insanları hayvanlardan ayıran özellikler / Eşsiz Bir Varlığız! İnsanı Diğer Canlılardan Ayıran 10 Özellik

Insanları Hayvanlardan Ayıran Özellikler

insanları hayvanlardan ayıran özellikler

Metrobüse ya da kalabalık bir metroya binerken yaşadıklarınızı göz önüne aldığınızda bu söyleyeceğimiz size pek inandırıcı gelmeyebilir ancak insanlar; eşleriyle bağ oluşturma, bir dil aracılığıyla iletişim kurma ve tıkabasa dolu bir otobüste tanımadığı insanlarla kısa bir sohbete girme gibi kendisini diğer hayvanlardan ayıran eşsiz bir sosyal yeti setine sahiptir.

Birçok araştırmacı insan beynini, diğer hayvanlardan ayıran en önemli farkların beynimizin nöral dokusunun dış katmanı olan serebral korteksimizin büyüklüğü ve karmaşası olduğu noktasında hem fikir. Dolayısıyla da, evrimin bu şaheserinin mental yaşamımızı eşsizleştirdiğini düşünerek dikkatimizi bu alana odaklama eğilimindeyiz.

Fakat ne var ki; insanlar ve diğer hayvanlar arasında neredeyse tamamen aynı olan; örneğin; diğer beyin hücreleriyle iletişim kurmak için dopamin kimyasalını kullanan küçük bir grup beyin hücresi gibi, bazı parçaları gözardı ediyoruz. 22 Ocak'ta () Proceedings of the National Academy of Sciences'da yayımlanan bir araştırma, bu ayrımın, beynimizde bulunan fazladan dopamin miktarına dek indirgenebileceğini ortaya koydu.

Dopamin, beynimizin ödül merkezi, duygudurum halimiz ve hafızamızla bağlantılar kuran bir nörotransmitter yani kimyasal bir habercidir. Bilim insanları, dopaminin bizleri diğer primatlara kıyasla daha dost canlısı ve daha az agresif canlılar yaptığını düşünüyor.

Dopamin nöronları sayıca çok azdırlar (beyindeki nöronların yaklaşık %’sı kadar) ve bütün memelilerde, hatta kaplumbağalar gibi bazı “basit” hayvanlarda da görülür. Ancak, uluslararası bir araştırma ekibi, insanlardan alınan beyin dokusu örneklerini diğer ape ve primatlarla karşılaştırdığında, insan beynindeki dopamin seviyelerinin dramatik bir biçimde arttığı bulgusuna ulaştı. Henüz çok erken ama belki de bu kimyasalın bizi evrimsel süreçte bir adım öne çıkardığını söyleyebiliriz.

İnsanlar, en yakın akrabalarımızla karşılaştırıldığında; dil, empati ve fedakarlık gibi gelişmiş sosyal özellikleri açısından olağanüstü bir demografik başarı ile karakterize edilebilir. Ancak bireysel üreme başarısının gelişmesiyle insan sosyal davranışının nasıl evrimleştiğini açıklamak zordu.

Bilim insanları uzunca bir süredir, insan beyninin hacimsel büyüklüğü dışında, beynimizle, diğer primatların beyinleri arasındaki farklılıkları araştırıyordu. Antropologlara göre, insanın iki ayak üzerine kalkma, alet yapma ve gelişmiş topluluklar oluşturma aşamasına nasıl geçebildiğini açıklayan bazı önemli farklılıklar olmalıydı. Konunun nörokimya boyutuna odaklanan araştırma sayısı ise gün geçtikçe artmaktadır.

Yeni yapılan bu araştırmada ise doğal nedenlerle hayatını kaybetmiş; insanlar, kapuçinler, domuz kuyruklu makaklar, zeytin babunlar, goriller ve şempanzelerden alınan 38 beyin dokusu örneği bir araya getirildi. Araştırma ekibi, yürüttükleri çalışmalarda beynin; hareket, öğrenme ve sosyal davranışlarla ilgili sinirsel mesajları bir posta ofisi gibi sınıflandıran striyatum isimli bölgesine odaklandı. Doku örnekleri farklı nörotransmitterlerin farklı tepkiler verdiği kimyasallar ile boyandı ve böylelikle serotonin, dopamin ve nöropeptid Y seviyeleri görülebildi.

Bütün bu nörotransmitterler, sosyal ipuçları ve işbirliğine dayalı bağlarla ilgilidir ve insanlarda ve apelerde, diğerlerine kıyasla daha fazla serotonin ve nöropeptid Y bulunur. Analizler sonucunda insan beyin dokusunun yalnızca daha fazla dopamin bulundurmakla kalmadığı; aynı zamanda da daha az miktarda asetilkolin --bölgesel davranışla ilgili-- bulundurduğu görüldü.

Elde edilen bu sonuçlar, aynı araştırmacılar tarafından yapılan ve Kasım 'de Science'da yayımlanan araştırma sonuçlarıyla da uyumluluk gösterdi. Söz konusu bu araştırmada, dopamin üretiminden sorumlu bir gen olan TH geninin, şempanzelere kıyasla insanlarda daha yüksek bir ekspresyona sahip olduğu görülmüştü.

Bu sonuçlardan yola çıkarak da, artmış dopamin seviyelerinin ilkel insanlar arasında daha yüksek seviyede bir sosyal hassaslığa neden olmuş olabileceğini söyleyebiliriz. Bu hassaslık, insanların birbirleriyle ilgilenmelerine, cinsel ilişkilerini sınırlandırmaya ve gruplar arasındaki agresyonun azalmasına yardımcı olmuş olabilir. Bütün bu durumlar da bir türün sosyal gelişimi için son derece önemli koşullardır.

Ancak yine de çok uzun zaman önce meydana gelmiş değişikliklerden bahsediyoruz ve anatomimizin böylesi kompleks bir parçası konusunda tam olarak emin olmak oldukça güçtür. Ne var ki, bu tarz bir nörokimyasal analiz, daha net bir fikir elde etmemize yardımcı olabilir.

Araştırmacılar, striyatumdaki farklı kimyasal seviyelerinin,  milyon yıl önce beyin büyüklükleri neredeyse aynıyken bile şempanze ve insanların kişilik tarzlarında ve sosyal davranışlarındaki farklılaşmaya önemli bir katkıda bulunmuş olabileceğini ileri sürüyor.

Dişiler, daha dışa dönük ancak çok fazla agresif olmayan erkeklerle eş olmayı seçmiş; birlikte çalışan erkekler, avlanma ve yapılaşma gibi görevlerde daha iyi bir başarı sağlamış olabilir. Bu da bizleri bugüne taşıyan parametrelerden birisi olmuş olabilir.
Kaynak ve İleri Okuma
  • A neurochemical hypothesis for the origin of hominids. Proceedings of the National Academy of Sciences, (January, ). monash.pw
  • Molecular and cellular reorganization of neural circuits in the human lineage. Science, (November, ). " monash.pw
  • Dopamine may have given humans our social edge over other apes. ScienceMag.(accessed January 29, ). monash.pw
  • This Could Be The One Key Hormone That Set Us Apart From Apes. ScienceAlert. (accessed January 29, )." monash.pw

Projelerimizde bize destek olmak ister misiniz?

Dilediğiniz miktarda aylık veya tek seferlik bağış yapabilirsiniz.

Destek Ol

Bunlar da İlginizi Çekebilir

BİZİ İNSAN YAPAN NEDİR?

İnsanlar, hayvanlarda bulunmayan iki önemli özelliğe sahiptir: Kalp ve akıl. İnsanlarla hayvanların bir de ortak yönü vardır: nefs.

AKIL

Akıl, imandan sonraki en büyük nimettir. İnsanın tefekkür ederek doğruyu ve yanlışı ayırt edebilmesini sağlar. Allah insanları akıl sahibi olduğu için muhatap almış, onlara peygamberler ve kitap göndermiştir. Kuran-ı Kerim’deki birçok ayet insanları akıllarını kullanmaya davet eder. Aklını kullanmayan bir insan ne kadar iyi işler yaparsa yapsın Allah’ı belli bir dereceden fazla tanıyamaz. İlim ise aklın yakıtıdır, ilim arttıkça akıl da artar. İslam dini akla ve ilme çok büyük önem verir. Kuran, insanları yaratılmış her şey üzerinde düşünmeye davet eder. Kendisine verilen akıl nimetini boş şeyler için kullanan bir insan bu nimeti ziyan etmiş, dünya hayatını boşa harcamıştır. Bu insan Müslümansa bile imanı “taklidi iman”dan öteye geçemez. “Allah'ın izni olmadıkça, hiçbir kimse iman edemez. Allah, azabı akıllarını kullanmayanlara verir. De ki: "Göklerde ve yerde neler var, bir baksanıza." Fakat âyetler ve uyarılar inanmayan bir topluma hiçbir fayda sağlamaz. (Yunus Suresi )”

İslam’ın akla bu kadar fazla önem vermesinin sebebi aklın insanı Allah’a ulaştırmasıdır. Bir tek hücreyi dahi incelediğinizde onun müthiş yapısına hayranlık duyarız. O hücredeki her bir organel, hatta her bir atom bilinci ve aklı olmamasına rağmen sanki ne yapması gerektiğini biliyormuş gibi görevlerini yapar. Canlıların vücutlarına baktığımızda her organın ve her sistemin en ufak tesadüfe mahal vermeyecek derecede mükemmel bir yaratılışa sahip olduğunu görürüz. Allah’ı duyu organlarımızla algılayamadığımıza göre Allah’ı bulabilmemizin tek yolu akıldır. Bazı ateistler, “biz görmediğimiz ve test edemediğimiz şeye inanmayız” diyerek aklın bütün fonksiyonlarını reddederler, çünkü onlara göre bilgi sadece duyu organlarıyla edinilir, akılla edinilmez. 

Genellikle insanlar akıllarını kullanmak yerine çoğunluğa uymayı daha kolay bulduğu için doğru yolu bulamazlar. Hâlbuki başkalarının inancını, özellikle anne-babanın inancını taklid etmek akılsızlığın bir sonucudur ve insanı felakete götürür. Bütün insanların batıla inanması bile o şeyin batıl olduğu gerçeğini değiştirmez. ''Ne zaman onlara: "Allah'ın indirdiklerine uyun" denilse, onlar: "Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız" derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?'' (Bakara Suresi, )”

Kuran, insanları Allah’ın hükümlerini bile düşünmeye davet ediyor. Örneğin “Boşanan kadınlara da örfe uygun bir geçimlik verilmelidir. Bu takva sahiplerinin üzerine bir yükümlülüktür. Allah size belki akıl edersiniz diye ayetlerini böylece açıklamaktadır. (Bakara Suresi )”. Kuran kesinlikle tepeden inme bir dogma olarak algılanmamalıdır, tam tersine insanları her şeyi düşünmeye ve sorgulamaya teşvik eden bir rehberdir. Kuran önyargıyı ve zannı nehyeder, insanların kesin bilgiye sahip olmadıkları konularda kesin kanılara varmamaları gerektiğini savunur. “Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu iyice araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz. (Hucurat 6)” Örneğin günümüzde insanların çok büyük bir kısmı medyada gördükleri yalan haberlere sorgulamadan inandığından yanlış kanılara varıyorlar. Eğer bir insan çok rahat manipüle edilebiliyorsa bunun sebebi cehalet ve akılsızlıktır. Maalesef insanların çoğu çok rahat manipüle edilebiliyor, manipüle edildikçe de sistemin kölesi durumuna düşüyorlar. Kendisi düşünemeyip aklını başkalarına emanet eden insan, toplumun ve sistemin kendisine biçtiği kaftanın dışına çıkamıyor.

Kuran delillere de büyük önem verir ve bir şeyin doğruluğunun veya yanlışlığının delillere göre belli olacağına savunur. “(Onlar mı hayırlı) yoksa ilk baştan yaratan, sonra yaratmayı tekrar eden ve sizi hem gökten hem yerden rızıklandıran mı? Allah'tan başka bir tanrı mı var! De ki: ‘Eğer doğru söylüyorsanız siz kesin delilinizi getirin!’ (Neml Suresi 64)” Bu ve buna benzer birçok ayete baktığımızda İslamiyet’in diğer dinlerin entelektüel altyapısına bu kadar keskin bir biçimde meydan okuyan ve diğer dinleri delillerini getirmeye davet eden tek din olduğunu görürüz. Delillere dayanarak karar verme meselesi her ne kadar kanıksanmış basit bir klişe gibi gözükse de toplumuzda hiçbir delile dayanmadan inanılan binlerce şey olduğunu düşündüğümüzde delile dayanma konusunda aslında ne kadar terakkiye muhtaç olduğumuzu görüyoruz. Mesela astroloji gibi akli, nakli ve deneysel hiçbir delili olmayan uyduruk bir şeye bugün maalesef hem Türkiye’de hem de dünyada çoğu insan tarafından inanılıyor. Halk arasında neye dayandığı ve nereden çıktığı bilinmeyen binlerce batıl inanç var. Kuran’ın delile dayanmayı vurgulayan tek bir ayeti bile toplumdaki binlerce batıl inancı ilga eder.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) insanların en akıllısıydı. O, putperest bir kavimde doğup büyümüş olmasına rağmen küçüklüğünden beri putlardan nefret etmiştir. Peygamberimiz okuma-yazma bile bilmiyordu, hayatında hiç kitap okumamıştı, kırk yaşına kadar hiçbir din hakkında geniş bir bilgisi yoktu. Bütün bunlara rağmen putların ibadete layık olmadığını ve kavminin yaptığı birçok şeyin yanlış olduğunu aklını kullanarak anlamış, Allah’ı ve hayatı sorgulamak için aylarca Hira Mağarası’na çekilmiştir. O hiçbir zaman kavminin ona dayattıklarına tâbi olmamış, sonucu ne olursa olsun kendi inandığının peşinden gitmiştir.

Hayvanlarda ise akıl yerine içgüdü vardır. Allah her hayvana hayatta kalması için gerekli olan içgüdüyü vermiştir. İçgüdü öğrenilemez, geliştirilemez ve başkalarına aktarılamaz. Hayvanlar yapacakları bir eylem öncesinde düşünüp sonuçlarını tartamazlar, içgüdüleri neyi emrediyorsa onu yaparlar. İnsanlarda içgüdü yoktur, sadece hayatta kalmayı kolaylaştıran bazı dürtüler vardır. İnsan her şeyi sonradan öğrenir, hayvanlar ise hayatlarında gerekli olan içgüdülere sahip olarak doğarlar. Mesela hiçbir hayvan cinselliği ve çocuk büyütmeyi bir yerden öğrenmediği hâlde bu konularda gâyet başarılılardır. Halbuki cinselliği öğrenmeyen bir insan cinsel dürtülere sahip olsa bile cinselliği nasıl kullanacağını bilmez. Çocuk büyütme hakkında hiçbir bilgisi olmayan insanların yeni doğmuş bebeklere bile kendi yediklerini yedirmeye çalışmalarını gârip karşılamayız. Ağır zeka özürlü insanların aklı hayvanlar kadardır. Bu özürlü insanların sağlıklı bir şekilde çocuk büyütebilmesi mümkün müdür? Hayır. Ama hayvanlarda o kadar bile akıl olmadığı hâlde hepsi çocuklarını sağlıklı bir şekilde büyütebiliyor. Demek ki onlarda doğuştan gelen ve bizde olmayan bir şey var: içgüdü. Bir bal arısının bal yapması, hatta peteklerini altıgen şeklinde yapması Allah’ın onlara verdiği müthiş bir ilhâmdır, yoksa onların bizden daha akıllı olduğunu göstermez.

Bütün insanlar birbirinden farklı inançlara ve düşüncelere sahiptir. Hatta bir insan her yıl bir önceki yıla göre farklı bir insan olur; bilgi seviyesi, karakteri ve hayata bakışı değişir. Hayvanlarda ise böyle bir durum söz konusu değildir. İçgüdü değiştirilemeyeceği için aynı tür içindeki bütün hayvanlar birbirinin neredeyse aynısıdır. Hayvanlar kendilerini geliştiremezler, Genç bir köpek ile yaşlı bir köpek arasında hayatı yorumlama bakımından bir fark yoktur. Bu özellikleri cahil insanlara benzemektedir. Cahiller kendilerine verilen bu dünya nimetini ziyan ederler, kör ve sağır olarak yaşayıp kör ve sağır olarak ölürler. Hâlbuki  bu dünyayı iyi değerlendiren bir insan iman basamaklarını zıplaya zıplaya çıkarak Allah’a çok yakın bir kul hâline gelir. Böylece sonsuz hayatında da Allah’a en yakınlardan olur.

Günümüzde bazı rasyonalistlerin İslam’ın akılla çeliştiğini düşünmelerinin en büyük sebebi, akıllarını yaşadıkları tecrübelerle sınırlandırma hatasına düşmeleridir. Akıl ve tasavvurlarını dünyevi tecrübelerinin ve materyalist algılarının ötesine geçiremeyen bu insanlar İslam inancındaki melek, şeytan, cennet, cehennem gibi soyut olguların akılla çeliştiğini iddia etmektedir. Eğer Ortaçağ’da yaşayan bir insana, “Gelecekte insanlar, yüz binlerce kilometre uzaktaki yerleri bile oturdukları yerde izleyebilecekler, yüzbinlerce kilometre ötedeki insanlarla oturdukları yerden konuşabilecekler, sizin aylar süren yolculuklarınızı birkaç saatte tamamlayabilecekler, hatta ve hatta bir gün Ay’a ayak basacaklar” deseydik muhtemelen bize inanmaz ve bütün bu iddiaların akılla çeliştiğini söylerdi. Bunun sebebi bu insanın aklını yaşadığı küçük dünyayla ve sınırlı tecrübelerle sınırlandırmış olmasıdır ki İslam’ın iddialarını mantıksız bulan modern rasyonalistlerin durumu da bundan farklı değildir.

Rasyonalistlerin bir diğer hatası da İslam inancının “2+2=4” kesinliğinde kanıtlanmasını beklemeleridir. Hâlbuki İslam inancı iman üzerine dayalıdır, iman ise kalpten gelir ve aklın yetmediği yerlerdeki boşluğu kalp doldurur. Dinden kalbi çıkararak dini tamamen akıl üzerine inşa etmeye kalkarsanız hiçbir zaman kesin ve şüphesiz bir imana erişemezsiniz; zira akıl, dini kesin şekilde kanıtlanmakta yetersizdir. Kalbi iman etmek istemeyen bir kişi evrenin yaratıldığını kabul etse bile şu soruları sorabilir: “Diyelim ki Tanrı var, bu Tanrı’nın deistlerin iddia ettiği gibi hiç vahiy indirmemiş bir Tanrı olmadığı ne malum? Hadi diyelim ki Kuran’ı Tanrı indirdi, Tanrı’nın Kuran’da yalan söyleyerek insanları kandırmadığı ne malum? Hadi diyelim ki bu Tanrı hiç kimseyi kandırmıyor ve Ahirette bütün inananları Cennet ile ödüllendirecek, Cennetteki köşkleri beğeneceğimiz ne malum?” İnsan aklı en saçma ihtimalleri bile hayal edebilecek kapasitede olduğu için herhangi bir şeyi insan aklına “2+2=4” kesinliğinde kanıtlamak neredeyse imkânsızdır. Bu soruları soran kişiye şöyle cevap verilir: “Evrenin bir yaratıcı tarafından yaratılmış olması kendi kendine oluşmuş olmasından çok daha mantıklıdır. Bu yaratıcının vahiy yoluyla insanlara kendini tanıtması ve yaratılış amacını bildirmesi, bütün mahlûkatı boş yere yaratmış olup onlarla ilgilenmemesinden çok daha mantıklıdır. İnsanlarla iletişime geçen bu Tanrı’nın insanlara doğruyu söylemesi insanları kandırmasından çok daha mantıklıdır. İnsanlara Ahirette ödül vaat eden bu Tanrı’nın insanların seveceği ödüller yaratması insanların beğenmeyeceği ödüller yaratmasından çok daha mantıklıdır.” Aslında bakarsak bilimsel düşüncenin temeli de budur. Bilimde hiçbir teori “2+2=4” düzeyinde kanıtlanamaz ve kesinlik belirtmez, bilimsel teoriler kâinattaki hakikatleri mevcut ihtimaller arasında en iyi açıklayan ihtimallerdir. Aklımızın kesin olarak kanıtlayamadığı hiçbir şeye inanmasaydık o zaman modern bilimleri de tamamen reddetmemiz gerekirdi. Kâinata bilimsel bir bakış açısıyla bakan bir insan kâinatı açıklayan en makul inancın İslam olduğunu görür. Kalbi ise zamanla bu inancı pekiştirir ve kesin bir iman noktasına getirir. Akıl, insana hakikatin adresini gösterir; kalp ise bu adrese gidip hakikati bulur ve görür.

Akıl, çoğunlukla beynin fonksiyonlarına bağlıdır. Burada Kuran’ı ilginç bir mucizesini de zikretmeden geçmeyeceğim. Alâk Suresi kâfirlerin perçemini (alnını) yalancı ve günahkâr olarak tabir etmiştir: “Hayır! Andolsun, eğer vazgeçmezse, muhakkak onu perçeminden (alnından); o yalancı, günahkâr perçeminden (alnından) yakalarız. (Alak )” Bu ilk bakışta manasız görünmektedir çünkü perçem gibi bir bölümün yalancı ve günahkâr olmasının hiçbir sebebi yoktur, bir insanın aracılığıyla günah işleyebileceği en son organ alındır (ancak birine kafa atarak alınla günah işleyebilirsiniz). Bu ayeti sinir sisteminin bir derece öğrenilmesi ile daha iyi anlar hâle geldik. Beynin en ön bölümü prefrontal korteks olarak adlandırılır ve hemen alnın arkasında bulunur. Bu bölüm insanın kişiliğini oluşturan ve istemli hareketlerin yapılmasını sağlayan bölümdür. İnsanın kişiliğini oluşturan bu bölüme Kuran’ın yalancı ve günahkâr tarifi yapması son derece uygundur. Kuran’ın indiği dönemde beynin görevinin ne olduğu bile bilinmiyordu, insanlar aklı fiziksel vücuttan tamamen bağımsız zannediyorlardı. Bu ayetle Kuran’ın mucizesini bir kez daha takdir etmiş olduk.

KALP

Kalp; insanları hayvanlardan, mü’minleri kâfirlerden ayıran en önemli özelliklerden biridir. Kalple yürek karıştırılmamalıdır. Yürek vücuda kan pompalayan maddi bir organdır ve birçok hayvanda da bulunur. Kalp ise ruhun bir parçasıdır ve sadece insana özgü bir nimettir. Akıl, nefs ve kalp somut değildir: yani görülemez, elle tutulmaz ama varlıkları bilinir.

Diyelim ki bir gün markete gitmek için yola çıktınız. Bu esnada size bir araba çarptı ve bir bacağınızı kaybettiniz. Ömür boyu tek bacakla yaşamak zorunda kaldınız. Şimdi bunun sonuçlarını hayal edin: Bir daha spor yapamayacaksınız, kendi başınıza doğru düzgün yürüyemeyeceksiniz, bütün güzelliğinizi kaybettiğinizden kimse sizi beğenmeyecek, sürekli birilerine bağımlı yaşamak zorunda kalacaksınız. Bu olaya “akıl” itiraz edecek bir şey bulamaz. Çünkü hızla gelen ağır bir cismin size çarpması sonucu vereceği fiziksel hasar budur. Ama “kalp”in itiraz edeceği çok şey vardır:

  • Eğer o gün markete gitmeseydiniz çok daha güzel bir hayata sahip olurdunuz.

  • Eğer o gün markete birkaç saniye önce veya birkaç saniye sonra gitseydiniz çok daha güzel bir hayata sahip olurdunuz.

  • Eğer o gün o saniyede o araba oradan geçmeseydi çok daha güzel bir hayata sahip olurdunuz.

  • Eğer o esnada biraz daha dikkatli davransaydınız çok daha güzel bir hayata sahip olurdunuz.

 

Bu ihtimalleri neredeyse sonsuza kadar uzatabiliriz. Burada sorulacak olan soru şudur: Sizin bütün hayatınızı mahveden bu trafik kazası sadece birçok küçük ihtimallerin bir araya gelmesiyle oluşan küçücük bir tesadüf mü? Kalbinizi kesinlikle buna ikna edemezsiniz. Bu kadar küçük bir tesadüfün bu kadar büyük bir etki yaratabileceğine kalbinizi inandıramazsınız. Kalbiniz ancak bunun bir tesadüf olmadığını, bunun belirlenmiş bir kader sonucu gerçekleştiğine inanır, yani sizi kadere iman etmeye yönlendirir. Bu, kalbin bazen aklın göremediği şeyleri görebilmesinin bir örneğidir. Bir mutasyon sonucu sakat olarak doğmuş bir insan bütün hayatını etkileyen bu olayın DNA replikasyonu sırasında küçücük bir hata yapan akılsız bilinçsiz bir protein molekülü olduğunu düşünebilir mi? Bu örnekleri genişletelim, hatta dünyanın en önemli şu sorusuna gelelim: Tanrı var mı, evren yaratıldı mı? Günümüzde bilim adamları Tanrı olmadan her şeyin nasıl oluştuğunu mantıklı bir şekilde açıklayabilmiş değiller. Yine de bir her şeyin çok mantıklı bir açıklamasını yaptıklarını farz edelim. Bu açıklama bizim aklımızı Tanrı olmadığına ikna edebilir ama kalp için aynı şeyi söyleyemeyiz. Kalbimiz bu durumda bize şu soruları sorar:

  • Biz sadece küçük ve kör tesadüflerin milyonlarcasının bir araya gelmesiyle mi oluştuk? Bütün varlık bundan mı ibaret?

  • Eğer biz tesadüfler sonucu oluştuysak ve kısa bir süre yaşayıp tekrar yok olacaksak hayatın anlamı ne?

  • Bizim hangi ailede ve nasıl özelliklerle doğacağımızı tesadüf mü belirliyor? Bu durumda fakir ve zayıf insanların suçu ne?

  • İnsanların bu dünyada yaptıkları yanlarına kâr mı kalacak? Hakkı yenen insanlar hiçbir zaman haklarını alamayacak mı?

 

Bunun gibi bir sürü soru kalbimizi rahatsız eder. Bu örnekler gösteriyor ki insan kalbi daima insanı Allah’a ve iman şartlarına götürür. Kalbimiz adalet ve merhamet ister; Allah olmadan adalet de olmaz, merhamet de olmaz, kalp huzuru da olmaz. Kalbi mühürlü olmayan bir insan küfürden nefret eder, kafir olarak yaşamak onun için zindandan beterdir. Kalbimizden aldığımız zevkler nefsimizden aldığımız zevklerden üstündür. Mesela bir yoksulu doyurmanın verdiği manevi zevk insanın sevdiği bir yemeği yerken duyduğu zevkten daha üstündür. İnsan, evrim teorisinin iddia ettiği gibi sadece hayatta kalmaya odaklanmış ve diğer türleri yok etmeye çalışan bencil bir varlık değildir; tam tersine insan kalbi başkalarına yardım etmekten ve merhamet göstermekten haz duyar. Evrim “merhamet”i kesinlikle açıklayamaz, çünkü merhamet doğal seçilim gözlüğüyle baktığımızda zararlıdır.

Kalbi zevklerin fiziksel zevklerden üstünlüğünü çok basit bir matematik hesabıyla da kanıtlayabiliriz. Ortalama bir insan ortalama bir gününün yüzde kaçını fiziksel bir zevk alarak geçirir? Bu oran günün toplam zamanına göre çok cüzi bir miktardır. Bundan da vahimi bu kısacık fiziksel zevklere ulaşabilmek için zevkten aldığı süreden çok daha fazlasını o zevki elde etmek için çalışmaya harcamak zorundadır, yani fiziksel zevkler oldukça pahalıdır. Mesela bir insan sevdiği bir yemeği yiyebilmek için hem o yemeğin malzemelerini satın almak ve bunun için para kazanmak zorundadır, hem de o yemeği pişirmek için fiziksel çaba sarf etmek zorundadır. Yani on beş dakikalık bir zevk için saatlerce zorluk çekmelidir. Hâlbuki manevi zevkler hem bedavadır, hem de belirli bir süre kapasitesiyle sınırlı değildir. Bir insan Allah ile iletişimini sağlam tutarsa gününün tamamını manevi zevk hissederek geçirebilir. Sınırsız ve ücretsiz manevi zevkleri bırakıp kısa süreli ve pahalı fiziksel zevkler peşinde koşan insanlar çok kötü bir ticaret peşinden koşuyor demektir.

Kalp, Allah ile insan arasındaki iletişim merkezidir. Allah kendisine yaklaşmak isteyen kulunun kalbindeki perdeleri kaldırır, böylece bu kuluna imanın manevi zevkini yaşatır. Bir mü’min bir günah işleyeceği zaman kâlbinde o günaha zıt yönde itici bir güç hisseder. Eğer mümin kötü bir şey yaparken bu gücü hissetmiyorsa kalbinde, yani imanında sorun var demektir. Kalbi açık bir mümine ise iyi şeyler daha da çekici görünür. Örneğin Kuran sesi kalbi mühürlü bir insanı hiç etkilemezken kalbi açık bir insana onu ağlatacak derecede tesirde bulunabilir. Birçok insan İslam’ın çok fazla emir ve yasağı olan zor bir din olduğunu düşünür. Hâlbuki zaten kalbinde iman olan bir insanın kalbine haramlar o kadar çirkin görünür ki eğer o haramı işlediğinde ceza alacağını bilmese bile o işten uzak durur. Allah insanların kalbini kontrol ederek aslında her şeyi kontrol etmiş olur. Allah, zalim bir liderin kalbine bir anlık merhamet koyarak binlerce insanın hayatını kurtarabilir. Zararlı bir iş yapacak olan bir kişinin kalbine o işi çirkin göstererek o işin yapılmasını engelleyebilir. Bundan dolayı var olan her şeyin kaderi ister istemez Allah’a bağlıdır; sonuçta kalbimizi biz yönlendiremiyoruz, Allah yönlendiriyor.

Birçok kez Allah’ı evrenin bile ötesinde, yani bizden çok çok uzak olan bir varlık olarak hayal ederiz. Ne var ki bu yanlış mantık şirkin temelini oluşturur; müşrikler Allah’ı kendilerinden çok uzak zannettikleri için Allah’ın yeryüzündeki vekili saydıkları varlıklara ibadet ederler, ne de olsa Allah onlarla ilgilenmeyecek kadar önemli bir varlıktır. Bu tarz bir tanrı anlayışı Kuran’da reddedilir. Kuran ve sünnet bize Allah’ın daima yanımızda olduğunu, bizi gördüğünü, bizi işittiğini; hatta biz Allah’ı zikrettiğimizde Allah’ın da bizi zikrettiğini bildirir. “Göklerde ve yerde olanları Allah'ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir. (Mücadele 7)” Allah sürekli bizim yanımızdadır. Yalnız olduğumuz zamanlarda aslında yalnız değiliz, Allah ile baş başayız. Biz Allah’a dua ettiğimizde Allah bize sözlü karşılık vermez, cevabını kalbimize iletir. Bu yüzden başta da dediğimiz gibi kalp, Allah ile kul arasındaki iletişim merkezidir. Biz Allah’ı göz ile göremesek de kalp ile görürüz. Bunun idrakine varabilen mümin gerçekten ibadetlerini ihsanla yerine getirir. Sürekli yanında olan ve her şeye gücü yeten bir arkadaşı olduğunun farkında olursa hiçbir zaman mutsuz ve umutsuz hissetmez.

Kâfirlerin ise kalpleri kibirlerinden dolayı mühürlenmiştir, bundan dolayı kâfirler ne Allah’ı hissedebilirler ne de iman hakikatlerini anlayabilirler. “Andolsun ki onların çoğunun üzerine azab sözü hak olmuştur. Onlar imana gelmezler. Çünkü biz onların boyunlarına kelepçeler geçirmişiz. O kelepçeler çenelerine dayanmıştır da burunları yukarı, gözleri aşağı somurtmaktadırlar.  Hem önlerinden bir sed, arkalarından bir sed çekmişiz, kendilerini sarmışızdır. Baksalar da görmezler. Onları korkutsan da korkutmasan da onlara göre birdir, inanmazlar. (Yasin )” Kafirler Allah’ı hissedemedikleri gibi Kuran’ı da anlayamazlar: “Onların içinde seni dinleyenler vardır, biz onların kalblerini, Kuran'ı anlamalarına engel oluşturacak biçimde, perdeledik, kulaklarını da sağırlaştırdık. Bu yüzden her türlü mucizeyi görseler bile ona inanmazlar. Nitekim bu kâfirler tartışmak için yanına geldiklerinde sana "Bu Kuran, eskilerin masallarından başka bir şey değildir" derler. (En’am Suresi 25)” Kâfirlerin bu bakımdan hayvandan bir farkı kalmamıştır çünkü kalplerinin bir fonksiyonu yoktur. Kâfirler kalplerinin açılması için hiçbir şeyi şerik koşmadan tevazuyla Allah’a yalvarmalı, Allah’tan başka sığınak olmadığını kabul ve itiraf etmelidir. Bir Müslüman’ın da kalbi mühürlenebilir. “Bir kimse, günah işlediği zaman kalbinde siyah bir nokta hasıl olur. Eğer tevbe ederse, o leke silinir. Tevbe etmeyip tekrar günah işlerse, o leke büyür ve kalbin tamamını kaplar; kalp, kapkara olur.[1] ” Bu hadis bize Müslüman’ın işlediği günahların onun kalbini karattığını söylüyor. Bu yüzden müminler her türlü günahtan kaçınmalı ve çokça istiğfar etmelidir. İnsanın kalbi tamamen Allah’ın elindedir, bir insan kalbini değiştirmek için trilyonlarını harcasa bile bunda başarılı olamaz. İnsan kendi kalbini bile kontrol edemeyen aciz bir mahluktur. Bir kâfir iyi ahlâklı olabilir, ancak bir kâfir iyi kalpli olamaz. Her kâfir Allah’a karşı nankör ve kibirlidir.

Akıl ve kalp arasındaki ilişkiyi kurmak pek çok insan için zordur. Örneğin Yahudilerin çoğu sırf akla önem verip maneviyata hiç önem vermedikleri için Allah’ın yolundan saptılar. Ahireti unutup dünyevi hırslarının peşinden gittiler ve hala gidiyorlar, hatta bu amaçları için her türlü yolu meşru görüp merhamet denen şeyi hayatlarından çıkardılar. Din onlar için manevi bir coşkudan öte monoton bir gelenek hâline geldi. Ne var ki akıl gerçekleri kavramak için tek başına yeterli değildir. Eğer akıl tek başına insanları gerçeğe ve doğruya ulaştırsaydı aklı olan herkesin aynı şeyi düşünüp aynı şeylere inanması gerekirdi, ancak tarih boyunca birbiri ile her konuda tamamen aynı görüşlere sahip olan iki insan var olmamıştır. Kutsal kitaplar insanların aklına rehberlik ederler; Kuran’dan bağımsız düşünmeye çalışan bir akıl kaybolur, yolunu bulamaz. Hristiyanlar ise sırf kalbe ve maneviyata önem verip aklı tamamen dışladılar ve bu da onların sapıtmalarındaki en büyük etkenlerden biri oldu. İsa (as)’a duydukları aşırı sevgiden dolayı onu ilahlaştırdılar, teslis gibi saçmasapan bir anlayışı benimsediler. Bugün bile Hristiyanların çoğu dinlerini savunmak için mantıklı bir delil üretemiyor, aklı ve bilimi dinleri için bir tehlike görüyor. Halbuki aklın yönlendirmediği bir kalp kördür. İslam bu iki anlayışı da reddeder, Müslümanların akıl ve kalp arasında bir orta yol bulması gerektiğini öğütler. “Ve işte böyle, sizi ortada yürüyen bir ümmet kıldık ki, siz bütün insanlar üzerine adalet örneği ve hakkın şahitleri olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun. (Bakara )” Sadece bireysel düzeyde değil, toplumsal düzeyde düşündüğümüzde de bu denge çok önemlidir. Batı Avrupa toplumları gibi tamamen akla önem verip milli duygularını çöpe atan toplumlar ülkelerini savunacak şevke bile sahip değillerdir ve yok olmaya mahkûmdurlar. Diğer taraftan milli duyguları aşırı yüceltip akıllarını geri plana atan toplumlar da gerçekçi olmayan hayaller peşinden gider, olayları sağlıklı ve mantıklı bir şekilde ölçüp tartamaz. Napolyon Bonapart, Adolf Hitler ve Enver Paşa bu tip liderlere güzel birer örnektir, üçü de aşırı milliyetçi duyguları yüzünden kör olmuş ve toplumlarını zararlı maceralara sürüklemişlerdir.

 

RUH

Allah, insana kendi ruhundan üflemiştir, bu yüzden insanların ruhu hayvanların ruhundan daha üstündür. Bizi hayvanlardan ayıran kalbimiz de ruhumuzun bir parçası, bir bölümüdür. Ruh hakkında detaylı açıklama yapmak mümkün değildir çünkü Allah ruh hakkında bize pek bir bilgi vermez. “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir. (İsra 85)” Ruhumuz bizden çok önce yaratılmıştır ve bedenimize girene kadar “ruhlar alemi”nde bekletilmiştir. Ruhumuz ve bedenimiz ayrılabilir. İnsan uyuduğunda ruhu bedeninden ayrılır, uyandığında ise Allah insana ruhu iade eder. İnsan öldüğünde ise ruhu bir daha dünyada bedenine geri dönmemek üzere melekler tarafından kabzedilir. Ölümle uykunun bu benzerliğinden dolayı uykuya “yarı ölüm” denir. Kabir hayatı da bir nevi uyku/rüya hâli gibidir çünkü kabir hayatında da ruh bedenden bağımsızdır. İnsan rüyasında zevk ve korku tadabilir ancak olayları mantıklı şekilde değerlendiremez; tıpkı bunun gibi kabir hayatında da ödül ve ceza tadabilir ancak kendisine olanları ve olacakları mantıklı biçimde kavrayamaz, ta ki mahşer gününe kadar. 

Ateistler ruhun nereden geldiğini açıklayamadıkları için ruhu inkâr etme yoluna gitmişlerdir. Hâlbuki ruhu inkâr eden bir insan kendi kendini inkâr ediyor gibidir. Ateistler kendilerinin sadece beyinlerindeki akımlardan ibaret olduğunu sanırlar. Maddelerin görme, işitme, hissetme gibi özellikleri yoktur; insan bu özelliklere sahip olduğuna göre demek ki sadece maddeden ibaret değildir. Mesela gözümüz etrafımızdaki ışıkları alır, onları ters bir şekilde beyne gönderir. Beynimiz bu görüntüleri yorumlar ve düzeltir. Bu görüntüleri izlemek ise ruhumuzun yaptığı bir iştir; çünkü maddelerin böyle bir becerisi yoktur. Maddeler sadece buna bir aracı olabilir.

​İnsanın sadece maddeden oluşmadığının delillerinden bir tanesi de irade sahibi olmasıdır. Maddelerin iradesi yoktur ve bütün hareketleri değişmeyen fizik kanunları tarafından belirlendiğinden deterministiktir (sonucunun ne olacağı kesindir ve herhangi bir ihtimale dayanmaz.) Mesela bir topu belli bir hızda havaya attığımızda yere kaç saniye sonra düşeceğini hesaplayabiliriz ve bu hesap hiçbir zaman yanılmaz. Ateistler insanın da tamamen maddeden müteşekkil olduğunu ve bütün hücrelerimizin deterministik fiziksel kanunlara tâbi olduğunu iddia ediyorlar. Eğer insanın beyin hücreleri de dâhil her parçasının deterministik kanunlarla yönetildiği farz edersek insanda özgür irade diye bir şeyin olmadığını kabul etmek zorunda kalırız. Hâlbuki insanda bazı şeyleri yapma dürtüsü fıtraten mevcut olsa da hiçbir dürtü insanı bir fiile zorlamaz, bir işi yapıp yapmamak insanın seçimine kalmıştır. Son zamanlarda şöhret kazanan yapay zekâ modellerini insandan ayıran özelliklerden birisi de budur: Yapay zekâ insanın aksine deterministiktir ve irade sahibi değildir. Bir robota verdiğiniz komutun ne sonuç üreteceği matematiğe dayandığından kesin olarak bilinmektedir. İnsanın davranışları ise iradeye tabi olduğundan hiçbir zaman kesin olarak bilinemez. Bu da demek oluyor ki insanı robottan ayıran en önemli şeylerden birisi de özgür iradenin kaynağı olan ruhtur.

Günümüzün en büyük ateistlerinden Richard Dawkins bir röportajında dünyaya geldiğimiz için çok şanslı olduğumuzu, çünkü insan DNA’sında neredeyse sonsuz insana yetecek kadar alan olmasına rağmen dünyaya gelen bir genetiğe sahip olduğumuzu söylemiştir.[2] Yani ona göre bizden faklı sonsuz sayıda insan yaratabilecek sonsuz sayıda DNA dizilişi varken bizim var olmamız büyük bir şanstır. Richard Dawkins’in bu iddiası “var olma”yı ne kadar çarpık bir şekilde algıladığını gösterir. Bizi biz yapan genetiğimiz değil, ruhumuzdur. Genetiğimiz sadece bizim özelliklerimizi belirler, bizi farklı bir insan yapmaz. Ben daha uzun boylu olabilirdim, daha iyi bir pratik zekâya sahip olabilirdim, daha yakışıklı olabilirdim; ama her türlü “Ben” olurdum. Herhangi bir genimin farklı olması beni farklı bir insan yapmazdı. Hemen hemen herkesin dış görünüşünde beğenmediği bir özelliği vardır. Mesela birçok insan “keşke gözlerim mavi olsaydı” diye üzülür. Peki bu insan “eğer gözlerim mavi olsaydı ben olmazdım, yerimde başka bir insan olurdu. Onun için iyi ki kahverengi gözlerim var” diye bir yargıya varabilir mi? Ben şu ana kadar böyle bir yargıyla karşılaşmadım. Benim annem bana hamile kalmadan önce düşük yapmış, o olaydan iki ay sonra tekrar hamile kalmış ve ben doğmuşum. Eğer annem düşük yapmasaydı ben hiçbir zaman doğmayacak mıydım? Bütün hayatımı bu ufacık şansa mı borçluyum? Hayır, ben yine doğardım, sadece fiziksel özelliklerim farklı olurdu.

NEFS

Nefs, en basit anlamda insanın hayvâni yönüne denir. İnsanın egosu, zevkleri, istekleri nefsin bir parçasıdır. Meleklerde nefs yoktur, bu yüzden Allah’a isyan etmezler. Nefs bir mü’minin en büyük düşmanı, İnsanın Allah ile arasındaki en büyük engeldir. İnsan isterse nefsini yenip melek seviyesine yükselir, isterse nefsinin kölesi olup hayvanın seviyesine düşer. Nefs sadece şimdiyi düşünür, bu yüzden aklın en büyük düşmanıdır. Bir insana sorsalar ki: “Ya şimdi elli sopa dayak yiyeceksin, ya da bir ay sonra yüz sopa dayak yiyeceksin. Bunların arasında seçim yap.” İnsanlar ilk başta akıllarını kullanarak 50 sopa yemeyi tercih ederler çünkü işin sonunda bu daha az zarar verir. Hâlbuki insanlar sopayı yemeye başlayınca nefs devreye girer ve insanı o andaki acıdan kurtarmak için her yolu mübah görür. İnsan sopanın acısını duyunca hemen fikir değiştirir ve yüz sopa da olsa bu cezasını bir ay sonraya ertelemeyi daha uygun görür. İşte nefsin bize yaptığı budur, bizi kontrolü altına alarak aklımıza ve kalbimize göre hareket etmemizi engeller. Çoğu zaman aklımızla nefsimizin mücadele içinde olduğunu görürüz. Örneğin sigara bağımlısı bir insan sigaranın kendisine verdiği zararın farkında olduğu hâlde ve ondan kurtulmak istemesine rağmen, nefsi sigarayı ona o kadar güzel gösterir ki insan ona ulaşmak için her şeye râzı olur.

Kalbin en büyük pisliklerinden olan “kibir” de nefsin bir ürünüdür. Bir insan, hem maddi hem manevi yönden daimâ Allah’a ihtiyacı olduğunu bilmeli ve bunu bilerek yaşamalıdır. Biz ancak kibrimizi yenersek Allah kalbimizi pisliklerden arındırır, kalbimizi İslam’a açar. Bir kâfirin bir müminden en büyük farkı kibirdir, eğer müminin kalbine kibir girerse münafıklığa doğru büyük bir adım atmış olur. Geçmişimize baktığımızda acizlik görüyoruz, bebeklik dönemimizde hiçbir ihtiyacımızı karşılayabilecek durumda değildik. Geleceğimize baktığımızda yine acizlik görüyoruz, insan yaşlandığında gücünü ve aklını kaybediyor ve yine başkalarına muhtaç duruma düşüyor. Allah hem önümüzü hem arkamızı acizlik yapmış ki kibirlenmemizin ne kadar saçma olduğunu bize göstersin. Üstüne üstlük bize her gün ölümü ve yeniden diriltmeyi hatırlatmak için her gece bizi uyutup her sabah bizi yeniden diriltiyor. Allah hayat döngümüzü bile bizim için bir ibret kılmış.

Kibrimizi yenmemiz için aslında hiçbir şeyin bize ait olmadığının, her şeyin bize Allah’ın bir emaneti olduğunun farkına varmalıyız. Vücudumuzu elde etmek için hiçbir şey yapmadık, Allah onu bize hediye etti; Vücudumuzdaki hiçbir reaksiyonu biz yapmıyoruz, Allah yapıyor. Vücudumuz bize emanet edilen bir kıyafetten başka bir şey değildir. Nasıl ki günde farklı durumlar için farklı kıyafetler giyiyorsak (yatarken pijama giyeriz, soğukta mont giyeriz, resmi bir yere giderken şık kıyafetler giyeriz…) yaşam döngümüz boyunca da Allah bize bulunduğumuz ortama uygun kıyafetler giydiriyor. Bu yüzden ahirette şu anki bedenimizi çıkarıp ahiret şartlarına uygun bir bedene gireceğiz. Aslında bu bedenlerin hiçbiri bize ait değildir, Allah’a aittir. Bir kazaya uğrayıp bir uzvumuzu kaybedersek aslında biz kendi uzvumuzu kaybetmiş olmayız, sadece Allah emanetinin bir kısmını geri almış olur. Bu bilinçte yaşadığımız sürece kibrin ve dünyadaki varlıkları sahiplenmenin ne kadar da anlamsız olduğunu idrak etmiş oluruz.

Bir misafirliğe gittiğimizde istediğimiz her şeyi yapamayız çünkü evdeki hiçbir şey bize ait değildir. Her şeyi ev sahibinden izin alarak yapmak zorunda kalırız, istesek de istemesek de ev sahibinin koyduğu kurallara uyarız.  Dünya hayatı da bir misafirliktir, sadece kısa bir süre kalacağımız bir misafirlik. Bu dünya evinin sahibi olan Allah bize bazı şeyleri yapmamızı yasaklamıştır. Bu evin sahibi Allah olduğundan bizim bu yasaklara itiraz etmemiz mümkün değildir. Allah istese her şeyi yasaklayabilirdi ve biz buna itiraz edemezdik; yine de Allah rahmeti sayesinde sadece bize zarar veren şeyleri yasaklamış, bize karşı son derece cömert davranmıştır.

Günümüzde Batı zihniyetiyle yetişen gençler İslam’ı zevkli olan her şeyi yasaklayan bir din olarak görüyor, bu yüzden kendilerine sürekli nefsani zevkler vaat eden Batı medeniyeti dururken İslami hayat tarzını benimsemekten kaçınıyorlar. Hâlbuki bedensel zevkler kısa sürelidir ve insanı hiçbir zaman tam olarak tatmin etmez, kişiye her zaman daha fazlasını istettirir. Sırf nefsani zevklerinin peşinden giderek hayatta mutlu olan bir kişi görülmüş değildir. İnsan kararlarını sadece bulunduğu andaki hissiyatına göre verir çünkü nefs şimdiki zamandan ötesini düşünmez. Bundan dolayıdır ki insan anlık hevesleri için pek çok şey feda eder, o şeyi elde ettiğinde hevesinin kaybolacağını ve o şeyin kendisi için sıradanlaşacağını hesaba katmaz, hevesinin sürekli ilk andaki gibi devam edeceğini sanır. Fiziksel zevklerde de aynı durum geçerlidir. İnsan en sevdiği yemeği yerken bile yediği ilk lokmadan aldığı zevkle son lokmadan aldığı zevk bir değildir, çünkü her lokmayla birlikte yemeğin tadına daha fazla alışacağı için yemekten aldığı zevk aldığı her lokmada azalır. İslamiyet ise insanın bir şeye olan hevesinin uzun vadede sürekli azalacağını bildiğinden insanı o şeyin peşinden gitmekten men eder çünkü uzun vadede insanın o şeyden aldığı haz o şey uğruna yaptığı fedakârlıkların yanında bir hiç olacaktır. İnsanlar bu olgunun idrakine varamadıklarından İslam’ı sürekli yasakçı bir din olarak görürler; hâlbuki İslam’ın yasakları anlık ve geçici nefsani arzuların insanın gözünü boyamasına engel olmak, insanın geçici hevesler uğruna değerinden fazla fedakârlıklar yapmasını önlemek içindir. İnsan değerlendirmelerini anlık arzularına göre yaparken İslam değerlendirmeleri uzun vade için yapar, bu yüzden İslam daha faydalı bir hayat nizamı sunar.

ŞEYTAN

Günümüzde şeytanın varlığını kanıtlamak Allah’ın varlığını kanıtlamaktan daha kolay bir hâl aldı. İnsanların yaptıkları ve inandıkları saçmalıklara bakınca bunun arkasında sevk edici bir güç olduğunu düşünmemek elde değil. “Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle başbaşa bırak. (En’am )” Allah insanları imtihan etmek için şeytanların vesveselerine ve mücadelelerine izin vermiştir. Şeytanlar ikiye ayrılır: insan şeytanlar ve cin şeytanlar. İnsanları aldatmaya çalışan kâfir cinlere de, insanları İslam dininden çevirmeye çalışan insanlara da şeytan denir. Bir hadiste insan şeytanların cin şeytanlardan daha tehlikeli olduğu bildiriliyor. Cinlerin de tıpkı insanlar gibi mü’minleri ve kâfirleri olur, biz onları göremesek de onlar bizi görüp etkileyebilirler. Şeytanların başı olan ve Hz. Âdem’e secde etmeyi reddeden İblis de bir cindir. Şeytanları mikroplara benzetebiliriz. Biyolojide “mikrop” diye ayrı bir tür olmamasına rağmen biz genellikle zararlı tek hücreli canlılara “mikrop” ismini veriyoruz; tıpkı bunun gibi “şeytan” diye ayrı bir tür olmamasına rağmen insan ve cinlerin kötü etkiye sahip olanlarına “şeytan” ismini veriyoruz. Allah, şeytana neden izin verdiğini şu ayetinde bildiriyor: “Allah, şeytanın attığı vesveseleri, kalplerinde hastalık bulunan ve kalpleri kaskatı olan kimseler için bir imtihan vesilesi yapar. Hiç şüphesiz zalimler, derin bir ayrılık içindedirler. (Hacc 53)” Bu dünya bir imtihan dünyasıdır, şeytanın varlığı bu imtihanı daha zorlu kılar. İmtihanın daha zor olması da mümin ile kâfirin daha kolay ayrışmasını sağlar.

 Diyelim ki bir gün gözünüzü açtığınızda kendinizi ıssız bir adada buldunuz. Yanınızda da üstünde sizin için gönderildiği yazan bir mektup buldunuz. O adada yapacağınız ilk iş ne olurdu? Birazcık aklı olan herkesin yapacağı ilk iş o mektubu açıp okumaktır. Aslında biz hepimiz bilmediğimiz bir hayata gözlerimizi açtık. Neden yaratıldığımızı, bu dünyaya neden gönderildiğimizi, öldükten sonra bize ne olacağını bilmiyoruz. Üstelik bize verilen merak duygusu hiçbir zaman bizi rahat bırakmıyor. Sizce yapacağımız ilk şey ne olmalı? Tabi ki de yaratıcının bize gönderdiği iddia edilen mektubu, yani Kuran’ı açıp okumak Hâlbuki günümüzde büyük çoğunluğu Müslüman olan Türkiye’de bile Kuran mealini baştan sona okuyanların oranı % 5’i geçmez. Dünyada ise bu oranın 1%’den fazla olduğunu iddia etmek hayalcilik olur. Peki bir insanın bu dünyada kendisine Allah tarafından gönderilen Kuran’ı okumaktan daha önemli hangi işi olabilir? Hayatlarında binlerce kitap okumuş olan insanlar neden Kuran okumaya üşeniyorlar? Ateistlerin çok büyük bir kısmı Kuran’ı baştan sona okumamıştır, peki bu insanlar bilmedikleri bir şey hakkında nasıl fikir sahibi oluyorlar? Günümüzde Müslümanların önemli bir kısmı beş vakit namaz kılmıyor. Acaba bir Müslüman için bu dünyada namaz kılmaktan daha önemli ne var ki Müslümanlar namazı ihmâl ediyor? Bunların hepsinde şeytanların parmağı vardır. Şeytanlar insanların zamanlarını boşa harcamaları için çabalar durur. İnsanlara yaptıkları boş işleri süslü gösterir, onları Allah yolundan alıkoyarlar. İnsanların çoğu üzerinde de başarılı oldukları inkâr edilemez.

İNSANIN YARATILIŞTAKİ ÜSTÜNLÜĞÜ

İnsan, Allah’a en çok benzeyen mahluk olduğu için diğer yaratılmışlardan daha üstündür, Allah insanı manevi olarak kendi suretinde yaratmıştır. Allah’ın birçok sıfatı insanda tecelli eder. İnsan, peygamberimizin de dediği gibi hiçbir zaman –ahiret hayatı da dahil- Allah’ı hakkıyla kavrayamayacaktır. Sürekli iki boyutta yaşayan bir varlık üçüncü boyutu nasıl hayal edemezse biz de Allah’ı öyle hayal edemeyiz. Eğer Allah’ın zâtını kavrayabilseydik “Allah” olmanın bir anlamı ve değeri kalmazdı. Ama yine de Allah’ın bu kâinattaki ve bizim üzerimizdeki tecellilerinden onun hakkında fikir sahibi olabiliriz. Allah’ın sıfatları insanda kusurlu olarak tecelli eder, çünkü tek kusursuz olan Allah’tır. Allah hayat sıfatına sahiptir ve bütün hayatın kaynağıdır; Allah yaşamak için hiçbir şeye ve hiçbir kimseye ihtiyaç duymaz, bu yüzden Allah’ın hayatı insanın hayatından çok üstündür. Allah ilim sahibidir ve bilmediği hiçbir şey yoktur, insan da diğer canlılardan farklı olarak yeni şeyler öğrenebildiği için Allah’ın ilim sıfatı insanda tecelli etmiştir. İnsan da Allah gibi dilediğini yapma özgürlüğüne (iradeye) sahiptir. Ancak insanın gücü her şeye yetmeyeceğinden bu özgürlüğü de sınırlıdır. İnsan elini, kolunu, bacağını oynatmak için önemli bir çaba sarf etmez; onu hareket ettirmeyi dilemesi onun hareket etmesi için yeterlidir. Allah da,“Bir şeyi dilediği zaman, O'nun buyruğu sadece, o şeye 'Ol' demektir, hemen olur. (Yasin 82)” Yani Allah bu kâinatı bizim vücudumuzu kontrol ettiğimiz gibi kontrol edebilir, bu onun için zor değildir. Eğer bizim de irademiz olmasaydı (Allah’ın bu sıfatı bizde tecelli etmeseydi) Allah’ın bu sonsuz iradesini kavrayabilmemiz imkânsız olurdu. Allah her şeyi görür ve işitir, insanın ise görmesi ve işitmesi dış faktörlere bağlıdır. Allah “yaratma” sıfatına sahiptir ve her şeyi yoktan var etmiştir. İnsan da var olan maddeden yeni şeyler üretebilen tek canlıdır, bu gösteriyor ki Allah’ın “yaratma” sıfatı insanda da tecelli etmiştir. Allah “kelam” sıfatına sahiptir, harf ve sese ihtiyaç duymadan konuşabilir. Allah insana da konuşmayı öğretmiştir ve insan konuşabilen tek canlı türüdür. Allah’ın bu sıfatı da insanda tecelli etmiştir.

Allah Kuran’da, “Biz insanı en güzel biçimde yarattık. (Tin 4)” diyor. İnsanın bedeni de yaratılış amacına son derece uygundur. Mesela insanın konuşabilmesi üstün bir biçimde yaratılışının ürünüdür. Bir insanın konuşabilmesi için uygun bir yapıdaki dile, gırtlağa, ses tellerine, akciğere, diyaframa, iş görebilen bir işitme sistemine, damağa, dudaklara, bunları kontrol edebilen bir beyin ile beyinde konuşmayla ilgili özel bölgelere ve mantıklı düşünmeye ihtiyaç vardır. İnsanın elleri de hayvanlarınkinden çok farklıdır, başta yazı yazma ve hassas işleri yapabilme olmak üzere birçok şeye uygun olarak yaratılmıştır. Eğer hayvanlar bizim kadar akıllı olsalardı bile elleri ve denge mekanizmaları uygun olmadığı için yazı yazamazlardı. İnsan doksan derece dik duran tek canlıdır; bunun da elleriyle yaptığı her şeyi (yazı yazmayı, inşaat yapmayı, masa başında yapılan aktiviteleri) kolaylaştırdığı açıktır. Allah, insanı hâyâ sahibi yaratmıştır ve ona tesettürlü olmayı emretmiştir, Allah bu yüzden insanı kıyafet giymeye de uygun yaratmıştır. Örneğin insan diğer memeliler gibi kıllı olsaydı özellikle sıcak havalarda giyinmesi bir işkence olurdu çünkü kıllar bir nevi bizi sıcak tutan kıyafet görevi görür; soğuk havalarda ise kıllar soğuktan koruyacağı için kıyafet giymeyi gerekli görmez, dini inancı olmayan insanlar çırılçıplak dolaşırlardı ki bu toplumun hayâsı için olumsuz olurdu. İnsan dik durmasaydı kıyafet giymesi çok zorlaşırdı. İnsanın kuyruğu olsaydı veya maymunlar da dâhil diğer çoğu plasentalı memelide olduğu gibi kemikli bir penise sahip olsaydı kıyafet giymesi zor olurdu, cinsel organın belli olması hayâ açısından da münasip olmazdı. İnsan her yönüyle giyinmeye uygun ve muhtaç yaratılmıştır. Allah insana hemen hemen hiçbir hayvanda olmayan derecede terleme özelliği vermiştir ki bu sıcak havalarda insanın vücut sıcaklığını düşürmesini sağlar. İnsanın birçok hayvandan farklı olarak hem et ile hem de ot ile beslenen (hepçil) bir canlı olması da bu dünyadaki nimetlerden fazlasıyla istifade etmesine vesile olur. Mesela etçil olsaydık bitkilerin ve meyvelerin lezzetinden mahrum olurduk. Gördüğümüz gibi insanın her organı yaratılış amacına uygundur.

İnsanın dış görünüş olarak hayvana benzemesinin, fiziksel olarak hayvanlardan çok da farklı olmamasının hikmetleri de vardır. Bunun belki de en önemlisi hayvanların bedenini ve organlarını inceleyerek, hayvanlar üzerinde deneyler yaparak insanların vücudunu daha iyi anlayabilmektir. Araştırma yapmak için ölü insanların cesedini parçalamak veya canlı insanlar üzerinde deneyler yapmak hoş karşılanmayacağı için tarih boyunca bu tip işlemler hayvanlar üzerinde yapılmış; hayvanlardan alınan sonuçların insanlara da aynı şekilde hitap ettiği kabul edilmiştir. Eğer insan vücudu hayvanlarınkinden çok farklı olsaydı böyle bir imkân ortadan kalkardı.

Aynı zamanda insan da dâhil bütün hayvanların birbirine benzemesi onların tek bir yaratıcı tarafından yaratıldığını kanıtlar. İnsanlar hayvanlardan çok farklı bir yapıya sahip olsaydı insanın farklı bir tanrı tarafından yaratıldığı iddia edilebilirdi, ancak insan da dâhil bütün hayvanların aynı hücre-doku-sistem yapısına sahip olması onların aynı sanatkâr tarafından yaratıldığını gösterir. Evrim teorisi bütün canlıların aynı kökten geldiğini iddia eder. Bu doğru bir iddiadır, ancak bu ortak kök Allah’tan başka bir şey değildir. Canlı veya cansız bütün yaratılmışların kökeni Allah’tır. Farklı canlı türleri arasındaki bütün benzerlikler tevhidin birer mührüdür, bütün bu benzerlikler “bizim yaratıcımız bir” diye haykırmaktadır.

İnsanın vücudundaki her bir uzuv yaratıcının mührünü taşır. Nasıl bir Cumhurbaşkanın mührü boş bir kâğıdı bile çok önemli hâle getiriyorsa Allah’ın onlarca mührünü taşıyan insan da aslında pek kıymetli bir mahlûktur, eşref-i mahlûkattır. Asırlar öncesine ait antika bir eşya günümüzde yüzbinlerce lira değerindedir, ancak bu antika eşyanın hurdacı nezdinde küçük bir demir parçasında öte bir değeri yoktur. Böyle bir antika eşyaya sahip olan bir insan bunu büyük bir para karşılığı müzeye satacağına küçücük bir para karşılığında hurdacıya satsa bu ahmaklığın en âlâsı olmaz mı? Her tarafında Allah’ın mührünü taşıyan insan da bu açıdan çok değerlidir ve kendisine verilen uzuvları Allah’a kulluk yolunda kullansa melekleri bile geçecek kadar yükselebilir. Lakin bu uzuvları Allah’a kulluk yerine anlık ve geçici zevklerin peşinden giderek kullansa tıpkı antik eşyasını hurdacıya satan ahmak gibi küçücük bir menfaat uğruna kocaman bir potansiyeli heba eder. Bu ahmakça ticareti yapan insanlar Allah’ın insan üzerindeki mühürlerini göremediklerinden insan olmanın değerini idrak edememiş, insana ancak hurdacı cihetiyle bakan insanlardır.

 

 

[1] Tirmizi

[2] FFreeThinker. "The Comfort Of Religion And The Purpose Of Life."YouTube. YouTube, 05 Oct. Web. 30 June

 

4- İNSANI HAYVANDAN AYIRAN ÖZELLİKLER

 “Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu ce­hen­nem için yarattık. Onların kalbleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat on­larla görmez­ler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmez­ler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.”[1]

  Cenab-ı Hak bütün varlıkları, sınırsız ilmi ve kudretiyle hari­ka bir şekilde yaratmıştır. Allah (c.c.)’ın bu mucize ilmi ve kudreti, bütün varlıklar içerisinde özellikle canlılarda; canlılar içerinde de özellikle hayvanlarda ve insanlarda açık ve net bir şekilde gö­rünmektedir.

  Hayvan ve insan dediğimiz bu iki varlık, yaratılış yönüyle ve bazı özellikleriyle birbirlerine çok benzerler. Onları birbirinden ayıran özellikler, Cenab-ı Hak tarafından onların ruh alemlerine yer­leştirilmiştir. Kendi ruh alemini çözemeyen bir insan, hayatı­nın gayesini de anlayamadığı için, insani hayat felsefesinden uzak; hayvani bir yaşam sergiler. Mesela; hayatın, sadece bu dün­ya hayatından ibaret olduğunu zanneder; hayattaki tüm ça­bası dünya lezzetlerini tatmak içindir ve artık bundan sonra­sını hiçlik, yani yokluk olarak görür. Bu haldeki bir insan, başı­boş ve çaresiz bir varlık olmakla birlikte, yalnızca et ve kemikten oluşan bir madde yığınıdır. Hayvandan tek farkı ise konuşuyor olma­sıdır.[2]

 Fakat aslında işin hakikati de böyle değildir. İnsan ile hayvan arasında çok büyük farklılıklar vardır. Bunlardan bazıları şunlar­dır:

 Cenab-ı Hak sonsuz gücü ve kudretiyle bir tek şeyden çok şeyleri yaptığı ve onunla çok vazifeleri gördür­düğü, hatta bir sayfada bin kitabı yazdırdığı gibi, insanı da, bu varlık alemin­deki

diğer bütün canlılar içerisinde özellikle hayvanlara karşı, en anlayışlı ve en kapsamlı varlık olarak yaratmıştır.

 İnsan, sahip olduğu üstün duygu ve yete­nekleriyle tek ba­şına kainattaki bütün varlıkları temsil eder. İşte bu insanı hay­vandan ayıran ve hatta onu hayvanlara karşı üstün kılan bir özel­liktir ki, insan bütün canlıların tesbihlerini ve zikirlerini anlar.

Yani insan; kendi konuşmalarını anladığı gibi, iman kulağıyla diğer bütün varlıkların tesbihlerini de anlar. Bundan anlıyo­ruz ki, her şey sağır bir adam gibi yalnız kendi söylediklerini anlı­yorken, insan; bütün varlıkların kendilerine has dilleriyle söyle­dikleri zikirleri ve tesbihleri de anlar. Buna dayanarak diyebiliriz ki; bütün varlıkların değeri kendilerine göre olduğu için çok küçük ve azdır. İnsanın değeri ise, diğer bütün varlıklarla ilgili olup, onların fonksiyonlarını da kendinde gösterebildiği için çok büyük ve çok geniştir.

Mesela; bir güvercinin değeri, Allah (c.c.)’ın katında, güvercin kadardır. Çünkü güvercin sadece Allah (c.c.)’ın ona verdiği güvercinlik görevini ve güvercinlere ait ibadetleri yapmaktadır. Bunun dışında ilim öğrenmek, tefekkür etmek, alemi araştır­mak, top­lumun ıslahı için çalışmak, dil ile, kalp ile, beden ile ve mal ile ibadet yapmak gibi geniş vazifeleri yoktur. Bu vazifelerin sahibi insan­dır. İnsan hem güvercinlerin, hem bütün kuşların, hem bütün hayvanların, hem bütün canlıların ve hem de bütün varlıkların çalışmalarına ortak olduğu gibi kainattaki çalışma­sıyla da Allah(c.c.)’ın katında bütün varlıkları temsil etmektedir. Bu yüzden insanın değeri; kainattaki bütün varlıklardan büyük ve yüksektir. Bir insan; bir kişi, bir şahıs iken, varlılardan bir cemaat gibidir.

 İnsanlardaki, hayvanlardan farklı olan başka bir özellik de Al­lah (c.c.)’ın, onun kuvve-i şeheviye[3], kuvve-i akliye[4] ve kuvve-i gada-biye[5] denilen kuvvelerine ve hislerine, yaratı­lışı yönüyle bir sınır koyma-mış; serbest bırakmış ol­masıdır. Hay­vanların kuvveleri ve hisleri ise sınırlıdır.

 Evet insandaki kuvveler Allah (c.c.)’ın iradesiyle sınır­landırılmamıştır. Bu yüzden insanın her bir kuvvesi sı­nırsız mesafelerde gezer, sonsuzluğa kadar gider. Bununla birlikte insan Allah (c.c.)’ın güzel isimlerinin, üzerine yansıdığı bir ayna gibi olduğu için kuvvelerine ve hislerine de sınırsız yetenekler verilmiştir. Mesela, insan, kuvve-i şeheviye yönüyle, bütün dünya içindeki­lerle birlikte ona verilse, hırs ile ‘Daha yok mu?’ diyecek kadar açgözlü, kendi men­faatine zarar gelmemesi için, binlerce kişi­nin zararını vicdanına kabul ettirecek kadar bencil ve zalim bir varlıktır. Kuvve-i akliye yönüyle kainatın kendi başına olduğunu düşünüp, yaratıcıyı inkar edecek kadar asi; kuvve-i gadabiye yönüyle, dünyada kendinden zayıf olan insanlara hayatı ve dün­yayı zehir edecek kadar gaddar bir varlıktır. İşte dünyadan bu haldeki birçok fravunlar, nemrutlar, şeddatlar gelip, geçmiştir. Hala da böyle insanlar dünyada hüküm sürmektedirler. Ayrıca dünyada bu kuvvelerini hak yoluna yönelten bir çok alim, hu­kukçu, doktor ve yöneticiler de bulunmaktadır. Evet insan bunlar gibi hem kötü ahlakta, hem de güzel ahlakta sınırsız bir şekilde ilerleyebilir öyle ki; kötü ahlakta ilerleyip, bencil, zalim ve gaddar bir Ebu Cehil derecesine de düşebilir; güzel ahlakta yükselip, Hz. Ebu Bekir (r.a.) gibi sıddıklar (doğrular) mertebe­sine de çıkabilir.

 İnsanları hayvanlardan farklı kılan diğer bir özellik de; insanların, hayvanların aksine; hayatları için gerekli olan her şeye karşı cahil olmalarıdır.

 İnsan, dünyada, hayatı için her şeyi öğrenmeye mecburdur.

Hayvanların durumu ise böyle değildir. Bir hayvan daha dün­yaya geldiği andan itibaren az şeye muhtaçtır ve muhtaç ol­duğu şeyleri ve tüm hayat şartlarını da bir-iki ay, belki bi-iki gün, hatta biriki saat gibi kısa bir sürede hemen öğrenir. Hay­vanlar sanki başka bir alemde olgunlaşıp, dünyadaki görevlerini öğ­renip, daha sonra bu aleme gelmiş gibidirler. İnsan ise çok farklıdır. Bir-iki senede ancak ayağa kalkar, on beş senede an­cak kar ve zararını öğrenir, yirmi senede ancak yaşam gücünü kazanır. Bütün bu hallerinde de insan, hep yanında bulunan birilerine muhtaçtır.

  Bundan anlıyoruz ki, insanın dünyadaki gerçek gö­revi, öğrenerek olgunlaşmaktır. Ve hep birilerine muhtaç olduğu için dua ile isteyerek kulluk yapmaktır. Hayvanın gerçek vazifesi ise yeteneklerine göre çalışmaktır. Mesela, yük taşımaya yeteneği olan bir hayvan yük taşır, süt verme yeteneği olan bir hayvan süt verir, bazı hayvanların derisinden ve yünlerinden insanlar için el­bise yapılır, bazı hayvanlar insanlara sırf besin kaynağı olmalarak yenmek için yaratılmıştır vs… Hayvanların ilim öğ­renmek, dua etmek, tefekkür etmek, doğruyu-yanlışı ayırt et­mek gibi vazifeleri yoktur. Onlar sadece insana hayatı kolaylaş­tırmak için yaratılıp, insanın emri altına verilen düşünmeden yaşayan acizane varlıklardır. İşte insan ile hayvanın bir farkı da burada ortaya çıkmaktadır ki; o da hayvanla­rın düşünmemesi­dir. Akıllarını başka şeylere rabtedip, hayatın acıla­rını, hüzünle­rini ve sıkıntılarını görmezden gelmeye çalışan insanlar, aslında bir yerde, akıllarını atıp, hayvan olmaya çalışan ruhsuz varlıklar­dır. Mesela; malını-mülkünü ya da yakın akrabalarını kaybeden birinin, acılarını unutmak ve onları düşünmemek için kendini alkole vermesi gibi… Fakat şunu unutmamak gerekir ki, insan düşünmeden yaşayamaz. Geçmiş zamanın üzüntüleri ve sıkın­tıları her zaman için insana acı verir. Geleceğin endişesi de aynı şekilde insanı sıkan başka bir düşüncedir. İnsan geçmişin ve geleceğin kıskacından asla kendini kurtaramaz. İçinde bulun­duğu zaman ise, insanı çevreleyen zaman üçgeninin bir başka boyutudur. Ne zaman ki kaçıp kurtulmayı denese, zaman yine bir ahtapot gibi bütün bedenini ve ruhunu sarar. Hz. Ebu Hureyre’den nakledilen bir hadis-i şerifte şöyle anlatılır:

“Hz. Peygamber (a.s.m.) bir gün, yere çubukla kare biçiminde bir şekil çizdi. Sonra bunun ortasına bir hat çekti, onun dışında da bir hat çizdi. Sonra bu hattın orta­sından itiba­ren o ortadaki hatta dayanan bir kısım küçük çizgiler attı. Rasulullah (a.s.m.)  bu çizgilerini şöyle açıkladı: ‘Şu çizgi in­sandır, şu onu saran kare çizgisi de onun emelidir. (Bu emel çizgisini kesen) şu küçük çizgiler de musibetlerdir. Bu musi­bet oku yolunu şaşırarak insana değmese bile, diğer biri de­ğer. Bu da değmezse ecel oku değer.’ ”

 İşte insan için, bir hayvan olmak da o ka­dar kolay bir mevzu değildir. Çünkü hayvanlarda ne geçmişin üzün­tüsü, ne geleceğin endişesi, ne sonsuz emeller, ne de onu çe­peçevre kuşatan bir ecel korkusu yoktur. O, bulunduğu zama­nın lezzetini, gerçekten hakiki bir lezzet olarak tadar ve gerisini unutur…

 İnsanı hayvandan ayıran bir başka husus ta şudur ki; insanın fertleri arasında şekil itibarıyla çok az farklı­lıklar olmasına kar­şı­lık ruh ve maneviyat itibarıyla dağlar kadar farklılıklar vardır.

Mesela; herkesin iki eli, bir ağzı, iki gözü, bir midesi, bir kalbi vs. olduğu halde bir kişinin sevdiği bir yemeği başka biri sev­meyebilir.

Birinin ilgi duyduğu bir sanat dalı, başka birinin ilgisini çek­meyebilir. Birinin savunduğu bir düşünceyi, başka biri yanlış bulabilir…

Ancak hayvanlar böyle değildir. Onlarda şekil itibarıyla çok farklılıklar bulunduğu halde ruh itibarıyla bü­tün hayvanlar eşit­tir. Mesela; bir balık ile kuş şekilleri yönüyle görünüşte çok farklı varlıklar olmalarına rağmen, ruhen eşittirler. Çünkü hay­vanların ruhları yetenekleri yönünden sınırlandırıldığı için ge­nişleyemezler. Bu yüzden hayvanalrın en küçüğünün ruhu ile en büyüğünün ruhu aynı fonksiyonu gösterir, bu yüzden eşittirler. Mesela; bir deve ile karıncanın ruhu, sadece kendilerine has görevlerini yaptıkları için eşittir. İnsanın ruhu daha önce de bahsettiğimiz gibi serbesttir, istediği uzaklığa gidebilir, istediği fikrin peşinden koşabilir, istediği düşünceyi kabul edebilir, iste­diği inancı sahiplenebilir. Bu sebeple insandaki benlik duygusu da çok çabuk beslenip, hemencecik kendini gösterebilir. Böyle olduğu takdirde insan, nemrutlar, fravunlar gibi o kadar alçalır ki, değeri zerreye eşit olur. Fakat kulluk yoluna girip, benliğini o yönde erittiği tak­dirde, o kadar yüselir ki iki cihanın güneşi olur. –HZ. MUHAMMED (A.S.M.) GİBİ -

 “Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşıma­yanların durumu, kitaplar yüklü eşeğin du­rumu gibidir.” [6]

 

 

 


 

 

 

 



İnsanı İnsan Yapan Özellikler

İNSANI İNSAN YAPAN ÖZELLİKLER

(Kalp &#; Dinleme &#; Görme)

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

الَّذِي أَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ وَبَدَأَ خَلْقَ الْإِنْسَانِ مِنْ طِينٍ. ثُمَّ جَعَلَ نَسْلَهُ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ مَاءٍ مَهِينٍ. ثُمَّ سَوَّاهُ وَنَفَخَ فِيهِ مِنْ رُوحِهِ وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ وَالْأَفْئِدَةَ قَلِيلًا مَا تَشْكُرُونَ.

Yarattığı her şeyi güzel yaratan ve o insanı (Âdem’i) yaratmaya çamurdan başlayan O’dur. Sonra onun soyunu bir özden; zayıf bir sudan yaratmıştır. Sonra organlarını tamamlamış ve ona ruhundan  üflemiş; (böylece) size dinleme, ileri görüşlü olma (basiret) yeteneği ve gönüller  vermiştir. Görevlerinizi ne kadar az yapımonash.pw 32/) İnsan genellikle, düşünen veya konuşan canlı diye tarif edilir. Buna bağlı olarak akıl, insan ile hayvanı ayıran en önemli varlık sayılır. Hâlbuki Kur’ân’da kuşların ve karıncaların konuşmalarına ve akıllarını kullanarak yaptıkları değerlendirmelere yer verilir. Yukarıdaki âyetler, insanı diğer canlılardan ayıran temel farkın, kulaklar, gözler ve gönüllerde aranması gerektiğini bildirir. Karıncalar ve kuşlarla ilgili âyetler şunlardır:

وَحُشِرَ لِسُلَيْمَانَ جُنُودُهُ مِنَ الْجِنِّ وَالْإِنْسِ وَالطَّيْرِ فَهُمْ يُوزَعُونَ. حَتَّى إِذَا أَتَوْا عَلَى وَادِ النَّمْلِ قَالَتْ نَمْلَةٌ يَا أَيُّهَا النَّمْلُ ادْخُلُوا مَسَاكِنَكُمْ لَا يَحْطِمَنَّكُمْ سُلَيْمَانُ وَجُنُودُهُ وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ. فَتَبَسَّمَ ضَاحِكًا مِنْ قَوْلِهَا وَقَالَ رَبِّ أَوْزِعْنِي أَنْ أَشْكُرَ نِعْمَتَكَ الَّتِي أَنْعَمْتَ عَلَيَّ وَعَلَى وَالِدَيَّ وَأَنْ أَعْمَلَ صَالِحًا تَرْضَاهُ وَأَدْخِلْنِي بِرَحْمَتِكَ فِي عِبَادِكَ الصَّالِحِينَ. وَتَفَقَّدَ الطَّيْرَ فَقَالَ مَا لِيَ لَا أَرَى الْهُدْهُدَ أَمْ كَانَ مِنَ الْغَائِبِينَ. لَأُعَذِّبَنَّهُ عَذَابًا شَدِيدًا أَوْ لَأَذْبَحَنَّهُ أَوْ لَيَأْتِيَنِّي بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ. فَمَكَثَ غَيْرَ بَعِيدٍ فَقَالَ أَحَطتُ بِمَا لَمْ تُحِطْ بِهِ وَجِئْتُكَ مِنْ سَبَإٍ بِنَبَإٍ يَقِينٍ إِنِّي وَجَدْتُ امْرَأَةً تَمْلِكُهُمْ وَأُوتِيَتْ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ وَلَهَا عَرْشٌ عَظِيمٌ. وَجَدْتُهَا وَقَوْمَهَا يَسْجُدُونَ لِلشَّمْسِ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ أَعْمَالَهُمْ فَصَدَّهُمْ عَنِ السَّبِيلِ فَهُمْ لَا يَهْتَدُونَ. أَلَّا يَسْجُدُوا لِلَّهِ الَّذِي يُخْرِجُ الْخَبْءَ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَيَعْلَمُ مَا تُخْفُونَ وَمَا تُعْلِنُونَ. اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ. قَالَ سَنَنْظُرُ أَصَدَقْتَ أَمْ كُنْتَ مِنَ الْكَاذِبِينَ. اذْهَبْ بِكِتَابِي هَذَا فَأَلْقِهِ إِلَيْهِمْ ثُمَّ تَوَلَّ عَنْهُمْ فَانْظُرْ مَاذَا يَرْجِعُونَ. قَالَتْ يَا أَيُّهَا الْمَلَأُ إِنِّي أُلْقِيَ إِلَيَّ كِتَابٌ كَرِيمٌ. إِنَّهُ مِنْ سُلَيْمَانَ وَإِنَّهُ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ. أَلَّا تَعْلُوا عَلَيَّ وَأْتُونِي مُسْلِمِينَ. قَالَتْ يَا أَيُّهَا الْمَلَأُ أَفْتُونِي فِي أَمْرِي مَا كُنْتُ قَاطِعَةً أَمْرًا حَتَّى تَشْهَدُونِ.

Süleyman’ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan olan ordusu, bölük bölük sevkedilmişmonash.pwınca vadisine vardılar. Bir dişi karınca dedi ki “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin ki Süleyman ve orduları farkına varmadan sizi ezmesinler.” Karıncanın sözünden dolayı tebessüm etti. “Sahibim, bana ve ana babama ettiğin iyilikten ötürü görevlerimi yerine getirme fırsatı ver. Senin razı olacağın iyi işler yapayım. İkramınla beni iyiler arasına kat.” Süleyman kuşları teftiş etti. “Neden Hüdhüd’ü göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı?” dedi. “Ona ağır bir ceza vereceğim veya keseceğim. Ya da bana, haklılığını gösteren açık bir delil getirir!” . Çok geçmeden Hüdhüd çıkageldi ve dedi ki “Senin yeterince bilmediğin bir şeyi tam olarak öğrendim. Sana Sebe’den dosdoğru bir haber getirdim. . Orada bir kadına rastladım; onları egemenliği altına almış ve ona her şeyden verilmiş; büyük bir tahtı da var. . Baktım ki hem o kadın hem de halkı, Allah ile aralarına Güneşi koymuş, ona secde ediyorlar. Şeytan yaptıklarını güzel göstermiş ve onları yoldan çıkarmış. Onlarda doğru şeyler yapmımonash.pw göklerde ve yerdeki bütün gizlileri ortaya çıkaran Allah’a secde etmeleri gerekmez mi? O, gizlediklerini de bilir, açığa vurduklarını da. Allah; O’ndan başka ilah yoktur. Büyük yönetimin (arşın) sahibidir.” . Süleyman dedi ki “Bakacağız, doğru mu söylüyorsun yoksa yalancılardan mısın? . Şu mektubumu götür, onlara bırak, sonra kenara çekil de bekle, bakalım ne cevap verecekler.” . Kraliçe dedi ki “Ey ileri gelenler! Bana değerli bir mektup bırakıldı. . Süleyman’dan geliyor, ‘İyiliği sonsuz, ikramı bol Allah’ın adıyla’ diye başlıyor. . ‘Bana karşı diklenmeyin, teslim olarak bana gelin’ diyor.” “Ey ileri gelenler! Bu işimde bana sağlam bir görüş bildirin. Sizlerle görüşmeden hiçbir işe karar vermem.” (Neml 27/) Bu âyetlerde, kuşun ve karıncanın akıllıca yaptıkları konuşmalar ve değerlendirmeler vardır. Bütün âyetler incelenince insanı hayvandan ayıran temel farkın akıl olmadığı anlaşılır. İlgili âyetlerden biri şudur:

وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيرًا مِنَ الْجِنِّ وَالْإِنْسِ لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آَذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَا أُولَئِكَ كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُولَئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ.

“Cinlerden ve insanlardan birçoğunu gerçekten Cehennem için yaşatmış,  beslemiş  olduk . Kalpleri vardır onunla anlamazlar ; gözleri vardır onunla görmezler ; kulakları vardır onunla dinlemezler . Onlar en’âm (koyun,keçi, sığır ve deve) gibidirler. Hayır! Daha da düşüktürler. Ne yaptıklarının farkında bile olmayanlar  onlardır.  (A’raf 7/) Karşılaştırmanın bütün hayvan çeşitleriyle değil de en’âm denen koyun, sığır ve deveyle yapılması ve görmezlik edip kâfir olanların daha düşük durumda olduklarının bildirilmesi önemlidir. Bu gibi insanlar kargaya benzetildikleri için En’âm’dan düşüğü karga olduğu anlaşılmaktadır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

وَمَثَلُ الَّذِينَ كَفَرُوا كَمَثَلِ الَّذِي يَنْعِقُ بِمَا لَا يَسْمَعُ إِلَّا دُعَاءً وَنِدَاءً صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَعْقِلُونَ.

“Kâfirlik edip gerçekleri görmezlikten gelenler, kavramadığı sese karşı öten karga gibidirler; kavradığı sadece bağırtı ve çağırtıdır.  Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Onlar akıllarını kullanmazlar.” (Bakara 2/) En’âmın da kalbi vardır ama bu kalp, kanı vücuda pompalama dışında bir iş yapmaz. İnsanın kalbi, aynı zamanda bir karar organı, vücudun ana kumanda merkezidir. Akıl, doğruları tespit eder. Kalp, menfaatlerin, beklentilerin ve özentilerin etkisiyle onları ya kabul veya reddeder. Akıl, kalbin yanında bir danışman gibidir. Kalp, akla uygun karar vermeyince onu kullanmamış olur. İmanın, kalp ile tasdik şartına bağlanması bunu gösterir. Yoksa nebilerin söylediklerinin doğru olduğunu hiçbir akıl inkâr edemez. Kur’ân’ın sürekli akla vurgu yapması bundandır. Nitekim Firavun, Musa’nın elçiliğini kabul etmemişti ama aklı, onun Allah’ın elçisi olduğundan emindi. İlgili âyetler şöyledir:

فَلَمَّا جَاءَتْهُمْ اٰيَاتُنَا مُبْصِرَةً قَالُوا هَذَا سِحْرٌ مُبِينٌ وَجَحَدُوا بِهَا وَاسْتَيْقَنَتْهَا أَنْفُسُهُمْ ظُلْمًا وَعُلُوًّا.

“Her şeyi açıkça gösteren belgelerimiz onlara gelince: “Bunlar açık büyüdür” dediler.. İçlerinde en küçük şüphe olmadığı halde yanlış yapmalarından ve büyüklenmelerinden dolayı onları, bile bile inkar ettiler. Bak bakalım, o bozguncuların sonu ne oldu.(Neml 27/) Cehennemlikleri anlatan aşağıdaki âyetler, onların bu suçu, bile bile işlediklerini gösterir.

وَلِلَّذِينَ كَفَرُوا بِرَبِّهِمْ عَذَابُ جَهَنَّمَ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ. إِذَا أُلْقُوا فِيهَا سَمِعُوا لَهَا شَهِيقًا وَهِيَ تَفُورُ. تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ كُلَّمَا أُلْقِيَ فِيهَا فَوْجٌ سَأَلَهُمْ خَزَنَتُهَا أَلَمْ يَأْتِكُمْ نَذِيرٌ. قَالُوا بَلَى قَدْ جَاءَنَا نَذِيرٌ فَكَذَّبْنَا وَقُلْنَا مَا نَزَّلَ اللَّهُ مِنْ شَيْءٍ إِنْ أَنْتُمْ إِلَّا فِي ضَلَالٍ كَبِيرٍ. وَقَالُوا لَوْ كُنَّا نَسْمَعُ أَوْ نَعْقِلُ مَا كُنَّا فِي أَصْحَابِ السَّعِيرِ. فَاعْتَرَفُوا بِذَنْبِهِمْ فَسُحْقًا لِأَصْحَابِ السَّعِيرِ.

Sahiplerini görmezlikten gelenler için cehennem azabı vardır. Ne kötü hale gelmektir o! Oraya atıldıkları sırada, alevler saçarken cehennemin çektiği havanın  uğultusunu işitirler. Sanki öfkesinden çatlayacak gibidir. Her bir bölük Cehenneme atılırken bekçiler onlara: “Size bir uyarıcı gelmedi mi?” diye sorarlar.  “Evet” derler, “Bize uyarıcı geldi ama biz yalana sarıldık, onlara: Allah hiç bir şey indirmemiştir, siz büyük bir sapkınlık içindesiniz” dedik. “Keşke söz dinleseydik ya da aklımızı kullansaydık, şimdi bu alevli ateşin ahalisi içinde olmazdık” derler. Böylece suçlarını itiraf ederler. O alevli ateş ahalisi için bundan sonrası tam bir perişanlıktır. (Mülk 67/) En’âm’da göz vardır, ama basiret yoktur. Âyetler basirete vurgu yapar. Basiret, baktığı şeyi kavramadır. Eğer en’âm yani koyun sığır ve deve, elinde bıçakla gelen kişinin kendini keseceğini kavrasaydı neler olurdu? Yanındaki ineğin kesildiğini gören bir boğa, hiçbir şey olmamış gibi otlamaya devam eder miydi? Ama insanlar, bir katilin elini kolunu sallayarak dolaşmasına razı olmazlar. İşitme, duyduğu sesleri sınıflandırıp anlamını kavramadır. En’âm’da bu da yoktur. Yukarıda ana karıncanın uyarısı ve hüdhüd kuşunun değerlendirmesi, onların insan gibi işitme ve basiret sahibi olduklarını gösterir. Ama onlarda hayatlarına yön çizecek karar merkezi durumundaki kalp yoktur. Bu açıdan, en’âm ile aynı konumdadırlar. İnsan farklıdır; o, duyularıyla elde ettiği bilgilere göre hayatına yön verir. Önünde iki yol vardır; ya doğrulara uyacak, ya da doğruları kendine uyduracaktır. Eğer bir düşünce ve anlayışa esir olmuşsa hür karar veremez. Evrensel doğruların yerini kendi doğruları veya bağlı olduğu cemaatin doğruları alır. Asıl körlük ve sağırlık budur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَا أَوْ آَذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَا فَإِنَّهَا لَا تَعْمَى الْأَبْصَارُ وَلَكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ.

Böyle yerleri gezip dolaşmadılar mı ki düşünecek kalpleri ve dinleyecek kulakları olsun. Gözler kör olmaz ama onların göğüslerindeki kalpleri kör olur. (Hac 22/46) Gözler ve kulaklar kalbin danışmanıdır. Göz doğruları görür, kulak doğruları işitir ama, kalp bunları dikkate almayabilir. O zaman görmenin ve işitmenin bir faydası olmaz. Hatta kalp, doğruları görmeye ve işitmeye tahammül edemez hale de gelebilir. Asıl vurgunun, işitmeye ve görmeye değil kalbe yapılması ve imanın kalp ile tasdik olması bundandır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

أَوَلَمْ يَهْدِ لِلَّذِينَ يَرِثُونَ الْأَرْضَ مِنْ بَعْدِ أَهْلِهَا أَنْ لَوْ نَشَاءُ أَصَبْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْ وَنَطْبَعُ عَلَى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ.

“Eski sahiplerinden sonra o yerlere mirasçı olanlar şunu göremediler mi ki tercih etseydik onları günahları yüzünden yakalardık ve kalpleri üzerinde yeni bir yapı oluştururduk. Artık onlar dinleyemezlerdi”  (A’raf 7/) Demek ki, insanı hayvandan ayıran asıl özellik onun konuşması, duyması veya düşünmesi değildir. Duyu organlarıyla elde ettiği bilgileri değerlendirerek hayatına yön verecek durumda olmasıdır. Ama hür karar verme özelliğini kaybeden, insan olma özelliğini de kaybeder. O, yaptığı yanlışın farkında olduğu için doğruların baskısı altında kalır. İnsanda görülen bunalım, huzursuzluk veya tersi duygular, kalbinin doğru veya yanlış kararlarıyla ilgilidir. Bu sebeple çevreyi, insandan başka kimse bozamaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ أَيْدِي النَّاسِ لِيُذِيقَهُمْ بَعْضَ الَّذِي عَمِلُوا لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ.

“İnsanların, kendi elleriyle yaptıkları şeyler yüzünden karada ve denizde bozulmalar olur. Bu, ettiklerinin bir kısmını bulsunlar diyedir; bakarsın vazgeçerler”.  (Rum 30/41) Kendi doğrularına uyup fitne ve fesat çıkarmak nasıl insana has ise evrensel doğrulara canı pahasına sahip çıkma da insana hastır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يُعْجِبُكَ قَوْلُهُ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيُشْهِدُ اللَّهَ عَلَى مَا فِي قَلْبِهِ وَهُوَ أَلَدُّ الْخِصَامِ وَإِذَا تَوَلَّى سَعَى فِي الْأَرْضِ لِيُفْسِدَ فِيهَا وَيُهْلِكَ الْحَرْثَ وَالنَّسْلَ وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ الْفَسَادَ. وَإِذَا قِيلَ لَهُ اتَّقِ اللَّهَ أَخَذَتْهُ الْعِزَّةُ بِالْإِثْمِ فَحَسْبُهُ جَهَنَّمُ وَلَبِئْسَ الْمِهَادُ. وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَشْرِي نَفْسَهُ ابْتِغَاءَ مَرْضَاةِ اللَّهِ وَاللَّهُ رَءُوفٌ بِالْعِبَادِ.

“İnsanlardan öylesi var ki dünya hayatıyla ilgili sözleri seni hayran bırakır. İçinde olana da Allah’ı şahit tutar ama aslında o, yaman bir düşmandır. Eline fırsat geçince tabiatı bozmaya, kaynakları ve nesilleri etkisizleştirmeye[*] çalışır. Allah tabii düzenin (tabiatın) bozulmasını istemez.  Ona: &#;Allah&#;tan çekin!&#; denince günahıyla övünmeye başlar. Onun hakkından cehennem gelir. Ne kötü yataktır o! İnsanlardan öylesi de var ki Allah’ın rızasını kazanmak için canını verir. Allah böyle kullarına karşı çok şefkatlidir. (Bakara 2/) Bütün bu bilgiler ışığında insan şöyle tarif edilebilir: “İnsan, duyu organlarıyla elde ettiği bilgileri değerlendirip davranışlarını değiştirebilen canlıdır.”

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır