne olduğu ve nasıl meydana geldiği, varlıkların nereden ve nasıl meydana çıktıkları sorunudur.

İkinci dönemde Sofistler ve özellikle Sokra­tes ile birlikle insan sorununa yöneliş başlar. "İnsan nedir?" sorusu çerçevesinde sorunlar üretilir ve tartışılır. Ayrıca bilgi ve ahlak alan­ları veya sorunları bağımsız konular olarak or­taya çıkarlar. Yani felsefenin inceleme alanı doğadan insana yönelirken, insan, insanın ha­yatı, mutluluğu, ahlak, erdem gibi konular tar­tışılır. Ancak bu dönemde Platon ve Aristote­les, insan sorununun yanında tabiatın incelen­mesine de eğilirler, yani bir sistem oluşturma­ya çalışırlar.

Üçüncü dönemde Stoacılık, Epikürcülük ve Şüphecilik (septisizm) akımlarıyla felsefenin "ahlaklı ya da erdemli hayat nedir?", "İnsan na­sıl mutlu olabilir?", "İnsanın mutluluğu nere­dedir" soruları ortaya konulur.

Dördüncü dönem olan Roma döneminde ise daha önceki dönemde veya dönemlerde İlerİ sürülmüş sorunların anlaşılmaya çalışıl­ması ve bunların tartışılması en önemli felsefi araştırmalar olarak ortaya çıkar. Ayrıca gide­rek daha belirleyici olarak felsefeyle Hıristi­yanlık esaslarının uzlaştırılmaya çalışıldığı gö­rülür.

Felsefi düşüncenin gelişimi bakımından bel­li başlı temel ayrımlara bakmak Anıik Çağ fel­sefesinin incelediği konuları, alanları, bunla­rın incelenme yöntemlerinin ortaya çıkartılma­sı içindir. Antik felsefenin başlangıç yeri olan ve bu nedenle İyonya felsefesi olarak da adlan­dırılan evrede, felsefenin incelediği temel alan, "kosmos", daha dar anlamında doğadır. Fakat bu dönemde kosmos veya doğanın çeşit­li yönlerden araştırılarak bütünlüğe ulaşılma­sından çok, sözkonusu bütünlüğü açıklayacağı sanılan tek bir neden üzerinde durulduğu gö­rülmektedir. Başka söyleyişle, kosmos'un ken­dinde var olduğu kabul edilen düzen, uyum ve güzelliğin bütünlüğü meydana getiren asıl maddeyle aynı mahiyette olduğu varsayıldığın-dan bunun ne olduğu araştırıldı. Antik felsefe­nin ilk felsefi okulu olan Milct Okulu'nun üç filozofundan Thales, bu ana maddenin, yani arkhenin su olduğunu ileri sürdü. Thalcs'c gö­re su nasıl varlıkta canlılığa neden oluyorsa, aynı şekilde nitelik değis.imleriyle kosmoslaki varlık türlerinin çoğalmasını da sağlıyor olma­lıydı. Kosmos'un ana maddesi su canlı olduğu­na ve bütün varlıklarda değişik nitelikte su bu­lunduğuna göre her şey canlıdır. Bu bakım­dan Thales'İn felsefesi canlıcılık (Hylesoizm) olarak da adlandırılır. Su aynı zamanda son­suzdur ve yeryüzü bir levha gibi bu sonsuz su­yun, yani "Okyanus"un üzerinde durmaktadır. Depremler suyun dal gala nmasıyla oluşmakta­dır. Öle yandan bir bilim adamı da olan Tha­les matematik, astronomi, coğrafya vb. bilim alanlarında da araştırmalar yapmıştır. Onun, M.Ö. 585 yılındaki güneş tutulmasını önceden haber verdiğini Herodol bildirmekledir.

Milet Okulu'nun öteki iki filozofundan Anaksimandros'a göre ana madde bilinmeyen ve sınırsız olması gereken şeydir ki, buna "a peiron" denir. Anaksimandros, canlı hayatın evrimini hatırlatır şekilde, hayatın önce deniz­lerde başladığını, daha sonra karaya çıkıldığı­nı ve denizde yaşarken sahip olunan yapının karada dönüşüme uğradığını belirtir. "Apei-ron"dakizıt nitelikler varlığın oluş ve yok olu­şunu hazırlar. Ayrıca Anaksimandros'un ilk kez yeryüzündeki kara parçalarının haritasını yaptığı bilinmekledir.

Milet Okulu'nun diğer filozofu Anaksime-nes arkhe olarak "hava"yi ileri sürdü. Kosmos ile insan bedeni arasında bir karşılaştırma ya­pan Anaksimenes, insan bedeninin yaşaması­nı bu havaya dayandırır. O, ruhun varlığına da işaret etmiş ancak bunun maddi olduğunu be­lirtmiştir.

Milet Okulu kosmos'un ana maddesinin ne olduğunu araştırırken bu ana madden in varlık­la "oluşu" nasıl hazırladığı konusunu karanlık bırakmıştı. Oluş sorunu başta Herakleitos ol­mak üzere Elea Okulu fitozoflarıyla Pythago-rascilar tarafından değişik görüşler ileri sürül­mek suretiyle tartışılmıştır. Herakleitos kos­mos'un ana maddesini "aleş" olarak nitelendi­rirken, aynı zamanda kosmostaki hareket, de­ğişim ve oluşu da buna dayanarak açıklama yo-

luna gitti. Ona göre Kosmos'ta sürekli bir oluş sözkonusudur. Herşey akmaktadır, her nesne durmaksızın hareket etmekte ve değiş­mektedir. Fakat bu sürekli oluşu düzenleyen ve asla değişmeyen şey İse Logos (akıl, yasa, il-ke)lur.

Buna karşılık Elea Okulu Kosmos'ta ve Var-lık'ta hiçbir hareketin, değişimin ve oluşun sözkonusu edilemeyceğİnİ ileri sürmüştür. Okulun kurucusu olan Parmcnidcs sadece "Bir" olan "Varlık"ın varolduğunu, bu nedenle bu varlıkta hareketin, değişimin ve oluşun söz­konusu edilmesinin mantık bakımından kabul edilemez bir çelişkiyi doğuracağını belirtir. Öğrencisi Zenon, bu "Bir" varlık önermesini temel alarak hareketin, değişimin ve oluşun, Hcraklcitos'un savunduğu gibi, kabul edileme­yeceğini, çeşitli örnekler ile tartıştı. Varlıkta hareket veya değişimin bulunduğunu kabul et­mek var olanın yok olacağını kabul etmek ya da yok olandan varlığın çıkacağını varsaymak anlamına geldiğini, bunun ise mantığın çeliş­mezlik ilkesine aykırı olacağını belirterek red­detti.

Elea Okulu'nun Varlık anlayışı Kscnofanes tarafından Tek Tanrı inancının açıklanmasın­da temel alındı. Daha doğrusu Kscnofanes'İn Tek Tanrı kavramı, Elea Okulu'nun "Bir" Var­lık kavramına dönüştü. Parmenides'in varlık kavramı ve mantığı temel alan düşünce yönte­mi sonraki filozoflar, hatta Yeni Çağ filozofla­rı üzerinde de etkili oldu. (Örneğin Platon, Spinozavb.)

Pythagoras ve Pythagorasçılar ise Kosmo-sun ve Kosmostaki düzen ve uyumun kavra­nıp açıklanmasında sayıları temel aldılar. On­lara göre her sayının bir değeri olması gere­kir; bu da nesnelerin mahiyetinin açıklanma­sında anahtar rolü oynar. Ayrıca Pytlıagorasçı-lar ilk gizli felsefe topluluğunu oluşturmuş ve ruh göçü (tenasüh) inanışı temeline dayanan bu gizli topluluk bazı ilkeler kabul ederek ara­larında uygulamıştır. Pythagorasçılar gizli dü­şünceleriyle ve dışa kapalı örgütlenme biçim-leriyle sonraki yüzyıllarda da varlıklarını sür­dürdüler ve düşünce tarihinde belli oranda et­kili oldular.

M.Ö.V. yüzyılda Yunanlıların Persler tara­fından yenilgiye uğratılmaları ve İyonya kent­lerinin işgal edilmesi üzerine burada yaşayan halk ile birlikte filozof ve sanatçıların Batıya,ö-zellikle Güney İtalya ve Sicilya kentleriyle ku­zeyde Afrika ve Makedonya'ya göç ettikleri görüldü. Bunun sonucu olarak felsefe ve bi­lim İyonya'dan bu bölgelere taşındı. Gerçek­ten bu tarihten sonra Atina bir kültür kimliği­ne kavuşacak, ayru şekilde Güney italya'da ba­zı kentler de düşünce ve bilim alanında geliş­melere sahne olacaktır.

Empedokles İyonya felsefeleriyle Elea Oku-lu'nun görüşlerini birleştirerek Kosmos'un ana maddesi ve nesnelerin hareket ve oluşları­nı açıklamaya yönelmiş, Kosmos'un ana mad­desi olarak Thales'in "su"yunu, Anaksİme-nes'in "hava"sını, Herakleİtos'un "ateş"ini ala­rak, dördüncü unsur olan toprağı da kendisi ekleyip, dört unsur (anastr-i eıbaa) Öğretisini ileri sürmüştür. Her varlığın veya nesnenin meydana gelmesi bu dört unsurun belli oran­larda birleşmesiyle mümkün olmaktadır. Bu dört unsur Parmenides'in "Varlık"ı gibi değiş­mezdir. Ancak Kozmostaki nesnelerin meyda­na gelmesi için bu dört unsuru birleştirici baş­ka bir şeyin olması gerekir ki, Empodekles bu­na sevgi ve nefret der. Kosmostakİ hareketi, değişmeyi ve oluşu meydana getiren sevgi ve nefrettir. Fakat bu iki özellik dört unsurun dı­şında değerlendirilmiştir. Empedokles bir yan­dan kendinden önceki görüşleri belli bir sis­tem içinde birleştirip açıklamaya çalışırken, kendinden sonraki görüşleri de etkilemiştir.

Nitekim Atomcu görüşün oluşmasında Em-pedokles'in felsefesi bir hareket noktası işlevi görecek, Anaksagoras dört unsur yerine sade­ce tek bi madde, "spermate", yani zerrecik kav­ramını, sevgi ve nefret yerine de "Nous" kavra­mını koyacaktır. Zerreciklere, nesneyi meyda­na getirmek üzere ilk hareketi veren Nous'tur ve daha sonra zerreciklerin denetimini sürdü­rür. Bu zerrecikler, kendi yapılarındaki özel­likler gereği bir araya gelerek nesneleri oluştu­rurlar ki, birleşen zerreciklerin amacı, meyda­na getirdikleri nesneler olmaktadır. Yani Em­pedokles dört unsurun bir araya gelmesini raslantıya bağlarken, Anaksagoras zerreciklerin hareketini belli bir amaca yönelmiş olarak açıklıyor, öyleyse evrende bir amaçlılık (tele-olojik) ilkesi hakimdir.

Empedokles ve Anaksagoras'ın henüz pek açık olmasa da maddeyi temel alan açıklama­larını Leukippos, özellikle de Demokritos ge­liştirip ilk atom teorisini ileri sürmüşlerdir. Demokritos'a göre kosmos'un ve varlığın te­meli parçalanamayan en küçük şey, yani "ato-ma"dır. Atomların nicelik özellikleri bir araya gelerek nesnelerin meydana gelmesini sağla­maktadır. Sürekli hareket halinde olan atom­ların hareketlerini gerçekleştirdikleri bir orta­ma İhtiyaçları vardır ki, bu "boş mekan"dır. Boş mekan madde değildir, varlığı yoktur, ama atomun hareketi İçin gereklidir. Atomla­rın hareketleri sahip oldukları nicel özellikler dolayısıyla zorunlu ve mekaniktir. Böylece De­mokritos maddeyi temel alan atom teorisini bir sistem halinde ortaya koyar ve madde ayrı­mını da felsefeye yerleştirir. İnsanın bedeni gi­bi ruhu da atomların birleşmesinin bir sonucu­dur. Uyku gibi ölüm de atomların bu hareket­lerine bağlıdır.

Sofistler İle Antik Çağ felsefesi yeni bir dö­neme adım atar. Sofistler kendilerine kadar gelen düşünceleri bir eleştiri süzgecinden geçi­rirler. Buna göre insan, Kosmos'un ana mad­desinin ne olduğunu araştırmadan önce, böy­le bir araştırmaya yönelen öznenin yetenek ve gücüne bakmalıdır. Üstelik aynı konuya he­men birbiriyle hiç benzerlik göstermeyen ce­vaplar verilmiştir. O halde Kosmos'un tümel bilgisini, yani tümel gerçekliği elde etmek mümkün olmamalıdır. Hatta tümel bir gerçek­liğin bulunup bulunmadığını bile bilmiyoruz, bilemeyiz. Çünkü insan sınırlı bir varlıktır, ye­tenekleri ve gücü de sınırlıdır. Kaldı ki, bilgi kaynağımız olan duyumlarımız değişen şartla­ra göre değişen bilgiler vermektedir. Bu ba­kımdan sofistler tümel gerçekliğin peşinde koşmak yerine, yararlı ve pratik bilgiler ile ye-tinilmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir.

Sofistlerin ünlü temsilcisi Protagoras, "insan herşeyin ölçüsüdür" diyerek hakikatin birey olarak insana göre doğru olduğunu, izafi bir anlam ifade edeceğini ileri sürdü. Buna bağlı olarak herhangi bir konuda kesin bir yargıda bulunmamızın sözkonusu olamayacağını, bil­ginin de yarara dayandığını belirtir. Tanrıların ne var oldukları, ne de olmadıkları hususunda kesin bir ispatın mümkün olamayacağını söy­ler. Gorgias ise Protagoras'dan daha ileri gide­rek hiçbir şeyin var olmadığını; var olsa bile bi­linemeyeceğini; bilinse de bilginin başkaları­na aktarılamayacağını savunarak, şüphecilik ve agnostisizme kapı açar.

Sofistler ayrıca toplum, hukuk, siyaset, ada­let, ahlak gibi konulara karşın da eleştiriler yö­neltmişler ve bunların tartışılmasını sağlamış-lardır.Prodİkos dinin insanlarca pratik ihtiyaç­ları karşılamak amacıyla "ortaya konmuş oldu­ğunu"; Krİtİas, din ve ahlak kurallarının zeki ve kurnaz yöneticilerin kendi buyruklarına İta­at edilmeyi sağlamak için oluşturulduğunu; Thrasymakhos hukuk ve adalet denilen şeyin toplumda güçlü ve egemen olan kimselerin güç ve egemenliklerini korumak ve sürdür­mek için konulduğunu; buna karşılık Kallikles toplumdaki güçsüzlerin kendilerini korumak İçin hukuk, adalet, ahlak gibi kural ve değerle­ri oluşturduklarını ileri sürdüler. Böylece So­fistler "doğal olan" ve "İnsanlar tarafından ko­nulmuş olan", yani "doğal olmayan" ayrımını getirdiler ki, böylece doğal hukuk-pozİtif hu­kuk ayrımının temelini attılar.

Sofistlerin felsefede açtıkları çığır, Antik Çağ Felsefesinin yeni yönünü de belirlemiş ol­du. Artık insan ve insana İlişkin sorunlar felse­fenin tartışma alanının temel konuları haline geldi. Nitekim insan, toplum, yönetim, din, ah­lak gibi konularda Sofistlerin yıkıcı olarak ni­telenen etkilerini ortadan kaldırmayı da amaç­layan Sokrates, Sofistlere karşı çıkar. Sofistle­rin İnsanın temel alan incelemeleri Sokrates tarafından da paylaşılmakla birlikte, tümel bir hakikatin olmadığı, insana göre hakikatin ve bilginin değiştiği gibi sonucu itibariyle yıkıcı olan görüşleri reddeden Sokrates, bütün in­sanların ortak ve tümel yetilere, yani akıla sa-hib olduklarını, dolayısıyla bilginin, ahlak ve iman gibi temel değerlerin tümel kavramların­da, insanların tümümün özelliklerini yansıtan

yönler bulunduğunu ileri sürdü. Bunu ispatla­mak İçin de Sokrates kendine özgü "Mayötik" (Doğurtma) yöntemini uyguladı. Ancak Sok-rates'in üzerinde ısrarla ve önemle durduğu konu ahlak alanı oldu. Ona göre her insanda aynı olan akıl gözönünde tutulduğunda ahlaki kuralların ve davranışların da aynı olduğu yar­gısına varmak mümkündür. Yani ahlakın ama­cı olan iyi, bütün insanlarda akıl gibi ortaktır, iyinin kaynağı akıl olduğuna göre, insan iyi ve kötünün ne olduğunu bilebilir. Ancak bunun İçin düşüncenin yöntemli bir biçimde yürütül­mesi gerekir. Bu yapıldığında iyilik, kötülük, erdem gibi ahlaki değerlerin insanlara ya da toplumlara göre değişmediği anlaşılır. Çünkü bunlar, kaynağı akıl olmaları dolayısıyla insan­da gizli olarak bulunmaktadır. Önemli olan yöntemli düşünmek suretiyle bunu insanın ru­hunda ortaya çıkartabilmektir. İnsan ahlaklı, yani erdemli olabilmek için bilgili olmak duru­mundadır. Erdem ise mutluluğu sağlayan tek değerdir, dolayısıyla mutlu olmak da ancak bil­giyle mümkün olabilir. Onun için Sokrates ah­lakına "Eudaimonist", yani mutluluk ahlakı da denilir ki, hemen bütün Antik Çağ filozofları mutluluğu bu bağlamda ele almışlardır. Sokra­tes, yaşadığı dönemde, özellikle gençler üze­rinde ve sonraki felsefe okulları üzerinde etki­li oldu. Nitekim Sokrates'ten sonra Sokratesçi Okullar olarak bilinen akımlar, yani Antisthe-nes'in Kinikler Okulu, Aristippos'un Kyrene Okulu, Eukleides'inMegara Okulu ortaya çık­tı.

Sokrates'İn Öğrencisi Platon, "idea" kavra­mından hareketle felsefi sistemini kurmaya yö­neldi. Antik Çağın ilk sistematik filozofu ola­rak tanınan Platon, felsefesini idea kavramı üzerine oturtmuş, tüm doğa ve İnsan dünyası­nı temellendirmek ve açıklamak amacını taşı­yan bir sistem olarak felsefe tarihine geçmiş­tir. Platon felsefesini dialoglar şeklinde ortaya koyarken kendi düşüncelerini hocası Sokra­tes'İn ağzından açıklamıştır.

Platon'a göre gerçek varlık, duyular ile algı­lanan duyulur dünya değil, idealar dünyasıdır. İdealar dünyasında bulunan her ideanın duyu­lur dünyada bir gölgesi vardır. İşte duyulur

dünyadaki maddi nesneler birer gölge varlık­tır. Dünyadaki her görünen varlığın, yani göl­ge varlığın idealar dünyasında aslı, gerçek ola­nı, ilk örneği (arketipi) bulunmaktadır. İdea­lar ancak akılla kavranır, duyumlarla idealan algılanması mümkün değildir. İdcaların akılla kavranmasında duyulur dünya bir "İşaret" gö­revi görür. Bu bakımdan İdealar duyuların ta­nıttığı değişme ve çokluk dünyasının değişme­yen ilkeleri, kaynaklan ve asılları olarak ta­nımlanabilir. İdealar çokluğa karşı birliği, de­ğişme ve sonluluğa karşı da değişmezliği ve ka­lıcılığı temsil ederler. Ayrıca İdealar maddi ve cismi olmayıp ruhsal veya manevi varlıklardır, dolayısıyla zaman ve mekan ile ilişkileri yok­tur. Kısacası idealar genel kavramlar ya da dü­şüncelerdir. Görülen maddi varlıkların kayna­ğı, özü bu genel ya da tümel (külli) kavramlar­dır. Yani, mesela gördüğümüz at'ın özü, zİhnİ-mizdeki at kavramı olmaktadır. Çünkü at kav­ramı zihnimizde, dolayısıyla gerçektir, gördü­ğümüz at ise duyumlarımızla algıladığımız bir nesnedir, dolayısıyla gölge varlıktır. Bunu da ünlü mağara benzetmesiyle ifade etmiştir. İde­alar belli bir hiyerarşi gözetirler, en üstte ve aynı zamanda cevher bakımından en saf ola­rak iyi İdeası bulunmaktadır. Tüm bilgilerin ve varlıkların kaynağı olan iyi ideası nesneleri de aydınlatan ışıktır. İdealar sonsuzdur.. İyi İdeası öteki idealan, yani nesneleri yönetir. Yani iyi, daha doğrusu en yüce iyi ideası Tan-rı'yla özdeş, hatta Tanrı'dır.

Platon'a göre ruh, insan doğmadan önce var­dı, dolayısıyla idealar dünyasını tanır. Bilgi de zaten ruhun bu duyulur dünyada, daha önce tanıdığı idealan hatırlamasından başka bir şey değildir. Felsefenin görevi, bu hatırlamayı be­lirgin ve kesin bir duruma getirerek doğru bil­gilerin elde edilmesini sağlamaktır. Sokra-tes'İn yöntemi böylece Platon tarafından te-mellendirilmiş olmaktadır.

Ahlak felsefesi bakımından Platon, Sokrates ve Sokratesçi okullarda olduğu gibi erdem ve mutluluk kavramlarından hareket eder. Fakat onlar gibi tek bir insanın erdem ve mutluluğu­nu hedef almaz. İnsan türünün erdemli ve mutlu olması İçin gerekli şartları gözönünde tutarak araştırmaya girişir. Bu bakımdan ah­lak ile devlet sistemleri ya da yönetim biçimle­ri arasında doğrudan bir ilişki kurar. Bu da ideal devlette, yani erdemli devlette gerçekle­şebilir. İdeal devlette halk, savaşçılar (koruyu­cular) ve yöneticiler arasında devletin gerçek­leşmesini sağlayıcı bir görev dağılımı yapılır. Bu devlette mal, mülk, çocuk ve kadın husu­sunda mülkiyetin ortak oluşu şeklinde bir gö­rüşün Platon tarafından ileri sürüldüğü söylen-mişse de, bunun Platon'un felsefesinde ger­çek temellerinin bulunmadığı anlaşılmıştır. Fakat ideal devletinde Platon, eşitlik ve özgür­lüğe ağırlık vermeyerek totaliter bir devlet ta­nımı yapmış, adaletli ve erdemli devleti bu yönde açıklamaya çalışmıştır.

Platon felsefesi, özellikle felsefesinin dayan­dığı idca öğretisi sonraki dönemlerde oldukça etkili olmuş, İskenderiye ve Plalinos aracılığıy­la bir yandan İslâm dünyasına, öte yandan da Hıristiyan felsefesine nüfuz etmiştir. Platon felsefesi Ycni-Platonculuk adı altında günü­müze kadar gelen yoğun bîr etkinin sürmesi­ne kaynaklık etmiştir. Felsefesini açıklamak ve öğrencileriyle tartışmak İçin "Akademia" adlı bir de okul kurmuştur. Platon'un "Akade-mia"sına karşılık, Antik Çağın ikinci, ama bazı yönlerde Platon'dan oldukça farklı, öğrencisi olma yanında felsefi bakımdan ona rakip olan Aristoteles Lykeion (lise) adını taşıyan okulu­nu kurmuştur. Aristoteles felsefesinde, Pla­ton'dan farklı olarak, madde ve form kavram­ları önemli yer tutar. Platon'dan farklı olarak, duyularla algılanan ve tanınan nesneler dünya­sına ağırlık verir. Aristoteles'e göre idealar, Platon'un savunduğu gibi nesnelerin dışında, zaman ve mekandan soyutlanmış şeyler olma­yıp varlıkların içinde bulunan, onlara içkin olan özler (cevher)dİr. Duyularla algıladığı­mız varlıkların mahiyetinde benzer bir öz ve formvardır. Varlıkların çokluğuna rağmen on­ların birliğini sağlayan ve temsil eden de bu öz ve formlardır. Form maddeye biçim kazandı­rır. Varlıkların tek tek ortaya çıkmalarını sağ­lar. Ona göre öz tek tek varlıklar olup, böyle­ce temelde bulunan gerçek, tek tek özlerdir. Form ve madde bu özde, fert olarak varlıkta. somut olarak varolan varlıkta kaynaşmış bir şekilde bulunmaktadır. Fakat form, maddesiz varolmaz, madde de var olmak için forma ihti­yaç duyar. Öz, böylece, madde ve formun bir­leşmesi değil, bu birleşmeyi ya da birliği gerek­li kılan şeydir. Bu bakımdan Aristoteles kendi­sine kadar gelen tartışmalarda birlik ve çok­luk, değişmezlik ve oluş, gerçektik ve görünüş sorunlarına yeni bir yorum ve çözüm getirir.

Aristoteles'e göre madde potansiyel halde bulunan şeydir, form ise bu maddeye biçim ka­zandırarak onu fiil haline getirir. Sözgelimi yontulmamış bir mermer kütlesi, heykele oranla kuvve halindedir, heykel formuna göre biçimlendiğinde fiil haline geçer. İşte bütün varlıkların ortaya çıkması böyledir. Ancak var­lıktaki hareket, değişme, oluş dışardan gelen bir etkiyle ya da mekanik bir tarzda değil, di­namik bir şekilde olur, Formun, maddede ken­dini gerçekleştirmesi, harekettir. Evrendeki oluş ta böyledir. Oluşun ortaya çıkmasında maddi neden, formel neden, hareket ettirici neden ve erek neden olarak dört nedenin bu­lunduğunu ileri sürer. Evren, form ve madde bakımından hiyerarşik bir yapı arzeder. Yani bir alt derecede bulunan varlık, kendi üstün­deki derecede bulunan varlığın maddesi, ken­di altındakinin ise formudur. En altta, bütü­nüyle formsuz "ilk madde", en üstte de saf ve­ya mutlak form vardır. Mutlak formun madde­ye ihtiyacı yoktur, bu form maddeyi harekete geçiren şeydir. Platon'un 'en yüce İyi'sine ben­zer ki, bu Tanrı'dır. İşte hareketsiz olmasına rağmen bu mutlak form, yani Tanrı, evrenin amacı olduğundan ve tek tek varlıklar O'ıııı özleyip O'na yöneldiği için oluşmakta, hare­ket, değişme ve oluş meydana gelmektedir. Yani evren ve doğa Tann'ya yönelmekte, ona yükselmek İstemektedir.

Aristoteles bilgi teorisini de öz, madde ve form bağlamında tememlendirir. Buna bağlı olarak mantığı (özellikte kıyası) ve tümevarım metodunu kurup geliştirmiştir. Tabiat felsefe­si, madde ve ruh ilişkisi de madde ve form kav­ramlarına dayandırılarak tcnıellendirilir. Öte yandan, Platon gibi İdeal devlet tasarımı yeri­ne, varolan devlet ve yönetimi inceleyerek toplum ve devlet felsefesini açıklar. En iyi devlet, vatandaşları, ahlaklı ve iyi yetişmiş kimseler olacak şekilde eğiten devlettir. Bu bakımdan Aristoteles eğitimin devlet tarafından gerçek­leştirilmesini önerir. Toplumun ahlaklı ve mutlu olması, yöneticilerin bu nitelikleri taşı-malarıyla mümkündür. Erdemli yaşamanın amacı mutluluktur, bu da akla uygun davran­makla sağlanır. Yani aşırılıklardan kaçınmak, ılımlı davranmak ve orta yolu benimsemek, er­demli ve mutlu olmak için gereken temel ilke­lerdir. Aristoteles'e göre sanat taklit etmektir. Sanatın amacı ahlakidir.

Aristoteles'ten sonra Antik Çağ felsefesi ah­lak felsefesi alanında yoğunlaşmıştır. Bu dö­nemde Epikürcülükve Stoacılık Önemli yer tu­tarlar. Stoacıların ahlak felsefesindeki yorum­ları Hıristiyanlığın sonraki yorumları ve Yeni Çağda Rönesans filozofları ve yazarları üze­rinde etkili oldu. Keza Epikürcülük de, özel­likle Roma felsefesinde ve Yeni Çağda ilgi uyandırmıştır. Ayrıca Aristoteles sonrası felse­fede bilgi teorisi bakımından Pyrrhon ve öğ­rencisi Timon'un şüpheciliği de Önemlidir.

Roma imparatorluğu döneminde Antik Çağ felsefesi hemen bütün akımları ve filozoflarıy-la tanınmaya çalışıldı, fakat pek orjinal görüş­ler ortaya sürütemedi. Roma döneminde felse­fe çalışmaları daha çok politika, retorik ve ah­lak alanında yoğunlaşmıştır.

İlk Çağ (Antik Çağ) Felsefesi Tarihi

Felsefeyi geçmişiyle olan bağlarından ayrı düşünmek mümkün değildir; çünkü bugün kullandığımız birçok felsefi kavramın anlamsal içeriği, binlerce yıllık düşünsel katkıların ve evrensel bir fikirsel iş birliğinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır.

Bu nedenle felsefi kavramların anlamlarını ortaya koymak, bir anlamda onların tarihlerini yazmakla eş değerdir. Bu da felsefe tarihi disiplinini felsefe yapmanın ayrılmaz bir parçası haline getirir. Adına felsefe dediğimiz etkinliğin, büyük ölçüde, geçmiş dönemlerin büyük düşünürlerinin yapıtlarında vücut bulan bir disiplin olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekir.

Felsefenin 2500 yıllık uzun öyküsü Antik Yunan dünyasının büyük filozoflarının bin yıllara ışık saçan eşsiz başarılarıyla başlıyor. Antik Yunan uygarlığı, düşünce tarihinin ilk filozoflarını yetiştirmiş, ilk kavram ve sorunlarını ortaya koymuştur ve bu bakımdan özellikle Batı düşüncesi tarihinde ayrıcalıklı bir yere sahiptir.

Felsefe, isim babaları olan Antik Yunan düşünürlerine çok şey borçludur. Felsefe tarihinde hiçbir sorun yoktur ki Antik Yunan düşüncesine ama örtük, ama açık bir gönderme içermiyor olsun. Tarihin ilk filozofu olan Thales ile başlayan Antik Yunan düşüncesinin Platon ve Aristoteles gibi görece geç dönem düşünürler eliyle ulaştığı doruk noktası, düşünce tarihinde bir tekrarı daha olmayan parlak bir başarı olarak kabul edilir. Bu iki adam, felsefe tarihinin, tartışmasız, en büyük düşünürleri olarak, kendilerinden sonraki düşünürlerin el atacakları tüm sorunları felsefe disiplininin yöntem ve icaplarına uygun şekilde teşhis etmiş, ortaya koydukları kavramlar adeta başlı başına bir felsefe lügati oluşturmuş ve bu lügat, felsefenin gelişim süreci boyunca filozofların baş vurdukları belki de en kullanışlı düşünme aletini oluşturmuştur.

Antik Yunan düşünürleri, bugün her biri felsefenin farklı alt disiplinlerince konu edinilen varlık, bilgi, insan, ahlak, toplum ve sanat sorunlarını, bin yıllar boyunca hayranlıkla karşılanmış eşsiz bir bütünlük ve sistematiklik içinde ele alıp tartışmış, etkileri çağları aşan büyük felsefe yapıtları kaleme almışlardır.

Felsefe tarihinin, özellikle Batı düşüncesi veya Avrupa felsefesi hareket noktası alınırsa, Greko-Romen dünyanın düşünürlerinin yaklaşık bin yıl süren felsefi etkinliklerini kapsayan dönem. Buna göre, antik felsefe Batı düşüncesinde kabaca milattan önceki ilk bin yılın ortalarından başlayıp, milattan sonraki ilk bin yılın ortalarına kadar olan bin yıllık dönemin felsefesidir. Tarihsel bakımdan, Thales’le başlayıp Simplikios gibi geç Yeni-Platoncu düşünür ve Aristoteles yorumcularıyla sona erer. Avrupa’nın Augustinus ve John Scottus Erigena gibi daha sonraki düşünürleri, tıpkı İslâm felsefesinin Farabî, İbni Sinâ ve İbn Rüşd benzeri filozofları gibi, antik felsefenin dışında bırakılır. Antik felsefeye, çağdaş kültürlerin Konfüçyüs ve Buda gibi Doğulu filozofları da dâhil edilmez.

Antik felsefenin en büyük önemi, onun hem Hristiyan felsefesinin ve hem de İslâm felsefesinin ortak kültürel mirasını ve bir bütün olarak da Batı kültürünün manevi ve düşünsel temelini oluşturmasında yatmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, Orta Çağ felsefesiyle aynı teleolojik dünya görüşünü benimsemek bakımından benzerlik gösteren antik felsefe, geleneksel olarak iki farklı şekilde sınıflanır veya kategorileştirilir. Tarihsel, kültürel ve coğrafî unsurları temel alan birinci sınıflamada, o Helenik felsefe ve Helenistik felsefe diye ikiye ayrılır. Bunlardan Antik felsefenin ilk üç yüzyıllık dönemine karşılık gelen Helenik felsefe, onun en yoğun en güçlü, en parlak dönemini temsil eder. Görece çok daha uzun veya yaklaşık yedi yüzyıllık bir tarihi olan Helenistik felsefeyle kıyaslandığında hemen bütünüyle karşıt özellikler sergiler.

Buna göre, Helenik felsefe dinî veya mitolojik/poetik düşünceden kopuşla, doğal olayların doğaüstü nedenler yerine yine doğal nedenlerle açıklanması gerektiği inancıyla başlarken, Helenistik felsefe, özellikle son dönemlerinde veya yeni-Platoncu felsefede dine yeniden yaklaşır ve mistik bir karakter kazanır. Helenik felsefenin hem naiflik hem de başka kültürlerle karışmamış olma anlamında saf olduğu yerde, Helenistik felsefe en azından Roma kültürü ve kısmen de Doğu felsefesiyle karışmış olma anlamında Yunan’a özgü saflığını yitirmiş olan bir felsefedir. Helenik felsefenin doğal çevresi kent-devletidir. Helenik dönemin düşünürü kent-devletinde mutlu bir hayata erişme idealinin belirlediği etiko-politik sorulara cevap vermeye çalışır. Oysa Helenistik dönemin siyasi dekorunda imparatorluk vardır; bu dönemde düşünür imparatorluk düzeninin sınırlarını büyüttüğü dünyada yalnızlaşan ve yabancılaşan insanın ağır problemlerine çözüm getirmeye çalışır. Buradan da anlaşılacağı üzere, Helenik felsefe, büyük bir bölümünde, zaman zaman etik ve politik konularla yakından ilgilenmiş olsa bile, bütünüyle teorik ve evrenin her yönüyle anlaşılabilir olduğuna inanan tamamen rasyonel bir felsefe iken, Helenistik felsefe, felsefenin neredeyse tüm diğer disiplinlerini bir kenara bırakarak salt ahlak problemi üzerinde yoğunlaşmış pratik bir felsefedir. O kimi durumlarda gerçekliğin kavranamaz olduğunu kabul eden septik, bazen de aklı terk ederek mistikleşmiş bir felsefe olarak ortaya çıkar.

Antik felsefenin beş dönemini oluşturan filozoflar ise Presokratikler, Sokrates, Platon, Aristoteles ve Aristoteles sonrası düşünürler diye sıralanabilir.

Bu 10 asırlık zaman dilimi felsefi düşüncenin ortaya çıkışı, oluşumu ve gelişimi bakımından yakınlıklar, benzerlikler, etkiler taşıdığı gibi, çatışmaları, aynı konu ve sorunların farklı, hatta karşıt açıklama ve yorumlarını da içerir. Ayrıca felsefi konu ve sorunların tek tek filozoflara göre açıklanıp yorumlandığı, birer felsefi ekol ve felsefi akımlar boyutu kazandığı da bir gerçektir.

Felsefe tarihinin bu başlangıç dönemi “antik felsefe” şeklinde tanımlanmasına karşılık, bu felsefe içinde eski Yunan felsefesi ve aynı zamanda bilimi ve Roma felsefesi ele alınır. Fakat Roma felsefesi, Yunan felsefesinin ele alıp tartıştığı konu ve sorunlara temelde bağlı kalmış, hatta ondan biraz daha sönük kalmış, dolayısıyla bu konu ve sorunlara köklü yaklaşımlar getirememiştir.

Bu bakımdan on asırlık zaman diliminin kendi içinde, felsefi konu ve sorunların ortaya konulup tartışılmasına göre tasnif edilmesi mümkündür. Kuşkusuz Antik Çağ Felsefesi, değişik açılardan tasnif edilebilir. Sözgelimi genel olarak tarihi akışa göre şöyle bir tasnif yapılabilir:

  1. Sokrates öncesi filozoflar dönemi: Sokratese’ kadar uzanan dönemde yaşayan bütün filozoflar buraya dâhil edilir.
  2. Klasik felsefe dönemi: Bu dönemde Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi sistem kurmuş büyük filozoflar yer almakladır.
  3. Hellenistik dönem: Aristoteles’in ölümünden (M.Ö. 322) Hz. İsa’nın doğuşuna kadar geçen dönem.
  4. Roma dönemi: Hz. İsa’nın doğumundan V. yüzyıla kadarki dönem.

Bu tarihi bakımdan yapılan ayrım için felsefenin ele aldığı konuları şu şekilde belirlemek mümkündür: Birinci dönem tabiat felsefesi şeklinde nitelendirilmiş olup bu dönemde ele alınan temel sorun, evrenin esasının ve doğanın ne olduğu ve nasıl meydana geldiği, varlıkların nereden ve nasıl meydana çıktıkları sorunudur. İkinci dönemde Sofistler ve özellikle Sokrates ile birlikle insan sorununa yöneliş başlar. “İnsan nedir?” sorusu çerçevesinde sorunlar üretilir ve tartışılır. Ayrıca bilgi ve ahlak alanları veya sorunları bağımsız konular olarak ortaya çıkarlar. Yani felsefenin inceleme alanı doğadan insana yönelirken, insan, insanın hayatı, mutluluğu, ahlak, erdem gibi konular tartışılır. Ancak bu dönemde Platon ve Aristoteles, insan sorununun yanında tabiatın incelenmesine de eğilirler, yani bir sistem oluşturmaya çalışırlar. Üçüncü dönemde Stoacılık, Epikürcülük ve Şüphecilik (septisizm) akımlarıyla felsefenin “ahlaklı ya da erdemli hayat nedir?”, “İnsan nasıl mutlu olabilir?”, “İnsanın mutluluğu nerededir?” soruları ortaya konulur. Dördüncü dönem olan Roma döneminde ise daha önceki dönemde veya dönemlerde ilerİ sürülmüş sorunların anlaşılmaya çalışılması ve bunların tartışılması en önemli felsefi araştırmalar olarak ortaya çıkar. Ayrıca giderek daha belirleyici olarak felsefeyle Hristiyanlık esaslarının uzlaştırılmaya çalışıldığı görülür.

Felsefi düşüncenin gelişimi bakımından belli başlı temel ayrımlara bakmak Antik Çağ felsefesinin incelediği konuları, alanları, bunların incelenme yöntemlerinin ortaya çıkartılması içindir. Antik felsefenin başlangıç yeri olan ve bu nedenle İyonya felsefesi olarak da adlandırılan evrede, felsefenin incelediği temel alan, “kosmos”, daha dar anlamında doğadır. Fakat bu dönemde kosmos veya doğanın çeşitli yönlerden araştırılarak bütünlüğe ulaşılmasından çok, söz konusu bütünlüğü açıklayacağı sanılan tek bir neden üzerinde durulduğu görülmektedir. Başka söyleyişle, kosmosun kendinde var olduğu kabul edilen düzen, uyum ve güzelliğin bütünlüğü meydana getiren asıl maddeyle aynı mahiyette olduğu varsayıldığından bunun ne olduğu araştırıldı. Antik felsefenin ilk felsefi okulu olan Milet Okulu’nun üç filozofundan Thales, bu ana maddenin, yani arkhenin su olduğunu ileri sürdü. Thales’e göre su nasıl varlıkta canlılığa neden oluyorsa, aynı şekilde nitelik değişimleriyle kosmoslaki varlık türlerinin çoğalmasını da sağlıyor olmalıydı. Kosmos’un ana maddesi su canlı olduğuna ve bütün varlıklarda değişik nitelikte su bulunduğuna göre her şey canlıdır. Bu bakımdan Thales’in felsefesi canlıcılık (Hylesoizm) olarak da adlandırılır. Su aynı zamanda sonsuzdur ve yeryüzü bir levha gibi bu sonsuz suyun, yani “Okyanus”un üzerinde durmaktadır. Depremler suyun dalgalanmasıyla oluşmaktadır. Öte yandan bir bilim adamı da olan Thales matematik, astronomi, coğrafya vb. bilim alanlarında da araştırmalar yapmıştır. Onun, M.Ö. 585 yılındaki güneş tutulmasını önceden haber verdiğini Herodot bildirmekledir.

Milet Okulu’nun öteki iki filozofundan Anaksimandros’a göre ana madde bilinmeyen ve sınırsız olması gereken şeydir ki, buna “a peiron” denir. Anaksimandros, canlı hayatın evrimini hatırlatır şekilde, hayatın önce denizlerde başladığını, daha sonra karaya çıkıldığını ve denizde yaşarken sahip olunan yapının karada dönüşüme uğradığını belirtir. “Apeiron”daki zıt nitelikler varlığın oluş ve yok oluşunu hazırlar. Ayrıca Anaksimandros’un ilk kez yeryüzündeki kara parçalarının haritasını yaptığı bilinmekledir.

Milet Okulu’nun diğer filozofu Anaksimenesarkhe olarak “hava”yı ileri sürdü. Kosmos ile insan bedeni arasında bir karşılaştırma yapan Anaksimenes, insan bedeninin yaşamasını bu havaya dayandırır. O, ruhun varlığına da işaret etmiş ancak bunun maddi olduğunu belirtmiştir.

Milet Okulu kosmos’un ana maddesinin ne olduğunu araştırırken bu ana maddenin varlıkla “oluşu” nasıl hazırladığı konusunu karanlık bırakmıştı. Oluş sorunu başta Herakleitos olmak üzere Elea Okulu fitozoflarıyla Pythagorascılar tarafından değişik görüşler ileri sürülmek suretiyle tartışılmıştır. Herakleitos kosmos’un ana maddesini “ateş” olarak nitelendirirken, aynı zamanda kosmostaki hareket, değişim ve oluşu da buna dayanarak açıklama yoluna gitti. Ona göre Kosmos’ta sürekli bir oluş söz konusudur. Her şey akmaktadır, her nesne durmaksızın hareket etmekte ve değişmektedir. Fakat bu sürekli oluşu düzenleyen ve asla değişmeyen şey ise logos (akıl, yasa, ilke)’tur.

Buna karşılık Elea Okulu kosmosta ve Varlık’ta hiçbir hareketin, değişimin ve oluşun söz konusu edilemeyceğini ileri sürmüştür. Okulun kurucusu olan Parmenides sadece “Bir” olan “Varlık”ın varolduğunu, bu nedenle bu varlıkta hareketin, değişimin ve oluşun söz konusu edilmesinin mantık bakımından kabul edilemez bir çelişkiyi doğuracağını belirtir. Öğrencisi Zenon, bu “Bir” varlık önermesini temel alarak hareketin, değişimin ve oluşun, Heraklcitos’un savunduğu gibi, kabul edilemeyeceğini, çeşitli örnekler ile tartıştı. Varlıkta hareket veya değişimin bulunduğunu kabul etmek var olanın yok olacağını kabul etmek ya da yok olandan varlığın çıkacağını varsaymak anlamına geldiğini, bunun ise mantığın çelişmezlik ilkesine aykırı olacağını belirterek reddetti.

Elea Okulu’nun Varlık anlayışı Ksenofanes tarafından Tek Tanrı inancının açıklanmasında temel alındı. Daha doğrusu Ksenofanes’in Tek Tanrı kavramı, Elea Okulu’nun “Bir” Varlık kavramına dönüştü. Parmenides’in varlık kavramı ve mantığı temel alan düşünce yöntemi sonraki filozoflar, hatta Yeni Çağ filozofları üzerinde de etkili oldu.

Pythagoras ve Pythagorasçılar ise kosmosun ve kosmostaki düzen ve uyumun kavranıp açıklanmasında sayıları temel aldılar. Onlara göre her sayının bir değeri olması gerekir; bu da nesnelerin mahiyetinin açıklanmasında anahtar rolü oynar. Ayrıca Pytlıagorasçılar ilk gizli felsefe topluluğunu oluşturmuş ve ruh göçü (reenkarnasyon) inanışı temeline dayanan bu gizli topluluk bazı ilkeler kabul ederek aralarında uygulamışlardır. Pythagorasçılar gizli düşünceleriyle ve dışa kapalı örgütlenme biçimleriyle sonraki yüzyıllarda da varlıklarını sürdürdüler ve düşünce tarihinde belli oranda etkili oldular.

M.Ö. V. yüzyılda Yunanlıların Persler tarafından yenilgiye uğratılmaları ve İyonya kentlerinin işgal edilmesi üzerine burada yaşayan halk ile birlikte filozof ve sanatçıların Batıya, özellikle Güney İtalya ve Sicilya kentleriyle kuzeyde Afrika ve Makedonya’ya göç ettikleri görüldü. Bunun sonucu olarak felsefe ve bilim İyonya’dan bu bölgelere taşındı. Gerçekten bu tarihten sonra Atina bir kültür kimliğine kavuşacak, aynı şekilde Güney İtalya’da bazı kentler de düşünce ve bilim alanında gelişmelere sahne olacaktır.

Empedokles İyonya felsefeleriyle Elea Okulu’nun görüşlerini birleştirerek kosmosun ana maddesi ve nesnelerin hareket ve oluşlarını açıklamaya yönelmiş, Kosmos’un ana maddesi olarak Thales’in “su”yunu, Anaksimenesin “hava”sını, Herakleitos’un “ateş”ini alarak, dördüncü unsur olan toprağı da kendisi ekleyip, dört unsur öğretisini ileri sürmüştür. Her varlığın veya nesnenin meydana gelmesi bu dört unsurun belli oranlarda birleşmesiyle mümkün olmaktadır. Bu dört unsur Parmenides’in “Varlık”ı gibi değişmezdir. Ancak Kozmostaki nesnelerin meydana gelmesi için bu dört unsuru birleştirici başka bir şeyin olması gerekir ki, Empodekles buna sevgi ve nefret der. Kosmostaki hareketi, değişmeyi ve oluşu meydana getiren sevgi ve nefrettir. Fakat bu iki özellik dört unsurun dışında değerlendirilmiştir. Empedokles bir yandan kendinden önceki görüşleri belli bir sistem içinde birleştirip açıklamaya çalışırken, kendinden sonraki görüşleri de etkilemiştir.

Nitekim Atomcu görüşün oluşmasında Empedokles’in felsefesi bir hareket noktası işlevi görecek, Anaksagoras dört unsur yerine sadece tek bi madde, “spermate”, yani zerrecik kavramını, sevgi ve nefret yerine de “Nous” kavramını koyacaktır. Zerreciklere, nesneyi meydana getirmek üzere ilk hareketi veren Nous’tur ve daha sonra zerreciklerin denetimini sürdürür. Bu zerrecikler, kendi yapılarındaki özellikler gereği bir araya gelerek nesneleri oluştururlar. Birleşen zerreciklerin amacı, meydana getirdikleri nesneler olmaktadır. Yani Empedokles dört unsurun bir araya gelmesini raslantıya bağlarken, Anaksagoras zerreciklerin hareketini belli bir amaca yönelmiş olarak açıklıyor, öyleyse evrende bir amaçlılık (teleolojik) ilkesi hâkimdir.

Empedokles ve Anaksagoras’ın henüz pek açık olmasa da maddeyi temel alan açıklamalarını Leukippos, özellikle de Demokritos geliştirip ilk atom teorisini ileri sürmüşlerdir. Demokritos’a göre kosmosun ve varlığın temeli parçalanamayan en küçük şey, yani “atom”dur. Atomların nicelik özellikleri bir araya gelerek nesnelerin meydana gelmesini sağlamaktadır. Sürekli hareket hâlinde olan atomların hareketlerini gerçekleştirdikleri bir ortama ihtiyaçları vardır ki, bu “boş mekân”dır. Boş mekân madde değildir, varlığı yoktur, ama atomun hareketi için gereklidir. Atomların hareketleri sahip oldukları nicel özellikler dolayısıyla zorunlu ve mekaniktir. Böylece Demokritos maddeyi temel alan atom teorisini bir sistem hâlinde ortaya koyar ve madde ayrımını da felsefeye yerleştirir. İnsanın bedeni gibi ruhu da atomların birleşmesinin bir sonucudur. Uyku gibi ölüm de atomların bu hareketlerine bağlıdır.

Sofistler ile Antik Çağ felsefesi yeni bir döneme adım atar. Sofistler kendilerine kadar gelen düşünceleri bir eleştiri süzgecinden geçirirler. Buna göre insan, kosmosun ana maddesinin ne olduğunu araştırmadan önce, böyle bir araştırmaya yönelen öznenin yetenek ve gücüne bakmalıdır. Üstelik aynı konuya hemen birbiriyle hiç benzerlik göstermeyen cevaplar verilmiştir. O hâlde kosmosun tümel bilgisini, yani tümel gerçekliği elde etmek mümkün olmamalıdır. Hatta tümel bir gerçekliğin bulunup bulunmadığını bile bilmiyoruz, bilemeyiz. Çünkü insan sınırlı bir varlıktır, yetenekleri ve gücü de sınırlıdır. Kaldı ki, bilgi kaynağımız olan duyumlarımız değişen şartlara göre değişen bilgiler vermektedir. Bu bakımdan sofistler tümel gerçekliğin peşinde koşmak yerine, yararlı ve pratik bilgiler ile yetinilmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir.

Sofistlerin ünlü temsilcisi Protagoras, “insan her şeyin ölçüsüdür” diyerek hakikatin birey olarak insana göre doğru olduğunu, izafi bir anlam ifade edeceğini ileri sürdü. Buna bağlı olarak herhangi bir konuda kesin bir yargıda bulunmamızın söz konusu olamayacağını, bilginin de yarara dayandığını belirtir. Tanrıların ne var oldukları, ne de olmadıkları hususunda kesin bir ispatın mümkün olamayacağını söyler. Gorgias ise Protagoras’dan daha ileri giderek hiçbir şeyin var olmadığını; var olsa bile bilinemeyeceğini; bilinse de bilginin başkalarına aktarılamayacağını savunarak, şüphecilik ve agnostisizme kapı açar.

Sofistler ayrıca toplum, hukuk, siyaset, adalet, ahlak gibi konulara karşın da eleştiriler yöneltmişler ve bunların tartışılmasını sağlamışlardır. Prodikos dinin insanlarca pratik ihtiyaçları karşılamak amacıyla “ortaya konmuş olduğunu”; Kritias, din ve ahlak kurallarının zeki ve kurnaz yöneticilerin kendi buyruklarına itaat edilmeyi sağlamak için oluşturulduğunu; Thrasymakhos hukuk ve adalet denilen şeyin toplumda güçlü ve egemen olan kimselerin güç ve egemenliklerini korumak ve sürdürmek için konulduğunu; buna karşılık Kallikles toplumdaki güçsüzlerin kendilerini korumak için hukuk, adalet, ahlak gibi kural ve değerleri oluşturduklarını ileri sürdüler. Böylece Sofistler “doğal olan” ve “insanlar tarafından konulmuş olan”, yani “doğal olmayan” ayrımını getirdiler ki, böylece doğal hukuk-pozitif hukuk ayrımının temelini attılar.

Sofistlerin felsefede açtıkları çığır, Antik Çağ Felsefesinin yeni yönünü de belirlemiş oldu. Artık insan ve insana ilişkin sorunlar felsefenin tartışma alanının temel konuları hâline geldi. Nitekim insan, toplum, yönetim, din, ahlak gibi konularda Sofistlerin yıkıcı olarak nitelenen etkilerini ortadan kaldırmayı da amaçlayan Sokrates, Sofistlere karşı çıkar. Sofistlerin insanı temel alan incelemeleri Sokrates tarafından da paylaşılmakla birlikte, tümel bir hakikatin olmadığı, insana göre hakikatin ve bilginin değiştiği gibi sonucu itibariyle yıkıcı olan görüşleri Sokrates reddeder. Sokrates, bütün insanların ortak ve tümel yetilere, yani akıla sahib olduklarını, dolayısıyla bilginin, ahlak ve iman gibi temel değerlerin tümel kavramlarında, insanların tümümün özelliklerini yansıtan yönler bulunduğunu ileri sürdü. Bunu ispatlamak için de Sokrates kendine özgü “Doğurtma” yöntemini uyguladı. Ancak Sokrates’in üzerinde ısrarla ve önemle durduğu konu ahlak alanı oldu. Ona göre her insanda aynı olan akıl göz önünde tutulduğunda ahlaki kuralların ve davranışların da aynı olduğu yargısına varmak mümkündür. Yani ahlakın amacı olan iyi, bütün insanlarda akıl gibi ortaktır, iyinin kaynağı akıl olduğuna göre, insan iyi ve kötünün ne olduğunu bilebilir. Ancak bunun için düşüncenin yöntemli bir biçimde yürütülmesi gerekir. Bu yapıldığında iyilik, kötülük, erdem gibi ahlaki değerlerin insanlara ya da toplumlara göre değişmediği anlaşılır. Çünkü bunlar, kaynağı akıl olmaları dolayısıyla insanda gizli olarak bulunmaktadır. Önemli olan yöntemli düşünmek suretiyle bunu insanın ruhunda ortaya çıkartabilmektir. İnsan ahlaklı, yani erdemli olabilmek için bilgili olmak durumundadır. Erdem ise mutluluğu sağlayan tek değerdir, dolayısıyla mutlu olmak da ancak bilgiyle mümkün olabilir. Onun için Sokrates ahlakına “Eudaimonist”, yani mutluluk ahlakı da denilir ki, hemen bütün Antik Çağ filozofları mutluluğu bu bağlamda ele almışlardır. Sokrates, yaşadığı dönemde, özellikle gençler üzerinde ve sonraki felsefe okulları üzerinde etkili oldu. Nitekim Sokrates’ten sonra Sokratesçi Okullar olarak bilinen akımlar, yani Antisthenes’in Kinikler Okulu, Aristippos’un Kyrene Okulu, Eukleides’in Megara Okulu ortaya çıktı.

Sokrates’in Öğrencisi Platon, “idea” kavramından hareketle felsefi sistemini kurmaya yöneldi. Antik Çağ’ın ilk sistematik filozofu olarak tanınan Platon, felsefesini idea kavramı üzerine oturtmuş, tüm doğa ve insan dünyasını temellendirmek ve açıklamak amacını taşıyan bir sistem olarak felsefe tarihine geçmiştir. Platon felsefesini diyaloglar şeklinde ortaya koyarken kendi düşüncelerini hocası Sokrates’in ağzından açıklamıştır.

Platon’a göre gerçek varlık, duyular ile algılanan duyulur dünya değil, idealar dünyasıdır. İdealar dünyasında bulunan her ideanın duyulur dünyada bir gölgesi vardır. İşte duyulur dünyadaki maddi nesneler birer gölge varlıktır. Dünyadaki her görünen varlığın, yani gölge varlığın idealar dünyasında aslı, gerçek olanı, ilk örneği (arketipi) bulunmaktadır. İdealar ancak akılla kavranır, duyumlarla ideaların algılanması mümkün değildir. İdcaların akılla kavranmasında duyulur dünya bir “işaret” görevi görür. Bu bakımdan idealar duyuların tanıttığı değişme ve çokluk dünyasının değişmeyen ilkeleri, kaynakları ve asılları olarak tanımlanabilir. İdealar çokluğa karşı birliği, değişme ve sonluluğa karşı da değişmezliği ve kalıcılığı temsil ederler. Ayrıca idealar maddi ve cismi olmayıp ruhsal veya manevi varlıklardır, dolayısıyla zaman ve mekân ile ilişkileri yoktur. Kısacası idealar genel kavramlar ya da düşüncelerdir. Görülen maddi varlıkların kaynağı, özü bu genel ya da tümel (külli) kavramlardır. Yani, mesela gördüğümüz at’ın özü, zihnimizdeki at kavramı olmaktadır. Çünkü at kavramı zihnimizdedir, dolayısıyla gerçektir, gördüğümüz at ise duyumlarımızla algıladığımız bir nesnedir, dolayısıyla gölge varlıktır. Bunu da ünlü mağara benzetmesiyle ifade etmiştir. İdealar belli bir hiyerarşi gözetirler, en üstte ve aynı zamanda cevher bakımından en saf olarak iyi ideası bulunmaktadır. Tüm bilgilerin ve varlıkların kaynağı olan iyi ideası nesneleri de aydınlatan ışıktır. İdealar sonsuzdur. İyi ideası öteki ideaları, yani nesneleri yönetir. Yani iyi, daha doğrusu en yüce iyi ideası Tanrı’yla özdeş, hatta Tanrı’dır.

Platon’a göre ruh, insan doğmadan önce vardı, dolayısıyla idealar dünyasını tanır. Bilgi de zaten ruhun bu duyulur dünyada, daha önce tanıdığı ideaları hatırlamasından başka bir şey değildir. Felsefenin görevi, bu hatırlamayı belirgin ve kesin bir duruma getirerek doğru bilgilerin elde edilmesini sağlamaktır. Sokrates’in yöntemi böylece Platon tarafından temellendirilmiş olmaktadır.

Ahlak felsefesi bakımından Platon, Sokrates ve Sokratesçi okullarda olduğu gibi erdem ve mutluluk kavramlarından hareket eder. Fakat onlar gibi tek bir insanın erdem ve mutluluğunu hedef almaz. İnsan türünün erdemli ve mutlu olması için gerekli şartları göz önünde tutarak araştırmaya girişir. Bu bakımdan ahlak ile devlet sistemleri ya da yönetim biçimleri arasında doğrudan bir ilişki kurar. Bu da ideal devlette, yani erdemli devlette gerçekleşebilir. İdeal devlette halk, savaşçılar (koruyucular) ve yöneticiler arasında devletin gerçekleşmesini sağlayıcı bir görev dağılımı yapılır. Bu devlette mal, mülk, çocuk ve kadın hususunda mülkiyetin ortak oluşu şeklinde bir görüşün Platon tarafından ileri sürüldüğü söylenmişse de, bunun Platon’un felsefesinde gerçek temellerinin bulunmadığı anlaşılmıştır. Fakat ideal devletinde Platon, eşitlik ve özgürlüğe ağırlık vermeyerek totaliter bir devlet tanımı yapmış, adaletli ve erdemli devleti bu yönde açıklamaya çalışmıştır.

Platon felsefesi, özellikle felsefesinin dayandığı idca öğretisi sonraki dönemlerde oldukça etkili olmuş, İskenderiye ve Plalinos aracılığıyla bir yandan İslâm dünyasına, öte yandan da Hristiyan felsefesine nüfuz etmiştir. Platon felsefesi Yeni Platonculuk adı altında günümüze kadar gelen yoğun bîr etkinin sürmesine kaynaklık etmiştir. Felsefesini açıklamak ve öğrencileriyle tartışmak için “Akademia” adlı bir de okul kurmuştur. Platon’un “Akademia”sına karşılık, Antik Çağ’ın ikinci, ama bazı yönlerde Platon’dan oldukça farklı, öğrencisi olma yanında felsefi bakımdan ona rakip olan Aristoteles Lykeion (lise) adını taşıyan okulunu kurmuştur. Aristoteles felsefesinde, Platon’dan farklı olarak, madde ve form kavramları önemli yer tutar. Platon’dan farklı olarak, duyularla algılanan ve tanınan nesneler dünyasına ağırlık verir. Aristoteles’e göre idealar, Platon’un savunduğu gibi nesnelerin dışında, zaman ve mekândan soyutlanmış şeyler olmayıp varlıkların içinde bulunan, onlara içkin olan özler (cevher)dir. Duyularla algıladığımız varlıkların mahiyetinde benzer bir öz ve formvardır. Varlıkların çokluğuna rağmen onların birliğini sağlayan ve temsil eden de bu öz ve formlardır. Form maddeye biçim kazandırır. Varlıkların tek tek ortaya çıkmalarını sağlar. Ona göre öz tek tek varlıklar olup, böylece temelde bulunan gerçek, tek tek özlerdir. Form ve madde bu özde, fert olarak varlıkta somut olarak varolan varlıkta kaynaşmış bir şekilde bulunmaktadır. Fakat form, maddesiz varolmaz, madde de var olmak için forma ihtiyaç duyar. Öz, böylece, madde ve formun birleşmesi değil, bu birleşmeyi ya da birliği gerekli kılan şeydir. Bu bakımdan Aristoteles kendisine kadar gelen tartışmalarda birlik ve çokluk, değişmezlik ve oluş, gerçektik ve görünüş sorunlarına yeni bir yorum ve çözüm getirir.

Aristoteles’e göre madde potansiyel hâlde bulunan şeydir, form ise bu maddeye biçim kazandırarak onu fiil hâline getirir. Sözgelimi yontulmamış bir mermer kütlesi, heykele oranla kuvve hâlindedir, heykel formuna göre biçimlendiğinde fiil hâline geçer. İşte bütün varlıkların ortaya çıkması böyledir. Ancak varlıktaki hareket, değişme, oluş dışardan gelen bir etkiyle ya da mekanik bir tarzda değil, dinamik bir şekilde olur. Formun, maddede kendini gerçekleştirmesi, harekettir. Evrendeki oluş da böyledir. Oluşun ortaya çıkmasında maddi neden, formel neden, hareket ettirici neden ve erek neden olarak dört nedenin bulunduğunu ileri sürer. Evren, form ve madde bakımından hiyerarşik bir yapı arzeder. Yani bir alt derecede bulunan varlık, kendi üstündeki derecede bulunan varlığın maddesi, kendi altındakinin ise formudur. En altta, bütünüyle formsuz “ilk madde”, en üstte de saf veya mutlak form vardır. Mutlak formun maddeye ihtiyacı yoktur, bu form maddeyi harekete geçiren şeydir. Platon’un en yüce İyi’sine benzer ki, bu Tanrı’dır. İşte hareketsiz olmasına rağmen bu mutlak form, yani Tanrı, evrenin amacı olduğundan ve tek tek varlıklar O’nu özleyip O’na yöneldiği için oluşmakta, hareket, değişme ve oluş meydana gelmektedir. Yani evren ve doğa Tann’ya yönelmekte, ona yükselmek istemektedir.

Aristoteles bilgi teorisini de öz, madde ve form bağlamında tememlendirir. Buna bağlı olarak mantığı (özellikte kıyası) ve tümevarım metodunu kurup geliştirmiştir. Tabiat felsefesi, madde ve ruh ilişkisi de madde ve form kavramlarına dayandırılarak tcnıellendirilir. Öte yandan, Platon gibi İdeal devlet tasarımı yerine, varolan devlet ve yönetimi inceleyerek toplum ve devlet felsefesini açıklar. En iyi devlet, vatandaşları, ahlaklı ve iyi yetişmiş kimseler olacak şekilde eğiten devlettir. Bu bakımdan Aristoteles eğitimin devlet tarafından gerçekleştirilmesini önerir. Toplumun ahlaklı ve mutlu olması, yöneticilerin bu nitelikleri taşımalarıyla mümkündür. Erdemli yaşamanın amacı mutluluktur, bu da akla uygun davranmakla sağlanır. Yani aşırılıklardan kaçınmak, ılımlı davranmak ve orta yolu benimsemek, erdemli ve mutlu olmak için gereken temel ilkelerdir. Aristoteles’e göre sanat taklit etmektir. Sanatın amacı ahlakidir.

Aristoteles’ten sonra Antik Çağ felsefesi ahlak felsefesi alanında yoğunlaşmıştır. Bu dönemde Epikürcülükve Stoacılık önemli yer tutarlar. Stoacıların ahlak felsefesindeki yorumları Hristiyanlığın sonraki yorumları ve Yeni Çağ’da Rönesans filozofları ve yazarları üzerinde etkili oldu. Keza Epikürcülük de, özellikle Roma felsefesinde ve Yeni Çağ’da ilgi uyandırmıştır. Ayrıca Aristoteles sonrası felsefede bilgi teorisi bakımından Pyrhon ve öğrencisi Timon’un şüpheciliği de önemlidir.

Roma İmparatorluğu döneminde Antik Çağ felsefesi hemen bütün akımları ve filozoflarıyla tanınmaya çalışıldı, fakat pek orjinal görüşler ortaya sürülemedi. Roma döneminde felsefe çalışmaları daha çok politika, retorik ve ahlak alanında yoğunlaşmıştır.

18. yüzyılda, Kant’la başlayan ve daha sonra Hegel, Schelling, Fichte gibi düşünürlerle devam eden felsefe geleneğine verilen isimdir Alman İdealizmi. Analoji, var olan şeyler arasındaki benzerliklere, özellikle de sınıf benzerliği dışında kalan benzerliklere, yani işlev benzerliğine, ilişki benzerliğine işaret etme işlemi ve iki şey arasındaki benzerliklerden yola çıkarak, onların başka bakımlardan da benzer olacaklarını öne süren çıkarsamadır. Anlam, kavram ve olayların delâlet, işaret ettiği şey; açıklama, bir şeyin niçin olduğu gibi nasıl olduğunu gösteren nedendir. Antik felsefe Batı düşüncesinde kabaca milattan önceki ilk bin yılın ortalarından başlayıp, milattan sonraki ilk bin yılın ortalarına kadar olan bin yıllık dönemin felsefesidir ve herhangi bir felsefi meseleyle ilgilenen birinin gözardı edemeyeceği bir dönemdir.

Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Ömer YILDIRIM’ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 2., 3., 4. Sınıf “Felsefe Tarihi” Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı

Tweetle

ANTİKÇAĞ FİLOZOFLARI

  Antik felsefede ya da diğer deyimiyle ilkçağ felsefesinde, Anaximenes, Pythagoras(Fisogor), Empedokles, Heraklaitos(Heraklit), Socrates(Sokrat),Platon (Eflatun), Aristoteles (Aristo) gibi filozoflar spiritüel-ruhsal felsefeleri işlemiş filozoflardır. Felsefe tarihi içinde, ilkçağ filozoflarından başlayarak, ortaçağ skolastikleri, Rönesans felsefecileri, yeniçağ filozofları; insan-evren, varoluşun kökeni, Tanrı-insan-doğa ilişkileri, evrenin (kozmosun) meydana gelişiyle, insanın bu dünyadaki yeri ve ödevinin ne olduğu sorularına yanıt ararken doğal olarak ruh-tanrı-doğa üçlemesinden uzak kalamamışlardır.

ANAXİMENES

  İlkçağ filozoflarında ve eski dinlerin bir çoğunda ruh sözcüğü ile nefes (Hava) sözcüğü aynı anlama gelir. İnsan yaşadığı süre soluk alır ve soluk aldıkça da ruh bedende bulunur. Soluk alma durunca ruh ve yaşam bedeni terk etmiş demektir.
  MÖ. 550-500 yıllarında yaşayan Anaximenes, bütün canlı varlıkların bir ruh taşıdığını söyler. Canlıyı cansızdan ayıran, canlı olanı ayakta tutan ruhtur. Anaximenes ’e göre, “bir hava (soluk) olan ruhumuz (psykhe) bizi nasıl ayakta tutuyorsa, bunun gibi, bütün evreni de soluk ve hava sarıp tutar.”Anaximenes bir doğa bilimcisi olduğu için canlı cansız her şeyi doğa ile açıklamak istemiştir. Böylece, ruh kavramı felsefede ilk defa ortaya çıkmıştır.
  Anaximenes ’te ruh, insanın canlı bedeninin ayakta tutan, daha doğrusu bir arada tutan, onu canlı kılan, onun cansız bir yığın olarak dağılmasını önleyen “şey” dir; burada ruh, yaşam yani canlı bedeni, cansızdan ayıran olarak anlaşılıyor ve soluk ile bir tutulduğu için, maddi bir şey olarak düşünülüyor. Şimdi nasıl hava-soluk-olan ruh, insanın bedenini cansız bir madde olarak dağılmaktan koruyorsa, bunun gibi, havada evrenin bütününü, onun düzenini ayakta tutar.
  Hava; canlı, canlandıran şey, etkin olan bir ilke. Onun bu canlılığı, etkinliği olmasaydı, evren sadece, ölü, dağılan bir yığın olurdu; boyuna yeni biçimler alan kendini canlı olarak değiştiren yaratıcı bir varlık olmazdı.
  Yine bu yüzyıllarda ruh kavramı, ruhun anlamı ve ölümden sonrası üzerinde çok durulmuştur. Homer; “ölüm sonrasında yaşamda ruhlar yarı şuurlu, gölgemsi bir hayat sürerler” der. Bu dönemde Reenkarnasyon (Yeniden Doğuş) olgusunun bozulmuş şekli olan “tenasüh”inancı önemli bir problem oluşturmuştur. Çünkü, bu dünyadaki yaşam yeni bir imkan olarak değil de, eski bir yaşamda işlenen suçların cezalarının çekildiği ya da ödendiği bir yaşam olarak anlaşılır.

  Hint Felsefesinin temelini oluşturan “tenasüh” inancı, Yunan’da Orfe (Orphic) denen dini bir akıma paralel olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Orfe ’den kısaca söz etmeden bir başka ilkçağ filozofuna geçmek pek doğru olmaz.

>> ORPHEUS VE ORPHİC ÖĞRETİ

PYTHAGORAS (PİSAGOR)

  M.Ö 550 yılında yaşayan Pisagor’a göre sayılar bütün varlığın ilkeleridir (Arkhe). Örneğin, belli bir sayı belli nitelikleriyle adalettir, bir başka sayı ruhtur, bir başkası akıldır.
  Müzikteki uyum-harmonia yasalarının sayılarla anlatılabileceğini gördüğünden ve bütün olayların sayılara doğal bir yakınlığı olduğunu anladıklarından sayı öğelerinin bütün varlıkların da öğesi olduğu düşüncesine varmışlardır.

  Pisagorcuların dünya görüşü düalist; sınırlının, tekin, yetkin ile iyinin karşısında sınırsız, çift, yetkin olmayan ile kötü var. Ama nasıl sayıların temel birimi olan “ bir ” hem tek, hem çift sayı ise, onda her iki ilke de nasıl bir araya gelip birleşmiş bulunuyorsa, bunun gibi karşıtlarda evrende bir uyuma varırlar; karşıtların birliği ilkesine göre evren bir sayı uyumudur.
  Ruh ise kendi kendine hareket eden bir sayıdır. Öncesiz ve sonrasızdır yani sonsuzluk ifade eder.  Ruh aynı zamanda, alem ruhunun bir parçası, gök ateşinin bir kıvılcımı, Tanrının bir düşüncesidir. Dolayısıyla da ölümsüzdür.

  Beden ruh için hapishanedir. Ölümden sonra ruh başka bir bedene geçer ve göçer; bu geçme ve göçme de dünyada yaşadığı hayata göre olur. Ruhun asıl gayreti ve gayesi özgür yaşamak yani bedene bağlı olmadan mutlak ruh haline erişebilmektir.

  Bu dönemde tekrar doğuş kavramı yanlış bir algılayış ve inanışla “tenasüh” anlayışı şekline dönüşmüştür.

EMPEDOKLES

  M.Ö. 450 yılında Empedokles, Heraklaitos (Heraklit) ile birlikte ruhu ateşe benzeten filozoflardı. Pisagor’dan gelen tekrar doğuş kavramı bu filozofların öğretilerinde de vardı. Fakat bu kavram, ruhun bir ceza olarak insanlık aşamasından hayvanlık aşamasına inmesi yerine, sıra ile bitki, hayvan, insan basamaklarından geçmesi olarak ele alınıyordu.
  Heraklit'e göre evrenin temel maddesi ateştir. Ateş, bütün varolanların ilk ve gerçek temelidir yani ruhtur, bütün karşıtların birliğidir.
   Evren boyuna akan bir süreçtir, başı sonu olmayan bir değişmedir, hiç durmayan bu değişme içinde aynı kalan, sürüp giden hiçbir şey yoktur. Bu sürekli oluş içinde durucu, kalıcı bir şey var sanırsak bu Heraklit’e göre bir yanılmadır, bir aldanmadır.

 “Aynı ırmakta iki kez yıkanamayız. İkinci kez girdiğimizde bu ırmak büsbütün başka bir ırmaktır artık. Bu arada akıp giden sular onu başka bir ırmak yapmıştır.”

  Empedokles’e göre, meydana gelme ile yok olma diye bir şey yoktur aslında. İnsanların meydana gelme dedikleri şey, temel maddelerin bir karışması, yok olma dedikleri de bu karışmanın dağılmasıdır. Çok küçük parçalardan kurulmuş olan temel maddelerin kendileri meydana gelmemişlerdir, yok olmazlar, değişmezler.Bunlar Parmenides’in bengi varlığı gibidirler.
  Doğa bilgisinin gelişmesinde çok önemli bir yeri olan öğe-element kavramını ilk olarak ortaya koyan Empedokles olmuştur. Element burada, kendi içinde bir cinsten diğerine doğru; niteliği bakımından değişmeden, bölünmeden yalnız çeşitli hareket durumlarına geçebilen madde demektir. Bu elementler de 4 tanedir. Toprak-Su-Ateş-Hava

 Son üçünü daha önce İonia filozofları ileri sürmüşlerdi. Bunlara dördüncü öğe olarak toprağı eklemekle Empedokles, günümüze kadar yaşayacak olan “Dört Öğe”öğretisinin temellerini İlkçağ filozofisi için kurdu.
  Oysa, kadim uygarlıklarda ve kadim bilgeliklerde,ayrıca  astroloji ve simyanın kökeninde bu dört temel madde kavramı zaten dünya kuruldu kurulalı vardı.
  Empedokles’in felsefe anlayışında, bu dört öğe evrenin gereçleridir. Dört öğenin kendileri, değişmez tözler olduklarından, bunların kendisinde de bir hareket nedeni bulunamaz;yani bunlar kendiliklerinden birbirleriyle karışamazlar, bir karışmayı bozamazlar. Onun için doğa açıklamasında, bu dört öğenin yanı sıra bir de hareketin bir nedeni, hareket ettirici bir güç de gerek. Dört ana öğeyi birbiriyle karıştıran, bunların karışımlarını yeniden çözen neden de sevgi ve nefrettir Yani maddi olmayan ruhsal bir etkendir. 

HERAKLİT (EFESLİ HERAKLAİTOS)

  MÖ. 550-480 yıllarında Efes’te yaşadı. İyonya o dönem İranlıların elinde bulunuyordu. Ülkenin Efes dışındaki bütün kentleri özgürlüklerine kavuşmak için birleşmişlerse de İran kralı Dairus tarafından şiddetle cezalandırıldılar. Heraklit bir süre siyasal olaylara yabancı kalmadıysa da daha sonra politik yaşamdan tamamen ayrıldı.
  Arkadaşı Hermodor’un Efes’ten sürülmesiyle de bir ormanda inzivaya çekildi ve yalnız felsefeyle ilgilendi. En çok hoşlandığı şeyin doğayı derinden seyretmek ve yalnızlık olduğu söylenir. Heraklit Mile okulunun kozmolojisini iyi kavramış ve Pisagor’dan etkilenmiş bir filozoftu.
  Heraklit kendi sözleriningüldürmediğini, süslü, boyalı olmadıklarını, fakat sesinin bu seste konuşan Tanrı sayesinde bin yıllar içinde uzayıp gideceğini söylerken çok önem verdiği Logos-İlahi Kelam hakkındaki görüşlerini de belirtmiş oluyordu.
  O, İyonya filozofları gibi evrenin ana maddesini değişmeyen kalıcı bir töz olarak kabul etmemiş, alemin sürekli olarak değişken olduğunu ve değişken varlık içinde kalıcı bir güç olarak akıl (logos-kanun) bulunduğunu savunmuştur.
  “Alem, Tanrılar ve İnsanlar tarafından yaratılmamıştır. O her zaman vardı”derken, her şeyden önce insan aklının, yokluktan varlığa geçişi yani “İlk” olanı anlamasının mümkün olmadığını savunuyordu. Yani evren, bağımsız ve özgür bir varlıktır.
 Alemi meydana getiren birinci ilke de, Ateş’tir. Bu ateş canlıdır, ölçüyle yanacak ve ölçüyle sönecektir. Ateş tek bir  tözdür (cevherdir) ve her şekle girebilir; bütün değişimlerine karşın, kendi doğasından hiçbir şey yitirmez; ve bir alemi oluşturabilmek için bu değişikliğin kendiliğinden beliren gücü, hareket şeklinde kendini gösterir ve kendi varlığında bazı yoğunlaşmalara ve seyrekleşmelere neden olur.
 Ona göre, sükun gibi görünen her uzlaşma, bir kaçmadır ki, bu yeni bir savaşın hazırlığını yapmak demektir. Şu halde, alemde gördüğümüz ölüm ve doğum olayları bir görünüşten ibarettir; bu yaşamın yeniden doğması demektir. Bunlar, birbiri içinde devam etmek suretiyle, alemdeki dengeyi yaratırlar. Heraklit’in savunduğu ateşin belirlenmiş ve duyulur bir varlığı yoktur. O, bütün duyulur tözlerin ortak bir esasından başka bir şey değildir.
 Savaş halinde bulunan karşıtlar, birbirinin yerini almaya meyledince, eşyada durup dinlenmeyen bir hareket devam eder, durur. Zira,“ Her şey akıyor, her şey kaçıyor, hiçbir şey durmuyor; bir nehir içinde bizi yıkatan su, daima başka sudur; hiçbir zaman aynı nehre iki kere dalamazsın. ”

SOCRATES (SOKRAT)

  İ.Ö.470 yıllarında yaşamış olan Socrates (Sokrat) bir aydınlanmacıdır. Aydınlanmanın istediği, yaşamımızın normlarını aklın ışığına tutmak, bunları akılla eleştirmek, akılla aydınlatmaktır.
  Sokrat, Sofist-bilgici değil, filozof-bilgi sever olduğunu söyler; bilgiyi elde bulundurduğuna değil, onu sevip aradığına inanır; kendisi kendini bildiği gibi, kendilerini bilmelerini “Kendini Bil !” ana ilkesine uygun olarak başkalarından da ister.
  Sofist; yunanca; Sophistes sözcüğü aslında “bilen, bilgili kişi” demektir. Demokratlaşan Atina’da “başarılı yurttaş nasıl gelişir?” sorusuna “sofist” adını taşıyan kimseler cevap bulmayı, bu konuda gerekli öğreti ve eğitimi yapmayı üstlenmişlerdir. Sofist sözcüğü sonra siyasette yararlı olmayı öğreten kimse, daha sonraları ise söz söyleme sanatı üzerinde ders veren kimse anlamını kazanmıştır.
  Sokrat’a göre gerçek bilgiye götüren yolda en büyük engel, sofistlerin ortalığa yaydıkları sözde bilgi olan şeyler, o yarım yamalak bilgilerdir.
  Ona göre ruhta saklı doğrular vardır. Bunlar herkes için ortak olan doğrulardır. Disiplinli, sıkı bir düşünme ile “Doğru” nun bulunabileceğine inanır. Bu doğrular çalışma ve üzerlerinde durup düşünme ile yukarıya çıkarılabilir, bilinir bir hale getirilebilirler.
  Sokrat’a göre evren, akli bir düzene göre kurulmuştur ve orada tesadüfün yeri yoktur. Evrende her şey, mevcut bir gayeye, her gayede diğer bir gayeye göredir. En son gaye de, ‘bir’ dir, ‘tek’ tir.
  O, her şeyi görücü, her şeyi işiticidir. Bütün varlıkların hüküm ve tasarrufu onundur. Biz, onu duyularımızla kavrayamayız. Nasıl ki, gözü güneş aydınlattığı halde göz güneşe bakamaz. Biz de bu şekilde onu kavrayamayız. Karma karışık olan kaosu düzene sokan ve belirli olmayan bir maddeden alemi yaratan, işte bu en yüksek akıldır.  İnsan ruhu alem ruhunun bir parçası olduğundan ölümsüzdür ve dolayısıyla bir ahiret vardır.                        

  Sokrat bir de içinde bir Daimonion’un barındığını söylermiş. Yaşamının önemli anlarında bu Daimonion’u kendisine yol gösterirmiş. Sokrat bu sesi  içindeki Tanrısal bir ses sayar ve ona uyarmış. Bu sesin ne olduğu üzerinde çeşitli yorumlar vardır. Vicdan, ahlaki bir sezgi, bir tebliğ, bir psişik alışveriş olabilir.
  Ne olarak anlaşılırsa anlaşılsın onun Daimonion’la demek istediği şu idi: “Tanrıların sesini içimizde, gönlümüzde duymalıyız; onları dış belirtilerde aramamalıyız; dindarlığımız bir dış görünüş olmamalı”
  Ama Sokrat, bütün bunlara rağmen Yunan Aydınlanmasına, bunun temsilcileri olan sofistlere karşı olan bir tepkinin kurbanı olmuştur. Onunla sofistler arasındaki amaçlar bakımından olan temelli ayrılıkları Atinalılar ayırt edebilecek durumda değildiler. Onun rasyonalizmi, sofistlerin relativizmi kadar halk inancı için tehlikeli sayılmıştır. 

PLATON (EFLATUN)

  MÖ. 427 yıllarında yaşamış olan Platon’a göre ruh ölümsüzdür ve birçok defalar yeryüzüne gelmiştir. Bu arada yeryüzünde ve Hades’te (öte dünyada) bulunan her şeyi görmüştür. Yeryüzünde her şey de birbirine bağlı olduğu için ruh bunlardan birini görünce, sürekli bir araştırma ile ötekilerini de bulabilir ve anımsayabilir. Ruhta doğru tasavvurlar, önce bilinçsiz bir halde bulunurlar; bunlar önce bir rüya gibidirler; uygun sorular ve araştırmalarla sonunda aydınlık bir bilgi haline gelirler.
  Platon’a göre öğrenmek eskiden bilinmiş bir şeyi yeniden anımsamaktır. Bu anlayış ile Platon felsefesinin iki ana görüşünü de belirtmiş oluyordu.
  Bir yanda asıl gerçeğin dünyası var ki buna ‘İdeaların Dünyası’ adını verir. İdealar dünyası bilginin aslının olduğu dünyadır. Öte yanda da relatif gerçeğin dünyası var ki bu da meydana gelen ve yok olan nesnelerin dünyası yani içinde yaşadığımız'geçici dünya'.

  Bilginin konusu olan İdeayı Platon, Elea'lıların“BirOlan”ındaki niteliklerle anlatır;
  İdea birliktir, bölünemez, değişmez, öncesiz-sonrasız olarak kendi kendisine eşittir. Ve bilgi, gerçek aşığını, gerçeğin mahiyetini kavramaya zorlar ve bilgi aşığı olan kimse de ilahi realiteyi temaşadan başka hiçbir şeyden zevk almaz.
  Ruh, Platon’a göre, aslında idealar dünyasında bulunur, sonra da yeryüzüne iner. Bu nedenden ötürü de ruhun iyiliği ile kötülüğünün kökünü dışarıda değil de, ruhun kendisinde, kendi içinde aramalıdır.

  Platon’un ünlü‘Mağara’örneğine göre bizim bu dünyada gördüklerimiz sadece gölgelerden ibarettir. Eşyanın hakikat ve gerçeği ise bu dünyanın ötesinde ve üstündedir. Bir mağaradakiler nasıl, ancak, gün ışığına çıktıkları zaman eşyayı olduğu gibi görebiliyorlarsa, biz de eğer gerçeği görmek istiyorsak, ruhlarımızın, ezeli dünyanın güneşi olan, en büyük realite tarafından nurlandırılması gerekir.

  Ruh öncesiz ve sonrasız olan İdealara benzer. Dünyanın gerçek sahibi Tanrı’dır. Tanrı’nın bu dünyayı olgunluğa götüren bir planı vardır; insan Tanrı’ya inanmakla erdemli olmak için bir dayanak elde eder. Ruh sürekli olarak ilk İdealar alemindeki yaşamını özler. Ona kavuşması ancak bu dünyada faziletli (üstün ahlak) ve ölçülü bir yaşam sürmesiyle mümkündür.

PLOTİNOS

  Antik çağ sonlarında felsefeye dayanarak ruhsal bir dünya görüşü geliştirme denemelerinden ilki olan Yeni-Platonculuğun, kendisinden sonraki gelişme üzerinde büyük etkisi oldu. Çünkü bu çığır, Batı ve Doğu mistisizmlerinin başlıca kaynaklarından biridir. Plotinos ve Yeni Platonculukla örtüşmeyen ezoterik/ hermetik bir öğreti yoktur. Rönesans ötelerine kadar Platon felsefesi, daha çok Yeni Platonculuk şeklinde ele alınarak işlenmiştir.  Bu çığırın kurucusu Plotinos’tur. (M.Ö.203-270)
  Plotinos felsefesini Platon’a dayanarak açıklamaya büyük değer verir; kendi düşüncelerini hep Platon’un yapıtlarındaki belli temel noktalara dayatarak yorumlamayı dener; ayrıntılarında bile Platon’un bir öğrencisi olduğunu vurgulardı. Bu nedenle de bu çığırYeni-Platonculuk adını aldı. Ama şunu da belirtmek gerekir ki, Plotinos’un öğretisinde Aristo ve Stoacılığın da büyük etkileri vardır. 

  Plotinos doğu, Hint bilgeliği, astronomi ve astrolojiye de büyük ilgi duymuş bir düşünürdü; felsefesi çok yönlü olduğu ve  hermetik etkiler taşıdığı için kendisinden sonraki kuşakları da, ezoterik, mistik ve okült araştırmalar açısından çok etkilemiştir.
  Plotinos’un öğretisinin baş özelliği, katı maddeciliğe tam bir kesinlikle karşı çıkışındadır ve ondan sonra gelen tüm hermetik/ezoterik okullara da bu anlamda büyük bir destek vermiştir. Bu felsefeye göre asıl gerçek; nesnelerin kendisi şeklinde varlıkta etkiyen her şeyin cisimsel olmadığı, her şeyin özde salt ruhsal nitelikte olduğu ilkesine  dayanır. Plotinos’a göre, “Cisimler dünyası, o görünmeyen ruhsal dünyadan üzerine bir parıltı vurursa ancak değer kazanır, güzel olur.”
  Plotinos’a göre evren ve insan, Tanrı’dan gelmiştir ve Tanrı’ya dönmektedir. İniş merdiveninin ilk basamağında ruhlar, ikinci basamağında hayvanlar, üçüncü basamağında nesneler vardır. Çıkış merdiveninin ilk basamağındaysaanlamak,ikinci basamağındasonuç çıkarmak,son basamağında  mistik sezişyani gizemcilikvardır.
  Böylece Tanrı’dan ruh olarak çıkan nesnel varlık dünyaya inerek maddeleşir ve madde olarak da vecd yoluyla yeniden Tanrı’ya döner. Bunun da adı Sudur, Uruç ve emanasyondur. (emanation)
  Tanrılık yaşamın tedrici/kademeli  yayılışı ve varlığın son gayesinin Tanrı’da yeniden erimek olduğu suduriyeci bir panteizm onun felsefesinin temelini oluşturur.

  Ona göre Tanrı, eşyanın ilkesidir, başlangıcıdır.Fakat o, kendisinde çıkan ışınlara karşın, eksilmeyen bir güneş gibidir. Kıyaslamadan, benzetmelerden ve yaratıkların niteliklerinden uzaktır. O, her şeyin üstündedir ve her şeyden üstündür. Tanrı, saf düşüncedir; ne düşünür, ne düşünmez denilemez. O, öyle bir birliktir, bütünlüğü ile değişmemiş ve başkalaşmamış vahdettir. Bütün kendi yetkinlik sıfatlarıyla kendisidir ve kendi kendisinin içindedir. Bu itibarla külli  olarak bilgiye ihtiyacı olmadığı gibi, bilgisiz de değildir.  Tanrı’yı ancak kendi içimizden keşfedebiliriz. Bunun içindir ki, kendisini tanıyan ruh, ancak vecd sayesinde ona yükselebilir. Tanrı, tüm tanrısal sıfatları kendisinde toplamış olan saf birliktir.
  Bu tanım,Milattan önce altıncı yüzyılda Delfi’deki kehanet tapınağının duvarına kazınan, Milet’liThales’e ait ünlü“Kendini Tanı”ibaresi ile birebir  örtüşmektedir.

  Kendini Tanı
  Çoklukta Mutlak Bir’in dolgunluğundan öylece ve  emanasyon yani yayılım yoluyla belirir. Tanrı tüm yaratıkların başlangıcı ve hepsinden önce saf yetkinliktir.
  Plotinos’un felsefesinde 3 ana  temel  nokta vardır;
 - Mutlak, dolgunluğundan sudur, emanasyon yolu ile belirir.
 - Bir tam bir bağımsızlık içinde, kendi yücelik ve saflığından hiçbir şey kaybetmeden evreni oluşturur.
 - Sudur prensibi aynı zamanda insanın uluhiyete yani ilahi olana çekilişinin, ilahi cezbenin de bir açıklamasıdır ve
   aynı zamanda kaçınılmaz bir olgudur.

ARİSTOTELES

  MÖ. 385 yıllarında yaşamış olan Aristo, antik çağ felsefesinin bel kemiği sayılan bir filozoftur. Aristo’ya göre beden madde; ruh da formdur.
  Ruh canlıyı canlı yapan, onu  cansızdan ayıran başlıca etkendir. Ruh için bir şeyin aktif tekamülünü gerçekleştiren aktif  prensip manasına gelen Entheleciasözcüğünü kullanır. Ona göre ruh, benin enthelecia’sıdır (entelekyasıdır), bedenin içinde taşıdığı erektir, bedenin hareketleri ve değişmeleri içinde kendini olgunlaştırıp gerçekleştiren formdur; ruh, bedenin biçimlenme ve hareketlerini bir ereğe doğru yönelten nedendir. Ruhun kendisi cisimsel değildir ama bedeni hareket ettiren ona egemen olan güçtür.
  Aristo, ruhta bulunan esaslı unsurları üç psikolojik kısım olarak ele alır;
 - Ruhun en aşağı kademesi: Bitkisel ruh. Bedendeki bitkisel yaşamı temin eden kademedir.
 - Hayvansal ruh: Bedendeki hareket ve hassasiyetin yeridir. Beden sadece beslenir.  Havyan ise, hareket eder ve
   etrafından tesir alır.
 - İnsan ruhu: Bu ruhun özelliği, bilmek ve akıl sahibi olmaktır.

  Ruh üç tabakalıdır, her alt tabaka üstteki için maddedir. Bitkilerde, yalnız organik yaşamdaki, özümseme ve üreme gibi mekanik ve kimyasal değişmeleri biçimlendiren ruh vardır. Bitkiler ruhun yalnız fizyolojik olan bu en alt tabakasında kalırlar. Hayvanlar dünyasında, buna özellikleri, ‘kendiliğinden hareket’, ‘istek’ ve ‘duyum’ olan hayvan ruhu eklenir.
  Hayvanın bir ereğe doğru kendiliğinden hareket ettiğini istekte görebiliriz. İstek, bir şeyi elde etmeyi ya da ondan kaçınmayı isteme olarak, haz ve acı duygularından çıkar. Bu duygular hep obje tasavvuru ile birliktedirler. Bu tasavvurdan da objenin elde edilmeye değer mi olduğu, yoksa ondan kaçınılması mı gerektiği anlaşılır. Tek tek duyumlarda verilmiş olanları hayvan ruhu genel  bir algı olarak birleştirir. Ruhun birliğini sağlayan bu ortak duyu, duyumları tasavvurlar olarak sakladığı için hatırlama ile kendi hallerimizi bilmemizin merkezidir.
  Bitki ve hayvan ruhlarının üstünde yükselen “insan ruhu”nun özelliği ise“akıl”dır. Ruhun ilk iki şekli, insana özgü aklın, bu formun gerçekleşmesinin maddesidirler. Akıl yüzünden, istek, tasavvur ve bilgi şeklini alırlar. Akıl, ruhun bütün bu etkinliklerine “dışarıdan gelmiş”, yeni ve daha yüksek bir şey  olarak eklenir; ama ancak ruhun öteki etkinliklerine dayanarak, bunların içinde kendini gerçekleştirebilir. Bu ilgiyi Aristo aklı etkin ve edilgin diye ikiye ayırmakla açıklamıştır.
  Edilgin Akıl:Aklın, tek insandaki onun kendi görgüleriyle belirlenmiş olan, görünüş biçimidir. Buna karşılık etkin akıl, aklın bütün tek tek insanlar için ortak olan, her insanda bir ve aynı olan şeklidir.
  Etkin Akıl:Meydana gelmemiştir, yok da olmayacaktır; edilgin akıl ise bağlı olduğu bireylerle ortaya çıkar.

  İnsanın akıllı özü, en yüksek olgunluğuna bilgide eriştiği için, bilen/teorik (theorik) aklın ürünü olan erdemler de en yüksek erdemlerdir, eksiksiz mutluluğu sağlayan erdemlerdir. Teorik akıl, en yüksek doğruları, en yüksek kavramı ve yargıları doğrudan doğruya kavramaya ve bunları bilmek için bilmeye yönelir. Bu en yüksek konuların bilinmesine, insandaki etkin aklın tam olarak açılıp gelişmesine de Aristo, "theoria-bakış" der.
  Doğruya bu bakma ile insan, Tanrılığın özü olan salt düşünmeden pay alır, bununla Tanrılığın öncesiz-sonrasız mutluluğuna da katılmış olur. Pratik yaşamın yani isteme ve yapmanın bütün amaçlarından sıyrılarak yalnız kendi kendisi için olan bu theoria’ya-bakışa yönelme, bütün isteklerden kendini kurtarmış olan bu sonsuz doğru’ya dalma, Aristo için dünyada en iyi şey, insanı da en çok mutlu eden şeydir. Ona göre insanoğlunun asıl ereği, dünyasal isteklerden arınıp, sonsuz doğruya dalabilme ereğidir.

Batıdaki ilk filozofların önemi, gelecek kuşaklara bıraktıkları bilgi birikimi değildi. Bu çok önemsenmiyordu, çünkü şimdikinin aksine, bilginin sürekli arttığı yönünde alışılagelmiş bir dünya görüşü de yoktu. Hatta bilgi bazen unutuluyor ve toplumlar geriye gidiyorlardı. İlk filozofların mirası, gençlere özgürce, akılcı ve esnek biçimde düşünmesini öğretmekti. Her biri birbirinden fantastik teorilerle çıkagelmişti.

İlk bilinen filozof Thales M.Ö. 6. yüzyılda Batı Türkiye’de doğdu. Bir güneş tutulmasını doğru tahmin ettikten ve Lydia kralının geçmesi için Kızılırmak’ın yatağını değiştirdikten sonra meşhur oldu. Ama o zamanlar meşhur olunca yapacak fazla bir şey olmadığı için, Milet Okulu'nu kurdu. Thales en çok maddi dünyanın özü hakkında kafa yormuş ve sonunda her şeyin sudan yapıldığına kanaat getirmiş. Hayvanların vücudu da, kıtalar da zamanında sudan oluşmuştu ve her şeyi su tutuyordu.

Thales’in Anaksimandros adlı öğrencisi ise bu görüsü reddetti. Eğer yeryüzünü su tutuyorsa suyu da başka bir şey tutmalıydı. Buna cevap olarak öküzün boynuzu demeyecek kadar akıllıydı. Daha fazla bilgi edinmek için bilinen dünyanın haritasını yaptı -ki bu bir ilktir- ve dünyayı boşlukta asılı duran bir silindir olarak düşündü. 2600 yıl önce, dünyanın düz olmadığını fark etmişti. Bununla da kalmayıp canlıların evrilmesi fikrini, pek bilmeden de olsa, kaba haliyle ortaya atan ilk insandır.

Bunlar epey radikal düşünceler olduğundan, öğrencisi Anaksimenes tarafından hemen reddedildiler. Belki Anaksimenes biraz daha adamakıllı biri olsaydı, dünyanın düz olduğu inancı kısa sürede son bulabilirdi. Hocasına kıyasla daha yanlış teoriler ortaya atmış olmasına rağmen, kuşaklar boyu çok daha etkili bir filozof olarak kalması, felsefenin geri de gidebildiğine güzel bir örnektir.

Bu Miletlilerden daha da ünlü bir filozof olan Herakleitos aynı yüzyılda Efes’te doğdu. En önemli mirası “Her şey akar” ve “Aynı ırmağa iki kere girilmez” sözleridir. Evrenin özü değişimdir. Bir denge, bir durağanlık söz konusu olamaz. Bu geçicilik öğretisi, ölümsüzlük ideali pesinde kosan, mükemmel ve durağan bir temele inanan insanları epey sarstı.

Tam bu sıralarda, Herakleitos’tan da ünlü olacak bir filozof Sisam’da dünyaya geldi. Felsefe terimini icat eden bu matematik dehasının adı Pisagor’dur. Leibniz, Descartes ve Russell gibi matematikçi filozofların ilkidir. Bütün evrenin matematikle modellenebileceğine ve sayıların her şeyin temeli oluşturduklarına olan inancı Platon'un idealar evreni fikrine temel teşkil etmiştir. Aynı zamanda bu fikirleri yüzünden, Pisagor’un adı gizemcilik tarihinde de sıkça geçer. Babil’de ve Mısır’da epey zaman geçirmiştir ve İtalya’ya dönene kadar tam olarak ne haltlar karıştırdığı pek bilinmemektedir. 

Bu sıralarda Ksenophanes, çok tanrıcılıkla ve insanın tanrıları tasviriyle epey dalga geçiyordu: "Trakyalılar tanrı mavi gözlü ve sarışındır der, hâlbuki ineklerin atların ellerdi olsa da çizebilselerdi. O zaman atlar at gibi çizeceklerdi tanrılarını, inekler inek gibi." (Adam şu anda hayata dönse ve Ortadoğulu İsa'nın, Batı'da bembeyaz tenli biri olarak tasvir edildiğini görse, "hiçbir şey değişmemiş sanırım" diyerek tabutuna geri dönerdi).

Ksenophanes, bu geniş bakış açısından yola çıkarak, düşüncelerimizin kesinliği olamayacağını belirtir. Onun şiirlerinin çevirilerini de Karl Popper’ın yapması sürpriz değildir. Aralarında 2500 sene olan bu iki insana göre, bilgilerimiz aslında sanıdan ibarettirler. Her an yerlerini gerçeğe daha yakın bir versiyonuna bırakabilirler, lakin tümevarım kesin bir bilgi sağlayamaz.

Ksenophanes’in öğrencisi olan Parmenides, Sokrates’le bağı olan ilk filozoftur. Ondan iki kuşak önce, büyük hocası konumundadır. Parmenides, her şeyin bir, bozulmaz, başlangıçsız ve hatta zamansız olduğunu düşünüyordu. Hiçbir şey yoktan var edilemez veya yok edilemezdi. Bu yüzden, Herakleitos’un aksine, o değişimin evrenin doğasında değil, sadece görünürde olduğuna inandı. Temeldeki kurallar hep aynıydı. Zaman bile değişim için kanıt değildi, çünkü şimdi kavramı sadece kişiye özeldi.

Taa Einstein’ı bile etkileyen bu görüşlere, çok çılgın bir kişilik olan Empedokles karşı çıktı. O, duyularımızın bize gösterdiği değişimden yanaydı. Ama Parmenides tarafından da kısmen ikna edilmişti. Sonuçta her şeyin değişmez olan dört element (hava, su, toprak, ateş) tarafından oluştuğunu fakat bunların etkileşiminin epey dinamik olduğunu ileri sürdü.

Empedokles buraya kadar bahsedilen filozofların aksine sadece maddenin doğasıyla değil, siyasetle de epey ilgiliydi. Demokrasiyi şiddetle savunuyordu. Epey deliydi ve sonunda Etna Yanardağı’na atlayarak -evet resmen içine- intihar etti.

Parmenides’in öğrencilerinden biri olan Elealı Zenon (Stoacılığı kuran Zenon’dan farklı olarak) paradokslarıyla tanınır. Achilles ("aşil tendonu"ndaki aşil) ve kaplumbağa paradoksu ile Dikotomi paradoksları ünlüdür. Geriden başlayan ama daha hızlı olan yarışçının, aradaki mesafeyi kapatamayacağından bahsedilir. Arkadaki, aradaki mesafenin yarısını katedene kadar, öndeki biraz ilerleyecektir. Arada kalan yeni mesafenin yarısını katedene kadar, öndeki bir gıdım daha ilerleyecektir. Böyle sonsuza kadar sürer.

Matematiksel açıdan bir paradoks değildir, zira cevabı var (oysa bir paradoksun asla cevabı olamaz, "şu anda yalan söylüyorum"daki gibi): Evet, sonlu bir zaman dilimi içinde, arkadakinin yetişmesine imkân yoktur. Fakat sonsuz zamanda, asimptotik şekilde yetişebilir. 

Bu "paradoksların" katkısı şu: Kusursuz bir mantıkla adım adım ilerlesek bile yanlış sonuçlara varmak olanaklıdır. Öyleyse çevremizde olan bitenle ilgili her türlü akıl yürütme çabası bizi yanıltabilir. Mantığımıza güvenemezsek nasıl gerçekten öğrenebiliriz?

Bu soru cebimizde kalsın, cevabı epey sürecek. Bu esnada Demokritos ve kankaları (atomcular) ortaya çıktı ve “Madde nedir?” sorusuna epey doğru bir cevap verdi (Gerçi atom kelimesi Yunanca “parçalanamayan” demek ve elbette parçalanabiliyor ama arkadaşları mazur görelim). Fikirleri: Atom yaratılmamıştır, yok edilemez ve evrendeki değişim (Parmenides'in bahsettiği) bu atomların hareketlerine göre deterministik biçimde oluşur. 

Atomcularla Sokrates arasındaki kısa zamanda, ortalık sofistlere kalmıştı. Meslekten öğretmendiler ve para karşılığı hitabet dersi vererek geçiniyorlardı. İdeal bir "doğruyu" önemsemiyorlardı, "haklı çıkmak" onlar için önemli olan şeydi. Bu pragmatist ve "saf olmayan" öğretileri muhafazakârlar tarafından çok eleştirildi, gençlerin ahlakını bozdukları ileri sürüldü. 

Sofistlerin en ünlüsü Protagoras, felsefenin odağını evrenin doğasından yavaş yavaş insan doğasına çevirmeye başladı. Zira haklı çıkmak için, başkalarının sana hak vermesi gerekiyor, bu da insanları anlamayı gerektiriyor. Onların motivasyonları nedir, değer verdikleri şeyler nedir, tutarsızlıkları nedir?

Bu değişim, gelecek bölümün konusu Sokrates’a, "al da at" dercesine verilen bir pastı...

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır