nar ağacı kitabı oku / OKUNASI KİTAPLAR - NAR AĞACI(KİTAP) - Wattpad

Nar Ağacı Kitabı Oku

nar ağacı kitabı oku

Hüyükteki Nar Ağacı

Hüyükteki Nar Ağacı – Yaşar Kemal

Karakterler

Memet: Köyden ayrılıp Çukurova’ya gidip çalışarak para kazanmayı hedefleyen arkadaşları arasında en iyimser olan adamdır.

Hösük: Grubun güçlü ve öfkeli üyelerindendir.

Yusuf: Grubun en zayıf ve romanın başından sonuna dek hasta olan karakterdir.

Aşık Ali: Grubun ağırbaşlı, sakin ve en bilge karakteridir.

Memet Çocuk: Grubun en son üyesi olarak, büyük ve basit hayaller kuran, etrafındaki yetişkinler tarafından fazla ciddiye alınmayan bir karakterdir.

Konusu

Yaşar Kemal, Hüyükteki Nar Ağacı romanı için kesin bir tarih vermemekle birlikte, romanın 1951 yılında yazıldığı ve Marshall Planı’ndan somut olarak bahsedildiği dikkate alındığında, 1950’li yıllarda Çukurova bölgesinde geçtiği sonucuna varılabilir. Bu yıllarda Çukurova’ya gelen traktör ve biçerdöverler, dağdan çalışmak için Çukurova’ya gelen işçileri tamamen işsiz bırakmış ve bu teknolojik gelişmeye bağlı olarak ciddi işsizlik, yoksulluk ve sefalet ortaya çıkmıştır. Bu itibarla Hüyük’teki Nar Ağacı’nın geçtiği yeri ve zamanı ortaya koymak ve bu işçilerin yaşadığı sıkıntıları anlatmak için yazılmış bir roman olduğu söylenebilir.

Hüyükteki Nar Ağacı Özeti

Memet’in tarlasında ekinler kuruyunca çareyi ovaya gidip ırgatlık yaparak bulur. Evden ayrılmadan önce evin tek geçim kaynağı, küçük keçiyi Duran Efendi’ye satması ve karısına birkaç günlüğüne idare edeceğini, dönüşünde Çukurova’dan birkaç tane getireceğini söylemesidir. Memet, ertesi gün birlikte yola çıkmak için köylüsü Hösük ile anlaşır. Ertesi gün Memet, Höyük ve Aşık Ali yola çıkar. Sağlık sorunu yaşayan Yusuf onları takip eder. Yolda Keklikoğlu’nun çobanı Memet Çocuk’ da ekibe katılır. İş bulmak, para kazanmak, kendilerini beslemek için dolaşırlar. İlk hedefimiz Memet ablamın ve ablamın dediğine göre eskiden çalıştığı çiftliği ziyaret etmek. İki gün sonra burada karşılaştıkları şey tam bir şoktur. Kadın Memet’i tanıdığı halde görmezden gelir. Sarı öküzlere ve Memet gibi insanlara ihtiyaç kalmaz, makineler çiftliğe girer, Yaşlı adam çalışır, eker, biçer. Ekmeği verir ve çöpe atar. Çukurova’da çalışabilecek bir iş aralar. Yolda karşılaştıkları olaylar, Yusuf’un rahatsızlığının artması, kendileri gibi yoldan geçenlerle sohbetleri, Âşık Ali’nin dinlediği şarkılar, sivrisineklerden korunma gibi olaylar yaşarlar. Akköy’de geçici bir iş bulurlar. Artık tamamen umutsuzluğa kapılıp geri dönmenin hayalini kurarken, ormanlık bir köydeki yaşlı bir kadına “Höyükteki Nar Ağacı”nı, övgüsünü, yaraları nasıl iyileştirdiğini, insanların sorunlarına nasıl çareler bulduğunu, açları doyurduğunu anlatmışlardır. Zalimlere yaklaşamamış, cebinin parayla dolduğunu ve isteklerini yerine getirdiğini çünkü orasının “Kırklar Meydanı” olduğunu ve buranın kutsallığını anlatmıştır.

Kısa Bilgiler
  • 31 Ocak 1951’de Hüyükteki Nar Ağacı’nı bitiren yazar, eseri kaybetmiştir. Kadirli’deki annesinin sandığında bulunmuş, ardından amcasının oğlu tarafından 1966’da kendisine getirilmiştir. Eserin ilk beş sayfası kopmuş olmasına rağmen bu sayfalar, yazar tarafından yeniden yazılmıştır. Neredeyse hiçbir değişiklik yapmadan 1982’de yayımlanmıştır

Hüyükteki Nar Ağacı – Kitap Açıklaması

Yaşar Kemal’in “doğa-insan ilişkilerini en iyi anlamda verdiğim yapıtlarımdan biri” dediği Hüyükteki Nar Ağacı, traktörün tarıma girmesiyle birlikte işsiz kalan yarıcılar ve mevsimlik işçilerin dramını konu alıyor. Kapitalizmin Çukurova’ya düşen büyük gölgesi, her satırla görünür kılıyor.

“İşte bu romanı ve Yaşar Kemal’in pek çok yapıtını güçlü kılan şey şu ‘doğa-insan ilişkisi’ sözlerinde saklanıyor. Çünkü Yaşar Kemal bu ilişkiye insanın en temel, en eski, dil yaratma yetisiyle özdeş bir niteliğiyle yaklaşıyor. Mitos yaratmak…”

– Güven Turan-

“Hüyükteki Nar Ağacı adlı romandaki tüm unsurların büyüleyici olması dışında Yaşar Kemal bu romanında kâinatın dışından kelimeleri ve Anadolu’da gizlenmiş mikrokosmos hayatlar ve hayaller ile epik yazarların kosmosunu yaratmayı başarmış.”

– Frankfurter Allgemeine Zeitung

Elimdeki zarfın arka yüzündeki adrese baktım. Otuz yıl önce postaya verildiği yerin harflerini okudum teker teker: Te-hı-te; Taht. Sin-lâm-ye-mim-elif-nûn; Süleyman. Bir tire koydum araya, Farsça tamlamayı kurdum: Taht-ı Süleyman. Taht-ı Süleyman’dan gelmişti bu mektup. Demek ki şimdi bana ne çok yolculuk var ve yolun sonunda daima Taht-ı Süleyman var. Peki ama ben ne kadar çok yoldan geçerek varacağım Taht-ı Süleyman’a? Üstelik otuz yıl geçmiş aradan, aradığım hâlâ yerinde duruyor mudur? “Geleceğim” demedim. Bekliyor mudur? Çalışma masamın başında, üzerinde donuk bir Şubat ışığı oynaşan sararmış zarfı otuz yıl üzerine bir kez daha açtım, otuz yıl önce arkasına ancak bir kez düşebildiğim ve çabuk yorulduğum şeyi bu kez bulmaya kararlıyım. Yasemen “Buluruz” demedi mi? Ne ben otuz yıl önceki benim ne de Iran o eski Iran. Değişmeyen tek makam: Taht-ı Süleyman. Enine doğru ikiye katlanmış çizgisiz kâğıdın başına mavi tükenmez kalemle kondurulmuş hitap yerli yerinde: “Azizim”. Yazılmış olanlar da satır satır, dizi dizi duruyor. Bir de yazı, o hiç değişmiyor. Fakat bu mektup asıl merakımın ne olduğunu anlamıyor, bana ondan haber vermiyor. Hal hatır.

Sonrası iyilik sağlık. Eski insanların bütün mektupları gibi, bolca selâm, bolca isim. Oysa ben şimdi olduğu gibi otuz yıl önce de dedemi, daha doğrusu on iki yaşımda iken kaybettiğim ve ancak bir parça tanıyabildiğim dedemi değil onun asıl hikâyesini, yani gençliğini merak etmişim. Fakat zamanı varmış her şeyin, otuz yıl beklemişim. Şimdi elim ancak varınca, gitmeye karar vermişim. Zaman geldi. Fakat huzursuzum ben. Hayal meyal hatırladığım dedemin hikâyesi mi benim huzurumu kaçıran? Zamanında daha fazla anlattırmak, daha fazla dinlemek, daha fazla bilmek ve öğrenmek mümkünken, hikâyenin kahramanı henüz sağken ve bana bu kadar yakınken nasıl bu kadar gafil olabilmişim? On iki yaş! Çocukluğun taşıyamadığı merak yegâne müdafaam benim. Gafletin bir kefareti olsa katbekat ödeyebilirim. Ama yok. “Yitik zamanın peşindeyim. Ne olmuştu da Tebrizli tacir yerini yurdunu terk etmiş, evinden ocağından, anasından atasından kopmuştu? Ailenin haylaz çocuğu muydu, istenmeyen kişi mi olmuştu? Affedilmeyecek bir hata mı işlemişti ki ikinci vatanında kurduğu yuvaya, tüttürdüğü ocağa rağmen unutamadığı anavatanına mektuplar yazıp dursa da gelmezdi bu mektupların cevabı. Kovulduğu cennetin kapıları bir türlü açılmaz, kimseler ona cevap yazmazdı; tek mektup müstesna. Trabzon’a yerleştiği daha ilk yıllarda aldığı bu mektupta ona “Geri dön” denmişti. “Köprülerin altından çok sular aktı, geri dön.

” Dönmemişti o. Bu çağrıya icabet etmemiş, Zehra’sının, Sehend Dağı’nın gölgesinde, o bambaşka coğrafyada, bambaşka alışkanlıkların, bambaşka insanların arasında yaşayamayacağını düşünmüştü en fazla. Ne geri dönebilmişti ne de hiçbir şey olmamış gibi yapabilmişti. Bir haber, bir rabıta, bir gönül bağıydı bütün istediği. Bir mektup, aralarında gidip gelsindi. “Ben buradayım, siz de oradasınız değil mi? Ben sizi biliyorum, sizin de beni bildiğinizi bileyim. Söz ile söyleyin, ikrar edin. Beni cennetinize tekrar kabul edin.” Ama hayır! Kesin bir sükûtla bölünmüştü o tek mektubun kurduğu köprü. Bu nasıl bir kovulmaydı ki ölümüne değin Taht-ı Süleyman’a yılda birkaç mektup yazdığı halde bir daha cevap alamamıştı. Artık gözlerinin feri söndüğünde, daha da hazini hafızası kelimelerine ihanet edip Farsça sözcükler dilinden yapraklar gibi ağır ağır düştüğünde, yerine yenileri koyulamayan eksik kelimeler meramına artık yetmeyince oysa meram giderek daha da çoğalınca Menije görünmeye başlamıştı evimizde. Trabzon’daki İran konsolosunun bulduğu, üniversitede okuyan Fars bir öğrenciydi Menije. Urumiyeliydi ve şayet çocukluğumdan kalan hatıra beni yanıltmıyorsa kocaman, aydınlık, pırıl pırıl bir gülüşü vardı ve galiba en güzel yeri ceylanlar gibi bakan koyu karanlık gözleriydi. Mektuplar döşenirdi Menije’nin inci harflerinden. “Yaz kurban” derdi dedem.

“Ben sizleri, vatanımı, atamı, anamı, biraderimi, ablalarımı, Tebriz’i, Taht-ı Süleyman’ı, Sehend Dağı’nı çok özlemişim. Burada rahatım huzurum, ikbalim servetim yerli yerinde. Artık yaşlandım. Sularım duruldu. Kanım sakin akıyor. Ama vatanım aklımdan çıkmıyor.” “Oku aziz can” demişti bir keresinde. “Tamam, Settarhan Amca” demişti Menije. Mektubun önce Farsçasını, yetmemişti sonra Türkçesini okumuştu. Derkenarlarla, satır aralarıyla, yazılanlardan çok yazılmayanlarıyla uzayıp giden mektup benzerleri gibi dedem tarafından öpülüp zarfa konmuştu. Dimdik, hâlâ çakı gibi bir adamdı benim dedem. Ama bütün bunlar çocuk gözlerimin önünde olup biterken, Allah’ım, ben ne kadar gafildim. Taht-ı Süleyman taifesi Nuh diyor peygamber demiyor olmalıydı ki bir cevap olsun gelmiyordu. Büyük ceza. Yıllar yılları kovaladı.

Böyle sürdü gitti, beklenen mektup gelmedi. Ama sonra bir gün, en olmaması gereken gün, beklenen cevap geldi, dedemin ölümünden iki gün sonra. Hakikaten “roman gibi”. Teyzem gözyaşları içinde çantasından bir zarf çıkardı. Menije çağrıldı. Bolca selâm, hal hatırdan ibaret bir mektuptu bu da, o kadar. Ve ki gidenler gidince geride kalanların paylaşacak bir şeyi kalmamış olmalı ki yazışmanın devamı gelmemişti. Gel zaman git zaman, fakültedeyken Fars bir arkadaşa bir mektup yazdırmıştım ben de, tam otuz yıl önce. Bir de cevap almıştım, işte şu elimde tuttuğum zarfın içinde. Ama yıl 1979’du. Iran tümüyle kendi içine kapanırken Taht-ı SüleymanTrabzon hattındaki yazışma bir kez daha kesilmiş, ben de şu adresi nice cevapsız mektuplar serüvenine ekleyerek belleğime yerleştirmiş, zamanına değin rafa kaldırmıştım. Taht-ı Süleyman’dan her nasılsa gökten düşen elma gibi Trabzon’a düşüvermiş dedemin hikâyesi sade çizgileriyle belliydi aslında. O, Tebriz, Batum, Tiflis, Bakü hattında halı ticareti yapan bir tacir. Batum’da bulunduğu sırada Bolşevik İhtilâli patlak verip sınırlar kapatılınca bir daha Tebriz’e dönememiş, Trabzonlu bir motorcunun yardımıyla onun şehrine kaçmış, İstanbul’a geçmek niyetiyle Trabzon’a şöyle bir uğradığını sanmış ama büyükannemle evlenince burada kalmış. Büyükannemin de hikâyesi belli, o da 1916’da Rus işgaline uğrayan Trabzon’un istanbul’a kadar gidip dönen muhacirlerinden biri.

iki ırmak onlar, ikisinin de birleşip büyük bir ırmağa dönüşmeden önce ayrı ayrı akıp geldikleri kumullu yataklar, mecralar, kimyalar var. Benim var olmam için birbirine doğru akmış bu iki ırmağın birleştiği yerde milyonlarca ihtimal arasında mümkünlerden bir mümkünüm sadece ben. Öyleyse mümkünümün yola çıkış anını, ırmaklarımın kaynağını bulmam gerek. Dedemin bile başaramadığı şeyi başarmak yani; geri dönmek. Başlangıç noktasına ittiba etmek. Gitmek. Merak, zamanı gelmiş bir katmer gibi açılıyor içimde. Haydi, öyleyse zaman geldi. Bir tacir ve bir muhacirin mümkün kıldığı varlığıma şimdi seyyahlık yaraşır. Yol zamanı. Ama benim de yolum yolculuğum var; demem o ki bu karara varmam, bu cesareti toplamam kolay olmadı. Her şey Bakü’den aldığım bir sempozyum davetini, biraz da tacirin bir zamanlar yolunun geçtiği şehri görmek arzusuyla kabul ederek üç ay önce Bakii’ye gitmemle başladı. Önce onu anlatmalıyım. Çünkü Doğu’nun kapıları bana ancak o zaman açıldı ve yol arkadaşımı da orada buldum. Üç ay önce, Kasım başı.

Bir sempozyum vesilesi ile Bakü’ye gidiyorum. Bakü’ye Trabzon’dan uçak var fakat pervaneli bir uçak bu, İstanbul’dan jet ile bir buçuk saatte alınacak mesafeyi o buradan üç saatte alacak. Olsun. Buradan İstanbul’a geçip İstanbul üzerinden Bakü’ye gitsem hem aynı zamanı harcayacağım hem de böylesi bir rota bana abes gelecek. Üstelik bu pervaneli uçak öyle 10.000 “feet” yükseklikte filân değil, gayet insanî irtifalarda yol alacak. Bu harikulade. Çünkü böylece yeryüzüne tanınır bir yükseklikten bakabileceğim, şehirleri, dağları, ırmakları seçebileceğim. Gerçekten de öyle oluyor. Azerbaycan Hava Yolları’na ait bir uçakta abartılı makyajlarıyla Rus hosteslerin ikram ettiği kahveyi yudumlarken başımı cama dayamış dışarıyı seyrediyorum. Hiçbir şey bir noktaya dönüşmüyor, her şey yerli yerinde, sadece ben biraz uzaktan bakıyorum. Güneşli, berrak bir gün. Karadeniz kıyılarını ayan beyan izlemek mümkün. Çoruh nehrini ve Batum’u tanıyorum. Sınırı aşmışız.

Kuş uçuşu gitmek oradan geçmemizi gerektirse de Ermenistan gökleri bize kapalı olduğu için Gürcistan üzerinden uçuyoruz. Şunlar, bu ihtişam ve bu güzellikle başka türlüsü mümkün değil, Kafkas Dağları. Bir kelepçe gibi uzanıyor ve yumuşak bulutların, altın ışıkların, koyu mavi gölgelerin arasında yüzen karlı zirveleriyle, bitmeyen masallarını anlatıyorlar. Hazar ve Karadeniz arasında uzanan Kafkasya’ya Arap coğrafyacılar “Halklar Dağı” derlerdi. Her vadisinde neredeyse bir halkın yaşadığı dünyanın bu en kalabalık, en renkli ve en problemli bölgesini bu mesafeden bir minyatür çerçevesine sığdırılmış görmek, üzerimde derin bir duygu, sarsıcı bir etki uyandırıyor. Çünkü bu yükseklikten bakınca orada yaşanmışların hükmü kalmıyor. O yangınlar bu dağlarda bu taşlarda mı tutuştu? Korku bu dağları mı bekledi? Bu dağların gördüğünü mü kimseler görmedi? O ağır yük bu dağların mı omuzlarına bindi? Bu dağlar da mı tanık tutulduklarına tahammül etti? Bu dağlar da mı mahşerde konuşacak sıradağlardandır, o vakte kadar insanlar yalan yanlış konuşacak mıdır?

.

'Nar Ağacı' kitabı gerçek bir roman arkadaşlar. Ben okumadım ama kesinlikle okuyacağım.

Yazarı: Nazan Bekiroğlu.

Dediğim gibi okumadığım için konusunu bilmiyorum ve bu yüzden kitapla ilgili bilgileri 'Kitapçı' adında android uygulamasından aldım. (öneririm güzel bir uygulama.)

Nazan Bekiroğlu'ndan Trabzon-Tebriz-Tiflis-Batum-İstanbul hattında geçen muhteşem bir roman.

Balkan Savaşı döneminde başlayıp I. Dünya Savaşı'na uzanan bir öykü...

Trabzon'dan ve Tebriz'den doğup birbirlerine doğru yol alan iki hayat; önce deli akan sonra durgunlaşan iki ırmak... Aslında çok ırmak... Tebriz'in en büyük, en asil halı tüccarının deli fişek oğlu Settarhan ve Trabzonlu inci tanesi Zehra...
Ateşin bakışlı ateşin duruşlu; ırmağını kendi bildiğince alev ateş akıtmayı seçen bir genç kız Azam. Adı ne aşk ne de dostluk olan bir duyguyla Settarhan'ın ırmağına dolanan Batumlu kitapçı Sophia. Acıyla yoğrulan, yoğruldukça durulaşan, kendi varlıklarını sevdiklerinin varlığında eriten Büyükhanım ve Hacıbey...
Ve hep kendi içine doğru akan, kendi ırmağını gencecik yaşta milleti için kurutan, Trabzon'un "kırık kafiyesi" İsmail, ah İsmail...

İki büyük savaşın savurup yeniden şekillendirdiği hayatlar, muhaceret, mücadele, kader, farklı inançların aktığı ortak zemin, üç ülke ve üç sevda Nazan Bekiroğlu'nun mürekkebi aşk olan kaleminde buluştu. "Nar Ağacı" hayal kadar zengin, roman kadar güzel, tarih kadar gerçek bir hikâye... İncelikle işlenmiş karakterleri, son derece zengin detayları ve dönemi anlatmadaki maharetiyle okuyanı çarpacak ve yıllarca unutulmayacak bir kitap...

Nazan Bekiroğlu yine mükemmel bir iş çıkartıyor ve Balkan savaşı ile Birinci Dünya Savaşı arasında birbirinden farklı noktalarda tarihin sayfalarında güzel aşk hikayelerini bize sunuyor.

Trabzon, Tebriz, Tiflis, Batum ve İstanbul'da geçen Nar Ağacı romanı ile tarihte bir yolculuğa çıkıyorsunuz ve o zamanın şartlarında iki savaş ile dağılıp bir araya gelen hayatları adeta yaşıyorsunuz.

Aşk romanlarını sevenler için kaçırılmaması gereken romanlardan biri adeta. Bir de tarihin gizemli sayfalarında dolaşmak da hoşunuza gidiyorsa bir oturuşta okuyup bitirebileceğiniz kadar kısa olan uzun bir roman sizi bekliyor demektir.

Nazan Bekiroğlu'nun Nar Ağacı romanı Trabzon, Tebriz, Tiflis, Batum, Bakü ve İstanbul hakkında geçen mükemmel bir hikaye sunuyor.

Otuz yıl önce postaya verilen mektup dedesinin ölümünün ikinci gününde gelir. Mektupda sadece selam ve adres vardır. Frasçadan Türkçeye çevrilir. Taht-ı Sülayman'dan gelir. Dedesini ve büyük annesini araştırmaya karar verir torunu. Tebriz'e gider ve adresi bulur. Doksana merdiven dayamış bu ihtiyar kalkıp torunu ile Meşhed yollarına düştüğü gibi hem geçmişi hem de bugünü gayet iyi hatırlıyordur. Beyzat amcaya fotoğraflar ve dedesinin hikayesini sorar. Ne olmuştu da Tebriz'li tacir yerini yurdunu terk etmişti, evinden ocağından anasından atasından kopmuştu.

Dedesi Setterhan halı ticareti yapan bir aileden gelir. Taht-ı Suleyman'dan her nasılsa gökten düşen elma gibi Trabzon'a düşüvermişti dedesinin hikayesi. O Tebriz - Batum - Tiflis hattında halı ticareti yapan bir tacirdir. Settarhan, Azam adında bir halı dokuyucu kıza aşık olur. Babası bunu anlar ama önce Yezde gitmesi ve halıları kendi elleri ile teslim etmesi gerektiğini söyler ve dönüşte nişan yapacaklarına söz verir. Azam'ın bunlardan haberi yoktur.

Halıları teslim eder fakat Zerdüst ağasının halısı kalır. Zerdüst ağasının evine vardığında onu oğlu Piruz karşılar. Zerdüst ağasının
cenazesi vardır ama Piruz Serttahanı misafir eder ve ikisi çok iyi arkadaş olurlar. Serttahan Piruzu Taht-ı Suleyman'a davet eder. Piruz daveti kabul eder ve gelir. Serttahan arkadaşına dokuma tezgahlarını gösterir. O anda Piruz Azam'a, Azam da Piruz'a aşık olur ve ikisi birlikte Tah-ı Suleyman'dan kaçarlar. Serttahan ikisini de öldürmesi gerekir yoksa orasını tamamen terk etmesi gerekir. O ikinciyi seçer ve Batum'a gider. Batum'da iken Bolşevik ihtilali patlar ve bir daha Tebriz'e dönemez. Burada arkadaşları olan Safia ve Vasili bulur. En iyi yaptığı iş olan halıcıkta iş bulamayınca Sofia'nın yanında kitapçıda çalışmaya başlar. Sofia ile çok iyi arkadaş olurlar ve birbirlerine her konuda yardımcı olurlar.

Bu sırada Vasili askere gider ve ihtilal olur. Serttahan işinden eve dönerken çeteler tarafından tutuklanır. İhtilal olduktan sonra ortalık karışır ve Vasılı Serttahan'a kaçmasında yardımcı olur fakat Sofia'ya yardım edemezler. Serttahan bir tekneye binerek Trabzon'a gelir. Serttahan burada çaycılığı öğrenir ve para kazandıktan sonra İstanbul'a gitmeye karar verir. Çay ocağında çalışırken birgün çay ocağının sahibi onu Zehra ile tanıştırır. İkisi de birbirine aşık olurlar. Serttahan Zehra'ya İstanbul'a gitmeyi önerir fakat o bunu kabul etmez. Bunun üzerine Serttahan Trabzon'da kalır.

Zehra'yı ve kardeşini ananesi ve dedesi büyütmüştür. Ananesine herkes büyük hanım diye hitap eder. Zehra resim yapmayı sevdiği için ona özel resim hocası tutulur. Kardeşi İsmail ise liseyi bitirir ve askere gider. 1 Ekim 1912'de Balkan Harbi seferberliği ilan edilir. Savaş Trabzon'a kadar genişler ve Rus ordusu Karadeniz kıyısında saldırmadık liman, bombalamadık iskele bırakmamıştır. Bunun üzerine Büyük Hanım Zehra ve yardımcısını alarak Samsun'un yolunu tutar. Hacıbey ise sakat bacağı nedeni ile geride kalmak zorunda kalır. Samsun'dan da bir süre sonra İstanbul'a geçerler. Bolşevik ihtilali ile bütün birlikler geri çağrılır ve böylece Trabzon kurtulur. Bunun üzerine Trabzon'a doğru yola koyulurlar.

Trabzon'a vardıklarında evlerine koşarlar fakat ev bıraktığı gibi değildir. Nar ağacı dalları bahçe duvarına sarkmıştır. Fakat onların tek istediği Hacı beyin sesini işitebilmektir. Onun tahta bacağının sesini işitmekten daha büyük bir armağan olamazdı. Hacı beyi görünce hemen yanına koşup bacağının dibine yığılır. Ertesi sabah nar ağacının kesik gövdesine acıyla baktı.

Kitaba gelen yorumlar da güzel yorumlar. Sürükleyici ve etkisinden çıkamayacağınız bir kitap olduğundan bahsediliyor. Ben derim ki alın ve okuyun. Aramızda okuyanınız varsa onlar da yorumunu sıkıştırıversinler :D

Öperiiim :'*

Bu arada, bir sonraki bölümde hangi Watty kitabını önereyim sizce? Okuma listelerime bakın, oradan seçin lütfen. Okuduğum, okuyacağım kitaplar orada.

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır