musamahakar / Müsamahakâr ne demek, TDK'ya göre Müsamahakâr kelime anlamı nedir, nasıl kullanılır?

Musamahakar

musamahakar

M&#;samaha Nedir, Ne Anlama Gelir?

-->

Günümüz Arapça'sında müsamaha yerine daha çok tesâmuh ve semâha, Türkçe'de ise hoşgörü kelimeleri kullanılmaktadır. Bu kelimelerin tolerans (Fr. tolérance) karşılığında kullanımı Osmanlılar'ın son döneminde Batı'dan gelen tesirle olmuştur. Ancak tolerans kelimesi, hem sözlük anlamı hem de kültürel muhtevası bakımından müsamaha ve hoşgörünün içerdiği gönüllülük ve samimiyet karakterinden oldukça uzaktır. "Tahammül etmek" mânasındaki Latince "tolerare" fiilinden gelen tolerans her ne kadar günümüzde kısmen olumlu bir vurguya sahipse de genellikle kötü veya olumsuz bir durum karşısında "tahammül etme, tâviz verme, felâketlere katlanma, sıkıntı çekme" anlamında pasif bir tutumu ifade etmektedir. Müsamaha ise kökündeki "cömertlik ve kerem" mânasının da gösterdiği gibi olumlu bir içerik taşımakta ve aktif bir tavrı ifade etmektedir. Nitekim ahlâk filozofları erdem tasniflerinde müsâmahayı sehâvet kapsamında zikretmişlerdir (meselâ bk. İbn Miskeveyh, s. 43). Müslüman düşünürlerin fazileti "nefiste yerleşmiş meleke" diye tanımlamaları, İslâm'da müsamahanın "katlanma" şeklindeki eğreti tutumdan ziyade insanın ahlâkî kişiliğinin bir parçası olarak anlaşılması gerektiğini ortaya koymaktadır. Ayrıca İslâm kelimesinin "barışa girme" mânası dikkate alındığında toplumsal barışın en önemli unsurlarından biri olarak algılanan müsamaha ile İslâm arasında semantik bir bütünlük olduğu anlaşılır. Kur'ân-ı Kerîm'de geçen "safh" kelimesinin "kötülük edenin kötülüğünü görmezlikten gelme" şeklindeki anlamı yanında (Fahreddin er-Râzî, XI, 88; Kurtubî, II, 71; VI, 62) "baskı ve zor kullanmama" mânasına da geldiği ve aftan daha ileri bir davranışı ifade ettiği belirtilmiştir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "sfḥ" md.). Buna göre safh kelimesinin muhtevası günümüzde müsamahaya yüklenen anlamla örtüşmektedir.

Kur'ân-ı Kerîm'de müsamaha kelimesi geçmez; ancak başta af ve onunla birlikte zikredilen safh kelimeleri olmak üzere hilim, silm, sabır, sulh, lîn (yumuşaklık) gibi kavramlarla İslâm'ın müsamahakârlığını ifade eden pek çok âyet bulunmaktadır. Bu âyetlerde dinî ve dünyevî hayata ilişkin olarak insanların gücünü aşan veya hayatlarını zorlaştıran mükellefiyetlerden muaf tutulması veya yükümlülüklerinin hafifletilmesi, İslâm'ın temel kurallarını sarsmadıkça daima kolaylığın tercih edilmesi istenmekte; müslümanların diğer insanların kişiliklerine, düşünce ve inançlarına saygı göstermeleri, onlara farklılıklarını koruma ortamı sağlamaları emredilmektedir. Hadis mecmualarında da bu tür açıklamaların yanında müsamaha ile aynı kökten gelen değişik kelimelerin yer aldığı ifadelerde müsamaha müslümanın temel ahlâkî özelliklerinden biri olarak gösterilmiştir. Konuya ilişkin âyet ve hadisler, İslâm medeniyetinde bir yandan İslâm ümmetinin kendi arasındaki ilişkilerin kolaylık ve hoşgörü temeli üzerine oturtulmasına, öte yandan değişik dinlere ve kültürlere mensup olanların inanç farklılıklarına saygı gösterilmesine temel teşkil etmiştir. İnsanların faaliyet alanlarına, sosyal çevrelerine ve konumlarına göre ferdî ve toplumsal düzeyde farklı müsamaha tarzlarından söz edilebilir.

1. İslâm dini yükümlülüklerde kolaylık ilkesini benimsemiş ve İslâmî literatürde bu ilke çoğunlukla müsamaha kavramıyla belirtilmiştir. Buna göre Allah insanlar için zorluk değil kolaylık murat eder (el-Bakara 2/). Hz. Muhammed insanlığa rahmet olarak gönderilmiştir (el-Enbiyâ 21/). Allah insanları ancak güçlerinin yettiği kadarıyla yükümlü kılar (el-Bakara 2/). O'nun dinî hükümler koymasından maksat insanlara zahmet vermek değil onları arındırmak ve kendileri için nimetini tamamlamaktır (el-Mâide 5/6). Bu ilkelerin ışığında fıkıh kaynaklarında dinî hükümlerin yerine getirilmesinde karşılaşılan güçlüklere veya engellere göre kolaylaştırıcı çözümler ve ruhsatlar geliştirilmiştir. İnsanların günah işleme niyetleri olmaksızın sehven veya unutarak yaptıklarının bağışlanacağına dair âyetler de (el-Bakara 2/, ) aynı tutumu yansıtmaktadır.

2. Müslümanlar kendi aralarındaki ilişkilerde de hoşgörülü ve kolaylaştırıcı olmaya özendirilmiştir. Allah'ın affının genişliğini ifade eden âyetler, O'nun kullarına müsamahasını göstermesi yanında dolaylı olarak insanları da müsamahakâr olmaya teşvik etmektedir (meselâ bk. en-Nahl 16/61; eş-Şûrâ 42/25, 30). Hz. Peygamber, tebliğ ettiği dinin iki temel özelliğinden birini "hanefiyye" (tevhidi esas alan dosdoğru din), diğerini de "semha" (genişlik, kolaylık ve rahatlık) olarak açıklamıştır (Müsned, I, ; VI, , ; Buhârî, "Îmân", 29). Ayrıca müsamahakâr kişileri Allah'ın rahmetiyle müjdelemiş (Buhârî, "Büyûʿ", 16; İbn Mâce, "Ticârât", 26) ve bunların müsamahaları sayesinde cennete gireceklerini bildirmiştir (Müsned, II, ). Bu hadisler, hem İslâmiyet'in yükümlülüklerde kolaylık yolunu seçtiğine hem de müslümanların beşerî ilişkilerde hoşgörülü davranmaları gerektiğine işaret etmektedir (ayrıca bk. Buhârî, "Îmân", 29, "ʿİlim", 11; Müslim, "Cihâd", ). Bazı hadislerde müsamaha konusu -alışverişte, evlilik külfetlerinde, cezalandırmada olduğu gibi- uygulama planında da ele alınıp teşvik edilmiştir (meselâ bk. eş-Şûrâ 42/40; Müsned, V, ; VI, ; Buhârî, "Büyûʿ", 16; Tirmizî, "Büyûʿ", 74). "Müsamaha et ki müsamaha göresin" meâlindeki hadis (Müsned, I, ) müsamahanın beşerî ilişkilerde ilke olarak alınıp uygulanmasını isteyen dikkat çekici öğütlerdendir. Ebü'l-Hasan el-Mâverdî, Edebü'd-dünyâ ve'd-dîn isimli eserinde (s. ) müsamahanın gönüller üzerindeki yatıştırıcı ve kaynaştırıcı etkisini, toplumsal barış ve sevgiye katkısını ifade ederken bunun gerekçesini, "ruhları kolaylık ve müsamaha ile yumuşatmanın yakınlaştırıcı ve rahatlatıcı davranışlarla kaynaştırmanın ahlâka en uygun tutum olduğu" şeklinde ifade etmekte, beşerî ilişkilerde benlik davasından uzak durup müsamaha yolunu seçenlerin hem ahlâkta ve edepte en güzel olanı yakalamış hem de insanların gönüllerinde en üstün mevkiyi kazanmış olacaklarını belirtmektedir.

3. İslâm dini farklı inanç ve kültürlerden gelen kişilere karşı müsamahalı olmayı ilke olarak benimsemiş, Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde konuyla ilgili prensipler müslüman fertlerin, toplumların ve yöneticilerin inanç ve düşünce farklılıklarına karşı müsamahayı bir zihniyet şeklinde benimseyip yaşatmalarını sağlamıştır. Her ne kadar müslümanlara karşı düşmanca tutumlarını inatla sürdüren Mekke putperestlerini zararsız hale getirmek üzere güç kullanmaya izin veren, hatta bunu emreden âyetler varsa da bu âyetlerde bile, " fakat aşırı gitmeyin, Allah aşırı gidenleri sevmez Eğer onlar savaşı durdurursa bilinmelidir ki Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir Savaşmaktan vazgeçerlerse artık haksızlık yapanlardan başkasına saldırmak yoktur" (el-Bakara 2/) gibi ifadelerle âdil savaş kurallarından söz edilmekte, böylece "mukābele bi'l-misl" ilkesine vurgu yapılmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'de, risâletin başlangıcından itibaren İslâm'ı yok etmek için mücadele eden putperestlerle dostluk kurulması yasaklanmakla birlikte müslümanların fiilen düşmanlık göstermeyen müşriklerle iyi ilişkiler içinde olmasına izin verilmiştir (el-Mümtehine 60/). Taberî, bu âyetlerin hangi dinden ve etnik kökenden olursa olsun bütün topluluklarla iyilik ve adalet esasına dayalı ilişkiler kurmaya izin veren bir kural ortaya koyduğunu belirtir (Câmiʿu'l-beyân, XXVIII, 66). Nitekim Mekke'nin fethinden sonra putperestlerin İslâm'a ve müslümanlara tecavüz imkânları fiilen ortadan kalkınca Hz. Peygamber'in onlara karşı tutumunda da bir yumuşama süreci başlamış, Resûl-i Ekrem, fetih sırasında evlerini terketmiş olan Mekkeliler'in evlerine dönmelerine izin vermiştir (İbn Hişâm, IV, 32).

Hz. Peygamber'in görevinin ilâhî emirleri insanlara tebliğ edip onları uyarmak olduğunu, vicdanlar üzerinde baskı kurmak gibi bir görevinin bulunmadığını belirten birçok âyet (meselâ bk. Âl-i İmrân 3/20; eş-Şûrâ 42/48; el-Gāşiye 88/22) ve özellikle, "Dinde zorlama yoktur " prensibi (el-Bakara 2/); inanç konusunda psikolojik bir gerçeğe işaret etmesi yanında din ve inanç özgürlüğünü de ortaya koymuş, bunu evrensel bir ahlâk ve hukuk ilkesi haline getirmiştir. Yine, "Eğer rabbin dileseydi yeryüzünde bulunanların hepsi iman ederdi. Sen iman etsinler diye insanlar üzerinde baskı mı kuracaksın?" (Yûnus 10/99) ve, "Her birinize bir din yolu ve yol yöntem verdik. Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı " (el-Mâide 5/48) meâlindeki âyetler insanların farklı inançlara sahip bulunmasının ilâhî iradenin sonucu, dolayısıyla ontolojik bir gerçek olduğunu göstermektedir. İslâm'ın diğer kitâbî dinleri asılları itibariyle hak olarak tanıması ve Resûlullah'ın kendisiyle görüşme yapmak üzere Medine'ye gelen Necran hıristiyanlarının Mescid-i Nebevî'de âyin yapmalarına müsaade etmesi (İbn Hişâm, II, ), Yemen'e vali olarak gönderdiği Muâz b. Cebel'e yahudilere dinleri konusunda problem çıkarmaması tâlimatını vermesi (Belâzürî, s. 71) gibi örnekler de müslümanların bunlara karşı bir yakınlık hissetmelerine yol açmış, böylece müslüman toplumlarda İslâm tarihi boyunca kalıcı bir müsamaha ruhunun gelişmesinde büyük tesiri olmuştur. Bu müsamahakârlık sadece ferdî ve ahlâkî bir tavır olarak kalmayıp hukukî ve siyasî norm haline dönüşmüş, bunun ilk örneğini de Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden sonra düzenlenen ve Medine Sözleşmesi olarak anılan anayasa oluşturmuştur. Bu metinde, müslümanlarla birlikte Medine'deki yahudilerin de din ve vicdan hürriyeti gibi temel hakları güvence altına alınmıştır.

Devlet tarafından hakları güvence altına alındığı için "zimmî" veya "ehl-i zimme" denilen gayri müslim tebaa hakkında uygulanan sistem inanç, ibadet, eğitim, bayram ve eğlence, cenaze törenleri, isim koyma gibi farklı alanlarda o çağların şartları içinde değerlendirildiği ve diğer devletlerin uygulamalarıyla karşılaştırıldığında önemli haklar ve imtiyazlar içerdiği görülür. Bu sistemde gayri müslimler genellikle yönetimle geniş çaplı sorunlar yaşamamış; bu husustaki olumsuzluklar, başta misyonerlik faaliyetleri olmak üzere Batı etkisinin ve müdahalelerinin süreklilik kazandığı XIX. yüzyıldan itibaren ortaya çıkmaya başlamıştır (geniş bilgi için bk. Arnold, tümonash.pw; Öztürk, tümonash.pw; Jaffad, II/1 [], s. ; Abdul Ali, LVI/2 [], s. ; ayrıca bk. GAYRİ MÜSLİM; MİLLET).

İslâm'da ilâhî otoriteyi temsil eden, dinî inanç konusunda kendisini yanılmaz sayan kilise benzeri bir otorite, buna bağlı olarak dinden saptığı iddia edilenleri cezalandıran engizisyon benzeri bir kurum, aforoz etme ve yakarak öldürmeye kadar varan cezalandırma şekilleri gibi dinî yapılanma ve uygulamalar bulunmadığı için İslâm tarihinde müslümanların kendi aralarında da bir dinî hoşgörüsüzlük gelişmemiş; akaid ve kelâm kitaplarında rastlanan dalâlet, küfür ve irtidad isnatları kurumsal ve sistemli bir cezalandırma uygulamasına yol açmamıştır. Abbâsîler döneminde bir ara görülen mihne olayları, Osmanlılar devrinde rastlanan birkaç idam hadisesi gibi örnekler ise İslâm'ın müsamahakâr karakterini zedeleyecek boyutta olmayıp bunlar görünüşte dinî gerekçelere dayandırılsa da gerçekte siyasî sebeplerle açıklanmaktadır.

Öte yandan gerek İslâm ümmetinin kendi içinde gelişen dinî konulardaki anlayış, yorum ve uygulama farklılıklarına, gerekse diğer dinlere ve kültürlere karşı gösterilen müsamahakâr tavır İslâm'ın temel inanç, ibadet ve ahlâk ilkelerinden tâviz verilmesi, bunları tahrip edecek boyuttaki aşırılıklar karşısında bir ilgisizliğin ortaya çıkması sonucunu doğuracak derecede bir ölçüsüzlüğün gelişmesine imkân tanınmamıştır. Son zamanlarda Batı hıristiyan dünyasının inisiyatifinde sürdürülen dinler arası diyalog çalışmaları hakkında müslüman fikir adamlarının yaptığı tartışmaları ve İslâm toplumlarının bu tartışmalara gösterdiği ilgiyi de bu duyarlılığın etkisine bağlayıp sağlıklı bir süreç olarak değerlendirmek gerekir.

Diğer Dinlerde. Tolerans kavramı, hem doktrinel hem siyasî-hukukî anlamıyla bütün dinler ve cemaatler arası ilişkilere konu olmakla birlikte daha ziyade evrensellik ve hakikat iddiasına sahip tek tanrılı dinî gelenekler, bilhassa dogma ve kurtuluş merkezli Katolik Hıristiyanlık'la bağlantılı olarak gündeme gelmektedir. Eski Yunan ve Roma'nın eklektik ve çok tanrılı ulus dinleriyle ahlâkî-pratik vurguya sahip mistik Uzakdoğu dinlerinin ise öz itibariyle diğer inançlara karşı daha açık olduğunu söylemek mümkündür (Batuhan, s. 52).

Bir nevi millî tanrı inancına dayanan eski İsrâil dininde kutsal topraklar dışında yaşayan diğer milletlerin kendi çok tanrılı inançlarını devam ettirmeleri normal kabul edilmekle birlikte (Tesniye, 4/19) Ken'ân iline yerleştikten sonra İsrâiloğulları arasında putperestliğe ve farklı dinî uygulamalara göz yumulmamıştır. Tevrat'ta, o bölgede yaşayan kavimlerin (putperestler) yok edilmesi ve Mûsâ şeriatına uymayan İsrâiloğulları'nın ölümle cezalandırılması emredilir (Tesniye, 13/; 17/). İbrânî peygamberlerine ait kitaplarda da putperest toplumların lânetlenip cezalandırılmasından bahsedilmekle beraber (İşaya, 45/; Yeremya, 10/25; ) asıl tenkit konusu İsrâil Tanrısı'nı terkedip putperest kavimlerin peşinden giden İsrâiloğulları'dır. Haşmoni hânedanı devrindeki bağımsızlık döneminde siyasî sebeplerle, İsrâil soyundan olmayan bazı Sâmî gruplarına (İdumiler ve İturiler) zorla İsrâil dininin benimsetildiği görülür.

Cemaat içi ve cemaat dışı gruplar arasında öngörülen ayırım Ortaçağ yahudi öğretisinde daha belirgindir. Yahudi âlimleri, putperestlerden daha tehlikeli kabul ettikleri heretiklerle dinî-dünyevî her türlü temasın kesilmesini ve hatta öldürülmelerini gerekli görmüştür (Hullin, 13a-b; Gittin, 45b; Avodah Zara, 26a-b; Mishneh Torah, Edut, 11/10; Mamrim, 3). Daha sonra ortaya çıkan gruplara da (Karai, Sabataist, Hasidik ve Reformist) cemaat dışına atma (herem) cezası geç döneme kadar uygulanmıştır. Genel olarak Ortaçağ yahudi öğretisinde nihaî kurtuluş yahudilere mahsus olmakla birlikte diğer inançlara yönelik tolerans, yahudilerin siyasî özerkliklerini kaybettikleri milâdî ilk asırdan modern İsrail Devleti'nin kuruluşuna kadar yahudi tarihinde fazla karşılık bulmamıştır. Bununla birlikte, yahudi aydınlanmasının öncülerinden sayılan Baruch Spinoza ve Moses Mendelssohn gibi düşünürler tolerans ve eşitlik yanlısı görüşler ortaya koymuşlardır (Katz, s. ). Günümüzde ise liberal yahudi oluşumları Ortodoks otoritelerce tanınmamasına rağmen Yahudiliğin tolerans yanlısı kanadını meydana getirir.

Tolerans kavramının hıristiyan dünyasında sistematik olarak kullanımı Ortaçağ'dan öncesine gitmez. Kelimeye farklı dönemlerde değişik anlamlar yüklenmiş, erken Hıristiyanlık devrinde (Yeni Ahid ve kilise babalarının yazıları), hıristiyan fertlerin dinî-dünyevî her türlü sıkıntıya ve olumsuz duruma sabırla tahammül göstermeleri şeklinde dinî-ferdî bir vurgu öne çıkmıştır (Korintoslular'a İkinci Mektup, 1/6; Augustine, s. ). Ortaçağ'da ise (Kilise kanunları: XII-XIII. yüzyıl) kelime "gücü elinde bulunduran, iyiyi ve doğruyu temsil ettiğine inanılan kesimin (kilisenin) kötüler (kâfir ve ahlâksızlar) karşısında iradî olarak pasif tutum sergilemesi, onları engellememesi" anlamında dinî-siyasî bir vurgu kazanmıştır (Aquinas, IX, ). Dolayısıyla pasif ve ferdî mânada sabır ve tahammül gösterme durumundan aktif olarak ve bir otorite adına izin verme yahut göz yumma durumuna geçiş söz konusudur. Buna göre dinî tolerans, bir grup veya otoritenin esasen yanlış ve kötü bulduğu halde diğer bir inanca göz yumması ve bu inanç mensuplarını gerek özel gerekse kamusal alanda belli sınırlar içinde serbest bırakması biçiminde anlaşılmıştır (Bejczy, LVIII/3 [], s. , ). Kötü yahut yanlış olanı hedef almaktan ve karşı güç kullanmaktan bilerek vazgeçme prensibi tolerans kavramını, modern dönemde benimsenen ve siyasî otoritenin ferdî düşünce ve inanç üzerindeki yetkisini neredeyse sıfırlayan din ve düşünce hürriyeti ilkesiyle bütün inançların eşit biçimde doğru olduğu esasına dayanan dinî izâfîlikten ayırmaktadır.

Genellikle kötülüğe ve yanlış inanca karşı kayıtsız kalma tutumu ile eşitlenen dinî tolerans kavramının modern dönemden önce bilhassa Katolik hıristiyan anlayışında olumsuz çağrışıma sahip olduğu ileri sürülür. Bu noktada doktrinel veya dogmatik tolerans ile şahsî veya pratik tolerans kavramları arasındaki ayırıma dikkat çekmek gerekir. Doktrinel mânada tolerans, gerçeğin tekliği ilkesiyle çelişmesi ve dinî izâfîliğe kapı aralaması sebebiyle tasvip görmezken farklı dine mensup fertlerin inançlarını yanlış da olsa belli sınırlar içinde yaşamalarına izin veren pratik tolerans Ortaçağ kilise hukuku içerisinde en azından teoride kabul görmüştür. Buna göre dinî tolerans, kilisenin huzurunun bozulmaması veya benzer bir menfaat gözetilmek suretiyle belli kötülüklerle mücadele etmek yerine onlara karşı sabretmeyi, diğer bir ifadeyle iki kötülükten ehven olanı tercih etmeyi ifade etmektedir. Dolayısıyla anlayışlı ya da hoşgörülü olma adına sergilenen bizâtihi olumlu bir tavır olmaktan ziyade "belli bir menfaat için nefretin dizginlenmesi, büyük kötülüğü önlemek adına küçük kötülüğe siyaseten göz yumulması" anlamı taşımaktadır (a.g.e., LVIII/3 [], s. , ). Bu doğrultuda kilise kanunları ve daha sonra hıristiyan siyasî otoriteler tarafından benimsenen tolerans ilkesi esasen yahudileri ve hıristiyan toplumuna ait bazı marjinal unsurları (fahişeler, deliler, cüzzamlılar) hedeflemiştir (Aquinas, IX, , ; X, ). Pagan dinlerin yanı sıra kilise otoritesini ve hıristiyan toplumunu doğrudan tehdit ettiğine inanılan heretik inançlara ve homoseksüelliğe ise göz yumulmamıştır (a.g.e., IX, ; XIII, ; V. Lateran Konsili, ).

Heretik gruplar Hıristiyanlığın başlangıcında cemaat dışına atılarak cezalandırılırken Konstantin tarafından Hıristiyanlığa ayrıcalık tanınmasıyla birlikte (Milano Fermanı, ) sapkın inanca sahip olmak devlete karşı işlenen suç kapsamında görülmüş ve mallarına el konulup kendileriyle her türlü münasebetin yasaklandığı bu kimseler sonraki hıristiyan Roma imparatorları tarafından ağır cezalara çarptırılmıştır. Sapkınlara yönelik ölüm cezası ilk olarak, Hıristiyanlığı devlet dini ilân edip imparatorluk bünyesindeki son pagan unsurları ortadan kaldıran I. Theodosios zamanında gündeme gelmiştir (). XII. yüzyıldan itibaren piskoposlara kendi bölgelerindeki sapkın fertleri tesbit etme ve yakılarak cezalandırılmaları için resmî otoritelere teslim etme görevi verilmiştir. XIII. yüzyılın ortalarından itibaren sapkınları sorgulamak üzere kilise bünyesinde engizisyon mahkemeleri oluşturulmuştur. Öte yandan sapkınların belirlenip cezalandırılması hususu belli prensiplere bağlanmış ve kendilerine tövbe için süre tanınmıştır (IV. Lateran Konsili, ).

Yahudiler, Hıristiyanlığın devlet dini olmasından itibaren varlıklarını sürdürmelerine ve tolerans prensibinin özel muhatapları olarak çok defa belli haklardan yararlanmalarına rağmen dönem dönem siyasî ve dinî otoriteler tarafından kısıtlama ve baskılara (Justinyen Kanunları, ; IV. Lateran Konsili, ), Hıristiyan halk eliyle yağmalama ve toplu katliamlara mâruz bırakılmış, gerek Katolik gerekse Protestan yöneticileri tarafından zorla hıristiyanlaştırılmış veya yaşadıkları ülkelerden kovulmuşlardır.

Müslümanlar, prensipte yahudilerle aynı başlık altında (infidel = imansız) değerlendirilmelerine rağmen (Viyana Konsili, ; Novak, LVIII [], s. 35) kurdukları devletler ve yaptıkları fetihlerle kiliseye ve hıristiyan krallığına yahudilerden daha büyük tehdit olarak görüldükleri ve putperest hatta sapkın kabul edildikleri için bu gruba karşı kilisenin tavrı daha sert olmuştur. Çeşitli konsil kararlarında kiliseye yönelik düşmanlıkta bulundukları ve hıristiyanları öldürdükleri gerekçesiyle kutsal toprakları ellerinde tutan müslüman Araplar'a ve hıristiyan krallıklarını ele geçiren Türkler'e karşı savaş açılması dinî bir emir olarak sunulmaktadır (III. Lateran, II. Lyon ve V. Lateran Konsilleri, , , ).

Yahudilere yönelik tolerans konusunda mutedil görüş ortaya koyan Thomas Aquinas'ın teolojisinde yahudilerle müslümanlar arasında teoride de belli bir ayırım gözetilmektedir. Tertullian, Origen ve Jerome gibi erken kilise babaları, Îsâ Mesîh'i reddettikleri için yahudileri imansız ve lânetlenmiş kabul etmekle birlikte onların öldürülmeyip sürgüne ve hıristiyanlara boyun eğmeye mahkûm edilmelerini istemiştir. Aquinas ise Augustine gibi geçmişte hakikate sahip olmaları ve hıristiyan hakikatini belli ölçüde yansıtmaları sebebiyle, yani bir menfaat gereğince yahudilerin dinî uygulamalarına göz yumulması gerektiğini ileri sürmüştür (The Summa Theologica, IX, ; City of God, s. ; krş. Romalılar'a Mektup, 11). Aquinas'a göre -müslümanlar dahil olmak üzere- diğer inançsızların (sapkınlar ve paganlar) dinî uygulamalarına hakikati yansıtmadığı ve dolayısıyla benzer bir menfaat sağlamadığı için aslında hiçbir şekilde tolerans gösterilmemesi gerekir; ancak muhtemel bir huzursuzluğu önlemek veya onları hıristiyan dinine çekmek söz konusu olduğunda göz yumulmalıdır (krş. Korintoslular'a Birinci Mektup, 5/). Nitekim modern döneme kadar kilisenin ve farklı hıristiyan grupların müslümanlara karşı genel tavrı, ya heretik mezhep veya putperest din mensupları oldukları gerekçesiyle yaşama hakkı tanımamak veya özellikle XVI. yüzyıldan itibaren sistemli bir misyonerlik politikasına tâbi tutmak şeklinde cereyan etmiştir (Aydın, s. ).

İşin pratiği söz konusu olduğunda gerek yahudilerle müslümanlara karşı uygulanan ve Haçlı seferleriyle doruğa ulaşan toplu katliamların ve sapkın hıristiyanları hedef alan engizisyon mahkemelerinin gölgelediği kilise tarihini, gerekse yıllar süren mezhep savaşlarına sahne olan Hıristiyanlık tarihini toleranssızlık tarihi olarak kabul etmek mümkündür. Öte yandan hem hıristiyanların hem de ondan önce eski Yunan ve Romalılar'ın diğer inançlarla ilgili uygulamalarına bakıldığında tolerans kavramının paradoks karakteri ortaya çıkar. Çok tanrılı dinî sisteme sahip eski Yunan medeniyeti farklı inanç ve ritüelleri bünyesinde barındırmakla birlikte özellikle siyasî istikrarsızlığın yaşandığı dönemlerde toplum düzenine tehdit olarak gördüğü Anaxagoras ve Sokrat gibi filozofları ülkeyi terk veya ölüm arasında seçim yapmaya zorlamıştır. Roma yönetimi ise prensipte diğer din mensuplarına (yahudiler) kendi dinî uygulamalarında serbestlik sağlamasına rağmen devletin resmî tanrılarına ibadet etmeyi reddeden ve Roma'nınkine zıt bir hayat anlayışına sahip olan hıristiyanlar, tolerans yanlısı görüşleriyle tanınan Stoacı Marcus Aurelius dahil olmak üzere çeşitli Roma imparatorları tarafından korkunç cezalara çarptırılmıştır. Öte yandan Tertullian ve Lactantius gibi erken kilise babaları, pagan Roma tarafından baskı gördükleri dönemlerde inanç hürriyetinden yana görüşler ortaya koyarken Hıristiyanlığın Bizans İmparatorluğu'nun resmî dini haline gelmesiyle birlikte kilise ve devlet otoriteleri paganlara, heretiklere ve diğer din mensuplarına karşı baskıcı ve hatta yok edici tavır içerisinde olmuştur. Benzer durum, Erasmus gibi Rönesans dönemi hümanist Katolik düşünürleri için de geçerlidir. Aynı şekilde Katolik kilisesinin baskıcı uygulamalarına karşı sistematik biçimde müsamaha fikrini savunan John Locke gibi (Epistola de Tolerantia, ) Protestan bir düşünür de İngiltere'de yaşayan Katolik azınlığın ve ateistlerin siyasî sebeplerden hareketle tolerans uygulamasının dışında tutulmasını gerekli görmüştür.

Bütün bu hususlar, tolerans kavramının hiçbir zaman sınırsız olarak anlaşılıp uygulanmadığı, en toleranslı toplumların bile kendi düzenlerini tehlikeye sokacak düşünce ve inançlara göz yummadığı gerçeğine işaret etmektedir (Batuhan, s. ). Nitekim XVI. yüzyıldan itibaren tolerans kavramı etrafında yapılan tartışmalarda toleransın sınırları ve epistemolojik / etik izâfîliğe dönüşme tehlikesi gibi hususlar üzerinde durulmuştur. Voltaire ve David Hume gibi septik filozoflar hakikatin bilinemezliği ve izâfîliği düşüncesinden hareketle tolerans ilkesini savunurken Spinoza, Milton, Lock, Kant ve Stuart Mill gibi rasyonalist düşünürler, daha önce Sokrat, Erasmus ve Montaigne tarafından da ileri sürüldüğü gibi kilise veya devlet otoritesine karşı ferdin muhtariyetini ve insan aklının üstünlüğünü öne çıkarmışlardır. Bu düşünürlere göre hakikate ancak özgür düşünme, tartışma ve diyalog yoluyla ulaşmak mümkünken aynı şekilde inanç da zorla değil ferdin kendi isteğiyle benimseyebileceği bir şeydir. Toleransın sınırı noktasında ise demokrasi konusunda olduğu gibi devletin güvenliğine aslî bir tehdit oluşturmama (Lock) ya da başka fertlere zarar vermeme (Mill) gibi ilkeler esas alınmıştır. Bugün Batı ülkelerinin anayasasında veya yerel hukukunda din ve vicdan hürriyeti şeklinde yer alan tolerans ilkesi dayandığı prensipler ve sonuçları açısından hâlâ üzerinde tartışılan bir konudur. Kilise bünyesinde ise daha ziyade dinler arası diyalog kapsamında ya da homoseksüellikle bağlantılı olarak gündeme gelmektedir.

Kaynak: TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLAM ANSİKLOPEDİSİ

ONUNCU İPUCU: “Alışverişte M&#;samahak&#;r Olmak”

RAHMETLİ OLMANIN İPUÇLARI

بسم الله الرحمن الرحيم

Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…

ONUNCU İPUCU:

“Alışverişte Müsamahakâr Olmak”

 

Câbir b. Abdillah radıyallâhu anh’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellemşöyle buyurmuştur:

رَحِمَ اللَّهُعَبْدًا سَمْحًا إِذَا بَاعَ، سَمْحًا إِذَا اشْتَرَى، سَمْحًا إِذَا اقْتَضَى

“Sattığında, satın aldığında ve hak(kını) talep ettiğinde müsamahakâr davranan kula Allah rahmet etsin.”

İşte önümüzde Allah’ın rahmetini isteyenler için uzatılmış bir ip daha: Satışta, satın alışta ve hak talebinde müsamahakâr olmak, toleranslı ve esnek davranmak… Böyle davrananlara Allah rahmet edecek, işlerinde müsamahakârlığı kendilerine şiar edinmelerinden ötürü merhametiyle onlara muamelede bulunacaktır. Allah’ın rahmetine erişmek istiyorsan, o halde alışverişinde ve tüm davranışlarında müsamahakâr ol.

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, ümmetinin Allah’ın rahmetine erişmesi için onlara birçok yol göstermiş, birisini yapamadıklarında öbürünü yapsınlar diye onlarca yola kendilerini irşâd etmiştir. Alışverişte ve hak talebinde müsamahakâr davranmak işte bu rahmet yollarından sadece bir tanesidir. Konunun detayına geçmeden önce bu konuyla alakalı başka bir rivayete daha yer vererek rahmete erişmenin bir yolunu daha göstermek istiyoruz. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellemİmam Beyhakî’nin naklettiği bir rivayette şöyle buyurur:

“Sattığında, satın aldığında, borcunu ödediğinde ve borcunu istediğinde müsamahakâr davranan kişiye Allah rahmet etsin.”

Görüldüğü üzere Efendimiz aleyhisselam bu sözünde, üstte zikrettiği üç maddeye bir dördüncüsünü eklemektedir. Bu da borcunu ödediğinde” müsamahakâr davranmaktır. Bu ilave, borcu olan ve onu ödemek isteyen kimseleri ilgilendirmektedir. Buna göre borcu olan bir kimse borcunu ödeyeceğinde karşı tarafa güzel sözler söyleyerek, dua ettiğini bildirerek ve kendisine borç verdiği için müteşekkir olduğunu dile getirerek müsamahakâr davranmış olabilir. Böylesi bir muameleyle Allah’ın rahmetine mazhar olur.

İbn Mâce’nin konumuzla alakalı olarak naklettiği diğer bir rivayette şöyle bir farklılık vardır:

“Sattığı zaman ve satın aldığı zaman kolaylık gösteren kişiyi Allah cennete koysun.”

Bu rivayette Efendimiz aleyhisselam,  üsttekilerden farklı olarak özellikle alışverişlerinde müsamahakâr davranan kişilere cennet temennisinde bulunmaktadır. Üstteki rivayetler bu tür kimselerin rahmete mazhar olmalarını temenni ederken, bu rivayet onlar için cennet dileğinde bulunmaktadır. İşin aslı, cennet Allah’ın rahmetinin tecelli ettiği yer anlamına geldiği için bu rivayetle üstteki rivayetlerin aynı anlama geldiğini söylememiz mümkündür.

Alışverişinde Müsamahakâr Ol!

İzahını yapmaya çalıştığımız hadis-i şerif, ilk maddesinde öncelikle alım satımda müsamahakâr davrananlara rahmet temennisinde bulunmaktadır. Bilindiği üzere alışveriş, hemen hepimizin günlük hayat içerisinde her an karşı karşıya kaldığı bir husustur. Bakkalda, markette, çarşıda, pazarda, kunduracıda, konfeksiyoncuda ve benzeri yerlerde ya bir şeyler alarak veya bir şeyler satarak bu muameleyi gerçekleştiririz. İşte bu muamelemiz esnasında toleranslı olur, karşı tarafa merhamet ve kolaylıkla davranır ve olabildiğince esnek bir tutum sergilersek Allah’ın rahmetine hak kazanmamız söz konusu olur.

Bu gün nice insan, maalesef ki bu önemli ticarî ahlak ilkesini terk etmiş ve insanlardan bir şeyler alırken veya onlara bir şeyler satarken merhamet ve müsamahayı elden bırakmış durumdadırlar.

“Şüphesiz ki tâcirler kıyamet günü fâcirler/günahkarlar olarak haşredilecektir. Ancak takvalı davranan, iyilik yapan ve doğru söyleyenler bundan müstesnadır.”

Oysa merhamet ve müsamaha ile muamelede bulunmak dünyada bereketin ve rahmetin kaynağı olduğu gibi, ahirette de bağış ve mağfiretin kaynağı olacaktır.

“Allah’ın kendisine mal ihsân ettiği kullarından birisi Allah’ın huzuruna getirildi. Allah Teâlâ ona:

– Dünyada ne yaptın? diye sordu. Adam:

– Ey Rabbim! Sen bana malını verdin; ben de insanlarla alış veriş yapardım. Alış verişte kolaylık göstermek benim huyumdu. Zengine kolaylık gösterir, fakire mühlet verirdim, dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ:

– Ben buna senden daha lâyıkım, dedi ve (Meleklere) ‘Kulumu affediniz’ buyurdu.”

Peygamber Efendimizin bildirdiğine göre dünyada doğru söz söyleyerek ve emin kimseler olarak ticaret yapan kullar, kıyamet günü peygamberler, sıddıklar ve şehidlerle beraber olacaktır.

“Doğru sözlü ve emin bir tacir, kıyamet günü peygamberler, sıddıklar ve şehidlerle beraber olacaktır.”

Unutmamak gerekir ki, ahirette peygamberler, sıddıklar ve şehidlerle beraber olmak herkese nasip olmayacak kadar çok büyük ve değerli bir ödüldür. Bilindiği üzere İslam’da bir işe çok büyük bir mükâfat vaat edilmişse, o iş hakikatinde çok zor ve meşakkatlidir. İçerisinde herkesin başaramayacağı kadar zorluklar barındırır. İşte doğru dürüst, ilkeli ve insanlara güven vererek ticaret yapan insanlar, bu ödüle hak kazanacaklar ve ahirette peygamberler, sıddıklar ve şehidlerle beraber olacaklardır. İşte işin burasını iyi tefekkür edenler, bu amelin ne kadar zor ve becerilmesinin ne kadar meşakkatli olduğunu kolaylıkla anlarlar. Ama işin burasını iyi fıkhedemeyenlerin “Hocam, ticaret bu ya! Ticarette doğru sözlü ve emin olmanın neresi zor olacak ki!” demeleri çok normaldir. Bizce onların böyle demelerinin sebebi; Allah’ın razı olacağı ticaretin hakikatini iyi idrak edememeleridir. Eğer onlar öncelikle Allah’a, sonrasında da müşteriye karşı “sâdık” olmanın, alıcıyı aldatmamanın, malın tüm kusur ve eksikliklerini dile getirerek ticaret yapmanın zorluklarını görselerdi bu şekilde rahatça konuşmazlardı. Ve yine onlar insanlara emniyet duygusu vererek, güven konusunda kendilerinin asla yanlış yapmayacaklarını karşı tarafa hissettirerek ve kesinlikle müşterilerini kandırmayacaklarını ihsas ederek esnaf olmanın meşakkatini bihakkın bilselerdi bu sözü kolaylıkla söyleyemezlerdi. Bunu gerçek manada kavrayamadıkları ve ticareti sadece “karşı tarafa mal satma” olarak değerlendirdikleri için bu kadar rahat konuşuyor, bu hadisteki müjdenin gerçek mahiyetini anlayamıyorlar. Eğer bu büyük müjdenin ancak çok zor işler için verileceğini hakkıyla anlasalar ve en azından Peygamberimizin bu kadar kolay bir amele böylesi büyük bir mükâfat vaat etmeyeceğini idrak etselerdi biraz daha teenni ile hareket eder ve ticaretin asıl itibariyle zor olduğunu bilirlerdi. Bu insanlara öncelikle İslamî kriterler çerçevesinde şu dünyada ticaret yapmanın çok zor bir iş olduğunu; ama bu zorluğa rağmen Allah’ın istediği ticaret anlayışını ortaya koyarak iş döndürenlerin cennette çok yüksek derecelerle ödüllendirilecekleri gerçeğini anlatmak veya kavratmak gerekir.

Şeyh Abdurrahman es-Sa‘dî şöyle der:

“Muamelelerde, borç ödemede vermede ve alacak istemede müsamahakâr olan kimsenin, Peygamberimizin kabul edilmesi kaçınılmaz olan bu mübarek duasının kapsamına girdiğinden dolayı dinî ve dünyevî her türlü hayra nail olması umulur. Bu, gözle de müşahede edilmiştir. Sen, bu vasıfta olan her bir tâcire Allah’ın bolca rızık akıttığını ve üzerine bereketler indirdiğini görürsün. Bunun zıddı ise, zorluk çıkaran, işi yokuşa süren ve muamelede bulunduğu insanlara problem üreten kimsedir. Karşılık, amelin cinsinden olur. Dolayısıyla kolaylığın karşılığı, (Allah tarafından) kolaylık görmektir.”

Buraya kadar söylediklerimiz satıcı pozisyonunda olan kardeşlerimizi ilgilendirmektedir; bunun bir de alıcı, yani müşteri tarafı var. İzah etmeye çalıştığımız hadis, müşterilere de ayrıca bir mesaj veriyor ve onların da müsamahakâr olmaları gerektiğini vurguluyor.

“…satın aldığında… müsamahakâr davranan kula Allah rahmet etsin.”

İş yerlerine gittiğimizde hepimiz görürüz; öyle müşteriler var ki, olmayacak fiyatlar teklif ederek satıcıyı zora sokar ve ille de benim dediğim olacak diye tutturur. Yine öyleleri var ki, karşı tarafı sanki çok aşırı kazanıyormuş adasıyla rencide eder. Bu tavırlarıyla iki suçu birden işlerler:

a) Karşı tarafı yalana sevk etme suçu.

b) Satıcının maddî çıkarını göz ardı ederek onu adeta “enayi” yerine koyma suçu.

Oysa bu müşterilerin karşı tarafın ticaret yaptığını göz ardı etmemesi, mal alacaklarında satıcının durumunu göz önüne almaları gerekir. Bu adamın kirası var, elektriği var, suyu var, işçi parası var, yemek masrafı var… Şimdi bu adam belirli bir miktarda kâr elde etmezse tüm bu masrafları nasıl karşılayacak, bütün bu yükün altından nasıl kalkacak? İşte müşteriler olarak bizlerin bunu hesaplaması, bu dükkânlarda bizlere hizmet sundukları için kâr oranlarını çok kısma taraftarı olmaması gerekmektedir. Elbette ki bu işin pazarlık payı, makul bir fiyatta anlaşma durumu vardır. Bu, teklif edilebilir. Bu teklif edildikten sonra eğer satıcı hâlâ diretiyor ve söylenen rakamın olmayacağını belirtiyorsa çokta ısrarcı olmanın bir anlamı yoktur. Bu durumda işimize geliyorsa alır, işimize gelmiyorsa hayırlı işler dileyerek oradan ayrılırız. Böyle yapmamız, hem İslam âdabına en uygun olanıdır hem de karşı tarafın hakkına saygı duyduğumuzun bir delildir. İşte bu güzel hadis-i şerifinde Peygamberimiz aleyhisselam, müşteri pozisyonunda olan bu tür kimselere ince bir mesaj veriyor ve satıcıları zora sokmamalarını kendilerine öğütlüyor.

“Satın aldığında müsamahakâr davranan kula Allah rahmet etsin.”

Hak Talebinde Müsamahakâr Ol!

İzahı sadedinde olduğumuz hadis-i şerifin son maddesinde Efendimiz aleyhisselam, “…Hak(kını) talep ettiğinde müsamahakâr davranan kula Allah rahmet etsin” buyurmaktadır. Buradaki hak talebinden kasıt; “alacağı istemek” olarak yorumlanmıştır. Buna göre alacağını isterken müsamahakâr davranan, anlayış gösteren, karşıyı rencide etmeyen, alacağını tehir eden ve −eğer imkânı varsa− bütünüyle borcundan feragat eden kimse Allah’ın rahmetini hak eden kimsedir. Böyleleri dünyada da ahirette de Allah’ın merhametine nail olacaklardır.

Borç isterken esnek davranmak, Allah’ın sevip razı olduğu amellerdendir. Bu nedenledir ki, Kitabı’nda borçluya mühlet tanınmasını tavsiye buyurmuştur.

وَإِنْ كَانَ ذُو عُسْرَةٍ فَنَظِرَةٌ إِلَى مَيْسَرَةٍ وَأَنْ تَصَدَّقُوا خَيْرٌ لَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ

“Eğer (borçlu) zorluk içindeyse, ona elverişli bir zamana kadar süre (verin). (Borcu) sadaka olarak bağışlamanız ise, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz.” (Bakara, )

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in bu konuda çok önemli ve teşvik edici hadisleri vardır. Bu hadisleri okuyup da hak talebinde müsamahakâr davranmamak gerçekten mümkün değildir. Şimdi, bu hadislerden birkaç tanesini zikrederek rahmete nail olma noktasında meselenin ne kadar önemli olduğunu vurgulamaya çalışalım. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

• “Kıyamet gününün sıkıntılarından Allah’ın kendisini kurtarmasından hoşlanan  kimse, borcunu ödeyemeyene mühlet tanısın veya ondan (ya bir bölümünü ya da hepsini) silsin.”

“İnsanlara borç para veren bir adam vardı. O, (sürekli) hizmetçisine şöyle derdi: ‘Darda kalmış bir fakire vardığında onu affediver; umulur ki Allah da bizim günahlarımızı affeder.’ Nihayet o kişi Allah'a kavuştu ve Allah onu affetti.”

 “Sizden önceki ümmetlerden bir adam hesaba çekildi, hayır namına hiçbir şeyi bulunamadı. Fakat bu adam insanlarla düşer kalkardı ve zengin bir kimse idi. Hizmetçilerine, darda kalan fakirlerin borcunu affetmelerini emrederdi. Bunun üzerine Azîz ve Celîl olan Allah ‘Biz affetmeye ondan daha lâyıkız; onu affediniz’ buyurdu.”

 “Bir kimse darda bulunan borçluya mühlet verir veya borcunun bir kısmını ya da tamamını bağışlarsa, Allah, o kişiyi kendi gölgesinden başka gölge bulunmayan kıyamet gününde arşının altında gölgelendirir.”

• Ebu Hureyre radıyallahu anhanlatır: “Bir adam alacağını istemek üzere Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e geldi ve ona karşı ağır bir ifade kullandı. Bunun üzerine ashâb ona haddini bildirmek istediler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

– Onu bırakınız; çünkü alacaklı olanın söz söylemeye hakkı vardır, buyurdu. Sonra da ‘Onun devesiyle aynı yaşta olan bir deve veriniz’ diye emretti. Sahâbîler:

– Ya Rasûlallah! Ancak onun devesinden daha iyi olan yaşlısını bulabiliyoruz, dediler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

– O halde onu veriniz; şüphesiz ki sizin hayırlınız borcunu en güzel şekilde ödeyendir, buyurdu.”

İşte tüm bu nakilleri göz önüne alarak, borç verdiğimiz insanlara toleranslı davranmalı ve onlardan haklarımızı isterken dayatıcı, despot olmamalıyız. Böyle davrandığımızda Allah’ın bizlere merhamet etmesini umabiliriz.

 “İkâle” Nedir Bilir misin?

Alışverişte müsamahakârlığı anlatıp, ikâle meselesine temas etmemek olmaz. İkâle kelimesi sözlükte: “Mevcut bir şeyi ortadan kaldırmak” demektir. İslamî ıstılahta ise: “Karşılıklı rıza ile bir alışverişi iptal etmek”tir.

Bu tanıma biraz daha açıklık getirerek ifade edecek olursak ikâle; “Geçerli veya geçersiz bir sebebe dayanarak bir alışverişi bozmak isteyen bir müşterinin bu talebini kabul edip, tartışma ve probleme yer vermeden güzellikle ücreti geri ödemek ve müşteriye kolaylık sağlamak” demektir.

İnsanoğlu kimi zaman alışverişlerinde veya yaptığı bazı akitlerinde hataya düşebilir. Bazen aldığı bir ürünü hiçbir kusuru olmadığı halde geri vermek ister.  Bazen aldığı ürünü o an için beğenmiştir, ama daha sonra ürün hoşuna gitmez; bu nedenle de iade etmeyi arzular. İşte böylesi durumlarda satıcının ikâle yapması, yani aslında malı almama gibi bir hakkı olduğu halde malını geri alıp ücretini vererek müşteriyi memnun etmesi söz konusudur. Böylesi bir özveriyle hareket ederek müşteriyi rahatlatan bir satıcıya Allah Rasûlü dua etmiş ve böylelerinin günahlarının da Allah tarafından ikâle edileceğini, yani affedileceğini bildirmiştir. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

“Kim bir Müslümanın alışverişi bozma isteğini kabul ederse, Allah da onun yanlışlıklarını yok eder.”

“Kim pişman olan birisinin alışverişini bozma isteğini kabul ederse, Allah da kıyamet günü onun yanlışlıklarını yok eder.”

Yapılan alışverişi meşru bir sebep olmaksızın bozma hususunda kadınlar ve gençler ön safta yer almaktadırlar. Kadınlar, bazen çarşı pazarlardan eşlerinin izni olmadan bir şeyler alıyorlar, eşleri de bu durumu öğrenince kendilerine kızıyor ve hemen o malı geri vermelerini istiyorlar. Bu durumda kadın zorda kalıyor. Gençler de anne-babalarının izni olmadan alışveriş yapıyor ve paralarını onların kanaatince çarçur ediyorlar. Bu durumu öğrenince ebeveynleri kızıyor ve hemen malı geri vermelerini istiyorlar. Bu halde genç iki arada bir derede kalıyor ve ne yapacağını bilemiyor. İşte böylesi durumlarda satıcılar için sevap elde edecekleri büyük bir fırsat doğuyor. Eğer satıcılar ikâle meselesinde birazcık özverili olur, toleranslı davranır ve karşı tarafa kolaylık sağlarlarsa Allah da onlara kolaylık sağlayacak ve onların hatalarını bağışlayacaktır.

İkâleyle alakalı tüm bu söylenenler, konumuzun esası olan hadiste anlatılan “müsamahakârlık” kapsamındadır. Buna göre sırf Allah rızası için ikâle yapanlar, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in rahmet temennisine mazhar olurlar.

Meşru Tüm İşlerinde Toleranslı Ol!

Alışverişte, ticarette, borç almada, borç vermede, borç istemede ve bilumum hayatı kuşatan her işte kolaylık gösterme ve müsamahakâr davranma prensibi, genel itibariyle İslam’ın temel esasıdır. İslam, meşru olan işlerde merhameti ve müsamahayı esas alarak insanlara davranmayı bizlere emretmektedir. Rabbimiz bu esas üzere insanlara muamele etmiş, tüm hata ve suçlarına rağmen onlara yeri ve zamanına göre toleranslı davranmıştır. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in fiilî uygulamaları da hep bu yönde cereyan etmiştir. Bunların örnekleri saymakla bitmez. Lakin yanlış anlamaya kapı aralamamak için burada hemen ifade edelim ki, müsamaha ve tolerans her yerde ve her zamanda olmaz. Bazı anlar ve bazı yerler vardır ki, buralarda sert olmak, müsamahakâr olmaktan daha önemlidir. Mesela harp zamanları −özellikle de Müslümanlara kan kusturmuş insanlarla karşı karşıya gelindiği anlar− bu yerlerden bir tanesidir. Burada karşı tarafın kalbine korku salacak tarzda sert bir duruş sergilemek, Allah’a, merhametli bir tavır sergilemekten daha çok sevimlidir. Rabbimiz şöyle buyurur:

يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ جَاهِدِ الْكُفَّارَ وَالْمُنَافِقِينَ وَاغْلُظْ عَلَيْهِمْ وَمَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ

“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et ve onlara sert davran. Onların barınma yeri cehennemdir. Orası ne kötü bir dönüş yeridir.” (Talak, 8)

Kur’ân’ı gözden geçirdiğimizde birçok ayette kâfirleri affetmesi, onları bağışlaması ve onlara aldırış etmemesi Efendimize emredilirken; burada onlara karşı sert olması emir buyrulmaktadır. Acaba bunun sebebi nedir? Bunun sebebi −Allah-u a‘lem− şudur: Kâfirleri affetmek ve onları bağışlamak davetin ön plana çıktığı yerlerle alakalıdır. Bir yerde davet ve tebliğ ortamı hâkimse orada kâfirleri affetmek, merhameti ve müsamahayı öne çıkararak onlara iyi muamele etmek gerekir. Bu, onların hidayeti kabul etmeleri bakımından daha elverişli olandır. Ama davet ve tebliğin öne çıkmadığı, artık silahların konuştuğu ortamlarda bulunulduğunda buralarda merhamet ve müsamahayı değil, caydırıcı olmak için sertlik ve kabalığı öne çıkarmak gerekir. Böylesi davranışları gören kâfirler, Müslümanlara karşı içlerinde daha çok korku duyacak, bu da onların gücünü kırarak inananların daha az zarar görmesine neden olacaktır. İşte bundan dolayı Rabbimiz savaş durumlarında sert olmayı Peygamberine ve onun şânında biz müminlere emir buyurmuştur.

Toleransın olmayacağı yerlerden bir tanesi de Allah’ın hadleri, tazirleri ve cezalarıdır. Bu hadlerin tatbik edilmesinde hak neyi gerektiriyorsa onunla hüküm vermek ve bu noktada merhamete kaçarak gevşek bir tutum sergilememek gerekir. Bu noktada gösterilecek sözüm ona merhamet, asıl itibariyle “soğuk bir müsamaha” anlayışından başka bir şey değildir. Unutmamak gerekir ki asıl merhamet ve gerçek müsamaha Allah’ın hükmünü uygulamaktır. Allah’ın hükmünü uygulayan bir kimse, müsamaha ve merhametin en üst seviyesi ile insanlara muamelede bulunmuş demektir. Müslüman, hak eden insanlara karşı Allah’ın ahkâmını ve şeriatın kanunlarını uygulamada –en yakın akrabası bile olsa− asla toleranslı davranmaz, kıyak geçmez, torpil yapmaz. Bilir ki bunlar Rabbini kızdıran şeylerdir.

“Eğer Muhammed’in kızı Fatıma bile hırsızlık yapmış olsaydı Allah’a yemin ederim ki onun da elini keserdim!”

Müslüman, Allah’ın hakkını tüm hakların önüne alarak gerekli hükmü uygular. İşte bu, asıl toleransın ta kendisidir.

الزَّانِيَةُ وَالزَّانِي فَاجْلِدُوا كُلَّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا مِائَةَ جَلْدَةٍ وَلَا تَأْخُذْكُمْ بِهِمَا رَأْفَةٌ فِي دِينِ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَلْيَشْهَدْ عَذَابَهُمَا طَائِفَةٌ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ

“Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüzer değnek (celde) vurun. Eğer Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, onlara Allah’ın kanunu konusunda sizi bir acıma tutmasın. Onlara uygulanan cezaya müminlerden bir grup da şahit bulunsun.” (Nur,2)

İşte bu ve benzeri yerlerdeki istisnaî durumları bilmemiz ve “müsamaha” anlayışımızı bu esaslar üzerine bina etmemiz gerekir.

Ne mutlu alışverişinde, ticaretinde, borçlanmasında, borç almasında, borç vermesinde ve meşru her işinde kolaylık gösterip müsamahakâr davranan kullara! Allah’ım! Bizi bu ahlak ile ahlaklanan ve neticesinde Senin engin rahmetine mazhar olan kullarından eyle. (Allahumme âmin)

 

 

Faruk Furkan

 

Okunma Sayısı

Tweet

M&#;samahakar Ne Demek, Tdk S&#;zl&#;k Anlamı Nedir? M&#;samahakar Kime Denir?

Son Dakika Haberler

EğitimM&#;samahakar Ne Demek, Tdk S&#;zl&#;k Anlamı Nedir? M&#;samahakar Kime Denir?

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır

© 2024 Toko Cleax. Seluruh hak cipta.