küçük ağa tarık buğra konusu / Küçük Ağa Tarık Buğra İletişim Yayınları Fiyatı, Yorumları - Trendyol

Küçük Ağa Tarık Buğra Konusu

küçük ağa tarık buğra konusu

Küçük Ağa - Tarık Buğra Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kitap Künyesi

Yazar:Tarık Buğra

Yayın Evi: İletişim Yayınları

İSBN:

Sayfa Sayısı:

Küçük Ağa Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Küçük Ağa, Kurtuluş Savaşı yıllarında, siyasal karar ve tartışma merkezlerinin uzağında, Kuvvacı/Millici denilen, ama ne oldukları, neyi temsil ettikleri pek bilinmeyen birilerinin açtığı savaşa katılıp katılmamanın vebalini tartarak bir karar verme durumunda kalan insanları anlatır. Asırlardır sadece "halife-i ruyi zemin"in, padişahın açtığı sancağın altında savaşılacağı bilgi ve inancıyla yaşamış taşra insanlarının, halife-padişah çağrısının yokluğunda ve işgal haberleri yayılırken yaşadıkları ikilemlerin, açmaz ve iç çalkantıların, kendileri ve kaderlerine sahip çıkma hakkında yeniden düşünmek zorunda kalışlarının hikayesidir. Tarık Buğra'nın kendi deyişiyle Küçük Ağa, destanlara yakışır bir konuyu ele almasına rağmen, destan değil, gerçekliği anlatan bir romandır. İttihatçıların ve Kuvvacıların değil, inanç ve gelenek kalıtıyla başbaşa, ilk kez kendisi ve kendi adına geleceği için karar vermeye çalışan bir ahalinin "kahraman"ı olduğu bir roman. Şimdilerde Küçük Ağa'yı okumak, güncelliğini bir kez daha kazanmış bir öyküyü, sorunsalı yeniden okumak demektir

Küçük Ağa Alıntıları - Sözleri

  • "İyi yetişmemiş insanların ülkesinde düzen bir bozuldu mu, mağara devri, taş devri hortluyor Minas Efendi. Bu. Bütün tarih boyunca böyle olmuş, böylece de gidecek."
  • "Gülmek ve gülmek için sebepler icat etmek lazımdı.. Takılmak, şakalaşmak için hiçbir fırsatı kaçırmamalıydı. Fırsat mı yok? Bunu da icat etmek lazımdı."
  • Hem hatırlamak, hem de düşünmek mi? Fakat cehennem dedikleri işte bu değilse nedir?
  • "fakat mutluluğu sadece bir hatıra olarak tanıyacaktı."
  • Kabul etmek , her zaman doğru bulmak değildir.
  • "Tıpkı bulutlar ardındaki bir güneş gibi hüzün, hüzün, yığın yığın hüzün tüllerinin ardında; hüzün mutluluğun ikinci adıydı artık."
  • Allah zaferi millete göstersin.`
  • Her şeyi kaybettikten sonra ümidi de kaybedenin karşısına ne ile çıkılabilir, zafer için neye güvenilirdi?
  • Kabul etmek, her zaman doğru bulmak değildir.
  • Memleket hâlâ uyanamayanlarla doluydu.
  • İyi yetişmemiş insanların ülkesinde düzen bir bozuldu mu, mağara devri, taş devri hortluyor.
  • "Ha varmış ha yokmuş şu kahpe dünya"
  • Hüzün, mutluluğun ikinci adıydı artık.
  • Allah 'a dayan ki sırtın yere gelmesin.

Küçük Ağa İncelemesi - Şahsi Yorumlar

Öncelikle şöyle başlamalıyım ki yerli/yabancı tarihi romanları okumayı oldukça seviyorum ancak bugüne dek ağırlıklı ilgi alanım hep 2. Dünya Savaşı oldu. Bu defa ise “Hadi bu kez kendi yakın tarihimize gidelim” diyerek Küçük Ağa’yı seçtim, hiç bu dönemi anlatan romanları okumamış olmama rağmen sıkıcı olacağı yönündeki önyargımı kırmak için de bir adım attım. Birinci Dünya Savaşı sürecinde, bazıları eski hükümeti destekleyen, bazıları yenilik arayan, bazıları dağlara çıkıp kendi kurallarını ilan etmiş onlarca gruptan oluşan, bölünmüş, düşman işgali altındaki bir ülke ve bu ülkede savaşın getirdiği fakirlik içinde yaşayan Anadolu halkının Kuvâ-yi Milliye, Çerkez Etem ve pek çok eşkıya çeteleriyle yaşadıklarını, insanların eski kültüre olan bağlılığını, gelecekleri için karar alırken yaşadıkları sancılı süreçleri okuyoruz kitapta. Karakterlerin yaşadığı ana bölge olarak ise Akşehir seçilmiş. Olaylara o dönemdeki insanların gözüyle bakmamızı sağlayan yazar sayesinde belki hain, belki cahil diye nitelediğimiz insanların başlarına gelen bu savaş durumunun, köklü, güçlü Osmanlı’nın çökmesinin, Osmanlı geleneğiyle bağdaşmayan yeni bir düşünce yapısıyla karşılaşmanın getirdiği şaşkınlıkla birlikte verdiği kararları, düşüncelerini okuma fırsatını yakalıyoruz. Nitekim şimdiki bilgi, kültür ve yaşayış/anlayış biçimimizi bir kenara bırakarak “O çevrede, o kültürde, o durumu yaşıyor olsaydık biz ne yapardık, ne düşünürdük?” diye kendimizi sorgulamaya başlıyoruz okudukça. Eskiden bir arada yaşadıkları azınlıklardan biri olan, çocukluk arkadaşı Niko’ya olan hırsı sayesinde boşverdiği hayatına yeniden tutunan Salih, yaşadıkça, gördükçe kendi değişen, fikirleri değişen İstanbullu Hoca beni çok etkileyen iki karakterdi. Okurken satırlarda ara ara geçen Mustafa Kemal ismi ise insanı sevgi, saygı ve özlemle dolup taşırıyor, ona olan büyük vefa borcumuzu hatırlatıyor. Eski kelimeler var mı, evet var. Sürekli olmasa da ara ara denk geldim, hatta bazen aynı paragrafta, aynı cümlede arka arkaya hiç bilmediğim onca sözcükle karşılaştım. Ancak beni çok yorduğunu söyleyemem, o paragrafı atlatınca bir daha sayfalarca karşılaşmadım. Sürekliliğiyle sizi sıkmıyor, dolayısıyla hızınızı çok da kesmiyor. Yine de bu durum sizin için çok önemliyse şunu da belirtmek isterim, benim okuduğum İletişim Yayınları baskısında, bahsettiğim eski kelimelerin anlamları dipnot olarak düşülmemiş, kendiniz bakmalısınız. Eski kelimeleri araştırmaktan hoşlanmıyorsanız sürekli olmasa da bazı bölümlerde sizi belki biraz uğraştırabilir. Sıkıcı, okuması zor bir kitap olmasını beklerken akıcılığı, sürükleyiciliğiyle beni şaşırttı ve “İyi ki önyargımı kırıp okudum.” dediğim kitaplardan biri oldu. (Tuğçe)

KÜÇÜK AĞA PENCERESİNDEN GÜNÜMÜZE BAKMAK:Tarık Buğra yaşasaydı eğer; teşekkür etmek isterdim ona. Derdim ki: “Tarık hocam, bana tarih okumayı sevdirdiğiniz için size çok teşekkür ederim…” -     Çolak Salih’le giriş yaptığımız mücadele yıllarından Küçük Ağa -ya da İstanbullu Hoca mı demeliydim- ile çıktık. Bu vatanın hangi evladı Küçük Ağa romanın son sayfasını da okuyup kapağı kapatırken içinden, taa en derinden; ciğerinden gelen yangını hissetmez?     “Tek tek değil de bir arada susuşun bir başka manası var gibiydi. Belki de dünyanın sonu böyle beklenirdi.” diyebilmek için milletçe düştüğümüz sessizlik zindanında kaç kez ziyaretimize geldiniz Tarık Buğra?     Savaştan çolaklık damgası vurularak dönen Salih’i Yunan dostu Niko karşılamıştı tren garında ve Buğra şöyle anlatıyordu aralarındaki diyaloğu; “Niko iki konserve kutusu, bembeyaz ekmek, sucuk ve çatalla geldi. ‘Ye… Sucuk domuz etinden değil.’ Güldü. Bir şeyler hesaplar gibi sustu, sonra yine konuştu: ‘Ama artık sizinkiler domuza momuza bakmıyorlar.’ Güldü: ‘Ne verirsen yiyorlar.’ “ Ah o dehşetli zamanlar, ah o yokluk; kaç hassasiyetin derinden çatırdayışına sahne olmuştu? Ve geriye çekilip şöyle bir dikkatle bakınca bu manzaraya; biz ne ara sizinkiler ve bizimkiler olmuştuk? Bir millet… Bir savaş… Bir meydan… Binlerce can… Akan kan… Ve toprak, toprağımız, vatanımız… “Her şeyi kaybettikten sonra ümidi de kaybedenin karşısına ne ile çıkılabilir, zafer için neye güvenilirdi?”     Düşünmek, tahayyül etmek elbette yaşamaya denk olamaz. Yalnızca okumak, dinlemek ve öğrenmek hapsederken bizi en derin kuyulara, yaşanmışlıklar nasıl ağır olmaz? Vatanın her bir karış toprağında başka rüzgârlar eserken taşradaki insanın zihin odalarında hangisi nasıl uğuldamalıydı? “Ümit vardı, ümitsizlik de vardı, ferahlamalar vardı, dehşetler ve korkular da vardı, tahminler, yorumlar pek boldu. Fakat kanaat ve hüküm yoktu; ne olacaktı, ne yapılabilirdi, ne yapmak lazımdı? Bunu kimse bilmiyor, hatta belki de bilmek istemiyordu.” İnsanın ne yapacağını, kime hak vereceğini bilemediği an, dünyadaki cehennem demek değil miydi? “Doğru’yu bulmak, doğru’yu üste çıkarmak, doğru’da buluşmak ille trajediler mi isteyecekti? Doğru’nun bu yeryüzü cennetinin, doğru’da anlaşmak denilen cennetin yolu neden böyle çetindi?” İşin işinden sıyrılmak için kendine çeşitli sıfatları hoş görüyorsun. Kâh taşradan şehirden, kah yaştan, kah görmüş geçirmişlikten dem vuruyorsun. Lakin “Her insanın ölünceye kadar yapabileceği bir şeyler vardı. Her insan da kör topal bunu yapıyordu. Mesele kötüyü iyiden ayırabilmekte idi ve her şeyin, ama her şeyin iyisi de, kötüsü de oluyordu.”     Biz deyince içine kimler dahil oluyor saymak istesek bu işin sonunun gelmesi pek mümkün değildir. Ama en geniş orduların değil, en geniş yüreklerin; en büyük güçlerin değil, en büyük imanların; dehşetli korkuların değil, haşmetli umutların yazdığı tarihin torunlarıyız. Eleştirmek her daim mümkün ama hoş görmek her zaman kazanan tarafın ışığı. Azameti iliklerine kadar yaşamış büyüklerimizin ihtiyaç duydukları, şu an bizim ihtiyacımız olan şeyden farksız değildi herhalde. Konuşanlar çoktu. Bildikleri şeylere külliyen yalan da denemezdi. Anlattıkları yabana atılacak şeyler asla değildi. “İyi ya bu sözler bir kapı aralamadıktan sonra neye yarardı?” Bize, dinlerken dinlendirecek, solup giden her anı kıymetli kılacak, canımıza can, ruhumuza ruh katacak insanlar lazım.     Yediden yetmişe herkesin kendine düşman saydığı birileri mutlaka vardır. Düşmanın kim deyince kiminin penceresi dar kiminin geniş, kiminde filtre nefsi kiminde vatan; öylece bakıyor nefretle. Ama hiç kimse asıl düşmanın farkında değil. “Düşmanın bir mi? Sen ona bir daha ekle. Üç mü, beş mi? Sen ona bir de kendini ekle ve üçse dört, beşse altı de. Ve sen sana düşmanların en çetini oldun, bunu böyle belle!” Önce kendimizle tanışmalı ve bizi bizden eden eski bardakları kırmalıyız. “Eyvah ki savaşı önce kendi kendimize karşı kazanmak zorundayız.” Çünkü seni sana, beni bana yanlış tanıttılar. Olmadık şeylere inandırıldık. Çok da sorgulamadık bize yaptıklarını ve hatta farkına bile varmadık bazen. Ama sona gelindiğinde, her şey ortadaydı işte; “İnanan, inandırandan çok daha hürdü.” Bu kısmi hürriyetin bize sağladıklarıyla hafifçe aralandı gözlerimiz. Bir ses duyduk, irkildik, kulak kabarttık; “Seni senden ayırmak isteyene, koparmak isteyene, bunun için de en şaşkın, en aciz vaktini seçene uyacak mısın?” diyordu. Silkelenip kendimize gelmemizi isteyen en başta bayrağımızdır. Uğruna fena edilenlerle bir kimlik kazanmış her nesne, yitirilmek bakımından değersizle eştir. Toparlanmak, akletmek ve harekete geçmek vaktidir. Ve şimdi, “Düşünmek insanın içinde kendine karşı bir düşman daha peydahlaması oluyordu.”     Tanı konmadan evvel kimse hastalığını veyahut hasta olduğunu kabullenmez. Zahiri olan birçok rahatsızlığın yanında sinsice ilerleyen ve henüz hastalık literatürüne geçmemiş birkaç şey var. Buna örnek olarak; karalamak, görmezden gelmek, yok saymak, değersizleştirmek sayılabilir. Yeteneği bahanelere bağlı kılarak değersizleştirmek, başarıyı görmezden gelmek, sorunları yok saymak ve kutsalı karalamak ölümcül hastalıklardır bir millet için. Düşman saydığımız bazı şeylerin gerçekte düşman olmaktan çıkarılıp iyi safa katılabileceğini artık görmemiz gerekiyor. Evet, “Aklı akılla, vicdanı vicdanla kandırmanın, doğru yolu paylaşmanın bu kadar güç oluşu hepimize çok acı geliyor.” “Ama bu çok açık, çok basit gerçeği anlamakla iş bitmez ve insanlar çoğu zaman öldürdükleri düşmanlarının iyi taraflarını, faydalı taraflarını kurtaramamanın acısını düşünmeye imkân bulamıyorlar.” Bir de şu var ki; toplum adına düşünmek yetmiyor. Sonuçları hesap etmek her şey için mümkün değil. Kendimizden başlayıp genele el uzatırken aslında ne olursa olsun bir tek kişi olduğumuzu asla unutmamalıyız. Çünkü “Herkes vicdanının ve aklının gösterdiği yola gidecektir. Veballer iştirak kabul etmez.” Sayısız ‘bir tek kişi’ler ve sayısız veballer adı dahi anılamayacak halde zamanda akıp gitti. Bizde neredeyse hamurumuzda var denilebilecek kadar kalıplaşmış bir tavır var ki o da şudur; dava denildi mi, akla önce vatan davası, millet davası, toprak davası gelir. Bu hepimizde göz ardı edilemeyecek bir şuurdur. Ve bu uğurda feda ettiklerimizle dahi unutulup girmek bize zor gelmez. Çünkü biliriz; “Deli deli akan koca bir çaya bir saman çöpü düşmüş, ne çıkar? Biz o saman çöpünden de hiçiz bu büyük kavgada.”     Bir asır kadar öncesine bakan herkes ‘nasıl olur?’ diye sormaktan kendini alamaz halde dönüyor. “Asırlarca aynı güneşi, aynı toprağı paylaşanların, iki budala tahrikle birbirlerine böyle düşman kesilivermelerine ben akıl erdiremiyorum. Ve bundan başka sebep bulamıyorum. Zira sebep bu değilse, kahpeliğin, vahşetin, Allah’tan ümit kestirmesi, Allah’ı unutturması gerekirdi.” Amansız kutuplaşmada kendi içimizden, kendi canımızdan olanlar karşı tarafa bencil ihtirasları yüzünden geçti ve bunu yaparken “koca bir ölüm kalım savaşının merkezi, mihveri, kendileri idi, her şey kendilerinden başlıyor, kendilerinde bitiyordu en iyi siyasetçi kendileri, en iyi kurmay kendileri idi, zira vatanı, milleti en çok seven kendileri idi… Ve onlar olmasa vatan çoktan elden giderdi.” Ama çok şükür her şeye rağmen “Vatandan önce kendi ikbal ve istikbalini düşünenlere, kemik kapacağım diye köpeklik edemem.” diyenler çıkmıştı da kurtulmuştuk. Aman ha, bir asır öncesiydi bu yaşananlar diye söylediklerimi yabana atmayın sakın. Çünkü tarih tekerrürden ibaret ve yine çünkü bir asır öncesi tam da şu günlerde aynalarımızda yansıyor.     “Bir hilal uğruna ya Rab! ne güneşler batıyor” derken Akif, sahi neydi o güneşler, kimdiler? Bir güneş kelimesine kaç kahraman, kaç ömür, kaç fedakârlık, kaç ayrılık, kaç şehadet sığdırılabilirdi? Güneşe sorsak şimdi; bunca şehadet, kahramanlık ve kan ile eş tutulmak karşısında koca bir “estağfurullah” çekmez miydi?     Bu yazının muhtelif yerlerinde Tarık Buğra’nın kurtuluş mücadelesini konu alan Küçük Ağa romandan birçok alıntı bulunmakta. Bunu yaparken tek bir amacım vardı. Yazımın başlığında da belirttiğim gibi bugünümüzü anlamak için kurtuluş yıllarından bir pencere aralamak istedim. (eczacıhanımkız)

Küçük Ağa keyifli ama zor kitap. Tarık Buğra kendisi de bu romanın bir destan olmadığını söylüyor. Yani milli duygularınızın kabaracağı kahramanlık ve dönem koşulları ön planda değil. Tarık Buğra zor bir yerden bakıyor Kurtuluş Savaşı günlerine. Yıkılmakta olan imparatorluğun Halifeye bağlı muhafazakar kesiminin, özellikle bu topluluğun önde gelen kişiliklerinin Kurtuluş Savaşına tutum ve bakış açısını, Savaş içerisinde değişimini anlatmaya çalışıyor. Kitabın yapmaya çalıştığı şeyi anlatmak bile zor bu açıdan. Üzerine cilt cilt kitaplar yazılır. Ama hikayeyle birlikte yedirmeyi bilmiş Tarık Buğra. Sevdim keyifle okudum, tarihi kişiliklere pek etliye sütlüye karışmamasını sevemedim. Daha sert, eleştirel, muhalif üslupları tercih ederim. Eleştiriceğim diğer bir nokta da tarihi romanlar da aradığım özellik beni o yıllara götürüp orada hissettirebilmesidir. Küçük Ağa daha çok tarihe dışarıdan bakılarak yazıldığını belli eden bir roman olmuş. Bu nokta da sınıfta kalıyor. Bunun dışında karakter yaratma da çok başarılı Tarık Buğra. Özellikle savaş gazisi, çolak Salih karakterini çok sevdim. Keşke bu karakterin üzerine bir roman olsaydı dedim çoğu yerinde. Ama bu da dramatik bir efsane kitabı yapardı romanı ki Tarık efendi bunu istemiyor. Genelin yüzeysel okuyucu kitlesi icin doyurucu bir kitap. Daha çok üzerine düşünenler icin ise zor bir kitap olduğunu düşünüyorum. Okuyunuz (mdaskiran)

Küçük Ağa PDF indirme linki var mı?

Tarık Buğra - Küçük Ağa kitabı için internette en çok yapılan aramalardan birisi de Küçük Ağa PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan çoğu kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF'leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.

Kitabın Yazarı Tarık Buğra Kimdir?

Süleyman Tarık Buğra (d. 2 Eylül – ö. 26 Şubat ), Türk gazeteci ve roman, hikâye, oyun ve fıkra yazarı.

Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının tanınmış yazarlarındandır. Çok yönlü bir yazar olan Buğra, özellikle romanlarıyla tanınır. 'de devlet sanatçısı unvanı almıştır.

'de Akşehir'de doğdu. Babası, Akşehir'de ağır ceza hâkimi olarak görev yapan Erzurumlu Mehmet Nazım Bey, annesi Akşehirli Nazike Hanım idi. Çocukluğunun geçtiği Akşehir'i eserlerinin çoğunda mekân olarak tercih etti.

İlk ve ortaokulu Akşehir'de okudu. Ortaokulda Rıfkı Melül Meriç'in öğrenicisi oldu. 'te ortaokulu bitirdikten sonra yatılı öğrenci olarak İstanbul Erkek Lisesi'ne devam etti. İstanbul Lisesi’nde Hakkı Süha Gezgin'in, Pertev Naili Boratav'ın öğrencisi oldu. Yazar olmaya onuncu sınıfta karar verdi. Tarık Nazım müstear ismiyle hikâye ve şiirler yazmaya başladı. Okulun yatılı kısmı kapanınca Konya Lisesi'ne geçti ve 'da mezun oldu.

İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde iki yıl okuduktan sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne geçti. Parasızlık nedeniyle zor bir öğrencilik dönemi geçirdi ve üç yıl sonra mezun olamadan bu okuldan da ayrıldı.

yılları arasındaki üç yıllık askerlik görevi sırasında devlet memurlarının bıyıklarını kesme kuralını ihlal ettiği için on bir sürgün yaşadı. İlk piyeslerini ve ilk romanını askerliği sırasında yazdı. İlk eseri, Akümülatörlü Radyo başlıklı piyesti. Eser, Şehir Tiyatroları tarafından reddedilince, Yalnızlar başlığıyla roman hâline getirdi.

Askerli hizmetini tamamladıktan sonra İstanbul'a döndü ve 'de Edebiyat Fakültesi'ne kaydoldu. Burada Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mehmet Kaplan'ın öğrencisi oldu. Bir yandan da Şişli Terakki Lisesi'nde muallim muavinliği görevinde bulundu. 'de yazdığı Oğlumuz başlıklı hikâyesi Cumhuriyet gazetesinin açtığı yarışmada ikincilik ödülüne layık görüldü. Bu ödül ona edebiyat ve basın dünyasının kapılarını araladı. 'da ilk kitabı olan ve içinde 13 öykü bulunan Oğlumuz'u yayımladı. Çınaraltı dergisini çıkaran Yusuf Ziya Ortaç, kendisine dergiye katılmasını, Sanat Hareketleri başlıklı sütunda her hafta bir öykü yazmasını önerdi. Dergiye gönderdiği ilk hikâye, “Havuçlu Pilav Meselesi” başlıklı hikâyesi oldu. Basın dünyasından da iş teklifleri alan yazar, bu teklifler sayesinde basın hayatına atılmak için cesaret buldu ve Edebiyat Fakültesi’nden mezuniyet tezini vermeden ayrıldı.

arasında Akşehir’de babası Erzurumlu Mehmet Nâzım Bey’le birlikte “Nasreddin Hoca” gazetesini çıkardı. 'de Jale Baysal ile evlendi, on sekiz yıl sonra boşanma ile sonlanan bu evlilikten 19 Aralık ’de kızları Ayşe dünyaya geldi. 'de babasını kaybeden Buğra, gazeteyi elden çıkardı ve İstanbul'a döndü. Aynı yıl, ikinci hikâye kitabı “Yarın Diye Bir Şey Yoktur” yayımlandı.

arasında Milliyet, Vatan, Yeni İstanbul gibi gazetelerde edebiyat tenkitleri ve denemeler yazdı. Gazeteciliğinin bu ilk yıllarında Abdi İpekçi, Reşat Ekrem Koçu ve Peyami Safa ile çalışma imkanı bulduğu bilinmektedir.[5] Bu arada üçüncü öykü kitabı İki Uyku Arasında'yı ()'te yayımlayan Buğra, 'te Siyah Kehribar başlıklı bir roman yazdı. Dönemin faşist İtalya'sında geçen romanın pek çok eleştirmen tarafından hoş görülmedi ve yazar bir bekleme dönemine girerek uzun süre başka roman yazmadı.

Gazeteciliğe yıllarında Vatan ve Yenigün gazetelerinde yayın müdürü olarak devam etti. 'de Milliyet gazetesi spor sayfası sorumluluğu yapan Buğra, aynı yıl Tercüman ve Yeni İstanbul gazetelerinde de yazarlık görevini sürdürdü. 'da önce Tercüman'ın, ardından Yeni İstanbul'un, ardından da Türkiye Spor isimli günlük spor gazetesinin yayın müdürlüğünü yaptı. yılında ise Yol adlı haftalık derginin yayın müdürlüğünü yaptı. Bu arada Türk Kurtuluş Savaşı’nı konu edinen Küçük Ağa romanını hazırladı.

Küçük Ağa, yılında Yeni İstanbul'da tefrika edildi ve 'te de kitap olarak yayımlandı. Çok olumlu tepkiler alan roman, Mehmet Kaplan tarafından mezuniyet tezi olarak kabul edildi ve böylece Buğra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nden diploma aldı.[8] Küçük Ağa'nın ardından dördüncü öykü kitabı Hikâyeler'i, Küçük Ağa'nın devamı olan Küçük Ağa Ankara'da ve ardından da Komik-i şehir Naşit'in hayatını anlattığı İbiş'in Rüyası'nı tamamladı. İbiş'in Rüyası, TRT Sanat Ödülleri Yarışması'nda başarı ödülüne değer bulundu.

Buğra, arasında Tercüman gazetesinde köşe yazarlığı ve sanat sayfaları düzenleme işini sürdürdü. 'da Tercüman'dan emekli oldu ve zamanını bütünüyle edebiyata verdi. Firavun İmanı (), Dönemeçte (), Gençliğim Eyvah (), Yağmur Beklerken () adlı dönem romanlarını yayımladı. Bu romanlarda Cumnuriyet'in çeşitli evrelerini, demokrasiye geçiş sürecindeki çalkantıları konu edindi. Devlet Tiyatroları'nda Edebi Kurul Başkanlığı'nda Edebi Kurul üyeliği yaptı. 8 Eylül 'de hikâye yazarı Hatice Bilen ile ikinci evliliğini yaptı.

Yazarın, Ayakta Durmak İstiyorum () ve Üç Oyun () adlarıyla kitaplaştırdığı piyeslerinin hemen hepsi sahnelendi, romanları da TV dizisi haline getirildi. Fıkralarından seçmeleri Gençlik Türküsü (), gezi notlarını Gagaringrad (), dil ve edebiyat üzerine yazılarını Düşman Kazanmak Sanatı (), denemelerini ise Bu Çağın Adı () başlıklarıyla yayımladı.

Tarık Buğra'nın Sakıp Sabancı'nın hayatını anlattığı Patron başlıklı bir piyesi, Mimar Sinan'ın hayatını anlattığı bir senaryosu ile Mehmed Akif'in hayatını ele alan bir romanı da mevcuttur.

Buğra, Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluş yıllarını anlattığı Osmancık'la () Millî Kültür Vakfı edebiyat armağanı’nı, “Yağmur Beklerken” romanı ile de Türkiye İş Bankası Büyük Ödülü'nü aldı. 'de devlet sanatçısı unvanı aldı.

'teki ani rahatsızlığının ardından kanser teşhisi konan Buğra, tedavi gördüğü Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi'nde 26 Şubat 'te hayatını kaybetti. Cenazesi Karacaahmet Mezarlığı'na defnedildi.

öğrenim döneminde İstanbul'un Pendik ilçesinde açılan bir liseye “Tarık Buğra” adı verilmiş; ’de Akşehir merkez Ortaokulu’nun adı "Akşehir Tarık Buğra İlköğretim Okulu" olarak değiştirilmiş ve yılında Akşehir'e bir Tarık Buğra heykeli dikilmiştir. Ayrıca Ankara’da Millî Kütüphane önünde bir heykeli bulunur.

Tarık Buğra, tarihçi Ayşe Buğra'nın babasıdır. Ayşe Buğra, iş adamı Osman Kavala ile evlidir.

Tarık Buğra Kitapları - Eserleri

  • Osmancık
  • Küçük Ağa
  • Gençliğim Eyvah
  • Yağmur Beklerken
  • İbiş'in Rüyası
  • Firavun İmanı
  • Yalnızlar
  • Dönemeçte
  • Yarın Diye Bir Şey Yoktur
  • Siyah Kehribar
  • Ayakta Durmak İstiyorum
  • Oğlumuz: Yarın Diye Bir Şey Yoktur
  • Düşman Kazanmak Sanatı
  • Bu Çağın Adı
  • Politika Dışı
  • Dünyanın En Pis Sokağı
  • Yüzlerce Çiçek Birden Açtı
  • Bir Ben Vardır Benden İçeri
  • Akümülatörlü Radyo
  • Zafer Gaye Değildir
  • Güneş Rengi Bir Yığın Yaprak
  • Gençliğim Eyvah
  • Hikayeler
  • Güneş ve Arslan
  • Patron
  • Siyah Kehribar
  • Sıfırdan Doruğa - Patron
  • Yalnızlar
  • Düşman Kazanmak Sanatı
  • Gagaringrad-Moskova Notları
  • Üç Oyun
  • İki Uyku Arasında
  • Gençlik Türküsü
  • Sıfırdan Doruğa
  • Bu Çağın Adı
  • Küçük Ağa Ankara'da
  • Tarık Buğra ile Söyleşi

Tarık Buğra Alıntıları - Sözleri

  • En önemli gerçek ve yaşayan tek gerçek geçen günlerdir. (Osmancık)
  • "Ortada fikir yok fikir hürriyeti diye tepinenler sürüyle." (Dönemeçte)
  • Saadet kitaplardadır. (Yalnızlar)
  • Meşhur hikâyeci kağıtların üzerinde öyle bir insan yaratmak istiyor ki; bu insan bütün insanlığın küçülüşlerine, iğrençliklerine teselli olsun. (Yarın Diye Bir Şey Yoktur)
  • "Bu memleket gramer okutmayan mektepler gördü. Bırakın grameri, lûgatten ne haber?" (Düşman Kazanmak Sanatı)
  • "Bir felaketin birdenbire söylenmesi ikinci bir felakettir." (Firavun İmanı)
  • Siyasi kudreti elinde toplayanlar eninde sonunda başkalarının çıkarları ve oyunları için çalışmaya başlıyor, kuklalaşıyorlardı. Ali Yusuf işte bunu tespit etmişti, cümlesini de buldu: Diktatörler kukladır. (Firavun İmanı)
  • Bana kalırsa bütün gerçekler ilgi çekicidir. Tabii öğrenildikleri zaman (Yüzlerce Çiçek Birden Açtı)
  • İnsan hâin bir mahlûktur kızım. Bunu böylece bilesin. (Siyah Kehribar)
  • Yıllar, saatler, saniyeler değil, biz nereye gidiyoruz? (Yarın Diye Bir Şey Yoktur)
  • "Arapça hakikat'ın yerine Türkçe gerçek'i kullansak ne kaybederiz?" Cevap çok kısa idi: "Hakikat'ı kaybederiz". (Düşman Kazanmak Sanatı)
  • Yatcez bâdem şekerim. (Yağmur Beklerken)
  • Yıllar geçiyordu. Ama aynı yıllar, çeşitli insanlar için çeşitli şekilde geçiyordu. (Firavun İmanı)
  • Bunu herkes bilir. Ve.. herkesin bildiklerini söylemektense dans etmek saha iyi olmaz mı? (Yüzlerce Çiçek Birden Açtı)
  • Ölüme giden yollar ve gidişler hep aynı değildir. Ölümün ötesi herkes için aynı değildir ki. (Yarın Diye Bir Şey Yoktur)
  • ‘İnsan yaşayışı ancak ve sadece mantıkla, akılla başarıya ulaştırabilir ve mutluluk da başarının dışında düşünülemez.’ (Dönemeçte)
  • Gerçekte o şimdi bütün dünyaya ve hatta kendisine de düşmandı. (Siyah Kehribar)
  • Dünya bütünüyle ve insanla ilişkisi olan her şey ve hem de en güzel, en üstün halleriyle benim için dönüyor, ben olduğum için olmuş bulunuyordu. (Dönemeçte)
  • Bitiremediğim o kadar çok başlangıcım vardı ki (Akümülatörlü Radyo)
  • Bir kıta keşfedilmiştir ama keşfedilen cennet de olsa insan tek başına olduktan sonra neye yarar? (Yarın Diye Bir Şey Yoktur)

Tarık Buğra'nın Küçük Ağa romanı hakkında 10 bilgi

Tarık Buğra edebiyatımızın önde gelen roman, hikâye ve tiyatro yazarlarındandır. Usta kalem Tarık Buğra'nın akla ilk gelen eserlerinden biri Küçük Ağa'dır. Romanda, tarihte dönüm noktası olarak kabul edilen bir süreç, Kurtuluş Savaşı ele alınır. Peki, Küçük Ağa'yı Anadolu'yu konu edinen diğer romanlardan ayırt eden özellikler nelerdi? Buğra, Küçük Ağa karakterine milletimizin tarihiyle özdeştirilecek ne tür semboller yükledi? İşte Tarık Buğra'nın ölümsüz eseri Küçük Ağa romanı hakkında 10 bilgi

Giriş Tarihi: Güncelleme Tarihi:

Yerli düşüncenin özgün sesi Tarık Buğra

Yerli düşüncenin özgün sesi Tarık Buğra

Türk tarih ve sosyal hayatının dönüm noktası

Türk tarih ve sosyal hayatının dönüm noktası
Küçük Ağa’nın özeti 📃

Küçük Ağa romanında anlatıcı unsur 📝

Küçük Ağa romanında anlatıcı unsur 📝
Küçük Ağa’nın konusu 📙

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır