mürvet hanımın konağı / Mavera Mürüvvet Hanım Konağı Kayseri

Mürvet Hanımın Konağı

mürvet hanımın konağı

Son Yazılar

Aviary Photo_130589984261223692

AH AMAN BEN HAMİNNEMİN İNCECİK ÖLÜSÜNÜ,

                                                                                                                                                                   GÖRELİ BERİ TENEŞİRDE-ADAM AMAN TENEŞİR-

                                                                                                                                                                                                ÖLÜMÜ DÜŞÜNÜRÜM…”

                                                                                                                                                                                                                          BEŞİR AYVAZOĞLU

Pencereye eğilip içeriyi görmeye çalıştı; tülün ardındaki beyaz bürgülü siluet her zamanki  yerinde, camın önündeki sedirde oturmuş, yönünü ışığa vermiş, gözlüklerinin üstünden bakarak bembeyaz, tombul parmaklarıyla örgüsünü örüyordu… Torun, içi sevinçle dolu, camı tıklattı:

-Huuuu, annanne huuuuuuh!!!!

-Huuuh!

-Ben geldiiiiim…

Yaşlı kadın bodrum katın geniş penceresinin altındaki sedirinden gözlerini kısarak cama baktı. Tülü araladı, torununu tanıyınca yüzü ışıldadı. Gülümseyip başını sallayarak memnuniyetini ifade etti ve:

-Sen mi geldin?  Hoş geldin, buyur… diye davrandı. Arka taraftaki kapısını açmak üzere ıhlaya tıslaya sedirinden indi. Eh, onun yürüyüşüyle sedir ve dış kapı arasındaki yol sağlam bir beş dakika alırdı… Torun,  öte dünyaya kavuşmuşluk müjdesi almış gibi içi aydınlık, adımlarını hızlandırarak binanın arka tarafına uçtu. Basamakları hoplaya hoplaya indi, buzlu camla kaplı demir parmaklıklı kapının açılmasını beklemeye koyuldu. Nihayet anneanne kapıyı açabildi. Kapıyla beraber o tanıdık “hafif küf, hafif çam odunu, hafif yeni çırpılmış soğan” kokusu  yüzünü yaladı. Anneannesinin floresan ışığı gibi çehresini görünce:

-Ooo anneanne, soğan kokuyo, mantı mı yaptın, yağlama mı ? diyerek  neşe içinde serin koridora daldı. Her zamanki telaşlı, sabırsız  edasıyla devam etti:

-Ben yatılı geldim bu sefer anneanne! Babamla kavga ettik,  senin yanında bir hafta  tatil yapıcam! Dayım yok nasıl olsa, onun somyasında uyurum .

-Vo lemiii?* İyi, tabi, yat, yat…nasıl iyi olmuş. He, proğ mantısı yaptımıdı,  kısmetin varımış.

-Öpeyim elini anneanne…

-Çok yaşaaa…

Ayakkabılarını eşiğe çıkardı, iri ve yıllanmış cüssesiyle saat rakkasesi gibi iki yana sallanarak yürüyen anneannesinin ardından yalınayak içeriye yöneldi. Sol taraftaki kömürlükten gelen  çam ve talaş kokusu yoğunlaştı. Marangoz dayısı, kışın yakacakları talaşı yazdan depolamış olmalıydı.

-Şurdan terlik al ayağına, betona basma…Acısan mantıyı hemen ısıtayım.

Torun  ayakkabılıktan rastgele bir çift “esem” terlik geçirdi ayağına; ayak numarası da   tüm fizik yapısı gibi anneannesinin aynıydı: Otuz dokuz. “Zım” diye bir vücuda “anca”ydı bu  taraklı ayaklar. Sonra patates gibi bir burnu vardı, üstünde de gözlükleri. Anneannesi kadar da miyoptu. Eski Anadolu ağzından kalma antika kelimelerle konuşan ihtiyarı cevapladı:

-Hee, yerim anneanne, açım.

Hep aç olurdu zaten. Küçüklüğünden beri ne zaman buraya ya da biraz ötedeki bahçeli müstakil evinde oturan teyzesine gelse “aç” olurdu; çocukken kendi evlerindekinden daha güzel ve özel yemekler  yiyebileceğini bildiğinden – kısacası aç gözlülüğünden-, büyüyünce  ise kavim   akraba bir arada yemenin verdiği saadetten. Esenyurt’ta her şey bir başkaydı vesselam. Evler, bahçeler, yemekler, komşular, baharda bembeyaz çiçekli badem ağaçları, kırmızı sarmaşık güller, reçellik pembe “hasgül”ler, baygın kokulu sarı yaseminler, asil ve nazlı  laleler…Sonra anneannesi yanında hissettiği huzur…

Gözlüklü Mürüvvet Hanım eli işli, imanı bütün, sözü “tok”, iri yarı bir ihtiyardı. Kapı gibi kendinden emin bu anneannenin yaptığı her şey güzel olurdu; parmak iriliğinde kızarttığı el yapımı bol baharatlı sucuklar, geçmiş kurbanın kuyruk yağından mamül  kıtır kıtır hakırdaklar, aşmakarnalar,  buram buram yanık nane  ve domates salçası kokan kesme çorbalar…Oysa annesi salçayı, yağı resmen kokuturdu çorbaya, sucukları da zar gibi doğrardı…  Kadıncağızın da suçu yoktu gerçi, Özal öncesi dönemde oluşmuş bir memur eşi alışkanlığı.  Özeldi cumhuriyet tarihinde o adam, devir açmıştı memur keselerinde, mutfak ve kursaklarında… Hayatlarını “Özal öncesi” ve “Özal sonrası” diye ikiye ayırmak pekala mümkündü. Allah iki cihanda da aziz etsindi onu.

-Eee, babanınan niye döğüştün kızım, babaya küsülür mü yavrum? diye  soruşturmaya başladı anneanne mutfakta torunun verdiği mantı tenceresini “Milangaz”a koyarken.Arada bir de “ıh”ı “tıs”ı duyuluyordu, iş yapmak onun için pek eziyetliydi ama misafirini her zaman kendi karşılar ve ağırlardı.

– Anneanne , valla bu sefer çok üstüme geldi, diye cevapladı torun bir yandan otomatik çakmağı uzatırken. Sürekli baskı yapıp duruyor bana, okuduklarımı eleştiriyor, ben de cevaplayınca sinirleniyor. Bu sefer dövmeye yürüdü üstüme.‘Senin eline kaleşnikofu verecekler, terörist olucan, sen kime hizmet ediyon?’ diyor yaaa…

-Vooo, ilahi Muammer, hiç ettiği iş değilidi ya, görüyon mu?

Anneanne ısınmış alüminyum tencereyi siniye  aldı, üç tane tabakla çatal ekledi.

-Belki şimdi Güççük Aslan da gelir, peynir ekmek alıp sokağa çıktıyıdı, seni gördüyse.

-Otobüsten inince gördüm onu ben. Betül ile bir kara kedi tutmuşlar, su dolu poşete koyup çalkalamışlar hayvancağızı, kedi feleğini şaşırmış, heh heh!…

-Essah mı? Vay haylaz oğlan vay, ağşamaader**  sokaktan içeri girmiyo…yiğni yilek!***

Dayısının oğlunu pek severdi, doğumunu bilirdi, büyüyüşünü. Beş yaşında anneden ayrılıp babasının yanına gelişini. Gariban bakışını, sevinçle coşuşunu ve güldüğü an gamzelere boğuluşunu, zırlayıp salya sümük ağlayışını, inadını, teyzekızı Betül’le “hodri meydan”laşmalarını, “halaaa” diyerek lafı sündürüşünü, dersteki ve el-ayak-yüz yıkamadaki tembelliğini; pasaklılığını yani, toz toprak kokuşunu…Bunları bilir, pek masum, pek esirgenmeye muhtaç bulurdu onu. Anneannesi  yaşlı haliyle küçük torununa bakmakta hayli zorlanıyordu, bereket ki halası vardı karşıda da  yakaladı mı damdaki güneş enerjisinden gelen suyla  cebren ve hile ile esaslı bir banyo yaptırırdı  çocuğa. “Derisini yüzerdi” dese

abartmış olmazdı galiba, bir keselerdi pir keselerdi Şükran Hanım. “Hala yeteeer, gözüm yanıyooo!!!” diye çığlıklar atardı çocuk. Dayısı onu ilkokuldan sonra okutmayacağını söylüyordu. Keşke  dört sene dişini sıksaydı dayısı, üniversiteden mezun olunca kendisi üstlenirdi dayıoğlunun tahsilini… Ama tembelliği bahane edildi, çocuğun yazgısı biçildi.

– Gelince beraber Çin daması oynayacağız, kulağını çekerim ben onun! diyerek tepsiyi ve sofra bezini odaya taşıdı torun anneannesinin paytak yürüyüşünü takip ederek. Yere serilen bez üzerine kasnak, onun üzerine de sini yerleştirildi. Oturup  karşılıklı kaşıklamaya başladılar peynirli proğ mantısını ve “domates,biber,acur, kelek” turşusunu…

-Eline  sağlık anneanne, yiğin güzel olmuş, dedi anneannenin sözlüğünü kullanarak. En fazla da bu sebepten severdi onun yanında olmayı; kibarlık etmesi, ince olmaya çalışması gerekmezdi mübareğin yanında… Neyse o oluverirdi, İç Anadolu ağzıyla rahat rahat konuşabilir, istediği gibi oturabilirdi.Yaşlı kadın düşündüğünü olduğu gibi söylediğinden, aklını okuma zahmetine girmesine de gerek kalmazdı; aynen kendi gibi dobra dobraydı yani.

-İyi olmuş mu, hadi ye darılırım bak yemezsen, bir tabak daha doldur da ye, oğlan nancağaz**** yer ki ? Gözün aydın, okulu da kazanmışsın leee? E gayrı sen kazanırsın canım…

Yine gözlüklerin ardından çakır çakır  ve mutlu mutlu bakıyordu anneannesi. Torun gülümseyip başını salladı:

– Hee anneanne de babama kendimi bir  beğendiremedim ki… Duyan da beni anarşist sanacak. ‘Şu evladım bana bir gün kötü laf getirtmedi, sınıflarını hep dereceyle geçti, yüzümü yere yıktırtmadı’ demiyor da, tesbihime karışıyor, kitaplarıma karışıyor…Bellemiş ilkokulda bir şeyler, orada kalmış. Koca öğretmen, hala ilkokul çocuğu kafasıyla düşünüyor yahu! Üstelik de her şeyin doğrusunu bildiğini sanıyor. Nuh diyor, peygamber demiyor anlayacağın!

– Neyse gazaplanma, eteğindeki taşı dök, baban o kızım… Hee, azıcık tesbihe, okumaya  karışır ya, naapacan.

– Yahu çok daraldım anneanne, hem sana da kızdım!… Niye hemen el aldığımı yetiştirdin babama, sen de  tesbih çekiyorsun, ne var ki bunda?…

-Hee, bir şey yok da sen kız evladısın yavrum, o gün zikirde noldun öyle, sonra kız uçuyo derler de  evde kalırsın…

Torun önce şaşırdı, sonra ağzında lokmayla kikirdedi.

-İlahi anneanne, bu muydu derdin?

-He  kızım, sonra evlendikten sonra ne edersen et…

-Yok anneanne, senin ağzında laf durmuyor, bir daha sana sır vermiycem…

-Vo ilahi, ne bileyim ben Muammer’in oğader***** öfkeleneceğini! diye kıs kıs güldü anneanne kaşık tutan  elinin tersiyle gözlüğünü düzelterek. Sapasağlam  dişleri göründü, o kadar güldü işte…

Gözlüklü Mürüvvet Hanım’la damadının arası bir düzelir, bir bozulurdu. Aslında tek taraflı bozulurdu dense daha doğru olur. Bu “mutaassıp” ihtiyar dindarlığıyla gözüne batardı  emekli oluncaya kadar namazdan abdestten uzak duran “muallim”in… Muallim Bey de cömert ve misafirperverdi gerçi ama şeytan dürterdi herhalde ki yaşlı kadın üç gün evlerinde misafir kalsa dördüncü gün iğnelemeye başlardı, hanımına çekiştirip dururdu onu. “Hommucu, hep yönünü öte tarafa çevirse, tesbih çekse! Torununun da ağzına tükürmüş, aynısının tıpkısı olacak!”Her çiçeğin bir böceği olan şu alemde Hakk Teala Gözlüklü Mürüvvet Hanımı bir çiçek, muallim damadı da ara sıra ona musallat olan bir “böcek” eyleyiverirdi ama gün görmüş kadın darılmaz, gücenmez, bilir de bilmezden gelirdi istenmediğini. Bu anlamsız kine  sebep  belki de taa  kızıyla nişanlılarken onları ziyarete geldiğinde ansızın beliren büyük dayıdan çekinen Mürüvvet Hanım’ın onu evin mahzenine yollaması, karanlıkta devirdiği bakır leğenin ürküten tımbırtısı ve bu sebeple  “kedi gelmiş zahir” diye yaftalanması, büyük dayı gidince de “ Bir daha gelme damat, bak bizde böyle adetler olmaz” diye azarlanması ve kapı dışarı edilmesiydi. Galiba o günden sonra lakabı “hommucu” olmuştu Gözlüklü Mürüvvet Hanım’ın. İşte şimdi de torunu ardından geliyordu. Nasıl gelmesindi ki, üç yaşındaki çocuğa “Al eline kalemi/ yaz Allah’ın adını” ilahisini belletmişti kadın. Bir yılbaşı gecesi  aile toplantısında herkeslerin sesi kasete alınırken, muallim “Dertli ne ağlayıp gezersin burda”yı yanık Yozgat sesiyle demlendirmiş, kayınbirader Ferdi Tayfur  takılmış ve “Merak etme sen”i inildetmiş, oğlu nerden ne zaman bellediyse “Başın öne eğilmesin, aldırma gönül aldırma” diye mesajlar vermiş, bacanağın oğlu “Kemancı, başımın tacı” diye bozuk plak misali aynı nakaratı dört beş kez tekrar edip  mikrofona hızlıca bir “Güle güle !” çekmiş, aslında  anneannenin kopyası olan ama muallimin kendi annesine benzettiği için “anam” diye hoplatarak sevdiği kızına  da  “Hadi söyle” demişler, kızı da ana sınıfında “Rond “ söyler gibi sündürerek “İllallah, derim Allah/ sende de aşkım çok Allah, laaahilahe illallah”  mırıltısıyla milleti güldürmüştü.

Yemek daha yeni bitmişti ki kocaman pencerenin önüne  iri bir gölge eğildi ve camı tıklattı.

-Anneee, huu…

-Huuh ?

-Ben Mürtes Appama çıkıyom ha, haberin olsun. Yer elmasıynan erik getirdim , kapı açık mı?

-Hee açık açık, az evvel yeğenin geldiyidi çarpmadım. Ne varımış ki Mürtes’te?

-Vo lemiii, iyi azıcık oturayım geleyim de bari…

Mantosunu omuzlarına atmış, koltuğuna da bir leğen erikle yerelması almış tombul teyze nefes nefese içeri girdi, leğeni mutfağa bıraktıktan sonra kendisini karşılamaya kalkıp elini öpen yeğene sarıldı:

-Çok yaşaa, hoş geldiiiin, hani annengil yok mu ?

– Yok, ben  tek başıma yatılı geldim teyze…

-İyi anam, ne has ne has! Akşama bize gel de yağlama yapayım sana, bizde yat, burada yatma.

-Yok teyze, ben burada kalıcam. Dayım da şehir dışına gitmiş ya yer var burada.

-İyi anam da fareden korkarsın sonra.

-Yook, çoktandır fare ne yok ortada kızım, fak kurdum. Öldü zahir, dedi  fareye alışkın anneanne. Odunluktan geliyo hep kör olasıca.

-Tuzağa da sucuk mu koydun anneanne? diye güldü torun.

-Hee, tırnak kadar hayvan da biliyo boğazını, diye ciddiye aldı anneannesi sıradan bir ziyaretçiden bahsedermiş gibi. O kadar doğaldı fare bu evde.

–  İyi anam, Mürtes Appa’da komşu oturması varımış, gelirseniz gelin siz de…

Torun kendini dinlemeye gelmişti anneannesine, kalabalığın mırıltısını, evlenecek oğul sahibi kadınların  kendini baştan ayağa süzüşünü hiç çekemezdi şu aralar. Başka bir aleme adım atmanın eşiğindeydi, dünyeviliğin “en doğrusu” olmadığını öğrenmenin şaşkınlığı içerisindeydi, hayat saatini hakikate ayarlamak gerekiyordu geç ve güç olmadan. Kalsındı bir süre şu gezmeler…

-Azıcık kafa dinleyim ben teyze…

-Amma ölümü gör bak yemeğe gelmezsen, darılırım ha. Damda güveç  de koyarım yeriz noolacak sanki …Mehmed Amca’ndan mı ihtiyat ediyon yoksa? O da sizi nasıl sever amma. Annen  nasıl, Muammer Abi nasıl? Neyse gelince konuşuruz .Oğlanınan Betül nerde ola ?

-Milyonluğun bebeleriyle kedi yıkıyorlar…

-Vo ilahi, ömrünüz kesilmeye, kedi yıkanır mı tırmalar sonra uşaaak ,diye fıkırdadı  teyzesi, Milyonluk  da bağırıp duruyordu demin, ondan zahir…

Sağlıklı yanakları daha da pembeleşti. Sonra geldiği gibi telaşla uğurlandı. Anneanne abdest tazelemeye, torun bulaşık yıkamaya koyuldu. İhtiyar besmele çekerek kollarını sıvadı, gün yüzü görmemiş bembeyaz bir ten açığa çıktı. Kabe’den kim bilir hangi “fi tarihinde” gelmiş ve kendisine hediye edilmiş yeşil çiçekli beyaz ketenden bürgüsünü sedire bıraktı, alttaki tülbendi gevşeterek “İstanbul başı” yaptı,  böylece açık turuncu rengi kınalı örgü saçlar ve  gümüş kalpten  mini mini iki küpe sarkan kulaklar  meshe hazırlandı. Bir yandan da abdest duasına başladı. Daracık lavabonun  musluk şırıltısına anneannenin “ıh-tıs”lı duaları karışıyordu… “Başıma cennet tacları, ıhh, elime cennet çiçekleri, tıss, kulağıma cennet sesleri, ıhh, burnuma cennet kokuları…” diye tüm abdest azalarını kutsadı anneannesi, en son da ayaklarını “zor gücün” kaldırdı lavaboya… O daracık yerde erinmeden, yorulmadan kış -yaz  abdest alırdı Mürüvvet Hanım .

Mürüvvet Hanımın şimdiki evi eskinin lüks sayılan dört katlı binalarından birinin  yarı zemin, yarı bodrum katıydı. Bir hayli genişti bir zamanlar fakat sonra geliniyle anlaşamayınca evi ortadan böldürüp yan tarafa bir kapı daha açtırmışlardı. Bir süre oğlu oturmuştu orada, onlar boşanınca da  kiraya vermeye başladı. Otuzunda kaybettiği eşi ŞıhArslan Usta’dan kalan Lale Mahallesi’ndeki küçük avlulu “konağı” ortanca damadına satıp buraya yerleşmişlerdi; burada da yıllandı kadıncağız. Zaten mahalledeki herkes asırlıktı burada. Topal Milyonluk, Gözübüyük, Muhtar, İncesulu Fatmaanım, Saniye Abla, Sarıyıldız; hiçbiri de “az zamanın Hatçablası değil”diler. Torun babasının satın aldığı o küçük “konağı” hayal meyal hatırlardı . Lale Mahallesi, şimdi yerinde yeller esen eski Kayseri’nin merkezi mahallelerindendi. Bir de Lala Paşa Camisi vardı, ilk defa orada Sübhaneke bellemişti. Genişçe bir meydana açılan sokaklar, meydanın ortasında bir mahalle çeşmesi…  Ona hatırladıkça bir konak gibi gelen evleri yüksek duvarlı bir “hayatın içinde idi. Eski, kağşamış tahta kapının demir tokmağı çalınarak içeri girilirdi…Hayatın ortasında dut ağacı  karşılardı geleni. Yerlere olgun dutlar dökülmüş olurdu. Ağaca kurulmuş, minderli, ip salıncak vardı güneşten gölgelenmiş. Sağ tarafta üç beş basamakla geniş iki odaya açılan bir kapı. Merdivenin altındaki arabesk motifli demir parmakçalardan tutunup aşağı inilince… orası galiba mutfak, hafızasında net değildi.Yerlerde sümüklü böcek  izleri  vardı – parlak çizgiler- tuz ekiliyordu devamlı ölsünler diye. Dut ağacının arkasında , tam dış kapının karşısına gelecek şekilde yine üç beş taş basamakla çıkılan uçsuuuz bucaksız, karanlık, ürkünç bir salon.!   Girilmiyordu öyle fazla, adına “sofa” deniyordu. Önceleri özel bir yerdi  misafir ağırlamak için, ama hayat tarzları değişmiş, haremlik selamlık ortadan kalkmış, sofa da zahirelik gibi kullanılır olmuştu. O zaman nerede şimdiki konfor… Tabi ki tuvalet, bahçenin sol tarafında  bir kulübecikti. Taştan yapılmıştı ve bir bebek içine düşecek kadar geniş bir çukuru vardı. Foseptiği de bahçenin derinlerine inerdi. Ayriyeten çok  matrak bir hatıraya tanıklık ederdi: O zaman tahminen on yaşlarında olan  ortanca teyze oğlu, yükseklerde gezerken(!), tuvaletin damına adımını atar atmaz çürük sundurma içine göçmüştü ve teyzeoğlu tuvalete uçmuştu; tek bacağı da yarı baldırına kadar  tuvalet çukurunun içine gömülmüştü. “E ne gezersin damda be mübarek? Karga mı kovalarsın? Klavuzu karga olanın…” diye başlar, ardından kikirdemeye boğulurdu her hatırlayışında. Eskiden banyo diye bir yer  de yoktu. Odanın birinin kapı arkasına bir yer çevirirler, adına da “çağ” derlerdi.Ah o çağlar, ülkenin fakr u zaruret çağlarıydı…O fakr u zaruret, o  ahşaplara sinmiş geçmiş zaman kokusu, sandıklarda naftalin..O bir “devr-i huzur”du  ki  anneannesinin hatıratında gömülüdür, bulan olmuş muydu o defineyi yeniden, hiç zannetmiyordu…

***

Akşama kadar dingin, duru bir gün geçti Mürüvvet Hanım’ın evinde. Namazlar kılındı, çaylar içildi, yer elmaları soyuldu. Arada bir de oyundan sıkılıp acıkan yaramaz dayıoğlu ile teyze kızı hücum ettiler ilişik duran buzlu cam kaplı demir kapıdan içeri, ablalarının etrafında cıvıldaştılar, kalan mantıyı beğenmeyip dolaptan Sarelle aşırdılar. Adet olduğu üzere “Sen çok yedin, ben az yedim” kavgası yaptılar, akşama dönmek sözüyle tekrar hürriyetlerinin ardına takıldılar. Vakit ikindi oluverdi, anneanne “Amme”sini okumaya daldı, torun da bahçe duvarının ardında batmaya hazırlanan günün sedire yansıyan ışıklarını seyrederek şeyh aramaya gittiği Trabzon’un Rus Pazarı’ndan alınan mavi radyosunu dinlemeye başladı: “Günaydınım, nar çiçeğim, sevdiğim… Günaydınım, nar çiçeğim, sevdiğim.” Kimbilir kendine “narçiçeğim” diyecek şehzade  nerede nefes almaktaydı şu an…O kadar emindi ki bir gün karşılacaklarından, dünyadan ümidini keser bu inançtan ümidini kesmezdi. Oda gittikçe sükuta daldı, karşı pencerede Sarıyıldız’ın kiraz ağacının ikindi melteminde danseden dalları dışında hiçbir hareketli nesne yoktu…Bir de formika televizyonluğun üstündeki masa saati çınlıyordu sade. Ardındaki duvarda asılı tabloda  birkaç entarili adam Kabe duvarını öpüyordu, büfede duran  porselen çaydanlık üzerinde bir Anka Kuşu hayretle kendi masalını dinliyor ve  duyduklarına inanıyordu.

Akşam yemeği faslı teyzede geçildi. Cömert Şükran  Hanım döktürmüştü yine, büyük çamın serinlettiği balkonda lakırdılar edildi; geç saatlerde anneanne, abla torun ve küçük torun demir  bahçe kapısını gıcırtılarla açıp sokak lambasının aydınlığını takip ederek geri döndüler. Küçük torun yerde bir bilye buldu, babaannesi “Pasaklı, at onu” diye bastonuyla dürttü, çocuk “Bana ne alıcam işte” diye bilyeyi cebe indirdi, abla da onların haline için için güldü. Havada baygın bir çiçek kokusu dolanıyor, gökte parlak mı parlak yıldızlar salınıyordu … “Acaba Allah gerçekten var mı” sorusunu yine bu yıldızlara bakarak, yıllar önce on yaşında bir çocukken, bu mahallede sormuştu kendine… Günlerce ne azaplar çektiğini, senelerce cevap bulmak için ne kapılar çaldığını hatırlayıp gülümsedi…

Eve gelip yatınca anneanne ve dayıoğlu hemen uykuya daldılar, hatta iyiden iyiye horlamaya başladılar. Torun da dayısının somyasına yatak serdi, pek tatlı bir günün ardından uyumayı denedi horultulara rağmen… Fakat o ne , tıpır tıpır bir şey geçti parkelerin üzerinden! “Annannee” diye horlayan ihtiyara seslendi. “Bir şey geçti şurdan yahu..”  Mürüvvet Hanım pamuk yastığından kafayı kaldırmadan mırıldandı : “Yat kızım yat,  bir şey değil, sıçan zahir. Yarın bir fak daha kurayım, kör olasıcaya…”ve anında tekrar horlamaya başladı.

Torun yine gülümsedi, anneannesine hayret ediyordu, vallahi alem ihtiyardı. Sonra sabah namazına kalkabilmek için üç defa “İnna a’tayna” okuyarak ve bu hafta içinde yeniden hocasını görmeyi iple çekerek masa saatinin çın çınları ve ev halkının horultuları içinde kendini güvene, eminliğe, huzura bıraktı.

* Vo lemi: Ya, öyle mi?

**Ağşamaader: Akşama kadar

***Yiğni yilek: Hafif, uçarı

****Nancağaz: Ne kadarcık

*****Oğader: O kadar

Derya Hanım Konağı Hakkında

Balıkesir’in gözde tatil noktaları arasında yer alan Cunda Adası’nda sakin ve huzurlu bir atmosferde tatilinizi gerçekleştirmek için tercihinizi Derya Hanım Konağı’ndan yana yapabilirsiniz. Huzur veren Cunda sokaklarını keşfetmek için eşsiz bir konum avantajı sunmakta olan tesiste tatilinizi oda kahvaltı konsepti ile planlayabilirsiniz. Böylece tesiste keyifli bir konaklama deneyiminin ardından güne lezzetli bir kahvaltıyla başlayabilirsiniz. Derya Hanım Konağı, Edremit Koca Seyit Havaalanı'na 35 km, Behramkale'ye 33 km uzaklıktadır.

Sahile sadece 100 metre mesafede hizmet vermekte olan tesiste dileyen misafirler halk plajını kullanabilmektedir. Halk plajında zemin kum olup, deniz kademeli olarak derinleşmektedir. 

Doğa ile iç içe ve huzurlu bir konaklama deneyimi sunan tesisin toplam 8 odası bulunmaktadır. Odaların tamamı günlük olarak temizlenmektedir. 

Ege bölgesinin yöresel tatları ile hazırlanmış olan kahvaltı her sabah misafirlere sunulmaktadır. 

Cunda’da, hem sevdiklerinizle hem de ailenizle birlikte keyif ve huzur dolu bir tatil için tercihinizi Derya Hanım Konağı’ndan yana yapabilir dilerseniz yerinizi hemen ayırtabilirsiniz.

Derya Hanım Konağı Odaları

Standart Oda

2 Kişilik 15 m2 Daha Fazla Bilgi

Standart Oda - Bahçe Manzaralı

2 Kişilik 20 m2 Daha Fazla Bilgi

Deluxe Oda

2 Kişilik 30 m2 Daha Fazla Bilgi

King Suit Oda

2 Kişilik 35 m2 Daha Fazla Bilgi

Derya Hanım Konağı Özellikleri

Yemekler ve İçeçekler

Kahvaltı Dahil

Yiyecek ve İçecek Detayları

Sabah Kahvaltısı, 08:00 - 10:00

Önemli Bilgiler

Derya Hanım Konağı, odalarına giriş, saat 14:00'ten itibaren başlar. Odalardan çıkış saati ise en geç 12:00'dir. Evcil hayvan kabul edilmiyor. Tesiste hizmet veren açık alanların kullanımı mevsim koşullarına bağlıdır. 

Aile odaları veya bazı özel odalar haricinde, diğer odalarda yapılacak 2 + 2 veya 3 + 1 konaklamalar, odada sıkışıklık yaratabilir ve verilen ilave yataklar sabit yatak konforunda olmayabilir. 

İletişim

Derya Hanım Konağı’nda yerinizi hemen ayırtmak için tesisle direkt iletişime geçebilir ya da aşağıdaki linke tıklayabilirsiniz.

http://www.cundaderyahanim.com/

Adres: Mithatpaşa, Cumhuriyet Cd. No:30, 10405 Ayvalık/Balıkesir

Telefon: 0536 719 99 43

Email: [email protected]

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır