kitlik zit anlami / Kıtlık Kelimesinin Zıt-Karşıt Anlamlısı (TDK)

Kitlik Zit Anlami

kitlik zit anlami

Sorgulayan denemeler

SORGULAYAN DENEMELER

Sceptical Essays Bertrand Russell (1928) Ceviri: Nermin Arik (1995)

TÜBITAK Popüler Bilim Kitaplari

Dökümani Hazirlayan Ahmet Sari - 31.10.2002 11:31 [email protected]

http://geocities.com/ahmetsari.geo/brsd/


ICINDEKILER Icindekiler ................................................................ 2 Giris: Kuskuculugun Önemi Üzerine ................... 3 Düsler ve Gercekler .............................................. 14 Bilim Bos-Inanli midir? ....................................... 21 Insan Rasyonel Olabilir mi? ................................ 28 Yirminci Yüzyilda Felsefe .................................. 35 Makineler ve Duygular ........................................ 54 Davranisçilik ve Degerler .................................... 61 Dogu’nun ve Bati’nin Mutluluk Idealleri .......... 68 Iyi Insanlarin Yol Açtiklari Kötülükler ............. 76 Püritenizmin Dönüsü ............................................ 85 Politikada Kuskuculuk Gereksinimi................... 91 Özgür Düsünce ve Resmi Propaganda ............. 104 Toplum Içinde Özgürlük.................................... 121 Egitimde Özgürlük ve Otorite ........................... 132 Psikoloji ve Politika ........................................... 145 Inan Savaslari Tehlikesi ..................................... 155 Gelecege Dönük Bazi Tahminler ..................... 169

2


GIRIS: KUSKUCULUGUN ÖNEMI ÜZERINE Okuyucularima, üzerinde hosgörü ile düsünmeleri için, belki de son derece paradoksal ve yikici görünebilecek bir doktrin sunmak istiyorum. Söz konusu doktrin sudur: Dogru olduguna dair herhangi bir kanit bulunmayan bir önermeye inanmak sakincalidir. Böyle bir görüsün genel kabul görmesi durumunda bütün sosyal yasamimizin ve politik sistemimizin tümüyle degisecegini kabul etmeliyim; su anda ikisinin de kusursuz olmasinin bunu güçlestirecegini de kabul ediyorum. Ayrica (ve daha önemli olarak) bu görüsün, bu dünyada ve sonrasinda basarili olmayi haketmek için hiçbir sey yapmamis insanlarin akildisi umutlarindan çikar saglayan kisilerin (gaipten haber verenler, çifte bahisçiler ve din adamlari gibi) gelirlerinin azalmasina yol açacaginin da farkindayim. Bu önemli düsüncelere karsin, ileri sürdügüm paradoksun savunulabilecegi kanisindayim ve simdi bunu yapmaya çalisacagim. Ilkönce, asiriliga kaçtigim düsüncesine karsi kendimi savunmak isterim. Ben Ingilizlerin ilimlilik ve uzlasmaya olan tutkularini paylasan bir Ingiliz Whig’iyim (Whig: 17. ve 18. yüzyillarda hükümdara kargi Parlamento’nun üstünlügünü savunan (ve sonradan yerini Liberal Partiye birakan) siyasal parti üyesi. (Ç.N.)). Pyhrrhonizm (kuskuculugun/skeptisizmin eski adi)’in kurucusu olan Pyhrro hakkinda bir öykü anlatilir. Pyhrro, bir eylemin digerinden daha akillica oldugundan emin olmamiz için asla yeterince bilgiye sahip olmadigimizi ileri sürmüstü. Öyküye göre gençliginde bir aksam yürüyüsü sirasinda, felsefe hocasini (ilkelerini ondan almisti) kafasi bir çukura sikismis ve kendini kurtaramiyacak bir durumda görür. Bir süre onu seyrettikten sonra, yasli adami disari çekmenin bir yarari olacagini düsünmek için yeterli neden olmadigina karar verip yoluna devam eder. Onun kadar kuskucu olmayan çevredeki insanlar hocayi kurtarirlar ve Pyhrro’yu acimasizlikla suçlarlar. Ancak hocasi, kendi ögretisine sadik kalarak, onu tutarliligindan dolayi kutlar. Ben bu ölçüde abartili bir kuskuculuk önermiyorum. Teoride olmasada pratikte, sagduyudan kaynaklanan gündelik inançlari kabul edebilirim. Bilim alaninda tam kabul görmüs bir sonucu, kesin dogru olarak degil ama rasyonel bir eylem için yeterince olasi bir temel olarak kabule hazirim. Falan tarihte bir ay tutulmasi olacagi söylenirse bunu, gerçeklesip gerçeklesmedigini görmek için 3


gökyüzüne bakmaya deger bulurum. Pyhrro ise farkli düsünürdü. Bu nedenle, bir orta yol benimsedigimizi söylememin yerinde olacagini saniyorum. Ay ve Günes tutulmasi örneginde oldugu gibi, arastirmacilarin üzerinde anlastigi konular vardir. Uzmanlarin tam anlasamadigi konular da vardir. Bütün uzmanlar hemfikir olduklarinda bile yanilabilirler. Einstein’in isigin yerçekimi etkisiyle sapmasinin niceligi konusundaki savi bundan yirmi yil önce, bütün uzmanlar tarafindan rededildi; ama dogru oldugu ortaya çikti. Yine de, uzman olmayanlar, uzmanlarin görüs birligi içinde olduklari bir savin dogru olmasini, olmamasindan daha olasi kabul etmelidirler. Benim savundugum kuskuculuk sundan ibarettir: (1) Uzmanlar bir görüste hemfikir ise, bunun tersinin dogru oldugundan emin olunamaz. (2) Uzmanlarin hemfikir olmadigi bir görüs uzman olmayanlarca kesin dogru olarak kabul edilemez. (3) Bütün uzmanlar, dogru olmasi için yeterli neden bulunmadigini kabul ediyorlarsa, siradan bir kimsenin karar vermekte çekingen davranmasi akillica olur. Bu öneriler her ne kadar ilimli görünüyorlarsa da, eger kabul edilirlerse insan yasamini kökünden degistirebilirler. Insanlarin ugrunda savasmayi ve zulmetmeyi göze aldiklari fikirler bu kuskuculugun reddettigi yukaridaki üç gruptan biri içinde yer alir. Herhangi bir görüs rasyonel nedenlere dayanmaktaysa, insanlar bu nedenleri ortaya koyar ve etkilerini beklerler. Böyle durumlarda bunlari atesli bir sekilde savunmazlar; sükunetle benimserler ve nedenleri sogukkanlilikla açiklarlar. Atesli bir sekilde savunulan görüsler asla iyi bir temele dayanmayan görüslerdir; gerçekten de siddetli duygusallik, görüs sahibinin rasyonel kanitlardan yoksun oldugunun bir göstergesidir. Politika ve din konularindaki görüsler hemen hemen tümüyle asiri duygusallik ile bagintili olan türdendir. Bu konularda güçlü inançlari olmayan kisiler, Çin’in disindaki ülkelerde zavalli yaratiklar olarak düsünülür; kuskuculardan, kendilerininkine tümüyle karsit olan düsüncelere sahip kisilerden daha çok nefret edilir. Günlük yasamin bu konularda fikir sahibi olmayi gerektirdigi ve daha rasyonel davranmanin toplum yasamini olanksiz kilacagi düsünülür. Ben bunun tam tersine inaniyorum; nedenini de açiklamaya çalisacagim. 1920 sonrasindaki issizlik sorununu ele alalim. Siyasal partilerden biri, bunun sendikalarin suçu 4


oldugu kanisindaydi. Bir digeri, nedenin Kita Avrupasindaki kargasa olduguna inaniyordu. Bir üçüncüsü de, bunlarin rolü oldugunu kabul etmekle beraber, sikintinin temel nedenini, Ingiltere Bankasi’nin sterlin degerini yükseltme politikasina bagliyordu. Bana anlatildigina göre, uzmanlarin çogu bu üçüncü partiye mensuptu; ama partide uzmanlar disinda kimse de yoktu. Politikacilar parti edebiyatlarina uygun olmayan görüslere ilgi duymazlar; siradan insanlarsa felaketleri düsmanlarin entrikalarina atfetmeyi yeglerler. Sonuçta da insanlar konu ile ilgisi olmayan seyler için veya o seylere karsi savasirlar. Rasyonel düsünce sahibi birkaç kisiye ise, hiç kimsenin hislerine hizmet etmediklerinden, kulak asilmaz. Bu üçüncü partinin, yandas toplamak için insanlari Ingiltere Bankasi’nin kötü olduguna inandirmasi; isçileri kendi saflarina çekmek için Ingiltere Bankasi yöneticilerinin sendika hareketine düsman oldugunu göstermesi; Londra Piskoposu’nu saflarina almak için de bu yöneticilerin „ahlaksiz“ olduklarini göstermesi gerekirdi. Para konusunda tutumlarinin yanlis olmasi da tüm bunlarin bir sonucu olarak görülürdü. Bir baska örnek ele alalim. Sosyalizmin insan dogasina ters düstügü sik sik dile getirilir. Bu sav sosyalistler tarafindan, karsitlarindan asagi kalmayan bir siddetle reddedilir. Bu konu, ölümü çok büyük bir kayip olan Dr. Rivers’in University College’de verdigi bir derste irdelenmis ve ölümünden sonra yayinlanan Psychology and Politics (Psikoloji ve Politika) kitabinda yer almistir. Bildigim kadariyla, bu konunun bilimsel denebilecek tek tartismasi da budur. Yazar, sosyalizmin Melanesia’da insan dogasina ters düsmedigini gösteren bazi antropolojik veriler ortaya koymakta; sonra da, Melanesia’da insan dogasinin Avrupa’daki ile ayni olup olmadigini bilmedigimize isaret etmekte ve sosyalizmin Avrupa insaninin dogasina ters düsüp düsmedigini anlamanin tek yolunun onu denemek oldugu sonucuna varmaktadir. Ulastigi bu sonuç nedeniyle Isci Partisi’nden adayliga istekli olmasi ilginçtir. Ancak bu adayin, politik tartismalari genellikle saran hirs ve öfke havasini artirici bir etki yapmayacagi kusku götürmez. Simdi de, insanlarin serinkanlilikla tartismada güçlük çektikleri bir konuya, evlilik törelerine el atacagim. Her ülkede insanlarin büyük bir bölümü, kendilerininkinden farkli olan evlilik törelerinin ahlaka aykiri olduguna inanmislardir; bu görüse karsi çikanlarin ise kendi sorumsuz yasam tarzlarini hakli kilmayi amaçladiklarina. Hindistan’da geleneklere göre dul kadinlarin yeniden evlenmeleri, akilalmaz 5


ölçüde korkunç birsey sayilir. Katolik ülkelerde bosanmak çok büyük bir günah olarak düsünülürken evlilikte sadakat kurallarina yapilan bazi ihlaller, en azindan erkeklerce yapilmissa, hosgörüyle karsilanir. Amerika’da bosanmak kolaydir, ama evlilik disi iliskiler siddetle kinanir. Müslümanlar, bize çok asagilayici gelen çok eslilige inanir. Bütün bu farkli görüsler asiri bir siddetle savunulur ve bunlara karsi gelenler çok acimasizca cezalandirilir. Ancak yine de, bu ülkelerden hiç kimse kendi ülkesindeki törenin insan mutluluguna katkisinin digerlerinden daha çok oldugunu göstermek için en ufak bir çaba sarfetmez. Bu konuda yazilmis herhangi bir bilimsel çalismaya, örnegin Westermarck’in History of Humcin Marriage (Insan Evliligi Tarihi) adli kitabina baktigimizda, benimsenmis önyargili yaklasimdan çok farkli olan bir hava ile karsilasir, insan dogasina ters gelecegini sandigimiz birçok gelenegin var oldugunu görürüz. Çok esliligin, saldirgan erkeklerin kadinlara zorla kabul ettirdigi bir örf olarak açiklanabilecegini düsünürüz. Peki, bir kadinin birden fazla kocasinin oldugu Tibet gelenekleri için ne söylenebilir? Tibet’i görenler oradaki aile yasaminin en az Avrupa’daki kadar uyumlu oldugu konusunda bize güvence veriyorlar. Bu tür yazilardan birkaçini okumak konuya açik kalplilikle yaklasan herkesi tam bir kuskuculuga yöneltecektir; çünkü öyle görünüyor ki, bir evlilik geleneginin bir digerinden daha iyi veya daha kötü oldugunu söylememizi saglayan herhangi bir veri mevcut degil. Yerel kurallara karsi gelenlere hosgörüsüzlük ve acimasizlik içermeleri disinda ortak bir yanlari yok. Günahin cografi birsey oldugu anlasiliyor. Bu sonuçtan hemen baska bir sonuç ortaya çikiyor: „Günah“ gerçek olmayan yaniltici bir kavramdir ve onu cezalandirmak için uygulanagelen zulüm gereksiz birseydir. Çogu kimseye hos gelmeyen de iste bu sonuçtur. Çünkü vicdan rahatligiyla yapilan zulüm moralistler için bir zevktir. Cehennemi de bu nedenle icadettiler. Milliyetçilik de kusku götürür konularda atesli inanç sahibi olmanin bir uç örnegidir. Sunu rahatça söyleyebilirim: Büyük Savasin tarihini günümüzde ele alan bilimsel bir tarihçinin yazdiklarinda, eger bunlar savas sirasinda yazilmis olsalardi, çarpisan ülkelerin her birinde tarihçinin hapse atilmasina neden olacak ifadeler bulunmasi kaçinilmazdir. Insanlarin kendileri hakkindaki gerçeklere tahammül gösterdikleri, Çin disinda, hiçbir ülke yoktur. Gerçekler normal zamanlarda sadece kabalik olarak, savas halinde ise 6


suç olarak algilanirlar. Birbirinin karsiti kati inanç sistemleri olusur; bu sistemlere yalnizca ayni ulusal egilimi tasiyanlarin inanmalari, bunlarin yapay oldugunu açikça ortaya koyar. Ancak bu inanç sistemlerine mantik uygulamak, vaktiyle dinsel dogmalara mantik uygulamanin günah oldugu kadar günahtir. Bu tür konularda kuskuculugun neden kötücül oldugunu açiklamalari istendiginde insanlarin verdikleri yanit, mitlerin savasi kazanmaya yardim ettigi, bu nedenle de rasyonalizmi benimseyen uluslarin baskalarini öldüremeyecegi, tersine, kendilerinin öldürülecegi, yolundadir. Yabancilara tümden iftira yoluyla insanin kendisini korumasinin utanç verici oldugu düsüncesi, bildigim kadariyla, simdiye dek Quaker’ler (17. yüzyil ortalarinda kurulan, savasa ve askerlige karsi, hiristiyan olduklari halde kiliseye gitmeyen, Dostlar Dernegi üyeleri.(Ç.N.)) disinda ahlaki destek bulamamistir. Rasyonel bir ulusun savasa hiç girmemenin yollarini bulabilecegi öne sürüldügünde alinan yanit ise genellikle hakaretten ibarettir. Rasyonel bir kuskuculugun yayilmasinin etkileri ne olabilir? Insanoglu ile ilgili olaylar güçlü tutkulardan kaynaklanir; bu da onlari destekleyen birtakim mitlerin dogmasina yol açar. Psikanalizciler bu sürecin kisisel görünümünü, vesikali ve vesikasiz deliler üzerinde incelemislerdir. Bazi asagilamalara maruz kalmis bir kisi kendisinin Ingiltere Krali oldugu yolunda bir kuram benimser ve kendisine bu yüce konumunun gerektirdigi saygi ile davranilmamasini mazur göstermek için de zekice islenmis birsürü açiklama icadeder. Bu örnekte, komsulari onun bu hayallerine sicak bakmazlar ve kendisini bir timarhaneye kapatirlar. Fakat o kendi büyüklügünü degil de ulusunun veya sinifinin veya mezhebinin büyüklügünü ileri sürerse, görüsleri, disaridan bakan tarafsiz bir kisiye timarhanede karsilasilanlar kadar abes gelse bile, birçok yandas kazanir; bir siyasal veya dinsel önder olur. Bu yolla, kisisel delilikle benzer kurallari izleyen bir toplumsal delilik gelisir. Kendini Ingiltere Krali sanan bir deli ile tartismanin tehlikeli oldugunu herkes bilir; fakat tek basina oldugu için onun hakkindan gelinebilir. Bütün bir ulus bir kuruntuya kapildigi zaman, savlarina karsi gelindiginde kapildiklari öfke tek bir delininkiyle aynidir; fakat o ulusun aklini basina getirecek tek sey savastir. Entellektüel etkenlerin insan davranisini ne ölçüde etkiledigi konusunda ruhbilimciler arasinda büyük görüs ayriliklari vardir. Burada birbirinden tamamen ayri iki soru söz konusudur: (1) Inançlar, eylemlerin 7


nedeni olarak, ne ölçüde etkindirler? (2) Inançlar ne ölçüde mantiksal açidan yeterli delillerden kaynaklanirlar ve kaynaklanabilirler? Bu iki soruda söz konusu olan entellektüel faktörün etkisine ruhbilimciler, siradan insanlarin vereceklerinden çok daha küçük bir yer vermekte uyum içindedirler; ancak bu genel uyum alani içinde önemli ölçüde derece farklari yer almaktadir. Bu iki soruyu sirayla ele alalim. (1) Inançlar eylemlerin nedeni olarak ne ölçüde etkindirler? Bu soruyu kuramsal olarak degil, siradan bir insanin siradan bir günde yasadiklarini ele alarak tartisacagiz. Güne sabah yataktan kalkmakla baslar. Büyük olasilikla bunu hiçbir inancin etkisi olmadan, aliskanlik nedeniyle yapar. Kahvalti eder, trenine biner, gazetesini okur, isyerine gider; bütün bunlari yine aliskanlik nedeniyle yapar. Geçmiste bu aliskanliklari edindigi bir dönem olmustur; en azindan isyerinin seçiminde inancin bir etkisi vardir. Belki de vaktiyle o isyerinde teklif edilen isin, bulabilecegi en iyi is oldugunu düsünmüstür. Çogu kiside meslegi ilk seçtigi zaman inancin bir rolü olmustur; bu nedenle de, o seçimin yol açtigi herseyde inancin payi vardir. Eger küçük bir görevli ise is yerinde etkin irade kullanmaksizin ve inancin açik katkisi olmaksizin, sadece alisik oldugu sekilde davranmayi sürdürebilir. Sütunlarla rakami toplarken uyguladigi aritmetik kurallarina inandigi düsünülebilir. Ancak bu dogru degildir; bu kurallar salt bedensel aliskanliklardir; bir tenis oyuncusunda oldugu gibi. Bu aliskanliklar, onlarin dogru olduklarina dair bilinçli bir inanç nedeniyle degil, bir köpegin arka ayaklari üzerinde durarak yiyecek istemeyi ögrenmesi gibi ögretmeni hosnut kilmak için gençlikte edinilmis aliskanliklardir. Bütün egitimin bu türden oldugunu söylemiyorum; ancak üç R ögreniminin (Okuma, Yazma, Aritmetik) çogu kesinlikle öyledir. Söz konusu kisi is yerinde bir ortak veya bir yönetici konumundaysa günlük isleri arasinda bazi zor yönetimsel kararlar almasi gerekebilir. Bu kararlarda inancin da bir etkisi bulunmasi olasidir. Bazi hisselerin yükselip bazilarinin düsebilecegine veya falan kisinin güvenilir olduguna, falanin da iflas esiginde olduguna inanmaktadir. Bu inançlar dogrultusunda kararlar alir. Salt aliskanlikla degil, inandigi seylere göre davrandigi içindir ki bir sekreterden daha üstün bir kisi olarak düsünülür ve çok daha fazla para kazanir -tabii eger inandigi seyler dogru çikarsa. Eylem nedeninin inançtan kaynaklandigi durumlar özel yasami için de ayni ölçüde geçerlidir. Normal zamanlarda, karisina ve çocuklarina davranislarini aliskanliklar veya aliskanlikla degisime ugramis olan içgüdü yönetecektir. Önemli durumlarda 8


-evlenme teklif ederken, oglunu hangi okula gönderecegine karar verirken veya karisinin kendisine sadik olup olmadigindan kuskulandiginda- salt aliskanligin etkisiyle davranamaz. Evlenme teklifinde yalnizca içgüdüsü veya hanimin zengin oldugu sanisi etken olabilir. Eger kararda içgüdü etken olmussa, kuskusuz, hanimin her türlü erdeme sahip olduguna inanir. Bu da ona, kararinin bir nedeni gibi gelebilir; ancak gerçekte bu da içgüdünün degisik bir etkisinden baska bir sey degildir ve içgüdü tek basina eylemin yeterli nedenidir. Ogluna okul seçerken izledigi yol büyük olasilikla önemli is kararlari alirken izlediginin aynidir; burada da inanç önemli bir rol oynar. Karisinin sadakatsizligi hakkinda bir bilgi edinmisse davranisi büyük olasilikla salt içgüdüsel olacaktir; ancak bu içgüdü sonradan olacaklarin temel nedenini de olusturan bir inanç etkisiyle harekete geçmistir. Demek oluyor ki, inançlar eylemlerimizin yalnizca ufak bir bölümünden dogrudan sorumlu olsalar da sorumlu olduklari eylemler en önemli olan ve yasamimizin genel yapisini belirleyen eylemler arasinda yer alir. Siyasal ve dinsel eylemlerimiz özellikle inançlarimizla bagintilidir. (2) Simdi ikinci sorumuza geliyorum. Bu soru iki yönlüdür: (a) Inançlar gerçekten ne ölçüde kanitlara dayanir? (b) Öyle olmalari ne ölçüde olanakli veya arzu edilen birseydir? (a) Inançlarin kanitlara dayanma orani onlara inananlarin sandiklarindan çok daha düsüktür. Oldukça rasyonel bir eylem ele alalim: zengin bir isadaminin parasal yatirim yapmasi. Isadaminin, örnegin Fransiz Frankinin inis çikisi konusundaki görüsünün, politik egilimine bagimli oldugunu görürsünüz; ve de bu görüsü öylesine benimsemistir ki parasini o yolda riske sokmaktan kaçinmaz. Iflas olaylarinda, çogu kez, felaketin nedeninin bazi duygusal etkenlerden kaynaklandigi ortaya çikar. Politik görüsler, onlari açiklamalari yasaklanmis olan devlet görevlilerine ait olanlari disinda, nadir olarak kanitlara dayanirlar. Bazi istisnalar kuskusuz vardir. Yirmi bes yil önce baslamis olan gümrük resimleri reformu tartismalarinda sanayicilerin çogunun destekledigi taraf, kendi gelirlerini artiracak tarafti. Bu, görüslerinin gerçekten kanitlara dayandigini gösteriyor; ancak, ifadelerinde bunu ima eden en ufak bir sey yoktu. Freudcular bizi “rasyonalize etme” süreciyle, yani gerçekte irrasyonel olan bir görüs veya karar için kendimize rasyonel görünen nedenler 9


uydurma süreciyle tanistirdi. Ancak, özellikle Ingilizce konusulan ülkelerde “irrasyonalize etme” denebilecek bir de ters süreç var. Kurnaz bir kisi bir sorunun lehinde ve aleyhinde olan yönleri az veya çok bilinç-alti bir yolla, bencil bir açidan degerlendirebilir (Insanin kendi çocuklarinin söz konusu olmasi disinda, bencil olmayan düsünceler çogu zaman bilinç-altina inmezler). Bilinç-altinin yardimiyla saglam bir bencil karara vardiktan sonra kisi nasil büyük fedakarliklarla kamu yararini gözettigini gösteren büyük büyük laflar uydurur veya baskalarindan alintilar yapar. Bu laflarin, sahibinin gerçek nedenlerini belirttigine inananlar o kisinin gerçek kanitlari degerlendirebilmekten yoksun oldugunu da düsünecektir; çünkü, o kisinin eylemleri, kamu yararina olan bir seye yol açmayacaktir. Bu durumdaki bir kisi, oldugundan daha az rasyonel görünür. Daha da ilginç olani, onun irrasyonel yönünün bilinçli, rasyonel yönünün ise bilinç-disi olmasidir. Ingiliz ve Amerikalilari bu denli basarili kilan da bu özelliktir. Kurnazlik, gerçek oldugu zaman, insan dogasinin bilincinden çok bilinç-disina ait bir seydir ve sanirim ki is aleminde basari için gereken en önemli özelliktir. Ahlaki açidan ise, her zaman bencil oldugu için, küçümsenen bir özelliktir; bununla birlikte insanlari en kötü suçlardan alikoymayi da basarabilir. Bu özellik eger Almanlarda var olsaydi sinirsiz denizalti harekatina girismezlerdi; eger Fransizlarda var olsaydi Ruhr’da yaptiklarini yapmazlardi; eger Napolyon’da olsaydi Amiens Antlasmasi’ndan sonra tekrar savasa girmezdi. Bazi istisnalari olsa da, ortaya söyle bir genel kural koyabiliriz: Insanlar neyin kendi yararlarina oldugu konusunda yanilirlarsa, akla uygun oldugunu sandiklari tutum, baskalari için, gerçekten akla uygun olan tutumdan çok daha fazla kötülüge yol açar. Bu nedenle, insanlari kendi çikarlarini iyi degerlendirecek duruma getiren her sey yararlidir. Ahlaki nedenlerle, kendi çikarlarina ters olduguna inandiklari seyleri yaptiklari halde çok zengin olmus sayisiz insan vardir. Örnegin ilk-dönem Quaker’lerden bazi dükkan sahipleri, baskalarinin sürekli olarak yaptigi gibi her müsteriyle pazarlik etmek yerine, sattiklari mallar için kabul edebilecekleri en düsük miktardan daha çok para istememe yolunu tutmuslardir. Bu karari almalarinin nedeni, razi olduklarindan çok para istemeyi yalan söylemek saymalariydi. Ancak müsteriye saglanan bu kolaylik öylesine büyüktü ki herkes onlarin dükkanlarina kostu; sonuçta zengin 10


oldular (Bunu nerede okudugumu unuttum; ancak, bellegim beni yaniltmiyorsa güvenilir bir kaynakti). Ayni amaca açikgözlülük yaparak da ulasmak olanakliydi; ancak hiç kimse yeterince açikgöz degildi. Bilinç-disimiz göründügünden daha kötü niyetlidir. Bu nedenle, ahlaki gerekçelerle, kendi yararlarina ters düsen seyleri bilerek yapan kisiler kendi yararlarina olani tam olarak yapan kisilerdir. Onlarin arkasindan, siddetli duygulari olabildigince safdisi ederek, kendi yararlarini bilinçli ve rasyonel olarak düsünmeye çaba gösterenler gelir. Üçüncü olarak, içgüdüsel olarak açikgöz olan kisiler gelir. Bunlar baskalarinin mahvolmasini amaçladiklari yollarda kendilerini mahvederler. Bu son grup Avrupa nüfusunun yüzde doksanini kapsar. Biraz konu disina çikmis görünebilirim; ancak açikgözlülük dedigimiz bilinç-disi mantigini bilinçli türlerinden ayirmam gerekliydi. Normal egitim yöntemlerinin bilinç-disina hiçbir belirgin etkisi yoktur. Öyleyse, açikgözlülük bugünkü teknik olanaklarimizla ögretilebilir birsey degildir. Yalnizca aliskanliktan kaynaklanan ahlak disinda, ahlakin da bugünkü yöntemlerle ögretilmesi olanaksiz görünüyor; en azindan, ben sahsen sikça ögütlenen kisilerde iyiye dogru bir etki farketmedim. Bu nedenle, günümüzde bilinçli olarak yapilmak istenen her islahatin rasyonel yollar kullanarak yapilmasi zorunludur. Insanlara açikgöz veya erdemli olmayi nasil ögretecegimizi bilmesek de onlara rasyonel olmayi ögretmeyi bir ölçüde biliyoruz: Egitimden sorumlu olanlarin her konuda uyguladiklarinin tam tersini yapmak bunun için yeterlidir. Gelecekte, iç salgi bezleriyle oynayarak, salgilarini azaltip çogaltarak, erdem yaratmayi da ögrenebiliriz. Ancak günümüzde rasyonalizmi yaratmak erdem yaratmaktan daha kolaydir rasyonalizm sözcügü ile, eylemlerimizin etkilerini önceden tahmin etme sürecinde bilimsel düsünme aliskanligini kastediyorum. (b) Bu, bizi su soruya getiriyor: Insanlarin eylemleri ne ölçüde rasyonel olabilir veya olmalidir? Önce “olmali mi” sorusunu ele alalim. Kanimca rasyonalizmin uygulama alanini belirleyen kesin sinirlar vardir; yasamin en önemli bölümlerinden bazilari mantigin ise karismasiyla mahvolurlar. Leibniz son yillarinda bir muhabire yasaminda yalniz bir kere, o da elli yasindayken, bir bayana evlenme teklif ettigini anlatmis; sonra da sunu eklemis: “Sükürler olsun ki düsünmek için zaman istedi. Bu bana da düsünme firsati verdi ve teklifimi geri aldim.” Davranisinin çok rasyonel oldugu kusku götürmez; ancak begendigimi söyleyemem. 11


Shakespeare “deli, asik ve sair”i “yogunlasmis hayal gücü” olarak biraraya getirir. Sorun deliyi saliverip asik ve sairi bir arada tutmaktir. Bir örnek verecegim: 1919 yilinda Old Vic’de oynanan The Trojan Women (Truvali Kadinlar) oyununu seyrediyordum. Büyüyünce ikinci bir Hector olur korkusuyla Greklerin Astyanax’i öldürdükleri, dayanilmaz ölçüde acikli bir sahne vardir. Tiyatroda bütün gözler yasliydi; seyirciler Greklerin bu gaddarligini akilalmaz buluyorlardi. Ama orada aglayan bu insanlar, ayni anda, ayni gaddarligi Euripides’in bile hayal gücünü asan bir ölçüde kendileri uyguluyorlardi. Kisa bir süre önce, ateskesten sonra Almanya’ya uygulanmakta olan ablukayi uzatan ve Rusya’ya da abluka öngören karari alan bir hükümete -büyük çogunlugu- oy vermislerdi. Bu ablukalarin çok sayida çocugun ölümüne neden oldugu biliniyordu; ama düsman ülkelerin nüfusunun azalmasini arzuluyorlardi: çocuklar, Astyanax gibi, büyüyüp babalarinin yolundan gidebilirlerdi. Sair Euripides seyircilerin hayalinde asik’i canlandirmisti. Ancak tiyatro kapisinda asik ve sair unutulmuslardi; ve kendilerini iyi yürekli ve erdemli sayan bu bay ve bayanlarin siyasal eylemleri deli’nin (çildirmis katil kisiliginde) egemenligine girmisti. Ayni zamanda deli’yi de alikoymadan sair ve asik’i alikoymak olanakli midir? Her birimizin içinde onlarin üçü de degisik ölçülerde mevcuttur. Bunlar, birisi kontrol altina alindiginda diger ikisinin yok olmasini gerektirecek ölçüde, birbirlerine bagli midirlar? Öyle oldugunu sanmiyorum. Hepimizin içinde mantiktan esinlenmeyen eylemlerle tüketilmesi gereken bir miktar enerji olduguna inaniyorum; bu, çikis yolunu, kosullara göre sanatta, tutkulu askta veya tutkulu nefrette bulur. Sayginlik, düzen ve rutin -yani modern endüstri toplumunun demir gibi kati disiplinisanatsal dürtüyü köreltmis ve aski verimli, özgür ve yaratici olmak yerine bunalima veya gizlilige mahkum etmistir. Haset, gaddarlik ve nefret hemen bütün piskoposlar sinifi tarafindan takdis edilirken, özellikle özgür olmalari gereken seyler baski altinda tutulmustur. Içgüdüsel yapimiz iki bölümden olusur; birisi kendimizin ve çocuklarimizin yasamini gelistirmeye, digeri ise rakip gördügümüz kisilerin yasamini engellemeye yönelir. Birincisi yasama askini, sevgiyi ve psikolojik olarak sevginin bir kolu olan sanati içerir; ikincisi de rekabeti, milliyetçiligi ve savasi. Geleneksel ahlak birincisini bastirmak, ikincisini yüreklendirmek için 12


herseyi yapar. Gerçek ahlak bunun tam tersini gerektirirdi. Sevdiklerimizle ilgili davranislar içgüdüye güvenle birakilabilir. Akil kapsamina alinmasi gerekli olan ise nefret duydugumuz kisilere karsi olan davranislardir. Günümüz dünyasinda etkin olarak nefret ettiklerimiz bizden uzak olan gruplar, özellikle de yabanci uluslardir. Onlari soyut olarak algilariz ve gerçekte nefretin ta kendisi olan eylemleri, adalete olan askimiz ve benzeri yüce amaçlar için yaptigimizi ileri sürerek kendimizi kandiririz. Bu gerçegi bizden saklayan perdeyi ancak, büyük ölçüde kuskuculukla kaldirabiliriz. Bunu ve kiskançlik çilginliginin tedavisini gerçeklestirdikten sonra, kiskançliklara ve sinirlamalara dayali olmayan, dopdolu bir yasam arzusuna ve baska insanlarin birer engel degil, birer yardimci olacaginin idrakine dayali yeni bir ahlak olusturmaya baslayabiliriz. Bu ütopik bir beklenti degildir; Elizabeth Ingilteresinde kismen gerçeklesmisti. Eger insanlar bir baskasinin mutsuzlugu pesinde kosmak yerine kendi mutluluklarinin pesine düsmeyi ögrenirlerse, bu beklenti hemen yarin gerçeklesebilir. Bu, hiç de uygulanmayacak kadar sert bir ahlak töresi degildir; ama benimsenmesi dünyayi cennete dönüstürebilir.

13


DÜSLER VE GERCEKLER I Arzularimizin inanislarimiz üzerindeki etkisi herkesçe bilinen ve gözlenen bir olgudur; ancak bu etkinin niteligi çogu zaman yanlis algilanir. Inançlarimizin büyük bölümünün bazi rasyonel temellere dayandigini; arzunun ise yalniz arada bir isi karistirdigini varsaymak aliskanlik haline gelmistir. Bunun tam karsiti gerçege daha yakin olsa gerek. Günlük yasamla ilgili inançlarimizin büyük bir bölümü arzularimizin sekillesmesinden ibarettir; ancak orada burada bazi izole noktalarda, gerçegin sert darbesiyle dogru yola yöneltilirler. Insan genelde bir düs aleminde yasar; dis dünyadan gelen asiri zorlayici bir etkiyle bir an için uyanir; ancak çok geçmeden düs aleminin tatli uykusuna yeniden dalar. Freud geceleri gördügümüz düslerin, büyük ölçüde, arzularimizin görüntü seklinde gerçeklesmesi oldugunu göstermis; bunun, gündüz gördügümüz düsler için de ayni ölçüde dogru oldugunu söylemistir. Inançlar dedigimiz gündüz düslerini de buna eklemesi yerinde olurdu. Dogru olduguna inandigimiz seylerin bu rasyonel olmayan kökenini göz önüne serecek üç yöntem vardir: deli ve isterik kisilerin incelenmesinden yola çikip, giderek bu hastalarin temelde normal saglikli kisilerden pek az farkli oldugunu ortaya koyan psikanaliz yöntemi; ikincisi, en degerli görüslerimizin rasyonel kanitlarinin ne kadar zayif olduklarini gösteren kuskucu filozoflarin yöntemi; son olarak da, insanlari genel olarak gözlemleme yöntemi. Ben yalniz bu sonuncusu üzerinde duracagim. Antropologlarin uzun çalismalarindan ögrendigimize göre, en ilkel insanlar anlamadiklarinin farkinda olduklari olaylarla karsilastiklarinda cahilliklerinin bilinci içinde çirpinip durmazlar; tersine, bütün önemli eylemlerini yönetecek ölçüde sikica baglandiklari sayisiz inançlari vardir. Bir hayvanin veya savasçinin etini yemekle, kurbanin yasarken sahip oldugu erdemleri elde edebileceklerine inanirlar. Birçogu, kabile reisinin adini agizlarina almanin insani hemen öldürecek büyük bir günah olduguna inanir, hatta ismin bir hece olarak yer aldigi bütün sözcükleri degistirecek kadar ileri giderler. Örnegin John adinda bir kraliniz varsa Jonquil yerine George-quil veya dungeon yerine dun-george demeniz gerekir. Tarim düzeyine geldiklerinde yiyecek üretimi nedeniyle hava durumu önem kazaniyor; bazi büyülerin yagmur getirecegine veya ufak atesler yakmakla günes 14


açacagina inaniliyor. Bir kisi öldürüldügünde kaninin veya hayaletinin öç almak için öldüreni izledigine, onun ancak yüzü kirmiziya boyama veya matem tutma gibi basit yöntemlerle aldatilabilecegine inaniyorlari. Bu inancin ilk bölümünün öldürülmekten korkanlardan, ikinci bölümünün de öldürenlerden kaynaklandigi açikça görülüyor. Rasyonel olmayan inançlar ilkel insanlara özgü degildir. Insan irkinin büyük bir bölümü bizimkilerden farkli olan, bu nedenle de dogal olarak, asli esasi bulunmayan dinsel inançlara sahiptir. Önyargisiz herhangi bir insan için rasyonel bir sonuca varmanin olanaksiz oldugu birçok konuda politikayla ilgilenen ama politikaci olmayan kisiler çok güçlü kanilara sahiptirler. Çekismeli bir seçimde görev alan gönüllüler hep kendi taraflarinin kazanacagina inanirlar; kaybetme olasiligina isaret eden birçok neden bulunmasinin bir önemi yoktur. 1914 sonbaharinda Alman ulusunun çok büyük bir bölümünün Almanya’nin zaferinden kesinlikle emin oldugu kusku götürmez. Bu örnekte gerçek ise karismis, düsleri altüst etmistir. Alman olmayan bütün tarihçilerin önümüzdeki yüz yil boyunca yazmalari önlenebilseydi yine düsler canlanir, sadece baslangiçtaki zaferler animsanir ve savasin sonunda yasanan felaketler unutulurdu. Nezaket, bir kisinin, kendisinin veya çevresindekilerin meziyetlerine iliskin görüslerine saygili olma aliskanligidir. Herkes, her gittigi yerde, rahatlatici bir kanilar bulutu ile sarilmistir; bu kanilar, yazin uçusan sinekler gibi, kendisiyle beraber hareket eder. Bunlarin bazilari kisiseldir; kisiye, kendi erdemlerinden ve üstünlüklerinden, arkadaslarinin sevgisiden ve tanidiklarinin saygisindan, mesleginin parlak geleceginden, pek iyi olmayan sagligina karsin tükenmeyen enerjisinden söz ederler. Onun ardindan ailesinin olaganüstü yüceligi hakkindaki inançlar gelir: babasinin simdilerde ender rastlanan dürüstlügü ve çocuklarinin simdiki modern ana-babalarda bulunmayan bir disiplinle yetistirmis olmasi; ogullarinin okul sporlarinda herkesi nasil geride biraktigi; kizinin kendini uygunsuz bir evlilige atacak kizlardan olmadigi gibi. Daha sonra, ait oldugu toplumsal sinif hakkindaki inançlari gelir. Toplumdaki konumuna bagli olarak bu sinif bütün siniflar içinde ya sosyal açidan en iyisidir; ya en bilgilisidir, ya da ahlak yönünden en degerlisidir her ne kadar bu degerlerden birincisinin ikincisinden, ikincisinin de üçüncüsünden daha çok aranilan 15


nitelikler oldugu konusunda herkes hemfikir ise de. Ulus konusunda da, hemen herkes kendi ulusu hakkinda rahatlatici kuruntular besler. „Yabanci uluslar ne yazik ki israrla kendi bildikleri gibi davraniyorlar.“ Mr. Podsnap bu sözleriyle insan kalbinin en köklü duygularindan birini dile getirmis oluyordu. Son olarak da genel olarak insanligi, mutlak olarak veya karsilastirmayla „hayvani yaratiklar“dan üstün tutan kuramlara geliyoruz: Insanin ruhu vardir, ama hayvanin yoktur; insan „rasyonel bir hayvan“dir. Asiri acimasiz veya anormal bir eylem „hayvan gibi“, veya „vahsi“ olarak nitelenir (halbuki böyle eylemler kesinlikle insanlara özgüdür, Tanri insani kendi görüntüsünden yaratti ve evrenin nihai amaci Insan’in mutlulugudur. Böylece, bizi rahatlatan asamali bir inançlar dizisine sahip bulunuyoruz: kisiye ait olanlar, ailesi ile paylastiklari, sinifinda veya ulusunda yaygin olanlar, son olarak da bütün insanliga ayni ölçüde hos gelenler. Bir kimseyle iyi iliskilerimiz olmasini istiyorsak onun inandiklarina saygi göstermemiz beklenir. Bu nedenle de insanlarin yüzlerine karsi, arkalarindan konustugumuz gibi konusmayiz. Bu fark, onlarin bizim kisiligimizden olan farklari arttikça daha da belirginlesir. Kardesimizle konusurken ana-babalar konusunda bilinçli bir nezaket göstermeye gerek görmeyiz. Yabanci ülke insanlariyla konusurken nazik olma geregi doruk noktasindadir ve yalniz kendi vatandaslarina alisik olanlara dayanilmaz ölçüde sikici gelir. Bir keresinde, ülkesinden hiç çikmamis bir Amerikaliya Ingiliz Anayasasi’nin birkaç önemsiz noktada Amerikalilarinkinden daha iyi olabilecegini söylemistim. Hemen büyük bir öfkeye kapildi; bu türden bir düsünceyi daha önce hiç duymamis oldugundan, bir kimsenin gerçekten böyle bir sey düsünebilecegini akli almamisti. Ikimiz de nezaketi ihmal etmistik; sonuç da bir felaket olmustu. Sosyal amaçli toplantilarda nezakette kusur her ne kadar hos degilse de mitleri yok etme bakimindan çok yararlidir. Dogal kanilarimizi düzeltmenin iki yolu vardir; biri, zehirli bir mantari yenebilir bir mantar sanip sonuçta aci çekmek gibi, gerçekle yüzlesmek; digeri de kanilarimizin, gerçek olgulara degil, diger insanlarin inançlarina ters düsmesi durumudur. Bazilari domuz eti yemenin helal, dana eti yemenin haram oldugunu düsünür; baskalari ise tam tersine inanir. Bu görüs ayriligi çogu zaman kan dökülmesine yol açmistir. Ikisinin de belki gerçekten günah 16


olmadigi yolunda rasyonel bir görüs yavas yavas olusmaya baslamis bulunuyor. Nezaket ile yakindan bagintili olan alçakgönüllülük, kendimizi ve kendimizde olan seyleri, karsimizdakilerden veya onlarda bulunan seylerden üstün tutmuyor gibi davranmayi gerektirir. Bu hüner sadece Çin’de tam olarak anlasilmistir. Bana anlattiklarina göre, Çin’de bir Mandarin’e karisinin ve çocuklarinin sagligini sorarsaniz size söyle cevap verirmis: „Zatialilerinin sormaya tenezzül buyurduklari o pasakli asagilik kadin ve igrenç yumurcaklari tam bir saglik içindedirler.“ Ne var ki, böyle incelikler sakin ve dingin bir yasam tarzi gerektirir; is ve politika dünyasinin hizli ve önemli iliskilerinde ise bu olanaksizdir. Baska insanlarla olan iliskiler, en basarili olan kisiler disinda kalan herkesin mitlerini birer birer yikmaktadir. Kisisel övünçleri kardesler, aile övünçlerini okul arkadaslari, sinifsal övünçleri politika, milli övünçleri de savaslar ve ticari basarisizliklar ortadan kaldirmaktadir. Ancak insan olmanin övüncü varligini sürdürür; ve sosyal sohbetler sirasinda, mit-yaratma yetisi bu alanda serbestçe at kosturur. Bilim bu tür hayallerin düzeltilmesinde bir ölçüde etkilidir. Ancak bu düzeltme hiçbir zaman kismi olmaktan öteye gidemez; çünkü biraz safdillik olmazsa bilimin kendisi de çöker.

II Insanlarin kisisel ve sinifsal düsleri gülünç olabilir; ancak toplumsal düsler insanlik çemberi disina çikamayan bizler için hüzün vericidir. Astronominin ortaya koydugu Evren çok büyüktür. Teleskopla gördüklerimizin ötesinde daha neler var, bilemiyoruz; ancak bilebildigimiz kadari akilalmaz büyüklüktedir. Samanyolu bu bilinebilen evrende çok küçük bir yer kaplar. Bu ufak bölümün içindeki Günes Sistemi sonsuz küçüklükte minik bir benek, gezegenimiz ise benegin mikroskopik bir noktasidir. Bu nokta üzerinde, karmasik yapili ve kendilerine özgü fiziksel ve kimyasal özellikleri olan, su ve saf olmayan karbon karisimi minik topaklar birkaç yil sürüklenir durur; ta ki bilesimi olusturan elementlere tekrar ayrilip yok olana kadar. Vakitlerini iki is arasinda bölüstürürler: kendilerinin yok olma anini ertelemek ve telasli bir çaba ile, kendi türlerinden olan baskalari için bu ani çabuklastirmak. Dogal sarsintilar belirli araliklarla binlercesini, hatta milyonlarcasini yok eder; hastalik daha birçogunu vaktinden önce alip götürür. Bu olaylar felaket olarak degerlendirilir; ancak insanlar ayni yok edisi kendi çabalariyla basarirlarsa çok sevinir ve 17


Tanri’ya sükranlarini sunarlar. Insan yasaminin fiziksel olarak var olabilecegi süre Günes Sistemi’nin toplam ömrünün çok ufak bir bölümüdür. Ancak insanlarin birbirlerini yok etme çabalariyla, bu süre dolmadan da kendi sonlarini getireceklerini düsündüren nedenler var. Disaridan bakildiginda insan yasami böyle görünüyor. Yasama böyle bir bakisin dayanilmaz oldugunu, bunun, insanlarin var olmalarini saglayan içgüdüsel enerjiyi yok edecegini söyleyenler var. Onlarin bulduklari kaçis yolu din ve felsefedir. Disdünya her ne kadar yabanci ve duyarsiz görünse de, bizi teselli edenlerin verdikleri güvenceye göre, görünüsteki bu çatismalarin gerisinde bir uyum vardir. Ilk nebuladan bu yana süregelen uzun gelisimin, en son asama olarak insanogluna eristigi varsayilmaktadir. Hamlet çok ünlü bir yapittir; ancak onu okuyanlarin pek azi Birinci Denizci’nin „Tanri sizi kutsasin, efendim“ seklindeki dört sözcükten olusan rolünü animsar. Yasamdaki tek ugraslari bu rolü oynamak olan bir topluluk düsünelim; onlarin Hamlet’lerle, Horatio’larla, ve hatta Guildenstern’lerle hiç bir temaslari olamayacak bir sekilde izole edilmis olduklarini varsayalim. Bu kisiler Birinci Denizci’nin dört sözcügünün bütün oyunun temelini olusturdugu yolunda bir takim edebi elestiriler icadetmezler miydi? Içlerinden biri öteki rollerin de belki ayni ölçüde önemli olabilecegini öne sürseydi, onu asagilama veya dislamayla cezalandirma yoluna gitmezler miydi? Evrende insanoglunun yasami Birinci Denizci’nin Hamlet’te aldigi rolden çok daha az yer tutmaktadir. Ancak sahnenin arkasindaki oyunun gerisini dinlememiz olanaksizdir; oyunun konusu ve kisileri hakkinda da çok az sey biliyoruz. Insanlik denince onun bir temsilcisi olarak daha çok kendimizi düsünürüz. Bu nedenle de insanlik konusunda olumlu hisler besler, korunmasini önemli buluruz. Nonkonformist (Ingiltere Kilisesi’nden ayrilmis bir tarikatin mensubu. (Ç.N.)) bakkal Mr. Jones kendisinin ölümsüzlüge layik oldugundan emindir; bunu kendisinden esirgeyecek bir evrenin de dayanilmaz ölçüde kötü oldugu kanisindadir. Ancak sekere kum karistiran ve pazar günleri kiliseyi ihmal eden Anglikan (Ingiltere Kilisesi mensubu. (Ç.N.)) rakibi Mr. Robinson’u düsündügünde, evrenin gereginden fazla merhametli davrandigi görüsündedir. Mutlulugunun eksiksiz olmasi, Mr. Robinson için yakilacak bir cehennem atesine baglidir. Bu sekilde hem insanin evrensel önemi korunmus, hem de dost ve düsman arasindaki yasamsal farklilik evrensel 18


merhametin zaafi yüzünden ortadan kalkmamis olur. Mr. Robinson da ayni kanidadir; ancak roller degismis olarak. Sonuçta herkes mutludur. Korpenik’ten önceki çaglarda insan-merkezli dünya görüsünü savunmak için felsefi oyunlara gerek yoktu. Gök kubbesinin dünya çevresinde döndügü gözle görülüyordu; dünyada da insan, çevresindeki bütün hayvanlara hükmetmekteydi. Ancak dünya merkezi konumunu yitirince insan da bulundugu doruktan indirildi. Bunun üzerine, bilimin „kabaligini“ düzeltecek bir metafizige gerek duyuldu. Bu görev de „idealist“ denilen kisilerce yerine getirildi. Onlara göre maddesel dünya gerçek olmayan bir görünümden ibarettir; gerçek olan ise Akil veya Ruh’tur; o, filozofun akil ve ruhundan üstündür; tipki filozofun siradan insandan üstün oldugu gibi. „Insanin evi gibisi yoktur“ deyiminin tersine, bu düsünürler bize her yerin kendi evimiz gibi oldugu güvencesi verirler. En iyi olan her seyimizde, yani söz konusu filozofla paylastigimiz her seyde, evrenle uyum içindeyiz. Hegel bize evrenin, onun dönemindeki Prusya Devleti’ne benzedigi güvencesini de verir; onun Ingiliz ardillari da evreni daha çok iki meclisli plütokratik bir demokrasiye benzetirler. Bu görüsler için öne sürülen gerekçelerde, bunlarin insancil özlemlerle olan bagintisi, o görüsün sahiplerinden bile gizlenecek biçimde kamufle edilmistir: bu gerekçeler görünüste mantik ve önermelerin tartisilmasi gibi kuru kaynaklardan çikarilmistir. Ancak hep tek bir dogrultuda yanlislar yapilmis olmasi, özlemlerin etkisini açiga vurmaktadir. Bir aritmetik toplamasi yaparken insanin kendi lehine yanlis yapmasi, aleyhine olani yapmasindan daha olasidir. Bunun gibi, bir kimsenin mantik yürütürken kendi özlemleri yönünde yanlislar yapmasi, özlemlerine ters olan yönde yanlislar yapmasindan daha olasidir. Demek oluyor ki, soyut düsünür olarak adlandirilan kisilerin incelenmesinde, kisiliklerinin anahtari yaptiklari yanlislardan anlasilabilir. Çok kisi insanlarin icadettigi sistemlerin, gerçek olmasalar bile zararsiz ve rahatlatici olduklarini ve onlara dokunulmamasi gerektigini savunur. Ancak onlar gerçekte zararsiz degildirler ve insanlari önlenebilecek acilara katlanmaya yönelttikleri için getirdikleri rahatlik çok pahaliya malolmaktadir. Yasamdaki kötülükler kismen dogal nedenlerden, kismen de insanlarin birbirlerine olan düsmanligindan kaynaklanmaktadir. Eskiden rekabet ve savaslar, yiyecek saglamak için gerekliydi; bu yiyecekler de sadece galip gelenlerce elde edilebiliyordu. Simdi bilim sayesinde 19


dogal güçlere egemen olma yoluna girildigine göre, insanlar birbirlerini yenmek yerine kendilerini dogayi fethetmeye adarlarsa herkes daha rahat ve mutlu olur. Doganin bir dost, bazen de baska insanlarla kavgalarimizda bir müttefik olarak takdim edilmesi, insanin dünyadaki gerçek konumunu belirsizlestirmekte ve insanoglunun kalici mutlulugunu saglayacak yegane savasim olan bilimsel güç arayisina giden çabalari saptirmaktadir. Bütün bu faydaci gerekçeler yaninda gerçekdisi inançlara dayali bir mutluluk arayisinin yüce ve yetkin bir yönü yoktur. Dünyadaki gerçek konumumuzu korkusuzca algilamakta tam bir mutluluk, ve mit duvarlari arkasina saklananlarin görebileceklerinden çok daha canli bir dram vardir. Düsünce dünyasinda, kendi fiziksel güçsüzlükleriyle yüzlesmeye hazir olanlarin açilabilecekleri „engin denizler“ vardir. Bütün bunlardan daha önemli olarak da gün isigini karartan, insanlari kavgaci ve acimasiz yapan Korku’nun zulmünden kurtulus vardir. Dünyadaki konumunu oldugu gibi görme yürekliligi göstermeyen hiç kimse bu korkudan kurtulamaz; kendisine, kendi küçüklügünü görme olanagi vermeyen hiç kimse muktedir oldugu yücelige erisemez.

20


BILIM BOS-INANLI MIDIR? Modern yasam iki yönden bilim temeline oturmaktadir. Hepimiz ekmek parasi, rahatimizi saglayan araçlar ve eglence gereksinimlerimizi karsilamada bir bakima bilimsel bulus ve kesiflere bagimliyizdir. Öte yandan son üç yüzyil içinde bilimsel görüsle ilintili olan bazi zihinsel aliskanliklar bir avuç üstün yetenekli kisiden giderek toplumun büyük bir bölümüne yayilmistir. Yeterince uzun süreler gözönüne alindiginda, bilimin bu iki özelliginin birbiriyle bagintili oldugu görülür; ancak her ikisi de, ötekisi olmadan yüzyillarca var olabilirler. Bilimsel düsünce tarzi onsekizinci yüzyil sonlarina kadar günlük yasami pek etkilemedi; çünkü sinai teknolojide devrim yapan büyük buluslara henüz yol açmamisti. Öte yandan, bilimin getirdigi yasam tarzi, bilimin sadece pratikteki bazi uygulamalarini ögrenmis toplumlarca da benimsenebilir. Böyle toplumlar baska yerlerde kesfedilmis makineleri yapabilir, kullanabilir ve hatta onlarda bazi ufak tefek gelismeler gerçeklestirebilir. Ortak insanlik zekasi bir gün yozlassa bile, bilimin sagladigi teknik ve günlük yasam, büyük olasilikla, nesiller boyu var olmayi sürdürebilir. Ancak bu durum sonsuza dek süremez; çünkü eger bir felaket sonucu ciddi sekilde zedelenirse bir daha yerine gelmesi olanaksizdir. Demek oluyor ki, olumlu ya da olumsuz, bilimsel görüs insanlik için önemli bir konudur. Sanat alaninda oldugu gibi bilimsel görüsün kendisi de iki yönlüdür. Yaratanlar ile degerlendirenler ayni kisiler degildir ve birbirinden farkli zihinsel aliskanliklar gereksinirler. Her yaratici gibi bilimsel yaratici da entellektüel bir yolla ifade edilen güçlü duygulardan esinlenir; bu ifade açiklanmamis bir inanci da içerir; eger bu inanç olmasa bilimci belki de pek bir sey basaramaz. Degerlendiricinin böyle bir inanca gereksinimi yoktur; o her seyi yerli yerinde görür; kendince gerekli noktalari degerlendirir; belki de yaraticiyi kendisine kiyasla kaba ve ilkel bir kisi olarak düsünür. Uygarlik daha yaygin ve daha olagan bir asamaya geldiginde degerlendirenin düsünce tarzinda, yaratici olabilecek kisilere karsi bir hükmetme egilimi basgösterir. Sonuçta söz konusu uygarlik Bizanslasir ve geriye dönük bir hal alir. Bilimde bu tür bir gelisim baslamakta gibi görünüyor. Öncülere güç veren inanç, özünden çürümeye baslamistir. Rusya, Japonya ve Yeni Çin gibi Uzakdogu ülkeleri bilimi hala onyedinci yüzyildaki çosku ile karsilamaktadir. Batili uluslar halklarinin çogunlugu da 21


böyledir. Ancak basrahipler, kendilerinin resmen adandiklari bu ibadetten artik usanmaya baslamislardir. Vaktiyle dinibütün genç Luther, hastaliktan kurtulmak için Kapitol’de Jüpiter’e kendi adina öküz kurban edilmesine ses çikarmayan serbest-düsünceli Papa’ya saygilarini sunmustu. Bunun gibi, günümüzde de kültür odaklarindan uzakta olanlar bilime, onun kahinlerinin artik duymadiklari saygiyi beslemektedir. Bolseviklerin „bilimsel“ maddeciligi de, vaktiyle ilk dönem Alman Protestanlarinda oldugu gibi, bu sofulugu dost düsman herkesin yenilik sayacagi bir sekil içinde devam ettirmeye yönelik bir çabadir. Ancak onlarin Newton’un ögretilerine hararetle ve harfi harfine bagli olmalari, Bati’nin „burjuva“ bilimcileri arasinda kuskuculugun yayilmasini hizlandirmaktan baska sonuç vermemistir. Tennessee gibi, devletin bilim-öncesi bir asamada kalmis oldugu yerler disinda, bilim devlet tarafindan taninan ve tesvik edilen bir faaliyet olarak siyasal açidan tutucu bir nitelik almistir. Günümüz bilimadamlarinin çogunlugunun temel imani statükoyu korumanin önemine dayanmaktadir. Bunun sonucunda bilim için hakettiginden fazlasini ileri sürmemek ve diger tutucu güçlerin, örnegin dinin, istemlerini yerine getirmek konularina asiri yatkindirlar. Ancak bu bilimciler büyük bir zorlukla karsi karsiyadirlar. Bilimcilerin çogunlugunun tutucu olmasina karsin bilim hala dünyadaki en hizli degisim aracidir. Asya’daki, Afrika’daki ve Avrupa’nin sanayi toplumlarindaki degisimin yol açtigi heyecan, tutucu görüslü kisilerde çogu kez hosnutsuzluk yaratmaktadir. Bundan da bilimin degeri konusunda, Büyük Rahiplerin kuskuculuguna da katkida bulunan tereddütler ortaya çikmaktadir. Bu kadarla kalsa önemli olmayabilirdi. Ancak durum gerçek-entellektüel sikintilarla daha da agirlasmistir. Bu zorluklarin, eger asilmazlarsa, bilimsel kesif çagini sona erdirmeleri olasiligi vardir. Bu hemen bir anda oluverecek demek istemiyorum. Rusya ve Asya, Bati’nin yitirmekte oldugu bilimsel imani bir yüzyil daha sürdürebilirler. Ancak eninde sonunda, bu inanca karsi öne sürülen savin reddedilemeyecegi ortaya çikarsa bu, herhangi bir nedenle bir an için, usanç duyan insanlari ikna edecek, bu kimseler bir kere inandiktan sonra da eski mutlu güvencelerine bir daha kavusamayacaklardir. Bilimsel imana karsi ileri sürülen bu sav, bu nedenle, büyük bir titizlikle incelenmelidir. Bilimsel imandan söz ederken bilimin, esas itibariyle, dogru oldugu yolundaki bir mantiksal sonucu 22


kastetmiyorum. Daha az rasyonel olan ama daha heyecan verici bir seyi, yani kisinin büyük bir bilimsel kasif olmasina yol açan inanç ve duygular sistemini kastediyorum. Soru sudur: bilimsel kesifler için gereken zihinsel güce sahip insanlar arasinda bu türden duygu ve inançlar var olmayi sürdürebilirler mi? Yeni yayinlanmis çok ilginç iki kitap bize bu problemin yapisini anlamada yardimci olacaktir. Bunlar Burtt’un Metaphysical Foundations of Modern Science (Modern Bilimin Metafiziksel Temelleri) (1924) ve Whitehead’in Science and the Modern World (Bilim ve Çagdas Dünya) (1926) adli kitaplaridir. Bu kitaplarin ikisi de çagdas dünyanir. Kopernik Galileo ve Newton’dan esinlenmis oldugu düsünce sistemlerini elestirmektedir -birincisi hemen hemen tümüyle tarihsel açidan, ikincisi hem tarihsel hem de mantiksal açidan. Dr. Whitehead’in kitabi daha önemlidir; çünkü yalniz elestirel degil, ayni zamanda yapicidir; ayrica gelecegin bilimi için, insanligin bilimdisi özlemleri yönünden de doyurucu olacak bir entellektüel temel bulmayi amaçlamaktadir. Dr. Whitehead’in teorisinin hos diyebilecegimiz bölümleri için öne sürdügü mantiksal argümanlari kabul edemem. Bilimsel kavramlarin yeni bir entellektüel yapilanmaya gereksinimi oldugunu kabul etmekle beraber bu yeni kavramlarin entellektüel olmayan duygularimiza eskileri kadar itici gelecegini ve bu nedenle yalnizca bilim lehinde güçlü önyargisi olanlarca kabul edilecekleri yolundaki görüse de katiliyorum. Simdi ileri sürülen tezin ne oldugunu görelim. Ise tarihsel bakis açisiyla baslayalim. Dr. Whitehead „Nesneler arasinda düzen, özellikle de bir doga düzeni’nin var oldugu hakkinda yaygin bir içgüdüsel inanç olmadan yasayan bilim de olamaz,“ diyor. Ona göre bilim ancak böyle bir inanca sahip olan insanlarca yaratilabilirdi; bu nedenle de inancin baslangiçtaki kaynagi bilim-öncesi dönem olmaliydi. Bilimin gelismesi için gerekli olan karmasik zihinsel yapinin olusmasinda baska ögelerin de katkisi olmustu. Whitehead, Greklerin yasama bakis açisinin daha çok dramatik oldugunu, bu nedenle de baslangiçtan çok sonu vurguladigini, bunun da bilim açisindan sakincali oldugu ileri sürüyor. Öte yandan, Grek tragedyasi, olaylarin doga yasalarinin zorunlu sonucu olarak ortaya çiktigi yolundaki Kader kavraminin olusmasina yardimci olmustur. „Grek tragedyasindaki Kader, çagdas düsünce sisteminde Doga düzenine dönüsmüstür.“ Gerekirci (necessitarian) görüs Roma hukuku ile desteklenmistir. Roma Devleti (hiç olmazsa teoride), Dogulu despotlardan farkli olarak keyfi degil, önceden 23


belirlenmis kurallara göre hareket etmisti. Bunun gibi, hiristiyanlik da Tanri’nin yasalar uyarinca hareket ettigi inancindaydi; her ne kadar bu yasalari Tanri’nin kendisi koysa da. Bütün bunlar bilimsel düsünce biçiminin zorunlu bir ögesi olan Dogal Yasalar kavraminin olusmasini kolaylastirmistir. Onaltinci ve onyedinci yüzyil öncülerinin çalismalarini esinleyen bilim-disi inançlar Dr. Burtt tarafindan övgüye deger bir biçimde ortaya konmustur; kendisi bunun için, pek az bilinen birçok orjinal kaynaktan yararlanmistir. Örnegin Kepler, gençliginin kritik bir döneminde, Zerdüst dininden olanlarin Günes’e tapma seklindeki ibadetlerini kismen benimsemis gibidir. “Özellikle Günes’in tanrilastirilmasi ve ona yarasir konumun evrenin merkezi oldugu yolundaki düsünceler Kepler’i, gençlik coskusu ve coskulu hayal gücünün etkisiyle, yeni sistemi kabule yöneltmistir.” Bütün Rönesans dönemi boyunca hiristiyanliga karsi, esas itibariyle Pagan çagi uygarligina duyulan hayranliktan kaynaklanan bir tür düsmanlik var olmustur. Bu düsmanlik, kural olarak açikça dile getirilemediyse de örnegin, fiziksel belirlenimcilik (determinizm) içerdigi gerekçesiyle Kilise’nin kinadigi astrolojinin yeniden canlanmasina yol açmistir. Hiristiyanliga karsi olan bu baskaldiri bilimle oldugu kadar bos-inanla da ilintilidir ve Kepler örneginde oldugu gibi bazen her ikisiyle de içiçedir. Eskiçag’da yaygin olmayan, Ortaçag’da ise hiç görülmeyen çok önemli bir öge daha vardir: “çözülemeyen ve tekrarlanan” olgulara duyulan ilgi. Rönesans öncesinde olgulara karsi merak duyulmasi kisilere özgüydü; örnegin Imparator 2. Frederick ve Roger Bacon. Ancak Rönesans döneminde bu merak aydinlar arasinda birden yayginlasti. Montaigne’de bu, Dogal Yasalara ilgi duymaksizin var olan bir meraktir; bu nedenle de Montaigne bir bilim adami degildir. Bilim ugrasi, kendine özgü bir genel ve özel ilgiler karisimini içerir; özel durum, genel durumu aydinlatabilecegi umuduyla incelenir. Ortaçag’da özel durumun, teorik olarak, genel ilkelerden çikarilabilecegi düsünülürdü; Rönesans döneminde genel ilkeler gözden düstü ve eski çaglara olan tutku özel olaylara karsi güçlü bir ilgiye yol açti. Bu ilgi Grek, Roma ve skolastik geleneklere göre egitilmis beyinlerde, sonunda Kepler ve Galileo gibi bilimsel kisiliklerin ortaya çikisini olanakli kilan düsünsel atmosferi yaratti. Dogaldir ki bu atmosfer onlarin çalismalarini sarmalamis ve günümüzdeki izleyicilerine kadar gelmistir. „Bilim, kökenini Rönesans 24


sonlarinin tarihsel baskaldirisindan hiç ayirmamistir; daha çok, ilkel bir inanca dayali, rasyonalizm-karsiti bir hareket olarak sürmüstür. Gerek duydugu uslamlama sistemini, tümdengelim yöntemini uygulayan Grek rasyonalizminin yasayan bir yadigari olan matematikten almistir. Bilim felsefeyi reddeder. Baska bir deyisle, inancini hakli kilmaya veya açiklamaya hiç gerek duymamis, Hume’un onu yadsimasina da sessizce kayitsiz kalmistir.“ Emekleme dönemindeyken onu beslemis olan bos-inanlardan ayirirsak bilim var olmayi sürdürebilir mi? Bilimin felsefeye karsi gösterdigi kayitsizlik, kuskusuz, bilimin sasirtici basarisi nedeniyledir. Bilim, insanin güçlü oldugu duygusunu kuvvetlendirmis; bu nedenle de, teolojik geleneklerle kimi zaman çatismasina karsin, genelde iyi kabul görmüstür. Ancak son zamanlarda, kendi iç sorunlari onu felsefeyle ilgilenmeye yöneltmistir. Bu, özellikle uzay ve zamani bir uzay-zaman düzeninde birlestiren görecelik teorisi için söz konusu olmustur. Bunun yanisira, sürekli olmayan harekete gereksinimi varmis gibi görünen kuantum teorisi için de geçerlidir. Yine, bir baska alanda, fizyoloji ve biyokimya, felsefeyi canalici bir noktasinda tehdit eden psikolojinin alanina el uzatmaktadir. Dr. Watson’un davranisçiligi bu saldirinin bir öncü kuvvetini olusturmakta; felsefi gelenek için saygili sayilamayacak seyler içermekte; buna karsin kendine özgü yeni bir felsefeye de gerek duymaktadir. Bütün bu nedenlerden dolayi bilim ve felsefenin bu soguk savasi sürdürmeleri artik olanaksizdir; düsman ya da dost olmak zorundadirlar. Bilim, temelleri konusunda felsefenin ona yönelttigi sorulari yanitlayamazsa dost olamazlar. Dost olmalari durumunda ise birbirlerini yok ederler; yalniz birinin tek basina alana egemen olmasi artik olanaksizdir. Bilimin felsefi açidan kendini kanitlamasi için Dr. Whitehead iki sey önermektedir. Bir yandan yeni bazi kavramlar ortaya atmaktadir ki onlar sayesinde görecelik ve kuantum fizigi, eski katimadde kavraminda yapilacak bölük pörçük degisikliklerle elde edilecek sonuçlara göre, zihinsel bakimdan daha doyurucu olan bir yapilanma olanagi bulacaktir. Eserin bu bölümü henüz arzu edilen ölçüde gelistirilmis olmamakla beraber genis anlamiyla bilim kapsamina girmektedir ve bizleri bazi olgular hakkindaki teorik bir yorumu bir baskasina tercih etmeye yönelten alisilmis kanitlama yöntemine de olanak vermektedir. Tekniginin zor oldugunu belirtmek disinda bu konuya deginmeyecegim. Su anda ilgilendigimiz konu yönünden önemli olan, Dr. Whitehead’in eserinin daha 25


felsefi olan bölümüdür. Bize sadece daha iyi bir bilim önermekle yetinmeyip, ayni zamanda Hume’dan bu yana bir anlamda rasyonel olmayan geleneksel bilimi rasyonel kilacak bir de felsefe öneriyor. Bu felsefe temelde Bergson’unkine çok benzer. Burada karsilastigim zorluk sudur: Dr. Whitehead’in yeni kavramlari, normal bilimsel ve mantiksal sinamalara olanak veren formüllerle ifade ediliyorlarsa da öne sürdügü felsefeyi gerektirmiyorlar gibi görünüyor. Bu nedenle felsefesi kendi içerdigi degerlere göre kabul edilmelidir. Onu, eger dogru ise, bilimi hakli kildigi (justification) için kabul etmemeliyiz; çünkü tartistigimiz sorun bilimin hakli kilinmasinin olanakli olup olmadigidir. Onu oldugu gibi, bize gerçekten dogru gelip gelmedigi bakimindan incelemeliyiz; ancak bunda da kendimizi eski kargasa ile yüzyüze buluyoruz. Simdi sadece tek bir nokta, ama çok önemli bir nokta üzerinde duracagim. Bilindigi gibi Bergson geçmisin bellekte yasamayi sürdürdügü, hiç bir seyin asla gerçekten unutulmadigi kanisindadir. Bu noktalarda Dr. Whitehead onunla hemfikir görünüyor. Bu sairane bir ifade olarak çok hos olmakla beraber, benim düsünüsüme göre, olaylari bilimsel netlikle dile getirdigi kabul edilemez. Geçmisteki bir olayi -diyelim ki Çin’e varisimi- animsiyorsam, yeniden Çin’e vardigimi söylemem sadece mecazi bir ifadedir. Animsadigim zaman bazi sözcükler ve imgeler belirir. Bunlarin animsadigim seylerle nedensellik ve benzerlik iliskisi vardir ve bu benzerlik genellikle mantiksal yapi benzerliginden öte bir sey degildir. Aninin, geçmisteki olayin varligini sürdürmesi oldugunu söylesek bile bu, olayin kendisi ile anisi arasindaki iliski hakkindaki bilimsel soruya bir yanit olusturmaz. Çünkü öyle söylesek bile, yine de, aradan geçen sürede olayin degistigini kabul etmek zorundayiz; bu sefer de degisimin hangi bilimsel yasalar uyarinca gerçeklestigi sorusuyla karsi karsiya kaliriz. Aniyi yeni bir olay olarak veya oldukça degismis eski bir olay olarak adlandirmanin bilimsel problem açisindan bir farki yoktur. Hume’dan bu yana bilim felsefesinde yer alan iki büyük skandal nedensellik ve tümevarimdir. Bu iki yönteme hepimiz güveniriz; ancak Hume bu inancin hiçbir rasyonel temele dayanmayan, bilinçsiz bir inanç oldugu yolunda bir kani uyandirmistir. Dr. Whitehead kendi felsefesinin Hume’a bir yanit olanagi sagladigina inaniyor. Kant da ayni seyi düsünmüstü. Ben her ikisini de kabul edemiyorum. Ancak herkes gibi ben de bir yanit olmasi gerektigine inanmaktan da kendimi 26


alamiyorum. Bu durum derin bir rahatsizlik kaynagidir; bilim ile felsefe karistirilmaya devam ettikçe rahatsizlik artacaktir. Bir yanit bulunabilecegini ummak durumdayiz; ancak ben yanitin bulunmus olduguna inanamiyorum. Bilim günümüzdeki durumuyla kismen olumlu, kismen de olumsuz olarak düsünülebilir. Bize çevremizi düzenleme gücü vermesi ve küçük de olsa önemli bir azinlik için zihinsel doyum olanagi saglamasi bakimindan da olumludur. Olumsuzdur; çünkü ne kadar maskelemeye çalissak da insan eylemlerini, teorik olarak, önceden tahmin etme olanagini içeren bir gerekirciligi varsaymakta, bu bakimdan da sanki insanin gücünü azaltmaktadir. Dogal olarak insanlar bilimin olumlu yönünü alikoyup olumsuz yönünden kurtulmayi arzular; ancak bunu basarma çabalari simdiye dek bosa çikmistir. Nedensellik ve tümevarima inancimizin irrasyonel oldugunu vurgularsak, bilimin dogru olup olmadigini bilmedigimiz ve bize onu olumlu kilan, çevremize egemen olma olanaginin her an yok olabilecegi sonucuyla karsilasiriz. Ancak bu sonuç tümüyle teorik olup, çagdas bir insanin uygulamada benimseyecegi birsey degildir. Öte yandan bilimsel yöntemin savlarini kabul edersek nedensellik ve tümevarimin, herseye oldugu gibi, insan iradesine de uygulanabilir oldugunu kabulden kaçinamayiz. Yirminci yüzyilda fizik, fizyoloji ve psikoloji alanlarindaki gelismeler bu sonucu güçlendirmektedir. Sonunda öyle görünüyor ki, bilimin rasyonel kanitlamasi teorik olarak yetersiz ise de, bilimin olumsuz yönlerini birakip olumlu olanlarini alikoymamizi saglayan bir yöntem mevcut degildir. Durumun mantigiyla yüzlesmekten kaçinarak kuskusuz bunu basarabiliriz. Ancak o zaman dünyayi anlamayi amaç edinmis olan bilimsel kesif dürtüsünü de daha kaynaginda kurutmus oluruz. Gelecegin bu karmasik probleme daha doyurucu bir çözüm getirmesini umalim.

27


INSAN RASYONEL OLABILIR MI? Kendimi hep bir rasyonalist olarak düsünürüm; ve bana göre bir rasyonalist, insanlarin rasyonel olmasini isteyen kisidir. Rasyonellik günümüzde birtakim sert elestirilere ugramis bulunuyor; öyle ki, ne anlama geldiginin bilinmesi, bilinmesi durumunda da insanlarin elde edebilecekleri bir sey olup olmadigini kestirmek zordur. Rasyonelligi tanimlama sorununun biri teorik, öteki de pratik olmak üzere iki yönü vardir: Rasyonel düsünce nedir? Rasyonel davranis nasildir? Faydacilik (pragmatizm) kanilarin irrasyonel oldugunu, psikanaliz de davranislarin irrasyonel oldugunu vurgular. Bu iki yaklasim çogu kimseyi, düsünce ve davranislarin olumlu bir sekilde uyum gösterecekleri ideal bir rasyonelligin var olmadigi görüsüne yöneltmistir. Bu da söyle bir sonuca yol açar görünmektedir: Eger siz ve ben degisik kanilara sahipsek, bunu tartismanin ya da tarafsiz bir kisinin hakemligine basvurmanin yarari yoktur. Yapabilecegimiz tek sey, parasal ve askeri gücümüz ölçüsünde, etkili konusma, reklam, ya da savas yollariyla birbirimizle mücadele etmektir. Böyle bir bakis açisinin çok tehlikeli, uzun dönemde ise uygarlik için yokedici nitelikte oldugu kanisindayim. Bu nedenle, rasyonellik idealinin, onu yok edecegi düsünülen fikirlerden etkilenmedigini, düsünce ve yasama bir yol gösterici olarak eskiden tasidigi bütün önemi korudugunu göstermeye çalisacagim. Önce kanilarin rasyonelligini ele alalim. Bunu, basit olarak, bir kanaate varmadan önce, konuyla ilgili bütün kanitlari dikkate alma olarak tanimliyorum. Rasyonel bir kisi kesinligin olanakli olmadigi durumlarda olasiligi en kuvvetli olan görüse en büyük agirligi verir, yabana atilamayacak ölçüde olasiligi olanlari da varsayim olarak aklinda tutar; çünkü bunlarin tercihini gerektiren bazi kanitlar sonradan ortaya çikabilir. Dogaldir ki burada, gerçeklerin ve olasiliklarin çogu durumda nesnel bir yöntemle -yani iki dikkatli kisiyi ayni sonuca götürecek bir yöntemlesaptanabilecegi varsayilmaktadir. Bu varsayim sik sik sorgulanmaktadir. Çok kimse aklin tek islevinin kisinin kendi özlem ve gereksiniminin doyumunu kolaylastirmak oldugunu söylemektedir. Pelebs Ders Kitaplari Komitesi’nin yayinladigi Outline of Psychology (Psikolojinin Anahatlari) kitabinda (sayfa 68) „Zihin her,seyden çok bir taraf tutma aracidir. Islevi kisiye ya da türe yararli olacak eylemlerin gerçeklesmesini ve daha az yararli olanlarinin engellenmesini güven altina almaktir,“ denilmektedir. Ancak ayni yazarlar yine ayni kitapta (sayfa 123) ve yine italik harflerle „Marksistlerin inanci ile dinsel inanç 28


arasindaki fark pek derinlerdedir; dinsel inanç özlem ve gelenek temeline, digeri ise nesnel gerçeklerin bilimsel analizine dayanir,“ demektedirler. Eger amaçlari kendilerini Marksist inanci seçmeye yönelten seyin akil olmadigini öne sürmek degilse, bu sözler akil için söylemis olduklari sözlerle çelismektedir. Amaçlari ne olursa olsun „nesnel gerçeklerin bilimsel analizinin“ olanakli oldugunu kabul ettiklerine göre, nesnel anlamda rasyonel olan görüslerin de olanakli oldugunu kabul etmeleri gerekir. Irrasyonel bir bakis açisi öneren daha bilge yazarlar, örnegin faydaci filozoflar, bu kadar kolay açik vermiyorlar. Onlar, kanilarimizin, dogru olmalari için uymalari gereken nesnel gerçek diye bir seyin var olmadigini ileri sürüyorlar. Onlar için kanilar yalnizca varolma savasinda kullandigimiz silahlardir ve insanin yasamini sürdürmesine yardimci olanlarina „dogru“ denilmelidir. Bu görüs I.S. altinci yüzyilda, budizm Japonya’ya ilk eristigi zamanlar, Japonya’da yaygin olan görüstü. Yeni dinin dogrulugundan kusku duyan iktidar, deneme olarak, saray mensuplarindan birine bu dini kabul etmesini emretti; eger bu kisi baskalarindan daha basarili olursa yeni din herkesçe kabul edilecekti. Bu yöntem faydacilarin bütün din tartismalarinda -günümüze uyum saglayacak degisikliklerle- benimsedikleri yöntemdir; ancak ben, insani zenginlige, bütün öteki dinlerden daha çabuk götürdügü anlasilan Musevilige geçen bir kimse duymadim. Faydacilar „dogru“yu bu sekilde tanimlasalar da günlük yasamda zaman zaman ortaya çikan ve bu denli incelikli olmayan sorunlarda hep çok degisik bir standart uygularlar. Bir cinayet davasinin jürisinde yer alan bir faydaci, kanitlari herhangi bir insan gibi degerlendirecektir; ancak eger kendisine özgü ölçütü uygulayacak olsa, toplumda kimin idam edilmesinin daha karli olacagini düsünmesi gerekir. Tanim geregi o kisi cinayetin de suçlusudur; çünkü baska birisinin degil de onun suçlu olduguna inanmak daha yararli, bu nedenle de daha „dogru“dur. Bu tür faydacilik ne yazik ki bazen gerçekten uygulaniyor. Amerika ve Rusya’da bu tanima uygun „düzmece suçlamalar“ yapildigini duymustum. Ancak böyle durumlarda, gerçegi gizlemek için hiç bir çaba esirgenmiyor; basarili olunamazsa da rezalet çikiyor. Gizleme için gösterilen bu çaba, bir cinayet olayinda polisin bile nesnel gerçege inandigini göstermektedir. Bilimde aranan da bu türden -çok alelade ve tatsiz- bir nesnel gerçektir. Insanlar, onu bulma umudunu tasidigi sürece, dinde aranan gerçek de bu türdendir. Insanlar ancak dinin gerçek oldugunu dogrudan kanitlamaktan 29


umut kestigi zamandir ki, onun sözümona yeni-moda bir anlamda „gerçek“ oldugunu kanitlamaya koyulmuslardir. Genel olarak ifade etmek gerekirse, irrasyonalizm, yani nesnel gerçegi yadsimak, hemen her zaman, hiçbir kaniti olmayan birseyde israr etmek; ya da çok saglam kanitlari olan birseyi yadsimak arzusundan kaynaklanir. Ancak, yatirim yapmak gibi, bir hizmetçi tutmak gibi pratik konularda hep nesnel gerçege olan inanç egemen olur. Eger herhangi bir konudaki inancimizin dogru olup olmadigi gerçek olgularla sinanabiliyorsa, baska konularda da ayni sinama yapilmalidir. Bunun uygulanmadigi durumlar bizi bilinemezcilige (agnostisizme) götürür. Konulari göz önüne alindiginda bu düsünceler kuskusuz çok yetersiz kalmaktadir. Gerçek olgularin nesnelligi sorunu, filozoflarin sasirtmacalari nedeniyle çok zorlasmistir. Bu konuyu baska bir yerde daha detayli olarak ele almis bulunuyorum. Simdilik, gerçek olgularin var oldugunu, bunlarin bazilarinin bilinebildigini, diger bazilari için ise bilinen gerçek olgulara göre bir olasilik derecesi saptanabilecegini varsayacagim. Ancak kanilarimiz çogu kez gerçeklere ters düser; hatta belirli kanitlara göre bir seyin olasi oldugunu söyledigimizde bile, ayni kanitlara göre o seyin olasi olmadigi da söylenebilir. Bu durumda rasyonelligin kuramsal yani, gerçek olgulara iliskin kanilarimizi özlemlere, önyargilara, geleneklere degil, kanitlara dayandirmaktan ibarettir. Rasyonel bir kimse, konuya bagli olarak, bir hukukçudan ya da bir bilimciden farksizdir. Bazi kimseler, insanlarin en çok deger verdigi kanilarinin tuhaf, hatta çilginca denebilecek kökenlerine dikkat çekerek psikanalizin, kanilarimizin rasyonel olmasinin olanaksizligini saptadigini düsünürler. Psikanalize derin bir saygim vardir ve son derece yararli olabilecegine inanirim. Ancak Freud ve ardillarina esin kaynagi olan bakis açisi bir ölçüde gözden kaçirilmaktadir. Onlarin yöntemlerinin temel amaci, tedavi etmeye, isteri ve çesitli türden akil bozukluklarini iyilestirmeye yöneliktir. Savas sirasinda ortaya çikan savas nevrozunun en etkili tedavi yönteminin psikanaliz oldugu kanitlanmistir. Rivers’in daha çok „mermi soku“hastalariyla olan deneyimlerine dayanarak yazdigi Instinct and Unconscious (Içgüdü ve Bilinçötesi) kitabinda, açikça kabullenilmedigi zaman korkunun yol açtigi kötü etkiler çok güzel bir sekilde incelenmektedir. Bu etkiler, dogal olarak, çesitli tiplerde felçler, görünürde fiziksel olan hastaliklar gibi, daha çok zihinsel olmayan türdendir. Simdilik bunlarla 30


ilgilenmeyecegiz; konumuz zihinsel bozukluklardir. Delilerdeki kuruntularin çogunun içgüdüsel engellemenin bir sonucu oldugu ve tümüyle zihinsel yollarla -yani hastaya, anisini baski altinda tuttugu gerçekleri animsatmak yoluyla- tedavi edilebildikleri anlasilmistir. Bu çesit bir tedavi ve onu çagristiran durum, hastanin yitirmis oldugu saglikli bir ruh halinin var oldugunu ve unutmayi en çok istedikleri de dahil olmak üzere, bütün ise yarar gerçekleri bilinç yüzüne çikarmakla bunun tekrar kazanilabilecegini varsayar. Bu, bazi kisilerce israrla önerildigi üzere, irrasyonelligi karsi koymadan kabullenme yönteminin tam tersidir. Bu kisilerin tek bildigi, yalniz psikanalizin, irrasyonel kanilarin etkinligini ortaya çikardigidir; onun amacinin bu etkinligi belirli bazi tibbi yöntemlerle azaltmak oldugunu unuturlar veya gözardi ederler. Benzer bir yöntemle delilikleri pek belirgin olmayan kisilerin irrasyonel tutumlari da tedavi edilebilir; yeter ki hastalar kendi kuruntularini paylasmayan bir hekimin tedavisine riza göstersinler. Ancak, cumhurbaskanlari, bakanlar, önemli sahsiyetler bu kosulu nadiren yerine getirirler; ve tedavi görmeden yasamlarini sürdürüp giderler. Buraya kadar rasyonelligin teorik yönünü ele aldik. Simdi üzerinde duracagimiz pratik yönü ise daha da büyük bir zorluk sergiler. Pratik konulardaki fikir ayriliklarinin iki kaynagi vardir: Birincisi tartismacilarin arzulari arasindaki farklilik, ikincisi de arzularini gerçeklestirme araçlarini degerlendirmedeki farkliliktir. Ikinci tür farkliliklar gerçekte teoriktir; ancak sonuçlari açisindan uygulamaya dönüktürler. Örnegin bazi yetkililer ilk savunma hattimiz için savas gemileri gerektigini ileri sürerken, digerleri de uçaklarin gerekliligini vurgular. Burada önerilen sonuç, yani ulusal savunma konusunda bir farklilik yoktur; fark, bunun hangi araçlarla yerine getirilecegindedir. Bu nedenle tartisma salt bilimsel bir yöntemle çözümlenebilir; çünkü anlasmazliga neden olan fikir ayriligi gerçeklerle; geçmis veya gelecek, kesin veya olasi gerçeklerle ilgilidir. Buna benzer bütün durumlarda söz konusu olan, her ne kadar uygulamaya yönelik bir konuysa da, teorik olarak nitelendirdigimiz türden bir rasyonellik ise karisir. Ancak bu sinifa dahil edebilecegimizi düsündügümüz birçok olayda, uygulamada büyük önem tasiyan bir zorluk ortaya çikmaktadir. Belirli bir seyi yapmak isteyen bir kimse, böyle yapmakla yararli saydigi bir sonuca ulasacagina kendini inandirir; o arzusu olmasaydi böyle bir inanç için hiç bir neden olmayacagini bilse bile. Gerçekler ve olasiliklarla ilgili 31


konulardaki yargilari da, kendisininkine karsit arzulari olan bir baska kisininkinden çok farkli olacaktir. Herkesin bildigi gibi kumarbazlar uzun dönemde kesinlikle kazandiracak sistemler konusunda irrasyonel inançlarla doludurlar. Politikayla ilgilenenler kendi partilerinin baskaninin, rakip politikacilarin düzenbazligina düsmeyecegine kendilerini inandirirlar. Yönetmeyi sevenler halk tabakasina koyun sürüsü gözüyle bakmanin onlarin yararina oldugunu düsünürler; sigaradan hoslananlar sigaranin sinirleri yatistirdigini, alkolden hoslananlar da alkolün zihni uyardigini söylerler. Bu tür gerekçelerin yol açtigi yargilar, olaylarin degerlendirilmesinde önlenmesi zor olan yanilgilara yol açar. Alkolün sinir sistemi üzerindeki etkisi konusunda yazilmis bilimsel bir makale bile çogu kez, satir aralarinda içerdigi kanitlarla, yazarin alkole karsi kisisel tutumunu açiga vurur; her iki olasilikta da, olaylara kendi aliskanligini destekleyici bir gözle bakmak egilimi vardir. Bu tür düsünceler politika ve din konularinda büyük önem tasir. Çogu kimse politik görüslerini belirlerken toplumun iyiligi istegiyle yola çiktigini düsünür; ancak on kisiden dokuzunun politik egilimi onun geçimini nasil kazandigina bakarak kestirilebilir. Bu durum bazi kimseleri bu tür konularda objektif davranilamayacagi, karsit egilimli siniflar arasinda siddetli rekabet disinda bir yöntem bulunamayacagi görüsünü savunmaya; birçoklarini da gerçekten öyle olduguna inanmaya yöneltmistir. Psikanaliz iste böyle konularda yararlidir; çünkü insanlarin o zamana kadar bilinç-altinda olan önyargilarinin farkina varmalarini saglar. Bize kendimizi, baskalarinin bizi gördügü gibi görmemize olanak veren bir teknik; ayrica, bu görünümümüzün sandigimiz kadar da haksiz olmadigini gösteren bir neden saglar. Bu yöntem, olgulara bilimsel yaklasim aliskanligi ile birlikte yaygin olarak ögretilirse insanlari, gerçek olaylari degerlendirme ve eylemlerin olasi etkileri hakkindaki inançlari konusunda, daha rasyonel olmalarini olanakli kilar. Eger insanlar bu konularda anlasmazliga düsmezse, geri kalan anlasmazliklara uyumlu çözümler bulabilecekleri hemen hemen kesindir. Ancak yine de tümüyle zihinsel yöntemlerle çözümlenemeyecek bir tortu kalacaktir. Bir kimsenin arzulari baska bir kisininkiyle tam tamina uyum içinde olmaktan çok uzaktir. Borsada iki rakip su veya bu eylemin etkileri konusunda tümüyle ayni fikirde olabilirler; ancak bu pratikte de uyuma yol açmaz; çünkü ikisi de ötekinin zarari pahasina zengin olmayi 32


arzu etmektedir. Ancak bu durumda bile, dogacak olumsuz sonuçlarin büyük bölümü rasyonellik sayesinde önlenebilir. Yüzünü begenmedigi için öfkeyle burnunu kesen bir kisinin davranisinin irrasyonel oldugunu söyleriz. Irrasyoneldir; çünkü duygularina kapilarak o anda siddetle hissettigi arzusunu yerine getirmekle, kendisi için uzun vadede daha önemli olan özlemlerinin engellenecegini unutmustur. Insanlar rasyonel olsalardi, kendilerine neyin yararli oldugunu simdikinden çok daha dogru olarak görürlerdi. Eger bütün insanlar bilinçli olarak kisisel çikarlari dogrultusunda davransalardi dünya da simdiki durumuna kiyasla bir cennet olurdu. Hareketlerimizi yönlendirme açisindan kisisel çikarlardan daha iyi birsey olmadigini söylemiyorum; ancak kisisel çikarin da, baskalarinin iyiligi için özveride bulunma örneginde oldugu gibi, bilerek gözetildiginde, bilmeden gözetildigi durumdakinden daha iyi oldugunu düsünüyorum. Düzenli bir toplumda, baskalarinin zararina olan bir seyin, onu yapan kisinin çikarina olmasi pek enderdir. Bir insan rasyonellikten uzaklastigi ölçüde, baskalarini inciten seylerin kendisini de incitecegini göremez; çünkü nefret ve haset onu körlestirmistir. Bu nedenle, bilerek gözetilen kisisel çikarin en yüce ahlak ilkesi oldugunu savunmuyorsam da, eger yaygin olarak benimsenirse dünyanin simdi oldugundan çok daha iyi bir dünya olacaginda israr ediyorum. Günlük yasamda rasyonellik, sadece o anda güçlü olan arzularimizi degil, içinde bulunulan duruma iliskin bütün isteklerimizi animsama aliskanligi olarak tanimlanabilir. Fikirlerin rasyonelliginde oldugu gibi bu da bir ölçü sorunudur. Tam bir rasyonellik, kuskusuz, erisilmesi olanaksiz bir idealdir. Bununla beraber, bazi insanlari deli olarak niteledigimiz sürece, bazi insanlarin digerlerinden daha rasyonel oldugunu varsaydigimiz ortadadir. Dünyadaki elle tutulur her türlü iyiye gidisin, pratik ve teorik rasyonalizmin güçlenmesinden kaynaklandigi kanisindayim. Altruistik (Kendi yararini gözetmeksizin baskalarinin iyiligini düsünme; bencilligin karsiti.(Ç.N.)) bir ahlak ögütlemek, bana biraz da yararsiz görünüyor; çünkü böyle bir ögüt onu zaten benimsemis olanlar disinda kimseye çekici gelmeyecektir. Ancak rasyonelligi ögütlemek biraz farklidir; çünkü, bizim kendi arzularimiz her ne ise, rasyonellik genellikle onlari gerçeklestirmemize yardimci olur. Bir kimse, aklinin arzularini algiladigi ve onlara egemen oldugu ölçüde rasyoneldir. Sonuç olarak inaniyorum ki, en önemli sey aklimizin eylemlerimize egemen olmasidir; bilim, birbirimize zarar verme olanaklarini artirdikça 33


toplumsal yasamin sürmesini olanakli kilan da bu olacaktir. Egitim, basin, politika, din -kisacasi dünyanin en etkili güçleri- su anda irrasyonellikle eleledir. Bu güçler Kral Demos’u yoldan çikarmak için ona övgüler yagdiran kisilerin elindedir. Çare, gerçeklestirilmesi çok zor olan sosyal ve siyasal degisimlerde degil; bireylerin komsulari ve dünya ile olan iliskilerine daha akillica ve dengeli bir bakis açisi getirme çabalarinda yatmaktadir. Dünyamizin çekmekte oldugu sikintilarin çözümünü, günden güne yayginlasmakta olan rasyonalizmde aramamiz gerekir.

34


YIRMINCI YÜZYILDA FELSEFE Ortaçag’in sonlarindan bu yana felsefenin sosyal ve politik önemi giderek azalmistir. Ortaçag’in en büyük filozoflarindan olan William Ockham (13001349), Keiser (962-1806 yillarinda Kutsal Roma Hükümdarlarina verilen ünvan. (Ç.N.)) tarafindan Papa’ya karsi brosürler yazmak üzere tutulmustu. O dönemlerin en atesli sorunlari okullarla ilgili tartismalardi. Onyedinci yüzyilda felsefede görülen gelismelerin tümü Katolik Kilisesine muhalefetle az çok baglantiliydi. Malebranche (1638-1715) gerçi bir rahipti; ancak simdilerde rahipler onun felsefesini kabulden menedilmislerdir. Locke’un (1632-1704) ardillari onsekizinci yüzyil Fransasinda, Bentham (1748-1832) yanlilari ondokuzuncu yüzyil Ingilteresinde, politikada çogunlukla asiri tutucu görüsleri benimsemisler; çagdas liberal burjuva görüsünün de yaraticisi olmuslardir. Ancak felsefi ve politik görüsler arasindaki karsilikli iliski zamanla daha belirsiz bir duruma gelmektedir. Hume (1711-1776) felsefede asiri tutucu oldugu halde politik yönden bir Tory (Simdiki adi Muhafazakar Parti olan Ingiliz siyasal partisi mensubu. (Ç.N)) idi. Yalnizca, Devrim’e kadar bir Ortaçag ülkesi olan Rusya’da politika ve felsefe arasinda açik bir ilinti var olmayi sürdürdü. Bolsevikler materyalist, Beyazlar ise idealisttirler. Tibet’te bu ilinti daha da güçlüdür; devlet yönetiminde en büyük ikinci kisi « bas metafizikçi » olarak adlandirilir. Baska yerlerde felsefe artik böylesine saygin bir konumdan yoksundur. Yirminci yüzyil akademik felsefesi baslica üç grupta toplanmis bulunuyor. Birincisi genellikle Kant (1724-1804), bazen de Hegel (1770-1830) yanlilarini içine alan klasik Alman felsefesidir. Ikinci grup, pragmatistler ile Bergson’dan olusur. Üçüncü grupta ise bilim yanlilari yer alir; bunlara göre felsefede ne özel bir gerçek çesidi, ne de ona erismeyi saglayan belirli bir yöntem vardir. Bunlara kisaca gerçekçiler (realistler) denebilir; ancak aralarinda bu sifata tam olarak uymayan çok kisi vardir. Bu farkli ekoller arasindaki ayrim belirgin degildir; ve kisiler bazi konularda birine, bazi konularda da digerine mensup olabilirler. William James (1842-1910) hem gerçekçiligin hem de pragmatizmin kurucusu sayilabilir. Dr. Whitehead’in son kitaplari gerçekçilerin yöntemlerini uygulayarak, az çok Bergsoncu denilebilecek bir metafizigin savunmasini yapar. Birçok filozof, epeyce bir mantik gösterisinden de kaçinmayarak, Einstein’in doktrinlerinin Kant’in zaman ve uzayin öznel oldugu yolundaki kanisina bilimsel bir temel olusturdugu görüsünü benimsemektedir. 35


Görülüyor ki olgulardaki belirginlik, mantiktaki belirginlik kadar net degildir. Bununla beraber, mantiktaki belirginlik, düsüncelerin siniflandirilmasini olanakli kilan bir çerçeve olusturmasi açisindan yarar saglar. Alman idealizmi yirminci yüzyil boyunca savunmada kalmistir. Yeni ekolleri profesör olmayan kisilerin önemli buldugu kitaplar temsil etmistir. Bu kitaplar hakkindaki elestirilere göre degerlendirme yapan bir kimse, bu ekollerin digerlerinden etkin oldugunu düsünebilir. Ancak, Amerika’da olmasa bile, Almanya, Fransa ve Ingiltere’de felsefe ögretenlerin çogunlugu hala klasik gelenege baglidirlar. Bu gruba dahil olan bir gencin is bulmasi, dahil olmayan birine göre çok daha kolaydir. Klasik gelenege karsi çikanlar ise « Alman » olan her seydeki kötülükte bu felsefenin de payi oldugunu ve Belçika’nin isgalinden de bir anlamda sorumlu oldugunu göstermeye çalistilar. Ancak onu destekleyen öylesine ünlü ve saygili kisilerdi ki bu saldirilar basarili olamazdi. Bu kisilerden ikisi, Emile Boutroux ve Bernard Bosanquet, ölümlerine kadar uluslararasi toplantilarda sirasiyla Fransiz ve Ingiliz felsefelerinin resmi sözcülügünü yapmislardir. Dinci ve tutucu kesimler de hiristiyanliga aykiri akimlara ve devrimlere karsi kendilerini savunmada daha çok bu ekolden yararlanmaktadirlar. Bunlar statükoculara özgü güç ve zaaflara sahiptirler; gelenekten kaynaklanan güç ile yeni düsünce yoklugundan kaynaklanan zaafa. Ingilizce konusulan ülkelerde bu konuma yirminci yüzyil baslarindan az önce gelinmistir. Ben ciddi olarak felsefe çalismaya 1893 yilinda, Mr. Bradley’in Appearance and Reality (Görünüm ve Gerçek) kitabinin çiktigi yilda basladim. Mr. Bradley Alman felsefesinin Ingiltere’de de kabulü için savasanlardan biriydi; yaklasimi ise geleneksel inançlari savunanlardan çok baskaydi. Onun Logic (Mantik) ve Appearance and Reality kitaplari, çagdaslarim üzerinde oldugu gibi bende de çok derin bir etki yapmisti. Onlarda ileri sürülen tezlerle uzun süreden beri uyusmadigim halde bu kitaplara büyük saygi duyarim. Hegel yanlilarinin görüsleri, gerçek dünya hakkinda bizlere sadece mantigin çok seyler anlatabilecegi inancina dayanir. Mr. Bradley de bu düsünceye katilmaktadir. Görünürdeki dünyanin kendi kendisiyle çelistigini; bu nedenle de aldatici oldugunu; gerçek dünyanin ise, mantiksal olma zorunlulugu 36


yüzünden, sasirtici bazi özelliklere sahip olmasinin dogal oldugunu öne sürmektedir. Gerçek dünya zamanda ve uzayda olamaz; birbiriyle içiçe ilintili çesitli seyler içeremez; ayri ayri benlikler içeremez; hatta bilme olgusundaki özne ve nesne arasindaki ayrilik seklinde bir bölünme içeremez. Bu nedenle o, düsünceden ve istemden çok duyguya benzeyen bir seyle baglantili olan, zamandan bagimsiz, tek bir Mutlak’tan ibarettir. Su dünyamiz bütünüyle bir görüntüdür; ve de üstünde oluyor gibi görünen seylerin gerçekte bir önemi yoktur. Bu doktrin ahlak kavramini yok edebilir. Ancak ahlak duygusaldir; mantikla bagdasmaz. Gerçekten de Hegel yanlilari, temel ilkeleri olarak, Hegel felsefesini dogru kabul ederek davranmamiz gerektigini israrla vurgularlar; ancak sunu gözden kaçiriyorlar: eger bu felsefe dogru ise nasil davrandigimizin da hiç önemi yoktur. Bu felsefe iki yönden elestirilmisti. Bir yanda mantikçilar vardi; bunlar Hegel’in yanlislarina dikkat çektiler; iliskilerin ve çoklugun, zaman ve uzayin gerçekte kendileriyle çelisir seyler olmadigini ileri sürdüler. Öte yanda da mantik ürünü bir dünyada var olan kaliplasmayi ve düzenliligi begenmeyenler vardi; onlarin basinda da William James ve Bergson yer aliyordu. Bu iki ayri elestirinin yandaslari, önemli olmayan bazi rastlantisal durumlar disinda, mantiksal açidan birbirlerine aykiri düsmüyorlardi; ancak mizaçlari farkliydi ve baska baska bilgilerden esinleniyorlardi. Bunun yanisira ilgi alanlari da farkliydi; birinin ilgisi akademik, ötekinin ise insancildi. Akademik açidan bakanlara göre Hegelcilik dogru degildi; insancil açidan bakanlara göre ise hos degildi. Dogal olarak bu ikinciler daha yaygin bir basariya ulastilar. Ingilizce konusulan dünyada Alman idealizminin tahttan indirilmesinde en büyük etken William James olmustur. Bunu Psychology (Psikoloji) adli eserinde söyledikleriyle degil, yasaminin son yillarinda ve ölümünden sonra yayinlanan bir dizi küçük kitapta ortaya koyduklariyla basarmistir. 1884 yilinda Mind dergisinde yayinlanmis olup ölümünden sonra basilan Essays in Radical Empiricisim (Radikal Deneycilik Üzerine Denemeler) kitabinda yer alan bir makalesinde (sayfa 276-8) kisisel egilimini olaganüstü bir sevimlilikle dile getirmektedir: « Bizler temelde kuskucu olmadigimiza göre, çesitli inançlarimizin arkasinda yatan güdüleri birbirimize açikta itiraf edebiliriz. Ben kendiminkini içtenlikle itiraf ediyor ve bütün güdülerimin mantiksal degil, estetik türden oldugunu düsünmekten kendimi 37


alamiyorum. Inceden inceye detayli olan evren, yanilmaz ve kusursuz enginligiyle sanki nefesimi kesiyor. Olanaklari olmayan gerekliligi, özneleri olmayan iliskileri sanki bana hiçbir çekince hakki birakmayan bir anlasma yapmisim, veya daha dogrusu, sanki diger konuklardan kaçarak siginabilecegim kisisel bir odasi olmayan büyük bir sahil pansiyonunda yasamak zorunda kalmisim hissini veriyor. Ayrica günahkarlarla ferisiler (Yazili yasalara ve örf hukukuna titizlikle uymayi öngören eski bir Musevi tarikati mensubu. (Ç.N.)) arasindaki eski anlasmazligin da bu konuyla bir iliskisi oldugunu açikça görmekteyim. Bildigim kadariyla, Hegelcilerin hepsi kendini begenmis ukalalar degildirler; ancak öyle saniyorum ki bütün kendini begenmis ukalalar gelistikçe sonunda Hegelci oluyorlar. Ayni cenaze için tören yapmak üzere yanlislikla çagrilan iki papazla ilgili bir fikra vardir: Önce birisi gelir ve duada Ben Yeniden-dirilisim; ben Yasamim sözcüklerinden öteye gidemeden ikincisi içeri girer: O da Yeniden-dirilis benim, Yasam benim, diye bagirir. Inceden inceye felsefesi, gerçekte var oldugu haliyle, çogumuza bu papazi çagristirir. Korkunç derinlikleri, bilinmeyen akintilariyla agir agir nefes alan engin, bilinçsiz Kozmos’u temsil etmek için fazla siki dügmeli oldugu söylenebilir. William James gibi, Hegelciligi bir sahil pansiyonuna benzeten baska bir kimse olmadigina bahse girilebilir sanirim. Bu makale 1884 yilinda hiçbir etki yaratmadi; çünkü o zamanlar Hegelcilik giderek artan bir sayginlik görmekteydi; filozoflar da kendi mizaçlari ile kanilari arasinda bir baglanti olabilecegini kabullenmeyi hala ögrenmemislerdi. 1912’de (ikinci baski tarihi) ortam çesitli nedenlerle degismis bulunuyordu. William James’in ögrencileri üzerindeki etkisi de bu nedenlerden biridir. Yazilari disinda onu sadece yüzeysel olarak tanidim; ancak, onun dogasinda, görüslerini olusturmakta katkisi olan üç ögenin ayirdedilebilir oldugu kanisindayim. Bunlardan, zaman açisindan en sonda, felsefi katki açisindan ise en önde geleni, gördügü fizyoloji ve tip egitiminin etkisidir. Bu ona esinlerini Platon’dan, Aristoteles’ten, ve Hegel’den alan tümüyle yazinsal filozoflara kiyasla daha bilimsel ve biraz da materyalist bir egilim vermistir. Özgür iradeyi irdeledigi bölüm gibi önemli birkaç bölüm disinda Psychology kitabinda bu öge egemendir. Felsefi yapisindaki ikinci etken, babasindan geçen ve kardesinde de var olan mistik ve dindar egilimdir. Bu egilim onun Will to Believe (Inanma Arzusu) kitabina ve psisik arastirmalara olan 38


ilgisine yol açmistir. Üçüncü etken, yine kardesiyle paylastigi asiri titiz yapisindan kurtulup yerine Walt Whitman usulü demokratik bir yaklasim benimsemek için, New Englandli benliginin bütün içtenligiyle giristigi bir çabadir. Yukaridaki alintida hiç bir kisisel odasi olmayan pansiyondan duydugu dehset (Walt Whitman buna bayilirdi), titiz yapisini açikça ortaya koyuyor. Demokratik olma arzusu da kendisini bir ferisi degil bir günahkar yerine koymasinda görülmektedir. Bir ferisi olmadigi kesindi; ancak en az günah islemis kimselerden biri olsa gerek. Bu konudaki tutumu her zamanki alçakgönüllülügüne pek de uymamaktadir. En kusursuz insanlar genellikle bu kusursuzluklarini birbiriyle bagdasmaz sayilan bazi özelliklerin karisimina borçludurlar; bu, çagdaslarinin çogunun farkettiginden daha önemli bir kisi olan James için de geçerlidir. Kendisi faydaciligi, dinsel umutlari bilimsel varsayimlar olarak ifade etmenin yöntemi olarak savundu; ve, madde ile ruh arasindaki karsitligi, bunlardan birine üstünlük tanimadan önlemenin bir araci olarak « bilinç » diye bir seyin var olmadigi yolundaki devrimci bir görüsü benimsedi. Felsefesinin bu iki bölümünde farkli yandaslari oldu. Birincisini Schiller ve Bergson, ikincisini yeni gerçekçiler destekledi. Ünlüler arasinda yalnizca Dewey (1859-1952) her ikisinde de ona katiliyordu. Farkli tarihçeleri ve farkli baglantilari oldugu için bu iki bölümün ayri olarak ele alinmalari gerekir. James’in yapitlarindan Will to Belieue 1897, Pragmatism 1907 tarihlidir. Schiller’in Humanism, Dewey’in Theories in Logical Theory (Mantik Teorisi Üzerinde Incelemeler) kitaplari ise 1903 tarihlidir. Yirminci yüzyilin ilk yillarinda felsefe dünyasi faydacilik konusuyla canlanmisti; daha sonralari ayni begenilere hitap eden Bergson onun tahtina geçti. Faydaciligin üç kurucusu kendi aralarinda büyük farkliliklar gösterirler; James, Schiller ve Dewey’i bu felsefenin, sirasiyla dinci, edebi ve bilimsel temsilcileri olarak tanimlayabiliriz. Çünkü James her ne kadar çok-yönlü idiyse de faydacilikta, onun dindar yönü kendine bir çikis yolu bulmustur. Simdi bu farkliliklari bir yana birakarak savi bir bütün olarak ele alalim. Savin temeli belli bir tür kuskuculuktur. Geleneksel felsefe, dinin temel savlarini kanitladigi iddiasindaydi. Bu felsefenin karsitlari ise bu kanitlamanin geçersiz oldugunu kanitlayabileceklerini; veya, en azindan Spencer (1820-1903) gibi, bunlarin kanitlanamaz oldugunu kanitlayabileceklerini iddia ettiler. Ancak, eger bunlar kanitlanamazlarsa geçersizlikleri de kanitlanamaz gibi 39


görünüyordu. Spencer gibi kisilerin çok saglam saydiklari birçok sav; nedensellik, hukukun üstünlügü, bellegin genel güvenirligi, tümevarimin geçerligi gibi doktrinler bu durumdaydi. Bütün bunlar rasyonel bir bakis açisindan bilinmezcilik (agnostisizm) kapsamina girmeli, hüküm vermekten kaçinilmalidir. Çünkü, görebildigimiz kadariyla bunlar dogrulugu veya yanlisligi kanitlanabilir seyler degildirler. James, pratik kisiler olarak, eger yasamayi sürdüreceksek, bu konularda kusku içinde kalmamizin olanaksiz oldugu savini ileri sürdü. Örnegin, geçmiste bizi beslemis olan yiyeceklerin gelecekte bizi zehirlemeyeceklerini varsaymamiz gerekir. Bazen de yaniliriz; ve de ölürüz. Bir fikrin dogrulugu onun « gerçek-olgu’larla » uyum içinde olup olmasiyla sinanamaz; çünkü bu gerçekolgulara hiçbir zaman ulasamayiz. Sinama onun yasamimizi iyilestirmedeki ve arzularimizi gerçeklestirmedeki basarisini ölçmekle yapilir. Bu bakis açisiyla James Varieties of Religious Experience (Dinsel Deneyimlerde Çesitlilik) kitabinda dinsel inançlarin çogunlukla bu sinamayi basariyla geçtigini; bu nedenle de « dogru » olarak nitelendirilmeleri gerektigini göstermeye çalisti. Ona göre, en genel kabule kavusmus olan bilimsel teorilere de ancak bu anlamda « dogru » denebilir: uygulamada geçerli sonuçlar verirler; haklarinda bildigimiz tek sey de budur. Bu görüsün bilim ve dinin genel varsayimlarina uygulanmasi konusunda söylenecek çok sey vardir. Geçerli olmanin anlami dikkatle tanimlanir ve yalnizca gerçegin, gerçekten bilinmedigi durumlarin söz konusu olmasi kosulu eklenirse, o zaman bu konularda bu savla tartismaya gerek yoktur. Ancak, simdi gerçek dogruyu saptamanin zor olmadigi daha basit örnekleri ele alalim. Bir simsek çaktigini gördünüz. Gök gürültüsünü duymayi bekleyebilirsiniz; veya isigin, gürültüsü duyulamayacak kadar uzakta oldugunu düsünebilirsiniz; ya da bu konuyu hiç düsünmezsiniz. En akla yakini bu sonuncu olasilik olmakla beraber ilk iksinden birini seçtiginizi varsayalim. Gök gürültüsünü isittiginizde düsüncenizin dogrulugu ya da yanlisligi ortaya çikmis olur. Bu da size saglanan bir avantaj veya dezavantaj nedeniyle degil, bir « gerçek-olgu nedeniyle, yani gök gürültüsünü duyup duymama olgusuyla gerçeklesir. Faydacilar dikkatlerini, daha çok, hakkinda deneyim sahibi oldugumuz olgularla dogrulanamayan inançlar üzerinde toplarlar. Günlük ugraslar hakkindaki inançlarimizin çogunun -örnegin filanca kisinin adresinin filanca oldugu- dogru olup olmadigi, deneyimlerimizle ortaya çikarilabilir; ve bu gibi durumlarda bir faydacinin kullandigi ölçütlere gerek yoktur. Yukaridaki gök gürültüsü örneginde 40


oldugu gibi, birçok durumda bu ölçütün uygulanma olanagi yoktur; çünkü dogru olan inancin yanlis olana göre pratik bir avantaji bulunmadigi gibi, ikisi de baska birsey düsünmek kadar yarar saglamaz. Günlük yasamda karsilastiklarimiza degil de « büyük » örneklere sempati duymak felsefecilerin ortak bir kusurudur. Faydacilik, nihai felsefi gerçegi içermese de bazi önemli meziyetlere sahiptir. Birincisi bizim ulasabilecegimiz gerçegin yalnizca insani gerçek oldugunu; bu gerçegin de, insani olan her seyde oldugu gibi yanilinabilir ve degisebilir oldugunu görmesidir. Insana özgü olanlarinin disinda kalan olaylar gerçek degil, gerçek-olgulardir (belirli türlerden). Gerçeklik inançlara özgü bir özelliktir, inançlar da psikolojik olaylardir. Bundan baska, inançlarin olgularla olan baglantilarinda mantigin varsaydigi sistematik basitlik yoktur; buna da isaret etmis olmasi faydaciligin ikinci meziyetidir. Inançlar belirsiz ve karmasiktir; kesin tek bir olguya degil, birçok ve belirsiz türden olgularla ilintilidirler. Bu nedenle, mantigin sistematik önermelerinden farkli olarak, inançlar dogru veya yanlis gibi iki mutlak karsit degil, dogru ve yanlisin bir karisimidir. Hiçbir zaman siyah ya da beyaz degildirler; grinin degisik tonlarini tasirlar. « Gerçek »ten büyük bir saygiyla söz edenler gerçek-olgu dan söz etseler ve önünde egildikleri saygin özelliklerin insan inançlarinda bulunmadigini görseler daha yerinde olur. Bunun teorik oldugu kadar pratik yararlari da vardir. Çünkü insanlar « gerçegi » kendilerinin bildiklerini sandiklari için birbirlerine zulmederler. Psikanalitik açidan bakildiginda, insanlarin büyük saygiyla söz ettikleri herhangi bir « büyük ideal »in, gerçekte düsmanlarina eziyet etmek için bulduklari bir bahane oldugu söylenebilir. Uygulamada ise faydaciligin daha da karanlik bir yönü ortaya çikiyor. Bu felsefeye göre, dogru olan inanç çikar saglayan inançtir. Ceza yasalariyla oynayarak bir inanç kazançli hale getirilebilir. Onyedinci yüzyilda protestan ülkelerde protestanlik, katolik ülkelerde de katoliklik avantajliydi. Enerjik insanlar hükümeti ele geçirip kendilerinden farkli düsünenleri cezalandirarak « gerçek » üretebilirler. Bu sonuçlar faydaciligin içine düstügü abartidan kaynaklanmaktadir. Gerçeklik faydacilarin isaret ettigi gibi, bir derece sorunu ve salt beseri olaylarin, yani inançlarin bir niteligi ise, bu bir inançta var olan dogrulugun derecesinin salt beseri kosullara bagimli olmasi anlamina gelmez. Inançlarimizdaki dogruluk derecesini artirirken bir ideale yaklasmaktayiz. Bu ideali de gerçek, yani ancak çok sinirli ölçüde 41


kontrolümüz altinda olan, bir gezegenin üzerinde ya da yüzeyine yakin bir yerindeki bazi önemsiz kosullarla iliskili gerçek-olgu saptamis olur. Faydacilarin kurami reklamcilarin uygulamalarinin bir soyutlamasidir. Reklamci, haplarin gerçek degerinin, kutu basina bir guinea oldugunu tekrar tekrar söyleyerek insanlari alti-peni ödemeye ikna eder (1 guinea = 42 tane alti peni); böylece de söylediklerini, daha az güvenle söylendigi duruma göre, gerçege yakinlastirmis olur. Bu tür insan ürünü « gerçek » örnekleri ilginçtir; ancak kapsamlari çok sinirlidir. Bunlarin kapsamlarini genisletmekle insanlar kendilerini çilgin bir propagandaya kaptirir, bu çilginlik da sonunda savas, salgin hastalik, kitlik sekillerinde kendini gösteren aci gerçeklerle birdenbire son bulur. Avrupa’nin yakin tarihi bu tür bir faydaciligin yanlisligini ortaya koyan bir ibret dersidir. Bergson’un faydaci görüs yanlisi olarak alkislanmasi tuhaftir; çünkü yüzeysel olarak onun felsefesi faydacilarin tezinin tam tersidir. Faydacilarin ögretisine göre gerçegin ölçütü yararlilik oldugu halde Bergson bunun tam tersini ögretir. Pratik gereksinmelerle sekillenmis olan aklimiz, dünyanin çikarimiza olmayan bütün yönlerini yok sayar ve gerçegin algilanmasini engeller. « Önsezi » denilen bir yetenegimiz oldugunu; istersek onu kullanabilecegimizi; ve onun, en azindan teorik olarak, gelecek için olmasa da, geçmis ve simdiki zaman hakkinda her seyi bilmemizi saglayabilecegini öne sürer. Bu kadar bilgiyi tasimak pek elverisli olmayacagi için, islevi unutmak olan bir beyin gelistirdik. Beyin olmasaydi her seyi hatirlayacaktik; onun bir süzgeç gibi çalismasi sayesinde genellikle yalnizca yararli olan seyleri ve yanlislari hatirliyoruz. Bergson’a göre fayda hatalarin kaynagidir ve gerçege ancak pratik yararin tümüyle dislandigi mistik düsünceyle erisilebilir. Ancak yine de, faydacilar gibi, eylemi akil yürütmeye, Othello’yu Hamlet’e tercih eder. Önsezi ile Desdemona’yi öldürmenin, akillica davranarak kralin yasamasina izin vermekten daha iyi oldugu kanisindadir. Faydacilarin ona bir yandas gözüyle bakmalarinin nedeni budur. Bergson’un Donnes Immediates de la Conscience (Bilincin Dolaysiz Verileri) kitabi 1898’de, Matiere et Memoire (Madde ve Bellek) kitabi da 1896’da yayinlandi. Ancak onun büyük ünü 1907’de yayinlanan L’Evolution Creatrice (Yaratici Evrim) ile basladi -bu kitap digerlerinden daha iyi oldugu için degil, daha az tartisma ve daha çok retorik içerdigi, böylece de daha ikna edici oldugu için. Bu kitap bastan sona hiçbir tartisma, dolayisiyla da tatsiz 42


tartismalar içermez; sadece, düsgücünü oksayan siirsel resimler çizer. Içinde bizi, öngördügü felsefenin dogru mu yanlis mi oldugu sorusuna götüren hiçbir sey yoktur. Önemsiz sayilamayacak bu soruyu Bergson baskalarina birakmistir. Ancak kendi felsefesine göre böyle yapmakta haklidir da; çünkü gerçek, akilla degil önseziyle elde edilir; bu nedenle de bir tartisma konusu degildir. Bergson’un felsefesinin büyük bölümü geleneksel mistisizmin biraz yeni bir dille ifadesinden ibarettir. Farkli seylerin gerçekte farkli olmadigi, ancak analitik akil tarafindan öyle algilandigi yolundaki doktrin Parmenides (I.S. besinci yüzyil)’ten Mr. Bradley (1846-1924)’e kadar bütün Dogu ve Bati mistiklerinde görülür. Bergson iki yolla bu sava bir yenilik havasi getirmistir. Ilk olarak, « önsezi » ile hayvanlarin içgüdüleri arasinda bir baglanti kurar. Bir Ammophila arisinin, içine yumurtalarini biraktigi larvayi etkisiz hale getirecek, ama öldürmeyecek bir sekilde sokabilmesini saglayan seyin önsezi oldugunu ileri sürmektedir (Bu talihsiz bir örnektir; çünkü Dr. ve Mrs. Peckham bu zavalli arinin saskin bir bilimciden daha kusursuz davranmadigini göstermislerdir). Bu yaklasim onun savlarina modern-bilim havasi vermekte ve, verdigi örneklerle dikkatsiz kisilerde, görüslerinin en son biyolojik arastirmalara dayandigi sanisinin uyanmasini saglamaktadir. Ikinci olarak, nesnelerin analitik zekaya göründükleri durumlarindaki ayriliga « uzay » adini, onlarin önseziye görünümlerinin yorumlanmasina da « zaman » ya da « süre » adini vermektedir. Bu da onun « zaman » ve « uzay » hakkinda kulaga çok hos ve derin gelen, ancak bu sözcüklerin normal anlamlarinca çagristirilan birçok sey söylemesine olanak vermektedir. « Uzay »da olan sey olarak tanimlanan « madde » kuskusuz aklin yarattigi bir kurgudur; öyle oldugu da, kendimizi önsezinin bakis açisina uyarlayinca hemen görülür. Felsefesinin bu bölümünde Bergson, ifade tarzi disinda, Plotinus (I.S. 205-270)’a hiçbir sey eklememistir. Bu ifade biçiminin kesfedilmesi gerçekten büyük bir yetenegin sonucuysa da bu yetenek bir filozofunkinden çok bir ortaklik yöneticisinin yetenigidir. Ancak ona yaygin bir popülerlik kazandiran, felsefesinin bu bölümü degildir. Bu popülerligi elan vital (yasama coskusu) ve gerçek olusum savlarina borçludur. Onun getirdigi önemli ve ilginç yenilik zamanin ve ilerlemenin gerçek oldugu inancini mistisizm ile birlestirmesindedir. Bunu nasil basardigini görmek için biraz zaman harcamaya deger. 43


Geleneksel mistisizm derin düsünceye dayanir; zamanin gerçek disi olduguna inanir; ve temelde bir tembel insan felsefesidir. Mistik aydinlanmanin baslangici « ruhun karanlik gecesi »dir; bu da insanin günlük eylemlerinde umutsuzca engellendigi, veya bazi nedenlerle onlara olan ilgisini yitirdigi zamanlar ortaya çikar. Eylem böylece söz konusu olmaktan çikinca o da kendini derin düsünceye verir. Kosullar elverdiginde kendimize olan saygiyi korumamizi saglayacak inançlara sarilmak, özbenligimizin bir yasasidir. Psikanalitik yazin bu yasanin çarpici örnekleriyle doludur. Böylece, derin düsünceye yönelen kisi, çok geçmeden, bunun yasamin gerçek amaci oldugunu; gerçek dünyanin günlük islerle ugrasan kisilerden gizlendigini kesfeder. Geleneksel mistisizmin diger savlari da bu temelden çikarilabilir. Büyük mistiklerin belki de ilki olan Lao-Tze (I.Ö. 604531)’nin, kitabini bir gümrük binasinda bagajinin muayene edilmesini beklerken yazdigi rivayet edilir. Kitap tahmin edilebilecegi gibi, her türlü eylemin yararsiz oldugu savi ile doludur. Bergson ise mistisizmi eyleme, « yasam »a, gelismenin gerçekligine inanan ve bu dünyada bulunmaktan düs kirikligina ugramamis olan kisilere uyarlamayi amaçladi. Mistik, genel olarak, mizaç bakimindan hareketli, ancak hareketsizlige zorlanmis olan kisidir; vitalist de mizaç yönünden hareketsiz, ancak eyleme romantik bir hayranlik duyan kisidir. 1914 öncesinde dünya böyle insanlarla, « Kirik Kalpler Yuvasi » insanlariyla doluydu. Bu insanlarin mizaçlarinin temelinde can sikintisi ve kuskuculuk vardir. Bu da heyecan tutkusuna ve irrasyonel bir inanca özlem duymaya yol açar. Sonunda bu inanci buldular; o da görevlerinin insanlari birbirine kirdirmak oldugu inancinda sakliydi. Ancak 1907’de bu çikis yolu daha bulunmamisti; Bergson ise bu boslugu iyi doldurdu. Bergson görüslerini bazen yanlisliga yol açabilecek bir dille ifade etmistir; çünkü kurgusal olarak tanimladigi seylerden, arada bir, onlarin gerçek olduklarini düsündürecek bir sekilde söz eder. Eger bu yanlis anlasilabilecek seyleri bir yana birakirsak zaman savi sanirim söyledir: Zaman ayri ayri anlar ya da olaylar serisi degil, gerçekte sürekli bir olusumdur. Bu gelisme sirasinda gelecegi önceden görmek olanaksizdir; çünkü gelecek, gerçekten yenidir ve bu nedenle de kestirilemez. Agacin büyümesinde olusan içiçe halkalar gibi gerçekten vuku bulan her sey kalicidir (bu benzetme ona ait degildir). Yani dünya hiç durmadan daha dolu ve daha zengin olacak sekilde gelisir. Vuku bulan her sey önsezinin katiksiz 44


belleginde saklanir; beyindeki bellek ise, tersine, aldaticidir. Önsezi bellegindeki bu saklama « kalicilik »tir; yeni yaratma güdüsü de elan vital’dir. Önsezinin katiksiz bellegindekileri tekrar su üstüne çikarmak bir kendini egitme konusudur. Bunun nasil yapilacagi anlatilmiyor; herhalde Yogi’lerin yaptigina benzer bir sekilde olsa gerek. Eger Bergson’un felsefesine mantik gibi yeterince ulu olmayan bir sey uygulamaya kalkisilirsa bu degisim felsefesi bazi sikintilarla karsilasir. Bergson, zamani birbirinden bagimsiz parçalardan olusan bir seri olarak gören matematikçileri asagilamaktan hiç usanmaz. Ancak, eger dünyada onun öne sürdügü gibi, gerçek yenilik gerçekten de varsa -eger yoksa onun felsefesi çekici özelliklerini yitirir- ve eger dünyaya gerçekten gelen her sey kalici ise -kalicilik savinin yalin özü de budur- daha önceki bir zamandaki toplam varlik daha sonra gelen herhangi bir zamandaki toplamin bir parçasi olur. Bütün ile parça arasindaki bu iliski nedeniyle, dünyanin farkli zamanlardaki toplam durumlari bir seri olusturur ve bu da matematikçilerin aradigi ve Bergson’un reddettigi serinin bütün özelliklerine sahiptir. Dünyanin daha sonraki durumlarinda devreye giren unsurlar eski unsurlarin disinda degilse gerçek bir yenilik yoktur; yaratici gelisim bir sey yaratmamistir; biz de Plotinus sistemine geri dönmüs oluruz. Bergson’un bu ikilem karsisinda vardigi yanit sudur: olan sey, her seyin degistigi ve yine de ayni kaldigi bir « gelisim »dir. Bu kavram siradan insanlarin anlamayi umudedemeyecekleri ölçüde derin bir gizemdir. Temelinde mantik degil, mistik inanca çagri yatar; ancak biz inancin mantiktan üstün oldugu alanlara, onun pesisira gidemeyiz. Bu arada, birçok yerde « gerçekçilik » adi verilen bir felsefe gelisti. Gerçekte bu felsefenin özelligi yöntem olarak analizci, metafizik olarak da çogulcu (plüralist) olmasidir. Bu felsefe tam olarak gerçekçi degildir; çünkü bazi yönleri Berkeley (16851735) idealizmi ile uyum içindedir. Kant ve Hegel idealizmi ile bagdasmaz; çünkü bu sistemlerin temel aldigi mantigi reddeder. Bu felsefe James’in görüsünü gittikçe daha çok benimsemeye ve onu gelistirmeye yönelmektedir: dünyanin temel içerigi ne maddesel ne de zihinseldir; madde ve aklin kendisinden yapildigi daha basit ve daha temel bir seydir. Doksanli yillarda, çok yasli filozoflar disinda, Alman idealizmine karsi durmakta kararli olan yegane sima James’di. Schiller ve Dewey kendilerini duyurmaya daha baslamamislardi; James bile 45


felsefede pek de ciddiye alinmasi gerekmeyen bir psikolog olarak görülüyordu. Ancak 1900 yili ile birlikte Alman idealizmine karsi bir ayaklanma basladi. Bu karsi gelme faydaci bakis açisindan degil, ciddi teknik nedenlerden kaynaklaniyordu. Almanya’da Frege’nin övgüye deger çalismalarinin (bu çalismalar 1879’da baslamis, ancak son yillara kadar hiç okunmamislardi) yanisira, Husserl’in 1900’da yayinlanan anitsal bir eseri olan Logische Untersuchungen (Mantik Incelemeleri) kitabi kisa sürede büyük etkiler dogurmaya basladi. Meinong’un Ueber Annahmen (Varsayimlar Hakkinda-1902) ve Gegenstands-theorie und Psychologie (Nesne Kurami ve Nesne Psikolojisi1904) ayni yönde etkili oldular. G.E. Moore ve ben, benzer görüsleri savunmaya basladik. Onun Nature of Judgement (Hükümlerin Yapisi) makalesi 1899’da, Principia Ethica (Etik Ilkeleri) 1903’te yayinlandi. Benim yazdigim Philosophy of Leibniz (Leibniz Felsefesi) 1900’de, Principles of Muthematics (Matematik Ilkeleri) 1903’te basildi. Fransa’da da ayni tür felsefe Couturat tarafindan güçlü bir sekilde temsil edildi. Amerika’da William James’in radikal görgücülügü (ampirizmi) -faydaciligi içermeden- yeni mantikla karisarak Yeni Gerçekçilerin felsefesini dogurdu. Bu felsefe, yukarida sözü geçen Avrupa’daki çalismalardan biraz daha sonra, ancak daha devrimci nitelikte ortaya çikti. Yalnizca Mach’in Anczlyse der Empfindungen (Sanilarin Analizi) bu felsefenin ögretilerinin bir kismini daha önceden haber vermisti. Böylece baslayan yeni felsefe henüz son seklini almamis, bazi bakimlardan hala olgunlasmamistir. Bundan baska, savunuculari arasinda bir hayli görüs ayriliklari vardir. Bazi bölümlerinin anlasilmasi oldukça güçtür. Bütün bu nedenlerle onun çarpici bazi özelliklerini belirtmekten öte yapilabilecek bir sey yoktur. Yeni felsefenin birinci özelligi yeni bir felsefi yöntem gelistirme; ya da öyle bir yöntem kullanarak yeni bir tür bilgi getirme gibi iddialari terketmesidir. Felsefeyi temelde bilimden farkli olarak görmez; sadece, problemlerinin genel olmasiyla ve deneysel kanitlarin henüz bulunmadigi alanlarda varsayimlar olusturmasiyla özel bilimlerden ayrilir. Bütün bilgileri bilimsel bilgi olarak; bilimsel yöntemlerle saptanip kanitlanabilen bilgi olarak kabul eder. Daha önceki felsefenin genellikle yaptigi gibi, bütün evreni kapsayan sonuçlar bulmayi, veya her seyi içeren bir sistem kurmayi amaçlamaz. Kendi mantigina dayanarak, dünyanin bölük pörçük, karman çorman 46


görünen dogasini reddetmek için bir neden olmadigina inanir. Dünyayi « organik » olarak ele almaz; su anlamda ki, tek bir kemige bakarak nesli tükenmis bir hayvanin iskeletini zihnimizde canlandirabildigimiz gibi, yeterince anlasilmis bir parçayi ele alarak ondan bütünün anlasilabilecegini düsünmez. Özellikle de Alman idealistlerinin yaptigi gibi, bilginin yapisindan, bir bütün olarak dünyanin dogasini çikarmaya çalismaz. Bilgiye, mistik bir anlami ve kozmik önemi olmayan herhangi bir doga olgusu gözüyle bakar. Yeni felsefe baslangiçta üç temel kaynaga dayaniyordu: bilgi teorisi, mantik ve matematik ilkeleri. Kant’tan bu yana bilgi bizim onu bilmemizle bir degisime ugrayan, bu nedenle de bilgimizden kaynaklanan bazi özelliklere sahip, karsilikli bir etkilesim olarak algilanmistir. Ayrica, bilinmeyen bir seyin var olabilmesinin mantiksal bakimdan olanaksiz oldugu kabul edilmistir (Kant buna katilmamistir). Bu nedenle, bilindikleri için sahip olunan nitelikler her seyde bulunmasi zorunlu olan özelliklerdir. Bu yolla, yalnizca bilginin kosullarini inceleyerek gerçek dünya hakkinda çok sey ögrenebilecegimiz ileri sürülmüstü. Yeni felsefe, tam tersine, kural olarak, bilginin bilinen seyi hiç etkilemedigini, ve hiç kimsenin bilmedigi seylerin var olmamasi için en ufak bir neden olmadigini kabul etmektedir. Bunun sonucu olarak, bilim teorisi evrenin gizemlerine giden kapinin sihirli anahtari olmaktan çikmistir ve bizler de bilimin zahmetli ve agir ilerleyen arastirmalarina geri dönmüsüzdür. Bunun gibi, mantikta da organik görüsün yerini atomizm almistir. Daha önce, her seyin öz dogasinin, diger her seyle olan iliskisinden etkilendigi; böylece, bir sey hakkinda tam bilginin tüm evren hakkindaki tam bilgiye bagimli oldugu düsüncesi kabul görmekteydi. Yeni mantik, bir seyin öz karakterinin, onun baska seylerle olan ilintilerini mantiksal olarak bulmamiz olanagini bize saglamadigi görüsündedir. Bir örnek bu noktayi açikliga kavusturacaktir. Leibniz (1646-1716) bir yazisinda, Avrupa’daki bir adamin karisinin Hindistan’da ölmesi durumunda, karisinin öldügü anda adamin öz-dogasinda bir degisim olacagini öne sürer (Bu konuda modern idealistlerle ayni düsüncededir). Sagduyu da, karisini kaybettigini ögreninceye kadar adamin öz-dogasinda bir degisim olmayacagini söyler. Yeni felsefe bu görüsü benimsemistir; bunun da sonuçlari ilk göründügünden çok daha ötelere uzanir. Matematik ilkelerinin, her zaman felsefe ile önemli bir baglantisi olmustur. Matematik büyük ölçüde kesinligi olan önsel bilgiler içerir; filozoflarin 47


çogu da önsel bilgiye çok heveslidirler. Eleali Zeno (I.Ö. besinci yüzyil)’dan bu yana idealist egilimli filozoflar matematikçilerin gerçek matematiksel dogruya ulasamadiklarini; filozoflarin daha iyisini yapabileceklerini göstermek için çeliskiler üreterek matematikçileri gözden düsürmeye ugrasmislardir. Kant felsefesi bu türden birçok sey içerir; Hegel felsefesi ise daha fazlasini. Ondokuzuncu yüzyilda matematikçiler Kant felsefesinin bu yönünü çürüttüler. Kant’in deney-üstü (transcendental) estetik hakkindaki matematiksel savlari Lobatchevski (1793-1856)’nin Euclid-disi geometriyi icadetmesiyle temelinden sarsildi; Weierstrass (1815-1897) sürekliligin sonsuzküçükleri içermedigini kanitladi; George Cantor (18451918) bir süreklilik, bir de sonsuzluk teorisi gelistirerek filozoflarin pek de islerine gelen bütün eski paradokslari ortadan kaldirdi. Frege aritmetigin mantigin bir sonucu oldugunu gösterdi; Kant ise bunu reddetmisti. Bütün bu sonuçlar normal matematiksel yöntemlerle elde edildiler ve bir çarpim tablosu kadar da kesindirler. Filozoflar bu duruma, söz konusu yazarlarin yapitlarini okumayarak karsilik verdiler. Sadece yeni felsefe bu yeni sonuçlari özümsedi; böylece de sürmekte olan bilgisizligin yandaslarina karsi kolay bir tartisma zaferi kazandi. Yeni felsefe sadece elestirel degil, yapicidir; ama bilimin yapici oldugu anlamda, yani adim adim ve deneyerek. Özel bir yapilanma yöntemi vardir; o da, matematigin yeni bir kolu olan ve felsefeye diger bütün geleneksel kollardan daha yakin olan, matematiksel mantiktir. Matematiksel mantik, belli bilimsel savlarin felsefe yönünden hangi sonuçlara yol açtigini, nelerin varsayilmasi gerektigini ve aralarinda ne gibi baglantilar oldugunu bulmaya, daha önce hiçbir zaman olmadigi ölçüde olanak saglar. Bu yöntem sayesinde matematik ve fizik felsefesi çok büyük ilerlemeler kaydetmistir. Fizikteki sonuçlarin bir kismi Dr. Whitehead (1861-1947)’in son üç çalismasinda ortaya konulmustur. Yöntemin diger alanlarda da ayni ölçüde verimli olacagini ummak için yeterli neden vardir; ancak bu, burada ele alinamayacak kadar teknik bir konudur. Modern çogulcu felsefenin büyük bir bölümü önermelerin mantiksal analizinden esinlenmistir. Bu yöntem önceleri gramer kurallarina büyük önem verilerek uygulandi. Örnegin, Meinong sunu ileri sürüyordu: « yuvarlak kare yoktur, » diyebildigimize göre, yuvarlak kare diye bir sey var olmalidir -her ne kadar o, var olmayan bir sey olsa da. Bu satirlarin yazari baslarda bu tür usavurmalara bagisik 48


sayilmazdi. Ancak 1905’te « betimleme » kurami sayesinde bundan nasil kaçinacagini kesfetti. Bu kurama göre, « yuvarlak kare yoktur, » dedigimizde yuvarlak kareden söz edilmedigi anlasiliyor. Yuvarlak kare gibi saçma konularla zaman harcamak anlamsiz bulunabilir; ne var ki, bu gibi konular çogu kez mantik teorilerini sinamak için en iyi yöntemi olusturur. Birçok mantik teorisi saçma sonuçlara yol açmakla suçlanirlar. Öyleyse, mantikçi da bu anlamsiz sonuçlari görmeli ve onlara karsi tetikte bulunmalidir. Çogu laboratuvar deneyleri konuyla ilgisini bilmeyen kisilere önemsiz görünür; saçmaliklar da mantikçinin deneyleridir. Yeni felsefe ilk dönemlerinde, önermelerin mantiksal analizleriyle ugrasirken Platon ve Ortaçag gerçekçiliginden güçlü izler tasiyor, soyutlarin da somutlarla ayni tür varliga sahip oldugunu kabul ediyordu. Kendi mantik sistemi kusurlardan arindikça felsefesi de yavas yavas bu görüsten kurtuldu. Geriye de sagduyuya çok ters gelecek bir tortu kalmadi. Yeni felsefenin ilk dönemlerinde en etkilenen bilim matematik olduysa da günümüzde en büyük etkisi fizik üzerinedir. Bu durum, en basta uzay, zaman, madde kavramlarini degistiren Einstein’in çalismalari ile ortaya çikmistir. Görecelik teorisini açiklamanin yeri burasi olmamakla beraber onun felsefi sonuçlarindan biraz söz etmek kaçinilmazdir. Görecelik teorisinde felsefi bakis açisindan özellikle önemli olan iki öge sunlardir: (1) Içinde evrendeki bütün olaylarin kendi yerlerini aldigi, her seyi kucaklayan tek bir zaman yoktur. (2) Fiziksel olgularin tarafimizdan gözlenmesi sürecinde geleneksel, ya da öznel (sübjektif) ögeler, her ne kadar önceleri sanildigindan daha fazla olsalar da, Tensor hesabi denilen matematiksel yöntemle yok edilebilirler. Asiri teknik olmasi nedeniyle bu son konuya girmeyecegim. Zaman konusuna gelince, ilk olarak, felsefi spekülasyonlarla degil, deneysel sonuçlarin gerektirdigi ve matematiksel bir formülle ifade edilen bir teoriyi ele aldigimiz unutulmamalidir. Montesquieu’nün teorileriyle Amerikan Anayasasi arasindaki fark ne kadarsa, bu ikisi arasindaki fark da o kadardir. Ortaya çikan sudur: Belli bir madde parçacigiyla birlikte hareket eden bir gözlemcinin bakis açisindan, bu parçaciga etki yapan olaylarin belirli bir zaman siralamasi oldugu halde, farkli yerlerdeki madde parçaciklarina etki yapan olaylar her zaman belirli bir siraya sahip degildirler.

49


Daha açik bir örnek alalim: Eger bir isik sinyali dünyadan günese gönderilir ve tekrar dünyaya yansitilirsa, gönderildikten 16 dakika kadar sonra dünyaya varacaktir. Bu 16 dakika içinde dünyada gerçeklesen olaylar isik sinyalinin günese varmasindan ne daha önce, ne de daha sonra yer almistir. Günese ve dünyaya göre olasi her yönde hareket eden, bu 16 dakika içinde dünyadaki olaylari ve sinyalin günese varmasini izleyen gözlemciler oldugunu; bütün bu gözlemcilerin isigin hizini dikkate aldiklarini ve zamani tam olarak dogru gösteren kronometreleri oldugunu varsayalim. O zaman, bazi gözlemciler bu 16 dakika içinde dünyada geçen herhangi bir olayin isik sinyalinin günese varmasindan önce, bazilari ayni anda, bazilari da daha sonra gerçeklestigi sonucuna varacaklardir. Hepsi de ayni ölçüde hakli ya da ayni ölçüde haksizdirlar. Fizigin tarafsiz bakis açisindan bakildiginda, bu 16 dakika içinde dünyada geçen olaylar isik sinyalinin günese varmasindan ne daha önce, ne daha sonra, ne de es zamanlidir. Bir cisimdeki bir A olayinda ve baska bir cisimdeki B olayinda, eger isik A’dan B’ye dogru ilk olay oldugu anda -A’nin saatine göre- yola çikip daha sonraki olay oldugu anda -B’nin saatine göre varmissa, bir cisimdeki A olayinin baska bir cisimdeki B olayindan daha önce oldugunu söyleyemeyiz. Veya, bu iki olayin zaman siralamasi gözlemciye göre degisecek ve bu nedenle de fiziksel bir gerçegi temsil etmeyecektir. Isik hizina yakin hizdaki seyler yasantimizda yaygin olsaydi, fiziksel dünya bilimsel yöntemlerle basedilemeyecek ölçüde karmasik olurdu; biz de hala büyücü-hekimlerle yetinmek durumunda kalirdik. Ama eger fizik daha önce kesfedilmis olsaydi, bu fizik Einstein fizigi olmak zorunda olurdu; çünkü Newton fiziginin uygulama olanagi olmadigi açikça görülürdü. Radyoaktif maddeler isik hizina yakin hizla hareket eden parçaciklar salarlar. Yeni görecelik fizigi olmadan bu parçaciklarin davranislari açiklanamazdi. Eski fizigin kusurlu oldugu konusunda kusku yoktur; bunun « yalnizca küçük bir kusur » oldugunu söylemek de felsefi yönden bir mazeret degildir. Farkli yerlerde gerçeklesen olaylar için, belli sinirlar içinde, belirli bir zaman siralamasi olmadigi gerçegine kendimizi alistirmaliyiz. « Uzay » ve « zaman » denilen iki ayri kavram yerine bir « uzayzaman » kavraminin ortaya atilmasina yol açan da iste bu gerçektir. Evrensel olarak düsündügümüz zaman, gerçekte « yerel zaman »dir; dünyanin hareketine bagimli olan bir zaman için « evrenseldir » demek,

50


Atlantigi geçerken saatlerini degistirmeyen bir geminin evrensellik iddiasindan farksizdir. Bütün günlük kavramlarimizda zamanin oynadigi rolü düsündügümüzde, fizikçilerin yaptigi seyin ne oldugunu düs gücümüzü kullanarak gerçekten algilayabilirsek, bakis açimizin çok derinden etkilenecegi ortadadir. « Ilerleme » kavramini ele alalim: Zaman-siralamasi rastgele olursa, zaman ölçümü için kabul edilen düzene bagli olarak, bir ilerleme veya gerileme olacaktir. Kuskusuz, uzaydaki uzaklik kavrami da degismistir: Dakik ölçümler için olanakli her aygiti kullanan iki gözlemci, eger göreceli olarak hizli hareket halinde iseler, iki yer arasindaki uzaklik için farkli degerler bulacaklardir. Uzaklik kavraminin kendisinin çok belirsizlestigi açikça görülüyor; çünkü uzaklik bos uzaydaki noktalar -bu noktalar hayalidir- arasinda degil, somut seyler arasinda olmalidir; belirli bir zamandaki uzaklik olmalidir; çünkü herhangi iki cismin arasindaki uzaklik sürekli degisir. Belirli bir zaman öznel bir kavramdir; gözlemcinin nasil hareket ettigine baglidir. Belirli bir zamandaki bir cisimden artik söz edemeyiz; sadece bir olaydan söz edebiliriz. Iki olay arasinda, herhangi bir gözlemciden bagimsiz olan « aralik » denilen belirli bir iliski vardir. Farkli gözlemcilerce yapilan analizlerle bu araligin uzay ve zaman bilesenleri hesaplandiginda sonuçlar farkli olacaktir; ancak bu analizlerin hiçbir nesnel geçerliligi yoktur. Aralik, nesnel bir fiziksel gerçektir; ancak onun uzay ve zaman bilesenlerine ayristirilmasi nesnel degildir. Bizim eski, alisilmis « kati madde » kavraminin da varligini artik sürdüremeyecegi ortadadir. Bir madde parçasi belirli yasalara bagimli olan bir olaylar dizisinden baska bir sey degildir. Madde kavrami, filozoflarin töz (substance) kavraminin geçerliligi konusunda hiçbir kuskulari olmadigi bir dönemde ortaya çikmistir. Madde, uzay ve zamanda var olan töz, akil ise sadece zaman içinde var olan töz idi. Daha sonralari, töz kavrami metafizikte berrakligini kaybetti; ama fizikte varligini sürdürdü. Çünkü bir zarari yoktu -görecelik ortaya çikincaya kadar. Töz, geleneksel olarak, iki ögeden olusan bir kavramdir. Birincisi tözün bir önermede, yüklem olarak degil, yalniz özne olarak yer alabilecegi yolundaki mantiksal özelliktir. Ikincisi de zaman içinde kalici olmasi, Tanri için ise, tümüyle zaman disinda olmasiydi. Bu iki özellik arasinda bir baginti gerekli degildir. Ancak bunun farkina varilmamisti; çünkü fizik, 51


madde parçalarinin ölümsüz oldugunu, teoloji de ruhun ölümsüz oldugunu ögretiyordu. Bu nedenle, her ikisinin de tözün her iki özelligini tasidigi düsünülüyordu. Ancak simdi fizik bizi çok kisa ömürlü olaylara, mantiksal anlamda töz olarak, yani yüklemi olmayan özneler olarak bakmaya zorluyor. Tek bir kalici varlik sandigimiz bir madde parçasi, tipki sinemada kalici görünen nesneler gibi, gerçekte bir dizi varliktir. Akil için de ayni seyi söylememek için bir neden yoktur; kalici benlik, kalici atom kadar düs ürünü gibidir. Her ikisi de, birbirleriyle ilginç iliskileri olan olaylar dizisinden ibarettir. Modern fizik bizlere Mach ve James’in, zihinsel ve fiziksel dünyalarin « içeriginin » birbirinin ayni oldugu yolundaki önerilerini sekillendirme olanagi veriyor. « Kati madde »nin düsüncelerden ve kalici egodan çok farkli oldugu açiktir. Ancak eger madde ve ego uygun olaylar dizileri iseler, onlarin ayni seyden yapilmis olduklarini düsünmek çok daha kolaydir. Bundan baska, simdiye kadar aklin en belirgin özelligi olarak görünen öznellik, ya da bir görüse sahip olma, simdi fizige de yayilmis ve akil içermedigi ortaya çikmistir; farkli konumlardaki fotograf makinalari « ayni » olayi görüntüler; ancak çikan fotograflar birbirinden farklidir. Modern fizikte kronometreler ve cetveller bile öznellesmektedir; dogrudan gösterdikleri sey, fiziksel bir durum degil, fiziksel durumla olan iliskileridir. Böylece fizik ve psikoloji birbirlerine yakinlasmis, akil ve madde arasindaki eski ikilik (dualizm) ortadan kalkmistir. Modern fizigin eski veya popüler anlamdaki « kuvvet » diye bir sey tanimadigina da dikkat çekmek yerinde olur. Eskiden günesin dünya üzerinde bir « kuvvet » uyguladigini düsünürdük. Simdi ise söyle düsünüyoruz: uzay-zaman günesin yakinlarinda öyle sekillenmistir ki dünya böyle hareket etmeyi diger bütün yollara göre daha az zahmetli bulmaktadir. Modern fizigin büyük ilkesi « en az eylem ilkesi » (principle of least action) yani bir yerden bir yere giderken cismin en az eylem içeren yolu seçmesi ilkesidir (Eylem teknik bir terimdir; ancak anlami bizi simdilik ilgilendirmiyor). Gazeteler ve güçlü görünmek isteyen bazi yazarlar « dinamik » sözcügünü kullanmaktan hoslanirlar. Dinamik biliminde « dinamik » olan hiçbir sey yoktur; tersine bu bilim her seyin bir evrensel tembellik yasasindan çikarilabilecegini dile getirir. Ayrica, bir cismin hareketini « idare eden » baska bir cisim diye bir sey de yoktur. Modern bilimin evreni « büyük yasalar » ve 52


« dogal kuvvetler »den söz edenlerin degil, daha çok Lao-Tze’nin evrenine benzer. Modern çogulculuk ve gerçekçilik felsefeleri bazi bakimlardan eski felsefelerden daha az seyler sunuyorlar. Ortaçag’da felsefe teolojinin bir yardimcisiydi; günümüzde bile kitap kataloglarinda ayni baslik altinda yer alirlar. Dinin büyük dogrularini kanitlamanin genellikle felsefenin görevi oldugu düsünülmüstür. Yeni gerçekçilik onlari kanitlayabilecegini, hatta yanlis olduklarini kanitlayabilecegini söylemez. Onun amaci sadece, bilimlerin temel ereklerini açikliga kavusturmak ve çesitli bilimlerin bir sentezini yaparak dünyanin, bilimin incelemeyi basardigi bölümünün, genis kapsamli bir görünümünü elde etmekten ibarettir. Daha ötelerde ne oldugunu bilmez; cehaleti bilgiye dönüstürecek bir tilsimi yoktur. Anlayanlara entellektüel coskular sunar; ancak çogu felsefenin yaptigi gibi insanlarin büyüklük duygularini oksamaya kalkismaz. Eger biraz yavan ve teknik ise, bunun suçunu, sair ve mistiklerin arzu ettikleri gibi degil de, matematiksel çalismayi seçen evrene atar. Bu belki üzülecek bir sey; ancak bir matematikçinin bu üzüntüye katilmasini beklemek de haksizlik olur.

53


MAKINELER VE DUYGULAR Makineler mi duygulari, yoksa duygular mi makineleri yok edecek? Bu soru uzun zaman önce Samuel Butler tarafindan Erewhon’da ortaya atilmis ve makine imparatorlugunun büyümesiyle de gittikçe daha güncel bir hal almistir. Ilk bakista, makineler ile duygular arasinda neden bir karsitlik olmasi gerektigi sorusunun yaniti açik degildir. Her normal erkek çocuk makinelere bayilir; büyüyüp güçlendikçe de onlari daha çok sever. Japonlar gibi uzun ve yetkin bir sanat gelenegine sahip uluslar, ilk karsilastiklarinda, Bati’nin mekanik yöntemlerinin büyüsüne kapilir ve bizleri olabildigince çabuk taklit etmeye can atarlar. Egitim görmüs ve dünyayi dolasmis bir Asyaliyi hiçbir sey „Dogu’nun bilgeligi“nden, ya da Asya uygarliginin geleneksel erdeminden söz edilmesi kadar sinirlendiremez; kendini oyuncak otomobiller yerine bebeklerle oynamasi istenmis bir erkek çocuk gibi hisseder. Ve her erkek çocuk gibi, oyuncak otomobil yerine gerçegini ister, ezilebilecegini hiç düsünmeden. Makineler henüz yeniyken, birkaç sair ve estetikçiyi saymazsak, Bati’da da ayni cosku vardi. Ondokuzuncu yüzyil kendini daha çok mekanik ilerleme nedeniyle öncekilerden daha üstün sayardi. Peacock (Thomas Love Peacock (1785-1866): Ingiliz sair ve romanci. (Ç.N.)) gençliginde “buhar beyinli toplum” ile alay eder; çünkü kendisi bir yazin adamidir ve ona göre uygarligi Grek ve Romali yazarlar temsil ederler. Ancak, o dönemde yaygin olan egilimlerden uzak oldugunun da farkindadir. Dogaya dönüsleri ile Rousseau’nun (Jean Jacques Rousseau (1712-1778): Fransiz yazar, filozof ve toplum teorisyeni. (Ç.N.) müritleri, Ortaçagliliklari ile Göl Sairleri (Göl Sairleri: Ingiltere’de Göller Bölgesi’nde yasamis Ingiliz sairleri Wordsworth (1770-1850), Coleridge (1772-1834) ve Southey (1774-1843). (Ç.N)), News from Nowhere (Olmayan Ülkeden Haberler) (zamanin hep haziran oldugu ve herkesin harman kaldirdigi bir ülke) kitabi ile William Morris: (William Morris (1834-1896): Ingiliz sair, ressam ve sosyalist. (Ç.N.) bunlarin hepsi tümüyle duygusal ve tepkisel olan bir çikisi temsil ederler. Makinelere karsi duygusal olmayan rasyonel bir karsitligi ilk ortaya koyan Samuel Butler olmustur. Ancak bu onun için belki de bir jeu d’esprit’den (kelime oyunundan) baska bir sey degildi -bunun köklü bir kani olmadigi kesindir. Onun gününden bugüne, en çok makinelesmis uluslardan çok kisi Erewhon-vari’ bir görüsü içtenlikle benimseme egilimindedir; yani bu görüs, uygulanmakta olan sanayi yöntemlerine karsi olanlarin tavirlarinda, açik veya kapali sekilde, kendini gösterir. 54


Makinelere tapilir, çünkü güzeldirler; deger verilir, çünkü güç saglarlar; onlardan nefret edilir, çünkü çok çirkindirler; onlardan tiksinilir, çünkü kölelik getirirler. Bu tutumlardan birinin “dogru” ötekinin “yanlis” oldugunu düsünmeyelim. Bu, insanlarin kafasi oldugu dogrudur ama ayaklari oldugu yanlistir demeye benzer; gerçi Lilliputlularin bu soruyu Gulliver hakkinda tartistiklarin kolayca düsleyebiliriz. Bir makine Binbir Gece Masallarindaki Cin gibidir; sahibi için güzel ve yararli; düsmanlari için çirkin ve tehlikeli. Ancak günümüzde hiç bir seyin kendisini bu denli belirgin bir yalinlikla göstermesine izin verilmez. Makine sahibinin, ondan uzakta oturdugu, gürültüsünü isitmedigi, gözleri rahatsiz eden atik yiginlarini görmedigi, zararli dumanlarini koklamadigi dogrudur; eger makineyi görmüsse, o da çalistirilmaya baslamadan önce, çikardigi toz ve sicaktan rahatsiz olmasina gerek kalmadan, gücü ya da bir saat gibi islemesini gururla seyrettigi zamandir. Makineye, onunla yasayip onunla çalisanlarin görüs açisindan bakmasi istenirse de cevabi hazirdir. Makinenin çalismasi sayesinde bu insanlarin, büyük dedelerinden daha fazla -çogu zaman çok çok daha fazla- sey satin alabildiklerine dikkat çekebilir. Öyleyse, hemen herkesçe yapilan bir varsayimi kabul edersek, büyük dedelerinden daha mutludurlar. Bu varsayima göre insanlari mutlu eden, maddi seylere sahip olmaktir. Iki odasi, iki yatagi ve iki ekmegi olan bir kisinin bir odasi, bir yatagi ve bir ekmegi olan kisiden iki kat mutlu oldugu; kisacasi, mutlulugun gelirle orantili oldugu düsünülmektedir. Bazi kisiler, her zaman da tam içtenlikle olmadan, din ve ahlak adina bu fikre karsi çikar; ama vaazlarinin dokunakliligi sayesinde gelirleri artarsa ona da sevinirler. Benim karsi çikmak istemem din ya da ahlak bakimindan degil, psikoloji ve yasamin gözlemlenmesi açisindandir. Eger mutluluk gelirle orantili ise makinenin üstünlügü kusku götürmez; degil ise sorunun tümüyle irdelenmesi gerekir. Insanlarin fiziksel gereksinimleri, ayrica bir de duygulari vardir. Fiziksel gereksinimler karsilanmamissa, onlar önceliklidir; ama eger karsilanmislarsa, bir insanin mutlu ya da mutsuz olmasini saptamada, gereksinimlerle baglantisi olmayan duygular önem kazanir. Bugünkü sanayi toplumlarinda zorunlu fiziksel gereksinimleri karsilanmamis pek çok kadin, erkek ve çocuk vardir; onlar bakimindan mutlulugun ilk kosulunun gelir artisi oldugunu inkar etmiyorum. Ancak öyle kimseler azinliktadirlar; hepsinin yasamsal gereksinimlerini saglamak da zor degildir. Ben onlar hakkinda degil, 55


yasamlarini sürdürmek için gerekenden fazlasina sahip olanlar -sadece çok fazlasina degil, ayni zamanda biraz fazlasina sahip olanlar- hakkinda konusmak istiyorum. Hemen hepimiz, gelirimizi artirmayi gerçekte neden isteriz? Isteklerimiz ilk bakista maddi seyler gibi görünebilir. Gerçekte ise bunlari daha çok komsularimizi etkilemek için isteriz. Daha iyi bir mahallede daha büyük bir eve tasinan bir adam karisini „daha iyi“ insanlarin ziyaret edecegini; eski ve yoksul komsularla iliskilerin artik kesilebilecegini düsünür. Oglunu iyi bir okula ya da pahali bir üniversiteye gönderdiginde, ödedigi yüksek harçlara karsilik kazanilacak sosyal sayginligi düsünerek kendini teselli eder. Amerika’da olsun Avrupa’da olsun bütün büyük sehirlerde bazi mahallelerdeki evler, sadece kibar insanlar arasinda revaçta olduklari için, öteki mahallelerdeki ayni nitelikleri tasiyan evlerden daha pahalidir. En güçlü tutkularimizdan biri de baskalarinin takdir ve saygisini kazanma arzusudur. Bugünlerde takdir ve saygi, zengin görünen insanlara karsi duyulmaktadir. Insanlarin zengin olmak istemelerinin baslica nedeni budur. Paralari ile satin aldiklari mallar ikinci dereceden önem tasir. Örnegin, bir resmi ötekinden ayirdedemeyen ve uzmanlar yardimiyla eski ustalarin bir galeri dolusu resmini toplamis olan bir milyoneri ele alalim. Aldigi yegane zevk, baskalarinin onlarin kaça mal oldugunu bilmesidir. Halbuki dergilerin Noel sayilarindaki dokunakli posterlerden daha dolaysiz ve daha çok zevk alabilir; ancak o yolla egosu için ayni doyumu elde edemez. Bütün bunlar baska türlü de olabilir; birçok toplumda olmustur da. Aristokratik dönemlerde insanlara soylarina bakarak deger biçilirdi. Tuhaf gelebilir ama Paris’te bazi çevrelerde insanlar resim ve edebiyat alanlarindaki yetkinlikleri nedeniyle degerli görülürler. Bir Alman üniver sitesinde, insan, bilgisinden dolayi takdir edilir. Hindistan da ermislik, Çin de bilgelik sayginlik uyandirir. Bu degisik örneklerin incelenmesi tanimizin dogru oldugunu gösteriyor; çünkü hepsinde insanlarin büyük bir yüzdesi, yasamlarini sürdürecek ölçüde sahip olduklarinda, paraya karsi ilgisizdirler. Ancak onlar da çevrelerinde sayginliklarini saglayacak meziyetlere sahip olmayi yürekten arzu ederler. Bu örneklerin önemi, günümüzdeki zenginlik özleminin insan dogasindan gelmemesinde, çesitli sosyal kuruluslarca ortadan kaldirilabilir olmasinda 56


yatar. Yasa geregi hepimizin geliri ayni olsaydi komsularimizdan üstün olmanin baska yollarini arardik; maddi seylere sahiplenmeye olan simdiki siddetli arzularimizin çogu da son bulurdu. Bu arzular rekabet niteligi tasidiklarindan, rakibimize üstünlük sagladigimiz zaman bize mutluluk, ona da ayni ölçüde aci verir. Gelirlerde yapilacak genel bir artis rekabet açisindan bir avantaj saglamaz; bu yüzden de rekabetten kaynaklanan bir mutluluk vermez. Kuskusuz, satin alinan seyleri kullanmaktan bir ölçüde zevk de alinir; ancak, gördügümüz gibi bu, zenginligi isteme nedenimizin önemsiz bir bölümüdür. Arzumuz rekabete dayali oldugu sürece zenginligin artmasi, ister genel olarak ister belli konularda, sonuçta insan mutlulugunu artirmaz. -Makinelerin mutlulugu artirdigini savunacaksak, yukaridaki nedenlerden dolayi makinelerin getirdigi maddi refah artisi, mutlak yoksullugu önlemede kullanildiklari durumlar disinda, önemli bir etken degildir. Yoksullugu gidermek için kullanilmalarini gerektiren zorunlu bir neden de yoktur. Nüfusun duragan olmasi halinde yoksulluk makine olmadan da önlenebilir; Fransa bunun bir örnegidir; orada Amerika’dan, Ingiltere’den ve savas öncesi Almanya’sindan çok daha az makine oldugu halde yoksulluk çok azdir. Tersine, makinenin çok oldugu bir yerde yoksulluk da çok olabilir. Bunun da örnekleri yüz yil kadar öncesi Ingilteresinin sanayi bölgeleri ile bugünkü Japonya’dir. Yoksullugun önlenmesi makineye degil baska etkenlere baglidir -kismen nüfus yogunluguna, kismen de siyasal kosullara. Serveti artirmanin yoksullugu önleme disinda fazla bir degeri yoktur. Makineler bizi insan mutlulugunun önemli ögeleri olan iki seyden, dogal davranma rahatligindan ve çesitlilikten yoksun birakir. Makinelerin kendilerine özgü bir isleyisleri ve kendilerine özgü vazgeçilmez istemleri vardir: pahali bir fabrikasi olan bir kimse onu sürekli çalistirmak durumundadir. Duygular açisindan, makinenin yarattigi en büyük sikinti onun düzenliligidir. Ve dogaldir ki makineler açisindan da, duygularda bulunan en büyük kusur, tersine, düzensiz olmalaridir. Kendilerini „ciddi“ sayan kisilerin düsüncelerine makineler egemen oldugundan bu kisilerin bir insan hakkinda dile getirecekleri en büyük övgü onun makine gibi olmasi; yani güvenilir, dakik, kesin olmasidir. Artik „düzensiz“ bir yasam kötü bir yasamla es anlamli olmustur. Bergson’un felsefesi bu görüse karsi bir protestoydu; entellektüel açidan çok saglam olmamakla beraber sanirim, insanlarin gittikçe

57


daha çok makineye dönüstürülmelerine karsi duyulan saglikli bir endiseden esinlenmisti. Yasamimizda, makinelesmenin egemenligine karsi içgüdülerimizin simdiye kadar gösterdigi baskaldiri talihsiz bir dogrultuya yönelmistir. Insanlar toplum halinde yasamaya basladigindan bu yana savas dürtüsü her zaman var olmustur. Ancak bu, geçmiste, günümüzdeki kadar yogun ve kahredici degildi. Onsekizinci yüzyilda Ingiltere ve Fransa dünya egemenligini elde etmek için sayisiz savaslara girdiler; ancak birbirlerini hep sevip saydilar. Esir subaylar, kendilerini esir alanlarin sosyal yasantilarina katildi; ziyafetlerde onur konuklari oldular. 1665’te Hollanda ile yaptigimiz savasin baslarinda, Afrika’dan gelen bir kisi Hollandalilarin orada yaptiklari zulmü anlatmisti. Biz -Ingilizler bu hikayenin düzmece olduguna kendimizi inandirdik; adami cezalandirdik ve Hollandalilarin yalanlamasini yayinladik. Son savasta olsaydi o adama sövalyelik verir, söylediklerinin dogruluguna kuskuyla bakanlari da hapse atardik. Modern savaslarda vahsetin artmasi üç yönden makinelerin etkisine baglanabilir. Ilk olarak, daha büyük ordular kurulmasina olanak saglarlar. Ikinci olarak, insanlarin daha alt düzey duygularina hitabeden ucuz yayinlari kolaylastirirlar. Üçüncü olarak -bizi ilgilendiren de bu noktadir- insan dogasinin derinlerinde yatan, içinden geldigi gibi ve kuralsiz yasamak isteyen yönünü baski altinda tutarlar; Bu, belirsiz bir huzursuzluga yolaçar; bu huzursuzluktan kurtulmanin olasi yolu olarak da akillara savas fikri gelir. Son savas gibi büyük bir kargasayi yalnizca politikacilarin makinelesmesine yüklemek yanlis olur. Belki Rusya için böyle bir açiklama yerinde olabilir. Rusya’nin isteksiz savasmasinin ve barisi saglamak için devrim yapmasinin bir nedeni de budur. Ancak Ingiltere, Almanya ve Amerika Birlesik Devletleri’ndeki yaygin savas arzusunun -1917’de- önünde hiçbir hükümet duramazdi. Bu tür bir genel istegin içgüdüsel bir temeli olmalidir ve ben sahsen günümüzdeki savas yanlisi güdülerin artmasinin, modern yasamdaki düzenlilik, monotonluk ve güdümlü yasamanin yolaçtigi -genellikle bilinç-disi- hosnutsuzluktan kaynaklandigina inaniyorum. Bu duruma makineleri yok ederek çare bulamayacagimiz açiktir. Böyle bir yöntem tepkisel olur ve uygulama olanagi hiç yoktur. Günümüzde makinelesmenin beraberinde gelen sakincalari önlemenin tek yolu, çalisma aralarinda heyecan verici 58


ugraslar için olanak saglayarak monotonlugu kirmaktir. Alplere tirmanma yoluyla yasamlarini tehlikeye atma olanagi bulsalar çogu insanin savas özlemi de yok olur. Tanimak mutluluguna eristigim en gayretli ve yetenekli baris gönüllülerinden biri, yazlarini Alplerin en tehlikeli doruklarina tirmanarak geçirmeyi adet edinmisti. Eger çalisan herkese yilda bir aylik zaman vererek kendi arzusu dogrultusunda, uçak kullanmak ögretilse; veya Büyük Sahra’da zümrüt aramaya yöneltilse; ya da kendi insiyatifini kullanacagi herhangi baska bir tehlikeli ve heyecan verici ugrasa olanak saglansa, yaygin savas arzusu sadece kadinlarla ve eli ayagi tutmayanlarla sinirli kalir. Bu kisileri de barisçil yapacak bir yöntem bilmedigimi itiraf ederim; fakat eger isi ciddiyetle ele alirsa, bilimsel psikolojinin bir yöntem bulacagindan eminim. Makineler yasam tarzimizi degistirmistir ama içgüdülerimizi degil. Bunun sonucunda uyum bozuklugu yasanmaktadir. Duygu ve içgüdü psikolojisi henüz bebeklik evresinde. Psikanalizle bir baslaniç yapilmis bulunuyor; ancak bu sadece bir baslangiç. Psikanalizden ögrendiklerimize göre su gerçegi kabul edebiliriz ki, insanlarin hareketlerinde yöneldikleri amaçlar, bilinçli olarak seçtikleri amaçlar degildir; bu bütünüyle irrasyonel birtakim fikirleri de beraberinde getirir ve insanlara neden öyle yaptiklarinin farkinda olmaksizin, bu amaçlarin pesinden gitme olanagi verir. Ancak, geleneksel psikanaliz çok çesitli olan ve kisiden kisiye degisen bilinç-disi amaçlarimizi gereginden çok basitlestirmistir. Yakin zamanda sosyal ve siyasal olgularin bu bakis açisindan anlasilmasi; böylece de insan dogasina isik tutmasi umulur. Anarsik güdülerimizle basetmek için istem kullanmak ve zararli eylemlere dis yasaklar koymak elverisli yöntemler degildirler. Elverissiz olmalarinin nedeni de bu güdülerin Ortaçag efsanelerindeki Seytan kadar çok kiliga girebilmeleri ve bu kiliklardan bazilarinin en akli basinda olanlari bile yaniltmasidir. Elverisli olacak tek yöntem önce içgüdüsel dogamizin gereksinimlerini saptamak; sonra da onlari karsilamanin en zararsiz yolunu aramaktir. Makinelerin en çok engelledigi sey içten geldigi gibi davranmak olduguna göre, yapilabilecek tek sey firsat saglamaktir; firsati degerlendirmek de kisinin istegine birakilmalidir. Bu, kuskusuz, bir hayli masraf gerektirir; ama bu bedel bir savasin giderleriyle kiyaslanamaz. Bilim fiziksel dünyanin yasalarini kavramakta harikalar yaratmistir; ama simdiye kadar, kendi dogamizi, yildizlarin ve elektronlarin dogasina kiyasla çok daha az anlamis bulunuyoruz. Bilim, insanin dogasini anlamayi ögrendiginde, makinelerin ve fiziksel 59


bilimlerin getirebilir.

yaratamadigi

mutlulugu

yasamimiza

60


DAVRANISÇILIK VE DEGERLER Ciddi bir Amerikan dergisinde dünyada bir tek davranisçi oldugu, onun da Dr. Watson (John Broadus Watson (1878-1958): Amerikali Psikolog. (Ç.N) oldugu yolunda bir ifadeye rastlamistim. Ben, çagdas düsünceli olan ne kadar insan varsa o kadar da davranisçi oldugunu söylerdim. Bu, davranisçilarin üniversitelerde daha yaygin oldugu, ya da bizzat benim bir davranisçi oldugum anlamina gelmez Rusya ve Çin’i gördükten sonra, zamana ayak uyduramamis oldugumu farkettim. Ancak nesnel (objektif) özelestiri beni çagdaslasmamin yerinde olacagini kabule zorluyor. Bu makalede, benim gibi, bilimde çagdas olan seyleri kabul ettikleri halde, yasamaya deger seyler konusunda kendini Ortaçagliliktan kurtaramayan kisilerin karsilastiklari bazi güçlükleri ortaya koymak istiyorum. Davranisçiligin yalnizca degerler ile olan mantiksal iliskisini degil; ana hatlariyla benimsenmesi durumunda bu doktrinin siradan insanlar üzerindeki etkisinin ne olacagini da sorgulamak istiyorum. Davranisçilik, psikanaliz gibi bir çilginlik haline henüz gelmemistir; ancak bir gün gelirse, popüler sekli, kuskusuz, Dr. Watson’un ögretilerinden degisik olacaktir -popüler Freudculuk Freud’dan ne kadar farkliysa o kadar farkli. Davranisçiligin popüler versiyonu sanirim söyle bir sey olacak: Eskiden hissetmek, bilmek ve istemek gibi üç islevi yürütebilen akil diye bir seyin var oldugu düsünülürdü. Simdi ise, akil diye bir seyin var olmadigi, yalnizca bedenin var oldugu kesinlik kazanmistir. Bütün eylemlerimiz bedensel süreçlerden ibarettir. „Hissetme“ özellikle iç salgi bezleri gibi iç organlarla ilgili bir olaydir. „Bilme“ girtlagin hareketlerinden ibarettir. „Isteme“ ise uzun kaslara bagimli bütün diger hareketlerden olusur. Geçenlerde, ünlü bir entellektüel ile bir dansöz evlendiginde, onlarin birbirlerine uygunlugu konusunda kuskularini dile getirenler oldu. Bir davranisçinin bakis açisindan bu kusku yersizdir; biri kol ve bacak kaslarini, öteki de girtlak kaslarini gelistirmistir. Demek oluyor ki, meslegin farkli dallarinda olmakla beraber, her ikisi de birer akrobattir. Yapabildigimiz tek sey bedenimizi hareket ettirmek olduguna göre, bu ögretinin popüler yandaslarinin, bundan, vücudumuzu olabildigince çok hareket ettirmemiz gerektigi sonucuna varmalari beklenebilir. Bu noktada görecelige iliskin bazi güçlükler ortaya çikacaktir. Bedenin degisik bölümleri birbirlerine göre 61


mi hareket edecektir; yoksa beden bir bütün olarak içinde bulundugu araca göre mi hareket edecektir? Veya, erdemin ölçütü dünyaya göre olan hareket midir? Ideal insan birinciye göre bir akrobat; ikinciye göre, asagiya dogru hareket eden bir yürüyen merdivenden yukariya kosan bir insan; üçüncüye göre de, yasamini bir uçak içinde geçiren insandir. Ortaya çikacak anlasmazliklarda hangi ilkeye göre karar verilecegini bilmek kolay degildir; ancak ben sahsen pilotlardan yanayim. En güçlü ülkelerdeki en güçlü kesimlerde egemen olan, insanin kusursuzlugu anlayisinin degisik biçimlerine bakarsak, davranisçiligin temelde var olan inançlara teorik bir gerekçe saglamaktan öteye gitmedigi sonucuna variriz. Beden egitimine inananlara ve bir ulusun „erkekliginin“ onun sporculuguna bagli oldugu görüsünü benimseyenlere göre akrobat ideal insandir; Ingiliz yönetici sinifinda yaygin olan görüs de böyledir. Yürüyen merdivenlerden yukariya kosan kisi, zevklerden uzak durabilmek kosuluyla, kaslari gelistirmeyi en yüce erdem olarak gören hiristiyanlarin beau ideal’idir. Bu, YMCA’in (YMCA: Genç Erkekler Hiristiyan Birligi. (Ç.N.)) Çin’de yerlestirmeye çalistigi ve yöneticilerimizin egemenligimiz altinda olan bütün irklar ve siniflar için uygun buldugu görüstür. Pilot, mekanik güç kullananlara özgü, daha aristokratça bir idealin temsilcisidir. Ancak, bütün bunlarin üstünde, Aristoteles’in hareketsiz-olan-hareket ettiricisini animsatan yüce bir kavram vardir. Ona göre, merkezde hareketsiz duran bir ulu varlik vardir; geriye kalan her sey ve herkes onun çevresinde degisik hizlarla dönerler ve böylece o kisiye mutlak en büyük göreceli hareketi saglarlar. Bu merkezde olma rolü süpermenlerimiz için, özellikle de finans kesimi mensuplari için ayrilmistir. Insanin kusursuzlugu konusunda Greklerden ve Ortaçag’dan günümüze kadar gelen degisik bir kavram daha vardir; ancak makinelerin düs gücüne egemen olmasi sonucu ortaya çikan görüs yavas yavas onun yerini almaktadir. Kanimca bu eski görüs mantiksal olarak, davranisçilikla bagdastirilabilir; ancak, psikolojik açidan, sade vatandasin davranisiyla bagdastirilamaz. Bu eski görüse göre hissetmek ve bilmek eylem kadar önemlidir; sanat ve derin düsüncenin, uzayda büyük miktarda kütlenin yerini degistirmek kadar övgüye deger oldugu düsünülür. Cheribum (Tevrat’ta adi geçen bir melek. (Ç.N)) Tanri’yi sever, Seraphim (Incil’de adi geçen üç çift kanatli melek. (Ç.N.)) Tanri’yi derin düsünce yoluyla anlamaya çalisir; onlarin yüce kusursuzluklari da 62


bunda yatar. Bu ideal tümüyle statiktir. Cennette ilahiler söylenip arp çalindigi dogrudur. Ancak her gün ayni ilahiler söylenir; arplarin yapisinda hiçbir gelismeye izin yoktur. Böyle bir yasam çagdas insana sikici gelir. Teolojinin ilgi yitirmesinin bir nedeni de, cenneti her gün gelisen makinelerle donatmamasinda yatar; Milton5 cehennem için bunu basarmisti. Her etik sistemin bir tür non sequitur’a (önerme veya kanitlara uygun olmayan sonuç) dayandigi söylenebilir. Filozof önce nesnelerin dogasi hakkinda yanlis bir teori icadeder; bundan da, kendi teorisinin yanlis oldugunu gösteren eylemlerin kötü eylemler oldugu sonucunu çikarir. Ilk olarak geleneksel hiristiyanligi ele alalim. Her sey her zaman Tanri’nin iradesine tabi oldugundan, günahkarligin Tanri iradesine karsi gelmek oldugunu iddia eder. Hegel yandaslarina gelince, onlar da evrenin kusursuzca örgütlenmis, uyum içindeki parçalardan olustugunu; bu nedenle, kötülügün bu uyumu azaltan davranislar bütünü oldugunu iddia ederler. Ne var ki, uyum metafiziksel bir sorun oldugu halde uyum disi davranislarin nasil olanakli oldugunu anlamak zordur. Fransiz halki için yazan Bergson, davranislari ile kendisine karsi çikanlari ahlaki suçlamadan daha korkunç birseyle, yani gülünç olmayla tehdit ediyor. Önce insanlarin asla mekanik davranmadiklarini gösteriyor; sonra da gülme üzerine yazdigi kitabinda (Lczughter) bizi güldüren seyin mekanik olarak davranan bir insan görmek oldugunu ileri sürüyor. Bu demektir ki, Bergson felsefesinin yanlis oldugunu gösteren bir sey yaparsaniz o zaman ve ancak o zaman gülünç olursunuz. Umarim bu örnekler metafizigin, herhangi bir etik sonuca yol açamayacagini, varabilecegi tek sonucun, kendi yanlisliginin yol açtigi asagidaki sonuç oldugunu açikça göstermistir: Eger metafizik dogru olsaydi günah olarak tanimladigi eylemler olanaksiz olurdu. Bu açiklamalari davranisçiliga uygulayarak su sonucu çikariyorum: Etik sonuçlari varsa ve oldugu ölçüde metafizigin yanlis olmasi gerekir; öte yandan, dogru ise de davranislarla hiçbir iliskisi olamaz. Popüler davranisçiliga -tam anlamiyla bilimsel sekline degil- bu açidan baktigimizda onun yanlis olduguna iliskin çesitli kanitlar buluyorum. Ilk olarak, eger destekleyicileri herhangi bir etik sonucu olmadigini düsünselerdi, hemen hepsi bütün ilgilerini yitirirlerdi. Burada bir ayrim yapma geregi doguyor. Dogru bir doktrinin pratik sonuçlar dogurmasi olasidir; ama 63


etik sonuçlar yaratmasi olanak disidir. Iki madeni para atarak çalistirilan bir makineden siz tek bir para atarak birsey almak isterseniz gerçegin pratik bir sonucu olur; yani bir para daha atmaniz gerekir. Ancak hiç kimse bu sonucu „etik“ olarak degerlendirmez; bu sadece arzumuzu nasil gerçeklestirebilecegimizle ilgilidir. Bunun gibi, Dr. Watson’un kitabinda bu baslik altinda islendigi sekliyle davranisçiligin, özellikle egitim alaninda pek çesitli ve önemli sonuçlari vardir. Eger bir çocuga belirli bir sekilde davranmayi ögretmek istiyorsaniz, örnegin Freud’un degil de Dr. Watson’un ögütledigi yola basvurmaniz çogu zaman akillica olur. Ancak bu da etik degil, bilimsel bir konudur. Etik, sadece, bir eylem belli bir hedefi amaçladigi zaman; veya bazi eylemler, getirdikleri sonuçlara bakilmaksizin, iyi ve kötü olarak siniflandirildiklari zaman söz konusu olur. Burada davranisçiligin -mantiga ters düsse desözcügün gerçek anlaminda bir ahlak kurali koyma egiliminde oldugu sonucuna variyorum. Konu söyle görünüyor; yapabilecegimiz tek sey maddeyi hareket ettirmek olduguna göre, olabildigince çok sey hareket ettirmeliyiz; bu nedenle sanat ve düsünce maddeyi harekete geçirmeye yardimci olduklari ölçüde degerli sayilirlar. Bu, günlük yasam için asiri ölçüde metafiziksel bir ölçektir; pratik ölçek ise gelirdir. Dr. Watson’dan asagidaki alintiyi ele alalim: „Kisilik, karakter ve yetenegi degerlendirmede en önemli ögelerden biri, kanimca, bir kimsenin yillik basarisinin tarihçesidir. Bunu, kisinin degisik islerde kaldigi süreler ve gelirindeki yillik artislarla nesnel olarak ölçebiliriz... Eger bu kisi bir yazarsa, yazilarina ödenen ücretin yillara göre bir grafigini çizmek isteriz. Eger otuz yasindayken yazilari için önde gelen dergilerden kelime basina aldigi ortalama ücret, yirmi dört yasindayken aldiginin ayni ise, onun sudan bir yazar olmasi, daha öteye de gidemeyecegi olasidir.“ Bu ölçütü, Buda, Isa ve Muhammed’e; Milton ve Blake’e uygularsak, bu kisilerin degerleri hakkindaki görüslerimizde ilginç degisiklikler yapmak gerektigini görürüz. Daha önce deginilenler disinda bu alintida iki ahlaki özdeyis saklidir. Bir -kusursuzluk kolayca ölçülür olmalidir; iki -yasalarla uyumlu olmalidir. Bunlarin ikisi de etigi fizige dayali bir sistemden elde etmeye çalismanin dogal sonuçlaridir. Yukaridaki paragrafta Dr. Watson’un öne sürdügü etik, benim kabul edebilecegim etik degildir. Erdemin gelirle orantili olduguna; kalabaliga uyum saglamakta güçlük çekmenin günah olduguna inanmam olanaksizdir. Yoksul ve aksi bir kisi oldugumdan, bu konularda 64


önyargili düsündügüm kusku götürmez; bunun bilincinde olmama ragmen düsüncelerim yine de degismiyor. Simdi de davranisçiligin bir baska yönünü, egitim konusundaki görüslerini ele alacagim. Burada, eserlerinden anlasildigi kadariyla, bu konudaki görüsleri kusursuz görünen Dr. Watson’dan alinti yapamiyorum. O egitimin daha sonraki asamalarina deginmiyor; benim en çok kusku duydugum konular ise orada. Açik bir sekilde davranisçi olmamakla beraber davranisçilikla ilintili görüsten çokça etkilenmis olan bir kitabi ele alacagim: The Child: His Nature and His Needs (Çocuk: Dogasi ve Gereksinimleri) 6. Bu kitap temelde, psikolojik yönden çok degerli olmasi nedeniyle oldukça takdir ettigim bir kitaptir; ancak bana göre, estetik ve etik yönden elestiriye açiktir. Estetik eksikligi göstermek için asagidaki bölümü aliyorum (sayfa 384): „Yirmi bes yil önce ögrencilere on ila on bes bin kelimenin nasil yazildigi ögretiliyordu. Son yirmi yilda yapilan arastirmalar göstermistir ki, tipik bir lise mezununun, okul çalismalarinda, eger özel ve teknik sözcük bilgisi gerektiren teknik bir isle ayrica ugrasmiyorsa, daha sonraki yasaminda da üç bin sözcükten fazlasini ögrenmesine gerek yoktur. Tipik bir Amerikali, mektuplarinda ve gazetelere yazdigi yazilarda çogu zaman bin bes yüzden fazla degisik sözcük kullanmamaktadir; çogu kisi ise bunun yarisindan fazlasini hiç kullanmaz. Bu gerçeklerden dolayi günümüzde, okullardaki yazin kurallari dersleri günlük yasamda kullanilan sözcüklerin, otomatik olarak yazilabilecek sekilde, iyice ögretilmeleri ilkesine göre düzenlenmekte; daha önceleri ögretilen ve belki de hiç kullanilmayan teknik ve alisilmis sözcükler egitim programindan çikarilmaktadir. Bugünkü yazin derslerinde hiç bir sözcüge, bellegi gelistirmek bakimindan yararli olacagi düsüncesiyle, yer verilmemektedir.“ Son cümlede, ezberleme yanlisi eski gerekçenin yanlisligini ortaya koymak için, psikolojiye yerinde bir yardim çagrisi yapiliyor. Anlasilan ezberleme bellegi gelistirmiyor. Öyleyse, hiçbir sey, o seyin bilinmesi gerekliligi disinda bir gerekçeyle ezberlenmemelidir. Bunu belirledikten sonra yukaridaki alintinin akla getirdigi bazi seyleri irdeleyelim. Ilk olarak, bir seyin nasil yazilacagini bilmenin hiçbir yarari yoktur. Shakespeare ve Milton dogru heceleyemezlerdi; Maria Corelli ve Alfred Austen ise bunu yapabilirlerdi. Dogru heceleme, biraz, „egitimli“yi „egitimsiz“den ayirdetmenin kolay bir yolu 65


olarak, snopça nedenlerle; biraz, iyi giyinmek gibi, kalabaligin baskisiyla; biraz da, dogal-yasa düskünü kimselerin, kisisel özgürlügün hala var olmayi sürdürdügü bir alan görmekten aci duymalarina bagli olarak aranan bir seydir. Hiç olmazsa, yazili basinin, sözcükleri alisilmis biçimde yazmasi gerektigi düsünülürse bu amaç için okuyucu saglamak her zaman olanaklidir. Ikinci olarak, Çin disindaki ülkelerde yazi dili, edebiyatin bütün estetik güzelligini içeren konusma dilinin yerini almistir. Insanlar, dilin güzel olabilecegi ve olmasi gerektigi duygusunu koruduklari çaglarda yazin kurallarina pek aldirmazlardi; ama telaffuza dikkat ederlerdi. Simdilerde üniversite egitimi görmüs kisiler bile en siradan sözcükler disindaki sözcükleri telaffuz etmeyi bilmiyorlar; ve bu nedenle de siirlerin çogunu vezne uygun olarak okuyamiyorlar. Profesyonel edebiyat ögrencileri disinda, kirk yasinin altinda olup da bazi siirleri veznine uygun olarak okuyabilecek belki de tek bir Amerikali yoktur. Eger egitimde bir ölçüde, estetik de söz konusu ise çocuklara heceleme ögretilecegine yüksek sesle okuma ögretilmesi gerekir. Eskiden aile reisinin Incil’i yüksek sesle okumasi bu gereksinimi çok iyi giderirdi; ancak simdilerde bu uygulamanin nesli neredeyse tükenmistir. Dogru telaffuzu ögrenmek önemli oldugu gibi, estetik yönden, genis bir sözcük bilgisi de gereklidir. Yalnizca bin bes yüz sözcük bilenler, basit konular ve sansin yaver gittigi ender durumlar disinda, kendilerini tam olarak ve güzel bir sekilde ifade edemezler. Bugünkü Amerikan nüfusunun yarisi egitimi için, Shakespeare’in harcamis oldugu zaman kadar zaman harcar; ama sözcük sayisi onunkinin onda birine ancak varir. Yine de, onun sözcükleri, ticari basari saglamak zorunda olan oyunlarinda kullanildigina göre, zamanin siradan vatandaslari tarafindan da anlasiliyor olmaliydi. Çagdas görüse göre, eger kisi kendisini anlasilir kilabiliyorsa dile yeterince hakim sayilir; eski görüste ise, kisinin konusma ve yazma dilinde estetik zevk saglamasi aranirdi. Bu satirlarin yazari gibi, pratik nedenlerle davranisçiligin bilimsel yanini kabul edip, etik ve estetik sayilan sonuçlarini reddeden bir kisi sonunda nereye varir? Dr. Watson’u çok takdir ederim; kitaplarini da son derece önemli bulurum. Günümüzde teorik ugraslarin en önemlisinin fizik, sosyal olgularin en önemlisinin sanayilesme oldugu görüsündeyim. Ama yine de, „yararsiz“ bilgiye ve haz vermek disinda bir amaci olmayan sanata 66


hayranlik duymaktan kendimi alamiyorum. Sorun mantiksal degildir; çünkü gördügümüz gibi, eger davranisçilik dogruysa, hangi amaç için ne gibi araçlar kullanilacagini göstermeye yardim etme gibi ikincil konular disinda, deger yargilarina iliskin konularda bir etkisi olamaz. Sorun, genis anlamda politiktir: Insanoglunun büyük bölümünün hata yaptigi kesin ise, dogru önermelerden yanlis sonuçlar çikarmak mi, yoksa yanlis önermelerden dogru sonuçlar çikarmak mi daha iyidir? Bu tür bir problemin çözümü yoktur. Tek dogru çözüm, sanirim siradan insanlara mantik ögretmek; böylece onlara yalnizca dogru görünen sonuçlara varmaktan kaçinma olanagi vermektir. Örnegin, Fransizlarin „mantikli“ oldugu söylendiginde kastedilen sudur: bir önermeyi kabul ediyorlarsa; incelikli mantiktan yoksun bir kisinin, yanlis olarak bu önermeden çikaracagi yanlis her türlü sonucu da kabul ederler. Bu en istenmeyecek türden bir özelliktir; Ingilizce konusan uluslar geçmiste, genel olarak, bu duruma diger uluslardan daha az düsmüslerdir. Ancak, bu duruma düsmemeye devam edeceklerse eskiden oldugundan daha çok felsefe ve mantik ögrenmelerine gerek oldugunu gösteren isaretler vardir. Eskiden mantik çikarim yapma sanatiydi. Simdi ise, dogal olarak, yapma aliskanliginda oldugumuz çikarimlarin ender olarak dogru oldugu anlasildigindan, mantik da bir çikarim yapmaktan sakinma sanati olmustur. Bu nedenle mantigin, okullarda insanlara akil yürütmemeyi ögretmek amaciyla ögretilmesi gerektigine inaniyorum. Çünkü akil yürütürlerse yanlis yürütecekleri kesin gibidir.

67


DOGU’NUN VE BATI’NIN MUTLULUK IDEALLERI Wells’in Zaman Makinesi’ni herkes bilir; makine, ona sahip olan kisinin zaman içinde ileriye veya geriye gitmesini, geçmisin neye benzedigini, gelecegin nasil olacagini sahsen görmesini saglar. Insanlar Wells’in makinesinin sagladigi yararlarin birçogunun, günümüzde de, dünyanin çesitli yerlerine seyahat ederek saglanabilecegini pek farketmiyorlar. New York’a ya da Chicago’ya giden bir Avrupali gelecegi, eger ekonomik bir felaket ortaya çikmazsa Avrupa’nin ulasmasi olasi gelecegi görecektir. Öte yandan, eger Asya’ya gidecek olursa geçmisi görecektir. Bana anlatildigina göre Hindistan’da Ortaçag’i, Çin’de (1920) onsekizinci yüzyili görecektir. Eger George Washington yeryüzüne geri gelseydi, yarattigi ülke onu da sasirtirdi. Ingiltere’de biraz daha az, Fransa’da ise ondan daha da az yabancilik çekerdi. Ancak Çin’e ulasmadan kendini tam olarak ülkesinde hissetmezdi. Hayali yolculuklari boyunca ilk kez orada, „yasam, özgürlük ve mutluluk arayisi“na hala inanan, bunlari Bagimsizlik Savasi’nin Amerikalilarina benzer sekilde algilayan insanlarla karsilasirdi. Çin’e cumhurbaskani olmasi da sanirim pek uzun zaman almazdi. Bati uygarligi Kuzey ve Güney Amerika’yi, Rusya disindaki Avrupa’yi ve özerk Ingiliz dominyonlarini içine alir. Bu uygarlikta Amerika basi çeker; Bati’yi Dogu’dan ayirdeden bütün özellikler en çok Amerika’da belirgin ve gelismis durumdadir. Ilerlemeyi dogal karsilamaya aliskiniz: Son yüzyilda gerçeklesen degisimlerin daha iyiye dogru oldugundan, iyiye dogru baska degisimlerin de hep süregeleceginden hiç kusku duymuyoruz. Savas ve onun sonuçlari Kita Avrupasinda bu güvenli inanca bir darbe indirdi; insanlar 1914 öncesine, yüzyillar boyu tekrar dönmeyecek bir altin çag gözüyle bakmaya basladilar. Iyimserligin ugradigi bu sarsinti Ingiltere’de daha hafif, Amerika’da ise daha da hafif olarak gerçeklesti. Içimizde, ilerlemeyi dogal karsilama aliskanliginda olan kisilerin, bizim yüz elli yil önce bulundugumuz konumda olan Çin gibi bir ülkeyi ziyaret etmeleri ve geçirdigimiz degisikliklerin bize gerçek bir iyilesme getirip getirmedigini kendi kendilerine sormalari özellikle ilginç olacaktir. Herkesin bildigi gibi Çin uygarligi, Confucius’un Isa’dan bes yüz yil önce yayginlasan ögretilerini temel almistir. Grekler ve Romalilar gibi Confucius da insan toplumunun 68


gelismesinin doga geregi oldugu görüsünde degildi; tersine, çok eski çaglarda hükümdarlarin bilge kisiler olduguna ve de insanlarin, yozlasmis günümüzün hayranlik duydugu ancak ulasamadigi ölçüde mutlu olduklarina inaniyordu. Bu kuskusuz bir yanilgiydi. Ama ne olursa olsun Confucius, çaginin diger hocalari gibi, hep yeni basarilar pesine düsmek yerine, belli bir nitelik düzeyini koruyan kararli bir toplum yaratilmasini amaçliyordu. Bu konuda, simdiye kadar gelmis geçmis herkesten daha basarili oldu. Kisiligi o çaglardan günümüze dek Çin uygarligina damgasini vurmustur. Onun zamaninda Çin bugünkü topraklarinin yalniz küçük bir bölümünü kapliyordu ve birbirleriyle çarpisan eyaletlere bölünmüs durumdaydi. Çinliler, bunu izleyen üç yüz yil içinde simdi Çin olarak bilinen topraklara yayildilar ve son elli yila gelinceye kadar yüzölçümü ve nüfus bakimindan dünyanin en büyügü olan bir imparatorluk kurdular. Barbarlarin isgallerine, Mogol ve Mançu hanedanlarina ve arada yasanan uzun veya kisa süreli iç savas ve karisikliklara karsin Confucius’un sistemi varligini sürdürdü; beraberinde sanat, edebiyat ve uygar bir yasama biçimi getirdi. Bati ve batililasmis Japonya ile temaslar sonucunda bu sistem ancak yeni yeni çökmeye baslamistir. Bu kadar olaganüstü bir varolma gücüne sahip bir sistemin pek üstün nitelikleri olmasi gerekir; saygi ve ilgimizi de hakeder. Bu sistem kelimenin bizim algiladigimiz anlaminda bir din degildir; çünkü doga üstü veya mistik inançlarla bir iliskisi yoktur. Tamamen ahlaki bir sistem olmakla beraber kurallari, hiristiyanligin kurallarindan farkli olarak, siradan insanlarin uygulayamayacagi ölçüde yüce degildir. Confucius’un ögretileri, temelde, modasi geçmis onsekizinci yüzyil „beyefendi“ idealine benzer seylerdir. Deyislerinden biri bunu açiklamaktadir (Lionel Giles’in Sayings of Confucius - Confucius’un Deyisleri-‚nden alinti): „Gerçek beyefendi hiçbir zaman kavgaci degildir. Eger ortada kaçinilmaz bir rekabet varsa, bu bir atis-yarismasi gibi çözümlenir. Burada bile, yerini almadan önce ve kaybettikten sonra rakibini kibarca selamlar; kaybetmisse ceremesini de çeker. Böylece, çekisirken bile gerçek beyefendiligini korur.“ Çogunlukla, bir ahlak hocasindan beklendigi gibi, sorumluluktan, erdemden ve bu tür seylerden söz eder; ancak kisiyi, dogaya ve dogal sevgiye aykiri olan herhangi bir seye zorlamaz. Bu da asagidaki konusmada görülüyor: „She Dükü Confucius’a sunlari söyledi: Ülkemizde dürüst bir adam var. Babasi bir koyun çaldi 69


ve oglu ona karsi taniklik etti. Confucius söyle yanitladi: Bizim ülkemizde dürüstlük bundan farkli bir seydir. Baba oglunun suçunu, oglan da babasinin suçunu gizler. Gerçek dürüstlük ancak böyle davranislarda bulunur.“ Confucius her seyde, hatta erdem konusunda bile, ilimli bir kisiydi. Kötülügü iyilikle yanitlamamiz gerektigine inanmazdi. Bir keresinde kötülüge iyilikle karsilik verme ilkesi hakkindaki düsüncesi soruldugunda yaniti su olmustu: „O zaman iyiligin karsiligi ne olacak? Haksizliga adaletle, iyilige iyilikle karsilik vermelisiniz.“ Onun zamaninda Çin’de kötülüge iyilikle karsilik verme ilkesi, ögretileri hiristiyanliga Confucius’unkinden daha yakin olan taoistlerce ögütleniyordu. Taoizmin kurucusu Lao-Tze (Confucius’un daha yasli bir çagdasi oldugu sanilir) söyle diyor: „Iyiye iyi, iyi olmayana da, onu iyilige yöneltmek için, yine iyi davranmaliyim. Inanç sahibi olanlara saygi duyarim; olmayanlara da saygi duyarim; çünkü belki bu yolla onlar da inanç sahibi olurlar. Bir insan kötü bile olsa onu dislamak dogru olabilir mi? Kötülüge iyilikle karsilik veriniz.“ Lao-Tze’nin bazi sözleri Dagdaki Vaaz’in (Isa tarafindan müritlerine verilen, hiristiyanligin temel ilkelerini içeren vaaz. (Ç.N)) bazi bölümlerine inanilmaz derecede benzer. Örnegin söyle diyor: „Alçakgönüllü olanlar olduklari gibi kalacaklardir. Egriler düzeltilecektir. Boslar doldurulacaktir. Yipranmislar yenilenecektir. Yoksullar basarili olacaktir. Çok fazla seye sahip olanlar yollarini sasiracaktir.“ Lao-Tze’nin degil de Confucius’un ulusal bilge haline gelmesi Çin’e has bir özelliktir. Taoizm de varligini sürdürdü: ancak cahil halk arasinda ve sihir niteliginde. Onun ögretileri Imparatorlugu yöneten uygulamacilara hayal ürünü gibi geliyordu. Confucius’un ögretileri ise sürtüsmeleri önleme bakimindan çok iyi hesaplanmisti. Lao-Tze eylem karsiti bir sav ögütlüyor, söyle diyordu: „Imparatorluk, islerin kendi dogal haline birakilmasiyla kazanilmistir. Her zaman birseyler yapmak zorunda olan kimseler imparatorluk sahibi olmaya layik degildirler.“ Ancak, dogal olarak, Çin’in yöneticileri Confucius’un, kendine hakim olma, hayirseverlik, nezaket ilkelerini yeglediler; ayni zamanda, bilge hükümetlerin saglayacagi yararlara büyük önem verdiler. Beyaz irka mensup modern uluslarin hepsinin yaptigi gibi, kuramsal olarak bir tür ahlak sistemini, uygulamada ise baska bir ahlak sistemini benimsemeyi Çinliler hiçbir zaman akillarina 70


getirmediler. Onlar her zaman kendi kuramlarina uygun davranmislardir demek istemiyorum; ancak öyle davranmaya çaba göstermisler, kendilerinden de öyle davranmalari beklenmistir. Halbuki hiristiyan ahlak kurallarinin büyük bir bölümünün, bu günahkar dünyada uygulanamayacak ölçüde yücelik öngördügü, genelde kabul edilen bir husustur. Gerçekte, bizim yanyana giden iki tür ahlak sistemimiz vardir: birisi ögütledigimiz ama uygulamadigimiz ahlak; öteki de uyguladigimiz ama sadece arasira ögütledigimiz ahlak. Mormonizm disindaki bütün dinler gibi hiristiyanlik da Asya kökenlidir. Hiristiyanlik, ilk yüzyillarinda, Asya mistisizmine özgü olan bireycilik ve öbür-dünya kavramlarina agirlik vermistir. Karsi-koymama doktrini bu açidan bakildiginda bir anlam tasiyordu. Ancak hiristiyanlik güçlü Avrupa prensiplerinin resmi dini olunca bazi metinlerin sözcük anlamina göre algilanmamasi gerekli görüldü. Öte yandan, „Sezar’in hakkini Sezar’a veriniz“ gibilerinden bazi ifadeler çok yayginlasti. Günümüzde ise rekabete dayali sanayinin etkisiyle, karsi-koymama ilkesine en ufak bir egilim asagilanmakta, herkesin kendi yolunda gitmesi beklenmektedir. Uygulamada, geçerli olan ahlak ilkemiz mücadele yoluyla elde edilen maddi basaridir ve bu husus bireyler için oldugu kadar uluslar için de geçerlidir. Bunun disindaki her sey bize safdillik ve saçma olarak görünür. Çinliler bizim ne teorik ne de pratik ahlak kurallarimizi benimsiyorlar. Teoride, kavganin yerinde olacagi durumlarin varligini; uygulamada ise bu hale çok ender rastlandigini kabul ediyorlar. Bizlere gelince, teorik olarak, dövüsmeyi gerektirecek hiç bir durum olamayacagini; pratikte ise, bu durumlarin sik sik ortaya çiktigini düsünüyoruz. Çinliler de bazan kavga ederler; ancak savasçi bir irk degillerdir. Savasta olsun is yasaminda olsun basariyi uzun boylu övmezler. Geleneksel olarak, ögrenmeye herseyden çok deger verirler; ondan sonra, ve genellikle onunla birlikte, incelige ve nezakete. Çok uzun yillar boyunca, Çin’de yönetim görevlerine atamalar yarisma sinavi yoluyla yapilmistir. Iki bin yil boyunca, babadan ogula geçen bir aristokrasi var olmadigi için (bunun tek istisnasi Confucius ailesidir, aile reisine Dük denir) bilim, salt kendisi için topladigi sayginin yanisira, feodal Avrupa’da güçlü soylulara gösterilene benzer bir saygiya kavusmustur. Ancak, eski bilim çok dar kapsamliydi; Çin klasiklerinin ve onlarin ünlü 71


Kıtlık Kelimesinin Zıt-Karşıt Anlamlısı (TDK)

Kıtlık Kelimesinin Zıt Anlamlısı nedir, Bolluk Kelimesinin Zıt Anlamlısı nedir,Kıtlık Kelimesinin Karşıt Anlamlısı nedir, Bolluk Kelimesinin Karşıt Anlamlısı nedir,Kıtlık nasıl yazılır tdk, Kıtlık anlamı tdk, Bolluk nedir,Bolluk nasıl yazılır tdk, Bolluk anlamı tdk, Bolluk nedir,

Sizlere bu yazımızda –Kıtlık– kelimesinin zıt-karşıt anlamlısı hakkında bilgi vereceğiz. 

Kıtlık kelimesinin zıt (karşıt) anlamlısı Bolluk

Türk Dil Kurumu’na göre Kıtlık kelimesinin anlamı:

1. isim Kıt olma durumu, ihtiyaca yetmeyecek kadar azlık, az ve zor bulunma:
      “Toprak darlığı, ham madde kıtlığı ve nüfus artışı…” – Falih Rıfkı Atay

2. isim Kuraklık, savaş vb. nedenlerle ürünün yetişmemesi ve bundan doğan açlık:
      “Memleketi kavuran kıtlık buranın semtine uğramamıştır.” – Hüseyin Rahmi Gürpınar

3. isim Yiyecek maddelerinde görülen darlık.

4. isim, mecaz Duygu, söz vb.nde azlık:
      “Espri, kıtlıkta bolluk arz eden bir cevherdir.” – Necip Fazıl Kısakürek

Türk Dil Kurumu’na göre Bolluk kelimesinin anlamı:

1. isim Bol olma durumu:
      Eteğin belinde bir bolluk var.

2. isim Parasal bakımdan rahatlık:
      “Hep eski bolluk zamanlarında yapılmış büyük vezir konaklarına rastlanırdı.” – Abdülhak Şinasi Hisar

3. isim Fazlalık:
      “Öteden beri dergileri kaplayan şiir bolluğundan ürkerim.” – Necati Cumalı

4. isim Her şeyin bol olduğu yer.

NOT : İki kelimenin (kökeni ne olursa olsun) anlamdaş, yakın anlamlı veya zıt anlamlı olabilmesi için aynı anlam özelliğini taşımaları gerekir.Zıt anlamlılık ile olumsuzluk birbiriyle karıştırılmamalıdır.

Zıt Anlam Nedir?

Birbiriyle çelişen özellikler barındıran yani anlam bakımından birbirinin karşıtı olan sözcüklere “Zıt Anlamlı Kelimeler” veya “Karşıt Anlamlı Kelimeler” denir.

–>Tüm kelimelerin zıt anlamlısı yoktur.

–>Eylemlerde de durum aynıdır. Bir eylemin olumsuzu o eylemin karşıtı sayılmaz.

Zıt Anlamlı Kelimeler İçin Tıklayınız

Terimler Sözlüğü İçin Tıklayınız

Nasıl Yazılır Kelimeleri İçin Tıklayınız

Atasözleri ve Anlamları İçin Tıklayınız

Deyimlerin Anlamı ve Cümle İçinde Kullanımları İçin Tıklayınız

bolluk kelimesinin zıt anlamı, kıtlık kelimesinin zıt anlamı, Zıt anlamlı Kelimeler

Balyoz Davası 38. Celse Duruşma Tutanağı – 6 Mayıs 2011

38. Celse duruşma tutanağını okumak için buraya tıklayın.

Bu celsede “Mahkeme”– reddetmek üzere –tahliye taleplerini almaya devam ediyor.

Halil Kalkanlı’nın çapraz sorgusu tamamlanıyor. Tuncay Çakan, Hasan Fehmi Canan, Salim Erkal Bektaş, Ahmet Küçükşahin, Recai Elmaz, Erdal Akyazan ve Ahmet Şentürk savunmalarını yapıyor.

Hakim Peksak Şubat 2010’da Adliye’de buhar olan raporun sonuç kısmını okuyor. Yokedilen bu raporun tespitine göre, 1nci Ordu’daki bilgisayarlarda soruşturmaya konu olan belgeler yok:

“d) Üzerinde veri incelemesi yapılan 19 bilgisayar, MEBS Başkanlığı dosya sunucusu ve plan odası içerisinde bulunan bilgisayarlarda kullanılan kızaklı taşınabilir bellek üzerinde soruşturma konusu ile ilgili doküman tespit edilememiştir.”

Metin Yavuz Yalçın:

”Şimdi bunun gönderildiği tarih 24, geçen sene 2010. Benim tutuklandığım gün gönderilmiş, polislerin adı da var. 40 gün yattım. Çıktım 3 aydır da yatıyorum. Bu gelseydi acaba.”

Mahkeme Başkanı:

”Onlarla ilgili tespitimizi önceki duruşmalarda söylemiştim. 48. klasörde CD var.”

Sanık Metin Yavuz Yalçın:

”Sayın Başkan benim yattığım günler nereye gidecek?

***

Tekrarlayalım, Başkan doğrusunu bilmiyor ve bu konuda üç celsedir ısrarla yanlış bayanda bulunuyor. 48. klasörde bu CD yok.  Başkan’ın bahsettiği CD, buhar olan bu raporla birlikte aynı gün teslim edilen ve basına sızan diğer bilirkişi raporuna ait CD.

Bu rapor Başkan’ın bahsettiği klasörde olmadığı gibi, Avukat Ersoz’un dikkat çektiği üzere, soruşturma sırasında belgelere erişim kısıtının kısmen kalkması akabinde savunmaya verilen raporlar arasında yok.

Avukat Hüseyin Ersöz:

“(…) Soruşturma aşamasında bilirkişi raporlarının gizlilik kısıtlama kararı kapsamında olmadığına ilişkin bir başvurumuz olmuştu ve bu başvurumuz sonucunda İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi ki hatta siz değerlendirmiştiniz bu başvurumuzu. Kısmen kabul etmiştiniz buna itiraz etmiştik ve bilirkişi raporlarının verilmesini tarafımıza karar vermişti. Bunun neticesinde Savcılık Makamı bize sadece 2 tane bilirkişi raporu verdi. Bunlardan 1.’si TÜBİTAK’ın bilirkişi raporuydu. Diğeri ise zaten dosya kapsamında olan Ahmet Erdoğan’ın raporuydu. Fakat şu anda bahsetmiş olduğunuz rapor soruşturma aşamasında bize verilmedi ve o dönemdeki gazete haberlerine baktığınız zaman o dönemdeki gazete haberlerinde söz konusu bilirkişi raporundan da hiçbir şekilde bahsedilmediğini görmektesiniz. Bu da bir anlamda, o dönemde zaten bu bilirkişi raporlarının da bizzat Savcılık Makamı tarafından karartıldığına işaret etmektedir.”

 ***

Hasan Fehmi Canan:

“Evet. Sayın Heyet, öncelikle ve önemle ifade etmek istiyorum ki sözde balyoz güvenlik harekat planı hakkında, herhangi bir bilgim ve anılan planla bir ilgimin olmadığını, 11 Mayıs 2010 tarihinde Malatya Cumhuriyet Savcılığında ve 14 Şubat 2011 tarihinde Beşiktaş’ta 10. Ağır Ceza Mahkemesinde yani Heyetinize verdiğim ifadelerimde belirtmiş olmama ve bu gerçeğin aksini ispatlayacak gerçek, mantıki ve aynı zamanda hukuki bir kanıt olmamasına rağmen bu mahkemeye esas teşkil eden iddianamede sanık sıfatıyla yer almama ve devamında da 14 Şubat 2011 tarihinde hukuk ve adaletin katledilerek tutuklanmamı, tutuklamaya avukatım aracılığıyla yaptığım tüm itirazların, hukuka ve vicdana dayanmayan gerekçelerle reddedilmesini ve işlemediğim bir suçtan dolayı savunma yapmanın ne anlama geldiğini ve sergilediğiniz hukuksuz uygulamalar kapsamında savunmanın neye, ne faydası olacağını anlayabilmekte güçlük çekmekteyim.”

 ***

Ahmet Yavuz:

“(…) Ama müdahiller başta olmak üzere bu CD’nin verilerine itibar eden pek kimse de kalmadı. Salt bu nedenle müdahiller 11 numaralı CD’ye dayalı hiçbir soru sormadılar. Bütün dikkatimle Mahkeme Heyetini izliyorum. Sizler deçapraz sorgular esnasında bu CD’ye ait verilere ilişkin kimseye soru sormadınız. Bu da anılan CD verilerinin, iddianamenin esasını teşkil etmesine rağmen geçerliliğini kaybettiğini ve hiçbir değerinin kalmadığını ortaya koymaktadır. Nitekim bugün gecikmeli olarak Mahkemeye gelen Hakan Erdoğan’ın bilirkişi raporunun da bu gözlemlerimi teyit ettiğini belirtebilirim. Bu koşullar altında bana yöneltilen bütün suçlamalar 11 numaralı CD’den kaynaklandığına göre hala yargılanmaya neden devam edildiğini anlamlandıramıyorum. Tutukluluğumu ise hiç anlamıyorum.”

 ***

Avukat Selim Yavuz:

“(…)burada bu salonda adil yargılama yapılmakta mıdır? Şimdiye kadar yaşananları gördükten sonra bu soruya olumlu cevap vermem maalesef mümkün değil. Çünkü şu an karşımızda oturan masumlar sahte dijital verilerek dayanılarak tutuklanmışlardır ve ortada kuvvetli şüpheyi çürüten tonla delil olmasına rağmen hala tanıklar dinlenmedi gibi usulü gerekçelerle özgürlükleri üzerindeki kısıtlama devam etmektedir. Biz çok iyi biliyoruz ki siz bu masumları bugünde serbest bırakmayacaksınız. Hatta bu sahteciliği tertipleyen adamı bulsak, kolundan tutup getirsek, o da burada suçunu itiraf etse bile yine onları serbest bırakacağınızı düşünmüyorum. İşte maalesef bu durum adil yargılama yapıldığı inancının kaybından başka bir şey değildir.”

***

Avukat Duygun Yarsuvat:

“Sayın Başkan birtek cümle ile katılmak istiyorum. Davanın bu aşamasında her şey ortaya çıkmıştır. Dosya içinde ve bu Mahkemenin duvarları arasında sahte deliller uç   uşmaktadır. Bu nedenle sahte deliller üzerine bina edilmiş, yine bu sahte delilleri gizlemek, gizlenerek hazırlanmış iş bu siyasi davayı bir an önce bitirilmesini istiyoruz.”

***

Ahmet Küçükşahin:

“Öznel tarafsızlık yani Mahkeme Üyelerinin bende bıraktığı kişisel izlenim açısından, Mahkeme Üyeleri bana güven vermemektedir. Çünkü bu Mahkemenin Başkanı duruşmadan 2 gün önce değiştirilerek Mahkeme özel bir Mahkeme haline getirilmiştir. Bunun yanı sıra 11 Ağustos 2011 günkü oturumda Mahkeme Başkanı taleplere ilişkin söz hakkı veriyorum diyerek tutuklamaya esas yoklama yapmış, duruşma salonunda olduğu halde söz almayan bir kısım sanığın salonda bulunmadıklarını zannederek onlar için tutuklama kararı yerine yakalama kararı çıkarmış ve böylece samimiyeti sorgulanır hale gelmiştir. Bu bağlamda burada herkes Mahkeme Heyetine adil bir yargılama yapacağınıza inanıyorum, inanmak istiyorum diye temenni de bulunuyor. Bu temenniler de size duyulan güvensizliğin birer ifadesi niteliğindedir. Evet, düzeltiyorum tarihi yanlış ifade ettim 11 Şubat olacak. Soruşturma Savcılarınca hazırlanan ve 10. Ağır Ceza Mahkemesince de kabul edilen cümle bozuklukları ile ifade yanlışlıkları ile bilgi hırsızlığı ile çelişkilerle ve gerçek dışı bilgilerle dolu iddianame adı altındaki iftiranamesinde, lehte deliller dikkate alınmamış ve daha da vahimi deliller bilerek ve isteyerek saklanmıştır. Bu davranışı sonucunda soruşturma Savcıları meslekten men edilmesi gerekirken, terfi ettirilerek veya Yargıtay’a seçilerek ödüllendirilmişlerdir.”

***

Avukat Haluk Demirkılıç:

“(…) Cumhuriyet Savcısı özellikle bu akşam vereceğiniz talebinizde, mütalaanızda özellikle bakın bu [Recai Elmaz] arkadaşa. Bunun adının bir listede, ne olduğu belli olmayan ucube bir listede adının bir sırada olmasından başka, dosyada hiçbir şey yok. Bunu açıklamak zorundasınız (…) Çaresizlik içindeyiz ve hiçbir zaman meslek hayatımda bu kadar çaresiz kalmadım, bunu daha öncede söyledim. Sonuç olarak buyurun soru sorun, Sayın Savcı soru sorun bu suçu nasıl işlemiş Recai Elmaz. Sayın Heyet, Üyeler lütfen soru sorun Başkanım. Deyin ki adın oraya nasıl yazıldı diye bir sorun bakalım ne cevap verecek. Yani ne yapsın bu adam birileri adını bir şeylerde, bir bilgisayarda yazılmış bir yazıyı yani bir soru sorun Allah aşkına. Yani deyin ki şu soruya da cevap veremedi. Burada tıkandı bu adam deyin. Yani ne diyeceğimizi bilemiyoruz. Bugün de buna eğer tutukluluğuna karar verecekseniz artık anlıyorum ki kişisel bir husumetiniz var belki. Siz Recai Elmaz’ı sevmiyorsunuz herhalde. Ben çok eski tanıyorum, 40 senelik arkadaşım. Yani eğer tipini beğenmiyorsanız, sevmiyorsanız onu yazın bu akşamki karara.”

(Not: “EK-A’ci” Elmaz’ın adı EK-A Word belgesinde Elmas olarak geciyor.)

***

Erdal Akyazan:

“Sayın Heyet, siz hiç uyurken gözyaşı dökerek ağlayan insan gördünüz mü? Ben gördüm. Ben bu iftiraları taşıyamam, sıkarım kafama biter diyen birisinin gözlerine bakıp yapar mı yapar, deyip korktunuz mu? Ben korktum. Öfkeden vazgeçip, duygusal algılamasını kesip, kendi içine kapanan ve konuşmayan asker gördünüz mü? Ben gördüm. Kırgın ve kızgınım.

Çünkü İddia Makamı olmayana var dedi. İspatladık sustunuz.

Yok böyle bir şey derseniz yine ispatlarım. İddia Makamı olana yok dedi. İspatladık sustunuz. Yok böyle bir şey derseniz yine ispatlarım.

İddia Makamı olanı sakladı. İspatladık sustunuz.  Yok böyle bir şey derseniz yine ispatlarım.

İddia Makamı kanıt dedi. Sahte dedik, saatlerce ispatladık sustunuz. Yok böyle bir şey derseniz yine ispatlarım.

Gemisi olmayan Deniz Kuvveti, uçağı olmayan Hava Kuvveti ile, değil darbe yapmak törene bile çıkılmaz. Bunlar uyduramamışlar bile dedik, sustunuz. Bunlar tuzak çete işi dedik, soruşturun dedik, sustunuz.

Hala susuyorsunuz.

Kimi yargıçlar, kimi yargıç ve mahkeme kararları için dangalak karar demişler. Duyduk utandık.

Siz mahkemeye saygılı olun diye bizi ikaz ettiniz. Biz sustuk, hala susuyoruz.

Kimi üye yargıçlar kendi Mahkeme Başkanlarına küsmüşler konuşmuyorlarmış. Olur mu öyle şey canım dedik. Öğrendik ki doğruymuş. Sustuk yere baktık. Siz de sustunuz.

12 Eylül’de sürüldüm. Gözlerim bağlı, ellerim sandalyeye kelepçeli sopa yiye yiye sorgulandım. Bana 12 Eylül’ü taklit edip, o darbeden kopya çekip sen de darbe yapacakmışsın, 11 Eylül’de neredeydin? Dediler. Ben bu nasıl olabilir diye size bakıyorum, siz de bana bakıyorsunuz. Ve susuyorsunuz.

Savcı gözlerinde şimşekler çakarak 13 Eylül’de neredeydiniz diye soruyor. Ben darbeci olmadığım ve darbeye karşı çıktığım için sorguda dayak yiyordum. Kenan Evren 13 Eylül günü Çankaya’da, Atatürk’ün koltuğuna otururken siz neredeydiniz?

Olması gerekenin tersine, ben masumiyetimi ispatlıyorum. Savcı suçu kanıtlayamıyor. Savcının alması gerekip de almadığı ifadelerin alınmasını ben talep ediyorum. Siz susuyorsunuz.

Beni önüme katıp savaşa savaşa, süre süre denize döktüğüm yedi düvelin hukukunda hak aramaya mecbur bıraktınız. Yüreğim paramparça, siz susuyorsunuz.

Kırgın ve kızgınım.”

***

“Mahkeme” bu celsedeki ara kararında da  sahte CD’lerin adli imajlarını savunmaya vermeyi bir kez daha reddediyor ve nakaratını okuyor:

“Tutuklu sanıkların üzerlerine atılı suçun vasıf ve mahiyeti, kuvvetli suç şüphesini gösteren olguların bulunması, delillerin henüz tam olarak toplanılmamış oluşu, sanıkların konumları itibariyle delillere etki yapma ihtimalinin olması, sanıkların tutuklulukta geçirdikleri sure, aAılı suçun CMK’nun 100. maddedesinde belirtilen katalog suçlardan olması, belirtilen bu sebeplerle sanıklar hakkında adli kontrol hükümlerinin uygulanmasının yetersiz kalacağı dikkate alınarak tutuklu sanıklar ve müdafiilerinin tahliye taleplerinin REDDİ ile, TÜM TUTUKLU SANIKLARIN TUTUKLULUK HALLERİNİN DEVAMINA (…) oybirliği ile karar verildi.”

Bunu beğen:

BeğenYükleniyor...

İlgili

Kıtlık Zıt Anlamlısı Nedir? Kıtlık Zıt Anlamlısı Olan Sözcük ve Örnek Cümleleri

Kıtlık kelimesi cümle içerisinde isim görevinde kullanılmaktadır. Kıtlık sözcüğünün anlam ilişkilerini bilmek de oldukça önemlidir. Bunun haricinde kıtlık kelimesinin pek çok anlamı bulunmaktadır. Genel olarak gerçek anlamıyla kullanılsa da bazı mecaz anlamları da bulunmaktadır.

KITLIK KELİMESİNİN ANLAMI NEDİR?

Kıtlık kelimesinin anlam dağarcığı çok geniş olmasa da Türkçedeki diğer sözcüklere nazaran yeterli seviyededir. Kıtlık kelimesinin ayrıca anlam ilişkilerini bilmek de bu kelimeyi çözümlemede oldukça önemlidir. Bilinen en önemli anlam ilişkileri eş anlam ve zıt anlamdır. Kıtlık kelimesinin eş anlamlıları 'açlık, kesat' kelimeleridir. Bunun haricinde bu kelimenin zıt anlamlısı için çoğunlukla bolluk kelimesi kullanılmaktadır. Tüm bu detaylarla birlikte kıtlık kelimesinin anlamları şunlardır:

  • Gereksinime yetmeyecek denli azlık, az ve zor bulunma, gereksinimi karşılayamama, kıt olma durumu.
  • Savaş, kuraklık gibi nedenlerle ürün yetişmemesi dolayısıyla doğan açlık.
  • Besin maddelerinde ortaya çıkan büyük darlık.
  • (duygu, söz vb. için) Azlık.

KITLIK KELİMESİNİN ZIT ANLAMLISI

Kıtlık kelimesinin anlamlarından yukarıda bahsetmiştik. Bu anlamları daha iyi kavramak için kıtlık kelimesinin zıt anlamlılarını bilmek oldukça önemlidir. Kıtlık kelimesi için çoğunlukla 'bolluk' kelimesi kullanılsa da 'bereket' kelimesi de kıtlık kelimesine zıt sayılabilecek kelimelerdendir. Bu kelimeleri daha iyi kavramak için şu cümle örneklerine bakabilirsiniz:

  • İnsanların kıtlıkla olan mücadelesi amansız bir şekilde devam ediyor.
  • Bolluk zamanlarında yiyecek depolamak gerekiyor.
  • Bir işte önemli olan o işin iyi niyetle yapılması sonra bereket gelir.

KITLIK KELİMESİNE BENZER KELİMELER

Haberlerde veya bazı yazılarda kıtlık kelimesini duymaktayız. Bunun nedenlerinden biri de kıtlık kelimesinin doğal afet çeşitlerinden biri olmasıdır. Kıtlık kelimesiyle ilgili detayları anlattıktan sonra kıtlık kelimesine benzer kelimeleri şöyle sıralayabiliriz:

  • Darlık
  • Kuraklık
  • Azlık
  • Yetersizlik
  • Nadirlik
  • Kesat
  • Açlık
  • Duygu
  • Durgunluk
  • Güçsüzlük

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır