kent sosyolojisi ders notları pdf / OMÜ - Akademik Veri Yönetim Sistemi - department

Kent Sosyolojisi Ders Notları Pdf

kent sosyolojisi ders notları pdf

Kent Sosyolojisi – Ünite 1-6 Ders Notları

Kent Sosyolojisi derslerini hazırlayıp bizlere gönderen çok değerli öğrenci kardeşlerimize çok teşekkür ederiz. bu dersler sayesinde bir çok kişi derslerine daha kolay şekilde çalışacaktır.

Kent Sosyolojisi– Ders Notları pdf dosyasından oluşmaktadır. PDF’yi indirerek yada sitemiz üzerinden okuyarak derslerinizde başarılarınız dahada artmaya devam edecektir. PDF’lerde herhangi bir soruk çıkması durumda bizimle iletişime geçerek yeniden düzenleyerek sitemizde yayınlayabiliriz. herhangi bir durumda lütfen bizimle irtibata geçiniz.


Kent Sosyolojisi pdf olarak aşağıda paylaşılmış olup ister site üzerinden çalışabilirsiniz ister indirerek çalışabilirsiniz. kolay bir şekilde derslerinize çalışabilir yada bilgisayar, tablet gibi cihazlara indirerek çalışma imkanınız olacaktır.

Sizlerde hazırladığını ders notları varsa bizlere İLETİŞİM kısmından ulaşarak bizlere ders notlarını gönderebilirsiniz. bu sayede yüz binlerce açık öğretim öğrencisi derslerine daha kolay hızlı çalışabilir. Sizlerinde notları var ise bizlere gönderdikten sonra sitemizde yayına alınıp diğer Anadolu Üniversite öğrencilerinde notlarınız dan yararlanacaktır.

kent-sosy-un-16

Kent Sosyolojisi Ders Kitabi

Citation preview



KENT SOSYOLOJİSİ

SOSYOLOJİ LİSANS PROGRAMI

DOÇ. DR. OYA OKAN

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ AÇIK VE UZAKTAN EĞİTİM FAKÜLTESİ  

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ AÇIK VE UZAKTAN EĞİTİM FAKÜLTESİ SOSYOLOJİ LİSANS PROGRAMI

KENT SOSYOLOJİSİ

Doç. Dr. Oya Okan



İÇİNDEKİLER İÇİNDEKİLER........................................................................................................................... 1 1. KENT SOSYOLOJİSİNE GİRİŞ........................................................................................... 3 1.1. Sosyoloji ve Kent/Şehir Kuramının İlk İfadeleri ................................................................ 6 1.2. Türkiye’de Sosyoloji ve Kent/Şehir .................................................................................. 11 2. KENT SOSYOLOJİSİ ......................................................................................................... 18 2.1. Sosyoloji ve Kent .............................................................................................................. 20 2.2. Kent Sosyolojisinin Alanı ve Kapsamı ............................................................................. 21 2.3. Kent, Kentleşme, Kentlileşme ........................................................................................... 22 3. KENT UYGARLIĞI ............................................................................................................ 32 3.1. İlk Şehirler/Kentler ............................................................................................................ 36 Doğu Örgütlenmesi: ................................................................................................................. 36 3.2. Helen-Roma Örgütlenmesi ................................................................................................ 41 3.3. İslam-Osmanlı Şehirleri .................................................................................................... 43 4. KLASİK KENT KURAMLARI .......................................................................................... 47 4.1. Karl Marx&Friedrich Engels ............................................................................................ 51 4.2. Emilé Durkheim (1858-1917) ........................................................................................... 54 4.3. Max Weber (1864-1920 .................................................................................................... 55 5. ‘METROPOL ve ZİHİNSEL YAŞAM’ GEORG SİMMEL ............................................... 79 5.1. Georg Simmel Kimdir? (1858-1918) ................................................................................ 82 5.2. Simmel Sosyolojisi ve Kent .............................................................................................. 84 5.3. Okuma Parçası: ‘Metropol ve Zihinsel Yaşam’- Georg Simmel ...................................... 86 Çeviren: Bahar Öcal Düzgören ................................................................................................ 98 6. CHİCAGO OKULU-EKOLOJİK KURAM ...................................................................... 101 6.1. Robert Ezra Park (1864-1944) ........................................................................................ 105 6.2. Ernest W. Burgess (1886-1966) ...................................................................................... 106 6.2. Roderick McKenzie (1852-1934).................................................................................... 107 6.4. Okuma Parçası: ‘Chicago Okulu: Chicago’ya Özgü Bir Perspektif’- Tülay Kaya ......... 108 7. ‘BİR YAŞAM BİÇİMİ OLARAK KENTLEŞME’ ........................................................... 127 7.1. Louis Wirth Kimdir? (1897-1952) .................................................................................. 130 7.2. Okuma Parçası: ‘Bir Yaşam Biçimi Olarak Kentlileşme’- Louis Wirth ......................... 132 1



8. NEO-MARXİST KENT KURAMCILARI ....................................................................... 153 8.1. Henri Lefebvre (1901-1991) ........................................................................................... 156 8.2. Manuel Castells (1942-) .................................................................................................. 158 8.3. David Harvey (1935-) ..................................................................................................... 160 8.4. Okuma Parçası ‘Toplumsal Adalet, Postmodernizm ve Kent’-David Harvey................ 161 9. TÜRKİYE’DE KENT, KENTLEŞME, KENTLİLEŞME ................................................. 185 9.1. Türkiye’de Kent ve Kentleşme ....................................................................................... 188 9.2. “Kent, Kentleşme ve Türkiye Deneyimi” İlhan Tekeli ................................................... 189 10. TÜRKİYE’DE KENT ARAŞTIRMALARI I .................................................................. 205 10.1. 19. Yüzyıl Ortalarından 1950’ye Kadar ....................................................................... 208 10.1.1. II. Tanzimat’tan İkinci Meşrutiyet'e Kadar Olan Gelişmeler ............................. 209 10.1.2. III. İkinci Meşrutiyetten 1930’lara Kadar Olan Gelişmeler................................ 214 10. 1. 3. 1930 - 1950 Arasında Olan Gelişmeler ............................................................ 219 10.1.4. 1930 - 1950 Arasında Kente İlişkin Bilgi Alanındaki Gelişmeler ...................... 220 10.2. 1951 - 1960 Yıllarında Kent Araştırmaları ................................................................... 233 11. TÜRKİYE’DE KENT ARAŞTIRMALARI II ................................................................ 248 11.1. 1960-1970 Yılları Arasında Kent Çalışmaları .............................................................. 251 12. TÜRKİYE’DE KENT ARAŞTIRMALARI III ............................................................... 262 12.1. Türkiye’de Kentsel Araştırmaların Gelişimi: 1974-1984 ............................................. 265 13. TÜRKİYE’DE GECEKONDU SORUNU ...................................................................... 274 13.1. Gecekondu Araştırmalarına Giriş.................................................................................. 276 13.2. Güncelden Geçmişe Türkiye’de “Gecekondu Meselesi” Üzerine Yeniden Düşünmek 277 14. TÜRKİYE’DE KENT ARAŞTIRMALARININ DEĞİŞİMİ .......................................... 298 14.1. Türkiye’de Kent Araştırmalarının Değişimi* ................................................................ 300

2



1. KENT SOSYOLOJİSİNE GİRİŞ

3



Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz? 1. Sosyoloji ve Kent/Şehir Kuramının İlk İfadeleri 2. Türkiye’de Sosyoloji ve Kent/Şehir

4



Giriş Günümüzde, dünya nüfusunun (data.worldbank.org/indicator/SP.URB.TOTL) %53’ü kentlerde yaşamaktadır. 2012 verilerine göre Türkiye’de ortalama 76 milyon olan nüfusun 53 milyonu yine kentlerde yaşamlarını sürdürmektedir. Yalnızca bu demografik verilerden hareketle bile kent ve kentleşme konusunun sosyolojinin temelini oluşturduğu ifade edilebilir. Kent/şehir konusu sosyolojinin en önemli alanlarından birisidir ve sosyolojinin ortaya çıkışıyla beraber kent/şehir üzerine analizler ve alana yönelik çalışmalar başlamıştır.

5



1. GİRİŞ1 1.1. Sosyoloji ve Kent/Şehir2 Kuramının İlk İfadeleri Sosyoloji, 19. yüzyılda diğer bilim dallarının yanında, kendine bir alan belirlemiş, yeni toplumsal durumu, düzeni/düzensizliği anlama, açıklama ve çözümleme iddiasında olmuştur. “Sosyoloji (…) ağır toplum sorunları nedeniyle çalkantılar içinde olan Batı toplumunun kavrayışının bilgisi olduğu gibi, yeni Batı bilincinin, modern zamanlardaki Batı bilincinin de temelini oluşturacaktır.” 3 ‘Ağır toplum sorunları ve çalkantılarının’ nedeni yeni toplumsal düzendir. Sanayi üretiminin ve hızlı kentleşmenin belirlediği yeni toplumsal düzen, sorunlara yol açmakla birlikte aynı zamanda Batı toplumlarının büyük dönüşümünün de düzenidir. Ekonomik,

toplumsal

ve

siyasi

anlamda,

geleneksel

olanın

dışında

gelişen

değişim/dönüşümün bilgisi ve bilinci de geleneksel olandan farklıdır. Yeni düzenin, kurgulanan toplumun bilgisi, Batı toplumunun kendini merkeze alan ve bu merkezin odağından bakarak geleneksel-modern, tarımsal-endüstriyel, köleci-özgür, kırsal-kentsel, ileri-geri nitelemeleri üzerinden sistemleştirilmiştir. Sosyolojinin kurulduğu dönemde, “(…) mevcut kaygı ve baskılarla bilimin aradığı tümellik ve genel-geçer açıklayıcılık gibi beklentilerin etkisiyle eldeki mevcut olay ve bilgiler (…) genelleştirerek açıklama biçimlerine ulaşılmak” 4 istenmiştir. Sosyoloji Biliminin kurucu babaları Durkheim, Marx ve Weber Batı toplumlarının sanayi-kent aşamasına değin geçirdiği evreleri sistemleştirerek modern toplumun, endüstriyel kapitalizmin, evrensel ve mutlak bir modelini oluşturma paydasında birleşirler. Evrensel olarak kurulan ve sunulan modelde, gelişmenin ana motoru endüstriyel üretimdir. Bu gelişmeyi sağlayan; yeni toplumsal yapının/düzenin temeli olan unsurlar da yani zenginliği üretenlerle örgütleyenlerin bir arada bulunduğu fiziki alanlar kent bölgeleridir. Sanayi üretiminin merkeze alındığı açıklamalarda, kentler endüstriyel faaliyetlerin gerçekleştiği, kırlardan başkalaşmış, ayrışmış, yeni/farklı olanın yaşandığı yaşatıldığı bölgeler olarak yer almıştır.

                                                             1

Bu bölümün yazılmasında Oya Okan’ın 2011 yılında yayımlanan Sosyoloji Dergisi 3. Dizi, 22.sayısında yer alan ‘Şehir, Tarih, Sosyoloji: Korkut Tuna’nın Şehir Yaklaşımı’ başlıklı makalesinin bir bölümü temel alınmıştır. 2 Kavramlar, literatürde farklı dönemler ve/veya farklı yaklaşımlara referansla kent veya şehir olarak kullanılmaktadır. Ben her iki kavramı da ve/veya olarak kullanmayı tercih ediyor ve birbirlerini kapsar biçimde kullanıyorum 3 Recep Ertürk, “Sosyoloji Üstüne”, İÜEF Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 7. Sayı, 2004, pp. 155-165, s.160 4 Korkut Tuna, Şehirlerin Ortaya Çıkış ve Yaygınlaşması Üzerine Bir Deneme,. İstanbul: İ.Ü Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1987., s.2

6



Dolayısıyla sosyoloji başlangıcından itibaren kentin, endüstri kentinin bilimidir. Bu bağlamda sosyolojinin kente ilgisi kapitalizmin doğuşu ve gelişmesine kaynaklık eden ana damar oluşu nedeniyledir. Endüstri kentlerinin -endüstri toplumu- yapısı ve işlevleri temelinde toplum kuramını oluşturan Durkheim, “toplumsal evrim sürecinde (…) işbölümünün yarattığı karşılıklı bağımlılık olgusu çerçevesinde bireylerin ve kurumların bütünleştiği büyük, modern, farklılaşmış endüstriyel toplumlar”5ı ‘organik dayanışma’ kavramı üzerinden evrenselleştirir. Marx endüstriyel kenti, kır-kent karşıtlığı bağlamında, kapitalist üretim biçiminin gerçekleştiği, bu anlamda sınıf çelişkilerinin keskinleştiği ve sınıf bilincinin gelişerek nihai aşamaya evirilmede ana unsur olarak olumlar. Batı kentlerinin özgünlüğünün sebebi, diğerlerinin sahip olamadığı, kapitalist üretim tarzıdır. Weber’in ‘ideal’ kent modeli Batı kentidir. Ona göre Doğu’da Batılı manada kent ve kentsel topluluk yoktur. Kent, kapitalizme temel dayanağını veren ‘Protestan ahlakı’ ve ‘rasyonalizasyon’ kavramlarıyla açıklanabilecek bir örgütlenme biçimidir. Her biri yeni toplumsal düzeni anlama, açıklama ve sistemleştirme aşamalarında kuramlarına temel aldıkları kurum çerçevesinde kentleri de değerlendirirler. Kısaca, endüstriyel Batı kentlerinde ortaya çıkan yeni durumun, toplumsal yapının çözümlenmesi meselesi üzerinden hareket ederler. Her üçü de değişimin ve dönüşümün genel teorisini kurarken insanlığın/uygarlığın tarihini Batı toplumları üzerinden okurlar. “Modern Avrupa şehrinin yüzlerce yıllık bir geçmişi vardır; buna karşılık Amerikan şehirlerinin ancak birkaçı on dokuzuncu yüzyılın gerisine uzanır.” 6 Dolayısıyla Avrupa’da üretilmiş kuramlar büyük ölçüde toplumların (tedricen) ulaştıkları bir gelişme sürecinde geldikleri noktayı; kıta Avrupası kentlerinin ekonomik, toplumsal ve siyasi düzenini, kentlerdeki yaşam biçimlerini ortaya koyma amacında olmuşlardır. Amerika’da sosyoloji çalışmalarına baktığımızda ise, 20. yüzyılın başlarından itibaren büyük kentlerde, özellikle Chicago kentinin hızlı büyümesinin ardından gündeme gelen sorunlarla baş etmenin araçlarını üretme yolunda çabaların öne çıktığı gözlemlenmektedir. “Ekolojik yaklaşımın temellerinin atılmış olduğu ilk çalışmalarda, insan eliyle yaratılmış çevrenin de incelenmesinin gerekliliği savunulmuş (…) bu amaç çerçevesinde yürütülen çalışmalar,                                                              5 Whitney Pole, “Emile Durkheim” Rob Stones (hzr), Sosyolojik Düşüncede İz Bırakanlar, İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 2008, pp. 76-90, s. 80 6 Don Martindale, “Şehir Kuramı” Ahmet Aydoğan (hzr), Şehir ve Cemiyet, İstanbul: İz yayıncılık, 2000, pp. 35100, s. 37

7



nüfusun dağılımını, yerleşim yerlerini, iş ve ticaret bölgelerini, kurumları vb. her türlü insan ürününü kapsayabilecek nitelikte haritaların hazırlanmasına dayanmıştır”7 Chicago kentinin sorunlarının üzerinden gerçekleştirilen çalışmalar sosyoloji literatüründe ‘ekolojik’, ‘sosyal psikolojik’, yaklaşımlar olarak değerlendirilmekte, bu yönleriyle de kuramsal çalışmalardan ayrı, farklı bir yaklaşım gibi belirmektedir. Dönemin güncel sorunları üzerinden üretilen bu çalışmaların özgünlüğü, özellikle belli bir kentte oluşan, ekonomik ve sosyal yapı değişiminin nedenleri ve sonuçlarına odaklanmasının yanı sıra literatürde kent sosyolojisinin özel bir alan olarak ifade edildiği ilk çalışmalar olarak yer almasından kaynaklanmaktadır. Kentlerde yoğunlaşan nüfus, nüfusun karmaşık yapısı, karmaşık yapıdaki nüfusun kent mekânında iç içeliği, mekânın kullanım biçimleri, mekânın genişlemesi ve bu çerçevede mekânın fiziki kullanımında ortaya çıkan sorunlara yönelik gerçekleştirilen çalışmalar, “1925 yılında Robert E. Park ve Ernest W. Burgess’in birlikte yayımladıkları ‘Şehir’ adlı eserde derlenmiş, (…) ABD’de ilk sistemli şehir teorisi ortaya çıkmıştır. Bu teori sosyoloji tarihinde ‘ekolojik teori’ olarak adlandırılmıştır.”8 Park, kenti “doğanın, özellikle de insan doğasının bir ürünü”9 olarak tanımlar. İnsan doğasının ürünü olan kentler, insan davranışlarının nasıl biçimlendiğinin belirlenmesi açısından bir laboratuvar işlevi görürler. Laboratuvardan çıkacak sonuçlar sorunların çözümünde rehberlik edecekleri gibi insan davranışlarının denetim altına alınmasında da yol gösterici olacaklardır. Park’a göre kent aynı zamanda “kendisine ait yasalarca üretilen mekânda dıştan düzenlenen bir birimdir.”10 Chicago ekolünün kurucu isimlerinden Burgess ise kentin mekânda işlevsel yayılması üzerinden nasıl biçimlendiği ve farklılaştığı sorusunu ‘ortak merkezli çemberler’ kuramıyla yanıtlar. Ona göre modern toplumun en çarpıcı olayı şehirlerin büyümesidir ve modern yaşamın kente dair tüm görünümleri Amerikandır.11 Park ve Burgess’in kent kuramı, bir anlamda modern sanayi kentlerinin portresini çizmektedir. Laboratuvardan çıkan verilerle netleşen resim ve bu resmin netleşmesini                                                              7 Bülent Duru ve Ayten Alkan, (Der. ve Çev.), “Giriş: 20. Yüzyılda Kent ve Kentsel Düşünce”, 20.Yüzyıl Kenti, Ankara: İmge Kitabevi, 2002, s.11,12 8 Ayda Yörükan, Şehir Sosyolojisinin ve İnsan Ekolojisinin Teorik Temelleri, Der. Turhan Yörükan, Ankara: Nobel Yayın Dağıtım, 2005, s.74 9 Korkut Tuna, Şehirlerin Ortaya Çıkış ve Yaygınlaşması Üzerine Bir Deneme s.61 10 Martindale, “Şehir Kuramı”, s.50 11 Korkut Tuna, Şehirlerin Ortaya Çıkış ve Yaygınlaşması Üzerine Bir Deneme, s.61

8



sağlayan yasalar üzerinden gelişmiş olan ekolojik kent kuramı, literatürde eleştirilere 12 uğramakla birlikte daha sonraki dönemlerde şehir ve bölge planlama çalışmaları üzerinde etkili olmuştur. “Bir Yaşam Biçimi Olarak Kentlileşme” başlıklı makalesi kent sosyolojisi yazınında bir dönüm noktası olarak kabul edilen 13 Louis Wirth, kentleşmenin bireylerin kişilik ve zihinsel süreçlerinin farklılaşması üzerindeki etkilerini kavramlaştırır. Sosyolojinin kent/şehir konusuna ilgisi her iki kıtada da başlangıcından itibaren yer almaktadır. Avrupa’da ilk kuramlardan itibaren endüstri ile birlikte kent/şehir çalışmaların ana eksenidir. Modern endüstriyel kentler ekonomik, sosyal, siyasi sorunları barındıran fiziki mekânlardır ama aynı zamanda ‘ideal’, ‘evrensel’ olan üretim biçimini, sosyal yapıyı da bu kentlerde, Batı kentlerinde görürüz. Tarihsel ama Batı tarihinin merkezde olduğu bir yaklaşımla toplum kuramları kenti/şehri anlamamızın kavramlarını sunarlar. Kent/şehrin tek olası biçimi Batı kentidir. Amerika’da ise sosyoloji hızla yaşanan bir toplumsal değişmenin ardından kentlerde ortaya çıkan sorunlar üzerinden başlamakla birlikte kent/şehir kuramlarında ‘olguları’ toplayıp düzenlemenin yanında kuramsal bir çerçeve kurma çabası içinde de olmuştur. Burgess ve Park sosyolojiyi toplumu kontrol işlevi üzerinden tanımlarlar14 Wirth kent/şehir konusunu, “Batı’ya özgü çağdaş bir olay olduğu varsayımına dayandırmış; Chicago şehrinden yola çıkan araştırmalarla özdeşleşmesini sağlamıştır.”15 Yukardaki satırlarda çizdiğim genel çerçevede, kent/şehir, özellikle sosyolojinin ilk dönemlerinde, endüstriyel, sanayi kenti üzerinden değerlendirilebilen bir olgu olarak 19. yüzyıl öncesinde yok sayılır görünmektedir. Bu noktadan hareketle ikinci derste, kent, kentleşme, kentlileşme kavramlarından başlayarak kent sosyolojisi literatüründe temel kavramları ele alarak tanıtma çabasında olacağım. Kavramlar üzerinden yapılacak değerlendirmeler, kent/şehir olgusunun ve/veya yerleşmelerinin yalnızca tarihin belli bir döneminin ürünü olmadığını ifade edebilmemize olanak sağlar. Türkiye’de kent yazınında özellikle yayımlandığı dönemde özgün bir çalışma olan Korkut Tuna’nın ‘Şehirlerin Ortaya Çıkış ve Yaygınlaşması Üzerine Sosyolojik Bir Deneme’ çalışması tarihsel bir yaklaşımla kent/şehir konusunun farklı bir okumasında rehberlik edecektir. Üçüncü bölümde kent/şehir uygarlığının tarihsel gelişmesini izleyeceğiz. Childe’ın                                                              12

Rana A. Aslanoğlu, Kent, Kimlik ve Küreselleşme. Bursa: ASA Kitabevi, 1998. s.30; Martindale, “Şehir Kuramı”, s.59-61 13 Aslanoğlu, Kent, Kimlik ve Küreselleşme, s. 10 14 Lee Braude, “‘Park and Burgess’: An Appreciation”. The American Journal of Sociology. Vol. 76. No. 1 (Jul., 1970), pp. 1-10. 15 Korkut Tuna, Şehirlerin Ortaya Çıkış ve Yaygınlaşması Üzerine Bir Deneme, s. 63

9



‘kentsel devrim’ olarak kavramsallaştırdığı süreç ve ardından gelen ilk kentler-antik, Yunan ve Roma kentleri-, Ortaçağ Batı kenti bu bölümün konuları olacaktır. Doğu kentlerinin temel özellikleri de bu bölümün içeriğinde yine Tuna’nın analizleri çerçevesinde yer almaktadır. Klasiklerden M. Weber’in ‘Şehrin Doğası’ başlıklı yazısı, Batı kentinin hangi nedenlerle özgün bir model olarak ele alındığının daha iyi anlaşılabilmesi açısından önemli bir çalışmadır. Bu noktada kurucu sosyologlar arasında Max Weber’in kent/şehir konusunda özgün çalışma yapan bir isim olduğunu ve 1921 yılında yayımlanan ‘Şehir/Modern Kentin Oluşumu’ kitabının Türkçe çevirisinin 2000’lerde yapıldığını hatırlatalım. 4. bölümde Marx&Engels ve Durkheim’ın toplumsal çözümlemeleri üzerinden kent yaklaşımları da Weber’in analizleriyle birlikte tanıtılacaktır. Avrupa kent/şehir konusuna farklı yaklaşımı olan bir isim, George Simmel’in ‘Metropol ve Zihinsel Yaşam’ makalesi kent sosyolojisi literatüründe önemli çalışmalardan birisidir. Simmel, kentleri tarihsel süreç içinde ele almaz. Kentleşmenin kültürel boyutlarıyla ilgilenen Simmel, kent yaşamının bireylerin bilinçlerinde yarattığı dönüşümleri sorgular. Kent yaşamında bireylerin davranış biçimlerinin ve psikolojik hallerinin analizidir Simmel’in yaklaşımı. Simmel, ABD’de kent sosyolojisinin ortaya çıkışında önemli rol oynayan isimdir. Chicago Okulu’nun kurucu isimlerinden Park, Simmel’in seminerlerini izlemiştir. Kentin sosyolojik analizinin kuramsal çerçevesini oluşturan Chicago Okulu, Robert. E. Park, Roderick Mckenzie, Ernest Burgess ve Louis Wirth’ün çalışmalarıyla beraber kent sosyolojisinin özel bir alan olarak ortaya çıkışında önemli rol oynadı. Park’ın ‘ekolojik yaklaşım’ı üzerinden McKenzie ve Burgess kentlerin büyüme süreçlerini ele aldılar. Tülay Kaya’nın ‘Chicago Okulu: Chicago’ya Özgü Bir Perspektif’ başlıklı makalesi Chicago okulunun Chicago kentiyle ilişkisini, okulun çalışmalarının özgün yönlerini ve Amerikan Sosyolojisi ve sosyolojideki yeri ve önemini ortaya koyan bütünlüklü bir yazı olarak sizlerle paylaşılmıştır. ‘Wirth’ün ‘Bir Yaşam Biçimi Olarak Kentlileşme’ başlıklı çalışması 7. bölümün temel metnidir. Louis Wirth’ün makalesi kentleşmenin bireyler üzerindeki etkilerini kavramlaştırır. Kent sosyolojisinin önemli referanslarından kabul edilen bu yazısında Wirth, kent nüfusunun büyüklüğü, yoğunluğu ve heterojenliği olgularının altını çizer. 2. Dünya Savaşı’nın ardından gelen süreçte, siyasi, ekonomik ve sosyal değişimlerle beraber kentlerin yeniden yapılandırılması ve kentlerde ortaya çıkan yeni sorunlar ve çözümleri çerçevesinde yeni uygulamalar gündeme gelmiştir. Kuramsal açıdan bu dönemin analizinde 10



öne çıkan neo-marxist okulun kuramcıları Lefebvre, M. Castelle ve David Harvey olmuştur. Mekânı toplumsal bir ürün olarak değerlendiren Lefebvre, toplumsal tüketim ve kentsel hareketlerin yeni biçimlerini değerlendiren Castells ve toplumsal adalet kavramı ile birlikte kenti analiz eden Harvey 8. bölümün içeriğini oluşturmaktalar. Harvey’nin ‘Toplumsal Adalet, Postmodernizm ve Kent’ yazısı bu dersin okuma parçasıdır. 1970’lere kadar gelen süreçte kent/şehir kuramı ve konu üzerine analizleri ele aldıktan sonra Türkiye’de kent/şehir konusu sosyoloji ile nasıl bir ilişki kurmuştur? Türkiye’de kent/şehir çalışmaları nasıl bir izlek üzerinden ilerlemiştir? Sorularının yanıtlarını arayacağız.

1.2. Türkiye’de Sosyoloji ve Kent/Şehir Türkiye’de sosyoloji bilimi, siyasi kadroların tercihleri doğrultusunda, yeni toplum tasarımının inşa aracı olarak yerini bulmuştur. Tanzimat dönemiyle birlikte siyasetin ‘modern’ olana yönelik tercihleri, ‘modern’ olanın bilgisinin edinilmesini de beraberinde getirdi. Toplumsal olanın dönüştürülmesine yönelik bu kurgunun mekânsal olarak ifadesi de kent/şehirler üzerinden gerçekleştirildi. Türk sosyolojisinin konuları örnek modelin çizgisinde ilerledi, kuramsal ve ampirik çalışmaların yöntemleri benimsendi. Dünya siyasetinin bilim alanına yansımaları 16 Türk sosyolojisinde de izlendi, ana çizgiden kayan çalışmalar ilgi görmedi, görmezden gelindi. Türkiye’de sosyoloji çalışmaları ilk dönemlerinden itibaren eski kıta geleneğine uygun çerçevede gelişmiştir. Bir taraftan toplum kuramlarının anlaşılmasına ve yaygınlaşmasına yönelik çalışmalar gerçekleşirken öte yandan -daha önce de vurguladığımız gibi- yeni kurulan modelin kavramları ve bilgisi öncelikle imparatorluğu kurtarmak amaçlı ardından ulus devlet anlayışına uygun formülasyonlar üzerinden kurulmuştur. Bu temel özellikler üzerinden gerçekleşen çalışmalar arasında kent/şehir çalışmaları da aynı yöntemi izlemiştir. Toplum bilgisinin kurumsallaşması Batı’daki örneklerinin hemen ardından Darülfünun’ da Z. Gökalp’in öncülüğünde gerçekleşmiştir. Bu noktada İçtimaiyat Enstitüsü’nün kuruluşundan önceki düşünürlerin, toplum bilimi tanıtma ve ülke sorunlarını çözüme ulaştırma konusundaki çabaların altını çizmek gerekir. Yoğun tartışmaların yaşandığı, imparatorluğu kurtarma çabaları üzerinden gerçekleşen düşünsel etkinliklerin yürütüldüğü dönemi kapsayan geniş bir literatür mevcuttur. Konuyu kent/şehir çalışmalarının, akademi disiplini içinde gerçekleşenler

                                                             16

İsmail Coşkun, “San Francisco Sonrası Dünya” , Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 12. Sayı, 2006, pp. 17-21, s.20.

11



üzerinden sınırlamak anlamında sosyolojinin bir bilim dalı olarak yer alışına vurgu yapıyorum. Batıdaki örneklerinin izinde ilerleyen toplum bilgisi, iki ana çizgide ilerlemiş, tarihsel bir doğrultuda kuramlar aktarılmış, gelişmeler izlenmiştir. Benzer bir yaklaşım kent/şehir konularına da yansımıştır. Kentin/şehrin sosyolojik kuramları ve kent/şehir düzenleme ve planlama çalışmaları tanıtılmış, öneriler üretilmiştir. Kent/şehir olgusuna bakışın ilk örnekleri Ziya Gökalp’in ‘Köy Medeniyeti-Şehir Medeniyeti’ ve ‘Köy ve Şehir’ başlıklı yazılarıdır. H. Ziya Ülken İstanbul Belediye Mecmuası’nda seri olarak yayınladığı makalelerde, tarihsel yaklaşımla, sosyolojinin kent/şehre dair kuramlarını tanıtır. Siyasi tercihler doğrultusunda yeni toplum modelinin kurulmasında kentler uygulama alanı olarak planlanırken, bilgi birikimi ve ideolojik kurgulama bu doğrultudadır. İki ana doğrultuda Türkiye’ye giriş yapan sosyolojinin ‘monografik’ temelli kolu, ilk dönemlerinde uygulamalara ilgi göstermemiştir. Ekolün temsilcisi M. Ali Şevki Bey’in ‘urbanist’ Agache’dan yaptığı çeviriler ve Agache’ın İstanbul için yaptığı plan önerileri üzerinden yazdıkları kent/şehir sosyolojisinin uygulama ile ilişkisini gündeme getiren yazılardır.17 Kent/şehir konusunun sosyoloji disiplini çerçevesinde ele alındığı bir başka kol Ankara Üniversitesinde yapılan çalışmalar üzerinden ilerler. Bu çalışmaların temel özelliği ise kentleşme/şehirleşme sorununu, Chicago ekolü perspektifinden incelemeleridir. Bu çerçevede Behice Boran’ın çalışmaları anılabilir. Doktorasını Michigan Üniversitesi’nde tamamlamıştır. Kentleşme süreçleri açısından sorunları irdeleyen Boran’ın ‘Ankara’da Çocuk Suçluluğu’ 18 üzerine yazısı, Chicago okulunun konuları ile örtüşen bir örnektir. 30’lu ve 40’lı yıllar kent/şehir konularının sosyal bilimlerin farklı alanlarıyla paylaşıldığı dönem olarak belirginleşir. Üniversitelerin iktisat, coğrafya, antropoloji, mimarlık ve şehircilik bölümlerinde kent/şehir konusunda çalışmaların yapıldığını ve bilgi birikimi açısından kayda değer katkıların gerçekleştiğinin altını çizmekle yetinelim. Sosyolojinin Türkiye’ye girişiyle bağlantılı olarak bakıldığında ilk dönem olarak değerlendirebilecek bu yılların ardından, Türkiye’de siyasi ve ekonomik tercihlerin netleşmesi ile birlikte hızlı bir kentleşme sürecine girilmiştir. Tanzimat dönemiyle birlikte yukardan                                                              17

Bu dönemlerle ilgili ayrıntılı bilgi ve çeşitli değerlendirmeler için bkz: Sevil Atauz (Der.), Türkiye’de Sosyal Bilim Araştırmalarının Gelişimi, Ankara, Türk Sosyal Bilimler Derneği, 1986; Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Türk Şehir Tarihi, Cilt 3, Sayı 6, İstanbul 2005. 18 İlhan Tekeli, “Türkiye’de 19. Yüz Yıl Ortalarından 1950’ye Kadar Kentsel Araştırmaların Gelişimi” Sevil Atauz, (Der), Türkiye’de Sosyal Bilim Araştırmalarının Gelişimi, Ankara, Türk Sosyal Bilimler Derneği, 1986, pp. 239-268, s.264

12



aşağıya doğru yürütülen toplumsal yapılanmanın ifadesi olarak kent/şehrin biçimlendirilmesi 1950’li yıllarla birlikte hız kazanmıştır. Bu dönemden itibaren dünya siyasetinin iki merkezli yapısı içinde Türkiye, entegre olmaya karar verdiği sistemin sorunlarını da yüklenmiştir. “II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra (…) düzenli kentleşme, konut, gecekondu ve kentsel yaşama uyum gibi sorunlar (…)”19 ön plandadır. Sorunların görünür alanları olarak kentler/şehirler üzerinden, toplumun planlanması ve denetlenmesi anlayışıyla çalışmalar başlatılmıştır. Bu sorunlara yönelik olarak kent/şehir konusunda sosyoloji disiplini içerisinde yapılan çalışmalarda da farklılaşma ve yoğunlaşmanın gerçekleştiği ifade edilebilir. Bu bağlamda sosyolojinin kent/şehirle ilgisi hızlı kentleşme ve sanayileşme ana sorunsalı üzerinden, özellikle kasaba ve kentlerde ortaya çıkan sorunlara yönelik olmuştur. 1960’lar ve 70’ler Türkiye’sinde kasaba ve kent araştırmaları büyük bir sıçrama kaydetmiştir. Bu dönemde Mübeccel Belik Kıray’ın çalışmaları model olma özelliği taşımaktadır. ‘Ereğli’ ve ‘İzmir’ araştırmaları yeni sanayileşen ve sanayileşmiş kentlerde yaşanan süreçleri, alan üzerinden değerlendirmesiyle çok sayıda çalışmanın referansıdır. Kasaba ve küçük kent araştırmalarının çerçevesi çizilmeye başlanmıştır. 1970’lerde yabancı antropologlar da Türk kasabalarının toplumsal ve kültürel yapısı ile ilgilenmiş ve araştırmalar yürütmüşlerdir. Bu çalışmaların başlıkları üzerinden yapılmış olan bir döküm, kentleşme-sanayileşme süreçlerinin ortaya çıkarılmasına yönelik bir yoğunlaşmayı göstermektedir.20 Kentlere -sanayi ve ticaret bölgelerine- doğru akan ve yoğunlaşan nüfus kentin fiziki yapılanmasında ve mekânsal formunda farklılıklar yaratmıştır. Nüfus hareketlerinin kentlerin görünümüne kattığı gecekondularda yaşayan insanların yaşadığı fiziki sorunların yanında davranış ve tutumlarında meydana gelen değişiklikler çalışmaların odaklandığı konulardır. Kasaba ve küçük kent araştırmalarına ilgi ‘80lerde sürmüş ve hatta artmıştır. Türkiye’de kentleşme ve metropoliten kentleşme araştırmaları gecekondu araştırmaları ile birlikte yürütülmüştür. 21 İzleyen yıllarda da kent-kentleşme-kentlileşme süreçlerine ilişkin çalışmalar sanayileşmenin Türkiye’nin ekonomik siyasi ve toplumsal koşulları üzerinde yarattığı değişiklikler, yapıldıkları dönemin koşulları çerçevesinde ele almışlardır. Kent araştırmaları çeşitlenmiş

                                                             19

Ruşen Keleş “1951-1960 Yıllarında Kent Araştırmaları”, Sevil Atauz, (Der), Türkiye’de Sosyal Bilim Araştırmalarının Gelşimi, Ankara, Türk Sosyal Bilimler Derneği, 1986, pp. 269-282, s. 270 20 Âlim Arlı, “Cumhuriyet Döneminde Türkiye’de Şehirleşme ve Gecekondu Araştırmaları”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi Cilt 3, Sayı 6, 2005, pp. 283-352. 21 Bahattin Akşit, “Türkiye’de Sosyoloji Araştırmaları: Bölmelenmişlikten Farklılaşma ve Çeşitlenmeye”, Sevil Atauz, (Der), Türkiye’de Sosyal Bilim Araştırmalarının Gelişimi, Ankara, Türk Sosyal Bilimler Derneği, 1986, pp. 195-232, s. 201

13



farklılaşmış ancak Batı’daki örneklerine katkı anlamında kuramsal ve ampirik bir yaklaşım gerçekleşmemiştir. Türkiye’de kent/şehir alanında ilk akla gelen isim olarak İlhan Tekeli ‘Kent, Kentleşme ve Türkiye Deneyimi’ yazısıyla 9. bölümde bize rehberlik edecek. Türk Sosyal Bilimler Derneği’nin 1985 yılında düzenlediği sempozyumda sunulan bildirilerin metinlerinden oluşan ve Sevil Atauz tarafından derlenen ‘Türkiye’de Sosyal Bilim Araştırmalarının Gelişimi’ başlıklı çalışmada yer alan dört makale aracılığıyla 19. yüzyıl ortalarından 1980’li yılların ortalarına kadar Türkiye’de yapılan kent çalışmalarını okumamız mümkün olacak. Şükrü Aslan’ın gecekondu sorununu irdeleyen yazısı ve Ayşen Şatıroğlu’nun ‘Türkiye’de Kent Araştırmalarının Değişimi’ makalesi de kent alanının, özellikle Türkiye’de, önemli sorunlarını kavramak ve değerlendirmek açısından önemli kaynaklar olarak sizlerle paylaşılmıştır.

14



Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti Dünya nüfusunun yarıdan fazlasının kentlerde yaşadığı günümüzde şehirler/kentler, toplumsal, ekonomik ve siyasal gündemin en önemli alanlarındandır. Kentler/şehirler tarih boyunca insan toplulukları örgütlenmesinin en üst seviyesi kabul edilmiş, günümüze değin şehir örgütlenmesini aşan toplumsal bir biçim gerçekleşmemiştir. Bu anlamda kentler, özellikle sosyal bilimlerin ana konusu olmuşlardır. On dokuzuncu yüzyılda bilimler sınıflamasında yerini alan toplumun bilimi sosyoloji, Batı’da söz konusu dönemde ortaya çıkan yeni toplum yapısı, düzeni ve düzensizlikleri anlama ve açıklama çabasında olmuştur. Yeni düzenin fiziksel anlamda oluştuğu alanlar ise kentler/şehirlerdir. Dolayısıyla kent/şehir, endüstri/sanayi ile birlikte sosyolojinin ortaya çıkışıyla birlikte ana konularındandır. Kentler/şehirler, toplumsal alandaki düzen ve düzensizliğin mekânlarıdır. Klasik sosyoloji kuramlarında toplumsal değişimin gerçekleştiği tarihsel bir alan olarak analiz konusu olan kentler, bir göçmenler ülkesi olan Amerika’da hızlı kentleşme sürecinin ardından sorunlar çerçevesinde ele alınmıştır. Kent sosyolojisinin özel bir alan olarak, ilk kez Chicago kentindeki sorunlara çözüm getirme amacıyla sosyal politika üretme çalışmaları çerçevesinde, kentleri laboratuvar olarak öneren Chicago okulu üyelerinin ifadelerinde ortaya çıkar. Şehirler/kentler sanayi toplumunun ürünü olarak ele alınıp kutsanmakla birlikte şehirlerin uygarlığın başlangıcıyla birlikte varlıkları bilinmektedir. İlk kentler doğuda su boylarında ortaya çıkmışlar ve imparatorluklara temel oluşturmuşlardır. Türkiye’de Batıdaki örneklerinin izinde ilerleyen toplum bilgisi, iki ana çizgide ilerlemiş, tarihsel bir doğrultuda kuramlar aktarılmış, gelişmeler izlenmiştir. Benzer bir yaklaşım kent/şehir konularına da yansımıştır. 30’lu ve 40’lı yıllar kent/şehir konularının sosyal bilimlerin farklı alanlarıyla paylaşıldığı dönem olarak ortaya çıkmıştır. Tanzimat dönemiyle birlikte yukardan aşağıya doğru yürütülen toplumsal yapılanmanın ifadesi olarak kent/şehrin biçimlendirilmesi 1950’li yıllarla birlikte hız kazanmıştır. Bu dönemden itibaren dünya siyasetinin iki merkezli yapısı içinde Türkiye, entegre olmaya karar verdiği sistemin sorunlarını da yüklenmiştir. Hızlı kentleşmeyle birlikte, kentlere göçen 15



nüfusun barınma, yerleşme, fiziki alt yapı vb. sorunlarının yanı sıra, kentlileşme olarak kavramlaştırılan şehre uyum sorunları baş göstermiştir. Bu süreçte, 1960’lar ve 70’ler Türkiye’sinde kasaba ve kent araştırmaları büyük bir sıçrama kaydetmiştir. Günümüzde ise artık, küresel kentlerden, kentsel dönüşümden ve bu süreçlerin ortaya çıkardığı ve kapitalist kente uyum sorunlarının vb. ön planda olduğu konular etrafında çeşitlenen çalışmalar söz konusudur.

16



Bölüm Soruları 1) Kent ve sosyoloji ilişkisini açıklayınız. 2) Sosyolojinin kurucu isimlerinin kent yaklaşımının ortak özellikleri nedir? 3) Avrupa ve Amerika’da kent konusuna yaklaşımın farklılığı konusunda ne düşünürsünüz? Nedenleriyle açıklayınız. 4) G. Simmel’in kent yaklaşımı çağdaşlarıyla hangi noktalarda farklılaşır? 5) Chicago okulunun kent sosyolojisi açısından önemi nedir? 6) Türkiye’de sosyoloji ve kent, şehir ilişkisini nasıl açıklayabiliriz?

17



2. KENT SOSYOLOJİSİ

18



Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz? 1) Sosyoloji ve Kent 2) Kent Sosyolojisinin Alanı ve Kapsamı 3) Kent, Kentleşme, Kentlileşme

19



2.1. Sosyoloji ve Kent Sosyolojinin ortaya çıkışına yol açan olayları ve farklılaşan toplumsal ilişki ve toplumsal yapıları düşündüğümüzde, sosyolojinin kente ve kentleşmeye ilgi duymasının sosyolojinin yeni bir bilim dalı olarak bilimler sınıflamasına girişiyle başladığı ifade edilebilir. Yeni bir toplumsal yapı, düzen ve ilişkileri anlayıp açıklama çabasındaki bu bilim dalı, ilgisini ve analizlerini yeni yerleşme ve üretim biçimlerinin gerçekleştiği alana yöneltmiştir. Sanayi kentleri ve sanayi kentlerinin oluşmasına yol açan üretim biçimi, üretim biçiminin oluşturduğu toplumsal sınıflar, söz konusu sınıfların mekânda dağılımı ve ardından gelen süreçte ortaya çıkan sorunlar sosyolojinin ana konularıdır. “Sosyolojinin ilk büyük sistemlerinde bütün ilgisini tam o sırada Batı Avrupa memleketlerinde kurulmaya başlayan bir toplum düzeni üzerinde yani indüstri toplumu üzerinde topladığı görülür.” (Freyer’den aktaran Tuna,1987: 4) ‘İndüstri toplumu’ ise kentlerde, şehirlerde kurulmaktadır. Ancak, ilk büyük sistemler özellikle kent/şehir konusunda açıklamalar yapmamışlar, yeni toplumsal durumu anlama ve açıklama girişimleri çerçevesinde kent/şehir konusunu ele almışlardır. Sosyolojinin ilk görevi, Batı toplumlarında kapitalist üretim biçimini ve buna bağlı olarak sanayi devriminin yarattığı koşulların ardından ortaya çıkan toplum biçimini analiz etmektir. Batı’da feodal ilişkilerin çözülmesi, teknolojik değişmeler ve sanayileşmenin getirdiği yeni toplumsal ilişkilerin fiziksel mekânı ise kentlerdir. Kentlerin sayısında ve kentlerde yaşayan nüfusun niceliksel olarak artışıyla birlikte sorunlar da başlamıştır. Kentlerde yaşayan nüfusun artışı fiziksel mekânın biçimlendirilmesinde sorun yaratırken,

kentlerde giderek artan nüfusun yaşam koşullarının, ihtiyaçlarına yanıt

verebilmesi ise ayrı bir problem kaynağıdır. Üretimin gerçekleştiği mekânlar olarak Batı kentlerinde, üretim araçları sahipleri ile üretimi gerçekleştirenler arasında yaşam koşulları bakımından farklılıklar ise bir diğer soru konusu olmuştur. Bu çerçeveden bakıldığında, özellikle 19. yüzyılla birlikte, Batı’da toplum sorunları ve bu sorunların gerçekleştiği mekanlar, hem kuramsal hem ampirik çalışmaların odağında olmuştur. Sosyoloji, bir yönüyle de 19. yüzyılda Batı’da oluşan kentlerin ve bu kentlerin doğurduğu sorunlara çözüm bulma iddiasında bir bilim dalıdır.  

20



2.2. Kent Sosyolojisinin Alanı ve Kapsamı Kent sosyolojisi, “kentleri toplum bütünü içindeki yerleri ile oluşum, işleyiş ve değişimini, düzenlilikleri içinde inceleyip açıklamayı amaçlayan toplumbilim kesimi” dir. (Ozankaya, 1986: 76) Kentlerin oluşumu, tarihsel gelişimi, yerleşme birimleri arasındaki nüfus değişmeleri, göç, sanayileşme, kentsel yapı, kentin işlevleri, toplumsal kurumların kentlerdeki farklı biçimleri, kent kültürü, kentleşmenin bireyin davranışlarında ortaya çıkardığı değişiklikler vb. konular kent sosyolojisi alanında analiz edilebilir. 20. yüzyılın başlarında Amerikan kentlerinde yaşanan büyüme, kentlerde ve kente gelen göçmenlerin sayısının artması ile yükselen bir işsizlik oranı ve konut yetersizlikleri vb. sorunlar acil sosyal politikalara ihtiyaç doğurmuştu. Kentleri sosyologlar için bir ‘laboratuvar’ olarak gören R. Park’ın da aralarında olduğu Chicago Okulu üyeleri, kent alanındaki toplumsal olayların çözümü için ampirik çalışmalara yöneldiler. Alana yönelik çalışmalar yaptılar ve sorunların çözümüne yönelik politikalar üretilmesine veriler sundular. Kent sosyolojisi özel bir alan olarak ilk kez Chicago Üniversitesi’nde bir grup sosyal bilimci aracılığıyla ifade edilmiştir. “Kent sosyolojisi (urban sociology) teriminin ilk kez Chicago Üniversitesi sosyal bilimler ve antropoloji bölümü profesörü R. E. Park tarafından kullanılmış olması ihtimal dâhilindedir. Terim onun 1925’te R. McKenzie’ye yazdığı bir mektupta görüldü; Park mektubunda ‘dünyaya, kent sosyolojisi üzerine yeni bir düşünce okulunun var olduğunu duyurmaya yarayacak’ bir metinler derlemesi hazırladığını bildirdi. The City (Kent, Park vd.) başlıklı bu derleme, American Sociological Society’nin kent sorunlarına ayrılmış yıllık bir toplantısı münasebetiyle yayımlandı (Burgess 1926). Bundan sonuç olarak ‘kent sosyolojisi’ başlıklı bir disiplinin ilk doğrulaması doğdu” ( Borlandi vd. 2011: 401 ) İki dünya savaşı arasındaki dönemde ABD’de ortaya çıkan kent özgü araştırmalar, 1950’lerden sonra yeniden kendini ifade alanı bulmuştur. Bu kez ‘urban studies’-kent çalışmaları- başlığı altında kalkınma politikaları ve planlama amacına yönelik olarak iktidarlarla işbirliği içinde gerçekleşmiştir. Özellikle Avrupa’da kent sosyolojileri 1950’lerden başlayarak kent planlamacılarla birlikte, ‘toplumsal anket araştırmaları’ yla ilerledi. Şehircilik-urbanisme- çalışmaları yıllar içinde bir sosyal kontrol aracı olarak kent mekânının düzenlenmesine yönelik planlama faaliyetine dönüştü. 1960’lardan sonra ise kent 21



planlamalarının şehirleri siyasal ve ekonomik programlar üzerinden nasıl dönüştürdüğüne yönelik eleştirel çalışmalar gündeme geldi. M. Castells, H. Lefebvre gibi isimler tarafından kentsel mekân ve kentsel sorun irdelendi. Lefebvre’in kent sosyolojisinin konusu üzerine tanımı esasen kent/şehir konusunun ekonomik ve siyasi anlamını ve hangi kıstas üzerinden kent ve sosyoloji ilişkisinin analiz edildiğini göstermektedir: “Kent felsefesi yapan H. Lefebvre, toplum mekân ilişkileri açısından iki dönem ayırdeder (…) sınai dönem, yalnızca kırsal dönemden kentsel döneme geçiş aşamasıdır (…) Kent sosyolojisi, üretim ilişkilerinin, ideolojilerin ve toplumsal pratiğin mekâna yansıması, onu oluşturması, biçimlendirmesi açısından ele alınmalıdır. Mekân gerçekte soyut bir nesne değil toplumsal bir olgudur; bir insan ürünüdür.” (Tolan, 1996: 160) Mekânın toplumsal oluşu ve mekânın toplumsal içeriği kent sosyolojisinin konusudur. Bu fiziksel ve sosyal alan da sanayi, endüstri sonrası oluşmuş toplumsal mekândır. Lefebvre her kent adlı yerleşmede bir kent toplumundan söz etmenin kavram kargaşası yarattığını ve ancak sanayileşme sonucu ortaya çıkan kent toplumun bu terime denk düştüğünü ifade eder. (Kuban, 1970)

2.3. Kent, Kentleşme, Kentlileşme Kentler tarihsel süreçte, dünyanın farklı bölgelerinde farklı dönemlerde farklı biçimlerde ortaya çıkmıştır. Tarihin önemli aşamaları kentler üzerinden değerlendirilebilir ve okunabilir. Günümüz kentleri ise sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan modernleşme sürecinin ürünüdürler. Türkiye’de yapılan kent/şehir üzerine çalışmalar ve kavramlaştırmalarda, benzer bir yaklaşımla, ‘modern-sanayi kenti’ üzerinden yapılmıştır. “ (…) bugün kent bağlamında uzman ve düşünenler katında dile getirilen her kavram ithal bir kavramdır. (…) Avrupa tarihinin gelişmesi içinde ortaya çıkmış kavramlar, özellikle fiziksel çevre ile ilişkili olanlar, oradaki fiziksel çevrenin tarihsel gelişmesi ve güncel boyutları içinde ortaya çıkmıştır. Bu kavramlar bizim kültür alanımızda oluşan fiziksel olgularla tam örtüşmüyor. Bizim ‘şehir’lerimizin, ‘medina’larımızın ville, citta, stadt, city, ciudad denen Avrupa kentleriyle bazı farkları vardı.” (Kuban, 2003: 143) Sosyolojinin ilk sistematik analizlerinde kent, kırdan, köyden, cemaatten ayrı özellikler taşıyan sosyal bir yerleşme birimi olarak tanımlanmıştır. Süreç içinde kenti/şehri tanımlayan birçok özelliğinin altı çizilmiş, kentleşmenin yarattığı bireylerin yaşam biçimlerindeki 22



farklılaşmaların da tanımlarda yer almıştır. Kent/şehir öncelikle tarihsel ve toplumsal bir olgudur. Nasıl ortaya çıktığı, hangi süreçleri içerdiği, hangi işlevleri üstlendiği, hangi faaliyetleri yerine getirdiği gibi birçok sorunun yanıtını tek bir tanım veya açıklama çerçevesinde verebilmek güçtür. Yukardaki satırlardaki saptamaları göz önünde bulundurarak kent, kentleşme ve kentlileşme kavramları nasıl tanımlanmış kısaca görelim. Kent: Kent/şehir, öncelikle ve özellikle uygarlıkla ilişkilidir. Farklı dillerde kent/şehir sözcüğünün anlamlarından başlayarak ilk elden bir saptama olanaklıdır. Medine, şehirli/kentli, Türkçe’de medeni uygar, medeniyet uygarlık, İngilizce’de city kent, civilized uygarlaşmış, civilisation uygarlık anlamında kullanılan sözcüklerdir. Dolayısıyla kent/şehirde yaşayanlar da medeni/uygar kişilerdir. “Batı dillerinde civitas’tan (kent) türeme civilis(z)ation kelimesi uygarlığı ifade etmektedir. Aynı zihinsel iklim Arapçada da vardır ve bu dilin medine’si (kent), medeniyet kelimesine can vermiştir. (…) insanlığın bizim temasta olduğumuz iki büyük kitlesi, uygarlığı her şeyden önce kentsel bir olgu olarak görmektedir.” (Kılıçbay, 2000: 14) Kılıçbay, şehirleri uygarlık yanları ağır basan yerleşim yerleri olarak ifade eder. Kentler ise O’na göre daha çok insan ve bina yığılmaları olarak ortaya çıkar. Sosyolojik manada ilk kent/şehir tanımını ise, Rene Maunier ‘Şehirlerin Menşei ve Ekonomik Fonksiyonu’ çalışmasında yapmıştır. Maunier, kentin tek bir özelliğine göre yapılmış tanımları üç başlık altında toplayarak tanıtır: 1- Morfolojik: Bu tanımlarda kent, köyden kütlesi yani gerek toprağın gerekse nüfusun çokluğu bakımından ayrışır. Surlar ve kalelerle çevrilmiş bir yerleşme grubu olarak şehir köy cemaatinden ayrılır. Şehirler doğumların azlığı ya da evlenme oranının yüksekliği yani demografik unsurlar üzerinden tanımlanır. Maunier, söz konusu kriterleri sosyolojik manada kenti tanımlamak için yeterli bulmaz. 2- Fonksiyonel: Kenti işlevleri üzerinden tanımlamak da yeterli değildir. Zanaat fonksiyonu olan; endüstri ve ticaret merkezi; değişim, tüketim ve endüstri merkezi; kendine has bir

23



hukuki fonksiyonu olan, meclisi ve belediye hukuku olan sosyal grup biçiminde yapılan tanımlar da yalnızca belli şehir tiplerini açıklamaktadır. 3- Karma tanımlarda ise şehir, morfolojik ve fonksiyonel özelliklerinin bütünü olarak ifade edilir. İnsanlar, fonksiyonlar ve yerler olmak üzere üç unsurdan oluşan tanımlar yapılmıştır. Kaleler ve surlar, kiliseler ve ticaret merkezi, hem dini merkez, hem savaş zamanlarında sığınılacak bir yer, aynı zamanda ticaret fonksiyonunu öne çıkarmakla birlikte Maunier, karma tanımları da sosyolojik olarak yetersiz görmüştür. Maunier, bütün kent tiplerinde bulunan ve değişmeyen ortak özelliklerin yanı sıra, kenti diğer yerleşim birimlerinden ayıran temel unsurun içyapısından kaynaklandığını ifade eder. Bu noktadan hareketle; Kent, nüfusuna oranla coğrafi temeli dar olan ve aileler, meslek grupları, sosyal sınıflar, mezhepler gibi çeşitli heterojen grupları içine alan karmaşık bir yerleşme grubudur. Bu tanım, Maunier’ den sonra da birçok sosyolog tarafından benimsenmiş ve desteklenmiştir. L. Wirth (1925), o zamana kadar yapılmış tanımların arasında sosyolojik nitelikte olanın Maunier’e ait olduğunu belirtir. Wirth’e göre kent özel nitelikler taşıyan birtakım yerleşmeler ve gruplaşmalar bütünü olmak bakımından köy cemaatinden ayrılır. Toplumsal bakımdan ayrı cinsten bireylerden oluşmuş oldukça geniş, yoğun nüfuslu ve sürekli bir yerleşimdir. Bir yerleşme dizgesi olarak kent, ayrı cinstenlik, ilişkilerde kişisel olmamak (anonimlik), toplumsal farklılaşmalara karşı hoşgörü, dikey ve yatay hareketlilik, dernekler içinde örgütlenme, davranışların dolaylı denetimi demektir. Park, Burgess, ve McKenzie ve birçokları kenti/şehri heterojen gruplardan meydana gelmiş bir cemiyet olarak kabul etmişlerdir. (Yörükan, 2005: 44-48) Kent sosyolojisinin kurucuları olan Chicago Okulu üyeleri, kenti, heterojen ve nüfus yoğunluğu olan bir insan kümesi yerleşmesi olarak tanımlarlar. Söz konusu analizlerde, belli bir dönemde ortaya çıkan kentler, bir kez oluştuktan sonra yerleşim biriminde meydana gelen farklılaşmaları temel aldıkları söylenebilir. Ayda Yörükan, ‘Şehir Sosyolojisinin ve İnsan Ekolojisinin Teorik Temelleri’ kitabında, kent/şehirlerin temel özelliklerini şöyle sıralamıştır: 

Şehir, heterojen bir sosyal gruptur.



Büyük nüfusuna rağmen yerleşim alanının sınırlılığı sonucu nüfus yoğunluğu vardır. 24





İnsanlar mekân bakımından yakın olmalarına rağmen sosyal mesafe bakımından birbirlerine uzaktırlar.



Kent, şahsiyetin, ferdiyetin ve hürlüğün gelişmiş olduğu bir çevredir.



Kentte insanlar arasındaki ilişkiler geleneklerin hakim olduğu enformel yollarla değil, formel ve rasyonel kanunlarla düzenlenir.(Aile, akraba, hemşeri gibi gruplarda enformel ilişkiler sürse de, belirleyici olan hukuksal düzenlemelerdir).



Uzmanlaşmaya dayalı, farklılaşmış formel iş organizasyonları yaygınlaşmıştır.



Yol ve ulaşım imkânları ile sosyal unsurların mekânsal hareketliliği ve sınıflar arasındaki sosyal hareketlilik ileri düzeydedir.



Kent kültürü dinamik bir yapıya sahiptir. Kentler, sosyal ilişkilere açık, sosyal-kültürel değişimin yoğun yaşandığı yerlerdir.



Kent, ekonomik imkânlar, sağlık, eğitim, bilim, sanat vb. bakımdan gelişmiştir.



Diğer taraftan kazalar, suç işleme, alkol, uyuşturucu bağımlılığı, sefalet, yabancılaşma vb. bakımdan sorunları da üretmektedir. (Yörükan, 2005: 49-56)

Ruşen Keleş ‘Kent Terimleri Sözlüğü’nde ekonomik unsuru ön plana çıkartarak tarım-sanayi ve köy-kent karşıtlığı üzerinden bir tanım yapmıştır. Kent: Şehir; Almanca stadt, Fransızca ville, İngilizce city: Sürekli toplumsal gelişme içinde bulunan ve toplumun, yerleşme, barınma, gidiş geliş, çalışma, dinlenme, eğlenme gibi gereksinimlerinin karşılandığı, pek az kimsenin tarımsal uğraşlarda bulunduğu, köylere bakarak nüfus yönünden daha yoğun olan ve küçük komşuluk birimlerinden oluşan yerleşme birimi.” (Keleş, 1980: 67) İngilizce’ de city kavramı sosyoloji sözlüğünde; kasaba veya köyden büyüklüğü, hacmi ve sınırları içindeki aktivitelerin düzenlenmesiyle farklılaşan merkezi bir ikamet alanı olarak tanımlanan kentin sınırları dâhilindeki etkinlikler genellikle, dini, askeri-siyasi, ekonomik, eğitimsel ve kültüreldir. Toplu olarak bu etkinlikler gücün uygulanmasını, çevreleyen kırsal alana da içerirler. İnsanlık tarihinde ilk kentler, tarımsal artı ürünün, nüfusun bir kısmının topraktan bağımsızlaşarak farklı alanlarda uzmanlaşmasına ve ticarete izin veren verimli bölgelerde ortaya çıkmıştır. Kent malların ülkeden akışına bağlıdır. Dolayısıyla gelişmesi iletişim ve ulaşım teknolojisinin varlığına dayanmaktadır. (Dictionary of. Sociology, 1995: 74)

25



Her iki tanımda da altı çizilen temel ölçütler, tarım dışı faaliyetlerin varlığı nüfus yoğunluğu ve toplumsal işlevler açısından bir çeşitliliktir. Ticari faaliyet ise bu anlamda en temel etkinlik alanı olarak belirmektedir. Dolayısıyla kent tarih boyunca var olmuştur, yalnızca sanayi sonrası oluşmuş bir yerleşim birimi değildir ve tanımlanması zor olgulardan birisidir. “Kent, mekâna özel bir işlev yükleyen ve büyüdükçe iş bölümünü, güç dağılımını değişikliğe uğratan bir birlikte yaşama biçimidir. Sosyolojinin bu konuya en anlamlı katkılar, değişik kent tiplerinin dış özelliklerine ve onların tarihsel gelişmelerinin evrelerine ilişkindir.” (Borlandi vd. 2011: 398) Fernand Braudel’in yönetiminde yapılan ‘Akdeniz- Mekân ve Tarih’ başlıklı çalışmada yer alan Maurice Aymard’ın tanımıyla bu bölüm tamamlanabilir. “Bir kent ister büyük olsun ister küçük, içindeki evlerin, anıtların, sokakların toplamından çok başka bir şeydir; tıpkı bunun gibi sadece bir ekonomi, ticaret, endüstri merkezi de değildir. Toplumsal ilişkilerin mekânsal izdüşümü olarak kent, dünyevi olanı kutsal olandan, çalışmayı eğlenceden, kamuya ait olanı özel olandan, erkekleri kadınlardan, aileyi ona yabancı olan her şeyden ayıran sınır çizgileri ağının kendi içinde kesiştiği, aynı zamanda onun yapısını oluşturduğu bir mekân görünümüyle karşımıza çıkar. (Braudel, 1990: 125) Kısaca şehir/kent insana ait, insanla birlikte var olan ama aynı zamanda onu biçimlendiren bir örgütlenmedir. Kentleşme: Kent sosyolojisi ve kent araştırmalarında önemli isimlerden birisi olan İlhan Tekeli kentleşme tanımı yapmadan önce kenti tanımlamamız gerektiğini söyler. O’na göre kent “mekân ve zaman içindeki insan yerleşmesinin, belli özellikler taşıyan bir özel durumu” olarak tanımlanabilir. Kentleşme ise, Tekeli’ye göre “kentin belli bir yönde değişmesi olarak belirlenmelidir.” (Tekeli, 2011: 16) Ruşen Keleş kentleşme olgusunun bir toplumun ekonomik ve toplumsal yapısındaki değişmelerden doğduğuna işaret eder. Keleş’e göre kentleşme, “Şehirleşme; Almanca stadtebauliche, urbanisierung; Fransızca urbanisation, İngilizce urbanization.: Sanayileşme ve ekonomik gelişmeye koşut olarak kent sayısının artması ve bugünkü kentlerin büyümesi sonucunu doğuran, toplum yapısında artan oranda örgütleşme, uzmanlaşma yaratan, insan davranış ve ilişkilerinde kentlere özgü değişikliklere yol açan bir nüfus birikimi sürecidir. (Keleş, 1980: 70) Kentleşme, temel evrimsel süreçlerdendir. Ülkedeki toplumların büyüklük 26



ve güçlerini tüm nüfusun büyük bir bölümünü içerir hâle ve o ülkenin tümü üzerinde fonksiyonel ve kültürel egemenlik kurar duruma gelme sürecidir. Kentleşme süreci derin etkileri olan sonuçlar doğurmuş, kentte oturmaya başlayan insanoğlunun yaşamının niteliği ise dramatik bir biçimde değişmiştir. Zaman içindeki bir değişmeyi anlatan kentleşme hareketi temel sosyal süreçlere değişimler getirmiştir. (Keleş, 2004) Kentleşme konusunda yapılmış farklı tanımları eleştirel bir bakış açısıyla tanıtan Barlas Tolan, kentleşme tanımlarını ekonomik-demografik, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik olarak ayrıştırır. Ekonomik-demografik tanımlar; kırdan kente göç hareketi; “milli gelir ve istihdam yapısında ağırlığın tarımdan hizmetlere ve sanayiye kayması ile ilgili, evrensel ve sayılaştırılabilir bir süreç”; “ekonominin yapısal değişimi, tarımın modernleşmesi, nüfus yapısındaki değişmeler vb. nedenlerin bir sonucu olarak kentleşmeyi tarif ederler. Kentleşmenin, “sanayileşme ve modern hizmet sektörleriyle aynı yön ve hızda geliştiği, mekâna bu sektörlerle aynı biçimde yayıldığı ve istihdamdaki niteliksel gelişmelerle ilişkisi kurulduğu ölçüde ekonomik ve toplumsal gelişmeyi hızlandırıcı bir etken”; sanayileşme, tarımda modernleşme, toplumsal yapı değişmesi gibi etkenlerle beraber düşünülecek bağımlı bir sosyo-ekonomik değişken olarak tanımlandığı görülmektedir. Sosyo-politik-kültürel tanımlarda kentleşme “türü, yönü ve biçimi ne olursa olsun toplumdaki yapısal değişmelerin bir göstergesi.”; “ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel faaliyetlerin mekâna yansıması ve mekânı biçimlendirmesi süreci”dir. Bazı kesimlerin kentleşmeyi kentsel planlama ve şehircilik sorunlarıyla karşılaştırma eğilimlerini, teknokratik ideolojinin bu alandaki ifadesi olarak değerlendiren Tolan, kentleşme sorunlarını alt yapı hizmetleri, ulaşım, yerleşme planlaması düzeyine indirgemek rasyonalite ve prodüktiviteye dönük bir anlam taşıdığını ifade eder. Siyasal unsurlar da içeren bu teknokratik yaklaşımlarla kentleşme olgusunun bütünlük içinde algılanması söz konusu değildir. (Tolan, 1996:161) Mevcut tanımları sıraladıktan sonra Tolan iki boyutlu bir tanımla kentleşme olgusunu açıklar. Tolan’a göre, kentleşme hem kırsal bir toplumun kentsel bir

27



topluma dönüşme süreci, hem de kentsel mekânın ve toplumsal pratiğin değişme ve evrimleşme sürecidir. Kentleşme binlerce yıl öncesine kadar uzanan bir tarihî süreç içinde yer alan kesintisiz bir gelişmedir. Tarihsel süreçte, toplum farklılaşmalarına bağlı olarak değişik özellikler gösteren kentleşme süreci toplumsal ilişkiler çerçevesinde ele alındığında daha anlaşılır olacaktır. Kentleşme yalnızca demografik, ekonomik, sosyal ve/veya kültürel ölçütler temelinde anlaşılamaz. Kentleşme, kentlerin gelişmenin bir düzen ve denetim altına alınmasının yollarını gösteren şehircilik ile karıştırılmaması gerektiği gibi kentleşmenin toplumsal değişme boyutunu yansıtan kentlileşme ile de ayrı anlam ifade ettiği unutulmamalıdır. Kentlileşme/Şehirleşme: Kentlileşme, en genel biçimiyle kentlere, şehirlere göçen insanların, ekonomik, sosyal, kültürel anlamda yeni yaşam alanlarına uyum sağlama süreci olarak tanımlanabilir. Kentlileşme bireylerin maddi ve manevi olarak yeni bir yaşam biçimiyle bütünleşmesidir. Ruşen Keleş, kentlileşmeyi kentleşmeden ayrı olan ve kentleşme akımı sonucunda toplumsal değişmenin insanların davranışlarında ve ilişkilerinde, değer yargılarında tinsel ve özdeksel yaşam biçimlerinde değişiklikler yaratması süreci” olarak tanımlamaktadır. (Keleş, 1980: 71) Kentlileşme, “kente göç ile başlayan nüfus dinamiğinin kentin belirli bir kesiminde kararlılık kazanmasına kadar süren” (Erkan, 2002: 20) bir aşama olarak açıklanabilir. Kırdan, köyden göçen nüfus yeni süreçlerden geçerek, kentin, şehrin üyesi haline gelir. Toplumsal değişme ile birlikte değerlendirildiğinde, göç eden nüfusun gerçek manada uyumunun ancak birkaç nesil içerisinde gerçekleşebildiği söylenebilir. Tekeli Türkiye’de kentleşme konusundaki yaygın kavramsal çerçevenin Chicago Okulu etkisiyle iki yönden ele alındığını vurgular. İlki kentleşmenin, nüfusun belli yoğunluğu ve belli büyüklüğe ulaşmış ve tarım dışı faaliyetin etkin olduğu ve heterojen yapısını öncelerken ikinci bir yaklaşım ‘kent kültürü’nü yani davranış, değer ve tutumlarda farklılaşmaları temel almaktadır. Bu bakış açısı, ABD’nin koşulları içinde şekillenmiştir. Dolayısıyla, kavramsal olarak İngilizcede kentleşme her iki süreci de karşılamaktadır. Yani hem nüfusun birikim süreci, hem de nüfusun bu süreçte değerler ve davranışları benimsemesi eş zamanlı 28



gerçekleşmiştir. Kentleşme kavramı Türkçede her iki boyutu karşılayamamış ve kentlileşme kavramına da ihtiyaç doğmuştur. Türkiye özellikle 50’li yıllardan sonra hızlanan kentleşme sürecinde; kent sayısında ve kentlerde yaşayan insan sayısındaki artışlarla, nüfusun kent yaşamına uyumunda sorunlarla karşılaşmıştır. Kısaca, kentleşme ve kentlileşme eş zamanlı gerçekleşmemiştir.  



29



Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti Sosyolojinin kent ve kentleşmeye ilgisi, yeni bir bilim dalı olarak bilimler sınıflamasına girişiyle başlar. Sosyoloji bir yönüyle sanayi kentinin bilimidir. 19. yüzyılda oluşan yeni toplumsal düzeninin anlaşılması, açıklanması, çözümlenmesi iddiasındaki sosyoloji, değişimin alanı olarak kentleri de ana konusu sayar. Klasik kuramlarda, toplumsal değişmenin gerçekleştiği mekânlar ve sanayi toplumunun açıklanması bağlamında ele alınan şehir/kent, ABD’de Chicago Okulu tarafından ilk kez telaffuz edilmiş ve özerklik kazanmıştır. ABD’de farklı bir gelişme süreci yaşayan kentler ve kentleşmenin getirdiği problemlerle ilintili olarak farklı yönde gelişen kent araştırmaları, güncel olan sorunlara hızlı çözümler üretmek gereğinden hareketle alana yönelmişlerdir. Sosyoloji bilgisinin aktarımına benzer biçimde Türkiye’de kent sosyolojisi de aynı izlek üzerinden gelişmiştir. Kent/şehir sanayi olayına bağlı olarak açıklanmış ve Batı sanayi şehirleri ulaşılması gereken model olarak ele alınmıştır. Bu bağlamda da kuramlar ve araştırma yöntemleri de aynı çizgide ilerlemiştir. Lefbvre’in kent sosyolojisinin alanına dair açıklaması da sanayi kentine işaret etmektedir ancak, günümüz kentlerinin analizinde yaralı bir açıklamadır denilebilir. “Kent sosyolojisi, üretim ilişkilerinin, ideolojilerin ve toplumsal pratiğin mekâna yansıması, onu oluşturması, biçimlendirmesi açısından ele alınmalıdır. Mekân gerçekte soyut bir nesne değil toplumsal bir olgudur; bir insan ürünüdür.” Kent/şehir sözcüğü, dilimizde ve batı dillerinde köken olarak uygarlıkla eş anlamlı kullanılır. Tarihsel süreçte ortaya çıkmış bütün şehirlerin özelliklerini kapsar bir tanım yapabilmek zor olmakla beraber, şehir yerleşmesinin tarihsel, ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel boyutlarının ihmal edilmemesi gerekir. Kentleşme ve kentlileşme, birbirlerini içeren süreçlerdir, ancak kentleşmenin toplumsal değişme boyutunu yansıtan kentlileşme ile de ayrı anlam ifade ettiği unutulmamalıdır. 30



Bölüm Soruları 1) Kent Sosyolojisinin konusu nedir? 2) Kent, sosyolojinin hangi döneminden itibaren özel bir alan haline gelmiştir? 3) Lefebvre’in kent sosyolojisinin konusunun ne olması gerektiği konusunda önerisi nedir? 4) Kent nedir? 5) Kentleşme nedir? 6) Kentlileşme nedir? 7) Kent ve kentlileşme kavramları Türkiye özelinde hangi nitelikleriyle farklılaşırlar? Açıklayarak tartışınız.

31



3. KENT UYGARLIĞI

32



Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz? KENT/ŞEHİR UYGARLIĞI 1) 2) 3)

İlk Kentler/Şehirler Helen-Roma Örgütlenmesi/Şehirler İslam-Osmanlı Şehri

33



Giriş Uygarlık insan topluluklarının tarih boyunca karşılarına çıkan sorunları çözme biçimleri, başka türlü ifade edersek söz konusu sorunları çözmekte kullandıkları usul, yöntem ve tekniklerle birlikte oluşturdukları yaşam biçimidir. Dünyanın farklı dönemlerinde ve farklı coğrafi bölgelerinde insanlar yaşamlarını sürdürebilmek için doğanın kendilerine sunduğu olanakları kullanma biçimleri temelinde gelişir ve örgütlenirler. Tarım ve şehir devrimleri uygarlığın dayandığı temelleri oluşturmuştur. İnsanın ve insan topluluklarının ilk temel amacı yaşamlarını sürdürmektir. İnsan çoğalmasını ve ayakta kalmasını sağlamak için buldukları geçim yolları onların ekonomisini gösterir. Bu amaçla öncelikle uzun zaman dilimleri boyunca toplayıcılık yaparak, mağara ve kovuklarda yaşayarak varlıklarını idame ettirmişlerdir. Zaman içerisinde alet-edevat yapımı ve avlanma becerilerini geliştirmeleri, bazı bitkilerin yetiştirilmesi ve hayvanların evcilleştirilmesi vb. süreçlerin ardından iklim koşullarının elverdiği ölçüde yerleşik hayata geçmeleri gerçekleşmiştir. İnsanın yeryüzünde belirmesinin ve ilk alet yapılmasını zamanımızdan beş yüz bin yıl kadar önce gerçekleşmiştir. (Childe, 1974: 44) “ ‘Eski Taş Çağı’nda, paleolitik çağda insanlar geçimlerini salt avlanma yoluyla ve böğürtlen, bitki kökleri, çerçöp ve kabuklu deniz hayvanları toplayarak sağlarlardı.” (Childe, 1978: 44) Bu insanların hem sayıları hem de doğanın onlara sağladığı besinler azdır. Childe’ın ‘neolitik devrim’ adını verdiği gelişmeyle birlikte insanlar bitkileri ıslah etmeyi öğrendiler ve hayvan yetiştirdiler. İnsanlar tarımı benimseyince tarlalarından uzaklaşmamaları gerekti. Köy uygarlıkları yeni taş çağında başladı. Köy aynı bölgede tarım faaliyetleriyle uğraşanların oluşturduğu bir yerleşimdi. İlkel tarımda verimin düşük olması, nispeten geniş alanlarda ancak belli sayıda insanın yaşamını sürdürmesine olanak sağlıyordu. Gordon Childe’ın arkeoloji dünyasına kattığı en önemli iki teorisi “Neolitik Devrim/Neolithic Revolution” ve “Kentsel Devrimi/Urban Revolution” dir Bu iki teori üzerine arkeolojik çalışmalar yapmış ve bunların kayıtlarını tutan ilk kişilerden birisidir. Childe’ın çalışmaları günümüzde de insan toplumlarının evrimi konusunda temel referanslardandır. (Childe, 1974, 1978, 1994) Childe, kentleşme süreçlerini temelde avcılık ve toplayıcılık yolunu izleyerek gıda üretimine ve yerleşik gruplara dayalı toplumdan; ticaret ve zanaat üretimine dayalı topluma geçiş olarak 34



açıklamaktadır. Childe’a göre kentleşme; emeğin uzmanlaşması; toplumsal görevlerin karşılıklı bağımlılığının artması ve farklı işlevlerin ayrışması aracılığıyla gelişen bir sürecin sonunda gerçekleşmiştir. Gordon Childe “kentsel devrim”i aşağıdaki özelliklerle açıklamıştır. 

Artan nüfus büyüklüğü ve yoğunluğu



Emeğin uzmanlaşması: zanaatkâr, tüccar, din adamı gibi uzmanlıkların artması,



Tapınakların hâkimiyetinde kurulan kentsel mekânlar,



Ard bölgesi için gıda üretiminin kontrolü ve artı ürünün depolanması. Toplum üzerinde mutlak kontrole sahip bir egemen sınıf: Rahip, askeri liderler ve yetkililer egemen sınıfın yönetici sınıfını oluştururlar,



Yazının icadı: Bilginin işlenmesi için sayısal ve alfabetik belirtme sistemleri vardır,



Sanatlarının gelişmesi: Sanat, müzik gibi giderek rafine edilmiş kültürel ifade formları olmalıydı,



Bilimlerin gelişimi: Tahmin, ölçüm ve standardizasyon kalıtları (örneğin vergi) tutmak için gerekliydi.



Diğer merkezler ile uzun mesafeli ticaret mevcuttu,



Artık akrabalık yerine aidiyet yaşanılan yere bağlıydı. Childe için antik kentler “uygarlığın beşiği” olmuştur. Childe’ın modeli, avcı ve toplayıcı toplumlardan modern kentsel ekonomilere dayalı olanlara geçiş ile nitelendirilen evrimci anlayış üzerine kuruludur.

Gordon

Childe’ın

evrimci

yaklaşımının

dışında

tarihin

belli

dönemlerindeki hükümdarların ve ticari ilişkilerin gelişmesiyle güçlü şehirlerin oluştuğunu ileri süren yaklaşımlar da vardır. (Rittersberger-Tılıç, 2013: 5)



35



3.1. İlk Şehirler/Kentler Doğu Örgütlenmesi: “Şehirlerin ortaya çıkışını sağlayan toplum koşulları ile yaygınlaşmasını sağlayan toplum olaylarından başlayarak (…) şehir, toplum ve toplum olayları arasındaki bağlantıyı kurmamız ve şehri kendi başına bir olay olmaktan kurtarmamız mümkün görünmektedir.” (Tuna, 1987: 72) Bu temelden bir başlangıç, ‘uygarlığın çatallaşması’ üzerinden şehrin iki ayrı örgütlenme, faaliyet ve çözüm biçimi olarak anlaşılmasına katkı sağlayacaktır. İnsan topluklarının ortaya çıkış sürecinde karşılaştıkları sorunlara –ilk sorun varlığını sürdürmektir-, ürettikleri çözümler üzerinden bakıldığında doğal çevreleriyle girdikleri mücadele ilk sırada yer alır. Doğu’da coğrafi koşulların dayatması en temel sorunun çözümünde deneyim ve bilgi birikiminin oluşmasını sağlamıştır. İnsanlar doğayla mücadelelerinde tek başlarına elde edemedikleri başarıyı topluluk halinde daha birikimli ve örgütlü olarak gerçekleştirdiklerinde ilerleme sağlamışlar ve toplum çözümüne ulaşmışlardır. Doğu’da ilk yerleşimler üzerinden bir sıçramanın, toplumsal çözümün izleri sürülebilir. Coğrafi koşullar, insanın doğayla mücadelesinde ona deneyim ve birikim yönünden katkıda bulunur. Doğu’da ve Batı’da doğa koşulları örgütlenme biçimleri açısından farklılık yaratır. Uygarlıkların ve halkların kaderini yalnızca coğrafi koşullar, çevre belirlemez. “(…) mevcut imkânsızlık ve sorunların zorlanması toplumlarda -başarılı çözümler bulunduğu ölçüdeilerlemeye yol açmaktadır. (Tuna:76) Yeryüzünün farklı bölgelerinde sorunların çözümüne yönelik faaliyetlerin yol açtığı farklılıklara karşın, uygarlık aşamalarını ayırmada arkeolojik, sosyolojik ve tarihi açıdan bazı ortak veriler kullanılabilir. Bu ortak veriler üzerinden, Korkut Tuna, ‘Şehirlerin Ortaya Çıkış ve Yaygınlaşması Üzerine Sosyolojik Bir Deneme’(1987) çalışmasında Doğu ve Batı’da şehir örgütlenmesinin farklı bir sistemini ortaya koyar. İnsanın doğal çevresine egemen olmasıyla anılan ‘neolitik’ aşamada daha örgütlü birlikler oluşmuştur. “Ortaya çıkan toplumsal dönüşüm çobanlık ve tarıma dayalı bir iktisadi hayatın sonuçları olarak görülmektedir.” (Tuna:77) Filistin’den İran ve Afganistan’a uzanan bölgede ilk yerleşik tarım merkezleri ortaya çıkar. Köy aşamasında bir örgütlenmenin toplumsal çözümü olarak tarımsal faaliyet, uzun dönemler boyunca insanların tek zenginlik kaynağını oluşturmuştur. İlk köy yerleşmeleri, uygulanan karma tarım ve bölgelere ait özelliklere bağlı olarak farklılıklar gösterir. Avrupa’da eşdeğerde toprakların varlığı göçebe tarım ve göçebe köylerin varlığına izin verirken, Asya’nın coğrafi yapılanması farklı bir örgütlenmeye yol açmıştır. Asya’da 36



bozkırlar, çöller ve dağların yanı sıra nehir taşmalarının sağladığı toprak yenilenmesi ilk dönemlerden itibaren ilişki ve örgütlenmeleri belirleyen unsurlar olmuştur. Üretim örgütlenmesinin ‘neolitik’ aşaması, toplumları birbirine bağlayan ve köylerin üstünde bir örgütlenme modelinin henüz oluşmadığı dönemdir. Tarihin bu döneminde, ekonominin toplumsal birimi olan köylerde, tarımsal ürünlerin elde edilmesi ve gerektiğinde kullanılmak üzere saklanmasının yanı sıra insanların barınma sorunu da çözümlenmiş, tarımdan çok sonraları gerçekleşmekle beraber farklı zanaat etkinliklerinin ürünleri de hizmete girmiştir. Köy örgütlenmesinin, tüm başarılarına karşın “ (…) sınırlı kaldığı ve toplumun sorunlarını çözemediği, (…) yeni toplum birimi olan şehirlerin varlığı” ile ortaya çıkmıştır. (Tuna: 82) Tarihte ilk şehirler öncelikle Mezopotamya ardından Nil vadisinde ortaya çıkmıştır. İlk şehirlerin ortaya çıktığı bölgeler, Asya topraklarının özellikleri nedeniyle, farklı örgütlenmeleri gerektirmiştir. Coğrafi koşulların yarattığı doğal engellerin yanında saldırı ve yağmalar da tarım faaliyetinin kesintiye uğratmış ve verimliliğini engellemiştir. Nehir taşmalarının denetlenebilmesiyle sağlanacak verim artışı ve bu artışın getireceği ürün fazlası yeni bir üretim-denetim örgütlenmesi ile gerçekleşmiştir. Yeni örgütlenme biçiminin unsurları, Asya’dan gelen ve tarım bölgelerine yerleşen asker topluluklardır. Yerleşikler üzerinde göçebelerin baskısını da denetim altına alan askeri örgütlenmeler, aynı zamanda tarım faaliyetlerinin sorunlarını da çözüme ulaştırmıştır. Dağınık toplum güçlerini ortak bir çaba etrafında birleştiren merkezileşme, askeri-siyasi kadrolar aracılığıyla düzenli ve devamlı bir üretimin gerçekleşmesini sağlamıştır. Köy topluluğundan farklılaşmış ve/veya ona dışardan katılmış örgütleyici-yönetici kadrolar üretimin devamlılığı, verimliliği ve korunmasını sağlayarak ürün fazlasından pay almışlar, aynı zamanda ürün fazlasını toplumun farklı etkinliklerinde kullanılmak üzere hazır tutmuşlardır. (Tuna: 82-86) Yeni bir toplumsal birim olarak ortaya çıkan şehirler, endüstriyel faaliyetlerin de merkezi olmalarıyla birlikte kendi ilişki ve yapılanmasının dışında yer alan hammaddelere ihtiyaç duymuştur. İlk şehirlerin ticari faaliyetleri bu gereksinimin sonucudur. Bu ilişki biçimi yeni toplum örgütlenmesine temel bir görev daha yüklemektedir. Üretimin sürdürülmesi, korunması, denetlenmesi, yeni üretim biçiminin unsurlarının bir araya getirilmesi vb. görevleri yerine getirerek toplumsal birliği sağlayan merkezi güç, ticaretin denetim ve gözetiminden de sorumludur. Toplumlararası ilişkiler yeni örgütlenme biçimi üzerinden farklı bir anlam kazanmıştır. 37



“Toplumun bir şehirde ifadesini bulan yeni üretim-yönetim örgütlenmesi şehrin fiziki yapısında da kendisini belli eden yeni toplum kesimlerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır.”(Tuna:92) Merkezi birlik, şehirlerin ortaya çıkışında ana unsurdur. Bu birlik ilk şehirlerin –Sümer, Babil, Nil vadisi şehirleri- mekânsal formunu da belirler. Tarım ve köy aşamasındaki insan topluluklarının sorunlarının çözülmesi, askeri, idari ve siyasi olanın merkezi olarak örgütlendiği şehirlerde billurlaşan çözümler aracılığıyla gerçekleşmiştir. İlk uygarlıkların habercisi olan ilk şehirlerin ortaya çıktığı bölgenin bu örgütlenme biçimi ‘uygarlığın çatallaşması’ nın nedenidir. İlk şehir örgütlenmelerinin merkezi yapısı içinde ticaret ve sanayi faaliyetlerini de sürdürebilmesi

için

yeni

şehir

alanları

ile

bütünleşmelerini

gerektirmiştir.

Şehir

uygarlıklarının çevreleriyle girdikleri ilişkiler hem bölge sorunlarına çözüm getirmiş, hem de birbirini tamamlayan iki etkinlik biçimi ortaya çıkarmıştır: İlk aşamada farklı üretim birim ve alanlarını merkezi olarak toplayarak geniş bir üretim gücüne ve örgütlenmesine sahip olmak ardından çevre alanlara yayılarak tümünü siyasi bir birlik altında yönetip denetlemek.(Tuna: 102) Bu eksende Mezopotamya, önemli bir örnektir. Doğu modeline uygun şehirler, şehir uygarlıklarının üretim sistemleri ile hammadde üretiminin bütünleşmesi esasına dayanır. Şehir uygarlıklarının hammadde ihtiyacını karşılayan yeni üretim alanları da merkezi örgütlenmenin siyasi birliği içine katılır. Doğudaki üretim merkezleri ile doğal zenginliği olan bölgeleri siyasi birlik içinde bir araya getirilmeleri ile şehirlerin üretim açısından karşılaştığı darboğazları aşmak kadar toplumun gelişmeleri üzerinde de etkili olmuştur. Mezopotamya ve Nil vadilerindeki tarım alanlarına ek olarak Anadolu ve Doğu Akdeniz’de yeni şehirler alanları ortaya çıkar. Kendi üretimlerinden bağımsız ticaret şehirleridir bunlar. (Tuna: 105-107) Doğu-Dışı Örgütlenme: Doğu’da şehir örgütlenmesi kendi güç ve imkânlarına göre ortaya çıktığı iddiasını temellendiren Korkut Tuna ardından, ‘Doğu-Dışı Örgütlenme’nin ve şehirlerinin özelliklerini ortaya koyar. Doğu örgütlenmesi, bu aşamaya gelmemiş toplumlarda da canlanmaya, şehirleşmeye yol açmıştır. Bu anlamda ilk gelişmeler deniz aşırı bölgelerdedir –Kıbrıs, Girit, Ege adalar vb.-; coğrafi olarak bakıldığında da ilk şehir uygarlık alanlarından farklı yapıdadır bu yerler. “Dar vadiler arasına sıkışmış topluluklar, birbirinden farklı faaliyetler içinde Doğu’da tanınmayan bir kendi başına olma özelliğine sahiptiler.” (Tuna: 109) 38



İlk Avrupalılar, Batılılar, Doğu uygarlıkları tarafından biriktirilen zenginliklerle ilişkiye girdiklerinde veya dolaylı olarak karşılaştıklarında gelişmenin içine girdiler. “Doğu-dışı örgütlenme kendi üretemediği bir ürün fazlasından yola çıkarak bir mamul ve hammadde trafiğini örgütleyerek sorunlarına çözüm bulmuştur.” (Tuna: 112) Doğu’dan gelen zanaatkârların yanı sıra Doğu artık ürünü de iktisadi yapının temelini belirler. Bu yeni iktisadi örgütlenmenin temsilcisi Girit adasıdır. Yunanlılar 1500 yıllık bir gecikmeyle şehirli aşamasına ulaşırlar. Şehirlerin her biri kendilerini besleyecek art bölgeden tarım alanından yoksun oldukları için siteler şeklinde ortaya çıktılar. Sitelerin en önemli açmazı nüfus sorunudur; hammadde ticaretinden mamul madde ticaretine geçmek bile nüfus sorununa çözüm getirmemiştir. Bu güçlük koloniler aracılığıyla çözümlenmiştir. Siteler ihraç ettikleri nüfusla hem ilişki kurdukları hammadde bölgelerindeki çıkarım ve sevkiyatı ellerinde bulundurmuş hem de nüfus baskısını hafifletmiştir. Yunan örgütlenmesi koloniler aracılığıyla şehirleşmeyi deniz, Ege kıyılarından Karadeniz’e, Batı’da Sicilya’ya, Güney İtalya’ya ve Marsilya’ya kadar genişletir. Bu yayılma daha sonraları Atina’dan denetlenip yönlendirilecek iktisadi bir sistem yaratır. Doğu-Batı arasında birbirini tamamlayan, besin de dâhil olmak üzere mamul ve hammadde imkânları, iki dünya arasında yer alan Yunan toplumu tarafından iyi değerlendirilmiştir. (Tuna: 113) ‘Uygarlığın çatallaşması’ anlamında Doğu uygarlık örgütlenmesinin yanında Doğu-dışı örgütlenmenin ortaya çıkışının tamamlandığı ve iki ayrı cephenin oluşmasına doğru gidildiği anlaşılmaktadır. Doğu uygarlıkları ve şehirleri kendi iç imkân ve güçlerini örgütleyerek vardığı aşamaya Batı kendi dışındaki ilişki ve güçlere bağlı olarak varmıştır. Bu bakımdan kendi dışındaki imkânlara bağlı olan çözümlerini de dışarda aramıştır. Korkut Tuna’nın şehirlerin ve uygarlığın ortaya çıkışı konusundaki sistemleştirmesinde, Doğu ve Batı’da iki farklı yönde gelişen örgütlenme biçimlerinin temel özellikleri üzerinden sınıflama yapar. İlk karşılaşmalardan itibaren birbirlerini etkileyen, geliştiren iki uygarlık modelinin tarihin başlangıcından itibaren nasıl biçimlendiği bu sınıflama üzerinden okunabilir. Tarih boyunca toplumların sorunlarının çözümü ve aynı zamanda sorunların üretildiği alan olan şehir-şehirleşme süreçleri de bu okumanın üzerinden daha kolay anlaşılabilir.

39



Tuna’nın ilk şehirler üzerinden elde ettiği veriler üzerinden yaptığı değerlendirmeden çıkardığı sonuç; şehir konusundaki ilk tespiti tüm çözümlerin şehirlerde olduğu ve günümüzde de şehir çözümünü aşan bir örgütlenme biçimine ulaşılmadığıdır. 1-Şehirler toplum güç ve olanaklarının birleştirildiği ya da birleşme faaliyetlerinin yönlendirilip denetlendiği yerlerdir. İlk şehirler ve şehirleşmeler açısından bakıldığında Doğu şehirlerinin temel niteliği olan bu birlik şekli Yunanlılıkla ortaya çıkan Doğu-dışı örgütlenmelerde görülmez. 2- Şehirler sadece iktisadi değil aynı zamanda sosyal bakımdan da bir toplumsal birlik ve örgütlenmesi sağlamış, toplum ilişkilerinin de yönlendirildiği merkezler olmuştur. İlk şehirler ve yaygınlaşmaları açısında bakıldığında, Doğu’da artan boyutlarda merkezi birlikler ve şehirler ortaya çıkmış, iktisadi olarak tarım ve hammadde alanlarını, ticari açıdan önemli bağlantı noktalarını, askeri açıdan bu ilişkileri sürdürecek stratejik noktaları elde tutarak bütünleştirmiştir. Doğu-dışı örgütlenmenin şehirleri karalardaki merkezlerde yoğunlaşma yerine denizlerde dağılan ve her bakımından dışa bağımlı bir örgütlenmeye sahip olmuşlardır. Doğu’da şehirlerin iktisadi özellikleri: Şehirler tarım dışı faaliyet ve üretim ilişkilerinin merkezidir ve sanayi üretimi buralarda örgütlenmiştir. Kendine özgü bir üretim faaliyeti aracılığıyla zenginlik yaratılmıştır. Zenginliğin yaratılmasında üretici güçler, hammaddeler ve üretim araçlarının bir araya getirildiği sanayi örgütlenmesinde mülkiyet merkezi otoritenindir. Merkezi otorite üretim unsurlarını bir araya getirecek ticari faaliyetin örgütlenmesi anlamında da etkindir. Doğu’da şehirlerin siyasi özellikleri: İlk Doğu şehirleri, tarım –dışı örgütlenmenin dışında ve tarım toplumunun kendi iç dinamikleri üzerinden gerçekleşmez, askeri örgütlenme içindeki bir müdahalenin sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu müdahale ile tarım üretimi üzerinden gelişen sorunlara getirilen çözümler şehirleri ortaya çıkardı ve şehir örgütlenmesi idari-siyasi olarak yönetim merkezi olma özelliğini taşıdı. Doğu’da şehirlerin dini özellikleri: Doğu şehirleri sorunlara çözüm getirerek kendilerinin oluşmasını sağlayan başarılı kadroları ve şeflerini yücelterek kutsallaştırmıştır. Küçük üretim birimleri tek bir örgütlenme etrafında toplanarak sorunlar çözülünce dini olan da “şehir tanrısının kanatları” altındadır. (Tuna:122) 40



Doğu-dışı toplumların şehirlerinin iktisadi özellikleri: Adalar ve deniz kıyılarındaki engebeli arazi arasına sıkışan toprak parçaları üzerinde gerçekleşen tarım faaliyeti nüfusu besleyemez durumdadır. Bu nedenle tarım dışında gelişen ilişkiler gereğinden hareketle çözümler deniz aşırı bölgelerde aranmıştır. Tahıl ihtiyacının diğer toplumlarla girişilen ilişkiler üzerinde sağlanması bu bölgelerin uzman tarım -bağcılık ve zeytin- ürünlerini değişim aracı haline getirmiştir. Tarım-dışı etkinlik olarak ise hammadde kaynaklarının kullanımı ön plana çıkmış ve hammadde üretim alanları ile tüketim alanları arasında ilişkide rol oynamışlardır. En önemli faaliyet alanı ticarettir. Doğu-dışı toplumların siyasi özellikleri: Bu toplumlarda başlangıçta yönetim açısından asker-siyasi kadro üretim etkinliklerinden bağımsız değildir. Askerlik yanında çobanlık gibi bir üretim alanının birlikte yürüdüğü Yunan toplumunda göçlerle asker-siyasi kadrolar değişse bile iktisadi örgütlenmenin bu kadrolara aktaracak birikimi yoktur. Site içindeki ilişkiler geniş çapta idari-siyasi bir örgütlenmeye izin vermez dolayısıyla merkezileşme de yoktur. Askeri örgütlenme toplum sorunlarını çözmek için istilacı bir yapıda Doğu bölgelerine sızma biçiminde gelişmiştir. Doğu-dışı toplumların şehirlerinin dini özellikleri: Tek ve mutlak bir gücün kutsallaşıp bir tapınakta cisimleşmesi görülmez. Sürüp giden mücadelede değişik ilişki ve toplum unsurlarının varlığı farklı dini unsurların bir arada toplanmasına yol açmıştır. Bu toplumlarda tanrılar kişileşmiştir. Doğu ve Batı toplumları ilk dönemlerinden itibaren üretim-denetim-yönetim örgütlenmesi çerçevesinde toplumsal olarak da farklı biçimlendiğini göstermektedir. Şehirler-şehirleşme, ilerleyen-farklılaşan toplum ilişkilerine bağlı olarak devam etmiş ve süregelen toplumsal gelişmelere rağmen şehir dışında bir çözüm üretilememiştir. “(…) şehirleri, ifadesi ve ürünü olduğu toplum ilişkileriyle birlikte ele alarak açıklamak’ varsayımından hareket eden Tuna; ‘artık-ürün’, toplum güç ve imkânlarının örgütlenme biçimi, bunları örgütleyenler, sorun ve çözümler üzerinden beliren sistem’ aracılığıyla, tüm şehirlerin ve şehirleşme doğrultularının kavranabileceğini ifade eder. (Tuna:129-130-131)

3.2. Helen-Roma Örgütlenmesi Yunanlılık olarak belirginleşen Doğu-dışı örgütlenme Ege Denizi ve kıyılarından Karadeniz ve Akdeniz’in Batı kıyılarına kadar geniş bir çevreyi kaplayan ilişkiler ağı oluşturmuştur. Doğu uygarlıklarının kapladığı geniş kara parçaları Yunan şehir ve kolonileri ile çevrilmiştir. 41



Karşılıklı alışveriş ve çıkarlar üzerinden yürütülen bu faaliyetlerle, Yunan sitelerinde ortaya çıkan (nüfus ve gıda sorunu yanında yaygınlaşan kölelik, işsizlik ve sanayi ürünleri yerine sanayinin kendisinin ihracı gibi) sorunlara da çözüm getirilmiştir. (Tuna:135) Doğu uygarlık merkezlerinin denetim altına alınması Doğu-dışı örgütlenmelerde yeni gelişmelere yol açmıştır. Helenistik dönem, Doğu toplumları ve üretim merkezleri üzerinde Yunan egemenliğinin ifadesidir. Mezopotamya, Mısır ve Yunan uygarlık merkezleri siyasi bir birlik etrafında toplanmıştır. Helen siyasi birliği bu üç etkinlik alanını bir araya getirmiş ve bağlantı yollarını denetim altına almıştır. (Tuna: 136) Helen siyasi birliğinin iktisadi sonuçları yeni üretim, denetim, yönetim merkezlerini ortaya çıkarırken, Anadolu, Mısır-Mezopotamya ve Hindistan yolu üzerinde Doğu’da ve deniz kıyıları ve adalarda Batı’da yeni şehirler belirdi. Bu yeni örgütlenme merkezlerini stratejik, iktisadi ve siyasi amaçlar doğrultusunda değerlendiren Tuna İskender dönemindeki şehirlerin ticari özellik kazandığını belirtir. (Tuna: 137) İskender sonrası, Helenistik Krallıklar döneminde, toplum ilişkilerine bağlı olarak; *askeri site veya koloni biçiminde -Anadolu, Lübnan, Fırat nehri yakınında Doğu üretim bölgeleri arasında ilişkileri denetleyebilecek elverişli yerlerde-, *doğal afet veya savaş nedeniyle yeniden inşa edilenler, *Eski Doğu şehri varlığını sürdürürken hemen yanında ikinci şehirler biçiminde Yunan şehirleri, yeni şehirler kurulmuştur. Mezopotamya, Mısır ve Yunan çevrelerini siyasi birlik etrafında örgütleyen Helenistik dönem iktisadi birliği sağlayamamıştır. Siyasi birliğin de çözülmesinin ardından yönetimler Batı’dan gelen hammaddelerin toplandığı kendi iktisadi ve ticari merkezlerini geliştirerek (Efes, İskenderiye, Rodos) çözülmeye direndiler. (Tuna: 138140) Helenistik sistem çökerken, Avrupa’yı da ekonomik ilişkilerin içine katarak siyasi bir birlikle bütünleştiren Roma yükselir. Küçük bir tarım kasabasından askeri başarılarıyla gümüş pazarına dönüşür. Geniş bir bölgenin başşehri ve birleşmiş bir ekonominin tek merkezi olur. Askeri bir örgütlenmeyle şehir bölgeleri genişler. Kolonilerden ayrı olarak Avrupa içlerinde yeni şehir alanları ortaya çıkar. İmparatorluk tüm Akdeniz’e yayılır, siyasi birliği sağlar ancak iktisadi birlik refah getirecek düzeye ulaşmayınca iktisadi birlikler parçalanır. Tüm üretim alanlarına egemen Roma, siyasi-askeri örtüsüyle ticari ilişkileri de denetim altında tutmasına rağmen üretime dair tıkanıklıklar ve çelişkiler nedeniyle geriler. İç pazar imkânları 42



yaratamayan iktisadi örgütlenme dış pazarların varlığıyla direnirken “kendi varlık şartları olan örgütlenmeyi ve bunun gerektirdiği ilişki ve başarıyı ellerinden kaçıran şehirler küçülürler.” (Tuna: 146) Helen’le başlayan Roma ile genişleyen, o zamanki bilinen dünyanın egemenliği ile sonuçlanan Batı örgütlenmesi, üretim merkezlerinin iktisadi bütünlüğünü sağlayamayınca çöken şehirlerle birlikte kırsal bir biçime dönüştü. Feodal ilişkilerle ayakta kalan Batı Orta Çağ’ında şehirler ancak feodal ilişkiler dışında gelişebildi. Zorunlu maddelerin üretim kaynakları Doğu’daydı ve tüccarların hedefi Yakın Doğu’ydu. Doğu ile ticari ilişki kurup kendi toplum çevreleri dışına çıkabilen –İtalyan Şehir Devletleri-, farklı yollardan Doğu ile ilişki kurabilen bölgeler –Hansa şehirleri- yeni şehirlerin ve örgütlenmelerin örneği oldular. Batı Orta Çağ şehirleri değişik bölgelerde, farklı özelliklere sahip olarak ortaya çıkar. Batı’nın içinde bulunduğu sorunlara getirilen çözümler farklı olunca, tek ortak yanları kendi imkânları dışında, girilen ilişki ve örgütlenmelerin üzerinden çözüm sunmalarıdır. (Tuna:146-152)

3.3. İslam-Osmanlı Şehirleri 7. ve 9. yüzyıllar arasında şehirlerin, ekonominin, uygarlığın Doğu’da gelişme göstermesi, şehirleşme tarihinde bu dönemin ‘İslam Dönemi’ olarak değerlendirilmesine yol açar. İslamiyet yayıldığı bölgelerde eski yerleşme yerlerine sosyal, demografik, topografik ve iktisadi açıdan yeni bir hayat tarzını getirmiş, birçok yeni şehrin oluşmasını sağlamıştır. Bağdat 9. yüzyıl sonu ve 10. yüzyılda bir milyonu aşan nüfusuyla önemli bir örnektir. İktisadi ve sosyal özellikleri bakımından ise bir ticaret merkezi olarak beliren ‘İslam şehri’, içinde bulunduğu sistemin bir parçası olarak yer alır. Bu bakımdan, ‘İslam şehri’, Doğu şehir modelinin temel özelliği olan merkezi bir yapıda örgütlenmeye sahip değildir. İslamiyet’in yayıldığı bölgeler açısından bakıldığında “İslamiyet, bir şehir bölgeleri birliği olarak çok geniş ilişkiler ağını örgütleyebilmiştir. Afrika içlerinden Urallara, Atlas Okyanusundan Çin’e kadar etkilerinin ulaştığı çekim merkezleri yaratmıştır.” (Tuna: 163) Ama merkezi örgütlenme yoktur, bu şehir bölgelerinin birliği dini ve ideolojiktir. İslam örgütlenmesi siyasi birliğinden bağımsız olarak Doğu-Batı ilişkilerinin sürdürülmesinde önemli rol oynamıştır. Ancak merkezi olma özelliğinden yoksunluk İslami şehir olgusunu karşı güçler kuvvetlendiğinde gerilemeye düşürmüştür. Doğu’da Osmanlı merkezi örgütlenmesinin egemenliğinde yeni şehirler, yeni ilişki biçimleri ortaya çıkmıştır.

43



“Tarihin her döneminde konumu ve üzerinde yaşayan toplumların çevre ile gerçekleştirdikleri ilişkilerde, başarılı örgütlenmelere sahne olan Anadolu, şehirli bir özelliğe sahip olarak önemli bir yer tutmuştu. (…) Anadolu’nun bir geçit ve bağlantı yeri olması nedeniyle, kurulan bağlantıların düğümlendiği yerlere göre Anadolu şehirleri önem kazanmıştır.” (Tuna: 164) Helen ve Roma dönemlerinde merkez olmayan Bizans siyasetinin giderek başarısını yitirmesiyle özellikle şehirlerde kendisini ortaya koyan bir duraklama devresine giren Anadolu; Türklerin gelişiyle birlikte toplumsal ilişkiler sisteminde yeniden yerini bulur. Bu süreci iki dönem üzerinden inceleyen Tuna, Selçuklu döneminde Anadolu’nun Batı ile olan ilişkilerde köprü olma özelliğine vurgu yapar. Anadolu’ya yerleşme sürecinde, toplanma ve yeni bölgelere dağılmalarda merkez olabilecek yerlerde şehirleşmeler görülür. Bu anlamda Erzurum, yerleşme hareketinin örgütlendiği yer olarak canlanır. Canlanmanın izleri Selçuklu mimarisi üzerinden gözlenir. Selçuklular, Orta Asya-Anadolu bağlantısını sağlayan kavşaklarda iz bırakmıştır. Selçukluların sağladığı kısmi birlik ise beylikler dönemi ile son bulur. Beylikler dönemi şehirler üzerinden yürüyen bir mücadelenin yansımasıdır. (Tuna: 165) Osmanlı dönemi Tuna’nın model olarak belirlediği Doğu toplum örgütlenmesinin en yetkin örneğidir. Merkezi bir birlik çerçevesinde, iktisadi alanları, ticari bağlantı noktalarını ve askeri açıdan stratejik noktaları ele geçirmiş ve bütünleştirmiştir. Osmanlıların siyasi stratejisi başşehirlerinin değişen konumları üzerinden izlenebilir. Bu şehirler Bizans’ın toplumlararası ilişkilerin dışında kalmasına neden olan bölgelerdedir. İznik, İzmit, Bursa, Edirne, Mısır, Musul ve Batı’ya doğru örgütlenmenin merkezleri, başşehirleridir. Osmanlı şehir örgütlenmesi eski uygarlık merkezleri ve İslam şehirlerini de birliğine katmıştır. Bütün Osmanlı şehirlerinin bağlandığı merkez olarak İstanbul üç kıta ve üç büyük deniz ulaşım sisteminin düğüm noktasıdır. Osmanlı egemenliğinde İstanbul, Doğu-Batı ilişkilerinin örgütlendiği ve denetlendiği merkez olarak 16. yüzyılda nüfus açısından en büyük şehir olma özelliğindedir. İmparatorluk siyasetinin biçimlendiği merkez olarak İstanbul’da her türden etkinlik, halkın gündelik yaşamı dâhil, devlet işi olarak yürütülmüştür. “Osmanlı imparatorluk örgütünün merkeziyetçi denetimi altındaki ilişkiler dünya ilişkiler sisteminin Akdeniz dışına kayışı ile yavaş yavaş gerilemeye başlayacaktır (…) günümüze ulaşan zamanlarda ilişkiler başka yerlerde örgütlendiği için gelişmeler ve şehirleşmeler Osmanlı alanı dışında kalmıştır.” (Tuna: 172)

44



Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti Şehir, kesintisiz bir süreç içinde, ‘belli ilişki, örgütlenme ve çözümler’ sonucunda ortaya çıkmıştır. Şehirler tarihteki ilk görünümlerinden itibaren tarım ve üretim ilişkilerinin dışında bir gücü, bunları aşan bir örgütlenmenin ifadesidir. Dolayısıyla tarihin birçok döneminde Doğulu özellikler taşıyan kent/şehri, sanayi devriminin üzerinden belirlenen ekonomik ve toplumsal sistemin özellikleri üzerinden tanımlamak sorunludur.

45



Bölüm Soruları 1) İlk şehir örgütlenmelerinin ortaya çıktığı bölgeleri nedenleriyle açıklayınız. 2) G. Childe kentleşme sürecini hangi özellikler üzerinden tanımlar? 3) Childe’ın uygarlığın gelişme aşamasında temel aldığı iki temel süreç hangileridir? Nedenleriyle açıklayınız. 4) Korkut Tuna’nın şehir konusundaki çalışmasının adı nedir? Şehirlerin oluşumu konusundaki yaklaşımını değerlendiriniz. 5) Doğu’da şehirlerin ortaya çıkışı ve örgütlenmesinin koşullarını tanıtınız. Değerlendiriniz. 6) Helen-Yunan şehirlerini işlevleri üzerinden anlatınız 7) Doğu dışı örgütlenmelerin ortak özellikleri nelerdir? 8) Osmanlı kentini İslam kentinden farklılaştıran yönleri nelerdir?

46



4. KLASİK KENT KURAMLARI

47



Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz? 1) Karl Marx&Friedrich Engels 2) Emilé Durkheim 3) Max Weber 4) Okuma Parçası: ‘Şehrin Doğası’-Max Weber  



48



Giriş Marx, Durkheim, Weber, kurucu ve klasik sosyologlar olarak sosyoloji tarihinde yer alan bu isimler kent/şehir konusunda özgün bir analiz geliştirmezler. Ortak noktaları Batının geçirmiş olduğu sanayi devrimi ile kentle/şehirler ve kentleşme arasında kurdukları ilişkidir. Hızlı bir kentleşmeye yol açan sanayileşmenin yarattığı toplumsal değişmelerin alanı kentlerdir. Sanayi ile birlikte yeni kent merkezleri oluşmuş, yeni üretim ilişkilerinin belirlediği sınıflar ve bu sınıfların kentteki yerleşimleri dahi bu çerçevede ele alınmıştır. Kent/şehir olgusunun, sanayi devrimine ve Batı’ya özgü bir süreç olmadığı unutulmadan, kurucu isimlerin, toplumsal analizleri temelinde kenti nasıl ele aldıkları bu dersin konusudur. Özellikle Marx&Engels ve Weber şehirleri, feodalizmden kapitalizme geçişin analiz nesnesi olarak görmüşlerdir. Durkheim için ise, toplum büyük ölçekte bir kenttir. Sanayi devrimiyle birlikte oluşan sanayi kentleri ve kentlerde yaşayan nüfusun örgütlenmesi, toplumsal olanı analiz eden klasiklerin ana konusu olmuştur. Daha önce de vurguladığım gibi sosyolojinin kurucu isimleri, klasikler özellikle kent/şehirler üzerinden kuramlarını oluşturmamışlardır, başka türlü söylersek kuramlarını kent özelinden analiz etmezler. Toplum çözümlemelerinde kuramlarına temel aldıkları kurum üzerinden kentler/şehirler de çözümlenir. A. Comte,

‘üç hal yasası’ ile sanayi ile belirlenen toplumu idealize eder. H.

Spencer, basitten karmaşığa doğru evrimci bir modelle yine sanayi toplumunu olumlamaktadır. F. Tönnies (1855-1935) ; cemaat ve cemiyet ayırımı üzerinden toplumların geçirdikleri evrimi açıklar. Yüz yüze iletişimin toplum yaşamını belirlediği cemaattopluluktan, sosyal ilişkilerin daha güçsüz olduğu ve düzenlenmiş ilişkilerle tanımlanan cemiyet-toplum örgütlenmesine geçişi ortaya koyar. Tönnies’in cemaat cemiyet ayrımı kent çalışmalarında köy-kent ayrımına temel oluşturur. Marx (1818-1883) Alman İdeolojisi’nde kent örgütlenmesini kırla karşıtlığı üzerinden olumlar. Durkheim (1858-1917), artık şehrin toplum kuramının ana konusu olamayacağını öne sürer. Söz konusu dönemde Durkheim’a göre toplum büyük ölçekte bir kenttir. Weber (1864-1920), kenti akılcılaştırma ve Protestan ahlakı üzerinden Batı’ya özgü bir özellik olarak açıklar. Marx, Durkheim ve Weber, içinde yaşadıkları dönemin, dünyanın, deneyimledikleri değişim ve dönüşümün analizini yapmışlardır. Evrimci bir anlayış temelinde toplumu

49



çözümleyen bilim insanları sanayi kenti özelinden toplumu, özellikle de Batı toplumunu ve uygarlığı, modernliğini açıklamaya girişmişlerdir. “(…) ortaçağdan başlatılan şehirleşme hareketleri ile toplumsal gelişme süreci açıklanmak istenmektedir. Sınırlı fakat sağlam tarih bilgisinin kullanıldığı bu girişimlerde Batı’da görülen şehirleşmeye bağlı olarak ticaret, sanayi ve burjuvazinin ortaya çıkışı üzerinde önemle durulmaktadır.” (Tuna, 1987: 17) Bu anlamda bir sentez oluşturmayı deneyen tarihçi Henri Pirenne’in çalışmaları öne çıkar. Henri Pirenne, (1862-1935) Roma’nın yıkılışının ardından Batı Avrupa’da karanlıklar çağı olarak tanımlanan feodal dönemin temel nedeninin İslamiyet’in ortaya çıkışı olduğunu ifade eder. İslamiyetin tarih sahnesinde yer alışı ile birlikte, bir dönem ‘Roma gölü’ olan Akdeniz kısmi bir ‘İslam gölü’ ne dönüşmüştür. 8. yüzyıl sonlarından itibaren batı Avrupa, tamamen tarımsal bir duruma geri dönmüştür. Nüfusun tamamı toprağın ürünleriyle yaşar duruma gelmiştir. İslamiyet’in ilerleyişiyle 9. yüzyılda ticari anlamda Batıda bir çöküş yaşanmıştır. Ticari etkinlik olarak tanımlanabilecek hiçbir faaliyet yoktur. Tüccar sınıfı ortadan kalkmıştır. (Pirenne, 2005: 9-23) Bizans ticareti sayesinde kentsel faaliyetin varlığını sürdürdüğü Venedik ve Güney İtalya dışında her yerde görülen bu durum, tacirlerin yeniden toplanması ve 11. yüzyılla birlikte ticaretin canlanmasıyla değişmeye başladı. Tacirlerin elverişli noktalarda bir araya gelmeleri zanaatkârların da aynı yerde toplanmalarına yol açtı. Bu gelişmeler de orta çağ ve modern çağların kentlerinin iki temel özelliğine yol açtı. Burjuva sınıfının oluşması ve beledi örgütün varlığı. (Pirenne, 2005: 51-57) Bu izlek üzerinden Pirenne, Batı toplumunun süreç içinde gelişen burjuva sınıfı aracılığıyla yeniden şehirleri oluşturduğunu ve ardından bağımsız ve özerk yapı kazanarak reform ve Rönesans sürecine kadar ulaştığını öne sürer. Benzer bir yaklaşım tedrici bir süreçle yeni sınıfın ortaya çıkışı ve kendilerine özgü bir idari yapı içinde şehir örgütlenmesinin gerçekleşmesi Weber’in analizinin de ana unsurudur. Ancak, 19. yüzyılda özgün bir kent sosyolojisinden söz edilemez. Dönemin toplumsal değişimleri ve kapitalist toplumu analizlerinde temel etkenlerden birisi olarak ele alınır şehirler/kentler. Kentler toplumsal değişimin yaşandığı, üretimin ve yeni toplumsal yapının üretildiği mekânlardır.

50



4.1. Karl Marx&Friedrich Engels Marx’a göre maddi yaşamın örgütlenmiş bir görünümü olan maddi üretim biçimi diğer tüm toplumsal, siyasal ve manevi kurumları oluşturan temel etkendir. Üretim biçimi temelinde tarihteki tüm toplumların evrimini çözümleyen Marx, sanayi toplumunu kapitalist toplumu analizinde kentleri üretimin gerçekleştiği ve sınıf bilincinin oluştuğu mekânlar olarak olumlar. Çalışmalarının bütününde sistematik değerlendirmeye rastlanmamakla beraber, kentler yeni bir üretim biçimi dolayısıyla yeni bir toplumsal düzene geçişte sınıf bilincinin oluşmasına katkıları açısından önemlidir. Mark ve Engels’in çalışmalarında kent bir taraftan içinde taşıdığı olumluluk ve potansiyel açısından kutsanırken diğer taraftan yol açtığı sefalet ve sorunlar nedeniyle eleştirilir. Bu durumda bir çelişki yoktur, her toplumsal ilişki ve süreç gibi kent mekânı da diyalektik bir süreç arz eder. İçinde taşıdığı gerici unsurlar ve bunlara aracı olduğu ölçüde bir engel teşkil eden kent mekânı yeni olan ve dönüşüm potansiyeli olan güçlerle iç içe geçtiğinde devrimci bir potansiyel taşımaktadır. Söz konusu bakış açısının en çarpıcı ifadesi kır-kent ayrımıdır. En önemli zihinsel ve maddi işbölümü kır-kent ayırımıdır. (Marx&Engels, 2004) Orta Çağa kadar insanlık tarihi kırın tarihidir. Antik çağda kent üretim tarzının odağı değildir. Kentler kırsal üretim üzerinde kontrol sağlayan üretim birimleridir. Ortaçağa kadar olan dönem kentin kırsallaşması ile temsil edilir. Kentin kendisi üretim ilişkileri çerçevesinde tanımlanamaz, dolayısıyla sınıf mücadelesinin merkezinde yer almaz. Ortaçağdan itibaren kırkent karşıtlığı farklı bir nitelikte yeniden inşa edilmiştir. Marx, Engels ile birlikte ‘Alman İdeolojisi’nde, kır-kent arasındaki ayrımı feodal üretim ilişkilerinden kapitalist üretim ilişkilerine geçiş ile paralellik içinde açıklamaktadır. Ticaret sermayesinin gelişmesiyle ortaya çıkan işbölümü çerçevesinde sanayi ve ticaret tarımdan ayrılmış, kentler işbölümünün arttığı bir yerleşim birimi olarak ortaya çıkmıştır. Kır tarafından temsil edilen feodal bey, kentin temsilcisi kapitalist sınıf tarafından alt edilmiş ve kent tarafından nitelenen kapitalizm temel üretim tarzı olarak belirmiştir. Kır yaşamı onlara göre “aptalca” bir yaşamdır (idiocy of rural life) gelişme ve kurtuluş köylülükten kurtulmaya

51



dayalıdır. Kentler üretimin, sermayenin, gereksinimlerin, yüksek zevklerin toplanmış olduğu yerdir. Kırsal alanlar dağınıklığın ve yalnızlığın simgesidir. Artan nüfus kentlerde iş bulacaktır, kentler sanayileşmeden doğar. “Ticaret ve imalat (…) büyük kentlerde geliştiklerinden proletarya üzerindeki etkileri de en belirgin biçimde buralarda gözlenebilir. Burada mülkiyetin merkezileşmesi en yüksek noktasına ulaşmıştır (...) buralarda sadece zengin ve yoksul sınıf vardır. (…) Proleterler ise bu kentlerde sınırsız bir çoğunluk oluştururlar.” ( Engels, 2013: 60) Kısaca, kent yalnızca üretim güçlerinin değil, erkin toplandığı, toprak mülkiyetinden kopuk kapitalizme dayalı bir yerleşmedir. Kent öyle bir yerleşim yeridir ki çıkar ve çelişki kümelerinde kendine özgü bir bilinç yaratarak sınıf yapısının doğmasına yol açar. Kentler burjuvazinin ve emekçilerin kendilerini oluşturdukları yerdir. Kapitalist üretim ilişkileri bir yandan burjuvazinin zaferinden itibaren bu sınıfın gerileşmesine yol açarken başka bir devrimci durumu doğurmuştur. Bu durum kentli sanayi proletaryasının ortaya çıkışıdır. Yığınlar halinde kentleşen yeni emekçi kesim sanayi kentlerinde yoğunlaşırken, kapitalizmin gerici yüzü belirginleşmiştir. Kapitalizm özellikle erken dönemlerinde emeklerinden başka satacak hiçbir şeyleri olmayan bu kesimlere acımasız bir sömürüyü dayatmıştır. İşçi sınıfının sınıf bilincinin oluşmasında kentin özel bir yeri vardır. Köylüler bu anlamda belli bir sınıf bilinci ve eylem gerçekleştirme konusunda yapısal olarak yetersizdirler. Kapitalizmin kıra girişiyle kırsal yapıların çözülüşü olumlu bir gelişmedir. Kentlerde sanayi proletaryası hem üretimin yapıldığı mekânlarda, hem de yaşam alanlarında bir arada üretim yapmakta, sömürü sürecini bir arada yaşamaktadırlar. Bu tür bir paylaşım ve birliktelik işçi sınıfının bir bütün olarak hareket edebilmesini mümkün kılan en önemli etmen olarak öne çıkmaktadır. Marx’ın işçi sınıfının kapitalizmi yaşam mekânında nasıl yaşadığına dair değerlendirmeleri yok denecek kadar azdır. Bu görev Engels’in olmuştur. İlk basımı 1845 yılında yapılan ‘İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu’ başlıklı çalışmasında Engels, işçi sınıfının yaşam koşullarını ilk elden gözlemlemiş ve analizlerinde sınıfsal oluşum

52



ve kent mekânı arasında ilişkiyi ortaya koymuştur. Kent mahalleri birbirinden sınıfsal temelde ayrılmış, işçi sınıfı ve burjuvazi neredeyse birbirleriyle hiç ilişkiye girmeden yaşamışlardır. Engels ‘İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu’ çalışmasında kentlerin, kapitalizmin en karakteristik mekânları olduğunu ve kontrolsüz sömürü ve rekabetin en açık biçimde kentlerde görüldüğünü öne sürer. Çalışmanın önsözünde Hobsbawm, bu çalışmanın birinci elden gözlemlere ve ulaşılabilir kaynaklara dayalı olduğunu ifade eder. Engels, “sanayileşmiş Lanashire’ı açıkça Manchester bölgesini ayrıntılı olarak biliyordu ve Londra’da birkaç hafta geçirdiği gibi, Leeds, Bradford ve Sheffield gibi Yorkshire’ın başlıca sanayi kentlerine ziyarette bulunmuştu.” (Engels, 2013: 10) İngiltere’de kaldığı dönemde “en azından yirmi ya da otuz kişi, en tiksindirici koşullar altında açlıktan öldüler” (Engels: 2013; 63) Şehirlerin en kötü mahallelerindeki en kötü koşullardaki evler işçi sınıfına aittir. “Her büyük kentte işçi sınıfının yaşadığı bir ya da daha fazla teneke mahalle vardır. Gerçi sefalet ve zenginlerin saraylarına yakın ve gizli vadilerde yaşar ama genellikle ayrı bir vadide yaşadığı görülür. (...) Evler mahzenden tavan arasına dek insanlarla doludur. İçleri de dışları kadar pistir ve görünüşleri o kadar kötüdür ki, insanın bu evlerde yaşamak istemesi mümkün değildir. Ama tüm bunlar sokakların arasındaki avlulara ve meydanlara kurulmuş olan (…) içleri tarif edilemeyecek pislik ve döküntü içinde olan evlerin yanında önemsiz kalır. Bu evlerde tam bir pencere pervazı yoktur. (…) Kapılar eski tahtaların birbirine çivilenmesiyle yapılmıştır. Aslında bu hırsızlar mahallesinde çalınacak hiçbir şey olmadığı için kapıya da gerek yoktur. (…) her yerde çöp ve kül yığınları görülebilir. (…) Burada yoksullardan yoksul olanlar, en az ücretle çalışanlar, hırsızlar ve hiçbir ayırım yapılmadan bir araya yığılmış fuhuş kurbanları yaşar. (Engels, 2013: 65) Londra’da, işçileri yaşadığı bir bölge olan, “Whitechapel’de 2795 ailenin ya da aşağı yukarı 12.000 insanın yaşadığı 14.000 ev vardır.(…) bu kalabalık içinde bir adamı, karısını, dört-beş çocuğunu, hatta kimi zaman büyükbabayla büyükanneyi 10 metrekarelik, yemek yedikleri, uyudukları ve çalıştıkları tek bir oda içinde bulmak hiç de garip bir şey değildir.” (Engels: 2013: 66) Engels’in Londra ve İngiltere’nin diğer büyük kentleriyle ilgili ilk elden yaptığı gözlemlerden ve belediye kayıtlarından ulaştığı bilgiler doğrultusunda aktardıkları, sanayi devriminin ana 53



bölgesinde, yoksulluk, sefalet, pislik ve insanlık dışı koşulların nasıl hüküm sürdüğünü açıkça ortaya koyar. “Seksen yaşındaki insanlar çıplak zeminde uyuyor, (…) Edinburghlu yoksulların evlerinde (…) yatakların üstünde geceleri tavuklar yatıyor, köpekler ve atlar insanlarla birlikte kalıyor ve bunun doğal sonucu olarak da böcek ısırıkları, pislik ve şaşırtıcı bir pis koku ortaya çıkıyordu.” (Engels: 2013: 70-71) Benzer koşullar, söz konusu dönemde bütün sanayi kentlerinde vardır. Kentlerde ortaya çıkan burjuva toplumu tarihin en gelişmiş ve en tarihsel örgütlenmesidir. Bu toplum biçimi tüm olumsuzluklara karşın işçi sınıfının ortak bir bilinç geliştirerek sınıf savaşımı aracılığıyla yeni bir toplum biçimine dönüşmesine yol açacaktır. “Sınıflar daha çok ve daha kesin olarak bölünmeye başlamışlar, direniş ruhu işçilerin yüreğine girmiş, sefalet yoğunlaşmış, gerilla çarpışmaları daha da merkezileşmiştir ve çok geçmeden küçük bir itiş büyük bir çığı harekete geçirecektir.” (Engels, 2013: 287) Engels’in öngörüleri gerçekleşmemiş, burjuvazi ve kapitalizm kent mekânını ele geçirmiş ancak 1960’lardan itibaren neo-marxistler olarak tanımlanacak olan bir grup sosyal bilimci kentleri başka türden çatışma biçimleri üzerinden analiz etmişlerdir.

4.2. Emilé Durkheim (1858-1917) Marx&Engels’in sınıf çatışmasının ve sınıf bilincinin oluşması temelinde ele aldığı kenti Durkheim dayanışma ve işbölümü kavramlarıyla bağlantılı olarak ele almaktadır. Toplumlar, dayanışma biçimlerine göre ikiye ayrılırlar. Mekanik dayanışma üzerine temellenmiş toplumlarda, bireyler henüz farklılaşmamışlardır. Benzer norm, inanç ve değerleri paylaşırlar ve başka türlü ifade edersek henüz farklılaşmamışlardır. Ortak bilinç bireyler üzerine egemendir. Bireyler farklılaşmadığı için toplum tutarlıdır. Organik dayanışmaya dayalı toplumlar ise, daha ‘çağdaş’ oluşumlardır. Toplumun bütünlüğü açısından her organın-kurumun- kendine ait görevleri yerine getirdiği ahenkli bir bütündür organik dayanışmalı toplumlar. Kent toplumunda işbölümü oluşmuştur ve bu işbölümünün oluşmasının zorunlu bir sonucu olarak organik dayanışma gerçekleşir. (Tolan: 1996: 24-25) İşbölümünün artışı ise iki faktöre bağlıdır: Maddi yoğunluk -material density-: Bir yerdeki nüfus yoğunluğunu anlatır. Manevi yoğunluk- moral density: Toplumun üyeleri arasındaki etkileşimi ve toplumsal ilişkileri anlatan bir kavramdır. Durkheim bir toplumdaki kentleşmeyi manevi yoğunluğun belirlediğini ileri sürer. Kentleşme işbölümünü arttırır.

54



Durkheim’a göre kent yalnızca ortaçağlarda kendi başına anlamlı bir birimdir. İleri kapitalist toplumlarda kent toplumun ana kuramlarından biri olamaz. Kent ile toplum arasında bir ayrım mümkün değildir, artık toplum denince akla büyük ölçekte kent gelmektedir. Mesleki ve toplumsal işbölümü arttıkça yerelliğin önemini yitirdiğini savunur. Kent, Durkheim açısından, belli toplumsal güçlerin gelişmesi için tarihsel önemi olan bir koşuldur. Gelişmesinden söz edilen güçler ise kentteki nüfus yığılmasıdır. Nüfus yığılması işbölümünü özendirir, aynı zamanda da birtakım anormalliklerin doğmasına da yol açar. Çağdaş toplumun anomik durumlarının belirtileri olan patolojik bozukluklara da kentte rastlandığına dikkat çeker. (Keleş, 2004: 132-133)

4.3. Max Weber (1864-1920 Weber kent kavramlaştırmasında ekonomik ve siyasi örgütlenmeyi ön plana çıkarır. Ekonomik olarak kent tarımdan ziyade ticaretle uğraşılan bölgedir. ‘The City’, ‘Şehir’ (1921) adlı

çalışmasında

Ortaçağ

kentlerini,

Batı

toplumunun

feodalizmden

kapitalizme

evrilmesindeki önemi ve rasyonellik ruhunu geliştirmesi anlamında ele alır. Kenti analiz etmek için nüfus yeterli bir ölçü değildir. Önemli olan kentin ekonomik ve siyasal örgütlenme biçimidir. Kentin sürekli bir pazaryeri olma özelliği üzerinde durur. Kentin ekonomik işlevi hem o bölgede yaşayanların hem de bir ölçüde art bölgesindeki nüfusun beslenmesini sağlamaktır. Bu çerçevede Weber “tüketim” kenti ile “üretim” kenti sınıflaması yapar. Tüketim kenti Antik Çağ ve Ortaçağların kentidir. Çağdaş üretim kenti ise kentin dışı için üretim yapan fabrikaların, zanaatçıların kentidir. Weber’in kent kuramında kent aynı zamanda siyasal bir birimdir. Üretim-değişim koşullarının belirlendiği bir yer olmasının yanında siyasal rolü de vardır. Bir kalesinin ve askeri gücünün bulunması siyasal rolünün sembolleridir. Tarımdan çok ticarete dayanan kent, yanı sıra kısmi bir siyasal özellikten de yararlanır. Kaleler ve pazar yerleri Doğu kentlerinde görülmekle birlikte, kent sakinlerinin kimi hak ve görevlerini yerine getirmek için Batı kentlerinde bir araya geldiklerini ve bu durumun yalnızca Batı kentlerine özgü olduğunu ileri sürer.

55



Weber’in kent kuramında Chicago okulunun ekolojik yaklaşımı olmadığı gibi,

Weber

açısından kent, kendi başına ve kendi içinde ele alınabilecek bir sorun değildir ve bir kent kuramının geliştirilmesinde yarar yoktur. Kenti sadece kapitalizmin bir parçası olarak ele almıştır. Weber’in toplum analizinde kent feodalizmden kapitalizme geçişte ‘ideal tip’ olarak yer alır. O’na göre Batı’nın dışında dünyanın hiçbir bölgesinde kent örgütlenmesi gerçekleşmemiştir. Benzer biçimler tarihte görülmekle birlikte Weber’in ‘ideal kenti’ Batı Avrupa’da ortaya çıkmıştır. “(…) ne ekonomik anlamda ‘şehir’ ne de özel politik-idari yapıyla donanmış bir sakinler garnizonu, mutlaka bir kentsel topluluk oluşturmaz. Kelimenin mutlak anlamıyla ‘kentsel topluluk’, yalnızca Avrupa’da ortaya çıkmaktadır. İstisnalar zaman zaman Yakın Doğu’da (Suriye’de, Fenike’de ve Mezopotamya’da) bulunabiliyordu ama yalnızca zaman zaman ve ilkel nitelikte. Tam bir kentsel topluluk olabilmesi için yerleşim biriminin, alışveriş ve ticari ilişkilerin göreli bir hâkimiyetini temsil etmesi ve bir bütün olarak yerleşim birimlerinin şu özellikleri göstermesi gerekirdi. 1) İstihkâm 2) Bir Pazar yeri 3) Kendine ait bir mahkemesi veya hiç değilse kısmen özerk hukukunun olması 4) İlgili bir birlik biçimi 5) Hiç değilse kısmen özerklik ve kendi kendini yönetme ve de sonuçta, şehir sakinlerinin katıldığı seçimlerle işbaşına gelen idari yetkililerce yönetim.” (Weber, 2000: 59) Max Weber’in araştırmalarında temel unsur, Batı uygarlığı ve özellikle onun insanlık tarihinde benzersiz niteliklerinin açıklamak olduğu ileri sürülebilir (Tuna, 1987, s. 31). Bu batı merkezli yaklaşım tarzı, daha önceki araştırmacılarda da görülmüştür. Gerçekten de Weber sosyolojisinin temel görevi, kapitalizmi açıklamak ve bununla bağlantılı olarak Batı’nın toplumlar arası ilişkilerde ileri ve üstün olduğunu kanıtlamak olmuştur. Bu kanıtlama çabasının çerçevesini akılcılık kavramı oluşmaktadır. Weber’e göre, insanlık uygarlığına ilişkin her alan (sanat, yönetim, işbölümü, kent vb.) ile her dönem (Yunan, Roma, Orta Çağ vb.) ancak bu çerçeve içinde incelenince anlam kazanır (Tuna, 1987, s. 30-31).

56



Bu bölümün sonunda yer alan MaxWeber’in ‘Şehrin Doğası’22 metni aracılığıyla Batı kentine atfedilen özellikler ve Doğu kentinin hangi unsurların yoksunluğuna bağlı olarak ‘modern’kentlere sahip olamadığı anlaşılabilir.

Şehrin Doğası M A X WEBER Türkçesi: Fırat Oruç Şehrin Ekonomik Karakteri: Pazar Yerleşimi Kent tanımlamalarının çoğu yalnızca tek bir öğede ortaktır: şehir basitçe bir ya da birden fazla müstakil konutlar topluluğundan oluşur fakat nisbeten kapalı bir yerleşim (birimi)dir. Ayırdedici bir özellik olmasa da geleneksel olarak — hatta bugün bile— evler, şehirlerde birbirine yakın bir şekilde, duvar duvara inşa edilir. Bu unsurlar yığını, niceliksel olarak büyük bir yer şeklinde algılanan “kent” tabirinin gündelik kullanımına nüfuz eder. Tek başına bakıldığında böylesi bir algılama, yaşayanların karşılıklı kişisel yakınlık kurmasını imkânsız kılacak genişlikte bir koloni oluşturan konutlardan müteşekkil yoğun yerleşimli bir yeri temsil eden şehir için çoğu kez yanlış değildir. Ne var ki, bu şekilde tanımlandığında yalnızca çok büyük yerler, şehir olarak nitelendirilebilecektir. Dahası, ulaşacağımız tanım belirsizlikten kurtulamayacaktır zira kişisel ilişkilerin kaybolmaya yüz tuttuğu (impersonality) büyüklüğü çeşitli kültürel etmenler belirler. Hiç şüphe yok ki, hukukî açıdan kent özelliğine sahip pek çok tarihsel yerleşim birimindeki insanlar-arası ilişkilerde bu tip bir kaymadan bahsetmek imkânsızdı. Bugün bile Rusya’da binlerce kişiyi barındıran ve dolayısıyla sadece birkaç yüz kişilik nüfusu olan pek çok eski “şehir”den (Doğu Almanya’nın Polonya koloni bölgesindekiler sözgelimi) daha büyük köyler vardır. Gerek içine aldığı gerekse dışta tuttuğu şeyler çerçevesinde düşünüldüğünde, büyüklük tek başına, kenti tanımlamak için asla yeterli değildir. İktisadî açıdan tanımlanacak olursa şehir, sakinlerinin geçimlerini tarımdan ziyade ticaret yoluyla sağladıkları bir yerleşim birimidir. Bununla birlikte, ticaretin egemen olduğu tüm birimleri “şehir” olarak adlandırmak da uygun değildir. Böylesi bir tanımlama, Asya ve Rusya’nın “ticaret köyleri” gibi aile bireylerinden oluşan ve pratik olarak da miras yoluyla geçen yalıtılmış bir ticarî yapıya sahip “kent” kolonileri kavramım da içerecektir. Şehrin                                                              22  Weber, Max. (2000) “Şehrin Doğası”, Şehir ve Cemiyet *weber *tonnies *simmel: Der. Ahmet Aydoğan, İz Yay. İstanbul 

57



belirleyici özellikleri arasına “ticaretin çok yönlülüğü’nü (versatility, diversite) katmak zorunludur. Ne var ki bu, tek başına, herhangi bir şehrin biricik ayırdedici özelliği olmaya elverişli gözükmemektedir. İktisadî çok yönlülük en az iki yolla sağlanabilir: Bir feodal malikânenin ya da bir pazarın varlığıyla. Bir feodal malikânenin (ya da prensliğin) siyasal ve iktisadî ihtiyaçları, çalışma ve mal takası yönünde bir talep yaratmak suretiyle, ticarî ürünlerde uzmanlaşmayı teşvik edebilir. Bununla birlikte, lord ya da prensin oikos’ u (hane: Yunanca) bir kent büyüklüğünde olsa bile ırgatlığa mahkûm zanaatkâr ve küçük tüccarlardan oluşan bir koloni genellikle “şehir” olarak adlandırılmaz —tarihsel olarak, önemli “şehir”lerin büyük bir kısmı bu tür yerleşim birimlerinde ortaya çıkmış olsa da. Böyle bir kökene sahip şehirlerde prensin sarayı için üretilen ürünler çoğu zaman yerleşimcilerin en önemli, hatta başlıca gelir kaynağıydı. İktisadî çok yönlülüğü sağlamanın ikinci yöntemi “kent” için genellikle daha fazla öneme sahiptir; bu, yerleşim yerinde geçici değil de düzenli bir mal mübadelesinin var olmasıdır, Pazar, yerleşimcilerin geçimlerini sağlamada zorunlu bir unsur haline gelir. Elbette, her “pazar” kurulduğu yerleşim birimini bir kente çevirmedi. Gezgin tüccarların, mallarım birbirlerine veya tüketicilere toptan ya da perakende satmak için belirli zamanlarda buluştukları dönemsel panayırlar ve yıllık dış-ticaret pazarları, çoklukla “köy” şeklinde adlandıracağımız yerlerde ortaya çıktı. Dolayısıyla “kent”ten ancak yerel sakinlerin gündelik ihtiyaçlarının İktisadî açıdan önemli bir bölümünü yerel pazarda ve gözle görülür ölçüde oraya en yakın ardbölge (hinterland) halkının satmak için ürettiği ürünlerle karşıladıkları durumlarda bahsedebiliriz. Burada kullanılan anlamıyla “şehir” bir pazar yeridir. Yerel pazar, koloninin ekonomik merkezini oluşturur. İktisadî ürünlerdeki uzmanlaşmaya bağlı olarak hem kentli hem de kentli-olmayan nüfus, ihtiyaç duyduğu ticarî kalemleri buradan karşılar. Kırsaldan farklı bir yerleşim şekli olarak şehrin, ortaya çıktığı her yerde, hem bir lordun ya da prensin ikametgâhı hem de bir pazar yeri olması olağandı. Şehir, eşzamanlı biçimde her iki türün de, oikos un ve pazarın, merkezini oluşturdu ve düzenli pazarın yanı sıra çoğu zaman gezgin tüccarların dönemsel dış pazarı olarak da hizmet etti. Kelimenin buradaki anlamıyla bir “pazar yerleşimi”dir şehir. Bir pazarın varlığı çoğu kez bir lord ya da prensin verdiği ayrıcalıklara ve koruma teminatlarına dayanır. Bunlar, çoğunlukla dışardan gelen ticarî ürünlerin düzenli arzı, geçiş ücretleri, refakat etme ve diğer koruma ücretlerinden gelecek paralar, pazar gümrükleri ve dava harçları gibi kalemlerle ilgiliydi. Bunun yanı- sıra, lord ya da prens, vergi ödeyebilecek durumdaki tüccarların o yöreye yerleşmelerinden, pazarın etrafında pazar yerleşimi oluşur 58



oluşmaz oradaki toprak rantlarından kazanç sağlamayı da umut ediyordu. Bu tür fırsatlar, nakdî gelirleri ve hazinedeki değerli maden miktarını arttırma şansını temsil ettiklerinden, lord ya da prens için özel bir öneme sahipti. Ne var ki, şehir lordun ya da prensin oikos’ una fizikî ya da sair her türlü yakınlıktan yoksun olabilirdi. Şehrin, orada kalmayan lordlar ya da prenslere verilen yahut ilgili tarafların kendilerince zorla elde edilen ayrıcalıklar dolayısıyla ulaşım araçlarının değiştiği elverişli bir kesişme noktasında (Umschlageplatz) tam (pür) bir pazar iskânı şeklinde ortaya çıkışında durum, bu şekildeydi. Bu, girişimcilere ayrıcalıklar tanıma —onların bir pazar kurup burada yeni yerleşimciler istihdam etmelerine izin verme— şeklinde de olabiliyordu. Bu tür kapitalistik (odağını sermayenin teşkil ettiği) kent oluşumları özellikle ortaçağdaki sınır bölgelerinde, bilhassa Doğu, Kuzey ve Orta Avrupa’da yaygındı. Bu uygulama tarihsel olarak —kesin bir kural olmasa da— tüm dünyada var olagelmiştir. Şehir, bir prensin sarayına ya da ayrıcalıklarına herhangi bir şekilde bağlanmaksızın yabancı istilacılar, deniz savaşçıları ya da ticarî yerleşmeciler yahut nihayet, ticaretle ilgilenen yerel unsurlar aracılığıyla doğabilirdi. Bu durum özellikle erken Orta Çağ’da yaygındı. Ortaya çıkan şehir tam bir pazar yeri hüviyeti kazanabiliyordu. Bununla birlikte büyük asilzade malikâneleriyle pazar çoğunlukla bir arada görülürdü. Bu durumda şehrin bir bağlantı noktası olan soylu haneler ihtiyaçlarını ya tabiata dayalı bir ekonomi (yani ırgat hizmeti yahut buna bağlı zanaatkâr ve tüccarlara yüklenen vergiler) aracılığıyla ya da o pazarın en önemli müşterileri olarak yerel pazarda takas yapmak suretiyle giderirlerdi. İkincil ilişki biçimi (takas) giderek daha da yaygınlaştıkça şehrin pazar temeli daha belirgin bir şekilde ortaya çıktı ve böylelikle şehir, aşama aşama, oikos un yanında salt bir pazar uzantısı olmaktan kurtuldu. Büyük malikânelere olan bağlılığına rağmen şehir o zaman bir pazar yeri oldu. İlk patrimonyal kentin ve iktisadî öneminin niceliksel genişleyişi, kural olarak, prens hanesinin ve vasal ya da büyük memurların sarayları gibi prens hanesine bağlı diğer büyük kent hanelerinin ihtiyaç duydukları şeyleri pazarda karşılayabilme olanağının artışıyla at başı gider. Tüketici ve Üretici Şehir Türleri Sakinlerinin İktisadî açıdan, soylulara ait hanelerin satın alma gücüne dayandığı prenslik kentine benzer şekilde, diğer büyük tüketicilerin —rant sahipleri gibi— satın alma gücünün orada yaşayan tüccarların İktisadî fırsatlarını belirlediği şehirler vardır. Gelirlerinin türü ve kaynağı göz önüne alındığında bu tür büyük tüketicilerin oldukça farklı türleri vardır. Bunlar, 59



meşru ve gayrimeşru gelirini şehirde harcayan memurlar veya kent dışındaki toprak rantlarını yahut siyasal olarak belirlenmiş gelirlerini burada harcayan lordlar ya da siyasal iktidar sahipleri olabilir. Şehir her iki durumda da prenslik kentine oldukça yaklaşır zira büyük tüketicilerin satın alma gücünü sağlayan patrimonyal ve siyasal gelirlere dayanır. Pekin bir memurlar kentiydi. Moskova ise serfliğin kaldırılmasından önce toprak rantına bağlı bir şehirdi. Kentsel toprak-rantlarının, toprağa dayalı mülkiyetin oluşturduğu ticaret tekelleri tarafından belirlendiği şehirler, ilk bakışta birbirine benzer gibi görünüyorsa da, temelde birbirinden farklıdırlar. Bu tür şehirler bir kent aristokrasisinin elinde toplanan ticaret sonucunda ortaya çıkar. Bu, her zaman tesadüf edilen bir gelişme tipiydi: Antik dönemde, Bizans İmparatorluğu’na kadar Yakın Doğu’da ve Orta Çağ’da görüldü. Ortaya çıkan şehir iktisadi açıdan rantiyer bir kent tipi değil fakat daha çok bir tüccar ya da ticaret şehridir. Burada rantlar kazananların hane sahiplerine verdiği haracı temsil eder. Bu durum ile rantların, tekelcilere olan vergi (haraç) yükümlülükleri tarafından değil de kent-dışı kaynaklarca belirlendiği durum arasındaki kavramsal farklılık her iki türün geçmişteki etkileşimine gölge düşürmemelidir. Büyük tüketiciler yaptıkları işten elde ettikleri gelirleri (bu-gün tahvil ya da hisse senetlerinden gelen faizi) şehirde harcayan rantiyerler olabilir. Bunun sonucu olarak, (sözgelimi Arnheim şehrinde olduğu gibi) satın alma gücü, sermayeye dayalı biçimde koşullanmış parasal rant kaynaklarına dayanır. Veya Wiesbaden gibi bir “emekli-şehri”nde (pensionopolis) görüldüğü üzere satın alma gücü devletin verdiği emekli aylıklarına ya da başka devlet rantlarına dayanabilir. Birbirine benzeyen bu örneklerin tümünde görülen kent tipi tüketici şehir türü şeklinde tanımlanabilir; zira yaşanılan yerde özel bir iktisadî karaktere sahip büyük tüketicilerin varlığı o yerin tüccarları için tartışılmaz bir ekonomik öneme sahiptir. Tüketici şehir tipinin karşıtı üretici şehir tipidir. Şehirdeki nüfus ve satın alma gücündeki artış, sözgelimi Essen ya da Bochum’da olduğu gibi, dışarıya mal arz eden —dolayısıyla modern endüstri tipini temsil eden— fabrikaların, imalathanelerin ve diğer sanayi kollarının kurulmasının bir sonucu olabilir ya da, Asyatik, Antik ve Ortaçağ kent türlerinde olduğu gibi, o yerin zanaatkâr ve tüccarları mallarını gemilere yükleyip uzak diyarlara yollayabilirler. Her iki durumda da yerel pazarın tüketicileri, o yerin sakinleri ve/veya girişimcileriyse büyük tüketicilerden, büyük bir kitle oluşturan işçi ve zanaatkârlardan ve işçilerle zanaatkârlar tarafından dolaylı olarak desteklenen tüccarlarla toprak rantı sahiplerinden oluşur.

60



Tüketici şehir, ticaret şehri ve tüccar şehriyle tezat halindedir. Tüketici şehrin büyük tüketicilerinin satın alma gücü, yabancı ürünlerin yerel pazarda kâr amacıyla perakende olarak satılmasına (sözgelimi, Ortaçağ’daki yün kumaş satıcıları), yerli üreticilerden elde edilen malların ya da yerel ürünlerin kâr amacıyla dışarda satılmasına (Hansa’nın ringa balığı sözgelimi) ya da yabancı ürünlerin satın alınıp orada bekletilerek veya bekletilmeksizin dışarıya satılmasına (aracı ticaret şehirleri) dayanır. Çoğu kez ortaya çıkan, bütün bu ekonomik etkinliklerin bir bileşimiydi: commenda ve societas maris bir tractator un (gezgin tüccar) kendisine o yerin kapitalistleri tarafından verilen sermayeyle satın aldığı ürünlerle Levanten pazarlara seyahat ettiği anlamına geliyordu. Tractator çoğu kez gemi ambarlarında seyahat ediyordu. Bu ürünleri Doğu’da satıyor ve elde ettiği kazançla yerel pazarda satmak için Doğu malları satın alıyordu. Bu işten elde edilen kâr daha sonra, önceden düzenlenmiş anlaşmaya göre tractator ve kapitalist arasında bölüşülüyordu. Ticaret şehrinin satın alma gücü ve vergilendirilebilirliği yerel iktisadi yapıya dayanıyordu. Aynı durum tüketiciler şehrinden farklı olarak üreticiler şehri için de geçerliydi. Kara ve deniz ticareti ve çok sayıda ikincil toptan ve perakende etkinliğe ilişkin iktisadi fırsatlar, tüccarların denetimindeydi. Bununla birlikte bu oluşumların ekonomik etkinliği sadece yerel perakende ticareti değil fakat gözle görülür ölçüde dış ticareti de kapsıyordu. Bu durum, temelde, ulusal ve uluslararası finansörlerin ya da büyük bankaların (Londra, Paris, Berlin) veya borsaların, kartellerin (Düsseldorf) bulunduğu modern kentin durumuyla aynıydı. Bunun sonucunda, bugün şirketlerin kazançlarının çok önemli bir kısmı, daha önce görülmemiş bir oranda, kazanılan yerden başka yerlere akmaktadır. Dahası, iş kazancının gittikçe büyüyen bir bölümü, işin yapıldığı metropol bölgesinde değil, fakat banliyö villalarında, kırsal tatil bölgelerinde ya da uluslararası otellerde tüketilmektedir. Bu gelişmelere paralel olarak hemen hemen yalnızca iş merkezlerinden oluşan “kent-kasabalar” (city-towns) ya da kent alanları yükselmektedir. Bu kısa izahatla hedeflenen saf bir ekonomik şehir kuramının gerektirdiği bilgiççe ayırımlar değildir. Dahası, belirtmeye bile gerek yok, var olan şehirler hemen her zaman karma türleri temsil ederler. Dolayısıyla şayet şehirler ille de iktisadî açıdan sınıflandırılacaksa bu, onların baskın iktisadı bileşeni çerçevesinde yapılmalıdır. Şehrin Tarımla İlişkisi Şehrin tarımla ilişkisi tümüyle kopuk olmamıştır. Bir yandan pazar yeri ve tipik kentsel ticaret merkezi olarak görev görürken, besin ihtiyaçlarının önemli bir bölümünü tarım yoluyla 61



karşılayan —hatta satmak için besin üreten— geniş bir kentli tabakanın orada ikamet etmesi nedeniyle,

ortalama

şehirden

keskin

bir

şekilde

ayrılan

“yarı-kırsal

kentler”

(Ackerburgerstaedte) vardı— hâlâ da var. Genel olarak şehir büyüdükçe, kent sakinlerinin kendilerine yetecek bir mera ve orman parçasını köydeki tarzda kontrol imkânına da sahip olmaksızın besin ihtiyaçlarını karşıladıkları arazi parçasını elden çıkarmaları da o kadar güçleşir. Ortaçağ’daki en büyük Alman şehri olan Cologne, en başından beri Allmende den (halk tabakası) yoksundu. Oysa Allmende o zamanki köylerin hiçbirinde eksik değildi. Kıta Avrupası’nın diğer bölgelerindeki ortaçağ kentleri ise kendi sakinleri için en azından önemli büyüklükte mera ve ormanlar tahsis ettiler. Kentlilerin kullanabileceği geniş arazi parçalarının varlığı, güneyde ya da Antik dönemde daha çok göze çarpmaktadır. Bugün tipik “kentli”yi haklı olarak kendi besin ihtiyacını kendi toprağından karşılamayan bir insan olarak düşünsek de, tipik antik şehirlerin çoğunda esas itibariyle bunun tersi bir durum söz konusuydu. Ortaçağdaki durumun aksine antik kentlinin en genel geçer özelliği, kendisini besleyen ve kanunen kendisine ait olan bir toprak parçasına, bir kleros ya da fundus A (İsrail’de: chelek) sahip olmasıydı. Antik dönemin tam kentlisi, yarı-köylüydü. Ortaçağ’da, Antik dönemde olduğu gibi, tarımsal mülkiyet tüccar tabakanın elindeydi. Bu, Avrupa’nın kuzeyinden çok, güneyinde sıkça rastlanan bir durumdu. Hem ortaçağ hem antik şehir devletlerinde zaman zaman oldukça fahiş büyüklüğe ulaşan tarımsal mülkiyetler geniş bir tabana dağılmıştı—ya güçlü şehirlerin yöneticilerinin siyasal egemenliğinde ya da yurttaş konumundaki meşhur toprak sahiplerinin mülkiyetindeydi. Chero- nes’in Miltiade üzerindeki egemenliği ya da ortaçağ aristokrat ailelerinin —Cenovalı Grimaldi ailesi gibi— taşra veya denizaşırı bölgelerdeki lordluk toprakları buna bir örnektir. Bölgelerarası konuma sahip malikâneler ve kişi olarak yurttaşların egemenlik hakları, genel bir kural olarak, kentin ekonomik politikasının hedefleri arasında değildi. Bununla birlikte, zaman zaman karma(şık) durumlar da yaşanmıyor değildi; öyle ki o anki şartlara göre bireylere kent tarafından toprak bahşedildiği de oluyordu. Doğal haliyle bu, yalnızca toprakları kent tarafından güvence altına alman bireylerin en güçlü partrisyenlerden olmaları durumunda ortaya çıkıyordu. Bu tür durumlarda toprak, o topraktan elde edilen İktisadî ve siyasî meyvelere sonradan ortak olacak kent iktidarının dolaylı yardımıyla kazanılmakta ve o sayede elde tutulmaktaydı. Geçmişte durum çoğu kez bu merkezdeydi. Ticaret ve mübadelenin öznesi olarak şehrin, besinin elde edildiği toprakla ilişkisi “kent ekonomisi”nin bir yönünü oluşturur ve “hane ekonomisi” ile (household economy) “ulusal 62



ekonomi” arasında özel bir “ekonomik aşama”yı teşkil eder. Bununla birlikte, kenti bu şekilde düşündüğümüzde, siyasî-iktisadi boyutlar kavramsal olarak saf ekonomik niteliklerle kaynaşır ve tek bütün şeklinde tasavvur edilirler. Tüccar ve gezgin satıcının bir arada yaşayıp gündelik ihtiyaçlarını düzenli olarak pazarda karşılamaları “şehir” kavramının muhtevasını bütünüyle doldurmaz. Yalnızca tarımsal ihtiyaçların, kapalı yerleşim birimleri dâhilinde karşılandığı ve tarımsal üretimin tarıma dayanmayan kazançla ilişkisinin olduğu ve pazarların varlığının ya da yokluğunun farklılık yarattığı yerde, ticaret veya küçük pazar-kasabalarından bahsedebiliriz, fakat şehirlerden değil. Demek oluyor ki, önceki bölümlerde incelenen olgularda ekonomik yönü olmayan gizli boyutlar vardı. “Şehir” kavramını ekonomik olmayan etmenleri de içerecek şekilde genişletmenin zamanı geldi. Siyasi-İdarî Şehir Kavramı Şehir bir konutlar topluluğunun yanı sıra kendi arazi mülkiyeti ve bir gelir-gider bütçesiyle İktisadî bir birliğe sahiptir. Böyle bir İktisadi birlik, niceliksel farklıklar ne kadar büyük olursa olsun, köyde de ortaya çıkabilir. Dahası, bunun hem İktisadî hem de düzenleyici [kural koyucu] bir birlik olması, en azından geçmişte, yalnızca kente özgü bir durum değildi. Bu türden ekonomik bir birlik politikası oluşturması nedeniyle benzeri düzenlemeler köyde de vardı. Başkasının arazisine izinsiz girme kısıtlamaları, mera düzenlemeleri, odun ve samanı dışarı çıkarma yasağı ve benzeri denetimler köyün yabancısı değildi. Geçmişte şehirler yalnızca ortaya çıkan düzenlemelerin türleri bakımından farklılaşıyordu. Özgün olan sadece birlik adına yapılan siyasal ekonomik düzenlemenin hedefleri ve bu hedeflerin öngördüğü karakteristik önlemlerin alanıydı. Belirtmeye bile gerek yok, “kentsel iktisadî politika”nın önlemleri, zamanın ulaşım koşullarında kıyıdan uzak şehirlerin çoğunluğunun en yakın ard- bölgenin tarımsal kaynaklarına dayandıkları gerçeğine önemli ölçüde bağlıydı. Atina va Roma’nın tahıl politikalarına bakıldığında bunun kıyı kentleri için de geçerli olduğu görülür. Kentsel ticaret bölgelerinin tümünde olmasa da çoğunluğunda, doğal “spekülasyon” fırsatı tanınıyordu. Kent pazarı, ürünleri, özellikle de besin maddelerini, değiş tokuş etmenin yegâne değilse de mutad yeriydi. Gözden kaçırılmaması gereken bir diğer önemli husus, ticaret amacıyla üretimin çoğunlukla uzmanlaşmış küçük işletmeler şeklinde örgütlenen zanaatkâr teknolojisi biçiminde olduğuydu.

63



Bu tür bir üretim az bir sermaye (veya sermayeye hiç gereksinim duyulmaksızın) ve uzun bir çıraklığa tâbi tutulan oldukça sınırlı sayıdaki kalfayla yürütülüyordu. Yerel perakendecilere yapılan satış, büyük nisbette müşterilere yapılan türdendi. Zamanın pazar koşulları yukardaki olgular göz önünde tutulduğunda, doğal olarak, ortaya çıkacak türdendi. “Kentsel İktisadi Politika” denilen şeyin en önemli özelliği, ekonomik düzenlemeler yoluyla kitleleri sürekli ve ucuz bir şekilde besleme ve tüccar ve gezgin satıcıların İktisadî fırsatlarını standartlaştırma amacıyla yerel kent ekonomisinin koşullarını istikrara kavuşturma yönünde gösterdiği çabaydı. Ne var ki, ileride göreceğimiz gibi, ekonomik düzenleme kentsel İktisadî politikanın biricik hedefi değildi. Kaldı ki, tarihsel olarak ortaya çıktığında da tümüyle olgunluğa erişmiş değildi. İktisadî denetim tam anlamıyla yalnızca siyasal lonca düzeninde ortaya çıkar. Sonuç olarak bu durum, tüm kentlerin gelişiminde yaşanan bir geçiş aşaması olarak görülemez. Durum ne olursa olsun, kentsel İktisadî politika, ekonomik evrimde evrensel bir aşamayı temsil etmez. Müşteri ilişkileri ve —sermaye olmaksızın faaliyet gösteren— uzmanlaşmış küçük işletmeler temelinde, tarım üreticileri ve tarım-dışı üreticiler ve yerli tüccarlar arasında bir mübadelenin yaşandığı yerel kent pazarı, takasın bir tür İktisadî karşılığım temsil eder. Çünkü içerdeki mübadeleden bağımsız olarak, temelini emeğin bu şekilde toplanması ve bütünlenmesinde bulduğundan oikosla bağlantılı uzmanlaşmış bağımlı bir ekonominin emek ve vergileriyle sistematik bir biçimde bölünmüş hizmetlere karşılık gelir. Buna paralel olarak, kentteki mübadele ve üretim koşullarının denetimi (kentsel iktisadî politika), oikos ekonomisinde birleşen (geleneksel, feodal ve sözleşmeye dayalı) etkinliklerin tanzimine tekabül eder. Bu ayırımların sınırlarını çizerken bile “kentsel iktisadi alan”, “kentsel alan” ve “kentsel otorite” kavramlarını kullanıyor olmamız, “kent” kavramının şu ana kadar kullanılmış olan saf ekonomik kategorilerin dışında birtakım kavramlar çerçevesinde incelenebileceğini ve incelenmesi gerektiğini gösterir. Kent analizi için gerekli ek kavramlar siyasal kavramlardır. Kentsel İktisadî politikanın kendisinin, kentin ve sakinlerinin siyasal yönetimini elinde tutan prense ait bir iş olabilmesi bu gereksinimi yeterince açıklar. Bu durumda kentsel bir İktisadî politika varsa bu, kentin sakinlerine rağmen kent sakinleri için belirlenir. Bununla birlikte durum böyle olduğunda bile, şehir yine de kısmen özerk bir birlik, özel siyasî ve İdarî düzenlemelere sahip bir “topluluk” şeklinde düşünülmelidir. Daha önce tartışılan İktisadî şehir kavramı siyasî-idarî şehir kavramından tümüyle ayrı tutulmalıdır. Yalnızca ikinci anlamda, özel bir alan şehre ait olabilir. Bir yer İktisadî açıdan 64



şehir niteliğine sahip olmasa da siyasî-idarî anlamda şehir olarak adlandırılabilir. Orta Çağ’da, geçiminin yüzde doksan küsurunu tarımdan sağlayan, yasal olarak “şehir” kabul edilen bölgeler vardı. Bu oran, yasal olarak “köy” şeklinde tanımlanan pek çok yerleşim birimindeki tarımsal gelir oranın üzerindeydi. Bu tür yarı-kırsal şehirlerden tüketici, üretici ya da ticarî şehirlere-geçiş doğal olarak oldukça kolaydır. İdarî açıdan köyden ayrılan ve dolayısıyla şehir olarak ele alınan bu yerleşim birimlerinde sadece bir şey, yani toprak-sahipliğine ilişkin düzenlemelerin türü, âdet olduğu üzere kırsal toprak-sahipliği biçimlerinden farklıdır. Bu tür şehirler İktisadî açıdan hane sahipliğine dayanan —toprak sahipliği bunun bir uzantısıdır— kent emlâkıyla temsil edilen özel bir rant konumuyla ayırdedilir. Kent emlâkinin konumu idarî bakımdan, özel vergilendirme ilkelerine bağlıdır. Bu konum, siyasî-idarî şehir kavramı açısından çok daha belirleyici olan ve saf iktisadî analizin tümüyle dışında duran bir unsura, yani kaleye bağlıdır. Kale ve Garnizon Şehrin geçmişte, Antik ve Orta Çağ’da, hem Avrupa’da hem başka yerlerde aynı zamanda özel bir kale ya da garnizon olması oldukça anlamlıdır. Şehrin bu özelliği günümüzde tümüyle kaybolmuştur, fakat bu özellik, geçmişte de evrensel değildi. Rathgen’le birlikte şehirlerin İdarî açıdan var olup olmadıklarından bile şüphe edilebilir. Japonya’nın aksine Çin’de her şehir devasa bir sur halkasıyla çevriliydi. Bununla birlikte İdarî anlamda şehir olmayan, İktisadî açıdan taşra kabul edilen pek çok yerin her zaman surları olduğu da bir gerçektir. Çin’de, bu tür yerlerde, devlet yetkililerinin makamı bulunmazdı. Sicilya gibi pek çok Akdeniz yöresinde kent surlarının dışında bir taşra işçisi ya da taşra sakini olarak yaşayan bir insana hemen hemen rastlanmazdı. Bu, asırlar boyu süregelen güvensizliğin bir ürünüdür. Buna karşılık antik Hellas’ta Sparta kent devleti surların yokluğuyla temayüz etmekle beraber bu durum, “garnizon-kent” olma özelliğiyle telafi edilmişti. Sparta bizzat sürekli bir açık askerî kamp olduğu için surları önemsememişti. Atina’nın ne kadar zaman sursuz kaldığı konusunda hâlâ bir fikir birliğine varılmamışsa da, Sparta hariç tüm Hellen kentleri gibi Atina da, Ekbantama ve Persepolis gibi —civardaki yerleşimiyle— kraliyet kalelerine benzer bir tarzda kaya üzerinde inşa edilmiş bir kaleyi Akropol’e dâhil etti. Kale ya da sur genel olarak Doğu’ya, yanı sıra antik Akdeniz ve ortaçağ kentlerine aitti. Şehir ne biricik kale türüydü ne de eski olanı. Anlaşmazlığın olduğu uç bölgelerde ve sürekli savaş durumlarında her köy kendi kendini takviye edip mevzileniyordu. Elbe ve Oder 65



Irmakları arasında kalan bölgede sürekli saldırı tehlikesi altındaki Slav yerleşim birimleri tahkim edilmişti. Ulusal kırsal köy biçiminin erken zamanlarda, kilitlenebilen ve geceleyin sürüyü köyün merkezî koruma alanına getirmede kullanılan tek girişli “çitle çevrili” daire biçiminde bir bölge şeklinde standartlaştığı görülüyor. Benzer şekilde, surlarla çevrili tepe sığınakları, İsrail Doğu Ürdün’ünden Alman topraklarına kadar tüm dünyaya yayılmıştı. Silahsız insanlar ve sürüler tehlike zamanlarında buralara sığınırdı. I. Henry’nin Doğu Almanya’daki sözde “şehir”leri, bu tür tahkimatın sistemli bir şekilde tesis edilmiş biçiminden ibaretti. İngiltere’de Anglo-Sakson dönem boyunca her bir “burgh” (borough) [kent], adını aldığı yerel yönetim bölgesine bağlıydı. En eski ve en açık “kentsel” yükümlülük olan koruma ve savunma görevi, belli kişilere veya toprak parçalarına bırakılmıştı. Bu tür kaleler normal zamanlarda kullanıldığında, muhafızlar ya da vasallar sabit bir garnizon şeklinde varlıklarını sürdürüyor ve ücretlerini para ya da toprak cinsinden alıyorlardı. Sürekli olarak garnizon şeklinde kullanılan kalelerden Anglo-Sakson burgh’u- na, Maitland’ın kuramındaki anlamıyla, bir “burgess’’in yaşadığı “garnizon-kent”e akışkan geçişler vardı. Burgess, adını, kaleyi koruma ve savunma görevi sonucu belirlenen siyasal konumundan almaktaydı. Kent toprağı ve konut mülkiyetinin hukuksal yapısı da buna göre belirlenmekteydi. Ne var ki, tarihsel açıdan bakıldığında daha ziyade malikâne şatosu (manorıal castle) tarzındaki şehir kalesinin ilk habercisi ne savunma çitiyle çevrilmiş köy, ne de acil durumlar için oluşturulan tahkimattır. Malikâne şatosu lordun ve ona, memur ya da kişisel bir yandaş olarak boyun eğen savaşçıların aileleri ve hizmetçileriyle birlikte ikamet ettikleri bir kaleydi. Askerî şato inşası oldukça eskiye—hiç şüphesiz savaş arabasından ve atın askeri amaçla kullanılmasından da eskiye uzanır. Tıpkı savaş arabası gibi, şatonun önemi de şövalyelik ve kraliyet savaşçılığının gelişmesiyle ortaya çıkmıştır. Şato yapımı ve şato prensliği, tüm dünyada; klasik şarkılar döneminin kadîm Çin’inde, Vedalar Hindistan’ında, Mısır ve Mezopotamya’da, Kenan’da, Deborah’ın Şarkısı zamanında İsrail’de, Homer destanları dönemi boyunca Yunanistan’da ve Etrüskler, Keltler ve İrlandalılar arasında yaygındı. Eski Mısır kaynakları şatolardan ve komutanlarından bahseder ve bunların ilk başlarda, tıpkı birçok küçük prenslik gibi birleştiği kabul edilebilir. Eski belgelerden, Mezopotamya’da, bölgesel krallıkların gelişiminden önce, Vedalar zamanında Batı Hindistan’da ve muhtemelen en eski Gatalar zamanında İran’daki gibi şatoyu mekân tutan bir prensliğin var olduğu anlaşılıyor. Şato, siyasal çözülme zamanında Ganj havzası üzerindeki Kuzey Hindistan’ın her tarafında kesin bir bas-kınlığa sahipti. Bu son örnekte, kaynakların kral ve soylu sınıf arasında 66



tuhaf bir biçimde sıkışıp kalmış olarak gösterdiği eski Kşatriyalar, açıkça anlaşılıyor ki birer prensti. Hıristiyanlaştırma döneminde Rusya’da şato yapımına ağırlık verildi. Aynı durum İsrail konfederasyonu (Abmilech) zamanında Suriye’de Thutmose hanedanlığı döneminde de görülür. Eski Çin literatürü de şatonun ilk ortaya çıkışına ilişkin yadsınamaz kanıtlar sunar. Hellen ve Ön Asya deniz şatosu hemen her tarafta korsanlık kadar yaygındı. Tahkim edilmemiş Girit saraylarının şatonun yerine yükselmesi için özellikle derin bir huzur ve barış döneminin yaşanmış olması güçlü bir olasılıktır. Bu bölgedeki Decelia gibi Peloponnes Savaşları’nda oldukça önemli olan daha sonraki şatolar başlangıçta soylu ailelere ait kalelerdi. Ortaçağ’da siyasal açıdan bağımsız bir yarı-soylu tabakanın (gentry) gelişimi, İtalya’daki castellı ile başladı. Kuzey Avrupa’da vasalların bağımsızlığı da Below’un yerinde saptamasıyla çok fazla sayıdaki şato yapımıyla bağlantılıydı.

Almanya’da, modern

zamanlarda bile bireysel temsilcilik, ne kadar zayıflamış olursa olsun, bir şato ailesinden gelmeye bağlıdır. Bir şatonun denetimini elinde tutmak o zaman, ülke üzerinde askerî egemenlik kurmak anlamına geliyordu. Tek sorun bu denetim yetkisinin “kimin elinde” olduğuydu. Denetim yetkisi münferit lordların ya da şövalyelerden oluşan konfederasyonların yahut kendi vasal ve memurlarının sadakatine güvenebilecek durumdaki bir yöneticinin elindeydi. Kale ve Pazarın Kaynaşma Noktası Olarak Şehir Müstahkem şehir, özel bir siyasal forma bürünmesinin ilk aşamasında bir kralın, soyluların ya da bir şövalye birliğinin tahkimatı konumundaki bir şatoya dayanıyordu. Bu soyluların ya kendileri kalede ikamet ediyor ya da oraya paralı askerlerden, yasallardan ve hizmetkârlardan oluşan bir garnizon bırakıyorlardı. Anglo¬sakson İngiltere’sinde bir “haw”a —”burgh” içinde etrafı çevrili bir eve— sahip olma hakkı civar taşradaki birtakım toprak sahiplerine bir ayrıcalık şeklinde bahşedilmişti. Antik ve Ortaçağ kal-yasında soylunun kentteki evi taşradaki şatosuna eklenti olarak düşünülmekteydi. Şatonun bitişiğinde yaşayanların bazen tümü, bazen özel bir tabakası, yurttaşlar (burgess) olarak, surların yapım ve onarımı, nöbet tutma, savunma hizmeti ve zaman zaman kentin askeri erkânına azık temin etme ve iletişim gibi birtakım askerî görevleri yerine getirmek zorundaydı. Bu örnekte kentli, kendi malikânesinin bir üyesidir zira kentin askerî birliğine dâhildir. Maitland bu durumu İngiltere özelinde incelemiştir. “Burgh”taki evler, tahkimatı koruma göreviyle meşgul kişilerin mülkiyetindeydi. Bu, köyle tezat teşkil eder. Kralın ya da soylu sınıfın güvencesinde olan pazar asayişiyle birlikte askerî yargı hakkı ortaya çıkar. Siyasal 67



işleve sahip şatoyla ekonomik işlevi olan ve kentlerin pazar alanlarıyla birlikte bazen her iki işleve de hizmet eden pazar arasında esnek (plastik) bir ikilik vardır. Aynı durum, ordunun toplanma ve eğitim alanıyla barışçıl İktisadî mübadelenin gerçekleştiği yer arasında da söz konusudur. Askerî eğitim alanıyla İktisadî pazar, mekânsal açıdan her yerde birbirinden kopuk değildir. Atina pnyx’i, köken olarak siyasal ve dinsel etkinliklerin yanı sıra İktisadî mübadelenin yapıldığı agora dan” çok daha sonra ortaya çıkan bir gelişmeydi. Diğer taraftan Roma’da, comitum ve campus maritus"(askeri eğitim alanı) çok eski zamanlardan beri İktisadî foradan ayrıydı—tıpkı Ortaçağ’da, kent alanının ön cephesi olarak, Siena’daki piazza del campo nun (bugün hâlâ kentin çeşitli semtleri arasında düzenlenen yarışlar için kullanılan bir turnuva alanı) hemen yakınındaki mercato’dan” ayrı olması gibi. Benzer şekilde İslam şehirlerinde de, savaşçıların etrafı çevrili kampı olan kasaba (kasbeh) mekânsal olarak pazardan (bazaar) ayrıydı. Güney Hindistan’da yüksek rütbelilerin siyasal şehri, İktisadî şehirden kopuk bir biçimde ortaya çıkar. Siyasal kale garnizonuyla sivil İktisadî nüfus arasındaki ilişki karmaşık olmakla birlikte kentin kompozisyonu açısından her zaman için çok önemlidir. Nerede bir şato kurulduysa malikânenin ve savaşçıların ihtiyaçlarını karşılayacak zanaatkârlar oraya gelip yerleşmiştir. Bir prensin askerî hanesinin tüketim gücü ve sağladığı koruma güvencesi tüccarları cezbediyordu. Dahası, lordun kendisi de bu sınıfları cezbetmeye özen gösteriyordu, zira ya ticarî kazancı vergilendirmek ya da sermaye vererek ticarete katılmak suretiyle onlardan parasal gelirler elde etme durumundaydı. Bazı zamanlar lord kendi başına ticarete girişiyor, hatta onu tekeline alıyordu. Kıyıdaki şatolarda, lord, gemi sahibi ya da limanın yöneticisi olarak, korsanlıktan ya da barışçıl bir şekilde elde edilen kârlardan bir pay alıyordu. Orada yaşayan yandaşları ve vasalları da, lordun, ya gönül rızasıyla ya da onlarla iyi geçinmek durumunda olduğu için mecburen verdiği ticaret yapma iz-ni sayesinde kazanç sağlıyorlardı. Antik dönemdeki şehir lordlarının ticarî etkinliklere katılmalarına ilişkin kanıtlar çoktur. Cyrene gibi eski Hellen kentlerinden kalma vazolar, mallan tartan kralı (silphion) resmeder. Mısır’da tarihsel dönemin başlarında Aşağı Mısır Firavununun bir ticaret filosundan bahsedilir. Dünyada oldukça yaygın olmakla birlikte, özellikle taşımacılık ticaretinin kolaylıkla kontrol edildiği kıyı “şehirleri”nde, yerleşik askeri ailelerin iktisadi çıkarı, ticari kazançlara bizzat katılmaları sonucunda, şato reisinin koyduğu tekellere rağmen, büyüyüp gelişmiştir. Bu ailelerin kent ekonomisine katılabiliyor olmaları çoğu zaman prensin (varsa) tekelini sarstı. Durum böyle olduğunda prense yönetim halkasında primıts inter pares ya da 68



yalnızca eşit gözüyle bakılıyordu. Yönetim halkası, toprağa dayalı mülkiyetle yaşamını sürdüren ve bazı barışçıl ticaret biçimlerinden ya da korsanlıktan veya deniz savaşlarına katılarak sermaye sahibi olan kentli ailelerden oluşmaktaydı. Özellikle Ortaçağ’daki commenda sermayesi bunların elindeydi. Prens çoğu kez kısa dönemler için seçilmekteydi ve her hâlükârda gücü önemli ölçüde sınırlanmıştı. Eski kıyı kentlerinde Homer döneminden itibaren aşamalı bir biçimde yıllık belediye meclisleri ortaya çıktı. Oldukça benzer oluşumlar erken Orta- Çağ’da da yaşandı. Venedik’te bu tür oluşumlar dükalara karşı bir denge görevi görüyordu. Bununla birlikte bir kraliyet kontunun veya vikontun ya da piskoposun veya başka birinin kentin lordu olmasına bağlı olarak oldukça değişik liderlik konumları vardı. Diğer tipik ticaret kentlerinde de benzer gelişmeler görülür. Bunun içindir ki, erken Antik dönemde ve Ortaçağ’da kentli ticarî sermaye sahipleri, ticaret finansörleri, kentin yüksek konumdaki kişileri, ilke olarak ticarî “işletme” sahiplerinden, kelimenin en dar anlamıyla tüccarlardan ayrı değerlendirilmelidir. Tabakaların çoğu kez birbirine karıştığına kuşku yoktur. Gerçi bu sayede daha sonraki açılımları daha o dönemden öngörebiliyoruz. Ardbölgede (hinterland), yükleme noktaları, terminaller, nehir kavşakları ve kervan güzergâhları (sözgelimi, Babil) benzer gelişmelerin yaşandığı yerler olabiliyordu. Tapınağın rahibi ile kentin ruhanî lordu arasında zaman zaman rekabet baş gösteriyordu; zira meşhur tanrıların tapınak alanları oradaki farklı etnik kökenli unsurlara kutsal koruma sağlıyordu. Bu tür bölgeler siyasal açıdan korunmasız ticaret için uygun mahaller sağlayabiliyordu. Böylelikle İktisadî açıdan tapınak gelirleriyle geçinen kent- benzeri bir yerleşim, vergilerle geçinen prenslik kentinin prense bağlanmasına benzer bir tarzda kendisini tapınak alanına bağlayabiliyordu. Münferit örnekler, prensin nakdî gelirlerden elde ettiği payın, lordun malikânesinden ve vergilendirmesinden bağımsız ticaret ve üretim yapma ayrıcalıkları tanımada ne kadar baskın olduğunu gösterecek çeşitlilikteydi. Diğer taraftan lord kendi ihtiyaçlarını karşılamakla ilgilenip kendi kuvvetlerini güçlendirmeye ve dolayısıyla ticareti kendi tekeline almaya yönelebilirdi. Lord özel ayrıcalıklar tanımak suretiyle yabancıları cezbederken, kendisinin siyasal koruması altında yaşayan ya da geçimini malikâneden sağlayan yerli sakinlerin çıkarlarım ve (kendisi için de önem arzeden) “oturmuş” (established ability) becerilerini de dikkate almak zorundaydı.

69



Bu olası gelişim yelpazesine şehrin kuruluşunun ya da oluşumunun dayandığı baskın grubun siyasî-askerî yapısının etkileri de ilave edilmelidir. Şehrin gelişiminde, buradan doğan temel antitezleri göz önünde bulundurmalıyız. Batı Kentine Özgü Birlik ve Statü Özellikleri Ne ekonomik anlamdaki “şehir” ne de özel bir siyasî-idarî yapıya bürünen garnizon, zorunlu olarak bir “topluluk” oluşturur. Bir kent “topluluğu”, kelimenin tam anlamıyla yalnızca Batı’da rastlanan bir olgudur. Yakın Doğu’da (Suriye, Fenike ve Mezopotamya’da) yer yer istisnalara rastlanır. Ancak bu süreksizdir ve gelişimini tamamlayamamıştır. Bir yerleşim biriminin tam bir kent topluluğu oluşturması için aşağıdaki özellikleri bir bütün olarak sergileyen yerleşim birimiyle olan ticarî ilişkilerde görece bir üstünlük göstermesi gerekir: 1. bir tahkimat, 2. bir pazar, 3. kendisine ait bir mahkeme ve en azından kısmî bir hukuk özerkliği, 4. buna bağlı bir birlik (association) şekli ve 5. kısmî otonomi ve kendi başına buyrulduk (autocephaly) ve dolayısıyla kentlilerin seçtiği yetkililerden oluşan yönetim. Geçmişte, kent topluluğunu tanımlayan haklar genelde zümrelere ait ayrıcalıklardı. Kent topluluğunun kendine özgü siyasal özellikleri sadece özel bir tabakanın, farklı ve yeni bir zümrenin varlığıyla ortaya çıktı. Bu ölçüye göre sadece Batı Ortaçağının “kent”leri bir parça gerçek şehir özelliğine sahipti; on sekizinci yüzyıl şehirleri bile yalnızca çok sınırlı derecede gerçek kent topluluklarıydı. Yine bu kurala göre, Asya şehirleri, hepsi pazar ve kaleye sahip olsalar da, birkaç önemsiz istisna hariç, hiçbir biçimde birer kent topluluğu sayılmazlardı. Çin’de tüm büyük ticaret merkezlerinin ve hatta pek çok küçük merkezin etrafı surlarla çevriliydi. Aynı durum Mısır, Yakın Doğu ve Hint ticaret merkezleri için de söz konusuydu. Bu ülkelerdeki büyük ticaret merkezleri çoğu kez hukukî yetkilere sahip bağımsız yerlerdi. Çin, Mısır, Yakın Doğu ve Hindistan’da büyük ticaret merkezleri aynı zamanda geniş siyasal birliklerin merkezi durumundaydı. Bu, Ortaçağ Batı kentlerinde, özellikle Kuzey şehirlerinde rastlanmayan bir olgudur. Dolayısıyla gerçek kent topluluğuna ait hepsi olmasa da pek çok temel unsur mevcuttu. Ne var ki, Asya şehirleri kentlilerin sahip olduğu özel bir maddî (esas hukuk) veya yargılama (usûl) hukukuna ya da yine kentliler tarafından özerk bir biçimde tayin edilen mahkemelere yabancıydı. Şehirlerde konumlanmış (Hindistan’daki) lonca ve kastlar, o da yalnızca bir dereceye kadar, kendilerine ait özel bir hukuk ve mahkemeler geliştirdiler. Bu birliklerin kentsel konumu hukukî açıdan düzensiz ve geçiciydi. Özerk yönetim bilinmemekte ya da ancak kalıntı düzeyindeydi.

70



Dahası, hatta özerk yönetimin görece yokluğundan da önemlisi, şehirde kentlilerden oluşan bir birliğin varlığı bile taşralıyla karşılaştırıldığında yeterince gelişkin değildi. Çinli kent sakini hukuksal açıdan, ailesine ve atalarının tapınağının bulunduğu, dolayısıyla kendisini vicdanen bağlı hissettiği (doğduğu) köye aitti. Bu, geçimini şehirde sağlayan fakat hukuksal açıdan köylü statüsünde kalan Rus köylü-yoldaşa benzer. Hintli kent sakini bir kast üyesi olarak kaldı. Kent sakinleri kural olarak, kentte özel bir konuma sahip esnaf loncaları türünden yerel meslek birliklerine de üyeydi. Son olarak, şehrin kolluk kuvvetlerince taksim edildiği semt ve mahalleler gibi idari bölgelere bağlıydılar. Kent sakinlerinin, şehrin idari birimleri dâhilinde belirli görevleri ve hatta zaman zaman hakları vardı. Semt ya da sokak sakinleri huzuru sağlama işinde, kişilerin güvenliğinden ya da diğer kolluk görevlerinden topluca sorumlu olabiliyordu. Böylelikle seçilmiş memurlara veya kalıtsal heyetlere [yaşlılar heyeti] sahip topluluklar oluşturmaları mümkündü. Bu durum, bir ya da birden çok sivil idari yapının (Machi-Bugyo) hiyerarşik sıralamada kendi kendini yöneten mahalle topluluklarının üstünde konumlandırıldığı Japonya’da ortaya çıktı. Ne var ki, Antik ya da Orta Çağ’dakine benzer bir kent hukuku yoktu. Tek başına tüzel kişilik olarak şehir bilinmemekteydi. Sonuçta, bir bütün olarak şehir, elbette ki, Merovenj ve Karolenj imparatorluklarında olduğu gibi, ayrı bir İdarî birim oluşturdu, fakat şehirde yaşayanların yerel yönetime özerk olarak katılmaları söz konusu değildi. Doğrusu şu ki, mahallin sakini olan bireyin yönetime katılımı taşrada, nüvesini ticarî faaliyetlerin teşkil ettiği -nisbetenbüyük şehirden çoğu kez daha gelişkin durumdaydı. Sözgelimi Çin köyünde yaşlılar konfederasyonu birçok olay¬da pratik olarak tam yetki sahibiydi ve yasal olarak ifade edilmese de, Pao-Chia onlara bağlıydı. Hindistan’da da köy topluluğu pek çok önemli meselede hemen hemen tam özerkliğe sahipti. Rusya’da mir', III. Alexander zamanındaki bürokratikleştirmeye dek hemen hemen özerk bir durumda yaşadı. Yakın Doğu dünyasının tümünde köken olarak soylu klan ailelerinden olan, daha sonra klanın başına geçen “yaşlı önderler” (İsrail’de, sekenim [ihtiyarlar]) yaşadıkları mahallin temsilcileri ve yöneticileriydi. Yerel mahkemenin de başında onlar vardı. Bu Asya kentinde or-taya çıkamazdı, çünkü Asyatik kent genellikle bir yüksek memur ya da prensin payitahtıydı ve dolayısıyla memur ya da prensin muhafızlarının doğrudan gözetimi altındaydı. Bunun yanı sıra şehir, bir prens kalesiydi ve yargı yetkisini elinde tutan kraliyet memurları (İsrail’de sarim) tarafından yönetilmekteydi. İsrail’de memurlar ve sekenim arasındaki ikilik kraliyet döneminde gözlenebilir. Kraliyet memurları bürokratik krallıklarda, her alanda muzaffer oldular. Yine de bu tür kraliyet 71



bürokratları her konuda tam iktidar sahibi değillerdi, zira çoğu zaman şaşırtıcı derecede kamuoyuna bağlıydılar. Çinli memur, kural olarak, özel durumlarda bir araya gelen klan ve meslek birlikleri benzeri yerel birliklere karşı oldukça güçsüzdü. Klanların ve yerel birliklerin bir araya gelip oluşturdukları her ciddi muhalefette Çinli Memur konumunu kaybetti. Yol kesme, boykot, kepenk indirme ve baskıya tepki olarak zanaatkâr ve tüccar grevleri, memurların gücünü sınırlayan gündelik olaylardı. Ancak memurların yetkilerine konulan bu tür sınırlamalar, tümüyle belirsiz türdeydi. Çin’de ve Hindistan’da loncalar ve diğer meslek birlikleri, memurların dikkate almaları gereken yetkilere sahipti. Yerel birliklerin başında bulunan kişi, çoğu kez üçüncü tarafların da dahil olduğu genişçe bir alan üzerinde zorlayıcı yaptırımlara sahipti. Yine de yerel birliklerin gücü ancak somut grup çıkarıyla ilgili belli konulardaki özel yetkileri içeriyordu. Dahası, bir kent sakinleri topluluğunu tek başına temsil eden sıradan bir müşterek birlik yoktu —hatta bunun olanaklılığına ilişkin bir kavramın varlığından bile söz edilemez. Kentliye özgü bir statü niteliği olan yurttaşlık burada eksiktir. Çin, Japonya ve Hindistan’da ne kent topluluğuna ne de yurttaşlığa rastlanabilir, Yakın Doğu’da ise bunların yalnızca izleriyle karşılaşmak mümkündür. Japonya’da zümrelerin (estates) örgütlenişi tümüyle feodaldi. Hükümet memurları samurai (binekli) ve kasi (bineksiz), kısmen meslekî birliklerde bir araya gelen köylü (no) ve tüccarlarla karşı karşıyaydı. Ne var ki, burada da “yurttaşlık” ve “kent topluluğu” kavramlarından söz edilemez. Aynı durum feodal dönem boyunca Çin için de geçerlidir. Feodal dönemden sonra Çin’de akademik payelerin verildiği sınavlar neticesinde memur olmaya hak kazanan okumuşlardan (literati) oluşan bürokratik yönetim, aralarında İktisadî açıdan ayrıcalıklı tüccar loncalarının ve mesleki birliklerin bulunduğu okuma-yazması olmayan (illiterate) tabakalarla karşı karşıyaydı. Fakat bu dönemde Çin’de de “şehir yurttaşlığı” ve “kent topluluğu” kavramlarından söz edilemez. Gerek Japonya’da gerekse Çin’de meslek birliklerinin kendi kendilerini yönetmeleri bu gerçeği değiştirmez. Dahası köyler kendi kendilerini yönetmekteyken, şehirler için aynı durum söz konusu değildi. Çin’de şehir, Japonya’ya tümüyle yabancı bir şekilde, imparatorluk otoritelerinin resmî bir merkezi ve kalesiydi. Hint şehirleri birer kale ve pazar yeri olmalarının yanı sıra kraliyet payitahtı veya kraliyet yönetiminin resmî merkezleriydi. Tüccar loncaları ve kastlar —genellikle meslekî birliklerle birlikte— özellikle sahip oldukları hukukî yetki ve yargıya nazaran gözle görülür bir özerklik içindeydi. Bununla birlikte, Hint toplumunun kalıtımsal kast sistemi, içerdiği ritüelistik 72



meslek ayırımcılığı sonucu yurttaşlığın ve kent topluluğunun ortaya çıkışına engel oldu. Ve çok sayıda tüccar ve zanaatkâr kast ve alt-kastının varlığına rağmen bunlar, Batılı kent tabakalarıyla bir tutulamaz ve aynı çerçeve içerisinde değerlendirilmez. Hindistan’ın tüccar ve zanaatkâr kastlarının, ortaçağ kent birliklerine denk gelen bir biçimde birleşmeleri de mümkün değildi zira kast yabancılaşması kastlar-arası “kardeşlik”! (fraternization) tümüyle engelliyordu. Kabul edilmeli ki, büyük kurtuluş dinleri döneminde Hindistan’da, pek çok kenti bir birlik içinde toplayan kalıtsal heyetle (schreschths) birlikte loncalar ortaya çıktı. Bu dönemin kalıntıları olarak, bugün bazı şehirlerde (Allahabad) Batı’nın belediye başkanına karşılık gelen ve yönetimde payı bulunan bir kent reisi (schreschth) vardır. Dahası, büyük bürokratik krallıklardan önceki dönemde Hindistan’da, orduya fil tedarik eden ailelerden oluşan aristokrat bir sınıf tarafından yönetilen —siyasal açıdan özerk— bazı şehirler vardı. Bu olgu daha sonraları hemen hemen tümüyle ortadan kalktı. Ritüelistik kast yabancılaşmasının arzu edilen noktaya ulaşması lonca birliklerinin dağılmasına neden oldu ve Brahmanlarla ittifak halindeki kraliyet bürokrasileri, birkaç kalıntı dışında Kuzeybatı Hindistan’da yurttaşlık ve kent topluluğu yönündeki eğilimleri tümüyle ortadan kaldırdılar. Yakın Doğu’ya gelindiğinde Mısır’ın klasik çağında şehirler, kralın tanıdığı pazar ayrıcalıklarına sahip birer resmî yönetim merkezi ve kaleydi. Ne var ki, Büyük Krallık döneminde şehirler özerklik, topluluk örgütleri ve ayrıcalıklı bir yurttaş zümresinden yoksun kaldılar. Orta Krallık döneminde Mısır’da memur feodalizmi hâkimdi; Yeni Krallık’ ta ruhbanlardan oluşan bürokratik bir yönetim ortaya çıktı. “Kent ayrıcalıkları” o yerdeki feodal ve prebendat (prebend (Ing): papaz arpalığı, yüksek mevkideki bir papaza yapılan ufak ama düzenli ödeme) memuriyet sahiplerine tanınıyordu. Bu durum, eski Almanya’da piskoposlara verilen ayrıcalıklarla karşılaştırılabilir. Bununla beraber, kent hakları özerk bir yurttaşlar zümresine tanınmadı ve dolayısıyla bir “kent aristokrasisi”nin tohumları bile atılamadı. Eski Mısır yurttaşlık kavramına bütünüyle yabancı olmasına karşın, Mezopotamya, Suriye ve özellikle Fenike’de bu olguya rastlanıyordu. Buralarda oldukça erken bir dönemde, deniz ve kervan ticaretinin kesişme noktalarında tipik şehir-krallıkları ortaya çıktı. Bu tür şehir krallıkları güçlü bir kutsal-seküler karaktere sahipti. Buraların bir başka özelliği ise, savaş arabalarının kullanıldığı dönemde, patrisyen ailelerin “şehir meclisinde” (Tel- el-Amarna levhalarında bitu) iktidarlarının yükselişiydi.

Kenan şehrinde savaş arabalarını kullanan

şövalyelerden oluşan ve kentte ikamet eden bir birlik ortaya çıktı. Şövalyelik, erken dönem Helen şehrindekine benzer şekilde köylü çiftçileri muhtaç ve borç kölesi bir duruma getirdi. 73



Aynı durum apaçık bir şekilde Mezopotamya’da da vardı. Toprak sahibi, tam bir kentli olarak İktisadî açıdan savaş hizmetine hak kazanmış “patrisyen”, köylüden ayrıydı. Bu tabakanın muafiyet ve imtiyazları, kral tarafından bahşediliyordu. Ne var ki, yönetimin askerî gücünün artmasıyla birlikte bu da ortadan kalktı. Mezopotamya’da siyasal açıdan özerk, Batı tipi şehirlere ve bir kentli tabakaya rastlamak kraliyet hukukunun yanı başında özel bir kent hukukuna rastlamak kadar enderdir. Kendi sermayesiyle ticaretle uğraşan toprak sahibi aristokrat zümre, şehir devleti üzerinde kendi hâkimiyetini yalnızca Fenike’de kurmayı başardı. Bununla birlikte, Sur ve Kartaca’da zamanın madenî paralarından —am Sor ve am Karthadast—bir yönetici “demos’’un varlığına ilişkin ipucu çıkarmak nerdeyse imkânsız gibidir ve böyle bir şey olmuşsa da bu, ancak çok daha sonraki bir döneme aittir. Dolayısıyla gerçek anlamda yurttaşlar topluluğu ancak kısmen gelişmiştir. İsrail’de Juda bir şehir devleti oldu, fakat patrisyen ailelerin reisleri olarak erken dönemde yönetimi elinde tutan “yaşlı önderler” {(sekenim) ihtiyarlar], kraliyet yönetimi tarafından arka plana itildiler. Gibborim (şövalyeler), kraliyet refakatçileri ve kraliyet ordusunun askerleri oldu. Taşranın aksine, büyük şehirleri, kraliyet memurları (sarim) yönetti. Topluluğun (kahal) ya da cemaatin (cheber) mezhep temelinde,

ruhban ailelerin

yönetiminde bir kurum olarak ortaya çıkması ancak sürgünden sonraydı. Bununla beraber tüm bu olgular gösteriyor ki, Gens Claudia ’ nın yönetimi altındaki Roma’dakine benzer bir şehir gelişimine ilişkin ilk sahici benzerlikler burada, Akdeniz ve Fırat kıyılarında ortaya çıktı. Kent, orada ikamet eden aristokrat bir zümre (patrician) tarafından yönetilmekteydi. Bu zümrenin gücü, öncelikle ticaretten kazanılan ve ikincil olarak gayrı menkule, borç ve savaş kölelerine yapılan yatırımlardan elde edilen parasal zenginliğe dayanıyordu. Kent aristokrasisinin askerî gücü, şövalye savaşları için yapılan eğitimin — karşılıklı kan davalarında harcanan bir eğitim— bir ürünüydü. Patrisyenler mekânsal açıdan dağınıktı. Onları bir araya getiren, kral (schofeten) veya pri- mus inter pares olarak sekenim idi. Tıpkı konsülleri olan Roma patrisyenleri gibi, bu soylular da sırtını devşirme muhafızlara dayayan karizmatik savaş kralının (Abimelech, Jepthah, Davud) tiranlık tehdidi altındaydı. Hellenik döneme dek bu kentsel gelişim aşaması hiçbir yerde kalıcı bir biçimde aşılmadı. Açıktır ki, bu tür bir aristokrasi İslamiyet döneminde Arabistan kıyısındaki şehirlerde de egemendi ve daha büyük devletlerdeki gibi, kentin ve asiller zümresinin özerklikliginin tümüyle yok edilmediği İslam şehirlerinde varlığını korudu. Islâm yönetiminde kadîm Doğu koşulları (oriental conditions) çoğu kez korundu. Bunun sonucunda ortaya çıkan durum, kentli ailelerle hükümdarlık memurları arasında sürekli değişen bir özerklik oranıdır. Kentte 74



yaşayan aileler, kentin ekonomik fırsatlarından kaynaklanan ve toprak ve köleye yatırılan zenginliğe dayalı bir güce sahipti. Herhangi bir resmî yasal tanıma olmamasına rağmen hükümdarlar ve memurları, tıpkı Çinli Pao Chia’nın köylerdeki klan büyüklerinin, tüccarların ve meslek birliklerinin engellemelerini dikkate almasına benzer bir tarzda, patrisyenlerin gücünü hesaba katmak zorundaydı. Ancak şehrin, bu yolla zorunlu olarak bağımsız bir birlik oluşturduğu söylenemezdi. Kanıtlanabileceği üzere, çoğu zaman tersi olmuştur. Mekke gibi Arap kentleri Ortaçağ’dan yüzyılın başına dek özgünlüğünü korumuş kabilelerin yerleşim birimiydi. Snouck Hurgronje’nin gösterdiği gibi, Mekke şehri, Ali’nin soyundan gelen sülalelerin (dewis) —Hassaniler ve diğer soylu sülaleler böyleydi— hükümdarlık mülkiyetini temsil eden beldelerle (bilad) çevriliydi. Beldeler köylüler, muhtaçlar ve himaye edilen Bedeviler tarafından iskân edilmişti. Beldeler çoğu kez içiçeydi. Dewis, atalarından birinin bir zamanlar şerif olduğu herhangi bir sülaleydi. 1200 yılından beri şerifin kendisi istisnasız Ali soyundan gelen Katâdelerdendi Hukukî açıdan şerifin halifeye bağlı (çoğu kez özgürlüğü olmayan ve bir defasında, Harun Reşid zamanında, Berberi bir köle olan) yönetici tarafından iş başına getirilmesi gerekiyordu. Oysa gerçekte şerif Mekke’de yaşayan dewis liderlerinin seçimi sonucu şerifliğe hak kazanan aileden seçilirdi. Hem bu nedenden, hem de Mekke’de ikametin hacılardan istifade etme olanakları sunmasından ötürü sınıf başları (emirler) kentte yaşardı. Zaman zaman, kâr ve zararı birlikte paylaşmak için kotalar oluşturma ve barışı koruma yönünde anlaşmalar yapmak suretiyle aralarında çeşitli ittifaklar kurarlardı. Bu tür ittifaklar her an sona erebilirdi ve çözülme, kentin içinde ve dışında bir kan davasının başlayacağının işaretiydi. Bu tür kan davalarında kölelerden oluşan askerî birlikler kullanılırdı ve yenilen grup kentten sürülürdü. Bununla birlikte, yenilgiye karşın, düşman aileler arasında yabancılara karşı çıkar birlikteliği, sürgün edilen ailelerin üyelerinin ve yandaşlarının canlarını ve mallarını bağışlama nezaketine riayet edilmesini gerektiriyordu. Bu tarz nezaketleri gözetmemek, kazanan grubun kendi taraftarlarının genel isyana kalkışmaları tehdidini de beraberinde getiriyordu. Mekke şehri modern dönemde aşağıdaki resmî otoriteleri tanımaktadır: 1. Kâğıt üzerinde otorite olarak, Türkler tarafından iş başına getirilen İdarî konsül (Meclis) heyeti gözükür; 2. Fiilî otorite gerçekte, himayeci konumunda bulunan Türk valisidir (önceki zamanlarda genellikle Mısır hidiviydi); 3. otorite, ortodoks hukukun temsilcileri durumundaki dört kadı tarafından paylaşılır. Bunlar her zaman için Mekke’nin soylularındandır ve en seçkinleri (şafıî) şerif tarafından yüzyıllardır bir aileden seçilir ya da himayeci tarafından teklif edilir; 4. Şerif aynı zamanda kent soylularından oluşan kurulun başıdır; 5. Loncalar, özellikle hac 75



rehberleri, kasaplar, tahıl tüccarları ve diğerleri; 6. Kısmen özerk bir yapıya sahip kent ahalisinin başındaki yaşlı ileri gelenler. Bu otoriteler standart yetkileri olmaksızın pek çok şekilde birbirleriyle mücadele ettiler. Hukukî bir davada taraflar, en lehte gözüken veya zanlıya karşı en güçlü duran otoriteyi seçerdi. Vali, tüm şerî meselelerde kendisiyle mücadele eden kadıya sorunun çözümü noktasında başvurulmasına engel olmaktan acizdi. Şerif yerliler için, özellikle Bedeviler ve hac kervanlarıyla ilgili meselelerde, en uygun otoriteydi. Vali, şerifin işbirliğine muhtaçtı. En nihayet, diğer Arap bölgeleri gibi —bilhassa şehirlerde — burada da, soyluların işbirliği otoritenin etkisi bakımından hayatî öneme sahipti. Dokuzuncu yüzyılda Tulunoğullarıyla Fatımîlerin ortadan kalkmasıyla birlikte, Mekke’deki en zengin loncalar —kasapların ve tahıl tüccarlarının loncaları—güç dengesini ellerine geçirdiklerinde, Doğu’ya özgü koşullardan kalma bir gelişme yaşandı. Ne var ki, İslâmiyet döneminde yalnızca soylu Kureyş aileleri, askerî ve siyasî öneme sahipti; dolayısıyla bir loncalar yönetimi hiçbir zaman ortaya çıkmadı. Kentte yaşayan ailelerin kâr paylarıyla ayakta duran kölemen askerler sürekli olarak kendi güçlerine güç kattı. Benzer bir tarzda, ortaçağ İtalyan kentlerinde iktidar sürekli olarak, askerî gücü elinde tutan şövalye ailelere doğru kaydı. Şehri ortak bir birimde birleştirebilecek bir birlik düşüncesi Mekke’de yoktu. Bu, Mekke’yi antik polisten ve erken ortaçağ İtalyan komününden ayıran özellikti. Bununla birlikte, bütün bunlar enine boyuna değerlendirildikten sonra şurası açık ki, Arap kentinin bu özelliği —tabiî ki belli İslâmî özellikleri çıkardıktan ya da Hıristiyan karşılıklarıyla değiştirdikten sonra— kent topluluğu kurumunun ortaya çıkışından önceki döneme örnek olarak gösterilebilir. Bu özellik, Batı’nın ticaretle uğraşan kıyı kentleri için de örneklik teşkil eder. Elimizdeki sağlam bilgilerden edindiğimiz kadarıyla, kentsel bir ekonomik karaktere sahip Asya ve Doğu yerleşim birimlerinde genel olarak, geniş aileler ve meslekî birlikler yegâne toplumsal (komünal) etkinlik vasıtalarıydı. Toplumsal etkinlik, belirtilen tarzda bir kentli tabakanın ürünü değildi. Elbette ki, geçişler akışkandır, fakat buna ancak bazı zamanlar, yüzbinlerce hatta milyonlarca kişiyi barındıran büyük yerleşim yerlerinde rastlanabilir. Ortaçağ Bizans İstanbul’unda, kent bölgelerinin temsilcileri spor yarışlarını finanse eden (hâlâ Siena’daki at yarışlarında olduğu gibi) fırka (party division) liderleriydi. Jüstinyen zamanındaki Nika isyanı kentteki bu tür yerel bölünmelerin bir ürünüydü. Yine İstanbul’da, İslam Ortaçağından on altıncı yüzyıla kadar, Yeniçeri ve Sipahiler gibi tümüyle askerî kurumların ve Ulema ve Dervişlerden oluşan dini örgütlerin yanında kentli çıkarların temsilcileri olarak yalnızca tüccarlar, birlikler ve loncalar görünür. Ne var ki, on altıncı yüzyıl 76



İstanbul’unda hâlâ herhangi bir kent temsili yoktur. Benzer şekilde, geç Bizans İskenderiye’sinde oldukça güçlü keşişlerin desteğine dayanan patrisyenlerin ve küçük bir garnizona dayanan valinin gücü dışında, kentlerin herhangi bir milis kuvveti yoktu. Kent bölgeleri dahilinde yalnızca rakip müsabaka takımları —”yeşiller” ve “maviler”—, öncü organizasyonları temsil ediyorlardı.  



77



Bölüm Soruları 1) Klasiklerin kent sorununa yaklaşımındaki ortak özellikler nelerdir? 2) Marx&Engels’in kent konusundaki analizlerinde ana faktörler nelerdir? 3) Engels’in kent sorununa ilişkin çalışmasının adı nedir? Çalışmanın özgünlüğü hangi özelliklerinden kaynaklanır? 4) Durkheim kent ve toplum arasında nasıl bir ilişki kurar? 5) İş bölümü’ ve ‘dayanışma’ kavramları temelinde 19. yüzyıl kentini analiz eden sosyolog kimdir? 6) Weber ve Marx’ın kent yaklaşımında ortak unsurlar var mıdır? Tanıtınız ve açıklayınız 7) Weber’in şehir konusundaki analizleri hangi çalışmasında yer almaktadır? 8) Weber’in üretim ve tüketim kenti sınıflamasının ayırdedici unsurları nelerdir? 9) Weber’in ‘ideal kent’i nasıl olmalıdır? Hangi özelliklere sahiptir?

78



5. ‘METROPOL ve ZİHİNSEL YAŞAM’ GEORG SİMMEL

79



Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz? 1) Georg Simmel Kimdir? 2) Simmel Sosyolojisi ve Kent 3) Okuma Parçası: ‘Metropol ve Zihinsel Yaşam’- Georg Simmel

80



Giriş Georg Simmel, 1858-1918 yılları arasında yaşamış Alman bilim adamıdır. Simmel, Amerikan sosyolojisinin ve kent sosyolojisinin kurucu isimlerinin birlikte çalıştıkları ve kendisinden feyz aldıkları önemli bir isimdir. Alman geleneğinden farklı olarak ‘formel’ biçimsel bir sosyoloji anlayışının temsilcisidir. Sosyoloji Simmel’e göre ‘toplum içinde sadece toplum olan şeyi inceler, özel ilgi alanı budur.’ O’nun ilgisi toplumsal biçimlerdir. Kent Sosyolojisinin, özel bir alan olarak kendini ifade etmesi Chicago Okulu üyeleri aracılığıyla gerçekleşmiştir. Kent sosyolojisinin kurucu isimleri mesleki ve kişisel anlamda Simmel ile ilişkide bulunmuşlardır. ABD’de uzun bir dönem boyunca Simmel sosyolojisi tanıtılmış, çalışmaları çevrilmiş ve önemli isimler Simmel sosyolojisinin tanınması ve yaygınlaşmasına katkıda bulunmuşlardır. Bu bölümde kent sosyolojisi yazınında temel çalışmalarından biri olan ‘Metropol ve Zihinsel Yaşam’ başlıklı makalesi aracılığıyla Simmel’in kent alanına ilişkin görüşlerini ve Chicago okuluna katkılarını tanımak amaçlanmaktadır.

81



5.1. Georg Simmel Kimdir? (1858-1918)23 Georg Simmel 20. yüzyıl boyunca Amerikan Sosyolojisi’nde önemli etkileri olan bir isimdir. 19. yüzyılın ikinci yarısında Berlin’de doğan Simmel, Yahudi kökeni nedeniyle dışlanmış ve akademik kariyeri açısından başarısız addedilmiştir. “Doktora çalışması ‘olağandışı konusu ve bu konuyu işlemek üzere seçilmiş olan çerçevenin yöntemsel uygunsuzluğu’ nedeniyle reddedilmiş, kendisine adeta sipariş edilen ve Kant felsefesiyle ilgili bir tez yazarak doktor olabilmiştir. Uzun süre herhangi bir yerden kadro alamamıştır. Almanya’da bir taşra üniversitesi olan Strasbourg Üniversitesi’nde ‘nihayet’ kürsü sahibi olduğunda ise 56 yaşındadır.” (Dirlikyapan, 2011: 8-9) Simmel meselelere farklı yaklaşımıyla yaşadığı dönemde hem çok sevilmiş hem de görmezden gelinmiş, eleştirilmiştir. Eleştirilerde bulunmakla birlikte Durkheim’ın ve önemli sayarak Weber’in, etmediklerini

belirtmekle

yetinelim.

Simmel’in

konumuz

Simmel’i göz ardı

açısından

önemi,

Kent

Sosyolojisi’nin doğuşunu ilan eden Chicago Okulu dolayısıyla Amerikan Sosyolojisi üzerindeki etkileridir. Georg Simmel 20. yüzyıl boyunca ABD’de sosyoloji üzerinde somut bir etki bırakan tek Avrupalı bilim adamı olmasıyla farklı bir konumda bulunmaktadır. Avrupalı yazarlar arasında adından en çok söz edilen kişilerden birisidir. ABD’de Simmel’e olan ilgi 1930 ve 1940’lar boyunca canlı kalmış ve her zamankinden yaygın hale gelmiştir. Simmel’in ele aldığı konular şaşırtıcı derecede çeşitlidir ve genel ilkelerini ortaya koyarken düzensiz bir tavır sergilemiştir. “Zaten bizzat Simmel de Soziologie (1908) okuruna eserinin içeriğini tam olarak anlaması için dizin bölümünde sunulan konu listesine (alfabetik sırayla) başvurmasını salık vermiştir!” (Levine-Carter-Gorman, 2011: 56) Simmel’in fikirlerinin Amerikan sosyolojisine intikal etmesi farklı zamanlarda, farklı yerlerde, farklı biçimlerde ve farklı nedenlerle meydana gelmiştir. Levine-Carter-Gorman Simmel etkisini üç farklı dönemde ele alırlar: 1895-1930, Simmel’in düşüncelerinin tek bir merkezden yayılmasıyla bağdaştırılabilecek ilk çeviri dalgası; 1930-55, Simmel’e ilişkin bilgilendirme merkezlerinin dağılışı ve bunu izleyen yeni bir çeviri dalgası; 1955-75, daha eleştirel yorumların yapıldığı ve Simmel’in sosyoloji geleneğine daha sistematik bir biçimde eklemlenmesine çalışıldığı bir dönem” (57)                                                              23

Bu bölüm için bkz: Georg Simmel:Sosyolog, Sanatçı, Düşünür, in. D. Levine-E. Carter-E. Gorman, ‘Simmel’in Amerikan Sosyolojisi Üzerindeki Etkisi’ 2011, DoğuBatı. (54-95)

82



Simmel’in fikirleri ABD’ye iki yönlü aktarılmıştır. İlk olarak Almanya’da Simmel ile doğrudan kurulan bağlantılar. İkinci olarak ise bir kurumda, Chicago Üniversitesi’nde yayılma merkezinin oluşturulmasıyla…(58) Albion W. Small, Simmel ile bir bağ kuran ilk Amerikalı sosyolog olmuştur. Small, 1880’de Simmel Berlin Üniversitesi’nde öğrenciyken bu üniversitede öğrenim görmüştür. İkisi yakın denebilecek bir mesleki ilişki kurmuşlardır. Small, sonraki dönemlerde de Almanya’ya yaptığı gezilerde Simmel’i ziyaret etmiş ve onunla düzenli olarak yazışmıştır. Böylece Simmel’in sosyolojik yapıtlarından en önce haberdar olmuş ve ABD’ye Simmel’in çalışmalarının müjdesini veren ilk kişi olmuştur. (57) Simmel’in Amerikalı öğrencileri arasında en etkili isim haline gelecek olan Robert Park ise Berlin’e 1899 yılında gitmiştir. Sosyoloji alanındaki tek resmi eğitimini Simmel’den alan Park daha sonra “kısaca gazete ve toplum incelemesi konusunda edindiğim temel bakış açısını Simmel’den aldım” diyerek Simmel’in hakkını temsil etmiştir. (Levine-Carter-Gorman, 2011: 58) Albion Small, ABD’deki ilk sosyoloji bölümünü 1892 yılında Chicago Üniversitesi’nde kurmuş ve yine burada 1895 yılında American Journal of Sociology’yi yayımlamaya başlamıştır. Bölüm ve AJS yoluyla Small, Simmel’in fikirlerinin yayılmasını teşvik eden bir konuma yerleşmiştir. 20. yüzyılın başlarında Small, üç öğrencisini Simmel ile çalışmaları için Berlin’e gönderir. Chicago’da Simmel adına yapılan etkinlikler, Small’ın ardından bölüm başkanı olan ve bölümün baskın karakteri Robert Park’ın yönetiminde devam etmiştir. Park, öğrencilerinde oluşturduğu Simmel ilgisi dışında Ernest W. Burgess ile birlikte oluşturduğu okuma listesiyle ve 1921’de Chicago Üniversitesi Yayınları tarafından basılan ‘Sosyoloji Bilimine Giriş’ kitabıyla, Simmel’in yazılarının yayılmasına önemli destek vermiştir. Park ve Burgess sayısı Simmel’in 10 yazısını içerir. (…) ‘Park ve Burgess’ sosyoloji eğitimi alan genç kuşakları Simmel’in yazılarıyla tanıştırmada önemli rol oynamışlar ve 1920-1930’lu yıllarda ABD’de sosyolojiyi tanıtma konusunda en etkili isimler olmuşlardır. (…) 1930 yılına kadar ABD’nin önde gelen sosyoloji bölümünde 30 yıllık dönemin öğrencileri, Simmel ile kişisel iletişimde bulunmuş ya da ona büyük ilgisi bulunan insanlarla karşı karşıya gelmişlerdir. 83



1930 ve 1950 yılları arasında ABD’de Simmel’e duyulan ilgi öncelikle 1931 yılında Park’ın Simmel’in derslerini izlerken aldığı notların, Chicago’daki bir grup öğrenci tarafından yayımlanması ile kurumsallaşmıştır. Simmel’in öğretilmesi geleneği, Park’ın öğrencileri Louis Wirth ve Everett C. Hughes aracılığıyla daha gençler tarafından da devam ettirilmiştir. 1936’da Edward A. Shils, ‘Metropol ve Zihinsel Yaşam’ üstüne yazdığı makaleyi Chicago’ daki öğrenciler için çevirmiştir. Simmel konulu dersler diğer üniversitelerde de yayılmıştır. 1920’lerin ortalarında Almanya’da öğrenim gören Talcott Parsons, 1930’ların başında sosyal kuram üzerine Harvard’da verdiği derslerde Simmel’in de aralarında olduğu Durkheim, Weber vb. çalışmalarını konu edinen dersler vermiştir. (…) 1940 ve 1950’lerde seçkin bir grup göçmenin dersleri ve çevirileri Simmel’e yönelik ilgi konusunda yeni bir dalga oluşturmuş, 1955 ve 1975 arasında ise Simmel sosyolojisine ilgi ve çalışmalarının tanıtılması inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. Bununla beraber, Amerikan Sosyolojisi açısından Simmel, yabancılık ve toplumsal mesafe, kentleşme, küçük gruplarda etkileşim, mahremiyet ve toplumsal bilgi, çatışma ve mübadele konularında etkili olmuştur. (Levine-Carter-Gorman, 2011: 54-67)

5.2. Simmel Sosyolojisi ve Kent Simmel formel sosyoloji denilen bir genel bir sosyoloji kuramı yaratmıştı; diğer taraftan yabancılık, çatışma, gizlilik, hatta sayının ya da beş duyu sosyolojisinin rolü gibi tümüyle sosyolojiye temel olan birçok kavram barındırmakla birlikte sistematik bağları olmayan sosyolojik denemelerin de yazarıdır. Simmel’in sosyolojisinin en verimli yönlerinden birisi modern toplumlarda kurulan ilişkiler hakkındaki varsayımların detaylandırılması ve toplumlaşma biçimleri içinde güven, sadakat, minnettarlık, bağlılık ve inanç gibi psikotoplumsal dürtülerce rol oynamasına yaptığı vurgudur. İnsanlar farklı farklı güdülerle- çıkar, ihtiras, iktidar- davranırlar. Bu olguların çözümlenmesi psikolojiye düşer. İkinci gözlemi ise bireyin kendisini diğerleriyle etkileşimleri ile birlikte açıklamasıdır. Toplumsal gruplar içinde bireylerin işbirliği ya da rekabette olduğu somut durumları inceler. Üçüncü gözlemse insan etkinliklerinin genel biçimler (taklit, rekabet, hiyerarşik yapılar), ya da toplumsal gruplanmalarda (okul, kilise, devlet), yani her oluşumda birtakım biçimler içinde geliştiğidir. Sosyolojinin konusu bu biçimleri 84



çözümlemektedir. Biçimler yoksa toplum da yoktur. Bizi biraraya toplayan yani toplumsallaştıran çok sayıda biçim vardır (…) bunlardan biri terkedildiğinde toplum ayakta kalmayı sürdürür (…) ama biçimlerin tümüyle ortadan kalktığı bir toplum varolamaz. Sosyoloji toplumsal biçimleri soyut biçimde çözümleyen bilimdir ve bu şekilde bilir ki, biçimler toplumu oluşturmakla kalmaz, biçimler toplum demektir. (Freund, 1998: 165-168) Simmel, Alman toplumunda yaşadığı dönemde yaşanan belli başlı değişmelere ilişkin tarihsel bir inceleme yapmaz. Yapı, sistem, kurum kavramları onun sosyolojisinde ikincil rol oynarlar. Simmel üretim süreçleriyle, hele endüstriyel üretim süreçleriyle hiç ilgilenmez. Bu türden süreçlerin dolaylı sonuçları ve deneyimlenme biçimleridir onun sorunu. Sosyoloji onun için şimdiki zaman çözümlemesidir. (…) Toplum onun için bir sonuçtur. Sosyololoji toplumsal etkileşimi, toplumlaşma biçimlerini ardından da toplumun fenomenolojik yapısını ele almalıdır. Simmel’e göre her fragman her toplumsal kare bir bütün olarak dünyanın bütüncül anlamını açığa çıkarma anlamını taşır. (Frisby, 2004: 18-21) Simmel’in eserleri değerler, para, kültür, birey, sanat, kişilik ve moda üzerinden çeşitlenir. Çalışmaları büyük kentlerin dönüşümü ve bunun bireylerin yaşamına etkileri konularında soruları gündeme getirmiştir. Modern toplumsal ilişki biçimlerinden ortaya çıkan yeni ilişki biçimlerini araştırır. Simmel kentin kuruluş ve gelişmesinden çok kent yaşamının kişilik üzerindeki etkilerini ve şahsiyette meydana getirmiş olduğu değişiklikleri incelemeye çalışır. Kent yaşamı bireylerin kaderini tümden etkilemiştir. Modern yaşamın en önemli sorunu, bireyin kendini ezen bir sosyal ve kültürel düzen içerisinde bağımsızlığını ve bireyselliğini korumak için yapmış olduğu çabalardan doğmuştur. (Yörükan, 2005: 62-63) Amerika’da komünite üzerindeki incelemeleri ve yabancılaşma konusuna getirdiği katkılarla tanınmıştır. Avrupa toplumlarının geleneksel ve birbirine bağlı komünite şeklinden sanayili ve şehirli bir toplumun karmaşık biçimlerine geçişte ortaya çıkan sorunlar üzerinde durur. Birincil beşeri ilişkiler üzerinde durur. (Tuna, 1987: 56) Simmel bir anlamda Tonnies’in cemaat cemiyet ayırımından hareketle, aşamayla birlikte kişilikte meydana gelmiş olan değişiklikleri çalışmasının ağırlık merkezi haline getirmiştir. (Yörükan, 2005: 66) ‘Metropol ve Zihinsel Yaşam’ yazısında Simmel, modern bireylerin metropol yaşam içerisinde kendi bireyliklerini kurarken hangi süreçlerle karşılaştığı ve nasıl uyum sağladığını 85



ele almaktadır. Modern metropollerde- büyük kent, ana kentlerde- yaşayan bireyler maddi ve manevi anlamda yani bedenleri ve ruhlarıyla metropol yaşamına her gün yeniden uyum sağlarlar. Bu süreçte birey bir takım psikolojik-sinirsel uyarıların yoğunlaşmasını yaşar. Bu durum ise bireylerin iç gelişmesinden değil, kentin doğasından kaynaklanır. ‘Karşıdan karşıya caddenin her geçilmesiyle, ekonomik ve sosyal yaşamın temposu ve çoğulluyla kent, zihinsel yaşamın duyusal kurumları açısından kasaba ve kır yaşantısıyla zıtlık oluşturur.’ Metropol bireyde kırsal yaşamın yaptığından farklı bir bilinçlilik yaratır. Birey de kendini dış dünyanın tehlikelerine ve uyuşmazlıklarına karşı koruyan bir araç geliştirerek duygularıyla değil aklıyla hareket eder. Kısaca kent/şehir- metropol yaşamı bireylerin kişilik yapılarında farklılıklar oluşmasına neden olur. Bu yeni kentli bireyler de metropol yaşamına özgü ortak özellikler geliştirirler. Söz konusu özellikler ve metropol yaşamının diğer temel özelliklerini Simmel’in makalesinde açıklıkla ortaya konmuştur.  

5.3. Okuma Parçası: ‘Metropol ve Zihinsel Yaşam’- Georg Simmel Modern yaşamın en derin sorunları, bireyin, etkin sosyal kuvvetler; tarihsel miras, dışsal kültür ve yaşam tekniği karşısında varoluş özerkliğini ve bireyselliğini muhafaza etme amacından kaynaklanır. İlkel insanın bedensel varoluşu için doğayla yaptığı mücadele, en son dönüşümüyle bu modern biçime ulaşmıştır. On sekizinci yüzyıl, insanı, ahlak açısından ve ekonomik olarak devletle ve dinle bütün tarihsel bağlarından kendisini kurtarmaya çağırmıştı. (Böylece) insanın, özünde iyi ve umumi olan doğası, engellenmeksizin gelişecekti. On dokuzuncu yüzyıl ise, daha fazla özgürlüğe ek olarak, insanda ve çalışmalarında işlevsel uzmanlaşma talep etti; bu uzmanlaşma, bir bireyi ötekiyle kıyaslanamaz ve her bireyi mümkün olan en üst düzeyde vazgeçilmez hale getirdi. Bununla birlikte yine bu uzmanlaşma, her insanı, bütün ötekilerin destekleyici etkinliklerine daha doğrudan bağımlı hale de getirdi. Nietzsche, bireyin bütünüyle gelişmesinin koşulunu, bireyler arası mücadelenin en acımasız biçimde yapılması olarak görür; sosyalizm ise, aynı nedenle, bütün rekabetin bastırılması (gerekliliğine) inanır. Böyle de olsa, bütün bu duruşlarda aynı temel motif iş başındadır. Kişi, sosyo-teknolojik bir mekanizma tarafından aşağılanmaya ve yıpratılmaya direnç gösterir. Özellikle modern yaşamın ve ürünlerinin içsel anlamına, kültürel bedenin ruhuna ilişkin bir araştırma da, doğrusu istenirse, metropol gibi yapıların, yaşamın birey ile üstün birey içerikleri arasında bir eşitlik sağlaması sorununun çözümünü aramalıdır. Böyle bir araştırma, kişiliğin dışsal kuvvetlere uyarlanırken nasıl uzlaştığı sorusunu cevaplamalıdır. Benim görevim de, burada, budur. 86



Metropol tipi bireyselliğin psikolojik temeli, dışsal ve içsel uyarıların hızlı ve müdahalesiz değişiminden kaynaklanan sinir uyarımının güçlendirilmesinden ibarettir. Zihin, anlık bir izlenim ve ondan önce gelen arasındaki değişiklikle uyarılmış olur. Süren izlenimler, birbirinden pek az farklı olan izlenimler, düzenli ve alışılmış bir yol izleyen ve düzenli ve alışılmış çelişkiler sergileyen izlenimler -doğrusu istenirse bütün bunlar, değişen imajların hızla toplaşmasından, tek bir nazarla kavrayışın keskin süreğensizliğinden ve üşüşen izlenimlerin beklenmedikliğinden daha az bilinçlilik tüketir. Bunlarsa, metropolün yarattığı psikolojik koşullardır. Karşıdan karşıya caddenin her geçilmesiyle, ekonomik ve sosyal yaşamın, çalışma yaşamının temposuyla ve çoğulluğuyla kent, zihinsel yaşamın duyusal kurumlan açısından, kasaba ve kır yaşantısıyla derin bir karşıtlık oluşturur. Metropol, ayrımcı bir yaratık olan insandan kırsal yaşamın yaptığından farklı bir miktar bilinçlilik çıkartır. Kırda, yaşamın ritmi ve duyusal zihin hayal gücü çok daha yavaş, çok daha alışılmış ve çok daha düzgün akar. Daha derinden hissedilen ve duygusal ilişkilere oturan kasaba yaşantısı karşısında, metropole özgü zihinsel yaşamın karakteri bu bağlantıda kesinlikle anlaşılır hale gelir. Kasaba yaşantısının ilişkileri, zihnin çok daha bilinçsiz tabakalarında köklenmişlerdir ve en rahat, müdahale edilmeyen alışkanlıkların sarsıntısız ritminde büyürler. Ancak entelektin mekânı, zihnin saydam, bilinçli, üst tabakalarındadır ve entelekt, bizim içsel güçlerimizin en uyarlanabilir olanıdır. Entelekt, değişme ve fenomenin karşıtlığına uyum sağlamak için hiçbir şok ve içsel kalkışma istemez; ama daha tutucu zihin, yalnızca bu kalkışmalar vasıtasıyladır ki olayların metropole özgü ritmiyle uyum sağlar. Böylece, hiç kuşkusuz binlerce bireysel değişkeni bulunan metropol tipi insan, köklerinden koparacak dışsal çevresinin akımlarından ve aykırılıklarından kendisini koruyacak bir organ geliştirmiş olur. Yüreği yerine beyniyle tepki verir. Bu sayede, yükseltilmiş bir kavrayış, zihinsel ayrıcalık kazanmış olur. Bu durumda da metropol yaşantısı, metropol insanında, yükseltilmiş bir kavrayışı ve aklın üstünlüğünü ön plana çıkartmış olur. Metropol fenomenine yönelik tepkime, duyarlılığı en az olan ve kişiliğin derinliklerinden oldukça uzak bulunan o organa aktarılmıştır. Bu nedenle akıl, metropol yaşamının baskıcı gücüne karşı öznel yaşamı korur görünmektedir ve akıl, pek çok yöne doğru dallanıp budaklanmakta ve sayısız soyut fenomenle bütünleşmektedir. Metropol daima para ekonomisinin yuvası olmuştur. Burada ekonomik alışverişin çoğulluğu ve yoğunluğu, kırsal ticarete özgü darlığın müsaade etmediği bazı alışveriş araçlarına önem kazandırır. Aslında, para ekonomisiyle entelektin başatlığı bağlantılıdır. İnsan ve şeyler söz konusu olduğunda, bir 'işin-özü' tutumunu paylaşırlar ve bu tutumda 87



biçimsel bir adalete, çoğu zaman saygıdan yoksun bir sertlik eşlik eder. Entelektüel olarak incelmiş kişi de gerçek bireyselliğin bütününden ayırdedilemez; çünkü mantıklı işlemlerle defedilemeyen ilişkiler ve tepkimeler ondan kaynaklanır. Aynı biçimde fenomenin bireyselliği, parasallık ilkesiyle orantılı değildir. Para yalnızca, herkes için umumi olanla ilgilenir: Alışveriş değerini sorar, bütün niteliği ve bireyselliği şu soruya indirger: Kaça? İnsanlar arasındaki bütün samimi duygusal ilişkiler bireyselliklerinden temelleniyor iken, rasyonel ilişkilerde insan, hesaba, bir sayı gibi, kendi içinde birbirinden farksız bir unsur gibi katılır. İlgilenilen yalnızca nesnel, ölçülebilir başarıdır. Böylece metropol insanı, tüccarlarıyla ve müşterileriyle, hizmetlileriyle ve hatta çoğu zaman sosyal ilişki içinde bulunmak zorunda olduğu kişilerle hesaba katılır. Entellektüelin bu özellikleri, içinde bireyselliğin kaçınılmaz bilgisinin kaçınılmaz olarak daha sıcak bir davranış tonu yarattığı küçük çevrenin doğasıyla karşıtlık yaratır. Küçük grubun ekonomik psikoloji küresinde, ilkel koşullarda üretimin malı ısmarlayan müşteriye hizmet etmesi, dolayısıyla üreticinin ve müşterinin tanış olması önemlidir. Ancak modern metropol, neredeyse tümüyle pazar için üretimle, yani üreticinin gerek görüş alanına asla kişisel olarak girmeyen tamamen bilinmeyen satın alıcılarla doludur. Bu anonimlik yüzünden, her iki tarafın çıkarı da, merhametsizce işin özüne inmeyi gerektirir; bu durumda her iki tarafın da entellektüel olarak hesap yapan ekonomik bencilliklerinin kişisel ilişkilerin tartılamazlığından ötürü herhangi bir açık meydana geleceğinden çekinmesine gerek kalmaz. Para ekonomisi metropolde başattır; iç üretimden ve malların aynı alışverişinden hayatta son kalanları da ikame etmiştir; müşteriler tarafından sipariş edilen iş miktarını gün be gün en aza indirgemektedir. İşin özüne yönelik tutum, metropolde egemen olan para ekonomisiyle öylesine açıkça samimi bir ilişki içindedir ki entelektüelist zihniyetin mi para ekonomisini yoksa ikincinin mi ilkini teşvik ettiğini kimse söyleyemez. Metropol yaşam biçimi, bu karşılıklı ilişki biçimi için kesinlikle en verimli topraktır ki bu noktayı yalnızca en büyük İngiliz anayasa tarihçisinin sözlerini aktararak belgeleyeceğim: "Bütün İngiliz tarihi boyunca Londra asla İngiltere'nin kalbi olmamıştır; ama çoğu zaman İngiltere'nin entelekti ve her zaman da para çantası olmuştur!" Yaşamın yüzeyinde yer alan belli bazı görünürde önemsiz özelliklerde, aynı zihinsel akıntılar karakteristik olarak birleşirler. Modem zihin, giderek daha çok hesap yapar hale gelmiştir. Pratik yaşamda para ekonomisinin ortaya çıkarttığı hesaplama kesinliği, doğal bilimlere özgü ideale denk düşer: Dünyayı bir aritmetik problemine dönüştürmek, dünyanın her parçasını matematik formülleriyle sabitlemek. Bu kadar çok insanın günlerini, tartmayla, hesap yapmayla, sayısal saptamalarla, nitel değerlerin nicel değerlere indirgenmesiyle 88



dolduran, yalnızca para ekonomisidir. Paranın hesaplamasal doğasıyla yaşam unsurlarının ilişkilerine yeni bir açıklık, benzerliklerin ve farklılıkların tanımlanmasında bir kesinlik, anlaşmalarda ve düzenlemelerde bir belirlilik getirilmiş ve bu kesinlik, dışsal olarak, cep saatlerinin evrensel yayılımıyla etki kazanmıştır. Ancak metropol yaşantısının koşulları, bu özelliğin, aynı anda hem nedeni hem sonucudur. Tipik bir metropollünün ilişkileri ve meseleleri genelde öyle değişken ve karmaşıktır ki vaatlerde ve hizmetlerde en titiz kesinlik olmazsa, bütün yapı içinden çıkılmaz bir kaos halinde çökebilir. Böyle bir ihtiyaç, her şeyin ötesinde, ilişkilerini ve etkinliklerini çok karmaşık bir organizma içinde bütünlemek zorunda olan, öyle farklı ilgi alanları bulunan, öyle çok sayıda insanın yığışmasından doğmuştur. Eğer Berlin'deki bütün duvar ve masa saatleri birdenbire, yalnızca tek bir saat boyunca değişik çalışsaydı, kentin bütün ekonomik yaşantısı ve bütün iletişimi çok uzun bir süre karışırdı. Buna ek olarak, görünürde yalnızca dışsal olan bir unsur, yani uzun mesafeler, bütün beklentilerin ve bozulan sözleşmelerin kimsenin işine gelmeyecek bir zaman kaybıyla sonuçlanmasına neden olurdu. Bu yüzden, metropol yaşamının tekniği, etkinlikleri ve karşılıklı ilişkileri, kararlı ve kişisel olmayan bir zaman çizelgesi içinde en dakik bir biçimde bütünlenmemiş olarak hayal edilemez. Burada yine, düşüncenin bu görevinin tamamına ilişkin genel nihai kararlar açık bir hal alıyor; adını koyarsak, kişi, varoluşun yüzeyindeki her bir noktadan -yüzeye tek başına ne kadar sıkı tutturulmuş olursa olsun- ruhun derinliklerine doğru bir sonda kalıp sonuçta, yaşamın bütün en bayağı dışsamalanı, yaşamın anlamına ve stiline ilişkin nihai kararlarla bağlayabilir. Dakiklik, hesaplanabilirlik, kesinlik, metropol varoluşunun uzantıları ve karmaşası tarafından yaşama dayatılır ve sıkı bağlar içinde oldukları, yalnızca para ekonomisi ve entelektüalist karakter değildir. Bu özellikler ayrıca, yaşamın içeriğini renklendirmek ve onlar olmaksızın, yaşamın genel ve kesin olarak şematize edilmiş formunu almak yerine, onlarla birlikte yaşamın hâkim değerini kararlaştırmayı amaçlayan o irrasyonel, içgüdüsel, bağımsız özelliklerin ve dürtülerin dışlanmasını kolaylaştırmalıdırlar. Tipik kent yaşamına karşı oldukları halde, irrasyonel dürtülerle karakterize edilen bağımsız kişilik tipleri bile, kentte, hiçbir şekilde imkânsız değillerdir. Ruskin ve Nietzsche gibi insanların metropole yönelik tutkulu nefretleri bu açıdan anlaşılabilirdir. Onların doğası, hepsi birbirine benzer olanların kesinliği olmaksızın tanımlanamayan, şema haline getirilmemiş varoluş içinde, tek başına yaşamın değerini keşfetmiştir. Metropole yönelik bu nefretin kaynağından modern varoluşun para ekonomisine yönelik ve entelektüalizmine yönelik nefret kabarmıştır. Yaşamın formunun kesinliği ve dakik doğruluğu ile böylece yekvücut olan aynı unsurlar, 89



Kent Sosyolojisi (AÖF)

Özet Bu bildiri, özellikle son yıllarda her alanda meydana gelen gelişmelere bağlı olarak yüzü değişen kenti, yoksulluk ve sosyal dışlanma olguları doğrultusunda inceleme amacını taşımaktadır. Kentler, sahip oldukları dinamizm ile değişim ve gelişimin en çok yaşandığı birimler olarak öne çıkmaktadırlar. Küreselleşme sürecinde, neo-liberal politikalarla şekillenen tüketim kültürünün bir sonucu olarak, mevcut mutlak yoksulluğun yanı sıra ortaya çıkan " yeni yoksulluk " ; kente, siyasal ve sosyal değişimlerin, ekonomik krizlerin ve kalkınmanın yarattığı istihdam sorunları ve yoğun göçlerle kendini hissettirerek " kentsel yoksulluk " olarak yansımaktadır. Kentsel yoksulluk, çok boyutlu bir sorun olarak sosyal dışlanma getirmektedir. Mekânın sınırlandırıcı etkisiyle, bireylerin yaşam biçimleri, ilişkileri ve bir bütün olarak toplumsal ilişkiler çözülüp yeniden biçimlenmektedir. Bu bağlamda, kentsel yoksulluk, artan ve çözülmesi gereken bir sorun alanı olmaktadır. Anahtar Sözcükler: Yoksulluk, kent, yoksunluk, kentsel yoksulluk, sosyal dışlanma. Giriş Ekonomik açıdan geçmiş yıllara göre daha zengin bir dönem yaşanan dünyada, bazı kesimlerin her geçen gün dozu artan bir yoksulluk içinde olduğu gözlemlenmektedir. Yoksulluk, gelir ile ilişkilendirile-gelmiş bir olgudur. Alım gücü düşüklüğü olarak karşımıza çıkmaktadır. Gelir yoksulluğunun, yoksulluğun sadece bir boyutunu oluşturduğu, yoksulluk olgusunun görünenden çok daha karmaşık bir yapıya sahip olduğu zamanla anlaşılmıştır. Küreselleşme ile doğrudan ilişkilendirilen kavramlardan biri; belki de en önemlisi yoksulluktur. Küreselleşme ile beraber, yoksulluğun geçmiştekinden farklı şekilde ve daha geniş kesimleri etkisine alarak yaygınlaşması sonucu ortaya çıkan " yeni yoksulluğun " kentlerde ortaya çıkması bugün gelişmekte olan ülkelerle beraber, gelişmiş ülkelerde de çözüm bekleyen önemli bir sosyal sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. 'Kentsel yoksulluk', kent temelinde yaşanan yoksulluğu ifade etmektedir. Yoksulluğun geniş kesimleri etkisine alarak yaygınlaşması sonucu ortaya çıkan kentsel yoksulluk, sadece gelirin düşüklüğü ve gelir dağılımındaki adaletsizliklerden ibaret değildir; ekonomik olanakların yetersizliğinin yanı sıra, eğitim, sağlık, barınma, güvenlik vb. sosyal hak ve olanaklardan yararlanabilme gibi temel ihtiyaçların karşılanamaması durumunu da bünyesinde taşımaktadır. Yoksulluk, kişilerin işlerinin iyi gitmeyişi veya ekonomideki aksama ve yanlış politikaların sonucu olarak belirli bir anda ortaya çıkan geçici bir durum değil, süreklilik taşıyan bir olgudur. Kentsel yoksulluk, ekonomik olduğu kadar sosyal ve kültürel gereksinimlerden yoksunluğu ve dışlanmayı da kapsamakta; kent yaşamı ve mekânsal kullanımlarda 'sosyal dışlanma' olgusunu beraberinde getirmektedir. Bu bağlamda, çalışmada, yoksulluğun kentle birlikte değişen yüzü, sosyal dışlanma olgusu doğrultusunda tartışılmaktadır. Çalışmada ilk olarak, yoksulluk olgusunun kavramsal çerçevesi çizilerek, yoksulluğun değişen yüzü olarak kentsel yoksulluk ve Türkiye'de kentsel yoksulluğun genel görünümü hakkında bilgi verilmektedir. Daha sonra ise, kentsel yoksulluğun sosyal dışlanma ile bağlantısı kent mekânı temelinde tartışılmaktadır. Yoksulluk Kavramı Yoksulluk, yoksul olma durumu, yoksuzluk, sefillik, sefalet, fakirlik olarak tanımlanmaktadır (TDK, 2013). İnsanların temel ihtiyaçlarını karşılayamama durumudur. Yoksulluğu, dar ve geniş anlamda olmak üzere iki türlü tanımlamak mümkündür. Dar anlamda yoksulluk, açlıkla karşı karşıya kalma ve barınacak yeri olmama durumu iken; geniş anlamda yoksulluk, mevcut gıda, giyim ve barınma gibi olanaklar yaşamı devam ettirmeye yettiği halde, toplumun genel düzeyinin gerisinde kalma durumunu ifade eder (Kentleşme Şurası, 2009:10). Yoksulluk, maddi nitelikteki yoksunluklar nedeniyle kaynaklara ve üretim faktörlerine erişemeyerek, asgari yaşam düzeyini sürdürebilecek gelire sahip olamama durumudur (Selek ve Yıldırımalp, 2009: 1043). Yoksulluk, bir yok-luk hali

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır