kargalar meclisi ciltli / Kargalar Meclisi (Ciltli) (Leigh Bardugo) Fiyatı, Yorumları, Satın Al - monash.pw

Kargalar Meclisi Ciltli

kargalar meclisi ciltli

Kargalar Meclisi
monash.pw
İntikam duygusuyla yanıp tutuşan bir mahkûm Bahis düşkünü bir keskin nişancı Ayrıcalıklı hayatını geçmişte bırakan bir kaçak Hayalet ismiyle tanınan bir casus Hayatta kalmak için sihir kullanan bir cellat Ve hepsini bir araya getiren kaçış uzmanı bir hırsız 6 Tehlikeli serseri 1 Imkânsiz görev Bu ekip büyük bir felaketi önleyebilecek tek seçenek, tabii önce birbirlerini yok etmezlerse. "Kargalar Meclisi, elinizden bırakmak istemeyeceğiniz, nadir bulunan kitaplardan. Bir çırpıda çevirdiğiniz sayfalarda karakterlerin sıradaki hamlelerini öğrenmek için sabırsızlanacaksınız." – Michael Dante DiMartino, "Avatar: Son Hava Bükücü" ile "Avatar: Korra Efsanesi" ortak yapımcılarından
  • Açıklama
    • İntikam duygusuyla yanıp tutuşan bir mahkûm Bahis düşkünü bir keskin nişancı Ayrıcalıklı hayatını geçmişte bırakan bir kaçak Hayalet ismiyle tanınan bir casus Hayatta kalmak için sihir kullanan bir cellat Ve hepsini bir araya getiren kaçış uzmanı bir hırsız 6 Tehlikeli serseri 1 Imkânsiz görev Bu ekip büyük bir felaketi önleyebilecek tek seçenek, tabii önce birbirlerini yok etmezlerse. "Kargalar Meclisi, elinizden bırakmak istemeyeceğiniz, nadir bulunan kitaplardan. Bir çırpıda çevirdiğiniz sayfalarda karakterlerin sıradaki hamlelerini öğrenmek için sabırsızlanacaksınız." – Michael Dante DiMartino, "Avatar: Son Hava Bükücü" ile "Avatar: Korra Efsanesi" ortak yapımcılarından
  • Yorumlar
      © monash.pw Tüm hakları saklıdır.
      Z

      EAmESLjlTlAni

      KERÇH,

      KPPRySU1
      Kay te ’y e,
      gizli silah, beklenmedik dost
      GRISHA
      İKİNCİ O R D U ’N U N ASK ERLERİ
      Y Ü C E B İL İM L E R İN USTALAR I

      0ORPORALKİ
      (CANLILAR VE ÖLÜLER SINIFI)
      Cellatlar
      Şifacılar

      d)ETHEREALKİ
      (ELCİLER SINIFI)
      Rüzgârın Hâkimleri A teşin Hâkimleri
      Dalgaların Hâkim leri

      JVJ/VTERİALKİ
      (FABRİKATÖRLER SINIFI)
      Durast
      A lkem i
      1. KISIM

      KARANLIK
      Ç > o

      ' "f

      İŞLER

      4
      J o o s t’un iki sorunu vardı: ay ve bıyığı.
      Aslında Hoede hanesinde devriye gezmesi gerekiyordu.
      Fakat son on beş dakikadır bahçelerin güneydoğu duvarında do­
      lanıyor, A nya’ya söyleyebileceği zekice ve romantik laflar düşü­
      nüyordu.
      A nya’nın gözleri keşke deniz mavisi ya da zümrüt yeşili ol­
      saydı. Fakat kahverengiydi; sevecen, hayalperest erimiş çikolata
      kahverengisi? Tavşan tüyü kahverengisi?
      “Ona teninin ay ışığı gibi olduğunu söyleyiver,” demişti Jo-
      ost’un arkadaşı Pieter. “Kızlar bu tarz şeylere bayılır.”
      Bu, kusursuz bir çözümdü ama Ketterdam havasının yar­
      dımcı olduğu söylenemezdi. O gün limanda hiçbir esinti yoktu.
      Bunun yanı sıra kentin kanallarını ve çarpık ara sokaklarını gri süt
      renginde bir sis kaplamıştı. Burada, Geldstraat’ın köşkleri arasında
      bile havada kesif bir balık ve sintine suyu kokusu vardı. Ayrıca
      kentin dış adalarındaki rafinerilerden yükselen duman, gece gö­
      ğünü tuzlu bir pusla lekelemişti. Dolunay, bir mücevherden ziyade
      Leigh Bardugo

      patlatılması gereken bir kabarcığa benziyordu.


      Belki Anya’nm gülüşüne iltifat edebilirdi. Tek sorun, onun
      güldüğünü hiç duymamış olmasıydı. Espri yapmayı beceremezdi.
      Joost evden yan bahçeye açılan çift kanatlı kapılara yerleştiril­
      miş cam panellerden birindeki yansımasına baktı. Annesi haklıydı.
      Yeni üniformasıyla bile bir bebek gibi görünüyordu. Parmağını usul­
      ca üstdudağında gezdirdi. Ah, bıyıkları bir uzasaydı. Düne göre ke­
      sinlikle daha serttiler.
      Stadwateh'takı işine başlayalı altı haftadan az olmuştu. Um­
      duğu heyecanı bulamamıştı. Fıçı’daki hırsızlan kovalayacağını ya
      da limanlarda devriye gezeceğini, rıhtımlara yanaşan gemilerin yük­
      lerine ilk bakanlardan olacağını sanıyordu. Fakat Ticaret Konseyi,
      o büyükelçinin belediye binasında suikasta kurban gitmesinden bu
      yana güvenlikten dert yanmaktaydı. Peki, Joost ne yapıyordu? Ta­
      lihli bir tüccarın evinin etrafında daireler çizip duruyordu. Fakat bu
      tüccar sıradan bir tüccar değildi. Konsey üyesi Hoede, Ketterdam
      hükümetinde neredeyse en yüksek mevkide bulunuyordu. Kendi­
      sinden büyük işler bekleniyordu.
      Ceketini ve tüfeğini düzelten Joost kalçasındaki copuna ha­
      fifçe vurdu. Belki Hoede onu severdi. Keskin bakışlı ve eli çabuk,
      derdi Hoede. Bu adam bir terfıyi hak ediyor.
      “Komiser Muavini Joost Van Poel,” diye fısıldadı, kelimele­
      rin sesinin keyfini çıkararak. “Komiser Joost Van Poel.”
      “Kendine hayran hayran bakmayı kes.”
      Henk ve Rutger yan bahçeye girerlerken aniden dönen Joost’un
      yanakları kıpkırmızı kesildi. Henk ve Rutger, Joost’tan yaşça daha
      büyük, daha iri ve daha geniş omuzluydular. Ayrıca ev muhafızları,
      Konsey üyesi Hoede’nin özel hizmetkârlarıydılar. Bu da demek olu­
      yordu ki soluk yeşil üniforma giyinip Novyi Zem’den gelen gösterişli
      lüfekler taşıyorlardı. Joost’a sıradan bir kent muhafızı olduğunu da
      her daim hatırlatıyorlardı.

      16
      Kargalar Meclisi

      “O ufak tüyler okşamakla uzamaz,” dedi Rutger abartılı bir


      kahkahayla.
      Joost temkini elden bırakmamaya çalıştı. “Devriyemi bitir­
      mem gerek.”
      Rutger, Henk’i dirseğiyle dürttü. “Abayı yaktığı o kıza bak­
      mak için kafasını Grisha atölyesinden içeri sokacak yani.”
      “Ah, Anya, Grisha sihrini kullanarak şu bıyıklarımı uzatsan
      olmaz mı?” diye alay etti Henk.
      Yanakları alev alev olan Joost topuklan üzerinde dönerek evin
      doğu tarafına doğru yürüdü. Geldiğinden beri onunla dalga geçiyor­
      lardı. Anya olmasaydı muhtemelen amirinden onu başka bir yere
      atamasını rica ederdi. Joost devriyelerinde Anya’yla sadece bir iki
      kelam edebilmişti ama yine de Anya, gecesinin en güzel kısmıydı.
      Ayrıca itiraf etmeliydi ki Hoede’nin evini de pencerelerden
      içeri atabildiği birkaç bakışı da seviyordu şimdi. Hoede, Geldstra-
      at’taki en şatafatlı köşklerden birine sahipti. Yerler parıldayan
      siyah beyaz kare taşlarla döşenmişti. Işıldayan koyu renk ahşap
      duvarlar tekne tavanlara yakın, denizanası gibi dalgalanan üfleme
      camdan şamdanlarla aydınlatılıyordu. Joost bazen buranın kendi
      evi, kendisinin de harikulade bahçesinde yürüyüşe çıkmış varlıklı
      bir tüccar olduğunu hayal ederdi.
      Köşeyi dönmeden önce derin bir nefes aldı. Anya, gözlerin
      ağaç kabuğu gibi kahverengi? Bir şeyler düşünecekti. Olayları akı­
      şına bırakmakta daha başarılıydı zaten.
      Grisha atölyesinin cam panelli kapılarının açık olduğunu gö­
      rünce şaşırdı. H oede’nin zenginliği, mutfaktaki elle boyanmış
      mavi fayanslar ya da üzerinde lalelerin yer aldığı şömine rafların­
      dan ziyade, bu atölyede gözler önüne seriliyordu. Grisha çalışan­
      ları oldukça masraflıydılar; Hoede’nin emrindeyse tam üç Grisha
      çalışıyordu.
      Fakat Yuri, uzun çalışma masasının başında oturmuyordu.
      Leigh Bardugo

      Anya da görünürlerde yoktu. Sadece koyu mavi cübbesiyle bir


      sandalyeye yayılmış Retvenko oradaydı. Göğsünde bir kitap vardı
      ve gözleri kapalıydı.
      Joost kapıda oyalandıktan sonra boğazını temizledi. “Bu ka­
      pıların geceleri kapalı ve kilitli olması gerekir.”
      “Evin içi fırın gibi,” dedi Retvenko gözlerini açmadan. Ravka
      aksam belirgindi. “Hoede’ye, terlemediğimde kapıları kapataca­
      ğımı söylersin.”
      Diğer Grisha çalışanlarından yaşlı olan Retvenko, bir Rüz­
      gârın Hâkimi’ydi. Saçları gümüş rengiydi. Söylentilere göre Ravka
      içsavaşında mağlup tarafta mücadele etmiş ve savaşın ardından
      K erch’e kaçmıştı.
      “Şikâyetlerini Konsey üyesi Hoede’ye seve seve iletirim,”
      diye yalan söyledi Joost. Hoede’nin kömür yakma zorunluluğu
      varmış gibi evin içi sürekli aşırı sıcak olurdu fakat Joost bunu ona
      aktaran kişi olmayacaktı. “O zamana d e k ”
      “Yuri’den haber var mı?” diye araya girdi Retvenko nihayet
      ağır gözkapaklarım kaldırarak.
      Joost çalışma masasının üzerindeki kırmızı üzüm kâselerine
      ve kırmızı kadife yığınlarına huzursuzlukla baktı. Yuri, Bayan
      Hoede için meyvelerin renklerini perdelere akıtmakla meşguldü
      ancak birkaç gün önce fena halde hastalanmıştı. Joost o zamandan
      beri onu görmemişti. Kadifenin üzerinde toz birikmeye, üzümler
      de bozulmaya başlamıştı.
      “Hiçbir bilgim yok.”
      “Hiçbir bilgin olmayacak tabii. Aptal mor üniformanla sağda
      solda dolaşmaktan başka bir şey yaptığın yok çünkü.”
      Üniformasının nesi vardı ki? Hem Retvenko niye burada
      olmak zorundaydı ki? O, Hoede’nin kişisel Rüzgârın Hâkimiydi.
      Çoğunlukla tüccarın en kıymetli kargolarıyla seyahat ederek ge­
      milerin sağ salim ve olabildiğince çabuk bir şekilde limana ulaş­

      18 ^
      Kargalar Meclisi

      masını sağlayacak elverişli rüzgârlar çıkmasını sağlardı. Neden


      şimdi denizde olamıyordu ki sanki?
      “Yuri karantinaya alınmış olabilir bence.”
      “Aman ne yardımcı oldun,” dedi Retvenko sırıtarak. “M e­
      raklı kazlar gibi kafanı uzatmayı kesebilirsin,” diye ekledi. “Anya
      burada değil.”
      Joost yine kızardığını hissetti. “Nerede peki?” diye sordu se­
      sine otorite yüklemeye çalışarak. “Hava karardıktan sonra içeride
      olması gerekir.”
      “Bir saat önce Hoede onu aldı. Tıpkı Yuri’yi alıp götürdüğü
      akşamki gibi.”
      “Yuri’yi alıp götürdü derken ne demek istiyorsun? Yuri has­
      talanmıştı.”
      “Hoede, Yuri’yi alıp götürmüştü ve Yuri hasta dönmüştü. İki
      gün sonra, Yuri sırra kadem bastı. Şimdi de Anya ortalarda yok.”
      Sırra kadem bastı?
      “Belki acil bir durum vardı. Belki birilerinin iyileştirilmesi
      gerekiyordu”
      “Önce Yuri, şimdi de Anya. Sırada ben varım. Ve zavallı
      Memur Joost dışında bunu fark eden kimse olmayacak. Git şimdi.”
      “Eğer Konsey üyesi Hoede.
      Retvenko kolunu kaldırınca bir rüzgâr Joost’u geriye doğru
      itti. Dengesini sağlamaya çalışan Joost, kapı çerçevesine tutundu.
      “Sana git dedim.” Retvenko havada bir daire çizdi. Kapı gü­
      rültüyle kapandı. Joost ellerini tam zamanında çekerek parmakla­
      rının parçalanmasını engelledi ve yan bahçeye düştü.
      Olabildiğince hızlı bir şekilde ayağa kalkıp üniformasındaki
      çamuru temizledi. Utançtan kamı kasıldı. Darbenin şiddetiyle ka­
      pıdaki cam panellerden biri çatlamıştı. Joost Rüzgârın Hâkim i’nin
      çatlaktan sırıttığını gördü.
      Joost mahvolan camı göstererek, “Bunun ücreti maaşından

      19
      Leigh Bardugo

      kesilecek,” dedi. Sesinin bu kadar küçük ve önemsiz çıkmasından


      nefret etti.
      Retvenko elini sallayınca kapı, menteşelerinde titredi. Joost
      gayriihtiyari geriledi.
      Retvenko, “Devriyene geri dön, küçük muhafız,” diye ses­
      lendi.
      “Fena değil,” diye kıs kıs güldü bahçe duvanna yaslanan Rutger.
      Ne zamandan beri orada duruyordu? “Beni takip etmekten
      başka yapacak bir işin yok mu senin?” diye sordu Joost.
      “Bütün muhafızlar kayıkhaneye gidecek. Sen de dahil. Yoksa
      arkadaş edinmekle mi meşgulsün?”
      “Ondan sadece kapıyı kapatmasını istemiştim.”
      Rutger başını iki yana salladı. “Onlara ricada bulunmayacak­
      sın. Emredeceksin. Onlar hizmetkâr. Onur konukları değil.”
      Mahcubiyetten midesi bulanan Joost, Rutger’in yanında yü­
      rümeye başladı. İşin en kötü yanıysa R utger’in haklı olmasıydı.
      Retvenko’nun onunla o şekilde konuşmaya hakkı yoktu. İyi ama
      Joost’un ne yapması gerekiyordu? Bir Rüzgârın Hâkimi’yle kav­
      gaya tutuşacak yüreği olsaydı bile, bunun pahalı bir vazoyla ka­
      pışmaktan bir farkı olmazdı. Grishalar yalnızca birer hizmetkâr
      değillerdi. Hoede onlara çok kıymet veriyordu.
      Sahi, Retvenko, Yuri ile Anya’nın alınıp götürülmeleriyle il­
      gili ne demek istemişti? A nya’yı koruyor muydu acaba? Grisha
      çalışanlarının evde tutulmalarının geçerli bir sebebi vardı. Sokak­
      larda korumasız dolaşmak çok riskliydi. Bir köle tacirince kaçırı-
      labilirler ve bir daha da onlardan haber alınmayabilirdi. Belki de
      biriyle buluşuyordur, diye düşündü Joost sefilce.
      Kanala bakan kayıkhanedeki ışık ve hareketlilik, düşüncele­
      rini böldü. Kanalın karşı tarafındaki diğer tüccar evlerini bütün
      haşmetleriyle görebiliyordu. Yüksek ve zariftiler. Çatılarındaki
      üçgen biçimli damları gece göğünde koyu renk birer siluetten iba­

      20 ^
      Kargalar Meclisi

      retti. Bahçeleri ve kayıkhaneleri ışıl ışıl fenerlerle aydınlatılmıştı.


      Birkaç hafta önce, Joost’a Hoede’nin kayıkhanesinin tadilat­
      tan geçirileceği ve orayı devriyesinden çıkarması söylenmişti.
      Fakat o ve Rutger içeri girdiklerinde ne boya ne de iskele gördüler.
      Gondollar ve kürekleri duvar diplerine itilmişti. Deniz yeşili üni­
      formalı diğer m uhafızlar oradaydılar. Joost morlar içindeki iki
      stadwatch muhafızını tanıdı. Ne var ki devasa bir dolap, içerinin
      büyük bölümünü kaplıyordu. Güçlendirilmiş çelikten yapılmış gibi
      görünen bir nevi bağımsız bir hücreydi bu. Kaynak yerleri, per­
      çinlerle sımsıkı tutturulmuş, duvarlarından birine kocaman bir
      pencere yerleştirilmişti. Camdan bakan Joost içeride bir masanın
      başında, kırmızı ipeklerini sımsıkı tutan bir kızın oturduğunu gö­
      rebiliyordu. Kızın arkasında stadwatch muhafızı, esas duruşta bek­
      liyordu.
      Anya, diye fark etti Joost irkilerek. Büyük kahverengi gözle­
      rinde korku vardı. Cildi soluktu. Karşısında oturan ufak tefek
      çocuk ondan daha çok korkmuş görünüyordu. Saçları uykudan
      kalkmış gibi dağınık olan bu çocuk, sandalyeden sarkıttığı bacak­
      larıyla tedirgince havayı tekmeliyordu.
      “Neden bütün muhafızlar?” diye sordu Joost. Kayıkhanede
      ondan fazla muhafız toplanmıştı. Konsey üyesi Hoede de ora­
      daydı. Yanında Joost’un tanımadığı bir tüccar daha vardı. İkisi de
      tüccar karaları giymişti. Stadwatch'un komiseriyle konuştuklarını
      gören Joost vücudunu dikleştirdi. Bahçede üniformasına bulaşan
      bütün çamurları çıkarmış olduğunu ümit etti. “Bu da ne böyle?”
      Rutger omuz silkti. “Kimin umurunda? İstisnai bir durum.”
      Joost tekrar camdan içeri baktı. Gözlerini Joost’a dikmiş An-
      ya’nın bakışları dalgındı. Joost, Hoede’nin köşküne ilk geldiğinde
      Anya, yanağındaki bir morluğu iyileştirmişti. Mühim bir şey de­
      ğildi. Bir talim sırasında yüzüne aldığı darbeden geriye kalan sarı-
      yeşil izdi. Fakat görünüşe bakılırsa bu izi fark eden Hoede,

      21
      Leigh Bardugo

      m uhafızlarının eşkıya gibi görünmelerini istemiyordu. Joost,


      Grisha atölyesine gönderilmişti. Kışın son günlerini yaşadıkları o
      gün Anya onu güneşin vurduğu parlak bir alanda oturtmuştu.
      Soğuk parmaklarını teninin üzerinde gezdirmiş ve yaşattığı kor­
      kunç kaşıntı hissine rağmen, birkaç saniye sonra morluğu tama­
      men yok etmişti.
      Joost teşekkür ettiğinde Anya gülümsemiş ve Joost kendin­
      den geçmişti. Durumunun umutsuz vaka olduğunu biliyordu. Anya
      ona ilgi duyuyor olsaydı bile onu Hoede’den satın alacak parası
      yoktu. Ayrıca H oede’nin emri olmadan asla evlenmezdi. Fakat
      bütün bunlar Joost’u onu görmeye gitmekten ya da ona küçük he­
      diyeler vermekten alıkoymamıştı. Anya hediyeler içinde en çok
      Kerch haritasını beğenmişti. Bu tuhaf haritada ada ülkelerinin et­
      rafını, Gerçek D eniz’de yüzen denizkızları ve tombul yanaklı
      adamlar olarak tasvir edilen rüzgârların sürüklediği gemiler çev­
      relemişti. Doğu Çıtası’nda turistlerin satın aldığı türden ucuz bir
      armağandı fakat A nya’yı mutlu etmiş gibiydi.
      Şimdi Joost onu selamlamak için elini kaldırdı. Anya hiçbir
      lepki vermedi.
      “Seni göremez, geri zekâlı,” diye güldü Rutger. “Camın diğer
      tarafında ayna var.”
      Joost’un yanakları al al oldu. “Nereden bilebilirdim ki?”
      “Bir kez olsun gözlerini aç ve dikkat et.”
      Önce Yuri, şimdi de Anya. “Neden bir Grisha şifacısına ihti­
      yaçları var? O çocuk yaralı mı?”
      “Bana iyi göründü.”
      Komiser ve Hoede bir tür uzlaşıya varmış gibi görünüyorlardı.
      Joost, camdan H oede’nin hücreye girdiğini ve cesaretlendi­
      rici bir şekilde, hafifçe çocuğun sırtına vurduğunu gördü. Hücrede
      menfezler olmalıydı zira H oede’nin, “Cesur davranırsan birkaç
      kruge kazanabilirsin,” dediğini duydu. Ardından benekli eliyle An-

      22 ^
      Kargalar Meclisi

      ya’nın çenesini kavradı. Anya gerilirken Joost’un midesi kasıldı.


      Hoede, Anya’nın kafasını hafif sarstı. “Sana söylenenleri yaparsan
      bu iş hemen biter,ya?”
      Anya gergince gülümsedi. “Elbette, efendim.”
      Hoede, A nya’nın arkasındaki muhafıza birkaç kelime fısıl­
      dadıktan sonra hücreden çıktı. Kapı büyük bir gürültüyle kapandı.
      Hoede ağır bir kilit taktı.
      Hoede ve diğer tüccar, neredeyse Joost’la R utger’in tam
      önünde yerlerini aldılar.
      Joost’un tanımadığı tüccar, “Bunun akıllıca olduğundan emin
      misin? Bu kız bir Corporalki. Fabrikatörüne olanlardan sonra”
      dedi.
      “Retvenko olsaydı endişelenirdim ama Anya mülayimdir. Bir
      Şifacı. Saldırgan eğilimli değildir.”
      “Peki, dozu düşürdün mü?”
      “Evet, ama Fabrikatör’dekiyle aynı sonuçları elde edersek
      Konsey’in zararımı karşılayacağı konusunda anlaştık, değil mi?
      Benden o masrafı üstlenmemi bekleyemezler.”
      Tüccar başıyla onaylayınca Hoede komisere işareti verdi.
      “Başlayın.”
      Fabrikatördekiyle aynı sonuçlar. Retvenko, Yuri’nin ortadan
      kaybolduğunu iddia etmişti. Bunu mu kastetmişti acaba?
      “Çavuş,” dedi komiser, “hazır mısın?”
      Hücrenin içindeki muhafız, “Evet, efendim,” diye yanıt verdi.
      Bıçağını çekti.
      Joost güçlükle yutkundu.
      “İlk test,” dedi komiser.
      Muhafız öne doğru eğilerek çocuğa gömleğinin kolunu sıyır­
      masını söyledi. Emre itaat eden çocuk kolunu uzattı. Diğer elinin
      başparmağım ağzına soktu. Bunun için fazla büyük, diye düşündü
      Joost. Fakat çocuk çok korkmuş olmalıydı. Joost neredeyse on dör­
      Leigh Bardugo

      düne kadar oyuncak ayısıyla uyumuş, bu nedenle de ağabeyleri


      onunla acımasızca alay etmişti.
      “Birazcık acıyacak,” dedi muhafız.
      Yuvarlak gözlü çocuk, başparmağını ağzında tutarak başını
      salladı.
      “Bu gerçekten hiç gerekli değil” dedi Anya.
      “Sessizlik, lütfen,” dedi Hoede.
      Muhafız, çocuğa hafifçe vurduktan sonra önkolunda kıpkır­
      mızı bir kesik açtı. Çocuk anında ağlamaya başladı.
      Anya sandalyesinden doğrulmaya çalıştı ama muhafız elini
      kararlılıkla omzuna koydu.
      “Sorun değil, Çavuş,” dedi Hoede. “Bırak da onu iyileştirsin.”
      Çocuğun elini nazikçe tutan Anya öne doğru eğildi. “Şşşt,”
      dedi usulca. “Yardım etmeme izin ver.”
      “Acıyacak mı?” diye yutkundu çocuk.
      Anya gülümsedi. “Hiç acımayacak. Sadece biraz kaşınacak.
      Hatırım için hareket etmemeye çalış, olur m u?”
      Joost biraz daha öne eğilmiş olduğunu fark etti. Anya’yı daha
      önce birini iyileştirirken hiç görmemişti.
      Yeninden bir mendil çıkaran Anya çocuğun koluna dağılan kam
      sildi. Sonra parmaklarını özenle çocuğun yarasının üzerinde gezdirdi.
      Deri yavaş yavaş birleşip eski haline gelirken Joost hayretle izledi.
      Birkaç dakika sonra çocuk sırıtarak kolunu uzattı. Biraz kır­
      mızı görünmesi dışında pürüzsüzdü, geride hiçbir iz kalmamıştı.
      “Bu sihir miydi?”
      Anya çocuğun burnuna hafifçe vurdu. “Bir bakıma. Biraz
      sargı bezi ve zamanla kendi vücudunun yarattığı sihirden farksız.”
      Çocuk neredeyse hayal kırıklığına uğramış gibiydi.
      “Güzel, güzel,” dedi Hoede sabırsızca. “Şimdi de parem .”
      Joost kaşlarını çattı. O kelimeyi hiç duymamıştı.
      Komiser, çavuşa işaret etti. “İkinci aşama.”

      24 ^
      Kargalar Meclisi

      Çavuş, çocuğa tekrar, “Kolunu uzat,” dedi.


      Çocuk kafasını iki yana salladı. “O kısımdan hoşlanmıyorum.”
      “Uzat şu kolunu.”
      Çocuğun altdudağı titriyordu ama kolunu uzattı. Muhafız,
      kolu bir kez daha kesti. Ardından Anya’nın önüne, masanın üstüne
      parafinli kâğıttan bir zarf koydu.
      Hoede, Anya’ya, “Zarfın içindekileri yut,” dedi.
      “O ne?” diye sordu sesi titreyen Anya.
      “Orası seni ilgilendirmez.”
      “O ne?” diye tekrarladı.
      “Ölümcül bir şey değil. İlacın etkilerini değerlendirmek için
      senden bazı basit görevleri yerine getirmeni isteyeceğiz. Çavuş,
      yalnızca söylenenleri yapmanı, bunların dışına çıkmamanı sağla­
      mak için orada. Anlaşıldı mı?”
      Anya’nın çenesi kasıldı ama başını salladı.
      “Sana kimse zarar verm eyecek,” dedi Hoede. “Ama sakın
      unutma, çavuşu incitirsen o hücreden katiyen çıkamazsın. Kapılar
      dışarıdan kilitli.”
      “O şey ne?” diye fısıldadı Joost.
      “Bilmiyorum,” dedi Rutger.
      “Ne biliyorsun ki?” diye homurdandı Joost.
      “Ağzımı kapalı tutmayı.”
      Joost kaşlarını çattı.
      Anya titreyen elleriyle minik zarfı alıp açtı.
      “Devam et,” dedi Hoede.
      Başını geriye yatırıp tozu yuttu. Bir an oturduğu yerde, du­
      daklarını birbirine bastırmış bir şekilde bekledi.
      “Bu sadecejurda mı?” diye sordu umutla. Joost da öyle umu­
      yordu. Jurdanm korkulacak bir tarafı yoktu. Stadwatch,taki her­
      kesin geç saatlerdeki nöbetlerde tetikte kalmak için çiğnediği bir
      uyarıcıydı.

      25 ^
      Leigh Bardugo

      “Tadı nasıl?” diye sordu Hoede.


      “Jurda gibi ama daha tatlı..
      Anya aniden soluk aldı. Elleri masayı kavradı. Gözbebekleri
      o kadar büyüdü ki gözleri neredeyse kapkara göründü. “Ahhh,”
      dedi iç geçirerek. Neredeyse mırlamıştı.
      Muhafız omzunu biraz daha sıktı.
      “Nasıl hissediyorsun?”
      Anya aynaya bakıp gülümsedi. Beyaz dişlerinin arasından
      çıkan dili pas rengiydi. Joost ürperdi.
      “Tıpkı Fabrikatör’deki gibi,” diye mırıldandı tüccar.
      “Çocuğu iyileştir,” diye buyurdu Hoede.
      Anya neredeyse kibirli bir hareketle elini salladı. Çocuğun
      kolundaki kesik anında kapandı. Derisinin üzerindeki kan, kırmızı
      damlacıklar halinde kısa süreliğine havalandıktan sonra ortadan
      kayboldu. Çocuğun derisi tamamen pürüzsüz görünüyordu. Kan­
      dan ya da morluktan eser yoktu. Çocuk gülümsedi. “Bu kesinlikle
      sihirdi.”
      “Sihir hissi veriyor,” dedi o tuhaf tebessümüyle.
      “Ona dokunmadı,” dedi hayretler içindeki komiser.
      “Anya,” dedi Hoede. “Beni dikkatle dinle. Şimdi muhafıza
      ikinci testi uygulamasını söyleyeceğiz.”
      “Mmm,” diye vızıldadı Anya.
      “Çavuş,” dedi Hoede. “Çocuğun başparmağını kes.”
      Çocuk çığlık atıp tekrar ağlamaya başladı. Ellerini, korumak
      için bacaklarının altına kıstırdı.
      Bunu durdurmalıyım, diye düşündü Joost. Anya ’y ı ve çocuğu
      korumanın bir yolunu bulmalıyım. İyi ama ya sonra? O bir hiçti.
      Stadwatch'ta yeniydi, bu evde yeniydi. Dahası, utançla fark etti,
      işimi kaybetmek istemiyorum.
      Gülümseyen Anya, çavuşa bakabilmek için başını geriye ya­
      tırdı. “Cama ateş et.”

      26 ^
      Kargalar Meclisi

      “Ne dedi o?” diye sordu tüccar.


      “Çavuş!” diye gürledi komiser.
      “Cama ateş et,” diye tekrarladı Anya. Çavuşun yüzü gevşedi.
      Uzaktan gelen bir ezgiyi dinliyormuşçasına başını yana yatırdı.
      Sonra tüfeğini alıp gözlem penceresine nişan aldı.
      “Eğilin!” diye bağırdı biri.
      Joost kendini yere attı. Silah sesleri kulaklarını doldurdu. Sır­
      tının ve ellerinin üzerine cam parçaları yağarken kafasını kolladı.
      Düşünceleri panikli bir patırtıdan ibaretti. Zihni inkâr etmeye ça­
      lışsa da az önce ne gördüğünü biliyordu. Anya, çavuşa cama ateş
      etmesini emretmişti. Cama ateş ettirmişti. Fakat bu olamazdı.
      Grisha Corporalkileri insan bedeninde uzmandılar. Kalbinizi dur­
      durabilir, solunumunuzu yavaşlatabilir, kemiklerinizi kırabilirlerdi
      ama kafanızın içine giremezlerdi.
      Bir an sessizlik oldu. Sonra diğer herkesle birlikte ayağa kalkan
      Joost tüfeğine uzandı. Hoede ve komiser aynı anda bağırdılar.
      “Etkisiz hale getirin onu!”
      “Vurun onu!”
      “Onun değeri ne kadar biliyor musun sen?” dedi Hoede. “Biri
      onu etkisiz hale getirsin! Sakın ateş etmeyin!”
      Anya ellerini kaldırdı ve kırmızı yenleri etrafa yayıldı.
      “Durun,” dedi.
      Joost’un telaşı yok oldu. Korkmuş olduğunu biliyordu ama
      korkusu geri plandaydı. İçi heyecanla dolmuştu. Ne olacağından
      ya da ne zaman olacağından emin değildi. Tek bildiği, bir şeylerin
      olacağı ve buna hazırlıklı olması gerektiğiydi. İyi de olabilirdi kötü
      de. Umurunda değildi. Yüreğinde kaygı ve istek yoktu. Hiçbir şey
      istemiyor, hiçbir şeye özlem duymuyordu. Zihni sessiz, soluğu dü­
      zenliydi. Tek yapması gereken beklemekti.
      Anya’nın doğrulup küçük çocuğu aldığını gördü. Ona usulca
      bir Ravka ninnisi söylediğini duydu.
      Leigh Bardugo

      “Kapıyı aç ve içeri gel, Hoede,” dedi Anya. Joost sözcükleri


      duydu. Onları anladı, sonra unuttu.
      Hoede kapıya doğru yürüyüp kilidi açtı. Çelik hücreye girdi.
      Anya gülümseyerek, “Söylenenleri yaparsan bu iş hemen
      biter,ya?” diye mırıldandı. Gözleri siyah ve dipsiz birer havuzdu.
      Cildi yanıyor, parlıyor, göz kamaştırıyordu. Joost’un aklına bir
      fikir düştü; ay kadar güzel.
      Anya çocuğu diğer koluna aldı. “Sakın bakma,” diye mırıl­
      dandı çocuğun saçlarına. “Şimdi,” dedi Hoede’ye. “Bıçağı al.”

      28 ^
      ız Brekker’in bir nedene ihtiyacı yoktu. Ketterdam sokak­
      larında, Fıçı olarak bilinen zevk mıntıkasının karanlık ara sokakla­
      rında, taverna ve kahve evlerinde fısıldanan kelimeler bunlardı.
      Kirlieller adını verdikleri çocuğun, -birinin bacağını kırmak, bir it­
      tifakı bitirmek ya da bir kart çevirerek bir adamın talihini değiştir­
      mek için- izne ihtiyacı olmadığı gibi, bir nedene de ihtiyacı yoktu.
      Elbette yanılıyorlardı, diye düşündü İnej. Beurs Kanalı’nın
      simsiyah sularının üzerindeki köprüden, Borsa’nm ön cephesine
      bakan metruk ana meydana doğru ilerliyordu. Her bir şiddet ey­
      lemi kasıtlıydı. Yapılan hiçbir iyilik karşılıksız değildi. K az’ın her
      zaman bir nedeni olurdu. Tek sorun, lnej’in bu nedenin mantıklı
      olup olmadığından asla emin olamamasıydı. Özellikle de bu gece.
      Bıçaklarını kontrol eden Inej sorun çıkacağını düşündüğünde
      her zaman yaptığı gibi sessizce onların isimlerini saydı. Pratik bir
      alışkanlık ama aynı zamanda bir teselliydi de. Bıçaklar onun yol­
      daşlarıydı. Onların, gecenin getireceği her şeye hazır olduklarını
      bilmekten hoşlanırdı.

      29
      Leigh Bardugo

      Kaz ve diğerlerinin Borsa’nm doğu girişini belli eden büyük


      taş kemerin yakınında toplandıklarını gördü. Tepelerindeki taşa üç
      sözcük kazınmıştı: Enjent, Voorhent, Almhent. Sanayi, dürüstlük,
      refah.
      Meydanı saran, kepenkleri indirilmiş mağazaların önünden ay­
      rılmıyor, sokak lambalarının titrek ışığının düştüğü bölgelerden ka­
      çınıyordu. Yürürken bir taraftan da K az’ın yanında getirdiği
      adamların listesini çıkardı: Dirix, Rotty, Muzzen ve Keeg, Anika ve
      Pim, bu geceki müzakere için seçtiği yardımcıları Jesper ve Büyük
      Bolliger. İtişip kakışıyor, gülüşüyor, şehri bu hafta gafil avlayan
      soğuk havada, ilkbahar gerçek manada başlamadan evvel son dem­
      lerini yaşayan kış nedeniyle ayaklarını yere vuruyorlardı. Hepsi
      Kaz’m en çok güvendiği insanlar olan Döküntüler’in genç üyeleri
      arasında toplanan kavgacı tiplerdi. Inej, kemerlerinde takılı duran
      bıçakların, kurşun boruların, zincirlerin, paslı çivilerle bezenmiş
      balta saplarının parıltısını ve bir tabanca namlusunun yağlı ışıltısını
      fark etti. Sessizce aralarına dahil olarak, Borsa’nın civarındaki göl­
      gelerde Siyah Uçlar’m casuslarına dair izleri taradı.
      “Üç gemi!” diyordu Jesper. “Shular göndermiş. İlk Liman’da
      öylece bekliyorlarmış. Toplan dışarıda, kırmızı bayrakları uçuşu-
      yormuş. Yelkenlere kadar altınla dolularmış. ”
      Büyük Bolliger alçak bir ıslık çaldı. “Onları görmek ister­
      dim.”
      “Onları çalmak isterdim,” diye karşılık verdi Jesper. “Ticaret
      Konseyi’nin yarısı oradaymış. Telaşa kapılmışlar. Ciyaklıyor, ne
      yapacaklarına karar vermeye çalışıyorlarmış.”
      “ ShuTarın, borçlarını ödemelerini istemiyorlar m ı?” diye
      sordu Büyük Bolliger.
      Kaz başını iki yana sallayınca koyu renk saçları lambanın ışı­
      ğında parıldadı. Sert hatlan vardı ve basit giyinirdi; sivri çene, ince
      yapı, omuzlarının üzerine atılmış yün bir palto. “Hem evet, hem

      30
      Kargalar Meclisi

      hayır,” dedi kulak tırmalayan sesiyle. “Bir ülkenin size borçlu kal­
      ması daima iyidir. Görüşmelerde karşı tarafı daha uysal kılar.”
      “Belki de Shular uysallıktan bıkmışlardır,” dedi Jesper.
      “Onca hâzineyi bir kerede göndermelerine gerek yoktu. O ticaret
      büyükelçisini sence onlar mı hakladı?”
      Kaz’ın gözleri, kalabalığın içinde Inej’i buldu. Ketterdam’ın
      dört bir yanında haftalardır büyükelçinin suikastı konuşuluyordu.
      Suikast, Kerch-Zemeni ilişkilerini neredeyse yok etmiş ve Ticaret
      Konseyi’ni de kargaşaya sürüklemişti. Zemeniler, Kerchleri suçlu­
      yordu. Kerchler, Shulardan kuşkulanıyordu. Kaz, suikasttan kimin
      sorumlu olduğunu umursamıyordu. Bu cinayetin onu ilgilendirme­
      sinin nedeni, nasıl yapıldığını çözememiş olmasıydı. Zemeni ticaret
      büyükelçisi belediye binasının en yoğun koridorlarından birinde, bir
      düzineden fazla hükümet yetkilisinin burnunun dibinde tuvalete gir­
      mişti. İçeri giren ya da çıkan olmamıştı. Fakat yardımcısı birkaç da­
      kika sonra kapıyı çaldığında cevap gelmemişti. Kapıyı kırıp içeri
      girdiklerinde büyükelçiyi beyaz fayansların üzerinde yüzüstü yatar­
      ken bulmuşlardı. Sırtına bir bıçak saplanmıştı, çeşme hâlâ akıyordu.
      Kaz, mesai saatinden sonra binayı araştırması için Inej’i gön­
      dermişti. Tuvalette kapı dışında hiçbir giriş, pencere ya da havalan­
      dırma deliği yoktu. Hatta Inej bile henüz boruların içinden geçme
      sanatında ustalaşmamıştı. Gel gelelim Zemeni büyükelçisi ölmüştü.
      Kaz çözemediği bulmacalardan nefret ederdi. O ve Inej cinayeti
      açıklayan yüzlerce teori üretmiş, hiçbirinde tatmin edici bir sonuca
      ulaşamamışlardı. Fakat bu gece daha acil sorunları vardı.
      Inej, Kaz’ın Jesper ve Büyük Bolliger’e silahlarını çıkarmala­
      rını işaret ettiğini gördü. Sokak yasalarına göre, bu tarz bir müza­
      kerede her bir temsilciye iki yardımcı eşlik edebilirdi ve hepsinin
      silahsız olması gerekirdi. Müzakere. Kelime, insanda sahte hissi
      uyandırıyordu; tuhaf bir şekilde fazla resmi ve eskide kalmıştı.
      Sokak yasaları ne derse desin, gecede şiddet kokusu vardı.
      Leigh Bardugo

      Dirix, Jesper’e, “Hadi, ver şu silahları,” dedi.


      İç geçiren Jesper kalçasındaki tabanca kemerlerini çıkardı.
      Inej itiraf etmeliydi ki Jesper onlarsız başka biri gibi görünüyordu.
      Zemenili keskin nişancı uzun kollu, esmer tenli ve sürekli hareket
      halindeydi. Dudaklarını, canından çok sevdiği altıpatlarlarının inci
      kabzalarına bastırarak her birine hüzünlü birer öpücük kondurdu.
      “Canlarıma iyi bak,” dedi Jesper onları Dirix’e verirken. “En
      ufak bir çizik falan görürsem göğsüne kurşunlarla, bağışla beni,
      yazarım.”
      “Mermilerini boşa harcamazsın sen.”
      “Hem daha bağışlarım yarısında Dirix çoktan ölmüş olur,”
      dedi Büyük Bolliger bir el baltasını, bir sustalıyı ve favori silahını
      -ucuna ağır bir asma kilit iliştirilmiş kalın bir zinciri- Rotty’nin
      sabırsız ellerine bırakırken.
      Jesper gözlerini devirdi. “Burada amaç bir mesaj göndermek.
      Ölü bir adamın göğsünde bağı yazmasının ne anlamı var ki?”
      “Uzlaşma,” dedi Kaz. “Bir, pardon, işinizi görür. Üstelik
      daha az kurşun harcarsınız.”
      Dirix güldü ama Inej adamın, Jesper’in altıpatlarlarını alırken
      azami dikkat gösterdiğini fark etti.
      “Peki, o ne olacak?” diye sordu Jesper, K az’ın bastonunu
      göstererek.
      Kaz’m kahkahası sakin ve ciddiydi. “Bir kötürümü bastonun­
      dan kim mahrum bırakır ki?”
      “Söz konusu kötürüm sen olduğunda, aklı başında her adam.”
      “O halde iyi ki Geels’le buluşuyoruz.” Kaz, yeleğinin cebin­
      den bir saat çıkardı. “Saat gece yarısına geliyor.”
      Inej bakışlarını Borsa’ya yöneltti. Etrafı depolarla ve nakliye
      ofisleriyle çevrili, büyük dikdörtgen bir avludan biraz genişti.
      Fakat gündüzleri Ketterdam ’m kalbi burada atardı. Kentin liman­
      larından geçen ticaret gemilerinde hisse alıp satan varsıl tüccarlarla

      32
      Kargalar Meclisi

      dolup taşardı. Şimdiyse vakit gece yarısına gelirken, çevrede ve


      çatıda devriye gezen nöbetçiler dışında Borsa’da in cin top oynu­
      yordu. Bu geceki müzakereyi görmezden gelmeleri için nöbetçi­
      lere rüşvet verilmişti.
      Borsa, kentin Ketterdam’ın rakip çeteleri arasındaki bitmek
      bilmeyen çekişmelerinde henüz paylaşılmamış ve sahiplenilmemiş
      birkaç kısmından biriydi. Sözde tarafsız bölgeydi. Ancak Inej’e
      pek de tarafsız gelmiyordu. Tavşan kapana yakalanıp feryat etmeye
      başlamadan önceki ormanın sessizliğini andırıyordu. Bir tuzak
      hissi uyandırıyordu.
      “Bu bir hata,” dedi Inej. Büyük Bolliger irkildi. Zira Inej’in
      orada olduğunu bilmiyordu. Inej, Döküntüler’in ona uygun gördük­
      leri ismin fısıldandığını duydu: Hayalet. “Geels bir iş çeviriyor.”
      “Elbette çeviriyor,” dedi Kaz. Sesinde taşın taşa sürttüğünde
      çvkan kaba özellik vardı. Inej, Kaz’m sesinin küçük bir çocukken
      de böyle olup olmadığını hep merak ederdi. Tabii küçük bir çocuk
      olmuşsa.
      “Bu gece buraya niçin geldik öyleyse?”
      “Çünkü Per Haskell böyle olmasını istiyor.”
      Eski kafa, eski yöntem ler, diye düşündü Inej ama dile getir­
      medi. Diğer Döküntüler’in de aynı şeyi düşündüklerinden şüphe­
      lendi.
      “Hepimizi öldürtecek,” dedi Inej.
      Uzun kollarını kafasının üstüne kaldıran Jesper sırıttı, esmer
      teniyle zıtlık oluşturan bembeyaz dişleri göründü. Henüz tüfeğini
      teslim etmemişti. Sırtında duran tüfeğin silueti yüzünden hantal,
      uzun bacaklı bir kuşa benziyordu. “İstatistiksel olarak muhtemelen
      sadece bazdarımızı öldürtecek.”
      “Şaka yapılacak bir konu değil bu,” diye karşılık verdi Inej.
      Kaz ona eğlenirmiş gibi bir bakış attı. Inej verandasında oturmuş,
      uğursuz cümleler kuran sert, aksi bir kocakarı gibi konuştuğunun
      Leigh Bardugo

      farkındaydı. Bundan hoşlanmıyordu ama haklı olduğunu da bili­


      yordu. Dahası yaşlı kadınların bir bildiği vardı herhalde. Aksi tak­
      dirde yüzleri bum buruşuk olana kadar yaşamaz ve verandadan
      sağa sola bağırmazlardı.
      “Jesper şaka yapmıyor, Inej,” dedi Kaz. “İhtimalleri hesaplıyor.”
      Büyük Bolliger devasa parmaklarım kütletti. “Eh, bir tava
      yumurta ve biralar Kooperom’da beni bekliyor. O yüzden bu gece
      ölen ben olamam.”
      “Bahse girmek ister misin?” diye sordu Jesper.
      “Kendi ölümüm üzerine bahse girmeyeceğim.”
      Şapkasını kafasına geçiren Kaz, eldivenli ellerini selam verir
      gibi kenarında gezdirdi. “Neden ki Bolliger? Bu her gün yaptığı­
      mız bir şey zaten.”
      Kaz haklıydı. Inej’in Per Haskell’e olan borcu, aldığı her yeni
      iş ya da görevde, Sunta’daki odasından her ayrıldığında hayatını
      riske attığı anlamına geliyordu. Bu gece de diğer gecelerden fark­
      sızdı.
      Takas Kilisesi’nin çanları çalmaya başladığında Kaz basto­
      nunu parke taşların üzerine vurdu. Grup sessizleşti. Konuşma vakti
      sona ermişti. “Geels zeki değildir ama kafası sorun çıkaracak kadar
      da çalışır,” dedi Kaz. “Ne duyarsanız duyun, ben emir vermedikçe
      sakın karışmayın. Tetikte durun.” Sonra Inej’e döndü. “Ve gizli
      kalın.”
      “Yas yok,” dedi tüfeğini Rotty’ye atan Jesper.
      .“Cenaze yok,” dedi Döküntüler’in geri kalanı yanıt olarak.
      Bu, kendi aralarında “iyi şanslar” anlamına; geliyordu.
      Inej gölgelerin içine karışmadan önce lia z karga başlı basto­
      nuyla koluna hafifçe vurdu. “Gözün çatıdaki nöbetçilerde olsqn.
      Geels onları satın almış olabilir.”
      “Öyleyse.. .” diye başladı Inej ama Kaz çoktan gitmişti.
      Inej öfkeyle ellerini iki yana açtı. Kafasında yüzlerce soru

      34 ^
      Kargalar Meclisi

      vardı lâkin Kaz her zamanki gibi hiçbirini cevaplandırmıyordu.


      Inej, Borsa’nın kanala bakan duvarına doğru koştu. Müzake­
      reye yalnızca temsilciler ve onların yardımcıları katılabilirdi. Fakat
      diğer Döküntüler, Siyah Uçlar’ın kafasında başka fikirler olması
      ihtimaline karşı doğu kemerinin hemen dışında, silahları hazır va­
      ziyette bekleyeceklerdi. Inej, Geels’in ağır silahlı Siyah Uçlar eki­
      bini batı girişinde toplamış olacağını biliyordu.
      Inej yolunu kendi bulacaktı. Çeteler arasında oyunu kuralına
      göre oynamak Per Haskell’in zamanında kalmıştı. Dahası o, Ha-
      yalet’ti. Onun için geçerli tek kural yerçekimiydi ve bazı günler
      ona da meydan okuduğu olurdu.
      Borsa’nın alt katı, penceresiz depolardan oluştuğu için Inej
      tırmanmak için bir drenaj borusu buldu. Tırmanmaya başlamadan
      önce içinden bir ses tereddüt ettirdi. Cebinden bir fener çıkarıp
      salladı. Soluk, yeşil ışığı borunun üzerine tuttu. Yağla kayganlaş­
      tırılmıştı. Başka bir yol arayarak duvar boyunca ilerledi. K erch’in
      üç uçan balığının bir heykelini taşıyan, uzanabileceği yükseklikte
      bir taş korniş buldu. Parmak uçlarında yükselerek kornişin üst kıs­
      mını eliyle dikkatle yokladı. Buzlucamla kaplanmıştı. Beni bekli­
      yorlar, diye düşündü zalim bir hazla.
      Döküntüler’e yaklaşık iki yıl önce, on beşinci yaş gününden
      sadece birkaç gün sonra katılmıştı. Aslında o sırada amacı hayatta
      kalmaktı fakat bu kadar kısa zamanda tedbir alınacak biri haline
      gelmiş olduğunu bilmekten mutluluk duydu. Ne var ki Siyah Uçlar
      bu tarz numaraların Hayalet’i yıldırabileceğim düşünüyorlarsa feci
      halde yanılıyorlardı.
      Inej kapitone yeleğinin cebinden iki tırmanış çivisi çıkardı.
      Kendini yukarı kaldırırken çivileri duvardaki tuğlaların arasına ba­
      tırdı. Basacak bir yer arayan ayaklarını ufak girinti ve çıkıntılara
      yerleştirdi. Çocukken cambaz telinde yürümeyi çıplak ayakla öğ­
      renmişti. Fakat Ketterdam sokakları bunun için fazla soğuk ve ıs­

      35
      Leigh Bardugo

      laktı. Birkaç kötü düşüşün ardından, W ijnstraat’taki bir likör dük­


      kânında gizlice çalışan bir Grisha Fabrikatöründen para karşılı­
      ğında ona yumrulu kauçuk tabanlı bir çift deri ayakkabı yapmasını
      istemişti. Tam ayağına göre olan ayakkabılar her yüzeye sağlam
      bir şekilde tutunabiliyorlardı.
      Borsa’nın ikinci katında, tam tüneyebileceği genişlikte bir
      pencere denizliğine çıktı.
      Kaz ona öğretmek için elinden geleni yapmıştı ama Inej bi­
      nalara girme konusunda onun kadar becerikli olmadığından kilidi
      açmak için birkaç kez denemesi gerekti. Sonunda klik sesini duy­
      duğunda pencere ıssız bir ofise açıldı. Duvarları, ticaret yollarını
      gösteren haritalarla ve gemilerin isimleriyle hisse fiyatlarının lis­
      telendiği tahtalarla kaplıydı. İçeri dalıp pencereyi tekrar kilitledi.
      Üzerinde düzenli sipariş ve irsaliye istifleri bulunan boş masaların
      yanından kıvrandı.
      İnce bir kapıya doğru giderek Borsa’nın merkez avlusuna
      nazır bir balkona çıktı. Bütün nakliye ofislerinin bir avlusu vardı.
      Tellallar gelen ve giden gemileri ilan ediyor ya da bir geminin
      bütün yüküyle birlikte denizde kaybolduğunu haber veren siyah
      bayrağı burada asıyorlardı. Borsa’nın zemini alım satımlarla ha­
      reketlenir, haberciler bunu bütün şehre yayardı ve kalkacak gemi­
      lerdeki malların, vadeli işlemlerin ve hisselerin fiyatları artar ya
      da düşerdi. Fakat bu gece çıt çıkmıyordu.
      Limandan esen bir rüzgâr denizin kokusunu getirdi. Inej’in
      ensesindeki örgüsünden kaçan başıboş saçlarını karıştırdı. Inej aşa­
      ğıda, meydanda sallanan fenerleri gördü, yardımcılarıyla m ey­
      danda ilerleyen K az’ın taşlara vuran bastonunun sesini duydu.
      Meydanın diğer tarafında onlara doğru gelen birkaç fener daha gö­
      züne ilişti. Siyah Uçlar gelmişti.
      Inej başlığını kaldırdı. Korkuluğun üstüne çıktı. Bitişikteki bal­
      kona ses çıkarmadan atladı. Olabildiğince yakın kalmaya gayret

      36 J* *
      Kargalar Meclisi

      ederek meydan boyunca balkondan balkona atlayarak Kaz ve diğer­


      lerini takip etti. Kaz’ın koyu renk paltosu tuzlu esintide dalgalanı­
      yordu. Havalar soğuduğunda hep olduğu gibi bu gece de topallaması
      daha belirgindi. Inej, Jesper’in neşeli konuşmalarım ve Büyük Bol­
      liger’in kısık, gürleyen kıkırdamalarını duyabiliyordu.
      Inej, meydanın diğer tarafına yaklaşırken Geels’in -tam da
      tahmin ettiği gibi- Elzinger ve Oomen’i yanında getirmeyi tercih
      ettiğini gördü. Inej; Harley’nin İşaretçileri’nin, Liddieler’in, Jilet
      M artıları’nm, Beleşçi A slanlar’m ve Ketterdam sokaklarında faa­
      liyet gösteren diğer bütün çetelerin yanı sıra Siyah U çlar’ın bütün
      üyelerinin güçlü ve zayıf yanlarını biliyordu. Siyah Uçlar’ın en alt
      kademelerinden birlikte yükseldikleri ve Elzinger kaya yığınını
      andıran bir vücuda sahip olduğu için Geels’in ona güveneceğini
      bilmek Inej’in işiydi. Ayrıca bir çelik direk kadar kalın boynunun
      üzerindeki geniş ve içe göçük surata sahip Elzinger neredeyse iki
      on boyunda, tam bir kas yığınıydı.
      Inej birdenbire Büyük Bolliger’in KazTa olmasına sevindi.
      Kaz’ın Jesper’i yardımcılarından biri olarak seçmesi doğaldı. Jes­
      per gergin biri olmasına karşın, altıpatlarları olsun ya da olmasın,
      kavgada oldukça başarılıydı. Inej onun Kaz için her şeyi yapaca­
      ğını biliyordu. Kaz, Büyük Bolliger’de ısrar ettiğinde Inej’in şüp­
      heleri vardı. Karga Kulübü’nde fedailik yapan Büyük Bol,
      sarhoşlarla ve sorun çıkaran tiplerle başa çıkmada birebirdi. Fakat
      gerçek bir kavga söz konusu olduğunda fazla hantal olduğundan
      pek işe yaramazdı. Yine de Elzinger’in gözünün içine bakabilecek
      kadar uzundu.
      Inej, Geels’in diğer yardımcısı hakkında fazla kafa yormak is­
      temiyordu. Oomen onu tedirgin ediyordu. Adam fiziksel açıdan El­
      zinger kadar ürkütücü değildi. Hatta Oomen bir bostan korkuluğunu
      andırırdı; sıskadan ziyade kıyafetlerinin altındaki bedeni yanlış açı­
      larla bir araya getirilmiş gibi görünüyordu. Rivayete göre bir kere­

      37
      Leigh Bardugo

      sinde bir adamın kafatasını elleriyle ezmiş, avuçlarını gömleğinin


      önüne silmiş ve hiçbir şey olmamış gibi içmeye devam etmişti.
      içindeki huzursuzluğu bastırmaya çalışan Inej, meydanda
      yardımcıları silah taşımadıklarından emin olmak için birbirlerinin
      üstlerini ararken hoşbeş eden Geels ile Kaz’ı dinledi.
      “Seni gidi seni,” dedi Jesper, Elzinger’in yeninden küçük bir
      bıçak çıkarıp kenara atarak.
      Büyük Bolliger, “Temiz,” diye duyurup Geels’in üstünü ara­
      mayı bitirdikten sonra Oomen’e geçti.
      K az’la Geels havalardan ve kirasına zam yapılan Koope-
      rom ’un içkilerine su kattığı iddialarından konuştular. Bu gece bu­
      raya gelm elerinin asıl nedenine değinmediler. Teoride sohbet
      edecek, birbirlerinden özür dileyecek, Beşinci Liman’m sınırlarına
      saygı gösterme konusunda anlaşacak ve sonra da hep birlikte bir
      şeyler içmeye gideceklerdi. En azından Per Haskell böyle olma­
      sında ısrar etmişti.
      iyi de Per Haskell ne biliyor ki, diye düşündü tepesindeki ça­
      tıda devriye gezen nöbetçileri arayan, karanlıkta siluetlerini seç­
      meye çalışan Inej. Haskell, Döküntüler’in başıydı ama bu günlerde
      sıcacık odasında oturup ılık birasını yudumlamayı, maket gemiler
      yapmayı ve dinleyen herkese maceralarını anlatmayı yeğliyordu.
      Bölge savaşlarının eskiden olduğu gibi -ufak bir kavga ve sonra­
      sında dostane bir tokalaşm ayla- çözülebileceğini düşünüyor gi­
      biydi. Fakat Inej’in içinden bir ses bu gece olayların bu şekilde
      gelişmeyeceğini söylüyordu. Babası olsa, gölgeler bu gece kendi
      işlerine bakıyorlar, derdi. Burada kötü bir şeyler olacaktı.
      Kaz, eldivenli ellerini bastonunun karga kafasının üzerine
      koymuştu. Son derece rahat görünüyordu. Şapkasının kenarı, dar
      suratını gizliyordu. Fıçı’daki çoğu çete üyesi debdebeden hoşla-
      mrdı: cafcaflı yelekler, sahte mücevherlerle bezenmiş köstekli sa­
      atler, insanın aklına gelebilecek her renk ve desende pantolonlar.

      38 ^
      Kargalar Meclisi

      Kaz istisnaydı. Koyu renk yelekleri ve basit kesimli ve sade de­


      senli pantolonlarıyla tevazünün resmiydi. Inej başlangıçta bunun
      bir zevk meselesi olduğunu düşünmüş, ancak zamanla ahlaklı tüc­
      carlarla dalga geçmek için böyle yaptığını kavramıştı. Kaz onlar­
      dan biri gibi görünmekten keyif alırdı.
      “Ben bir işadamıyım,” demişti Inej’e. “Ne eksik ne fazla.”
      “Sen bir hırsızsın, Kaz.”
      “Ben de öyle demedim mi zaten?”
      Şimdi bir grup sirk göstericisine vaaz etmeye gelmiş bir
      papaz gibi görünüyordu. Genç bir papaz, diye düşündü Inej bir
      başka huzursuzluk dalgasıyla. Kaz, Geels için yaşlı ve bitik de­
      mişti ama kendisi bu gece kesinlikle öyle görünmüyordu. Siyah
      U çlar’ın temsilcisinin göz kenarlarında kırışıklıkları, favorilerinin
      altında yeni yeni oluşan bir gıdığı olabilirdi fakat kendinden emin
      ve deneyimli görünüyordu. Onun yanında K az on yedisinde du­
      ruyordu.
      “Adil olalım, j a l Tek istediğimiz biraz daha pay,” dedi Geels
      küf yeşili yeleğinin aynalı düğmelerine hafifçe vurarak. “Beşinci
      Liman’da bir keyif teknesinden inen bütün cömert turistleri sizin
      toplamanız adil değil.”
      “Beşinci Liman bize ait, Geels,” diye karşılık verdi Kaz.
      “Biraz eğlence arayan güvercinlerin tadına ilk önce Döküntüler
      bakar.”
      Geels başını iki yana salladı. “Çok toysun, Brekker,” dedi
      abartılı bir kahkahayla. “Belki de bu işlerin nasıl yürüdüğünü bil-
      miyorsundur. Limanlar şehrin malı. Onlarda en az diğer herkes
      kadar bizim de hakkımız var. Bir şekilde ekmeğimizi kazanmak
      zorundayız.”
      Teknik olarak doğru söylüyordu. Fakat Kaz, Beşinci Liman’ı
      devraldığında tamamen kullanışsızdı ve kaderine terk edilmişti.
      Kaz orayı temizletmiş, ardından rıhtım ve iskeleleri inşa ettirmiş,

      39
      Leigh Bardugo

      bunu yapmak için de Karga Kulübü ’nü rehine koymak zorunda


      kalmıştı. Per Haskell ağzına geleni söylemiş ve yaptığı masraflar­
      dan ötürü ona aptal demiş, ama en sonunda pes etmişti. K az’ın de­
      diklerine bakılırsa ihtiyarın sözleri aynen şu şekildeydi: “Bütün o
      ipleri al ve kendini as.” Fakat Kaz emeklerinin semeresini bir yıl­
      dan az bir sürede toplamıştı. Şimdilerde Beşinci Liman, ticaret ge­
      milerinin yanı sıra dünyanın dört bir yanından gelen ve
      Ketterdam’ı görmek ve sunduğu zevklerin tadına bakmak isteyen
      turistlerle, askerleri taşıyan tekneleri de ağırlıyordu. Gelenleri kar­
      şılayan Döküntüler, onları -v e cüzdanlarını- genelevlere, taver­
      nalara ve çetenin işlettiği kumar salonlarına yönlendiriyorlardı.
      Beşinci Liman, ihtiyarın ceplerini epey doldurmuş, Döküntüler’in
      Fıçı’daki varlığını, Karga Kulübü’nün başarısından bile daha fazla
      perçinlemişti. Ne var ki kârla birlikte istenmeyen bir ilgi de gel­
      mişti. Geels ve Siyah Uçlar bütün yıl Döküntüler’e sorun çıkarmış,
      Beşinci Liman’a tecavüz etmiş ve haksız olarak müşterilerini çal­
      mışlardı.
      “Beşinci Liman bize ait,” diye tekrarladı Kaz. “Pazarlık söz
      konusu değil. Rıhtımlardan gelen trafiğimizi kesiyorsunuz. Ayrıca
      iki gece önce limana girmesi gereken bir jurda sevkiyatmı da en­
      gellediniz.”
      “Neden bahsettiğini bilmiyorum.”
      “Öylesi daha kolayına geliyor; biliyorum, Geels. Fakat bana
      aptal ayağına yatma.”
      Geels öne doğru bir adım attı. Jesper ve Büyük Bolliger ge­
      rildiler.
      “Boşuna gerilme, evlat,” dedi Geels. “İhtiyarda kavga edecek
      yürek olmadığını hepimiz biliyoruz.”
      K az’ın gülüşü, ölü yaprakların hışırtısı kadar kuruydu. “Ama
      masandaki kişi benim, Geels. Ve ben buraya ufak bir ısırık için
      gelmedim. Savaş istiyorsan sana savaşın daniskasını veririm.”

      40
      Kargalar Meclisi

      “Peki, sen ortalarda olmazsan, Brekker? Senin, Haskell’in


      çetesinin omurgası olduğunu bilmeyen yok. Sen olmazsan Dökün­
      tüler dağılır.”
      Jesper homurdandı. “Yürek, omurga. Sırada ne var, dalak mı?”
      “Kes sesini,” diye hırladı Oomen. Müzakere kurallarına göre
      görüşme başladıktan sonra yalnızca temsilciler konuşabilirdi. Jes­
      per özür dileyerek eliyle ağzına fermuar çekti.
      “Beni tehdit ettiğinden oldukça eminim, Geels,” dedi Kaz.
      “Fakat bu konuda ne yapacağıma karar vermeden evvel tamamen
      emin olmak istiyorum.”
      “Kendinden çok eminsin, değil mi Brekker?”
      “Başka hiçbir şeyden olmadığım kadar.”
      Kahkaha atan Geels dirseğiyle Oomen’i dürttü. “Bu kendini
      beğenmiş pisliği duyuyor musun? Brekker, bu sokaklar sana ait
      değil. Senin gibi çocuklar piredir. Birkaç yılda bir sizden yeni bir
      grup ortaya çıkar ve üstlerinizi rahatsız eder. Ta ki büyük bir köpek
      kaşınmaya karar verene kadar. Ve sana şu kadarını söyleyeyim,
      artık kaşınmaktan sıkıldım.” Kollarını göğsünde birleştirdi. Etrafa
      kendini beğenmiş keyif dalgaları yaydı. “Şu anda sana ve adam­
      larına şehir üretimi tüfeklerini doğrultmuş iki nöbetçi olduğunu
      söylesem?”
      Inej’in midesi kasıldı. Geels’in nöbetçileri satın almış olabi­
      leceğini söylerken Kaz bunu mu kastetmişti?
      Kaz çatıya baktı. “Adam öldürtmek için kent muhafızlarını
      tutmak mı? Siyah Uçlar gibi bir çete için biraz pahalı bir plan,
      derim. O kadar paranız olduğundan emin değilim.”
      Inej korkuluğa çıkıp balkondan ayrılarak çatıya yöneldi. Bu
      gece buradan sağ çıkarlarsa K az’ı öldürecekti.
      Borsa’nın çatısına stadwatch’tan daima iki muhafız dikilirdi.
      Döküntüler’le Siyah Uçlar, müzakereye karışmamaları için onlara
      birkaç kruge vermişlerdi. Oldukça yaygın bir uygulamaydı bu.

      41
      Leigh Bardugo

      Fakat Geels’in ima ettiği, tamamen farklı bir şeydi. Kent muha­
      fızlarına onun adına keskin nişancılık yapmaları için rüşvet ver­
      meyi başarmış mıydı gerçekten? Öyleyse, Döküntüler’in bu gece
      buradan sağ kurtulma ihtimali yok denecek kadar azdı.
      Yoğun yağmurlara karşı tedbir olarak Borsa’mn da Ketter-
      dam ’daki çoğu bina gibi oldukça dik bir çatısı vardı. Dolayısıyla
      muhafızlar çatıda devriye gezerken avluya bakan dar bir yürüme
      yolunu kullanıyorlardı. Inej onu görmezden geldi. Oradan gitmek
      daha kolaydı fakat kendini ele vermiş olurdu. Bunun üzerine o da
      kaygan kiremitlerin yarısına kadar tırmandı. Gözü muhafızların
      yürüme yolunda, kulağı aşağıdaki konuşmada, bir örümcek gibi
      hareket ederek emeklemeye başladı. Belki Geels blöf yapıyordu.
      Ya da belki de iki muhafız şu anda Kaz’a, Jesper’e veya Büyük
      Bolliger’e nişan almış, korkuluğun üzerine abanıyordu.
      “Biraz uğraştık tabii,” diye itiraf etti Geels. “Şu an için küçük
      bir çeteyiz. Ayrıca kent muhafızları da çok masraflı. Fakat karşı­
      lığında alacağımız ödüle değecek.”
      “O ödül ben miyim?”
      “O ödül sensin.”
      “Gururum okşandı.”
      “Döküntüler, sen olmadan bir hafta bile dayanamazlar.”
      “Benden en az bir ay çalışır.”
      Inej’in kafasında bir fikir gürültüyle tangırdadı. Kaz ölürse
      çetede kalır mıyım? Yoksa borcumu ödemeden sıvışır mıyım? Per
      H askell’in adamlarıyla şansımı dener miyim? Daha hızlı hareket
      etmezse bu soruların cevabını bulacaktı.
      “Seni küstah varoş faresi.” Geels güldü. “Suratındaki o ifa­
      deyi yok etmek için sabırsızlanıyorum.”
      “Yap öyleyse,” dedi Kaz. Inej aşağı baktı. Kaz’ın sesi değiş­
      miş, tamamen ciddileşmişti.
      “Sağlam bacağına mı sıktırsam acaba, Brekker?”
      Kargalar Meclisi

      Nerede bu muhafızlar yahu, diye düşündü Inej hızlanarak.


      Çatının dik yamacında süratle ilerledi. Borsa, neredeyse bir kent
      bloku boyunca uzanıyordu. Kat edilecek çok fazla alan vardı.
      “Kes konuşmayı, Geels. Söyle de ateş etsinler.”
      “K az” dedi Jesper tedirgin.
      “Hadi. Sıkıysa ver emri.”
      Kaz nasıl bir oyun oynuyordu? Bunun olacağını tahmin etmiş
      miydi? Inej’in muhafızları zamanında bulacağını mı varsaymıştı?
      Inej tekrar aşağıya baktı. Geels etrafına heyecan yayıyordu.
      Derin bir nefes alıp göğsünü şişirdi. Inej, ayağı kayınca doğrudan
      çatının kenarından kayıp düşmemek için mücadele etmek zorunda
      kaldı. Geels emri verecek. Kaz ’ın ölümünü izleyeceğim.
      “Ateş!” diye bağırdı Geels.
      Silah sesi havayı yardı. Büyük Bolliger çığlık atarak yere yı­
      ğıldı.
      Jesper, “Kahretsin!” diye haykırırken Bolliger’in yanında diz
      çöküp elini inildeyen koca adamın kurşun yarasına bastırdı. “Seni
      beş para etmez yağ tulumu!” diye bağırdı Geels’e. “Tarafsız böl­
      geyi ihlal ettin.”
      “İlk ateş edenin siz olmadığınızı gösteren hiçbir şey yok,”
      diye karşılık verdi Geels. “Hem kim bilecek ki? Hiçbiriniz buradan
      canlı çıkamayacaksınız.”
      Geels’in sesi fazla heyecanlıydı. Soğukkanlılığını korumaya
      çalışıyordu. Fakat Inej, korkmuş bir kuşun ürkek kanat çırpışı gibi,
      kelimelerindeki telaşı duyabiliyordu. Sebebi neydi acaba? Daha
      saniyeler evvel atıp tutuyordu.
      İşte tam o sırada Inej, Kaz’m hâlâ kıpırdamamış olduğunu
      gördü. “İyi görünmüyorsun, Kaz.”
      “Ben iyiyim,” dedi. Oysa hiç iyi değildi. Solgun ve güçsüz
      gözüküyordu. Çatıdaki karanlık yürüme yolunu ararmışçasına göz­
      leri bir sağa bir sola bakıyordu.

      43
      Leigh Bardugo

      “Emin misin?” diye sordu Kaz sohbet tonunda. “İşler hiç de


      planladığın gibi gitmiyor, değil mi?”
      “Kaz,” dedi Jesper. “Bolliger çok kan kaybediyor”
      “Güzel,” dedi Kaz.
      “Kaz, bir doktora ihtiyacı var!”
      Kaz yaralı adama üstünkörü bir bakış attı. “Onun asıl ihtiyacı
      olan, sızlanmayı kesip Holst’a onu kafasından vurmasını söyle­
      mediğim için şükretmek.”
      Inej, Geels’in irkildiğini yukarıdan bile gördü.
      “Muhafızın adı buydu, değil mi?” diye sordu Kaz. “Willem
      Holst ve Bert Van Daal; bu gece nöbetçi olan iki kent muhafızı.
      Siyah Uçlar’m kasasını boşaltarak rüşvet verdiklerin?”
      Geels hiçbir şey söylemedi.
      “Willem Holst,” dedi Kaz bağırarak, sesi çatıya kadar ulaştı,
      “kumar oynamayı en az Jesper kadar seviyor. O yüzden önerdiğin
      para ona çok cazip geldi. Fakat Holst’un çok daha büyük problem­
      leri -daha ziyade dürtüleri- var. Ayrıntıya girmeyeceğim. Bir sır,
      paradan farklıdır. Elden çıkarıldığında değerini kaybeder. Bu seferki,
      senin bile mideni bulandırırdı, güven bana. Öyle değil mi, Holst?”
      Yanıt bir başka silah sesiydi. Mermi, Geels’in ayaklarının di­
      bindeki parke taşlarına çarptı. Neye uğradığını şaşıran Geels sız­
      lanarak geri atladı.
      Bu kez Inej, silah sesinin kaynağını bulmak için daha iyi bir
      imkâna sahipti. Ses binanın batı tarafı civarında bir yerlerden gel­
      mişti. Holst oradaysa bu, diğer muhafız -B ert Van D aal- da doğu
      tarafında demekti. Kaz onu da mı etkisiz kılmayı başarmıştı?
      Yoksa Inej’e mi bel bağlamıştı? Çatıda hızla ilerledi.
      “Vur onu, Holst!” diye haykırdı Geels. Çaresizlik sesini doğ-
      ruyordu. “Kafasından vur onu!”
      Kaz tiksintiyle homurdandı. “O sırrın benimle birlikte ölece­
      ğini mi sanıyorsun gerçekten? Durma, Holst,” diye seslendi. “Ka­

      44 jp r
      Kargalar Meclisi

      fama bir kurşun sık. Daha ben yere düşmeden elçiler karının ve
      nöbetçi amirinin kapısına koşmaya başlayacaklardır.”
      Ateş edilmedi.
      “Nasıl?” dedi Geels öfkeyle. “Bu gece kimin nöbetçi olaca­
      ğını nasıl öğrendin? O listeye ulaşmak için dünyanın parasını öde­
      dim. Benden daha fazla vermiş olamazsın.”
      “Benim para birimim daha nüfuzlu diyelim.”
      “Para paradır.”
      “Ben bilgi alıp satıyorum, Geels. Adamların kimsenin bak­
      madığını sandıklarında yaptıkları şeyleri biliyorum. Utanç paradan
      daha kıymetlidir.”
      Inej kendisi kiremitlerin üstünde atlayıp zıplarken K az’ın
      gösteriş yaptığını, ona zaman kazandırmaya çalıştığını anladı.
      “İkinci muhafızı mı düşünüyorsun? Bert Van Daal’ı?” diye
      sordu Kaz. “Belki şu an oradadır, ne yapması gerektiğini düşünü­
      yordur. Beni mi vursa? Holst’u mu vursa? Ya da belki de onu da
      satın almışımdır ve göğsünde bir delik açmaya hazırlanıyordur,
      Geels.” Geels’le büyük bir sırrı paylaşıyorlarmışçasına öne doğru
      eğildi. “Neden Van D aal’a emri verip cevabı öğrenmiyorsun?”
      Geels bir sazan balığı gibi ağzını açıp kapadı. Sonra, “Van
      Daal!” diye haykırdı.
      Van Daal tam cevap vermek için dudaklarını ayırdığı sırada
      Inej arkasından yaklaşarak bıçağı gırtlağına dayadı. Adamın göl­
      gesini seçip kiremitlerden aşağı kaymak için çok az vakti olmuştu.
      Azizler aşkına, Kaz heyecanı seviyordu.
      “Şşşt,” diye fısıldadı Inej, Van Daal’m kulağına. Adamın yan
      tarafını hafifçe dürttü. Böylece muhafız, böbreğine baskı yapan
      ikinci hançerinin ucunu hissedebilecekti.
      “Lütfen,” diye inledi. “B en ”
      “Erkeklerin yalvarmasına bayılırım,” dedi Inej. “Ama şimdi
      bunun sırası değil.”
      Leigh Bardugo

      Inej aşağıda panikle soluk alıp veren Geels’in göğsünün inip


      kalktığını görebiliyordu. “Van Daal!” diye bağırdı Geels yine. Kaz’a
      döndüğünde yüzünde öfke vardı. “Hep bir adım öndesin, değil mi?”
      “Geels, söz konusu sen olduğunda birkaç metre bile diyebi­
      lirim.”
      Fakat Geels sadece tebessüm etti; ufak, gergin ve memnun
      bir tebessüm. M uzaffer bir tebessüm, diye düşündü Inej taze bir
      korkuyla.
      “Yarış daha bitmedi.” Elini ceketinin cebine atan Geels, siyah
      bir tabanca çıkardı.
      “Nihayet,” dedi Kaz. “Beklenen an. Artık Jesper, Bolliger’in
      başında sulugözlü bir kadın gibi sızlanmayı bırakabilir.”
      Jesper silaha şaşkın, öfkeli gözlerle baktı. “Bolliger onu ara­
      mıştı. O Ah, Büyük Bol, seni budala,” diye homurdandı.
      Inej gördüklerine inanamıyordu. Kollarındaki muhafız ha­
      fifçe ciyakladı. Sinir ve şaşkınlıkla, bıçağını gayriihtiyari bastır­
      mıştı. “Gevşe,” dedi adamı biraz salarak. Lâkin, azizler aşkına,
      bıçağını bir şeylere batırmak istiyordu. G eels’in üstünü Büyük
      Bolliger aramıştı. O tabancayı gözden kaçırmış olmasına olanak
      yoktu. Bolliger, K az’a ihanet etmişti.
      Kaz’ın bu gece Büyük Bolliger’i getirmekte ısrar etmesinin
      sebebi bu muydu yoksa? Bolliger’in Siyah Uçlar’a geçtiğini her­
      kesin gözlerinin önünde teyit etmek mi istemişti? Holst’un Bolli­
      ger’i vurmasına izin vermesinin sebebi kesinlikle buydu. İyi ama
      neye yarardı ki? Herkes Büyük B ol’un bir hain olduğunu öğren­
      mişti de ne olmuştu? Bir tabanca hâlâ K az’m göğsüne doğrultul­
      muş duruyordu.
      Geels sırıttı. “Kaz Brekker, büyük kaçış ustası. Bu durumdan
      nasıl kurtulacaksın bakalım?”
      “Geldiğim yoldan giderek.” Tabancayı önemsemeyen Kaz,
      dikkatini yerde yatan iri adama çevirdi. “Senin sorunun ne biliyor

      ^ 4 4 . 46
      Kargalar Meclisi

      musun, Bolliger?” Bastonunun ucunu Büyük BoFun yaraşma bas­


      tırdı. “Senden bir cevap bekliyorum. Senin en büyük sorunun ne,
      biliyor musun?”
      Bolliger miyavlar gibi ses çıkardı. “H aaaayır”
      “Tahminde bulun,” diye tısladı Kaz.
      Büyük Bol tek kelime etmedi. Tekrar titrek bir sesle inildedi
      sadece.
      “Pekâlâ, ben söyleyeyim o zaman. Tembelsin. Bunu ben bi­
      liyorum. Herkes biliyor. O yüzden kendime şu soruyu sormak zo­
      runda kaldım: en tembel fedaim, neden haftanın iki günü sabahın
      köründe kalkıp fazladan üç kilometre yürüyerek Cilla’nm Yeri’ne
      gidiyor? Hele de Kooperom’daki yumurtalar çok daha güzelken?
      Büyük Bol erken kalkmaya başlıyor. Siyah Uçlar, Beşinci Li-
      m an’da aslan kesilip sonra da en büyükjurda sevkiyatımıza el ko­
      yuyor. Aradaki bağlantıyı kurmak hiç de zor olmadı.” İç geçirip
      Geels’e, “Aptal insanlar büyük planlar yapmaya başladığında işte
      böyle olur, /a ? ” dedi.
      “Bunun artık pek önemi yok, öyle değil mi?” diye yanıtladı
      Geels. “Bu iş çirkinleşiyor, yakın mesafeden ateş ediyorum. Belki
      senin korumaların ya da benim adamlarım beni haklarlar. Ancak
      bu kurşundan kaçmana imkân yok.”
      Kaz tabancanın namlusuna doğru bir adım attı. Namlu doğ­
      rudan göğsüne değiyordu. “Hem de hiç yok, Geels.”
      “Ne yani, ateş etmeyeceğimi mi sanıyorsun?”
      “Ah, ateş edersin tabii. Hem de seve seve. Üstüne bir de şarkı
      söylersin hatta. Fakat ateş etmeyeceksin. Bu gece değil.”
      Geels’in parmağı tetiğin üstünde seğirdi.
      “Kaz,” dedi Jesper. “Bu ‘ateş edersin, etm ezsin’ muhabbeti
      beni endişelendirmeye başlıyor.”
      Oomen, Jesper’in konuşmasına bu sefer itiraz etmeye tenez­
      zül etmedi. Bir adam vurulmuştu. Tarafsız bölge ihlal edilmişti.

      47
      Leigh Bardugo

      K esif barut kokusu çoktan havaya yayılmıştı. Beraberinde de ses­


      sizlikte dile getirilmeyen, Azrail’in bile cevabını beklediği bir soru
      havada asılı kalmıştı: Bu gece ne kadar kan dökülecek?
      Uzaklarda bir siren çaldı.
      “Burstraat on dokuz numara,” dedi Kaz.
      Geels ağırlığım bir o ayağına bir bu ayağına vermekteydi;
      şimdi ise donup kalmıştı.
      “Bu, kız arkadaşının adresi, değil mi Geels?”
      Geels yutkundu. “Kız arkadaşım yok benim.”
      “Ah, evet, var,” diye mırıldandı Kaz. “Güzel kız doğrusu. Eh,
      senin gibi bir gammazcı için güzel sayılır. Pek tatlı. Onu seviyor­
      sun, değil mi?” Inej, Geels’in solgun yüzündeki teri çatıdan bile
      görebiliyordu. “Elbette seviyorsun. O kadar iyi hiç kimse, senin
      gibi bir Fıçı pisliğine başını çevirip bakmazdı, ama o farklı. O seni
      çekici buluyor. Bana sorarsan düpedüz delilik emaresi. Fakat aşk
      tuhaftır. O güzel kafasını omzuna koymayı seviyor mu? Sen gü­
      nünü anlatırken seni dinliyor mu?”
      Geels, K az’a onu uzun bir aradan sonra ilk kez görüyormuş­
      çasına baktı. Az önce konuştuğu küstah, dikkatsiz, güleç yüzlü
      ama korkutucu olmayan çocuk gitmişti. Artık ölü gibi bakan, kor­
      kusuz canavar buradaydı. Kaz Brekker gitmiş, işin zor kısmını hal­
      letmesi için yerini Kirlieller’e bırakmıştı.
      “Burstraat on dokuz numarada oturuyor,” dedi Kaz kulak tır­
      malayıcı sesiyle. “Üçüncü katta. Pencere önündeki saksılarda sar­
      dunya var. An itibarıyla iki Döküntü, kapısının dışında bekliyor.
      Ben buradan tek parça halinde ve hakkımı almış olarak çıkmazsam
      o binayı ateşe verecekler. Saniyeler içinde alevler her yanı saracak,
      Elise de ortada sıkışıp kalacak. Önce sarı saçları tutuşacak. Bir
      mumun fitili gibi.”
      Geels, “Blöf yapıyorsun,” dedi ama tabancayı tutan eli titriyordu.
      Başını kaldıran Kaz derin bir nefes aldı. “Vakit geç oluyor. Sireni

      48
      Kargalar Meclisi

      duydun. Rüzgâr limanın kokusunu getiriyor. Deniz ve tuz kokuyor.


      Ve belki de o da ne, duman kokusu mu o?” Keyif alıyor gibiydi.
      Ah, azizler aşkına, Kaz, diye düşündü Inej sefil bir halde. Ne
      yaptın sen?
      “Biliyorum, Geels. Biliyorum,” dedi Kaz cana yakın bir ta­
      vırla. “Bütün o planlar, tezgâhlar, rüşvetler boşa gitti. Şu an bunu
      düşünüyorsun. Kaybettiklerini bilerek eve giderken kendini o
      kadar kötü hissedeceksin ki. Karşısına eli boş ve bir o kadar fakir­
      leşmiş olarak çıktığında patronun o kadar öfkelenecek ki. Kalbime
      bir kurşun sıkmak ne kadar tatmin edici olurdu, değil mi? Yapabi­
      lirsin. Tetiği çekebilirsin. Hepimiz birlikte yanarız. Bütün fakirle­
      rin olduğu gibi, cesetlerimizi, yakılmaları için Azrail M avnası’na
      götürürler. Ya da gururunu ayaklar altına alıp Burstraat’a döner,
      başını kız arkadaşının dizlerine koyar, hâlâ nefes alırken uykuya
      dalar ve intikam hayalleri kurarsın. Sana kalmış, Geels. Bu gece
      evlerimize dönebilecek miyiz?”
      Geels, K az’ın gözlerini aradı. Orada gördüğü her ne ise
      omuzlarım çökertti. Inej ona acıdığı için şaşırdı. Bu mekâna ka­
      badayılık taslayarak, Fıçı’nın şartlarına boyun eğmeyen bir şam­
      piyon olarak gelmişti ama Kaz Brekker’in bir başka kurbanı olarak
      ayrılacaktı.
      “Bir gün bu yaptıklarının bedelini ödeyeceksin, Brekker.”
      “Evet, ödeyeceğim,” dedi Kaz, “bu dünyada adalet diye bir
      şey varsa elbette. Fakat bunun ne kadar düşük bir ihtimal olduğunu
      hepimiz biliyoruz.”
      Geels kolunu indirdi. Tabanca yanında hiçbir işe yaramadan
      duruyordu.
      Geri adım atan Kaz, gömleğinde tabanca namlusunun değdiği
      yeri eliyle süpürdü. “Generaline Siyah U çlar’ı Beşinci Lim an’dan
      uzak tutmasını istediğimizi ve kaybettiğimiz jurda sevkiyatının te­
      lafi edilmesini beklediğimizi ilet. Buna ilaveten tarafsız bölgede
      Leigh Bardugo

      silah çektiğiniz için yüzde beş ve bu kadar göz kamaştırıcı pislikler


      olduğunuz için de bir yüzde beş daha istediğimizi söyle.”
      Sonra bastonuyla aniden keskin bir yay çizdi. Bilek kemikleri
      kınlan Geels çığlık attı. Tabanca parke taşlarının üstüne düştü.
      “Silahımı indirmiştim!” diye bağırdı Geels elini tutarak. “Si­
      lahımı indirmiştim!”
      “ Bana bir daha silah çekersen iki bileğini birden kırarım ve
      çişini yapmak için birini tutmak zorunda kalırsın.” Kaz bastonu­
      nun başıyla şapkasının kenarını kaldırdı. “Ya da bu işi güzel
      Elise’ye de yaptırabilirsin.”
      Kaz, Bolliger’in yanında çömeldi. Koca adam sızlandı.
      “ Bana bak, Bolliger. Bu gece kan kaybından ölmediğini farz eder­
      sek, Ketterdanr dan defolup gitmek için yarın sabah şafak sökene
      kadar vaktin var. Kent sınırlarının yanma yaklaştığını duyarsam
      seni C illa’nın Yeri’nde bir fıçıya tıkılmış halde bulurlar.” Sonra
      G eels’e baktı. “ Bolliger’e yardım edersen ya da Siyah Uçlar’la iş
      tuttuğunu öğrenecek olursam peşine düşerim.”
      “Lütfen, Kaz,” diye inildedi Bolliger.
      “Bir evin vardı. Sen o evin ön kapısını gülleyle yerle bir ettin,
      Bolliger. Benden merhamet bekleme.” Doğrulup köstekli saatine
      baktı. “Bu işin bu kadar uzun süreceğini beklemiyordum. Bir an
      evvel yola koyulsam iyi olacak. Yoksa zavallı Elise biraz ısınacak.”
      Geels başını iki yana salladı. “Sen normal değilsin, Brekker.
      Senin ne olduğunu bilmiyorum ama bir sorunun olduğu besbelli.”
      Kaz başını yana yatırdı. “Varoşlarda büyüdün, değil mi
      Geels? Kente şansını denemek için geldin?” Eldivenli eliyle pal­
      tosunun yakasını düzeltti. “Eh, ben sadece Fıçı’nın yetiştirebile­
      ceği türden bir serseriyim.”
      Siyah Uçlar’m adamlarının ayaklarının dibindeki dolu silaha
      rağmen Kaz onlara arkasını döndü. Parke taşlarının üstünde topal­
      layarak doğu kemerine doğru yürüdü. Bolliger’in yanında çömelen
      Kargalar Meclisi

      Jesper kibarca yanağına vurdu. “Budala,” dedi hüzünle ve Bor-


      sa’dan ayrılan K az’ın peşinden gitti.
      Inej; Oomen’in, Geels’in tabancasını yerden alıp kılıfına ko-
      yuşunu ve Siyah Uçlar’m kendi aralarında sessizce konuşmalarını
      çatıdan izlemeye devam etti.
      “Gitmeyin,” diye yalvardı Büyük Bolliger. “Beni bırakma­
      yın.” Geels’in pantolonunun paçasına tutunmaya çalıştı.
      Geels ondan kurtuldu. Onu iki büklüm yan yatmış halde bı­
      raktılar. Kanı parke taşlarının arasına sızıyordu.
      Inej, Van D aal’i salmadan önce tüfeğini aldı. “Evine git,”
      dedi muhafıza. Omzunun üzerinden korkmuş bir bakış atan mu­
      hafız yürüme yolunda uzaklaştı. Aşağıdaki Büyük Bol, bedenini
      B orsa’nm avlusunda sürüklemeye çalışıyordu. Kaz B rekker’e
      kazık atmaya çalışacak kadar aptal olabilirdi ama Fıçı’da bu za­
      mana kadar hayatta kalmayı başarmıştı. Bu da sağlam bir iradeye
      sahip olduğunu gösterirdi. Buradan sağ çıkabilirdi.
      Yardım et ona, dedi Inej’in içinden bir ses. Birkaç dakika ön­
      cesine kadar onun silah arkadaşıydı. Onu kaderine terk etmek yan­
      lış geliyordu. Yanına gidip acısına son vermeyi teklif edebilir, son
      nefesini verirken de elini tutabilirdi. Onu kurtarmak için bir doktor
      getirebilirdi.
      Fakat o, azizlerinin dilinde hızlıca bir dua okuyup dış duvardan
      inmeye başladı. Son anlarında kendisini avutacak kimse olmadan,
      yalnız başına ölebilecek ya da hayatta kalıp ömrünün geri kalanını
      sürgünde geçirebilecek çocuğa acıdı. Ancak bu geceki işi henüz bit­
      memişti. Üstelik Hayalet’in hainlere ayıracak vakti de yoktu.

      51
      tz doğu kemerinden çıkarken tezahüratlarla karşılandı.
      Peşi sıra gelen Jesper’inse, Kaz yanılmıyorsa, daha şimdiden suratı
      asılmıştı.
      Dirix, Rotty ve diğerleri, bağırış çağırışlar arasında Jesper’in
      altıpatlarlarını yukarıda tutarak üstlerine atıldılar. Ekiptekiler Ge­
      els’le yapılan buluşmada olan biteni görememişlerdi belki ama ko­
      nuşulanların çoğunu duymuşlardı. Şimdi de şarkı söylüyorlardı:
      “Burstraat yanıyor. Döküntüler’in suyu yok!”
      “Kuyruğunu kıstırıp öylece kaçtığına inanamıyorum!” diye
      dalga geçti Rotty. “Elinde dolu bir tabanca vardı!”
      “Bize muhafızın sırrını söylesene,” diye yalvardı Dirix.
      “Sıradan bir şey değildir herhalde.”
      “Sloken’de elma şurubunda yuvarlanmayı seven bir herifçi-
      oğlundan bahsedildiğini duym uştum ..
      “Bir şey söylemeyeceğim,” dedi Kaz. “Holst ileride işimize
      yarayabilir.”
      Ortam gergindi. Kahkahalarında felaketin eşiğinden dönmüş-
      lüğün verdiği aşırı heyecan ve telaş duyuluyordu. Bazıları kavga
      çıkmasını beklemişti ve hâlâ da dövüşmek istiyorlardı. Fakat Kaz

      52
      Kargalar Meclisi

      meselenin o kadar basit olmadığını biliyordu. Ayrıca kimsenin


      Büyük Bolliger’in adını anmadığı da gözünden kaçmamıştı. Koca
      adamın ihaneti -gerek ihanetin ortaya çıkışı gerekse de Kaz’ın onu
      cezalandırış tarzı- onları fena sarsmıştı. Bütün o itişip kakışmanın,
      bağırış çağırışın altında korku yatıyordu. Güzel. Kaz, Döküntü­
      le r in hepsinin katil, hırsız ve yalancı oldukları gerçeğine bel bağ­
      lamıştı. Tek yapması gereken, ona yalan söylemeyi alışkanlık
      haline getirmediklerinden emin olmaktı.
      Ekipten iki kişiyi Büyük Bol’u gözetlemeleri ve ayağa kalk­
      mayı başardığı takdirde de şehri terk ettiğinden emin olmaları için
      görevlendirdi. Geriye kalanlar Sunta’ya ve Karga Kulübü’ne dö­
      nerek içip kafa dağıtabilir, bela çıkarabilir ve bu geceki olayları
      herkese yayabilirlerdi. Gördüklerini anlatacak, gerisini kendileri
      tamamlayacaklardı. Ve her anlatışta Kirlieller daha çılgın, daha
      gaddar bir hal alacaktı. Fakat K az’ın ilgilenmesi gereken işleri
      vardı. İlk durağı da Beşinci Liman olacaktı.
      Jesper önüne çıktı. “Büyük Bolliger hakkındaki gerçeği bana
      anlatman gerekirdi,” dedi öfkeli bir fısıltıyla.
      “Bana ne yapacağımı söylemeye kalkma, Jes.”
      “Benden de mi şüpheleniyorsun?”
      “Senden şüpheleniyor olsaydım Büyük Bol gibi sen de Bor­
      sa ’mn avlusunda kanlar içinde yatıyor olurdun. O yüzden çok ko-
      nuşmasan iyi edersin.”
      Başını iki yana sallayan Jesper, ellerini Dirix’ten geri aldığı
      altıpatlarlarının üzerine koydu. Ne zaman asabileşse, en sevdiği
      oyuncağın tesellisini arayan bir çocuk misali elini bir tabancaya
      atardı.
      Aslında kolaylıkla barışabilirlerdi. Kaz, Jesper’e temiz oldu­
      ğunu bildiğini söyleyebilir, bu gece işlerin ters gidebileceği bir kav­
      gaya onu yanında tek yardımcısı olarak götürecek kadar güvendiğini
      hatırlatabilirdi. Fakat o, “Hadi, Jesper. Karga Kulübü’nde seni bek­

      53
      Leigh Bardugo

      leyen bir kredi limiti var. Git ve sabaha kadar ya da şansın tükenene
      kadar oyna. Hangisi önce olursa artık,” demeyi tercih etti.
      Jesper kaşlarım çattı ama gözlerindeki açlık parıltısına engel
      olamadı. “Başka bir rüşvet mi?”
      “Alışkanlıkların insanıyımdır bilirsin.”
      “Şanslısın ki ben de öyleyim.” Kısa bir duraklamanın ardın­
      dan, “Seninle gelmemizi istemiyor musun? Geels’in elemanları
      bu geceden sonra burnundan soluyacaklar,” dedi.
      Kaz, “ Bırak gelsinler,” dedi ve başka söz söylemeksizin
      Nem straat’a saptı. Hava karardıktan sonra Ketterdam’da tek ba­
      şına yürüyemiyorsanız boynunuza üzerinde “z a y ıf’ yazan bir
      levha asıp, dayak yemek için yere uzansanız yeridir.
      Köprüden geçerken Döküntüler’in bakışlarını sırtında hisse­
      debiliyordu. Ne söylediklerini bilmek için fısıldaşmalarım duy­
      ması gerekmiyordu. Onunla oturup iki tek atmak, B olliger’in
      Siyah Uçlar’a geçtiğini nasıl anladığını açıklayışını duymak, ta­
      bancayı bıraktığında Geels’in gözlerindeki ifadeyi tarif edişini din­
      lemek istiyorlardı. Fakat Kaz bunların hiçbirini yapmayacaktı. Ha,
      beğenmiyorlarsa da gidip istedikleri çeteye katılabilirlerdi.
      Kaz hakkında ne düşünürlerse düşünsünler bu gece hepsi
      biraz daha başı dik yürüyecekti. Bu yüzden onun çetesinde kalıyor,
      bu yüzden ona sadakatlerini sunuyorlardı. Kaz on iki yaşındayken
      D öküntüler’e resmen katıldığında çete herkesin maskarasıydı.
      Sokak çocukları ve miadını doldurmuş dilenciler, Fıçı’mn en kötü
      muhitindeki harap bir evde kalıyor, üçkâğıtçılık ve beş para etmez
      dolandırıcılık işleriyle uğraşıyorlardı. Fakat Kaz’m ihtiyacı olan,
      büyük bir çete değil, onun büyütebileceği bir çeteydi. Ona ihtiyacı
      olan bir çete arıyordu.
      Şimdilerde kendi mıntıkaları, kendi kumar salonları vardı. O
      harap ev ise sıcak bir yemek yiyebilecekleri yahut yaralıyken sı­
      ğınabilecekleri kuru, sıcak bir yer olan Sunta’ya dönüşmüştü. Artık

      54
      Kargalar Meclisi

      Döküntüler’den korkuluyordu. Kaz onlara bunu vermişti. Onlara


      muhabbet borcu yoktu.
      Hem zaten Jesper hemen düzelirdi. Birkaç kadeh içtikten
      sonra keskin nişancının neşesi yerine gelirdi. Kin tutması da alkole
      dayanıklılığı kadardı. Ayrıca, Kaz’ın zaferlerini herkese mal etme
      yeteneğine sahipti.
      Kaz onu Beşinci Liman’ın yanından geçirecek küçük kanal­
      lardan biri boyunca ilerlerken neredeyse umutlu hissettiğini fark
      etti. Belki de bir doktora görünse iyi olacaktı. Siyah Uçlar hafta­
      lardır kafasını kurcalıyordu ve şimdi onları hamlelerini yapmaya
      zorlamıştı. Soğuk kış havasına rağmen bacağı da o kadar kötü de­
      ğildi. Ağrı hep vardı fakat bu gece sadece ufak bir sızıdan ibaretti.
      Yine de müzakerenin Per Haskell’in onun için hazırladığı bir tür
      test olup olmadığını merak etmekten kendini alamadı. Haskell,
      kendini Döküntüler’i bugünkü başarılı konumuna getiren dâhi ol­
      duğuna inandırma kabiliyetine kesinlikle sahipti. Özellikle de ava-
      nelerinden biri kulağına fısıldıyorsa. Bu fikir onu rahatsız etse de
      Kaz, Per Haskell konusunda yarın endişelenebilirdi. Şimdilik li­
      manda her şeyin programa uygun işleyip işlemediğini kontrol ede­
      cek ve sonra da uyumak için evine, yani Sunta’ya yollanacaktı.
      İnej’in kendisini izlediğini biliyordu. Borsa’dan beri peşin­
      deydi. Kaz ona seslenmedi. Hazır olduğunda zaten kendini gösterirdi.
      Kaz genelde sessizliği severdi. Hatta elinden gelse çoğu insanın du­
      daklarını bile dikerdi. Fakat Inej istediğinde bir şekilde kendi sessiz­
      liğini size hissettirirdi. Bu sessizlik sizi kendine çekerdi.
      Kaz, Zentz Köprüsü’nün demir korkuluklarını geçene kadar
      kendine hâkim olmayı başardı. Köprü kafesinin her yanma, özenle
      düğümlenmiş küçük ip parçalan asılmıştı. Denizden sağ salim
      dönmek isteyen denizcilerin dualarıydı bunlar. Batıl inanç saçma­
      lığı. Kaz sonunda daha fazla dayanamayarak, “Çıkar artık şu ağ­
      zındaki baklayı, Hayalet,” dedi.
      Leigh Bardugo

      Inej’in sesi karanlıktan geldi. “Burstraat’a kimseyi yollamadın.”


      “Neden yollayayım ki?”
      “Geels oraya zamanında varam azsa”
      “Burstraat on dokuz numarada yangın falan çıkmayacak.”
      “Ama sireni duydum ”
      “Şanslı bir tesadüf. Gelen ilhamı geri çevirmem.”
      “Gerçekten blöf yapıyordun öyleyse. Elise tehlikede falan de­
      ğildi.”
      Yanıt vermek istemeyen Kaz omuz silkti. Inej onda sürekli
      ahlak kırıntıları bulmaya çalışıyordu. “Herkes bir canavar olduğunu
      biliyor. Vaktini gaddarlıklar yaparak çarçur etmene gerek yok.”
      “Madem tuzak olduğunu biliyordun, buluşmaya gelmeyi neden
      kabul ettin?” Kaz’ın sağında bir yerlerdeydi. Ses çıkarmadan hareket
      ediyordu. Çetenin diğer mensuplarının Inej’in bir kedi gibi hareket
      ettiğini söylediklerini duymuştu fakat kedilerin ondan ders almak
      için ayaklarının dibinde pür dikkat oturacaklarını düşünüyordu.
      “Ben bu geceyi başarılı addediyorum,” dedi Kaz. “Sence de
      öyle değil mi?”
      “Az kalsın ölüyordun. Jesper de ölüyordu.”
      “Geels işe yaramaz rüşvetler ödeyerek Siyah Uçlar’ın kasa­
      sını boşalttı. Bir haini ifşa ettik. Beşinci Liman’daki hâkimiyeti­
      mizi tekrar tesis ettik. Ayrıca üzerimde tek bir çizik bile yok.
      Başarılı bir geceydi.”
      “Büyük Bolliger’in ihanetini ne zamandır biliyordun?”
      “Haftalardır. Eleman eksikliğimiz olacak. Ha, bu arada, Ro-
      jakke’yi kovmanı istiyorum.”
      “Neden? M asalarda onun gibisi yok.”
      “iskambil destesinden anlayan bir dünya adam var. Rojakke
      biraz hızlı, hepsi bu. Para çalıyor.”
      “O, iyi bir krupiye. Üstelik bakması gereken bir ailesi var.
      Onu uyarabilir ya da bir parmağını kesebilirsin.”

      ^ 56 ^
      Kargalar Meclisi

      “O zaman iyi bir krupiye olmaktan çıkar ama, değil mi?”


      Bir krupiye, kumar salonunda para çalarken yakalandığında kat
      sorumlusu, serçeparmaklarından birini keserdi. Bu, çetelerin kitap­
      larında kendine bir şekilde yer bulmuş saçma cezalardan biriydi. Hır­
      sızın dengesini bozar, onu kâğıt dağıtmayı tekrar öğrenmeye zorlar
      ve gelecekteki işverenine dikkatli olmasını salık verirdi. Fakat aynı
      zamanda onu masalarda beceriksiz de kılardı. Yani oyuncuları izle­
      mek yerine kâğıt dağıtma gibi basit şeylere odaklanırdı.
      Kaz karanlıkta Inej’in yüzünü göremiyordu ama farklı fikirde
      olduğunu hissedebiliyordu.
      “Tamah senin Tanrın, Kaz.”
      Az kalsın buna gülecekti. “Hayır, Inej. Tamah benim önümde
      eğilir. Benim hizmetkârım ve kaldıracımdır.”
      “Peki, sen hangi Tanrı’ya hizmet ediyorsun o zaman?”
      “Hangisi bana talih bahşederse ona.”
      “Tanrıların işlerini bu şekilde yürüttüklerini sanmıyorum.”
      “Çok da umurumda.”
      Inej öfkeyle soluğunu boşalttı. Başından bütün geçenlere rağ­
      men Suli azizlerinin hâlâ ona göz kulak olduklarına inanıyordu.
      Kaz bunu biliyordu. Ve nedendir bilinmez Inej’i sinir etmekten
      hoşlanıyordu. Şu an yüzündeki ifadeyi okuyabilmeyi diledi. Ha-
      yalet’in kara kaşlarının arasındaki minik kırışıklıkta daima tatmin
      edici bir şeyler vardı.
      “Van D aal’a zamanında ulaşacağımı nereden biliyordun?”
      diye sordu Inej.
      “Çünkü hep ulaşırsın.”
      “Bana daha fazla uyarı vermeliydin.”
      “Azizlerinin zorluktan hoşlanacağını sanmıştım.”
      Inej bir müddet sessiz kaldı. Sonra Kaz, arkasında bir yerler­
      den onun sesini duydu. “İnsanoğlu ihtiyaç duyana kadar Tanrılarla
      alay eder, Kaz.”
      Leigh Bardugo

      Kaz, Inej’in-gittiğini görmedi. Sadece yokluğunu sezdi.


      Başını asabice iki yana salladı. Inej’e güvendiğini söylemek
      abartılı olurdu fakat zamanla ona bel bağladığını kendine itiraf
      edebildi. Inej’i M enagerie’den satın alma kararı içgüdüseldi ve
      Döküntüler’e bir servete mal olmuştu. K az’ın, Per Haskell’i ikna
      etmesi gerekmişti ama Inej, yaptığı en iyi yatırımlardan biriydi.
      Görünmez oluşu, onu harika bir bilgi hırsızı yapıyordu. Fıçı’nın
      en iyisiydi. Ne var ki kendini ortamdan silebilmesi K az’ı rahatsız
      ediyordu. Kızın kokusu bile yoktu. Bütün insanlar bir koku taşır­
      lardı ve o kokular türlü hikâyeler anlatırdı; bir kadının parmakla­
      rındaki karbolik asit ya da saçındaki is kokusu, bir adamın takım
      elbisesindeki ıslak yün ya da gömlek yenlerindeki barut kokusu
      Oysa Inej farklıydı. Bir şekilde görünmezlikte ustalaşmıştı. De­
      ğerli bir varlıktı. O halde neden sadece işini yapıp onu rahat bı­
      rakmıyordu?
      Kaz birdenbire yalnız olmadığım fark etti. Durup kulak ka­
      barttı. Bulanık bir kanalın ikiye ayırdığı dar bir ara sokağa girmişti.
      Bu tenha yerde sokak lambası yoktu. Sadece parlak ay ışığı ve
      demir yerlerine çarpan ufak tekneler vardı. Kaz dikkati elden bı­
      rakmış, zihninin dalıp gitmesine izin vermişti.
      Bir adamını koyu silueti sokağın başında belirdi.
      “Ne istiyorsun?” diye sordu Kaz.
      Siluet ona doğru atılınca Kaz bastonuyla küçük bir yay çizdi.
      Baston saldırganın bacaklarıyla doğrudan temas etmesi gerekirken
      ^boşluğu dövdü. Hamlesinin etkisiyle dengesini yitiren Kaz sende­
      ledi.
      ' ■ - '
      Sonra adam bir şekilde K az’ın dibinde bitivermişti. Kaz çe-
      oesine bir yumruk yedi. Başında dönen yaldızlardan silkinerek kur­
      u d u . Arkasına dönüp bastonunu tekrar savurdu ama kimse yoktu.
      'L a z ’ın bastonunun başı boşlukta vınlayarak duvara çarptı.
      Kaz sağ yanındaki biri tarafından bastonun elinden alındığını

      ^ 58^
      Kargalar Meclisi

      hissetti. Başka biri daha mı vardı yoksa?


      Ardından bir siluet, duvarın içinden geçti. Bir duman yığını,
      bir pelerine, çizmelere, soluk bir yüze dönüşürken gördüklerine
      bir anlam vermeye çalışan Kaz’ın beyni durdu, başı döndü.
      Hayaletler, diye düşündü Kaz. Bir çocukluk korkusuydu ama
      karşısında duruyordu. Jordie intikamını almak için sonunda gel­
      mişti. Borçlarım ödeme vakti, Kaz. Her şeyin bir bedeli vardır.
      Bu düşünce K az’m zihninden utanç verici, anlaşılmaz bir
      panik dalgası halinde geçti. Sonra hayalet ona saldırdı Kaz, boy­
      nuna bir iğnenin saplandığını hissetti. Şırıngalı bir hayalet mi?
      Aptal, diye düşündü. Sonra her şey karardı.

      Kaz keskin bir amonyak kokusuna uyandı. Tamamen kendine


      geldiğinde başını geriye attı.
      Karşısındaki ihtiyar, bir üniversite doktoru cübbesi giymişti.
      K az’m burnuna içinde bir tür tuz bulunan bir şişe tutuyordu. Ko­
      kusu neredeyse dayanılmazdı.
      “Uzak dur benden,” dedi Kaz kulak tırmalayıcı bir sesle.
      Kaz’a serinkanlılıkla bakan hekim, tuz şişesini deri kesesine
      geri koydu. Kaz parmaklarını esnetti ama elinden bu kadarı gel­
      mişti. Arkasındaki elleri bir sandalyeye bağlanmıştı. Zerk ettikleri
      şey her neyse onu sersemletmişti.
      Hekim kenara çekildi. Kaz iki kez gözlerini kırpıştırarak gö­
      rüşünü netleştirmeye ve etrafındaki saçma lükse anlam vermeye
      çalıştı. Siyah U çlar’ın ya da bir başka rakip çetenin ininde uyan­
      mayı bekliyordu. Fakat bu, bayağı Fıçı şatafatı değildi. Bu şekilde
      donatılmış bir mekân için ciddi paralar gerekirdi; köpüklü dalga
      ve uçan balık oymalarıyla süslenmiş maun paneller, kitaplarla dolu
      raflar, vitraylı pencereler ve hakiki bir DeKappel. Kucağında bir
      kitap ve ayaklarının dibinde bir kuzuyla uysal bir kadını tasvir
      Leigh Bardugo

      eden bir yağlıboya tablosu. Geniş bir masanın ardından onu göz­
      lemleyen adamın zengin bir tüccar görünüşü vardı. İyi ama burası
      onun eviyse silahlı stadwatch muhafızlarının kapıda ne işi vardı?
      Lanet olsun, diye düşündü Kaz, tutuklandım mı yoksa? Şayet
      öyleyse bu tüccarı büyük bir sürpriz bekliyordu. Kaz, Inej saye­
      sinde Kerch’teki bütün yargıç, mübaşir ve meclis üyelerinin sırla­
      rını öğrenmişti. Gün doğmadan hücresinden çıkmış olacaktı. Gel
      gelelim bir hücrede değildi, bir sandalyeye zincirlenmişti. Öyleyse
      neler oluyordu yahu?
      Kırklarındaki adamın ince ama yakışıklı bir yüzü vardı. Alnı
      epey açılmıştı. Kaz’la göz göze geldiğinde boğazını temizleyerek
      parmaklarını birleştirdi.
      “Bay Brekker, kendini çok kötü hissetmiyorsundur umarım.”
      “Bu ihtiyarı başımdan al yeter. Ben iyiyim.”
      Tüccar hekime başıyla işaret etti. “Gidebilirsin. Faturanı gön-
      deriver, lütfen. Ayrıca ketumluğunun mükâfatını da alacaksın el­
      bette.”
      Hekim, çantasını alıp odadan çıktı. O çıkarken tüccar ayağa
      kalktı, masasının üstünden bir tomar kâğıt aldı. Üzerinde bütün
      Kerch tüccarlarının giydiği kusursuz kesimli redingotla yelek
      vardı; koyu renk, kibar, vakur. Fakat köstekli saat ve kravat iğnesi
      K az’a bilmesi gereken her şeyi anlattı: Defneyaprağı biçiminde
      ağır halkalar, saatin altın kösteğini oluşturuyordu. Kravat iğnesiyse
      devasa, kusursuz bir yakuttu.
      O tombul m ücevheri senden alıp o iğneyi de p is boğazına
      saplayıp beni bir san dalyeye zincirlem ek neymiş göstereceğim
      sana, diye düşündü Kaz. Fakat ağzından sadece, “Van Eck,” söz­
      cükleri döküldü.
      Adam başıyla onayladı. Ama Kaz’ı selamlamadı elbette. Tüc­
      carlar, Fıçı’dan gelen pislikleri selamlamazlardı. “Beni tanıyorsun
      o halde?”

      60 ^
      Kargalar Meclisi

      Kaz bütün Kerch tüccar evlerinin sembol ve mücevherlerini


      biliyordu. Van Eck’in arması kırmızı defneyaprağıydı. Aradaki
      bağlantıyı kurmak için âlim olmaya gerek yoktu.
      “Seni tanıyorum,” dedi Kaz. “Sürekli Fıçı’yı temizlemeye
      çalışan şu radikal tüccarlardan birisin.”
      Van Eck yine başıyla onayladı. “Ben insanlara dürüst işler
      bulmaya çalışıyorum.”
      Kaz güldü. “Karga Kulübü’nde bahis oynamakla Borsa’da
      spekülasyon yapmak arasındaki fark ne?”
      “Biri hırsızlık, diğeri ticaret.”
      “Bir adam parasını kaybettiğinde ikisini birbirinden ayırt et­
      mekte zorlanabilir.”
      “Fıçı tam bir kötülük yuvası. Her türlü ahlaksızlık, şiddet”
      “Ketterdam limanlarından gönderdiğin gemilerden kaçı geri
      dönmüyor?”
      “Bunun konum uzla”
      “Her beş taneden biri, Van Eck. Kahve, ju rda ve ipek araması
      için gönderdiğin her beş gemiden biri denizin dibini boyluyor, ka­
      yalara çarpıyor, korsanların eline geçiyor. Her beş tayfadan biri
      ölüyor. Cesetleri yabancı sularda kayboluyor, balıklara yem olu­
      yor. Şiddetten konuşmayalım istersen.”
      “Fıçı’da yetişmiş bir delikanlıyla ahlak konusunda tartışacak
      değilim.”
      Kaz da tartışmasını beklemiyordu zaten. Bileklerindeki zin­
      cirlerin sıkılığını test ederken sadece zaman kazanmaya çalışı­
      yordu. Parmaklarıyla zinciri yokladı. Van Eck’in onu nereye
      getirdiğini hâlâ çözememişti ama Kaz adamla daha önce tanışma­
      mış olmasına karşın Van E ck’in evinin planını tüm ayrıntılarıyla
      öğrenmişti. Bulundukları yer her neresiyse tüccarın köşkü değildi.
      “Beni buraya felsefe yapmak için getirmediğine göre, ne is­
      tiyorsun?” Bütün buluşmaların açılışında bu soru sorulurdu. Bu,

      H iv. 61 ^
      Leigh Bardugo

      bir tutsağın ricası değil, iki dengin selamlaşmasıydı.


      “Sana bir teklifim var. Daha doğrusu Konsey’in bir teklifi var.”
      Kaz şaşkınlığını gizledi. “Ticaret Konseyi bütün görüşmele­
      rine adam döverek mi başlar?”
      “Bunu bir uyarı olarak düşün. Ve bir gösteri.”
      Kaz ara sokaktaki silueti, belirişini ve bir hayalet misali or­
      tadan kayboluşunu anımsadı. Jordie.
      İçinden şöyle bir silkindi. Jordie değildi o, seni ahmak. Odak­
      lan. Onu ele geçirmişlerdi çünkü zafer sarhoşluğu içindeydi ve
      dikkati dağınıktı. Bu onun cezasıydı. Bir daha böyle bir hata yap­
      mayacaktı. Bu, hayaleti açıklam ıyor. Şimdilik bu düşünceyi bir
      kenara bıraktı.
      “Ticaret Konseyi bana ne için ihtiyaç duyabilir ki?”
      Van Eck, elindeki kâğıtları karıştırdı. “İlk kez on yaşında tu­
      tuklanmışsın,” dedi sayfayı tarayarak.
      “Herkes ilklerini hatırlar.”
      “O yıl iki kez daha ve on bir yaşında yine iki kez tutuklan­
      mışsın. Stadwatch, bir kumar salonuna baskın yaptığında on dört
      yaşında yine içeri alınmışsın. Fakat o zamandan bu yana hiç
      hüküm giymemişsin.”
      Doğruydu. K az’ı üç senedir kimse yakalamayı başaram a­
      mıştı. “Tövbe ettim,” dedi Kaz. “Dürüst bir iş buldum. Alınterimle
      para kazanıyorum. Artık Hak yolundayım.”
      “Küfre girme,” dedi Van Eck uysalca ama gözlerinde bir an
      hiddet belirdi.
      D indar bir adam, dedi Kaz kendi kendine. Bu esnada beyni,
      Van Eck hakkında bildiği her şeyi ayıklıyordu: zengin, dindar,
      yakın zamanda K az’dan çok da fazla büyük olmayan bir kızla ev­
      lenen bir dul. Ve elbette Van Eck’in oğluyla ilgili esrarı da unut­
      mamak gerekirdi.
      Van Eck dosyayı karıştırmaya devam etti. “Profesyonel dö­
      Kargalar Meclisi

      vüşler, at yarışları ve kendine ait şans oyunları düzenliyormuşsun.


      Karga Kulübü’nde iki yılı aşkın süredir kat sorumlusuymuşsun.
      Bir bahis şirketi işleten en genç kişiymişsin ve bu zaman zarfında
      şirketin kârını iki katma çıkarmışsın. Bir şantajcı”
      “Bilgi simsarlığı yaparım.”
      “Bir dolandırıcı”
      “Fırsat yaratırım.”
      “Bir genelev patronu ve bir katil..
      “Hayat kadınlarıyla işim olmaz. Üstelik ben bir amaç için öl­
      dürürüm.”
      “Peki hangi amaçmış bu?”
      “Seninkiyle aynı, tüccar. Kâr.”
      “Bilgilerini nasıl topluyorsun, Bay Brekker?”
      “Maymuncuk gibiyimdir.”
      “Çok yetenekli bir maymuncuk olmalısın.”
      “Gerçekten öyleyimdir.” Kaz hafif arkaya yaslandı. “Her insan
      bir kasadır; sırlar ve özlemlerin içinde saklandığı. Kimileri kaba kuv­
      vet kullanırlar. Ben ise daha kibar bir yaklaşımı tercih ederim; doğru
      zamanda, doğru yere doğru baskıyı uygulayacaksın. Hassas bir iş.”
      “Hep benzetmelerle mi konuşursun, Bay Brekker?”
      Kaz gülümsedi. “Ben benzetme yapmadım.”
      Daha zincirleri yere düşmeden sandalyesinden ayağa fırladı.
      Masanın üzerine atladı. Bir eliyle bir mektup açacağını kaparken
      diğeriyle de Van Eck’i gömleğinden yakaladı. Bıçağı adamın bo­
      ğazına dayarken göm leğin kaliteli kumaşı kırıştı. Başı dönen
      K az’ın uzuvları, uzun süre iskemleye bağlı kalmaktan titriyordu.
      Fakat elinde bir silah varken durum daha çok umut vaat ediyordu.
      Van Eck’in korumaları ona dönüktüler. Hepsi tabancalarını
      ve kılıçlarını çekmişlerdi. Kaz, tüccarın yün takımının altındaki
      kalp atışlarını hissedebiliyordu.
      “Tehditlerle nefesimi boşa harcamam gerektiğini sanmıyo­

      63 ^
      Leigh Bardugo

      rum,” dedi Kaz. “Ya bana kapıya nasıl gideceğimi söylersin ya da


      pencereden birlikte atlarız.”
      “Sanırım fikrim değiştirebilirim.”
      Kaz, adamı hafifçe sarstı. “Kim olduğun ya da o yakutun ne
      kadar büyük olduğu umurumda değil. Beni kendi sokaklarımdan
      kaçıramazsın. Ve ben zincirliyken benimle anlaşma yapmaya ça­
      lışamazsın.”
      “Mikka,” diye seslendi Van Eck.
      Ve sonra yine oldu. Bir çocuk kütüphane duvarından geçti.
      Bir ceset kadar solgundu. Yakasında Van Eck’in hanesine bağlı ol­
      duğunu gösteren kırmızı ve altın rengi bir kurdele olan, nakışlı,
      mavi bir Grisha Dalgaların Hâkimi paltosu giymişti. Fakat bir
      Grisha bile duvarların içinden geçemezdi.
      İlaç, diye düşündü Kaz telaşlanmamaya çalışarak. Bana ilaç
      verdiler. Ya da bir tür sanrıydı bu. Hani şu Doğu Çıtası’ndaki ti­
      yatrolarda yapılan türden; ikiye bölünen bir kız, bir çaydanlıktan
      çıkan güvercinler
      “Bu da neyin nesi?” diye homurdandı Kaz.
      “Beni bırakırsan açıklayacağım.”
      “Olduğun yerde de açıklayabilirsin pekâlâ.”
      Van Eck titreyerek soluğunu boşalttı. “Gördüklerin, jurda p a ­
      remin etkileri.”
      “Jurda sadece bir uyarıcı.” Küçük, kurutulmuş çiçekler
      Novyi Zem ’de yetiştirilir ve Ketterdam’ın dört bir yanındaki dük­
      kânlarda satılırdı. Kaz, Döküntüler’deki ilk zamanlarında gözet­
      leme görevleri sırasında tetikte kalmak için çiğnemişti ju rd a yı.
      Sonrasında dişleri günlerce turuncu kalmıştı. “Zararsızdır,” dedi.
      “Jurda parem büsbütün farklı bir şey. Üstelik kesinlikle de
      zararsız değil.”
      “Öyleyse bana ilaç verdin.”
      “Ben değil, Bay Brekker. Mikka verdi.”

      64
      Kargalar Meclisi

      Kaz, G risha’nın kül gibi yüzüne baktı. Gözlerinin altında


      koyu renk çukurlar vardı. Birkaç öğündür yemek yememiş birini
      andıran, kırılgan bir yapıya sahipti.
      “Jurda parem, sıradan jurdanm bir kuzenidir,” diye devam etti
      Van Eck. “Aynı bitkiden elde edilir. İlacın yapılış sürecine dair eli­
      mizde kesin bilgiler yok. Ancak Bo Yul-Bayur adındaki bir bilima-
      damı tarafından Kerch Ticaret Konseyi’ne bir numune gönderildi.”
      “Shulu mu?”
      “Evet. İltica etmek istiyordu. O nedenle ilacın sıra dışı etki­
      lerine dair iddialarını kanıtlamak amacıyla bize bir numune yol­
      ladı. Lütfen, Bay Brekker, bu çok rahatsız bir pozisyon. İstersen
      sana bir tabanca da verebilirim. Böylece oturup daha medeni bir
      şekilde konuşabiliriz.”
      “Tabanca ve bastonum.”
      Van Eck, korumalarından birine işaret etti. Odadan çıkan ko­
      ruma biraz sonra elinde K az’m bastonuyla döndü; Kaz, adamın
      kapıyı kullandığına sevindi.
      “Önce tabanca,” dedi Kaz. “Yavaşça.” Koruma silahını kılı­
      fından çıkarıp kabzasını K az’a uzattı. Kaz tabancayı alıp çabuk
      bir hareketle horozunu çekti. Sonra Van Eck’i salarak mektup aça­
      cağını masanın üzerine attı. Korumanın elinden bastonunu çekip
      aldı. Tabanca daha kullanışlıydı ama baston K az’a tarifi imkânsız
      bir rahatlama getirdi.
      Van Eck kendisiyle K az’m dolu tabancası arasına mesafe
      koymak için birkaç adım geri gitti. Oturmaya istekli görünm ü­
      yordu. Kaz da oturmadı. Pencerenin yakınında durdu. Böylece ge­
      rektiğinde tüyebilecekti.
      Van Eck derin bir nefes alarak takım elbisesini düzeltmeye
      çalıştı. “O baston oldukça esaslı bir donanım, Bay Brekker. Fab­
      rikatör yapımı mı?”
      Baston gerçekten de bir Grisha Fabrikatörü tarafından yapıl­

      ^ 65
      Leigh Bardugo

      mıştı. Kurşun çizgiliydi ve kemik kırmak için ideal ağırlıktaydı.


      “Seni ilgilendirmez. Konuş bakalım, Van Eck.”
      Tüccar boğazını temizledi. “Bo Yul-Bayur jurda parem nu­
      munesini gönderdiğinde bunu üç Grisha’ya verdik. Her sınıftan
      birer tanesine.”
      “Gönüllüler mi?”
      “Kontratlılar,” diye itiraf etti Van Eck. “İlk ikisi, Konsey
      üyesi Hoede için çalışan bir Fabrikatör ile bir Şifacı’ydı. Mikka
      bir Dalgaların Hâkimi. O bana ait. İlacı kullanarak neler yapabil­
      diğini gördün.”
      Hoede. Bu ismi nereden hatırlıyordu acaba?
      Kaz, M ikka’ya bakarak, “Ne gördüğümü bilmiyorum,” dedi.
      Çocuğun bakışları Van Eck’in üzerine odaklanmıştı. Bir sonraki
      buyruğunu bekliyor gibiydi. Ya da bir sonraki iğnesini.
      “Sıradan bir Dalgaların Hâkimi, akıntıları kontrol edebilir,
      havadaki ya da civardaki bir kaynaktaki suyu veya nemi çağırabi­
      lir. Limanımızdaki gelgitleri onlar idare ederler. Fakat jurda parem
      etkisi altındaki bir Dalgaların Hâkimi kendini katidan sıvıya, sı­
      vıdan gaza dönüştürebilir. Ayrıca aynı işlemi diğer nesnelere de
      uygulayabilir. Bir duvara bile.”
      K az’m içinden bunu inkâr etmek geldiyse de gördüklerini
      başka türlü açıklayamıyordu. “Nasıl?”
      “Söylemek güç. Bazı Grishaların taktığı büyüteçleri biliyor-
      sundur?”
      “Görmüşlüğüm var,” dedi Kaz. Hayvan kemikleri, dişler, pul­
      lar. “Bulunması zor diye duymuştum.”
      “Hem de çok. Fakat sadece bir Grisha’nın gücünün artırırlar.
      Jurda parem ise bir Grisha’nın algısını değiştirir.”
      “Yani?”
      “Grishalar maddeyi en temel seviyelerinde kontrol ederler.
      Buna Yüce Bilimler adını verirler. Parem etkisindeyken bu kont­

      66 ^
      Kargalar Meclisi

      rolleri daha hızlı ve daha kesin hale gelir. Teoride jurda parem , sı­
      radan kuzeni gibi sadece bir uyarıcıdır. Fakat öyle görünüyor ki
      bir Grisha’nın sezilerini keskinleştirip iyileştiriyor. Sıra dışı hız­
      larda bağlantılar kurmalarını sağlıyor. Normalde imkânsız olan
      şeyleri mümkün kılıyor.”
      “Peki, seninle benim gibi zavallılara ne yapıyor?”
      Van Eck, K az’la aynı ortamda bulunduğu için biraz ürpermiş
      gibi göründü ama, “Öldürüyor. Sıradan bir zihin parem e en düşük
      dozlarında bile dayanamaz,” dedi.
      “İlacı üç Grisha’ya verdiğinizi söyledin. Diğerleri neler ya­
      pabiliyor?”
      “Burada,” dedi Van Eck masasının çekmecesine uzanarak.
      Kaz tabancasını kaldırdı. “Ağır ol.”
      Van Eck elini çekmeceye abartılı bir yavaşlıkla uzattı. Bir
      altın kütlesi çıkardı. “Bu, aslında kurşundu.”
      “Yok daha neler.”
      Van Eck omuz silkti. “Sana sadece gördüklerimi anlatabili­
      rim. Fabrikatör eline bir parça kurşun aldı. Saniyeler sonra eli­
      mizde bu vardı.”
      “Hakiki olduğunu nereden biliyorsunuz?” diye sordu Kaz.
      “Altınla aynı erime noktasına, aynı ağırlığa ve aynı dövül­
      genliğe sahip. Altınla tamamen aynı değilse bile, biz bir fark gö­
      remedik. İstersen test ettirebilirsin.”
      Kaz bastonunu kolunun altına sıkıştırıp ağır kütleyi Van
      Eck’ten aldı. Cebine koydu. İster hakiki olsun ister inandırıcı bir
      taklit olsun, bu büyüklükteki sarı bir külçeyle Fıçı sokaklarında
      pek çok şey satın alınabilirdi.
      “Onu herhangi bir yerden temin etmiş olabilirsin,” diye be­
      lirtti Kaz.
      “Sana bizzat göstermesi için Hoede’nin Fabrikatörünü bu­
      raya getirtirdim ama durumu iyi değil.”

      67
      Leigh Bardugo

      Kaz bakışlarını M ikka’nın marazi yüzüne ve ıslak alnına yö­


      neltti. îlacı kullanmanın belli ki bir bedeli vardı.
      “Bütün bunların doğru olduğunu ve ucuz bir sihirbazlık nu­
      marası olmadığını varsayalım. Benimle ne ilgisi var?”
      “Shulann, Kerchlere olan borçlarının tamamını birdenbire al­
      tınla ödediğini duymuşsundur belki. Novyi Zem ticaret büyükel­
      çisinin suikasta kurban gittiğini? R avka’daki bir askeri üsten
      belgeler çalındığını?”
      Demek tuvalette ölü bulunan büyükelçi cinayetinin ardındaki
      sır buydu. Ayrıca o üç Shu gemisindeki altınlar da Fabrikatörler
      tarafından yapılmış olmalıydı. Kaz, Ravka’dan çalman belgelerle
      ilgili hiçbir şey duymamıştı ama yine de başını salladı.
      “Bütün bu hadiselerin, Shu hükümeti kontrolünde ve ju rda
      parem etkisindeki Grishaların işi olduğuna inanıyoruz.” Van Eck
      çenesini kaşıdı. “Bay Brekker, sana anlattıklarımı bir an durup dü­
      şünmeni istiyorum. Duvarlardan geçebilen adamlar; bundan böyle
      hiçbir kasa ya da kale güvenli olmayacak. Kurşunu ya da herhangi
      bir maddeyi altına çevirebilen, dünyanın özünü değiştirebilen in­
      sanlar; para piyasaları kargaşaya sürüklenecek. Dünya ekonomisi
      altüst olacak.”
      “Çok heyecan verici. Benden istediğin nedir, Van Eck? Bir
      sevkiyatı çalmamı mı istiyorsun? Ya da formülü?”
      “Hayır, adamı çalmanı istiyorum.”
      “Bo Yul-Bayur’u kaçırmamı mı istiyorsun?”
      “Onu kurtarmanı istiyorum. Bir ay önce Yul-Bayur’dan sı­
      ğınma talebinde bulunduğu bir mesaj aldık. Hükümetinin ju rda
      parem planları konusunda kaygıları vardı. Biz de ona iltica etme­
      sinde yardım etmeyi kabul ettik. Bir buluşma ayarladık. Ne var ki
      buluşma noktasında bir çatışma çıktı.”
      “Shularla mı?”
      “Hayır. Fjerdalılarla.”
      Kargalar Meclisi

      Kaz kaşlarını çattı. İlacı ve Bo Yul-Bayur’un planlarını bu


      kadar çabuk öğrendiklerine göre Fjerdalıların, Shu Han’da ya da
      Kerch’te casusları olmalıydı. “O zaman ajanlarınızı gönderin.”
      “Diplomatik durum biraz hassas. Hükümetimizin Yul-Bayur Ta
      hiçbir şekilde ilişkilendirilmemesi gerekli.”
      “Bilmelisin ki şimdiye çoktan ölmüştür. Fjerdalılar, Grisha-
      lardan nefret ederler. Bu ilacın bilgisinin dışarı sızdırılmasına asla
      izin vermeyeceklerdir.”
      “Kaynaklarımız, Yul-Bayur’un hâlâ hayatta olduğunu ve yar­
      gılanmayı beklediğini söylüyorlar.” Van Eck boğazını temizledi.
      “Buz Sarayı’nda.”
      Kaz, Van Eck’e uzun bir müddet baktıktan sonra gülmeye baş­
      ladı. “Eh, tarafından bayıltılıp tutsak alınmak bir zevkti, Van Eck.
      Vakti geldiğinde konukseverliğine mukabele edileceğinden emin ola­
      bilirsin. Şimdi uşaklarından birine söyle de bana kapıyı göstersin.”
      “Sana beş milyon kruge ödemeye hazırız.”
      Kaz tabancayı cebine koydu. Artık can güvenliği için endişe
      duymuyordu. Sadece bu gammazcı, zamanını boşa harcadığı için
      sinirliydi, hepsi bu. “Bu sana şaşırtıcı gelebilir, Van Eck, ama biz
      kanal fareleri de hayatlarımıza en az sizin kadar değer veririz.”
      “On milyon.”
      “Hayatta olup harcayamayacağım bir serveti ne yapayım ki
      ben. Şapkam nerede? Yoksa Dalgaların Hâkimin onu ara sokakta
      mı bıraktı?”
      “Yirmi.”
      Kaz durakladı. Duvarlardaki oyma balıkların, dinlemek için,
      sıçrayışlarının ortasında durduklarına dair tuhaf bir hisse kapıldı.
      “Yirmi milyon kruge m i?”
      Van Eck başıyla onayladı. Mutlu görünmüyordu.
      “Bir intihar görevini kabul etmeleri için bir ekibi ikna etmem
      gerekecek. Bu pahalıya patlayacaktır.” Bu tamamen doğru sayıl­

      69 J t*
      Leigh Bardugo

      mazdı. Van Eck’e söylediklerine rağmen Fıçı’da yaşama amacın­


      dan yoksun bir dünya insan vardı.
      “Yirmi milyon kruge epey pahalı sayılır,” diye karşılık verdi
      Van Eck.
      “Buz Sarayı’na daha önce hiç kimse giremedi.”
      “Sana da bu yüzden ihtiyacımız var ya, Bay Brekker. Bo Yul-
      Bayur’un çoktan ölmüş ve sırlarını da Fjerdalılara teslim etmiş olması
      mümkün. Ancak jurda paremin sun ifşa edilmeden önce harekete
      geçmek için en azından biraz vaktimiz olduğu kanısındayız.”
      “Formül Shulardaysa”
      “Yul-Bayur, amirlerini yanıltmayı ve formülün ayrıntılarını
      saklamayı başardığını iddia ediyordu. Shuların, Yul-Bayur’un ge­
      ride bıraktığı kısıtlı stoku kullandığını düşünüyoruz.”
      Tamah, benim önümde eğilir. Belki de Kaz o cephede biraz
      fazla kendini beğenmişti. Şimdi tamah, Van Eck’in isteğini yerine
      getiriyordu. Kaldıraç işbaşındaydı. K az’ın direncini kırıyor, onu
      hizaya getiriyordu.
      Yirmi milyon kruge. Nasıl bir iş olacaktı bu? Kaz casusluk
      ya da hükümet çekişmelerinden anlamazdı ama Bo Yul-Bayur’u
      Buz Sarayı’ndan kaçırmak bir tüccarın kasasındaki değerli eşyaları
      aşırmaktan neden farklı olsundu ki? Dünyanın en iyi korunan ka­
      sası, diye hatırlattı kendine. Son derece uzmanlaşmış bir ekibe ih­
      tiyacı olacaktı. Bu ekiptekiler gidip de dönmeme ihtimalini göze
      alabilmeliydiler. Ayrıca Döküntüler’in dışından da adam toplaması
      gerekecekti. İhtiyaç duyacağı yetenekler, çetesinde mevcut değildi.
      Yani her zamankinden daha dikkatli olması gerekecekti.
      Ne var ki işi başarırlarsa, Per Haskell kendi payına düşeni al­
      dıktan sonra bile K az’ın alacağı hisse her şeyi değiştirmeye, kal­
      binde bir delik açan intikamla soğuk bir limandan ayrıldığından
      beri kurduğu hayalini nihayet hayata geçirmeye, yetecekti. Jor-
      die’ye olan borcu sonunda ödenecekti.
      Kargalar Meclisi

      Başka yararlan da olacaktı. Hem bu soygun Kaz’m şöhretini


      artıracaktı hem de Kerch Konseyi ona borçlanacaktı. Girilmesi im­
      kânsız Buz Sarayı’na sızıp Fjerda soylularının ve ordusunun ka­
      lesinden bir ganimeti çalmak? Böyle bir işin altından kalktığı ve
      o kadar büyük bir ödülü kazandığı takdirde artık Per Haskell’e ih­
      tiyacı kalmayacaktı. Kendi çetesini kurabilecekti.
      Fakat bir terslik vardı. “Neden ben? Neden Döküntüler? Biz­
      den daha deneyimli çeteler var.”
      Mikka öksürmeye başladı. Kaz, Grisha’nın yeninde kan gördü.
      Van Eck usulca, “Otur şöyle,” dedi ve M ikka’nın bir iskem­
      leye oturmasına yardım edip bir mendil uzattı. Korumalardan bi­
      rine işaret etti. “Su getirin.”
      “Ee?” diye teşvik etti Kaz.
      “Kaç yaşındasın, Bay Brekker?”
      “On yedi.”
      “On dört yaşından beri tutuklanmamışsın. Ayrıca üç yıl önce
      olduğundan daha dürüst biri olmadığını bildiğimden dolayı bir
      suçluda en çok aradığım özelliği taşıdığını varsayabilirim: Yaka­
      lanmıyorsun .” Van Eck hafif gülümsedi. “Bir de benim şu DeKap-
      pel’imle ilgili mesele var.”
      “Ne demek istediğini bilmediğimden eminim.”
      “Altı ay önce, yaklaşık yüz bin kruge değerindeki bir DeKap-
      pel yağlıboya tablosu evimden çalındı.”
      “Epey büyük bir kayıp.”
      “Öyleydi. Özellikle de galerime dışarıdan kimsenin gireme­
      yeceği ve kapılarındaki kilitlerin de son derece sağlam olduğu ko­
      nusunda bana güvence verilmişken.”
      “O haberi gazetede okumuştum galiba.”
      “Evet,” diye itiraf etti Van Eck iç geçirerek. “Kibir, tehlikeli
      bir hastalıktır. Koleksiyonumla ve onu korumak için aldığım ön­
      lemlerle caka satmak için sabırsızlanıyordum. Öte yandan bütün
      Leigh Bardugo

      korumalarıma, köpeklere, alarmlara ve Ketterdam ’daki en sadık


      çalışanlara rağmen tablom yine de çalındı.”
      “Geçmiş olsun.”
      “Dünya piyasasında henüz ortaya çıkmadı.”
      “Belki de senin hırsızın alıcısı çoktan belliydi.”
      “O da bir ihtimal tabii ki. Fakat ben hırsızın, tabloyu farklı
      bir nedenle çaldığı kanaatindeyim.”
      “Neymiş o neden?”
      “Sadece çalabildiğini göstermek.”
      “Bana aptalca bir risk gibi geldi.”
      “Eh, hırsızların kafalarından ne geçtiğini kim bilebilir ki?”
      “Benim bilmediğim kesin.”
      “Buz Sarayı hakkında bildiklerimi düşünürsek, DeKap-
      pel’imi her kim çaldıysa o, bu iş için tam biçilmiş kaftan.”
      “O halde benim yerime onu tutsan daha iyi olur.”
      “Haklısın ama seninle idare etmek zorunda kalacağım.”
      Van Eck gözlerinin arasında bir itiraf bulmayı umarmışçasına
      bakışlarını K az’dan ayırmadı. Sonunda, “Anlaştık öyleyse?” diye
      sordu.
      “Biraz yavaş ol bakalım. Şifacı’ya ne oldu?”
      Van Eck afallamış gibiydi. “Kim?”
      “İlacı her Sınıf’tan bir Grisha’ya verdiğinizi söyledin. Mikka
      bir Dalgaların Hâkimi, senin Etherealkin. O altını yapan Fabrikatör
      bir Materialki. Öyleyse Corporalki’ye ne oldu? Şifacı’ya?”
      Van Eck hafif yüzünü buruşturdu ama, “Benimle gelir misin,
      Bay Brekker?” demekle yetindi.
      Gözünü Mikka ile korumalardan ayırmayan Kaz temkinli bir
      şekilde Van Eck’in peşi sıra kütüphaneden ayrılıp koridora çıktı.
      Evin her yanından tüccarın zenginliği akıyordu; duvarlarda koyu
      renk ahşap paneller, siyah beyaz fayans döşeli yerler, hepsi zevkli,
      hepsi kusursuzca işlenmişti ama bir mezarlık hissi uyandırıyordu.

      72 ^
      Kargalar Meclisi

      Odalar terk edilmiş, perdeler kapatılmış, mobilyaların üzeri beyaz


      çarşaflarla örtülmüştü. Yanından geçtikleri bütün karanlık odalar,
      buzdağlarıyla kaplı, bir nevi unutulmuş bir deniz manzarasını an­
      dırıyordu.
      Hoede. Kaz bu ismi şimdi hatırladı. Geçen hafta Hoede’nin
      Geldstraat’taki köşkünde bir olay meydana gelmişti. Kordon altına
      alınan bölge stadwatch muhafızlarıyla doluydu. Kaz çiçek hasta­
      lığı salgını çıktığına dair rivayetler duymuştu ama Inej bile daha
      fazlasını öğrenememişti.
      Tüyleri ürperen Kaz, “Burası, Konsey üyesi Hoede’nin evi,”
      dedi. Bir salgın hastalığa yakalanmak istemiyordu. Fakat tüccarla
      korumaları endişeli görünmüyorlardı. “Ben buranın karantinaya
      alındığım sanıyordum.”
      “Burada vuku bulan olay bizim için bir tehlike arz etmiyor.
      Ve işini yaparsan, Bay Brekker, hiçbir zaman da etmeyecek.”
      Van Eck, K az’ı bir kapıdan bakımlı bir bahçeye çıkardı. Ha­
      vada erken açan çiğdemlerin yoğun nektar kokusu vardı. Koku,
      Kaz’a çenesine aldığı bir yumruk gibi çarptı. Jordie’nin anıları zih­
      ninde henüz çok taze olduğundan Kaz bir an varsıl bir tüccarın
      kanal boyundaki bahçesinde değil de kardeşinin onu eve çağıran
      sesinin ve yanaklarına vuran sıcak güneş eşliğinde, dizlerine kadar
      gelen bahar otlarının arasında yürüğünü hissetti.
      Kaz silkindi. Şöyle en koyusundan , en acısından bir kupa
      kahveye ihtiyacım var, diye düşündü. Ya da çeneme sağlam bir
      yum ruğa belki de.
      Van Eck onu kanala bakan bir kayıkhaneye götürüyordu.
      Panjurlu pencerelerinden dışarı sızan ışık, bahçe yolunda değişik
      şekiller oluşturuyordu. Van Eck cebinden bir anahtar çıkarıp kilide
      sokarken bir kent muhafızı kapının yanında esas duruşta bekledi.
      Kaz kapalı odadan yükselen koku burnuna ulaşınca yenini ağzına
      götürdü; idrar, dışkı. Çiğdem kokuları buraya kadarmış.
      Leigh Bardugo

      Odayı duvardaki iki cam fener aydınlatıyordu. Ayaklarının di­


      bindeki zeminde kırık cam parçaları bulunan bir grup muhafızın
      yüzleri büyük demir bir kutuya dönüktü. Kimilerinin üzerinde stad-
      w atch,w mor üniforması, kimilerinin üzerindeyse Hoede hanesinin
      deniz yeşili üniforması vardı. Kaz gözlem penceresinden, boş bir
      masayla devrilmiş iki sandalyenin önünde dikilen bir başka kent
      muhafızını gördü. Muhafız tıpkı diğerleri gibi kolları yanda serbest
      duruyordu, ifadesiz yüzündeki gözleri ileriye, hiçliğe odaklanmıştı.
      Van Eck fenerlerden birinin ışığını artırınca Kaz mor üniformalı bir
      bedenin gözleri kapalı halde yere yığılmış olduğunu gördü.
      Van Eck göğüs geçirip yerdeki bedeni çevirmek için çömeldi.
      “Bir tane daha kaybettik,” dedi.
      Çocuk gençti. Daha bıyıkları bile çıkmamıştı.
      Van Eck onları içeri alan muhafıza emirler verdi. Van Eck’in
      maiyetindekilerden birinin yardımıyla cesedi kaldırıp odadan çı­
      kardı. Diğer muhafızlar hiçbir tepki vermediler. Öylece karşıya
      bakmaya devam ediyorlardı.
      Kaz onlardan birini tanıdı; stadw atch ’un komiseri Henrik
      Dahlman.
      “Dahlman?” dedi ama adam tepki vermedi. Komiserin sura­
      tının önünde elini sallayan Kaz, ardından kulağına sertçe vurdu.
      Sadece yavaş, ilgisiz bir göz kırpıştırma. Kaz tabancasını kaldırıp
      doğrudan komiserin alnına nişanladı. Horozu çekti. Komiser ne
      irkildi ne tepki verdi. Ne de gözbebekleri küçüldü.
      “Ölüden farksız,” dedi Van Eck. “Ateş et. Beynini dağıt. İti­
      raz etmeyecektir. Diğerleri de tepki vermeyecektir.”
      İliklerine kadar ürperen Kaz tabancasını indirdi. “Nedir bu?
      Onlara ne oldu?”
      “Grisha, Konsey üyesi Hoede’nin hanesinde hizmet veren bir
      Corporalnik’ti. Hoede, kız bir Cellat değil de bir Şifacı olduğu için
      parem i denemek için güvenli bir seçim yaptığını düşünmüştü.”
      Kargalar Meclisi

      Akıllıca görünüyordu. Kaz, Cellatları iş üstünde görmüştü.


      Size ellerini bile sürmeden hücrelerinizi parçalayabilir, kalbinizi
      patlatabilir, ciğerlerinizdeki havayı çalabilir, nabzınızı düşürerek
      sizi komaya sokabilirlerdi. Van Eck’in anlattıklarının bir kısmı
      dahi doğruysa onlardan birine jurda parem verilmesi fikri oldukça
      ürkütücüydü. Dolayısıyla tüccarlar da ilacı bir Cellat yerine bir Şi-
      facı üzerinde denemişlerdi. Gel gelelim anlaşılan o ki evdeki hesap
      çarşıya uymamış.
      “Ona ilacı verdiniz ve sahibini mi öldürdü?”
      “Pek sayılmaz,” dedi Van Eck boğazını temizleyerek. “Kız,
      şu gözlem hücresindeymiş. Paremi aldıktan sonra saniyeler içinde
      odanın içindeki muhafızı kontrol etmeye başlam ış”
      “Bu mümkün değil.”
      “Öyle mi dersin? Beyin de hücrelerden ve dürtülerden oluşan
      bir organ sonuçta. Jurda parem etkisindeki bir Grisha, o dürtüleri
      neden kontrol edemesin ki?”
      K az’ın şüphesi yüzüne vurmuştu.
      “Bu insanlara bir bak,” diye ısrar etti Van Eck. “Grisha onlara
      beklemelerini söylemiş. Ve onlar da tam olarak bunu yapıyorlar.
      O andan bu yana başka hiçbir şey yapmamışlar.”
      Kaz sessiz grubu yakından inceledi. Gözleri ifadesiz ya da
      ölü değildi. Bedenlerinin de rahat olduğu söylenemezdi. Bekleme­
      deydiler. Kaz bir ürpertiyi bastırdı. Tuhaf şeyler, sıra dışı şeyler
      görmüştü ama bu gece gördüklerinin yanında onların lafı bile ol­
      mazdı.
      “Hoede’ye ne oldu?”
      “Grisha kapıyı açmasını emretmiş. Kapıyı açtığında da ona
      kendi başparmağını kesmesini buyurmuş. Neler olduğunu bilm e­
      mizin tek sebebi, bir aşçı yamağının o sırada burada olması. Grisha
      ona dokunmamış ama dediğine göre Hoede kendi başparmağını
      kesmiş. Hem de gülerken.”

      75 J t* ’
      Leigh Bardugo

      Kaz, bir Grisha’nm, beynini kontrol etmesi fikrinden hiç hoş­


      lanmadı. Fakat Hoede, başına gelenleri hak etmişse de şaşırmazdı.
      Ravka içsavaşı sırasında pek çok Grisha çatışmalardan kaçmış ve
      esasen kendilerini birer köle olarak sattıklarından habersiz,
      Kerch’in yolunu tutmuştu.
      “Tüccar ölmüş mü?”
      “Konsey üyesi Hoede çok kan kaybetmiş ama o da bu adam­
      larla aynı durumda. Ailesi ve hane çalışanlarıyla birlikte taşraya
      götürüldü.”
      “Grisha Şifacısı Ravka’ya mı dönmüş?” diye sordu Kaz.
      Van Eck, K az’ı tuhaf kayıkhaneden çıkarıp arkalarından ka­
      pıyı kilitledi.
      “Öyle bir girişimde bulunmuş olabilir,” dedi bahçeden geçip
      evin yan tarafı boyunca ilerleyerek. “Bulduğu küçük bir tekneyle
      Ravka’ya gitmekte olduğunu tahmin ediyoruz. Fakat iki gün önce
      Üçüncü Liman’a vuran cesedini bulduk. Kente geri dönmeye ça­
      lışırken boğulduğunu düşünüyoruz.”
      “Neden buraya geri gelsin ki?”
      “Daha fazla ju rd a parem için.”
      Kaz, M ikka’nın ışıldayan gözlerini ve kül gibi cildini dü­
      şündü. “O kadar mı bağımlılık yapıyor?”
      “Görünüşe bakılırsa tek bir doz yeterli. İlacın etkisi geçti­
      ğinde Grisha’nın vücudu zayıf düşürüyor. Şiddetli bir krize giriyor.
      Kişiyi epey güçten düşürüyor.”
      E pey güçten düşürüyor biraz hafif kalan bir ifade gibiydi.
      Ketterdam limanlarına girişleri, Gelgit Konseyi denetlerdi. Şayet
      ilaç alan Şifacı gece vakti küçük bir tekneyle geri dönmeye çalış­
      mışsa akıntıya karşı pek şansı olmamıştır. Kaz, M ikka’nın zayıf
      suratını, üstüne bol gelen kıyafetlerini düşündü. Onu bu duruma
      ilaç getirmişti. Kendisine j urda parem verilmişti ve şimdiden bir
      sonraki dozu arzuluyordu. Ayrıca her an yere yığılmaya da hazır
      Kargalar Meclisi

      görünmüştü. Bir Grisha bu şekilde ne kadar devam edebilirdi?


      İlginç bir soruydu ama söz konusu meseleyle alakası yoktu.
      Ön bahçe kapısına varmışlardı. Anlaşmaya varma vakti gelmişti.
      “Otuz milyon k r u g e dedi Kaz.
      “Yirmi demiştik!” dedi Van Eck tükürükler saçarak.
      “Sen yirmi demiştin. Çaresiz olduğunuz açık.” Kaz içinde bir
      oda dolusu adamın öylece ölmeyi beklediği kayıkhanenin olduğu
      tarafa baktı. “Ve şimdi de nedenini anlıyorum.”
      “Konsey, kellemi uçuracak.”
      “Bo Yul-Bayur’u her nerede tutmak istiyorsan oraya güvenle
      sakladığında sana methiyeler düzecekler.”
      “Novyi Zem ’de tutacağım.”
      Kaz omuz silkti. “İstersen kahve demliğine koy. Umurumda
      bile değil.”
      Van Eck bakışlarını Kaz’ınkilere dikti. “Bu ilacın neler ya­
      pabildiğini gördün. Seni temin ederim ki bu daha sadece başlangıç.
      Jurda parem dünya üzerine salmırsa savaş kaçınılmazdır. Ticaret
      yolları yok olur, piyasalar çöker. Kerch böyle bir felaketten sağ
      kurtulamaz. Kaderimiz senin elinde, Bay Brekker. Başarısız olur­
      san bunun bedelini bütün dünya ödeyecek.”
      “Ah, durum daha da vahim, Van Eck. Başarısız olursam pa­
      ramı alamam.”
      Tüccarın yüzünde beliren tiksinti ifadesi, bir DeKappel yağ­
      lıboya tablosuyla ölümsüzleştirilmeyi hak ediyordu.
      “O kadar hayal kırıklığına uğramış görünme yahu. Sadece,
      bu kanal faresinin aslında bir vatansever olduğunu keşfetseydin
      kendini ne kadar berbat hissedeceğini bir düşün. O kıvırdığın du­
      dağını düzeltip bana karşı saygılı bile davranmak zorunda kalabi­
      lirdin.”
      “Bana bu rahatsızlığı yaşatmadığın için teşekkür ederim ,”
      dedi Van Eck büyüklenerek. Kapıyı açtı, sonra durakladı. “Senin

      77 ^
      Leigh Bardugo

      gibi zeki bir çocuğun farklı koşullar altında neler yapabileceğini


      gerçekten merak ediyorum.”
      Jordie ’y e sor, diye düşündü Kaz içinde bir sızıyla. Fakat sa­
      dece omuz silkti. “Daha üst sınıf bir enayiden çalıyor olurdum,
      hepsi bu. Otuz milyon kruge."
      Van Eck başıyla onayladı. “Otuz. Anlaşma anlaşmadır.”
      “Anlaşma anlaşmadır,” dedi Kaz. El sıkıştılar.
      Van Eck’in bakımlı eli K az’ın deri kaplı parmaklarını kavra­
      yınca tüccar gözlerini kıstı.
      “Neden eldiven takıyorsun, Bay Brekker?”
      Kaz kaşını kaldırdı. “Anlatılanları duymuşsundur eminim.”
      “Hepsi de birbirinden tuhaf.”
      Onları Kaz da duymuştu: Brekker’in ellerinde kan lekeleri
      vardı. Brekker’in elleri yara izleriyle kaplıydı. Brekker yarı iblis
      olduğundan parmak yerine pençeleri vardı. Brekker’in dokunuşu,
      kükürt gibi yakardı; çıplak teniyle en ufak bir temas bile bedeni­
      nizin yanmasına ve ölmenize neden olurdu.
      “İstediğini seç,” dedi Kaz gecenin içinde gözden yiterken.
      Düşünceleri çoktan otuz milyon kruge ye ve onu elde etmek için
      ihtiyaç duyacağı ekibe kaymıştı bile. “Hepsinde biraz gerçeklik
      payı var.”

      78 ^
      iz, Sunta’ya adımını attığı an Inej anlamıştı. Bütün
      gangsterler, hırsızlar, torbacılar, dolandırıcılar ve sahtekârlar biraz
      daha kendine gelirken K az’ın varlığı tıkış tıkış odalarda ve çarpık
      koridorlarda yankılandı. Per HaskelPin sağ kolu eve dönmüştü.
      Sunta öyle ahım şahım bir yer değildi. Fıçı’nın en kötü mıntı­
      kasında sıradan bir evdi. Birbiri üstüne istiflenmiş üç katı, tepesinde
      bir çatı katı ve üçgen bir çatısı vardı. Kentin bu kısmındaki yapıların
      çoğu temelsiz inşa edilmişti. Pek çoğu da kanalların rasgele kazıldığı
      bataklık arazileri üzerindeydi. Bir barda toplanmış çakırkeyif dostlar
      gibi, uykulu açılarda yan yatmış, birbirlerine yaslanıyorlardı. Inej,
      Döküntüler için yaptığı işler vesilesiyle pek çoğuna girmişti. Dışlan
      gibi içleri de pek iç açıcı değildi: Soğuk ve rutubetliydiler. Duvar
      sıvaları dökülüyordu. Pencerelerde içeri yağmur ve kar girebilecek
      büyüklükte boşluklar vardı. Fakat Kaz, kendi cebinden Sunta’nm
      yıkık yerlerini tamir ettirmiş ve duvarlarına yalıtım yaptırmıştı.
      Sunta çirkin, yamuk ve kalabalıktı ama kupkuruydu.
      Inej’in odası üçüncü kattaydı. Ancak bir yatakla bir sandığın
      Leigh Bardugo

      sığacağı büyüklükte küçük bir yerdi ama Fıçı’nın sivri çatılarına


      ve birbirine geçmiş bacalarına nazır bir penceresi vardı. Hatta rüz­
      gâr esip de şehrin üstüne çöken kömür dumanının yol açtığı sis
      dağıldığında limanın bir kısmı bile seçilebiliyordu.
      Tanyerinin ağarmasına yalnızca birkaç saat olmasına rağmen
      Sunta tamamen uyanıktı. Evin gerçekten sessiz olduğu tek zaman,
      öğleden sonralarıydı. Bu geceyse herkesin dilinde Borsa’daki he­
      saplaşma, Bolliger’in kaderi ve Rojakke’nin kovulması vardı.
      Inej, K az’la yaptığı konuşmanın ardından doğrudan Karga
      K ulübü’ndeki krupiyeyi bulmaya gitmişti. Rojakke, üç kişilik
      Bramble oynayan Jesper ile iki Ravkalı turist için masada kâğıt
      dağıtıyordu. Eli bittiğinde Inej, dostlarının huzurunda kovulma
      utancını yaşamaması için onunla özel oyun odalarından birinde
      konuşmayı önermiş, fakat Rojakke bunu kabul etmemişti.
      Inej, K az’ın emirlerini ona aktardığında, “Bu hiç adil değil,”
      diye gürlemişti. “Ben bir düzenbaz değilim!”
      “Bunu K az’la konuş,” diye karşılık vermişti Inej sessizce.
      “Ayrıca sesini de alçalt,” diye eklemişti Jesper civar m asa­
      larda oturan turist ve denizcilere bakarak. Fıçı’da kavgalar yay­
      gındı ama Karga Kulübü’nde kavgaya rastlanmazdı. Bir derdiniz
      varsa dışarıda hallederdiniz. Böylelikle de paralarına elveda diyen
      güvercinleri rahatsız etme riski ortadan kalkmış olurdu.
      “Brekker nerede?” diye homurdanmıştı Rojakke.
      “Bilmiyorum.”
      “Hiçbir konuda bilmediğin şey yoktur senin,” diye pis pis sı-
      rıtmıştı nefesi bira ve soğan kokan Rojakke öne doğru eğilerek.
      “Kirlieller sana bunun için para vermiyor mu?”
      “Nerede olduğunu ya da ne zaman döneceğini bilmiyorum
      ama şunu biliyorum ki o döndüğünde burada olmak istemezsin.”
      “Bana çekimi verin o halde. Bana son vardiyamın ücretini
      borçlusunuz.”

      80 ^
      Kargalar Meclisi

      “Brekker sana hiçbir şey borçlu değil.”


      “Benimle yüzleşmeye bile tenezzül etmiyor mu yani? Beni
      sepetlemek için yerine küçük bir kızı mı gönderiyor? Belki de pa­
      ramı senden zorla almalıyım.” Rojakke, İnej’i gömleğinin yaka­
      sından yakalamak için uzanmış ama Inej rahatlıkla kaçmıştı.
      Rojakke tekrar hamle yapmıştı.
      Inej gözucuyla Jesper’in sandalyesinden doğrulduğunu gör­
      müş, ama ona oturmasını işaret etmişti. Sağ arka cebinde sakladığı
      m uştayı parmaklarına geçirerek Rojakke’nin sol yanağına hızlı bir
      yumruk indirmişti.
      Kovulan adam, elini hemen yüzüne götürmüştü. “Hey,” demişti.
      “Sana zarar vermedim ki ben. Öylesine konuşuyordum sadece.”
      İnsanlar şimdi onları izliyorlardı. O yüzden Inej ona bir kez
      daha vurmuştu. Karga Kulübü’nün kurallarına rağmen bu, birinci
      öncelikti. Kaz, inej’i Sunta’ya getirdiğinde ona göz kulak olama­
      yacağı, kendi başının çaresine bakması gerekeceği konusunda onu
      uyarmış, Inej de tedbirini almıştı. Küfrettiklerinde ya da oynaşmak
      için sırnaştıklarında arkasını dönüp gitmek daha kolay seçenek
      olarak görülebilirdi fakat bunu yaptığında bir el hemen bluzuna
      uzanır ya da onu duvara itmeye çalışırdı. Bunun üzerine o da hiçbir
      hakareti ya da sırnaşmayı karşılıksız bırakmazdı. Her zaman ilk
      darbeyi o indirirdi ve bu darbe de sert olurdu. Bazen onları biraz
      keserdi bile. Yorucuydu ama Kerchliler için ticaret dışında hiçbir
      şey kutsal değildi. O nedenle Inej kendisine saygısızlık yapıldı­
      ğında karşılığını ne olursa olsun verirdi.
      Şaşkın ve biraz da ihanete uğramış görünen Rojakke parmak­
      larım yanağında oluşmaya başlayan çirkin morluğa dokundur-
      muştu. “Arkadaş olduğumuzu sanıyordum,” diye söylenmişti.
      İşin hazin yanı, bunun doğru olmasıydı. Inej, Rojakke’yi ger­
      çekten severdi. Fakat Rojakke şu anda birilerine üstünlük tasla­
      maya çalışan korkmuş bir adamdı sadece.

      81
      Leigh Bardugo

      “Rojakke,” demişti Inej. “Seni iskambil kâğıtlarıyla çalışırken


      gördüm. Hemen hemen bütün salonlarda iş bulabilirsin. Şimdi evine
      git ve Kaz ona olan borcunu zorla almadığı için şükret, ne dersin?”
      Neye uğradığını şaşırmış bir çocuk gibi hâlâ yanağını tutan Ro­
      jakke, hafif sendeleyerek gitmişti. Jesper, İnej’in yanma gelmişti.
      “Haklı aslında. Kaz kendi pis işini yaptırmak için seni gön-
      dermemeliydi.”
      “Hangi iş temiz ki?”
      “Ama yine de yapıyoruz,” demişti Jesper iç geçirerek.
      “Bitkin görünüyorsun. Bu gece uyumayı düşünüyor musun?”
      Jesper sadece göz kırpmıştı. “Kâğıtlar sıcakken, hayır. Kalıp
      sen de biraz oynaşana. Kaz sana para verecektir.”
      “Sen ciddi misin, Jesper?” demişti Inej başlığını başına çe­
      kerek. “İçime düşmek için çukur kazan adamları izlemek istersem
      kendime bir mezarlık bulurum.”
      “Hadi ama, Inej,” diye seslenmişti arkasından, Inej sokağa
      açılan büyük iki kanatlı kapıdan geçerken. “Uğurlu geliyorsun!”
      Azizler aşkına, diye düşünmüştü Inej, buna inanıyorsa bayağı
      çaresiz olmalı. Talihini Batı Ravka sahillerindeki bir Suli kampında
      bırakmıştı. Talihini de, o kampı da bir daha göreceğinden şüpheliydi.
      Şimdi Inej, Sunta’daki küçük odasından çıkıp korkuluklardan
      aşağıya iniyordu. Burada hareketlerini gizlemesine gerek yoktu.
      Fakat sessizlik onun için bir alışkanlıktı ve basamaklar da çiftleşen
      fareler gibi gıcırdıyordu. İkinci katın sahanlığına varıp kargaşa
      içindeki kalabalığı gördüğünde duraksadı.
      Kaz dışarıda beklenenden daha uzun kaldığından karanlık
      antreye adımını atar atmaz, Geels’i dize getirdiği için onu tebrik
      etmeye çalışan ve Siyah UçlarTa ilgili ona sorular sormak iste­
      yenler tarafından yolu kesilmişti.

      82
      Kargalar Meclisi

      “Söylentilere bakılırsa Geels bize saldırmak için adam top­


      lamaya başlamış bile,” dedi Anika.
      “Bırak toplasın!” diye gürledi Dirix. “Üzerinde adı yazılı bir
      el baltası var elimde.”
      “Geels bir müddet bize saldırmayacaktır,” dedi Kaz salonda
      ilerlerken. “Sokakta bizimle yüzleşecek kadar adamı yok. Ayrıca
      kasası da tamtakır olduğundan kimseyi tutamaz. Sizin Karga Ku-
      lübü’nde olmanız gerekmiyor mu?”
      K az’ın kalkan kaşı, Anika’yla peşinden giden Dirix’in, ora­
      dan hızla uzaklaşmalarını sağlamaya yetmişti. Diğerleri tebrik
      etmek ya da Siyah Uçlar’a tehditler yağdırmak için yanına geldiler.
      Fakat kimse K az’m sırtına vurmaya cesaret edemedi. Kimse elin­
      den olmak istemiyordu.
      Inej, Kaz’ın Per Haskell’in yanına uğrayacağını biliyordu. O
      nedenle merdivenden inmek yerine koridorda ilerledi. Burada öte­
      beriyle, arkaları kırık eski sandalyelerle, boya lekeli çadır bezle­
      riyle dolu bir oda vardı. Inej, Sunta’daki hiç kimsenin elini
      sürmeyeceğini bildiği için oraya yerleştirdiği, temizlik malzeme­
      leriyle dolu bir kovayı kenara çekti. Kovanın altındaki ızgaradan
      Per Haskell’in ofisi tüm çıplaklığıyla görünüyordu. K az’ı gizlice
      dinlediği için kendini suçlu hissediyordu ama onu bir casusa çe­
      viren de yine K az’dı. Hem bir şahini eğiteceksin hem de avlan­
      mamasını bekleyeceksin. Olacak şey miydi bu?
      Izgaradan K az’ın Per Haskell’in kapısını çalışını ve patro­
      nunu selamlayışını duydu.
      “Sağ salim döndün demek?” diye sordu ihtiyar. Inej en sev­
      diği koltuğunda oturan adamı görebiliyordu. İhtiyar, epeydir yap­
      maya çalıştığı gemi maketiyle uğraşıyordu. Her zamanki gibi
      yanında da birası vardı.

      83
      Leigh Bardugo

      “Beşinci Liman konusunda bir daha sorun yaşamayacağız.”


      Haskell homurdanıp gemi maketine döndü. “Kapıyı kapa.”
      Inej koridordan gelen sesleri kesen kapının kapandığını duydu.
      Kaz’ın kafasının tepesini görebiliyordu. Koyu renk saçları ıslaktı;
      yağmur başlamıştı herhalde.
      “Bolliger’in icabına bakmak için benden izin alman gerekirdi.”
      “Seninle konuşsaydım sır ifşa olabilirdi..
      “Bunun olmasına izin verir miydim sence?”
      Kaz omuz silkti. “Bu mekân da Ketterdam ’daki her şey gibi.
      Sızdırıyor.” Inej, K az’ın bunu söylerken doğrudan havalandırmaya
      baktığına yemin edebilirdi.
      “Bundan hoşlanmadım, evlat. Büyük Bolliger benim aske­
      rimdi, senin değil.”
      “Elbette,” dedi Kaz ama ikisi de bunun palavra olduğunu bili­
      yordu. Haskell’in Döküntüleri başka bir dönemden kalma eski mu­
      hafız, dolandıncı ve sahtekârlardan ibaretti. Bolliger, Kaz’ın ekibin-
      dendi; yeni kuşaktan, genç ve gözü karaydı. Belki fazla gözü karaydı.
      “Zekisin, Brekker. Ancak sabırlı olmayı öğrenmen lazım.”
      “Evet, efendim.”
      İhtiyar güldü. “E vet, efendim. Hayır, efendim ,” diye dalga
      geçti. “Ne zaman kibarlaşmaya başlasan bir şeyler çeviriyorsun
      demektir. Hadi, çıkar ağzındaki baklayı.”
      “Bir iş var,” dedi Kaz. “Bir süre buralarda olmayabilirim.”
      “Parası çok mu?”
      “Hem de nasıl.”
      “Riskli mi peki?”
      “Hem de çok ama yüzde yirmini alacaksın.”
      “Benden onay almadan başka büyük hamle yapmak yok, anla­
      şıldı mı?” Kaz başını sallamış olmalıydı, zira Per Haskell koltuğuna
      Kargalar Meclisi

      yaslanıp birasından bir yudum aldı. “Çok mu zengin olacağız?”


      “Altın taçlar takan azizler kadar zengin.”
      İhtiyar homurdandı. “Onlar gibi yaşamak zorunda olmaya­
      yım yeter.”
      “Pim ’le konuşacağım,” dedi Kaz. “Yokluğumda yerime ge­
      çebilir.” Inej kaşlarını çattı. Kaz nereye gidiyordu böyle? Ona
      büyük hiçbir işten bahsetmemişti. Hem neden Pim? Bu düşünce
      onu biraz utandırdı. Neredeyse babasının sesini duyabiliyordu:
      H ırsızların K raliçesi olmayı o kadar çok mu istiyorsun, Inej? İşini
      iyi yapması bir şey, işinde başarılı olmak istemesi bambaşka bir
      şeydi. Döküntüler’de kalıcı olmak arzusunda değildi. Borçlarını
      ödeyip Ketterdam ’la olan bağlarını sonsuza dek koparmak isti­
      yordu. O halde K az’ın, yokluğunda çeteyi idare etmesi için Pim ’i
      seçmesini neden önemsiyordu? Çünkü ben Pim ’den daha zekiyim.
      Çünkü K az bana daha çok güveniyor. Fakat belki de ekibin, daha
      on yedi yaşını bile doldurmamış, genelevlerden çıkalı daha sadece
      iki yıl olmuş bir kızı dinleyeceğine itimat etmiyordu. Inej genelde
      uzun kollu kıyafetler tercih ediyordu ve bıçağının kını da vaktiyle
      Menagerie dövmesinin yer aldığı önkolunun iç kısmındaki yara
      izini gizliyordu. Hoş, herkes o dövmeden haberdardı ya.
      Kaz, Haskell’in odasından çıktı. Merdivenleri topallayarak
      çıkarken, Inej de onu beklemek için tünediği yeri terk etti.
      “Rojakke?” diye sordu Inej’in yanından geçip ikinci merdi­
      veni çıkmaya başlarken.
      “Gitti,” dedi peşine takılarak.
      “Zorluk çıkardı mı?”
      “Halledemeyeceğim bir şey değildi.”
      “Ben onu sormadım.”
      “Sinirliydi. Belasını bulmak için geri gelebilir.”

      85
      Leigh Bardugo

      “Aradığı bela olsun yeter ki,” dedi Kaz en üst kata ulaştıkla­
      rında. Çatı katı, onun ofisine ve yatak odasına dönüştürülmüştü.
      Inej merdivenlerin topal bacağını mahvettiğini biliyordu ama o
      bütün katın kendine ait olmasından hoşlanıyor gibiydi.
      Kaz ofisine girdi. Inej’e bakmadan, “Kapıyı çek,” dedi.
      Üzerinde yığınla kâğıt olan derme çatma bir masa, üst üste
      istiflenmiş meyve kasalarının üzerine yerleştirilmiş eski bir depo
      kapısı odanın büyük bölümünü kaplıyordu. Kat sorumlularının ba­
      zıları sert pirinç tuşları olan ve kâğıda baskı yapabilen gürültülü
      hesap makineleri kullanmaya başlamışlardı. Halbuki Kaz, Karga
      Kulübü’nün hesaplarını kafasından yapıyordu. Defteriyse yalnızca
      ihtiyarın hatırı için ve birini hile yapmakla suçlamak için çağırdı­
      ğında elinde gösterebileceği bir kanıt olsun diye ya da yeni yatı­
      rımcılar ararken tutuyordu.
      Bu, K az’ın çeteye sağladığı büyük fırsatlardan biriydi. Ale­
      lade esnaflara ve meşru işadamlarına Karga Kulübü’nden hisse
      satm alma fırsatı vermişti. Başlangıçta şüpheyle yaklaşmışlardı;
      bu elbette bir tür dolandırıcılıktı ama onları küçük hisselerle dü­
      zene katmış, harap eski binayı satın alıp çekidüzen verecek ve işler
      hale getirecek kadar sermaye toplamayı başarmıştı. O ilk yatırım­
      cılar büyük kazançlar elde etmişlerdi. Ya da öyle söyleniyordu.
      Inej, Kaz’la ilgili hangi hikâyelerin doğru hangi hikâyelerin emel­
      leri doğrultusunda kendisi tarafından uydurulmuş söylentiler ol­
      duğundan asla emin olamıyordu. Bildiği kadarıyla, Karga
      K ulübü’nü büyütmek için zavallı, dürüst bir tüccarı dolandırıp
      elindeki bütün birikimlerini almıştı.
      “Sana bir iş teklifim var,” dedi Kaz önceki günün hesaplarını
      incelerken. Her kâğıt ufak bir bakışla anında hafızasına kazını­
      yordu. “Dört milyon kruge ye ne dersin?”
      Kargalar Meclisi

      “O kadar para bir ödülden ziyade bir lanet gibidir.”


      “Küçük Sulili idealistim benim. Tüm ihtiyacın olan tok bir
      karınla açık bir yol mu?” dedi alay ettiği belli olan bir sesle.
      “Ve huzurlu bir kalp, Kaz.” Bu işin zor kısmıydı.
      Kaz ufak yatak odasının kapısından geçerken güldü. “Öyle
      bir dünya yok. Ben parayı tercih ederim. Sen parayı istiyor musun
      istemiyor musun, onu söyle.”
      “Sen insanlara hediyeler dağıtmazsın. İş ne?”
      “İmkânsız bir iş. Ucunda neredeyse kesin ölüm var. Başarı
      olasılığı çok düşük. Fakat üstesinden gelebilirsek” Durakladı.
      Parmakları yeleğinin düğmelerinde, bakışları dalgın, neredeyse
      hülyalıydı. Inej, Kaz’ın kulak tırmalayıcı sesinde böylesine bir he­
      yecanı nadiren duyardı.
      “Üstesinden gelebilirsek mi?” dedi Inej.
      Kaz ona sırıttı. Ani tebessümü, gök gürlemesi gibi sarsıcı,
      gözleri koyu kahve kadar siyahtı. “Karun gibi zengin olacağız,
      Inej. Karun gibi zengin.”
      “Hımm,” dedi Inej belli belirsiz. K az’ın o sırıtışım görmez­
      den gelmeye kararlı bir şekilde bıçaklardan birini incelermiş gibi
      yapıyordu. Kaz gülümseyen ve onunla gelecek planları yapan
      hoppa bir çocuk değildi. Her daim kendi menfaatini düşünen teh­
      likeli bir kumarbazdı. H er daim, diye hatırlattı Inej kendine. Kaz
      yeleğiyle gömleğini çıkarırken gözlerini kaçıran Inej masanın üze­
      rindeki kâğıtları düzenli bir yığın haline getiriyordu. Inej, K az’ın
      onun varlığına aldırış etmemiş görünmesinin bir iltifat mı yoksa
      bir hakaret mi olduğundan emin değildi.
      “Ne kadar sürecek?” diye sordu Inej açık kapıdan ona bir
      bakış atarak. Kaslı vücudu yara izleriyle doluydu. Fakat sadece iki
      adet dövme vardı; önkolunda Döküntüler’in kargasıyla bir kadeh

      " N k . 87 ^
      Leigh Bardugo

      ve üzerinde, pazısında siyah bir R harfi. Bunun ne anlama geldi­


      ğini hiç sormamıştı.
      Fakat Inej’in asıl dikkatini çeken, K az’m deri eldivenlerini
      çıkarıp lavaboya bir kumaşı batırırkenki elleriydi. Eldivenlerini
      yalnızca bu odalarda ve bildiği kadarıyla da, sadece onun önünde
      çıkarıyordu. Nasıl bir ıstırap saklıyor olursa olsun, Inej buna dair
      hiçbir iz göremiyordu. Tek gördüğü, ince, maymuncuk gibi eller
      ve uzun zaman önceki bir sokak kavgasından kalan parlak bir yara
      dokusuydu.
      “Birkaç hafta, bilemedin bir ay,” dedi ıslak kumaşı kollarının
      altında ve kaslı göğsünde gezdiririrken. Sular gövdesinden aşağıya
      süzülüyordu.
      A zizler aşkına, diye düşündü yanaklarını ateş basan Inej. Me-
      nagerie’de geçirdiği zaman zarfında tevazusunun büyük bölümünü
      yitirm işti ama her şeyin bir sınırı vardı. Inej aniden soyunup
      önünde kendini yıkamaya başlasa Kaz ne derdi? Kaşlarını çatarak,
      masanın üzerine su damlatmamamı söylerdi herhalde, diye dü­
      şündü.
      “Bir ay mı?” dedi Hayalet. “Siyah U çlar’ı bu kadar kızdır­
      mışken gitmenin iyi bir fikir olduğundan emin misin?”
      “Bu, doğru bir kumar. Bu arada, JesperTe M uzzen’e haber
      ver. İkisinin de şafakta burada olmasını istiyorum. Ayrıca yarın
      akşam da Wylan, Karga Kulübü’nde beni beklesin.”
      “Wylan mı? Eğer bu büyük bir işse”
      “Dediğimi yap sen.”
      Inej kollarını göğsünde birleştirdi. Daha demin yanaklarına
      ateş bastıran adam, şimdi onda cinayet işleme isteği uyandırıyordu.
      “Bir açıklama yapacak mısın?”
      “Hepimiz buluştuğum uzda.” Yeni bir gömlek giydi. Sonra
      Kargalar Meclisi

      yakasını iliklerken durakladı. “Bu bir görev değil, Inej. Bu kabul


      edeceğin ya da reddedeceğin bir iş. Karar senin.”
      Inej’in içinde bir alarm zili çaldı. Fıçı’mn sokaklarında her
      gün kendini tehlikeye atıyordu. Döküntüler için adam öldürmüş,
      çalmış, iyi ve kötü adamları alt etmişti. Fakat Kaz bu görevlerin
      hiçbirinde emre uymama seçeneği sunmamıştı. Per Haskell, Me-
      nagerie’den kontratını satın alıp ona özgürlüğünü verdiğinde
      Inej’in ödemeyi kabul ettiği bedel buydu. Öyleyse bu işte farklı
      olan neydi?
      Düğmelerini iliklemeyi bitiren Kaz köm ür rengi bir yelek
      giyip Inej’e bir şey fırlattı. Havada parlayıp sönen bu şeyi Inej tek
      eliyle yakaladı. Avucunu açtığında, etrafı altın defneyapraklarıyla
      çevrili, devasa bir yakut kravat iğnesi gördü.
      “Sat onu,” dedi Kaz.
      “Kimin?”
      “Artık bizim.”
      “Kimindi?”
      Kaz sessiz kaldı. Paltosunu aldı. Kurumuş çamuru temizle­
      mek için bir fırça kullandı. “Beni yakalatmadan önce iki kez dü­
      şünmesi gereken biri.”
      “ Yakalatmak m ıT ’
      “Beni duydun.”
      “Biri seni yakaladı mı?”
      Inej’e bakıp başıyla onayladı. Hayalet’in içine bir huzursuz­
      luk çöktü, kıvrılıp bükülerek bütün benliğini sardı. Kimse K az’m
      sırtını yere getiremezdi. Fıçı’nın sokaklarında yürüyen en sert, en
      korkunç şeydi o. Inej buna güveniyordu. Tıpkı Kaz gibi.
      “Bir daha olmayacak,” diye söz verdi.
      Temiz bir çift eldiven giyen Kaz bastonunu alıp kapıdan çıktı.

      89
      Leigh Bardugo

      “Birkaç saate dönerim. Van Eck’in evinden çaldığımız DeKappel’i


      kasaya taşı. Yatağımın altında olacaktı. Ah, bir de yeni bir şapka
      siparişi ver.”
      “ L ütfen . ”
      Kaz kendini acı dolu üç kat merdiven için hazırlarken göğüs
      geçirdi. Omzunun üzerinden bakarak, “Lütfen, biricik Inejim
      benim, kalbimin hâzinesi, bana yeni bir şapka siparişi verme ne­
      zaketini gösterir misin?” dedi.
      Inej, K az’m bastonuna manalı manalı baktı. “Yolun epey
      uzun,” dedi. Sonra tırabzanın üstüne atlayarak tavadaki tereyağı
      gibi bir merdivenden diğerine kaydı.
      ız, F ıç ı’n ın k u m a r m ın tık a la rın ın b a şla d ığ ı y e rle rd e n

      geçip Doğu Çıtası’m takip ederek limana doğru ilerledi. Fıçı olarak
      bilenen meşhur dar sokaklar ve küçük suyolları yumağı, her biri
      kendine has bir müşteri kitlesine hizmet eden Doğu Çıtası ve Batı
      Çıtası adlı iki büyük kanalın arasında uzanıyordu. Fıçı’daki bina­
      lar, Ketterdam’daki diğer binalardan farklıydı. Daha büyük, daha
      geniştiler. Önünden geçenlerin dikkatini çekmek için cafcaflı renk­
      lerle boyanmışlardı; Define Sandığı, Altın Kavis, WeddelPin Tek­
      nesi. En iyi bahis salonları daha kuzeyde, kanalın limanlara en
      yakın kısmı olan Kapak’ın en önemli emlak arazisinde bulunu­
      yordu. Limana gelen turist ve bahriyelileri cezp etmek için oldukça
      elverişli bir konumdaydılar.
      Ama K arga Kulübü öyle değil, diye düşündü Kaz yapının
      siyah kızıl ön cephesine bakarak. Turistleri ve risk sever tüccarları
      eğlence için bu kadar güneye çekmek için çok uğraşmıştı. Şimdi
      saat dörde gelirken kulübün önünde hatırı sayılır bir kalabalık kü­
      melenmişti. Kaz, girişin üzerinde kanatlarını açmış paslı, gümüş
      Leigh Bardugo

      karganın uyanık bakışları altındaki revakın siyah sütunları arasın­


      dan akan insan selini izledi. A zizler güvercinleri kutsasın, diye dü­
      şündü. Cüzdanlarını Döküntüler ’in kasasına boşaltmaya ve buna
      da eğlence dem eye hazır siz nazik ve cöm ert insanları kutsasın.
      Kulübün önünde potansiyel müşterilere bağıran çığırtkanları
      görebiliyordu. Ücretsiz içki, sıcak kahve ve Ketterdam ’daki en
      adil oranları sunuyorlardı. Onları başıyla selamlayıp kuzeye doğru
      devam etti.
      Çıta’da Karga Kulübü dışında umursadığı yalnızca bir kumar
      salonu vardı: Pekka R ollins’in iftihar kaynağı Zümrüt Sarayı.
      Sahte altın ve gümüş sikkelerle donatılmış yapay ağaçlarla bezen­
      miş bina, çirkin bir yeşille boyanmıştı. Mekân, Rollins’in Kael
      köklerine ve çetesi Beleşçi Aslanlar’a hürmeten tamamen elden
      geçirilmişti. Hatta fış tezgâhları ve masalarında çalışan kızlar bile
      ışıldayan yeşil ipek kıyafetler giyiyorlardı ve Gezgin A da’nın kız­
      larına benzemek için saçlarını koyu, doğal olmayan bir kırmızıya
      boyatmışlardı. Kaz, Züm rüt’ün yanından geçerken sahte altın sik­
      kelere bakarak kendini öfkenin kollarına teslim etti. Bu gece o öf­
      kenin, geçmişte kaybettiklerini ve gelecekte kazanabileceklerini
      ona hatırlatmasına ihtiyacı vardı. Onu bu pervasız girişime hazır­
      lamasına ihtiyacı vardı.
      “Adım adım,” diye mırıldandı kendi kendine. Öfkesini kont­
      rol altında tutmasını sağlayan, Züm rüt’ün cafcaflı altın rengi ve
      yeşil kapılarından girip Rollins’le özel bir görüşme talep ederek
      boğazını kesmesine engel olan yegâne sözcükler bunlardı. Adım
      adım. Geceleri uyumasını sağlayan, onu her gün motive eden, Jor-
      die’nin hayaletini uzak tutan işte bu umuttu. Çünkü Pekka Rollins
      çabuk bir ölümü hak etmiyordu.
      Kaz, Zümrüt’ün kapılarından girip çıkan müşterileri izlerken,
      Pekka’nın, müşterilerini daha iyi oranlar, daha büyük kazançlar
      ve daha güzel kızlar vaatleriyle ayartıp güneye çekmeleri için tut­

      92 J t* '
      Kargalar Meclisi

      tuğu üçkâğıtçıları, kadın ve erkekleri gördü.


      “Nereden böyle?” dedi biri diğerine gereğinden çok daha gü­
      rültülü konuşarak.
      “Karga Kulübü’nden. İki saatte kasadan yüz kruge kopardım.”
      “Deme ya!”
      “Dedim bile. Bir bira içip arkadaşımla buluşmak için Çı-
      ta ’dan yeni geldim. Sen de bize katılsana. Hep birlikte gideriz?”
      “ Karga Kulübü! Kim derdi ki?”
      “Hadi, sana içki ısmarlarım. Herkese içki ısmarlayacağım!”
      Sonra birlikte kahkahalar atarak uzaklaştılar. Etraflarındaki
      müşterilerin aklına kurt düşürmeyi başarmışlardı: Kanalın birkaç
      köprü aşağısına mı gitsek acaba? Belki oranlar orada gerçekten
      daha iyidir? Kaz’ın hizmetkârı olan tamah, onları güneye Fareli
      Köyün Kavalcısı gibi çekiyordu.
      Kaz, Pekka’nın çığırtkanlarıyla fedailerinin durumu fark et­
      memeleri için üçkâğıtçıları sürekli değiştirirdi. Böylelikle de müş­
      terilerini Züm rüt’ten teker teker çalardı. Bu, Pekka’nın parasıyla
      kendini güçlendirmek için bulduğu sınırsız sayıdaki yöntemden
      biriydi; /«/Jfl sevkiyatlannı engellemek, Beşinci Liman’a giriş için
      para almak, mülklerinin kiracısız kalmasını sağlamak için fiyat
      kırmak ve yavaş yavaş can damarlarını tıkamak.
      Yaydığı yalanların ve bu gece G eels’e söylediği iddiaların
      aksine Kaz bir piç değildi. Ketterdamlı bile değildi. Jordie’nin eski
      paltosunun içine dikilmiş bir cebe gizlenmiş babalarının çiftliğinin
      satışından gelen çekle şehre ilk geldiklerinde Kaz dokuz, Jordie
      on üç yaşındaydı. Kaz kendini o zamanki gibi görebiliyordu: ka­
      labalıkta kaybolmamak için Jordie’nin elini tutarak büyülenmiş
      gözlerle Çıta’da yürürdü. O zamanki çocuk hallerinden nefret edi­
      yordu. Yolunmayı bekleyen iki aptal güvercin gibiydiler. Fakat
      artık o çocuklardan eser yoktu. Ve cezalandırılmak için geriye sa­
      dece Pekka Rollins kalmıştı.

      93 ^
      Leigh Bardugo

      Bir gün Rollins, Kaz’ın önünde diz çöküp yardım dilenecekti.


      Kaz, Van Eck’in verdiği bu işin üstesinden gelebilirse o gün umdu­
      ğundan çok daha çabuk gelebilirdi. Adım adım seni yok edeceğim.
      Fakat Kaz, Buz Sarayı’na girmek istiyorsa doğru ekibe ihti­
      yacı vardı. Ve önümüzdeki bir saat içinde, bulmacanın çok önemli
      iki parçasını bulmaya bir adım daha yaklaşacaktı.
      Küçük kanallardan birinin bitişiğindeki bir yürüme yoluna
      saptı. Turistler ve tüccarlar iyi aydınlatılmış işlek caddelerde kal­
      mayı yeğlerlerdi. O nedenle buradaki yaya trafiği daha seyrekti.
      Daha hızlı ilerleyebiliyordu. Çok geçmeden ufukta Batı Çıtası’nın
      ışıkları ve müziği belirdi. Kanal eğlence arayan her tür sınıf ve ül­
      keden kadın ve erkeklerle tıka basa doluydu.
      Kapıları ardına kadar açık salonlardan dışarıya müzik süzü­
      lüyordu. İpek paçavraları ve gösterişli süs eşyalarıyla kadınlar ve
      erkekler, kanepelerin üzerine yayılmışlardı. Esnek vücutları sadece
      ışıltıyla kaplı cambazlar, kanalın üzerine gerilmiş iplerden sarkı­
      yorlardı. Sokak müzisyenleri geçenlerden bir iki sikke koparmak
      amacıyla keman çalıyorlardı. İşportacılar zengin tüccarların ka­
      naldaki zarif gondollarına ve Kapak’tan turist ve bahriyeli getiren
      daha büyük teknelere bağırıyorlardı.
      Pek çok turist Batı Çıtası’ndaki genelevlere asla adımını at­
      mazdı. Buraya sadece kalabalığı izlemeye gelirlerdi ki bu da başlı
      başına bir seyri hak ederdi zaten. Çoğu kişi, Fıçı’nm bu kısmına
      kılık değiştirerek gelmeyi tercih ederdi. Yalnızca gözlerinin ışıltı­
      sının görülebildiği peçeler ve maskeler takar ya da pelerinler gi­
      yerlerdi. Kostümlerini ana kanallar boyunca bulunan özel
      dükkânlardan satın alırlardı. Bazen bir gün ya da bir hafta hatta
      paraları yeterse daha uzun süreler yoldaşlarının onlardan haber
      alamadığı olurdu. Bay Kızıl ya da Kayıp Gelin gibi giyinir veya
      Deli’nin gülünç, patlak gözlü maskesini takarlardı; hepsi de Ko-

      94
      Kargalar Meclisi

      rnedie Brute’den karakterlerdi. Sonra bir de Çakallar vardı. Gü­


      rültücü adam ve çocuklardan oluşan bu grup, Fıçı’da Suli falcıla­
      rının kırmızı lakeli maskeleriyle dolaşırdı.
      Kaz, Inej ’in bir vitrinde çakal maskelerini ilk gördüğü seferi
      hatırladı. Hayalet tiksintisini gizleyememişti. “Gerçek Suli falcı­
      larına nadir rastlanır. Mukaddes adam ve kadınlardır. Peynir
      ekmek gibi satılan bu maskeler kutsal sembollerdir.”
      “Ben Suli falcılarını karavanlarda ve eğlence gemilerinde
      mesleklerini icra ederken gördüm, Inej. Bana o kadar kutsal gö­
      rünmediler.”
      “Onlar sahtekâr. Sen ve senin türün için soytarılık yaparlar.”
      “Benim türüm mü?” diye gülmüştü Kaz.
      Inej iğrenerek elini sallamıştı. “ S h e v r a t i demişti. “Cahiller.
      O maskelerin arkasından size gülerler.”
      “Bana değil, Inej. Falıma bakması için birine asla para bayıl­
      mam ben. Sahtekâr ya da kutsal.”
      “Kader ağlarını hepimiz için örer, Kaz.”
      “Seni ailenden koparıp Ketterdam’da bir zevk evine düşüren
      de kader miydi? Yoksa kötü talih mi?”
      “Henüz emin değilim,” demişti soğuk bir tavırla.
      Böyle anlarda Kaz, Inej’in ondan nefret edebileceğini düşü­
      nürdü.
      Kaz renk isyanında bir gölge misali, kalabalığın arasında iler­
      ledi. Bütün büyük zevk evlerinin bir uzmanlık alanı vardı; kimi-
      lerininki diğerlerine nazaran daha belirgindi. Mavi İris’in, Çarpık
      K edi’nin, pencerelerinden kaşlarını çatarak bakan adamların bu­
      lunduğu Dem irhane’nin, Kara D elik’in, Söğüt Anahtarı’nın, saf
      bakışlı sarışınların olduğu Kar Evi’nin ve elbette Inej’in sahte Suli
      kıyafetleri giymeye zorlandığı ve Egzotikler Evi olarak da bilinen
      Menagerie’nin yanından geçti. Tavus kuşu tüyleri ve meşhur elmas

      95
      Leigh Bardugo

      gerdanlığıyla varaklı salonda oturan Tante Heleen’i gördü. Mena-


      gerie’yi işletir, kızları temin ve terbiye ederdi. K az’ı görünce in­
      celen dudakları ve ekşiyen suratıyla tehditvari bir hareketle
      kadehini kaldırdı. Kaz onu görmezden gelip yoluna devam etti.
      Beyaz Gül Evi, Batı Çıtası’mn en lüks müesseselerinden bi­
      riydi. Kendine ait rıhtımı vardı. Parlak beyaz taşlı ön cephesiyle
      bir zevk evinden ziyade bir tüccar köşkünü andırırdı. Çiçeklikleri
      her daim beyaz güllerle dolup taşardı. Kanalın bu kesimindeki
      hava bu güllerin yoğun ve tatlı kokularıyla kaplanırdı.
      Salonda kesif bir parfüm kokusu hâkimdi. Devasa sumermeri
      vazolar yine beyaz güllerle doluydu. Kimileri maskeli ya da peçeli,
      kimileri çıplak yüzlü kadınlar ve adamlar, neredeyse renksiz şarap­
      larını yudumlayarak ve badem likörüne batırılmış küçük vanilyalı
      pastalannı dişleyerek fildişi kanepelerin üzerinde bekliyorlardı.
      Danışmadaki çocuk krem rengi, kadife bir takım giymiş, ya­
      kasına da beyaz bir gül takmıştı. Kır saçlı, renksiz gözlüydü. Göz­
      leri dışında bir albinoya benziyordu fakat Kaz, evin dekoruna
      uyum sağlaması için bir Grisha tarafından elden geçirilmiş oldu­
      ğuna emindi.
      “Bay Brekker,” dedi çocuk, “Nina şu an bir m üşteriyle.”
      Kaz başını salladı ve burnunu yakasına gömme dürtüsünü
      bastırarak saksıdaki bir gül ağacının arkasında bulunan koridora
      daldı. Beyaz Gül’ü işleten genelevi patronu Felix Amca, kızlarının
      ağaçları kadar tatlı olduğunu söylemeyi çok severdi. Fakat aslında
      burada müşterileriyle alay ederdi. Beyaz gülün Ketterdam’ın nemli
      havasında yaşamayı başarabilecek kadar küstah olan bu türünün
      doğal bir kokusu yoktu. Bütün çiçeklere elle koku sıkılırdı.
      Saksıdaki ağacın arkasındaki panellerde parmaklarım gezdiren
      Kaz başparmağını duvardaki bir gediğe bastırdı. Duvar açıldı. Sadece
      personelin kullandığı bir sarmal merdivenden yukarı tırmandı.

      96
      Kargalar Meclisi

      N ina’nın odası üçüncü kattaydı. Bitişiğindeki odanın kapısı


      açık, içi boştu. Bunun üzerine Kaz içeri girdi, bir natürmort tab­
      loyu kenara itip yüzünü duvara dayadı. Gözetleme delikleri bütün
      genelevlerde bulunurdu. Çalışanların güvenli ve dürüst kalmalarını
      sağlamak için bir yöntemdi. Ayrıca başkalarının zevk alışlarını iz­
      lemekten keyif alanlar için de bir tür heyecan sunarlardı. Kaz ka­
      ranlık köşelerde ve ara sokaklarda tatmin arayan o kadar çok kenar
      mahalleli görmüştü ki bundan soğumuştu. Dahası bu gözetleme
      deliğinden bakıp da heyecan bulmayı uman bir kişinin büyük bir
      hayal kırıklığına uğrayacağını biliyordu.
      Fildişi renginde bir çuhayla örtülü yuvarlak bir masada ta­
      mamen giyinik, ufak tefek, kel bir adam oturuyordu. Özenle kat­
      lanmış elleri, dokunulmamış gümüş bir kahve tepsisinin yanında
      duruyordu. Bir Grisha Cellatı olduğunu duyuran kırmızı ipek kef-
      tasm ı giymiş Nina Zenik arkasmdaydı. Bir elini adamın alnma,
      diğerini ensesine koymuştu. Uzun boyluydu ve cömert bir elin oy­
      duğu gemi başı süsü gibi bir yapıya sahipti. O ve adam, masanın
      başında donup kalmışçasına çıt çıkarmadan duruyorlardı. Odada
      bir yatak bile yoktu. N ina’nın her gece kıvrılıp yattığı dar bir ka­
      nepe vardı sadece.
      Kaz, N ina’ya bunun sebebini sorduğunda, “İnsanların farklı
      fikirlere kapılmalarını istemiyorum,” yanıtını vermişti Grisha.
      “Bir adamın değişik fikirlere kapılması için yatağa ihtiyacı
      yoktur, Nina.”
      Nina, K az’a göz etmişti. “Sen bu konuda ne bilirsin ki, Kaz?
      Şu eldivenleri çıkar da görelim bakalım insanlar nasıl fikirlere ka­
      pılıyorlar.”
      Kaz, Nina bakışlarını kaçırana kadar serinkanlı gözlerini ondan
      ayırmamıştı. Nina Zenik’le flört etmeye niyeti yoktu. Zaten Ni-
      na’nın da ona en ufak bir ilgi duyduğu söylenemezdi. Nina her şeyle

      97
      Leigh Bardugo

      flört etmekten hoşlanırdı, hepsi bu. Kaz onu bir keresinde bir vit­
      rinde hoşuna giden bir çift ayakkabıya göz atarken görmüştü.
      Dakikalar geçerken Nina ile kel adam konuşmadan öylece
      durdular. Süre dolduğunda adam doğrularak Nina’mn elini öptü.
      “Git,” dedi Nina ciddi bir tonda. “Huzurla kal.”
      Kel adam gözlerinde yaşlarla N ina’mn elini tekrar öptü. “Te­
      şekkür ederim.”
      Müşteri koridorda gözden yiter yitmez Kaz bulunduğu oda­
      dan çıkıp N ina’mn kapısını çaldı.
      Zinciri kaldırmayan Nina kapıyı ihtiyatla açtı. “A h,” dedi
      Kaz’ı gördüğünde. “Sen, ha.”
      Onu gördüğüne pek sevinmiş gibi değildi. Bunda şaşılacak
      bir şey yoktu. Kaz Brekker’in kapınızda belirmesi nadiren iyi ha­
      berdi. Nina zinciri kaldırarak Kaz’ın içeri girmesine izin verdi.
      Üzerindeki kırmızı keftadm sıyrılıp kumaş sayılamayacak kadar
      ince bir saten kıyafeti gözler önüne serdi.
      “Azizler aşkına, nefret ediyorum bu şeyden,” dedi keftayı bir
      kenara atıp çekmeceden hırpani bir elbise çıkararak.
      “Nesi kötü?” diye sordu Kaz.
      “Doğru yapılmamış. Üstelik de kaşındırıyor.” K efta , Rav-
      ka’da değil, Kerch’te üretilmişti. Bir üniforma değil, bir kostümdü.
      Kaz, N ina’nm keftay\ sokaklarda asla giymediğini biliyordu. Bu
      bir Grisha için fazlasıyla riskliydi. N ina’nın D öküntüler’e üye
      oluşu, ona yamuk yapan birinin çetenin hışmına uğrayacağı anla­
      mına geliyordu. Ancak kimsenin bilmediği bir yere giden bir köle
      gemisinde olduktan sonra bu intikamın Nina için pek ehemmiyeti
      olmazdı.
      Nina kendini masadaki bir sandalyeye külçe gibi bıraktı. Mü­
      cevherli terliklerini çıkararak ayak parmaklarını pelüş beyaz halıya
      gömdü. “Ohhh beee,” dedi memnun bir tavırla. “Dünya varmış.” Tep­

      98
      Kargalar Meclisi

      sideki pastalardan birini ağzına atıp, “Ne istiyorsun?” diye mırıldandı.


      “Dekoltende kırıntılar var.”
      “Umurumda değil,” dedi başka bir pastadan bir ısırık daha
      alarak. “Kurt gibi acıktım.”
      Nina’nın bilge Grisha rahibesi rolünden bu kadar çabuk sıy­
      rılmasından etkilenen Kaz, başını iki yana salladı. Onun sahnede
      gerçek mesleğini icra edişini özlemişti. “Az önceki, tüccar Van
      Aakster miydi?” diye sordu Kaz.
      “Evet.”
      “Karısını bir ay önce kaybetti. O zamandan beri de işleri al­
      tüst oldu. Seni ziyaret ettiğine göre işlerinin düzelmesini bekleye­
      bilir miyiz?”
      Nina’nın bir yatağa ihtiyacı yoktu çünkü duygular alanında
      uzmanlaşmıştı. İnsanlara neşe, sakinlik, güven dağıtıyordu. Çoğu
      Grisha Corporalkisi -öldürm ek ya da tedavi etmek am acıyla- vü­
      cuda odaklanırdı. Fakat Nina, başını belaya sokmadan kendisini
      Ketterdam’da tutacak bir işe ihtiyaç duymuştu. Dolayısıyla da ha­
      yatını riske atıp bir paralı asker olarak büyük paralar kazanmak
      yerine kalp atışı yavaşlatmaya, nefes düzenlemeye, kas gevşet­
      meye başlamıştı. Zengin KerchliJerin kırışıklarını ve gıdıklarını
      düzelten bir Terzi olarak oldukça kârlı ikinci bir işi de vardı. Fakat
      asıl gelir kaynağı, ruh hallerini değiştirmekti. Ona kendini yalnız,
      kederli, üzgün hissederek gelenler neşeli ve endişelerinden arınmış
      olarak ayrılırlardı. Etkisi uzun sürmezdi ama bazen sahte bir mut­
      luluk bile müşterilerine bir güne daha göğüs gerebilecekleri hissini
      vermeye yeterdi. Nina bunun salgıbezleriyle alakalı olduğunu öne
      sürerdi. Fakat Kaz’m ona ihtiyacı olduğunda geldiği ve Per Has-
      kell’e borcunu zamanında ödediği sürece Kaz teferruatlarla ilgi­
      lenmezdi.
      “Bir değişiklik bekliyorum,” dedi Nina. Son pastayı da bitirip

      99 ^
      Leigh Bardugo

      parmaklarım büyük bir keyifle yaladıktan sonra tepsiyi kapının


      önüne bırakarak oda hizmetçisini çağırdı. “Van Aakster geçen haf­
      tanın sonunda gelmeye başladı. O zamandan beri de her gün bu­
      rada.”
      “Harika.” Kaz, Van Aakster’in şirketinin düşük hisse senet­
      lerinden almak için zihnine bir not düştü. Adamın ruh halinin de­
      ğişmesi Nina’nm işi olsa da işleri düzelecekti. Ufak bir tereddüdün
      ardından, “Ona kendini iyi hissettiriyor, kederini hafifletiyorsun
      falan y a ona iradesi dışında bir şey de yaptırabilir misin? Mesela
      karısını unutturabilir misin?” dedi.
      “Zihnindeki yollan değiştirmek mi? Saçmalama.”
      “Beyin de tıpkı diğerleri gibi bir organ,” dedi Kaz, Van
      E ck’ten alıntı yaparak.
      “Evet, ama inanılmaz karmaşık bir organ. Başka birinin düşün­
      celerini kontrol etmek ya da değiştirmek şey, bir nabzı düşürmeye
      yahut ruh halini iyileştirmek için bir kimyasal salmaya benzemez.
      Çok fazla değişken var. Hiçbir Grisha buna kadir değildir.”
      Henüz , diye düzeltti Kaz. “O halde sen sebebi değil, belirtiyi
      tedavi ediyorsun.”
      Nina omuz silkti. “Kederini tedavi etmiyorum, ondan kaç­
      masını sağlıyorum. Adamın çözümü bensem karısının ölümünü
      asla atlatamaz.”
      “Onu kendi yoluna mı yollayacaksın öyleyse? Ona yeni bir
      eş bulup kapını çalmayı bırakmasını mı salık vereceksin?”
      Açık kahverengi saçlannı tarayan Nina, K az’a aynadan baktı.
      “Per Haskell’in borcumu silme niyeti var mı?”
      “Hiç yok.”
      “O zaman Van Aakster’in, kederini bildiği yoldan yaşamasına
      izin verilmeli. Yarım saat içinde başka bir müşterim var, Kaz. Sa­
      dede gel, ne istiyorsun?”
      Kargalar Meclisi

      “Müşterinin beklemesi gerekecek. Jurda parem hakkında ne


      biliyorsun?”
      Grisha omuz silkti. “Bazı rivayetler dolaşıyor ama kanımca
      saçmalıktan başka bir şey değil.” Gelgit Konseyi haricinde Ket-
      terdam ’da iş tutan çok az Grisha birbirini tanır ve iletişim kurardı.
      Çoğu bir şeylerden kaçardı. Köle tacirlerinin dikkatini ya da Ravka
      hükümetinin ilgisini çekmekten kaçınırlardı.
      “Duydukların sadece rivayet değil.”
      “Ne yani Rüzgârın Hâkimleri uçuyor, Dalgaların Hâkimleri
      sise mi dönüşüyor?”
      “Fabrikatörler kurşunu altına çeviriyorlar.” Elini cebine dal­
      dırarak san kütleyi N ina’ya attı. “Hakiki.”
      “Fabrikatörler dokumayla uğraşırlar. Metallerle ve kum aş­
      larla haşır neşir olurlar. Bir şeyi başka bir şeye dönüştüremezler.”
      Kütleyi ışığa tuttu. “Bunu herhangi bir yerden bulmuş olabilirsin,”
      dedi, tıpkı K az’m birkaç saat önce Van Eck’e karşı çıktığı gibi.
      Kaz kafasına göre pelüş kanepeye oturdu ve topal bacağını
      uzattı. “Jurda parem gerçek, Nina. Ve hâlâ eskiden bildiğim Grisha
      askeriysen bu ilacın senin gibilere ne yaptığını bilmek isteyecek-
      sindir.”
      Nina altın kütlesini elinde evirip çevirdi. Sonra elbisesine
      daha sıkı sarınıp kanepenin ucuna kıvrıldı. Kaz bu dönüşüm kar­
      şısındaki hayretini yine gizleyemedi. Nina bu odalarda müşterile­
      rinin görmek istediği bilgili, soğukkanlı, güçlü Grisha rolüne
      bürünürdü. Ne var ki alnı kırışık ve ayaklarını altına kıstırmış şe­
      kilde orada otururken gerçek halini yansıtıyordu: Küçük Saray’ın
      lüks ortamında yetiştirilmiş, evinden uzakta ve her gün kıt kanaat
      geçinen on yedi yaşında bir kız.
      “Anlat,” dedi Nina.
      Kaz anlattı. Van E ck’in teklifinin teferruatlarına değinmedi,
      Leigh Bardugo

      ama Bo Yul-Bayur’dan,y'zWa parem den ve yakın zamanda Ravka


      askeri belgelerinin çalınmasına özellikle vurgu yaparak ilacın ba­
      ğımlılık yapıcı özelliğinden bahsetti.
      “Tüm bu anlattıkların doğruysa Bo Yul-Bayur’un ortadan
      kaldırılması gerek.”
      “İş, bu değil, Nina.”
      “Mesele para değil, Kaz.”
      Mesele hep paraydı. Fakat Kaz farklı bir tür baskıya ihtiyaç ol­
      duğunu biliyordu. Nina ülkesini ve halkını seviyordu. Ravka’ya ve
      içsavaş sırasında dağılmanın eşiğine gelen Grisha ordusunun seçkin
      sınıfı olan İkinci Ordu’ya hâlâ inanıyordu. Nina’nın Ravka’daki dost­
      ları onun Fjerdah cadı avcıları tarafından öldürüldüğüne inanıyor­
      lardı. Şimdilik Nina bunun böyle kalmasını istiyordu. Fakat Kaz
      onun bir gün ülkesine geri dönmek istediğini biliyordu.
      “Nina, Bo Yul-Bayur’u geri alacağız. Bunun için de bir Cor-
      poralnik’e ihtiyacım var. Ekibime katılmanı istiyorum.”
      “Her nerede saklanıyorsa onu bulduğunda yaşamasına izin ver­
      mek, yapdabilecek en büyük sorumsuzluk olur. Cevabım hayır.”
      “Hiçbir yerde saklanmıyor. Fjerdalılar onu Buz Sarayı’nda
      tutuyorlar.”
      Nina durakladı. “O halde ölmüş sayılır.”
      “Ticaret Konseyi senin gibi düşünmüyor. Etkisiz hale geti­
      rilmiş olduğunu düşünseler bütün bu zahmete girmez ya da bu tür
      bir ödül koymazlardı. Van Eck endişeliydi. Bunu görebiliyordum.”
      “Konuştuğun tüccar mı o?”
      “Evet. İstihbaratının güvenilir olduğunu iddia ediyor. Değilse
      kaderime razı olacağım. Fakat Bo Yul-Bayur hayattaysa birileri
      onu Buz Sarayı’ndan kaçırmaya çalışacak. Bu birileri neden biz
      olmayalım?”
      “Buz Sarayı,” diye tekrarladı Nina. Kaz, Grisha’nın bulma­
      Kargalar Meclisi

      canın parçalarını bir araya getirmeye başladığını biliyordu. “ İhti­


      yacın olan sadece bir Corporalki değil, öyle değil mi?”
      “Hayır, değil. Saray’ı avucunun içi gibi bilen birine ihtiyacım
      var.”
      Nina ayağa fırladı. Elleri kalçasında, elbisesi dalgalanarak
      odayı adımlamaya başladı. “Sen tam bir şeytansın, biliyor musun?
      M atthias’a yardım etmen için sana kaç defa yalvardım? Şimdi de
      gelmiş benden bir şeyler istiyor”
      “Per Haskell bir hayır kurumu işletmiyor.”
      “Bunu ihtiyara bağlama,” diye çıkıştı Nina. “Bana yardım
      etmek isteseydin edebileceğini biliyorsun.”
      “Peki, bunu neden yapacakmışım?”
      Nina, K az’a döndü. “Çünkü çünkü”
      “Ben karşılıksız ne zaman bir şey yaptım, Nina?”
      Grisha ağzını açtı, tekrar kapadı.
      “Kaç kişiden iyilik istemek zorunda kalacaktım biliyor
      musun? Matthias Helvar’ı hapisten çıkarmak için kaş kişiye rüşvet
      vermek zorunda kalacaktım? Bedel fazla yüksekti.”
      “Ya şimdi?” diyebildi Nina gözlerinden öfkeler saçarak.
      “Şimdi Helvar’ın özgürlüğünün bir değeri var.”
      “O ”
      Kaz onu susturmak için elini kaldırdı. “Benim için bir değeri
      var.”
      Nina parmaklarını şakaklarına bastırdı. “Ona ulaşabilsen bile
      Matthias sana yardım etmeyi asla kabul etmeyecektir.”
      “Mesele elindeki kozu doğru kullanmak, Nina.”
      “Onu tanımıyorsun.”
      “Tanımıyor muyum gerçekten? O da diğer bütün insanlar gibi
      tamah, gurur ve acının yönettiği bir insan. Bunu herkesten iyi senin
      bilmen lazım.”
      Leigh Bardugo

      “H elvar’ı yöneten tek şey onur. Onurlu bir insana rüşvet ve­
      remez ya da zorbalık edemezsin.”
      “Bu dediklerin bir zamanlar doğru olabilir, N ina ama çok
      uzun bir yıl oldu. Helvar çok değişti.”
      “Onu gördün m ü?” Yeşil gözleri iri, istekliydi. İşte, diye dü­
      şündü Kaz, Fıçı henüz içindeki umudu söndürememiş.
      “Gördüm.”
      Nina derin, titrek bir soluk aldı. “İntikam almak istiyor, Kaz.”
      “Bu onun istediği şey, ihtiyacı olan değil,” dedi Kaz. “Koz,
      bu ikisi arasındaki farkı bilmektir.”
      N i n a ’nın mide bulantısının, kayığın sallanmasıyla alakası
      yoktu. Derin nefes almaya, arkalarında gözden yiten Ketterdam
      limanının ışıklarına ve düzenli aralıklarla suya çarpan küreklerin
      sesine odaklanmaya çalıştı. Yanı başındaki Kaz maskesiyle pele­
      rinini düzeltiyordu. Amansız ve saldırgan bir hızla kürek çekmekte
      olan Muzzen ise onları Kerch’in küçük uzak adalarından biri olan
      Terrenjel’e, Cehennem Kapısı’na ve M atthias’a yaklaştırıyordu.
      Suyun yüzeyine nemli, kıvrılan bir sis çökmüştü. İmper-
      yum ’daki tersanelerden katran ve makine kokusu taşıyordu. Fakat
      taşıdığı bir şey daha vardı. Ketterdam’ın şehrin dışındaki kabris­
      tanlara gömülmek için yeterli parası olmayan ölülerini imha ettiği,
      Azrail M avnası’nda yanan cesetlerin tatlı kokusunu. İğrenç, diye
      düşündü Nina pelerinine daha sıkı sarınarak. İnsanların böyle bir
      kentte neden yaşamak istediklerini bir türlü aklı almıyordu.
      M uzzen kürek çekerken neşeyle bir şarkı mırıldanıyordu.
      Nina onun hakkında da pek bilgi sahibi değildi. Sadece bahtı kara
      Büyük Bolliger gibi bir fedai ve infazcı olduğunu biliyordu. Nina,

      ^
      Leigh Bardugo

      Sunta’ya ve Karga Kulübü’ne uğramaktan olabildiğince kaçınırdı.


      Kaz bu davranışından ötürü onu bir züppe olarak nitelendirmişti
      ama Nina zevkleri konusunda Kaz B rekker’in ne düşündüğünü
      umursamazdı. Bakışlarını tekrar M uzzen’in geniş omuzlarına çe­
      virdi. Kaz’ın onu bu gece sadece kürek çekmesi için mi yoksa bela
      çıkabileceğini düşündüğü için mi yanında getirdiğini merak etti.
      Elbette bela çıkacak. Bir hapishaneye izinsiz giriyorlardı. Bu
      bir parti olmayacaktı. Neden bir partiye gider gibi giyindik o halde?
      Nina, Kaz ve M uzzen’le Beşinci Lim an’da gece yarısı bu­
      luşmuş, küçük kayığa bindiğinde de Kaz ona mavi ipek bir pelerin
      ve onunla uyumlu bir duvak vermişti; zevk peşindekilerin Fıçı’nın
      nimetlerinin tadına bakarken giymekten hoşlandıkları kostümler­
      den biri olan Kayıp Gelin takımıydı bu. Kaz’ın üzerinde büyük tu­
      runcu bir pelerin ve kafasında da Deli’nin maskesi vardı. Muzzen
      de onunla aynı giyinmişti. Tek ihtiyaçları olan, bir sahneydi. Böy-
      lece Kerchlerin çok komik buldukları Komedie Brute’nin o karan­
      lık, vahşi sahnelerinden birini canlandırabilirlerdi.
      Kaz, Nina’yı dürttü. “Duvağını indir.” Kendi de maskesini
      yüzüne indirdi. Uzun burunla patlak gözler, siste iki misli korkunç
      görünüyordu.
      Nina merakına yenik düşüp kostümlerin neden gerekli oldu­
      ğunu sormak üzereydi ki yalnız olmadıklarını fark etti. Hareketli
      sislerin arasından suda ilerleyen başka tekneler gözüne ilişti. Üzer­
      lerinde başka Deliler, başka Gelinler, bir Bay Kızıl, bir Bokböceği
      Kraliçesi vardı. Bu insanların Cehennem Kapısı’nda ne işleri vardı?
      Kaz, Nina’ya planın ayrıntılarını anlatmamış, Grisha ısrar et­
      tiğinde de, “Tekneye bin,” deyivermişti. Bu tam da K az’a göre bir
      davranıştı. Ona bir şey söylememesi gerektiğini çünkü M atthias’ın
      özgürlüğü söz konusu olduğunda Nina’nın sağduyusunu tamamen
      yitirdiğini biliyordu. Nina yılın büyük bölümünde M atthias’ı ha­
      pisten kaçırmak için Kaz’ı ikna etmeye çalışmıştı. Şimdiyse Kaz,

      ^ ^ * ^
      Kargalar Meclisi

      M atthias’a özgürlükten daha fazlasını sunabilirdi. Fakat bedel Ni-


      na’nın beklediğinden çok daha yüksek olacaktı.
      Terrenjel’in kayalık resifine yaklaşırlarken yalnızca birkaç
      ışık görünüyordu. Gerisi karanlık ve kıyıya vuran dalgalardı.
      “Hapishane müdürüne rüşvet veriversen olmaz mıydı?” diye
      mırıldandı Nina, K az’a.
      “Elinde benim ihtiyaç duyduğum bir şey olduğunu bilmesini
      istemiyorum.”
      Teknenin gövdesi kuma değdiğinde, iki adam tekneyi karaya
      çekmek için hemen öne atıldılar. N ina’nın gördüğü diğer tekneler
      de homurdanan ve söven adamlarca çekilerek aynı koyda karaya
      çıkarıldılar. Nina yüzündeki duvak nedeniyle yüz hatlarını net ola­
      rak göremiyordu ama önkollarmdaki dövmeleri gördü: bir taca sa­
      rılmış vahşi bir kedi; Beleşçi Aslanlar’m sembolü.
      İçlerinden biri, tekneden inerlerken, “Para,” dedi.
      Kaz bir tomar kruge verdi. Paraları sayan Beleşçi Aslan di­
      ğerlerine el etti.
      Hapishanenin rüzgâr esen tarafına uzanan bozuk bir patikada
      sıra sıra fenerlerin peşinden gittiler. Nina başını geriye yatırıp deniz­
      den yükselen koyu renk bir taş yumruğu andıran ve Cehennem Ka­
      pısı olarak bilinen hisarın yüksek siyah kulelerine baktı. Hapishaneyi
      uzaktan daha önce, kendisini para karşılığı bir balıkçıya adaya gö-
      türttüğünde görmüştü. Onu yaklaştırmasını istediğinde adam reddet­
      mişti. “Köpekbalıkları orada huysuzdur,” demişti. “Karınlan mah­
      kûm kanıyla doludur.” Nina bu anıyı düşününce ürperdi.
      Bir kapı açılmıştı. Beleşçi A slanlar’m bir diğer üyesi, Ni-
      na’yla diğerlerini içeri aldı. Karanlık, şaşırtıcı derecede temiz bir
      mutfağa girdiler. Duvarlarında, yemek pişirmekten ziyade çamaşır
      yıkamaya daha uygun görünen devasa tekneler dizilmişti. İçeride
      sirke ve adaçayı gibi tuhaf bir koku vardı. B ir tüccarın mutfağı
      gibi, diye düşündü Nina. Kerchliler çalışmanın ibadet olduğuna
      Leigh Bardugo

      inanırlardı. Belki de tüccar eşleri, çalışkanlık ve ticaret Tanrısı olan


      Ghezen’i onurlandırmak için buraya yerleri, duvarları ve pence­
      releri sabunlu suyla ovmaya geliyorlardı. Nina öğürme isteğini
      bastırdı. İstedikleri kadar ovabilirlerdi. O sağlıklı kokunun altına
      küfün, idrarın ve yıkanmamış bedenlerin kalıcı kokusu sinmişti.
      O kokuyu çıkarmak için gerçek bir mucize gerekebilirdi.
      Rutubetli bir giriş salonundan geçtiler. Nina hücrelere gide­
      ceklerini sanıyordu ama başka bir kapıdan daha geçerek ana ha­
      pishaneyi başka bir kuleye bağlayan yüksek, taştan bir yürüme
      yoluna çıktılar.
      “Nereye gidiyoruz?” diye fısıldadı Nina. Kaz yanıt vermedi.
      Şiddetini artıran rüzgâr, duvağını kaldırıyor, yanaklarına tuzlu su
      çarpıyordu.
      İkinci kuleye girerlerken gölgelerin arasından bir siluet çıktı.
      Nina az daha çığlık atıyordu.
      “Inej,” dedi soluk soluğa. Sulili kız, Gri İblis’in boynuzlarını
      takmış ve boğazlı tuniğini giymişti ama Nina onu yine de tanıdı.
      Kimse onun gibi hareket edemezdi. Sanki dünya bir dumandı ve
      o da sadece oradan geçiyordu.
      “Buraya nasıl geldin?” diye fısıldadı Nina, Inej ’e.
      “Sizden önce bir ikmal mavnasıyla geldim.”
      Nina dişlerini gıcırdattı. “Ne yani, insanlar Cehennem Kapı-
      sı’na sırf eğlence olsun diye girip çıkarlar mı böyle?”
      “Haftada bir girip çıkarlar, evet,” dedi Inej başını sallarken
      ve küçük iblis boynuzlan da oynarken.
      “Haftada bir mi? Ne demek istiyor.
      “Sessiz olun,” diye homurdandı Kaz.
      “Beni susturmaya kalkma, Brekker,” diye fısıldadı Nina öf­
      keyle. “Cehennem Kapısı’na girmek bu kadar kolaysa..
      “Sorun girmekte değil zaten, çıkmakta. Şimdi çeneni kapat
      ve gözâinü dört aç.”

      ^ ^ ^
      Kargalar M eclisi

      Nina öfkesini yuttu. Kaz’a güvenmek zorundaydı. Ona başka


      seçenek bırakmamıştı.
      Dar bir geçide girdiler. Bu kule ilkinden farklıydı. Daha es­
      kiydi ve kabaca işlenmiş taş duvarları, meşalelerin dumanlarından
      kararmıştı. Rehberleri olan Beleşçi Aslan, ağır bir demir kapıyı
      iterek açtı, dik bir merdivenden aşağıya kendisini takip etmelerini
      istedi. Tuzlu suyun nemiyle hapsolmuş ceset ve çöp kokusu burada
      daha beterdi.
      Sarmal merdivenden aşağıya, kayanın derinliklerine indiler.
      Nina duvara tutunuyordu. Korkuluk yoktu. Dibi göremese de yu­
      muşak bir düşüş olmayacağı kanısındaydı. Fazla derine inmediler
      ama gidecekleri yere vardıklarında tir tir titriyordu ve kasları ge­
      rilmişti. Fakat bunun sebebi, yorgunluktan ziyade M atthias’ın bu
      korkunç yerde olduğunu bilmesiydi. O burada. Bu çatının altında.
      “Neredeyiz?” diye fısıldadı Nina dar taş tünellerden, demir
      parmaklıklı karanlık mağaralardan geçerlerken.
      “Burası eski hapishane,” dedi Kaz. “Yeni kuleyi inşa ettikle­
      rinde burayı yıkmadılar.”
      Hücrelerden birinden bir inildeme duydu.
      “Burada hâlâ mahkûm tutuyorlar m ı?”
      “Sadece en kötüleri.”
      Boş bir hücrenin parmaklıkları arasından baktı. Duvarda pas
      ve kandan kapkara olmuş prangalar vardı.
      N ina’nm kulaklarına duvarların öbür tarafından gelen bir ses
      ulaştı. Başta sesin okyanusa ait olduğunu düşündü ama sonradan
      bunun bir şarkı olduğunu fark etti. Kıvrımlı bir tünele çıktılar. Sa­
      ğında eski hücreler vardı, solundaki dirsekli kemerlerden tünele
      ışık sızıyordu. Bu dirsekli kemerlerin arasından gürleyen, taşkın
      bir kalabalık gördü.
      Beleşçi Aslan onları tünelin etrafından dolaştırarak üçüncü
      kemere götürdü. Sırtında bir tüfek asılı, mavi ve gri üniformalı bir

      ^
      Leigh Bardugo

      gardiyan orada bekliyordu. “Dört kişi daha,” diye bağırdı Beleşçi


      Aslan kalabalığın gürültüsünü bastırarak. Sonra K az’a döndü.
      “Ayrılmanız gerekirse gardiyan bir refakatçi çağıracak. Refakatçi
      olmadan kimse hiçbir yere gitmeyecek, anlaşıldı mı?”
      “Tabii, tabii. Aklımın ucundan bile geçmedi,” dedi Kaz
      saçma maskesinin ardından.
      “Keyfini çıkarın,” dedi Beleşçi Aslan çirkince sırıtarak. Gar­
      diyan geçmelerine izin verdi.
      Nina kemerin altından geçince tuhaf bir kâbusun içine düş­
      müş gibi hissetti. Sığ, özensiz inşa edilmiş bir amfiteatra bakan bir
      taş çıkıntının üzerindeydiler. Kulenin içi bir arena yaratmak için
      oyulmuştu. Eski hapishanenin yalnızca siyah duvarları kalmıştı.
      Çatısı uzun süre önce çökmüş ya da yok edilmişti. Yukarıda, bu­
      lutlu ve yıldızlardan yoksun gece göğü görülebiliyordu. Uzun
      zaman önce ölmüş ve yankılarla uluyan devasa bir ağacın oyulmuş
      gövdesinde duruyor gibi hissetti.
      N ina’nın etrafında maskeli ve duvaklı adam ve kadınlar ba­
      samaklara doluşmuş, arenadaki çarpışma sürerken ayaklarını yere
      vuruyorlardı. Dövüş çukurunu çevreleyen duvarlar meşale ışıkla­
      rıyla aydınlatılmıştı. Arena zeminindeki kumlar, akan kanlardan
      kırmızı ve ıslaktı.
      Bir mağaranın karanlık ağzının önünde prangaya vurulmuş
      sıska, sakallı bir adam, üzerine küçük hayvan resimleri çizilmiş
      büyük, tahta bir çarkın yanında duruyordu. Bir zamanlar kuvvetli
      olduğu aşikârdı ama şimdilerde derisi ve kasları sarkıyordu. Su­
      ratını bir aslan ağzı çevreleyen, sırtına da yine bu büyük kedinin
      postundan yapılmış iğrenç bir pelerin giymiş genç bir adam yanı
      başında duruyordu. Aslanın kulaklarının arasına cafcaflı bir altın
      taç yerleştirilmiş, gözlerinin yerine de parlak gümüş sikkeler kon­
      muştu.
      “Çarkı çevir!” diye buyurdu genç adam.
      Kargalar Meclisi

      Prangalı ellerini kaldıran mahkûm, çarkı var gücüyle çevirdi.


      Kırmızı iğne, dönerken kenarlara çarptıkça neşeli bir takırtı çı­
      kardı. Sonra çark yavaşça durdu. Nina sembolü pek seçemese de
      kabalalık haykırdı. Bir gardiyan zincirlerini çözmek için öne çı­
      kınca adamın omuzları düştü.
      Mahkûm zincirleri kumun üstüne attı. Bir saniye sonra Nina
      o sesi, kalabalığın heyecan dolu bağırışlarını bile bastıran o kük-
      remeyi duydu. Aslan pelerinli adamla gardiyan hızlı adımlarla
      ipten bir merdivene çıkıp çukurdan çıkarılırken mahkûm, kumda
      duran kanlı silahların arasından ince görünümlü bir bıçak kaptı.
      Tünelin ağzından olabildiğince uzaklaştı.
      Nina tünelden çıkana benzer bir yaratığı daha önce hiç gör­
      memişti. Bir tür sürüngendi. Gri-yeşil pullarla kaplı vücudu ka­
      lındı. Geniş kafası düz ve sarı gözleri kısıktı. Yerde tembelce kayan
      alçak vücudu ağır ağır kıvrılarak hareket ediyordu. Geniş ağzının
      etrafında beyaz bir kabuk vardı. Yaratık tekrar kükremek için ağ­
      zını açtığında sivri dişlerinden ıslak, beyaz ve köpüklü bir şey
      damladı.
      “Bu yaratık de ne böyle?” diye sordu Nina.
      “Rinca m oten ,” dedi Inej. “Bir çöl kertenkelesi. Ağzından
      akan zehri ölümcüldür.”
      “Ayakları üzerinde epey yavaş görünüyor.”
      “Evet. Öyle görünüyor.”
      Mahkûm bıçakla ileri doğru atıldı. Büyük kertenkele o kadar
      hızlı hareket etti ki Nina yaratığı güçlükle takip edebildi. Mahkûm
      daha bir saniye öncesine kadar hayvana doğru ilerlerken kerten­
      kele bir anda arenanın öbür tarafında bitivermişti. Sadece birkaç
      saniye sonrasında mahkûma çarparak onu yere mıhlamıştı. Ada­
      mın kulakları sağır eden çığlıkları arasında, deriye değdiği anda
      arkasında dumanlı izler bırakan zehrini suratına akıtmıştı.
      Mide bulandırıcı bir çatırtıyla vücudunu mahkûmun üzerine

      \\\^
      Leigh Bardugo

      bırakan yaratık, feryat eden adamın kolunu yavaşça parçalamaya


      koyuldu.
      Kalabalık yuhalıyordu.
      Bu manzarayı izlemeye tahammül edemeyen Nina bakışlarını
      kaçırdı. “Bu da ne böyle?”
      “Cehennem Gösterisi’ne hoş geldin,” dedi Kaz. “Bu fikri birkaç
      yıl önce Pekka Rollins buldu ve doğru Konsey üyesine çıtlattı.”
      “Ticaret Konseyi’nin haberi var mı yani?”
      “Elbette var, Nina. Dünyanın parası dönüyor burada.”
      Nina, tırnaklarım avuç içlerine batırdı. K az’ın karşısındakini
      küçük gören o ses tonu yok mu, tam tokatlıktı.
      Nina, Pekka Rollins ismini gayet iyi biliyordu. Fıçı’nın kralı,
      -b iri lüks, diğeri kolay yoldan cebini doldurmayı amaçlayan me­
      teliksiz bahriyelilere hizmet eden- bir değil iki kumar salonunun
      ve birkaç üst sınıf genelevin sahibiydi. Nina bir yıl önce Ketter-
      dam ’a geldiğinde tek bir arkadaşı yoktu, baş parasızdı ve evinden
      uzaktaydı. İlk haftasını Kerch mahkemelerinde M atthias’ın aley­
      hindeki suçlamalarla ilgilenerek geçirmişti. Fakat ifadesini ver­
      dikten sonra Ravka’ya dönmesine yetecek kadar bir parayla, kaba
      bir şekilde Birinci Lim an’a atılmıştı. Ülkesine dönmeye can atsa
      da M atthias’ın Cehennem Kapısı’nda çürümesine asla gönlü razı
      olmamıştı.
      Ne yapacağına dair hiçbir fikri yoktu. Fakat yeni bir Grisha
      Corporalkisinin Ketterdam sokaklarında dolaştığı söylentisi çoktan
      bütün kente yayılmış gibiydi. Pekka Rollins’in adamları, emniye­
      tini ve kalacak güvenli bir yer sağlama vaadiyle limanda onu bek­
      lemekteydiler. Onu Züm rüt Sarayı’na götürmüşlerdi. Orada
      Pekka’nın bizzat kendisi, N ina’yı Beleşçi A slanlar’a katılm aya
      ikna etmeye çalışmış ve Şekerci Dükkânı’nda iş kurmasına yar­
      dımcı olmayı teklif etmişti. Acilen paraya ihtiyacı olduğundan ve
      sokaklarda kol gezen köle tacirlerinden korktuğundan evet deme­
      Kargalar M eclisi

      sine ramak kalmıştı. Ne var ki o gece Inej, elinde Kaz Brekker’in


      teklifiyle N ina’nm Zümrüt Sarayı’nın en üst katındaki penceresin­
      den içeri süzülmüştü.
      Nina, Inej’in, dışı yağmurdan kayganlaşan taş binanın altıncı
      katına tırmanmayı gecenin bir yarısı nasıl başardığını asla çöze­
      memişti. Fakat Döküntüler’in şartlan Pekka ve Beleşçi Aslanlar’m
      sunduğu şartlara kıyasla çok daha uygundu. Parasını idareli har­
      cadığı takdirde borcunu bir iki yıl içinde kapatabileceği bir kont­
      rattı. Ayrıca Kaz meramını anlatması için de doğru kişiyi yani
      R avka’da büyümüş ve M enagerie’de berbat bir yıl geçirmiş,
      N ina’dan sadece birkaç ay küçük Sulili bir kızı yollamıştı.
      “Bana Per Haskell hakkında ne anlatabilirsin?” diye sormuştu
      Nina o gece.
      “Anlatacak çok şey yok,” diye itiraf etmişti Inej. “Fıçı’daki
      çoğu patrondan ne iyi ne de kötüdür.”
      “Peki ya Kaz Brekker hakkında?”
      “Vicdandan tam amen yoksun bir yalancı ve bir hırsızdır.
      Fakat onunla yapacağın anlaşmaya sonuna kadar sadık kalır.”
      Nina, Inej’in sesindeki inancı duymuştu. “Seni M enage-
      rie’den o mu kurtardı?”
      “Fıçı’da kurtulmak diye bir şey yoktur. Sadece daha iyi ko­
      şullar vardır. Tante Heleen’in kızları, kontratlarından asla kurtu­
      lamazlar. Kurtulamamaları için elinden geleni yapar. H eleen”
      Inej o sırada sözünü yanda kesmişti ve Nina, içinde dolaşan canlı
      öfkeyi sezmişti. “Kaz, Per Haskell’i kontratımı satın almaya ikna
      etti. O olmasa M enagerie’de ölürdüm.”
      “Aynı yazgıyı Döküntüler’de de yaşayabilirsin.”
      Inej’in koyu renk gözleri panldamıştı. “Belki de ama en azın­
      dan ayaklarım üstünde ve elimde bir bıçakla ölürüm.”
      Inej ertesi sabah Nina’nm Zümrüt Sarayı’ndan kaçmasına yar­
      dım etmişti. Kaz Brekker’le buluşmuşlardı. Soğuk tavırlanna ve o

      ^ ^
      Leigh Bardugo

      tuhaf deri eldivenlerine rağmen Nina, Döküntüler’e katılmayı ve


      Beyaz Gül’de çalışmayı kabul etmişti. Yaklaşık iki gün sonra Şekerci

      nest...

      oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır