necm suresi 15 ayet / Diyanet İşleri Başkanlığı Meali: Necm Suresi Ayet Meali, Necm 15,

Necm Suresi 15 Ayet

necm suresi 15 ayet

&#; NASUH&#; B&#;LMEN  TEFS&#;R&#;:
'Kur'an&#; Kerimin T&#;rk&#;e Meali Alisi ve Tefsiri'Bu mübarek âyetler, bütün arzuları dünya varlığından ibaret olanların öyle fani bir varlığa kavuşturulacaklarını, âhiretde ise ateşten başka birşeye nail olamayacaklarını bildirmektedir. Fakat Allah'ın dinini açık bir delil ile, mükemmel bir şahid ile, mukaddes bir kitab ile bilip tasdik eden herhangi bir zatın ise öyle hayatını dünyaya adayanlar gibi olmayıp müstesna bir mevkide bulunacağına işaret etmektedir. Böyle bir imândan mahrum kalanların ise yerleri şüphesiz ki cehennem olacağından bunda şüpheye mahal bulunmadığını hatırlatmaktadır. Şöyle ki: (Her kim dünya hayatım ve onun ziynetini dilerse) yani: Herhangi bir insan ki; bütün arzusu, çalışması dünyada zevk ile, sıhhat ile, geni; bir yaşam ile, fazla çoluk ve çocuğa kavuşmakta yaşamaktan ibaret olup başka dinî, uhrevî bir gaye takib etmezse (onlara) o gibi kimselere (dünyada amellerini tamamen öderiz) meselâ: Fakirlere yardım etmiş, yollar, köprüler, çeşmeler yaptırmış olsalar bunların kendilerine uhrevî bir faidesi olamaz. Cenâb-ı Hak onlara bu amellerinin karşılığını dünyada verir. (Ve onlar orada) dünyada (bir eksikliğe uğratılmazlar) amellerinin karşılığını dünyada tamamen görürler. Onlar dünyada sıhhate, başkanlığa, geçim bolluğu vesaireye kavuşurlar. Fakat bunlar güzel bir itikada sahip olmadıkları için dünyadaki amellerinden dolayı uhrevî bir mükâfata ulaşamazlar.

Necm Sûresi

Mekke döneminde nâzil olmuştur. 62 âyettir. âyeti Medine döneminde inmiştir. Adını ilk âyetten almıştır.

Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla

. İnen yıldıza/“peyderpey inen Kur’an’a” andolsun ki arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve (batıla inanıp) azmadı da.

3. O arzusuna göre konuşmaz. [krş. 69/]

4. O(nun sözleri/hükümleri ilhamdan) vahiyle bildirilenden (ve vahye uygunluktan) başkası değildir.

(Peygamberimiz’e vahiyle bildirilenler Kur’an olup bunun dışındaki emir, nehiy, tavsiye ve ikrarları ise hadislerdir.)

. Ona bunları müthiş kuvvetleri olan (Cebrail) öğretti. (Hem de) o güzel (bir) heybete sahiptir ki en yüksek ufukta iken kendi suretinde doğruldu (Resûl’e göründü). [bk. 81/]

8. Sonra (Cebrail ona) yaklaştı, (aşağı doğru) sarktı.

. Aradaki mesafe; (üst üste getirilen) iki yay[1] kadar, hatta daha yakın oldu da, o sırada (Allah’ın) vahyettiği şeyi, kuluna vahyetti.[2]

11. (Peygamber’in gözünün) gördüğünü kalb(i) yalanlamadı.

12. Onun gördükleri hakkında tartışıyor musunuz?

. Andolsun ki onu (Cebrail’i), diğer bir kere (Mi’râç’tan dönüşte) Sidre-i Müntehâ’nın (yedinci semanın) yanında gördü.

15. O Cennetü’l-Me’vâ (takvâ sahiplerinin ve şehitlerin ruhlarının barındığı cennet) de onun yanındadır.

(Adı geçen Sidre-i Müntehâ, son ağaç demek olup madde âleminin ve onlara ait ilmin son bulduğu noktadır. Bundan sonrası Allah’ın gayb âlemidir.)

16. O (gördüğü) zaman Sidre’yi, onu bürümekte olan bürüyordu.

17. (Peygamber’in) göz(ü gördüğünden) kaymadı ve sınırı aşmadı.

18. Andolsun ki o, Rabbinin en büyük âyetlerinden (delillerinden) bir kısmını gördü. [bk. 20/23]

. Bana haber verin o Lât ve Uzzâ’yı ve diğer üçüncü (put olan) Menât’ı (onlarda güç ve ilâhlık alâmeti var, öyle mi?)

21. Demek erkek(ler) sizin de, (hoşlanmadığınız ve) dişi (zannettiğiniz melekler) O’nun, öyle mi? [krş. 16/57; 17/40; 43/]

22. Bu insafsızca bir taksim![3]

23. Onlar (o putlar), sizin ve babalarınızın, kendilerine (tanrı diye) isim verdiği (boş) isimlerden başkası değildir. Allah, onlara ait hiçbir delil, yetki indirmemiştir. O (puta tapa)nlar ancak zanna, bir de canlarının istediğine uyuyorlar. Halbuki onlara, Rablerinden doğru yol rehberi (Kur’an) gelmiştir.

24. Yoksa (her) umduğu şey insanın (kendisinin) mi (olacak)tır?

25. İşte sonrası da öncesi de/âhiret de dünya da ancak Allah’ındır.

26. Göklerde nice melek vardır ki şefaatleri hiçbir fayda vermez. Ancak (şefaat) Allah’ın dilediği ve razı olduğu kimselere izin vermesinden sonradır. [bk. 2/; 20/; 34/23; 78/38]

27. Doğrusu âhirete inanmayanlar, meleklere dişi adı takıyorlar.

28. Halbuki kendilerinin ona dair hiçbir bilgisi yoktur. Onlar kuruntudan başkasına uymazlar. Şüphesiz ki kuruntu gerçekten yana hiçbir şey ifade etmez (zan ile kesin bilgi elde edilmez).

29. Onun için, bizi anmaktan (ve Kur’an’dan) yüz çeviren ve dünya hayatından başkasını istemeyen kimselerden yüz çevir.

(Bunlar, materyalist/maddeperest, hevâ ve hevesine göre yaşayanlardır.)

30. Onların ilimden ulaşacakları (nokta), işte bu (dünya hayatını elde etmek)tir. Şüphesiz Rabbin, yolundan sapan kimseleri de çok iyi bilendir, doğru yolu bulan kimseleri de çok iyi bilendir.

31. Göklerde olanlar ve yerde bulunanlar(ın hepsi) Allah’ındır. (Bu da) kötülük yapanları (aynen) yaptıklarıyla cezalandırması, güzel hareket edenlere de daha güzeliyle[4] karşılık vermesi içindir.

32. (Güzel davranışta bulunanlar,) küçük kusurlar hariç, günahların büyüğünden ve hayasızlık (sayılan bütün çirkin iş)lerden kaçınanlardır. Şüphesiz ki Rabbin, (şirk hariç) bağışlaması geniş olandır. O sizi, topraktan yarattığı zaman da, siz annelerinizin karınlarında cenin halinde iken de, (ne olduğunuzu) çok iyi bilendir. O halde kendinizi (beğenip) temize çıkarmayın. O (Allah), takvâlı olan (emirlerine uygun yaşayan ve karşı gelmekten sakınan)ı çok iyi bilendir.[5]

. Gördün mü (imandan) döneni, (malından) azıcık verip sonra cimri kesileni?[6] Yoksa gaybın ilmi onun yanında da, (her şeyin sırlarını) kendisi mi görüyor?

. Musa’(ya gelen Tevrat’)ın sayfalarında ve ahdine çok bağlı İbrahim’in sayfalarında da olan (bilgi)ler, yoksa kendisine haber verilmedi mi?

38. Doğrusu hiçbir günahkâr, diğerinin (günahına sebep olmadığı şeyi) yüklenmez.

39. Hakikaten (Allah’ın lütfu ve yapılan bağışlar dışında) insana, kendi çalışmasından başkası yoktur.[7]

40. Hakikaten çalıştığı(nın karşılığı) görülecektir.

41. Sonra ona tastamam karşılığı verilecektir.

42. Şüphesiz ki en son varış, ancak Rabbinedir.

43. Şüphesiz güldüren de O’dur, ağlatan da.

44. Şüphesiz (yaşatıp) öldüren de O’dur, sonra dirilten de.

. Hiç şüphesiz ki atılan bir meniden, erkek ve dişiden ibaret çifti O yarattı.

47. Şüphesiz (öldükten sonra) tekrar diriltmek de O’na aittir.

48. Şüphesiz zengin eden ve sermaye verip memnun eden O’dur.

49. Şüphesiz (câhiliyede tapınılan) Şi’râ (yıldızı)nın Rabbi de O’dur.

. Şüphesiz, Âd (kavmin)i de O helak etti. Semûd’u da. Hiçbirini bırakmadı.

52. Daha evvelden Nuh kavmini (helak etmişti). Çünkü onlar, daha zalim ve daha azgın (Allah tanımaz insan)ların ta kendileri idiler.

53. (Lût kavminin) alt üst olan (kasabaların)ı[8] da kaldırıp, yere çarpan (batıran) O’dur.

54. Oraları (yağan taşlarla azap) kapladıkça kapladı.

55. (Ey insan!) O halde Rabbinin hangi nimetlerinden şüphe ediyorsun?

56. İşte bu (peygamber) de, evvelki uyarıcı (resûl)ler gibi bir uyarıcıdır.

57. O yaklaşan (kıyamet) yaklaştı.[9]

58. O(nun vakti)ni Allah’tan başka açığa çıkaracak olan yoktur.

59. Şimdi siz, bu söze (bu Kur’an’a) mı şaşıyorsunuz?

60. Siz (gaflet ve çeşitli eğlenceler içinde) gülüyorsunuz da (günahkâr halinize) ağlamıyorsunuz.

61. Siz (Kur’an’dan uzak) gaflet içinde oyalanıyorsunuz.

62. Haydi şimdi Allah’a secde edin ve (O’na) ibadet edin![10]


[1] Câhiliye Arapları’nda birlikteliği temsil için iki yay birleştirilip bir ok atılırdı. Bu, maddî mânevî yakınlığın işareti idi (Elmalılı, VI, ).

[2] Yahut, “Allah kuluna Cebrail vasıtasıyla vahyettiği şeyi vahyetti.” diye iki görüş vardır (Mevdûdî, VI, 17).

[3] Müşrikler putlarına da dişi ismi verirlerdi. Âyette putlar yerilmektedir. Bu putlar hakkındaki Garânik olayı için bk. 53/62

[4] Cennet ve bir de cemâliyle (Mukâtil, s. 28).

[5] Biliniz ki Allah muttakîlerle beraberdir (2/), âkıbet muttakîlerindir. [bk. 20/; 28/83; 49/13]

[7] İslâm çalışma, helal yollarla kazanç, mal edinme ve helal/meşru yerlere harcama esasına dayanır (Geniş bilgi için bk. 2/ ve açıklaması). Bu çalışmaya, kendisine dua ve hayır gönderecek evlat ve dostlar kazanmak dahildir (Buhârî, “Cenaiz”, ; “Sayd”, ).

[9] Bizim bin yılımız Rabbimiz yanında bir gündür. [bk. 22/47; 32/5]

[10] Hz. Peygamber, Hz. Cebrail’den bu âyeti duyar duymaz hemen secdeye kapanmış ve müslümanlar da kapanmışlardır. Bu sûreyi dinlerken, içindeki kuvvetli sırların cazibesine kapılan müşrikler bile secdeye kapanmışlardır. Sonra Hz. Peygamber için “Putlarımızın adı geçtiği için secde etti, biz de ettik.” dediler. Halbuki Allah Resûlü, bir göz kırpması kadar bile putları tâzim edip tapmadı. Garânik olayının özü budur. Bu olay, müsteşriklerce çarpıtılmıştır. [bk. 22/ Secde âyeti konusunda bk. 7/]

Necm Suresi Ayet Meali, Arapça Yazılışı, Anlamı ve Tefsiri

Tarih: 03 Eylül Kuran Meali ve Tefsiri

Necm Suresi ayeti ne anlatıyor? Necm Suresi ayetinin meali, Arapçası, anlamı ve tefsiri

Necm Suresi Ayetinin Arapçası:

عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَأْوٰىۜ

Necm Suresi Ayetinin Meali (Anlamı):

Onun yanında da Me’vâ Cenneti vardır.

Necm Suresi Ayetinin Tefsiri:

Resûlullah (s.a.s.) kendisine Kur’an’ı öğreten Cebrâil (a.s.)’ı, hakiki sûreti ve bütün kuvvetleriyle bir de Miraç’tan inerken görmüştür. Burada Cebrâil (a.s.)’ın makam itibariyle Peygamberimiz (s.a.s.)’den geride olduğuna bir işaret vardır. Zira Miraç gecesi Cebrâil (a.s.): “Bir parmak ucu daha yaklaşsaydım muhakkak yanardım” dediği makamda kalmış (bk. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXVIII, ), Efendimiz ondan ayrılıp daha ileri gitmişti. İşte söz konusu âyette geçen نَزْلَةً  (nezleten) “iniş”ten maksat, Resûlullah (s.a.s.)’in ilerleyip yüceldiği makamdan daha sonra Cebrâil’in yanına dönüşüdür.

Efendimiz (s.a.s.), yükseldiğ o yüce makamlardan dönerken Cebrâil (a.s.) Sidre-i Müntehâ’nın yanında onu bekliyordu. Peki Sidre-i Müntehâ neresiydi? Bununla alakalı üç önemli izah vardır:

    Sidre-i Müntehâ, altıncı veya yedinci kat gökte arşın sağ tarafında bulunan bir ağaçtır ki müttakilere vaad edilen cennetin nehirleri (bk. Muhammed 47/15) onun altından çıkar. Peygamberimiz (s.a.s.), onun meyvelerini tacın püsküllerine, yapraklarını da fil kulaklarına benzeterek (bk. Müslim, İman ) şöyle buyurmuştur: “Öyle bir ağaç ki bir binici onun bir dalının gölgesinde yetmiş sene yol alır, yine de bitiremez.” (Tirmizî, Cennet 9/) Bu bilgilere göre, söz konusu ağacın, varlıkların cisim ve boyutları bakımından aldıkları son şekil ve emir âleminin sınırına dikilmiş bir ağaç, bir “oluşum ağacı” olduğu anlaşılır.

    Sidre-i Müntehâ, “en son hayret” mânasını ifade eder. Yani akılların, daha fazla hayret tasavvur edilemeyecek derecede hayrette kaldıkları bir makamda, Habîb-i Ekrem (s.a.s.) hayrete düşmemiş, şaşmamış, kendisini kaybetmemiş ve gördüğünü görmüştür.

    “Elbette son varış yeri Rabbinin huzuru olacaktır!” (Necm 53/42) âyetine göre “Müntehâ”dan maksat, Allah’tır. Bu yüzden Sidretü'l-Müntehâ da, mülkün mâlikine izâfeti kabilinden “Allah’ın sidresi” mânasına gelebilir.

Sidre-i Müntehâ’nın yanında “Cennetü’l-Me’vâ” vardır. Kelime olarak “kalınan, sığınılan cennet” demektir. Burası müttakîlerin ve şehitlerin varacakları cennettir.

Nebiyy-i Muhterem (s.a.s.) Mirac’a çıktığı zaman Sidre-i Müntehâ’yı bir kısım hârikulâde şeyler bürüyordu. Sidre’yi bürüyen şeyler hakkında Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

  “Melek beni Mirac’a çıkardı, derken Sidre’ye ulaştım. Onun Sidre olduğunu, yaprağını ve meyvasını tanıyordum. Az sonra onu Allah’ın emrinden bürüyen bürüyünce, âni bir değişikliğe uğrayıp hiç kimsenin tavsif edemeyeceği bir hale geldi ki, o hali ben de anlatamam.” (Buhârî, Salât 1; Müslim, İman ; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXVII, 72)

  “Altından kelebekler onu bürümüştü.” (Müslim, İman ; Tirmizî, Cennet 9/)

  Onu Âlemlerin Rabbinin nuru bürüyor, o da nurlandıkça nurlanıyordu.

Şunu belirtmekte fayda var ki, göklerin, yerin ve tüm kâinatın Rabbi olan Allah katından gelen Kur’ân-ı Kerîm beşerî akılla tam olarak kavranması mümkün olmayacak şekilde derin mânalar taşıyan ne muazzam, ne esrarengiz bir kitaptır. İşte bu Kur’an, bizim göremediğimiz, bilemediğimiz, büyüklüğünü ve güzelliğini hayal bile edemeyeceğimiz âlemleri, sanki bir mahallenin sokaklarını tarif edercesine anlatıyor, duyularımızın nüfûz etmesinin imkân dışı olduğu gayb âlemlerinin haritasını çıkarıyor. Bu bakımdan, bu âyetlerde geçen mevki ve varlıkların neler olduğu konusunda birbirinden çok farklı rivayetler gelmiş, farklı değerlendirmeler yapılmıştır. Burada net olarak söylenecek bir şey varsa o da şu olmalıdır: Mirâc gibi bizim bir gecenin çok kısa bir anında cereyan eden bir olay gözüyle baktığımız bu esrârengiz yolculuk kimbilir kaç tane kâinat tarihini içinde barındırıyor. Âyetlerin tasvir ettiği bu muazzam varlık âlemi içinde bizim dünyamız ve çocuksu kavgalarımız ne kadar küçük düşüyor. Daha önemlisi, bu küçük dünya üzerindeki bir anlık ömrümüzden sonra gideceğimiz yerde bizi neler, ne süprizler bekliyor! (bk. Kandemir ve diğerleri, II, )

Efendimiz (a.s.)’ın Miraç’ta gördüklerine tekrar dönecek olursak:

Necm Suresi tefsiri için tıklayınız

Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri

Necm Suresi ayetinin meal karşılaştırması ve diğer ayetler için tıklayınız

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

İLGİLİ YAZILAR

    İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

    Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

    “İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

    İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

    Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

    Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

    Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır.Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

    Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/)

    Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

    İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

    İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.

    Erkam Medya © islam&ihsan

    Kur'an-ı Kerim - Diyanet İşleri Başkanlığı

    Necm Suresi - . Ayet Tefsiri

    Ayet


    • عَلَّمَهُ شَدٖيدُ الْقُوٰىۙ

      ﴿٥﴾

    • ذُو مِرَّةٍؕ فَاسْتَوٰىۙ

      ﴿٦﴾

    • وَهُوَ بِالْاُفُقِ الْاَعْلٰىؕ

      ﴿٧﴾

    • ثُمَّ دَنَا فَتَدَلّٰىۙ

      ﴿٨﴾

    • فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰىۚ

      ﴿٩﴾

    • فَاَوْحٰٓى اِلٰى عَبْدِهٖ مَٓا اَوْحٰىؕ

      ﴿١٠﴾

    • مَا كَذَبَ الْفُؤٰادُ مَا رَاٰى

      ﴿١١﴾

    • اَفَتُمَارُونَهُ عَلٰى مَا يَرٰى

      ﴿١٢﴾

    • وَلَقَدْ رَاٰهُ نَزْلَةً اُخْرٰىۙ

      ﴿١٣﴾

    • عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهٰى

      ﴿١٤﴾

    • عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَأْوٰىؕ

      ﴿١٥﴾

    • اِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشٰىۙ

      ﴿١٦﴾

    • مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغٰى

      ﴿١٧﴾

    • لَقَدْ رَاٰى مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرٰى

      ﴿١٨﴾

    Meal (Kur'an Yolu)


    ﴾﴿

    Onu, &#;ok g&#;&#;l&#;, &#;st&#;n niteliklerle donatılmış biri (Cebr&#;il) &#;ğretti. O, ufkun en y&#;ce noktasındayken asıl şekliyle g&#;r&#;nd&#;.

    ﴾8﴿

    Sonra yaklaştık&#;a yaklaştı.

    ﴾9﴿

    &#;yle ki, iki yay kadar hatta daha yakın oldu.

    ﴾10﴿

    B&#;ylece Allah, kuluna vahyini iletti.

    ﴾11﴿

    G&#;z&#;n g&#;rd&#;ğ&#;n&#; kalp yalanlamadı.

    ﴾12﴿

    Şimdi siz ş&#;pheye d&#;ş&#;p g&#;rd&#;kleri hakkında onunla tartışmaya mı kalkışıyorsunuz?

    ﴾﴿

    Andolsun ki onu (meleği) iniş esnasında en sondaki sidret&#;’l-m&#;nteh&#;nın yanında bir daha g&#;rd&#;.

    ﴾15﴿

    Ki onun yanında huzur i&#;inde kalınacak cennet vardır.

    ﴾16﴿

    O an sidreyi b&#;r&#;yen b&#;r&#;m&#;şt&#;.

    ﴾17﴿

    G&#;z ne kaydı ne de hedefinden şaştı.

    ﴾18﴿

    Hi&#; kuşkusuz o, rabbinin &#;yetlerinden en b&#;y&#;ğ&#;n&#; g&#;rm&#;şt&#;.

    Tefsir (Kur'an Yolu)


    Hz. Peygamber’e gelen vahyin kaynağı ve onun Allah katındaki üstün mertebesi hakkında hiçbir kuşku duyulmaması için oldukça canlı bir tasvire yer veren bu âyetlerin üslûbundaki gizemlilik, bir taraftan da duyularla algılanamayan, fizik âlemin ötesine taşan konularda imanın esas olduğuna ve bu hususta aklın sınırlarını zorlamanın anlamsızlığına dikkat çekildiğini düşündürmektedir. Müşahhas unsurlarla bezenmiş izlenimi vermekle birlikte zihni soyut düşünme düzeyine doğru yükselten ve etkileyici bir üslûp taşıyan bu tasvirdeki asıl amacın, tarihin her döneminde değişik biçimler altında benzerleri görülen Mekke putperestlerinin maddî veya mânevî birtakım varlıkları devreye sokarak tanrı inancını somut bir tasavvura indirgeme, böylece Allah’tan başka varlıklara tanrılık izâfe etme telakkisini mahkûm etme olduğu söylenebilir.

    Sûrenin inişi erken Mekke dönemine rastlamakla beraber, bu âyetler kümesinin ve özellikle âyetlerin, Mekke döneminin sonlarına doğru gerçekleştiği bilinen mi‘rac olayı ile ilgili olduğu kabul edilir. Tefsirlerde bu âyetlerde yer alan kelimeler için yapılan geniş açıklamalar ve buna göre ortaya çıkan farklı yorumlar (bk. Taberî, XXVII, ; Râzî, XXVIII, ; Elmalılı, VII, ) aşağıda özetlenmeye çalışılacaktır.

    Pek çok âyette, Kur’an’ın vahyedilmesi kelâmın asıl sahibi olan Allah’a nisbet edildiğine göre onu asıl öğretenin Cenâb-ı Hak olduğunda şüphe yoktur; Rahmân sûresinin âyetinde de “Kur’an’ı rahmân öğretti” buyurularak bu husus ayrıca ifade edilmiştir. Öte yandan yüce Allah, Şûrâ sûresinin âyetinde belirtildiği üzere vahyini elçi gönderip onun vasıtasıyla da bildirebilmektedir ve –bazı âyetlerden açıkça anlaşıldığına göre– bu elçi de vahiy meleği Cebrâil’dir (bk. Bakara 2/97; Nahl 16/ ; Şuarâ 26/). Bu durum karşısında, 5. âyette geçen “öğretti” anlamındaki fiilin öznesinin Allah Teâlâ veya Cebrâil olabileceği yorumları yapılmıştır. Fakat buradaki ifade akışı ve özneyi nitelemek üzere seçilen kelimeler göz önüne alınarak ikinci ihtimal daha güçlü bulunmuştur. Bazı müfessirlerce, burada “öğreten” hakkında övgü ifadesi kullanılmasının öğrenenin faziletine dikkat çekme anlamı taşıdığı, ayrıca bu ifadeyle inkârcıların, “Kesin olarak ona bir insan öğretiyor” tarzındaki iddialarını (Nahl 16/) reddetmenin amaçlandığı belirtilmiştir. 6. âyetteki “üstün niteliklerle donatılmış” diye çevrilen sıfat “çok güçlü veya etki ve nüfuzu çok kuvvetli” mânasına alındığında bunu hem Allah’ın hem de Cebrâil’in sıfatı olarak düşünmek mümkündür. Ayrıca bu tamlama “aklî melekeleri çok güçlü, korkusuz, sağlam yapılı, heybetli, güzel görünümlü” gibi mânalara da gelmektedir ki bunlar Cebrâil’in nitelikleri olabilir. 6. âyetteki “asıl şekliyle göründü” diye tercüme edilen cümlenin öznesini Cebrâil olarak düşünen müfessirler burada, onun başka zamanlarda insan sûretinde göründüğü halde bu defa gerçek sûretinde göründüğüne işaret bulunduğunu söylemişlerdir. Onlar bu yorumu bazı rivayetlerle desteklerken, vahiy meleğinin sadece Hz. Muhammed’e gerçek sûretinde görünmüş bulunduğunu ve bunun da hayatında iki defa vâki olduğunu belirtirler. Diğer bir yoruma göre ise bu cümlenin öznesi Hz. Peygamber olup burada öğretme fiilinin etkisini yani onun peygambere ait ilimde yükselip doğrulduğu anlatılmaktadır; dolayısıyla 6. âyetteki istevâ fiilinin “doğruluverdi” şeklinde tercüme edilmesi uygun olur. “Ufkun en yüce noktasındayken” diye çevrilen 7. âyet de söz konusu “doğrulma” veya “asıl şekliyle görünme” anlamındaki fiilin öznesine göre açıklanmaktadır. Bunları Cebrâil’in semâda, ufkun en yüce noktasında veya ufku tamamen kaplar bir halde görünmesi veya Hz. Peygamber’in mânevî mertebesinin yükselmesi şeklinde özetlemek mümkündür. Belirtilen fiilin birinci öznesini Cebrâil, fiilin hemen ardından gelen “vav” harfini bağlaç ve “hüve” zamirini Hz. Muhammed’i ifade eden ikinci özne olarak düşünüp, “Cebrâil ve Peygamber en yüce ufukta (güneşin doğduğu yönün en üst noktasında) yükselip doğruldular” mânasını verenler de vardır (Taberî, XXVII, ). İbn Atıyye dilbilimcilerin bu tür özne takdir edilmesini tasvip etmediklerini; ayrıca “ufuk” kelimesinin mânasını bu şekilde sınırlandırmanın mesnetsiz olduğunu belirtir (V, ).

    “Sonra yaklaştıkça yaklaştı” şeklinde çevrilen 8. âyetteki denâ ve tedellâ fiillerinin öznesi açık olmadığı için üç türlü yorum yapılmıştır: a) Ceb­râil’in Resûlullah’a yaklaşması ve ona doğru inişi, b) Cenâb-ı Allah’ın Resûlullah’a yaklaşması, onu kendine cezbetmesi, c) Resûlullah’ın yüce Allah’a yaklaşması, O’nun çekmesiyle yukarılara yükseltilmesi kastedilmiştir. Bazı müfessirler ikinci fiilin sözlük anlamlarından birine dayanarak burada habîb (seven) ve mahbûb (sevilen) arasındaki naz ve muhabbet tecellilerini ifade eden edebî bir anlatım bulunduğunu ileri sürmüşlerdir.

    “O kadar ki iki yay kadar hatta daha yakın oldu” diye çevrilen 9. âyetteki kavseyn “iki yay” mânasına gelir; kab de yayın kabzasıyla kirişlerin bağlandığı iki köşe aralığına denir ki bir yayda iki kab bulunur. Kab kelimesinin yayın kabzasıyla kirişi arasını ifade etmek için kullanıldığı da olur. Kabe kavseyn ifadesi hakkında çok geniş açıklamalar ve burada kastedilen mâna ile ilgili değişik yorumlar yapılmıştır. Bunlar şöyle özetlenebilir: a) O dönemde Araplar bir antlaşma yaparlarken iki yay çıkarıp üst üste koyarak tek bir yay görünümü verirler (kablerini birleştirirler), sonra ikisini birlikte çekip bir ok atarlar böylece tam olarak ahidleştiklerini simgelerlerdi. Buna göre kabe kavseyn hem maddî anlamda fevkalâde yakın olmayı hem de mânevî bir yakınlığı ifade eder. b) Hicaz dilinde “kavs” kelimesi bir uzunluk ölçüsü (zirâ) anlamında kullanılırdı. Buna göre iki arşın uzunluğunda bir mesafenin kastedildiği söylenebilir. c) Kabe kavseyn ifadesini dönüştürme (kalb) yöntemine göre “bir yayın iki ucu arasındaki mesafe kadar” şeklinde anlamak da mümkündür. Âyet “hatta daha yakın oldu” şeklinde tamamlanmakta, böylece “Âdeta elini uzatsa değecek kadar yakındı” mânasına gelen maddî bir yakınlık tasviri yapılarak, –mânevî anlamda– Resûlullah’ın vahyi aldığı kaynağın sağlamlığına, arada vahye hiçbir şeyin karışma ihtimalinin bulunmadığına dikkat çekmenin amaçlandığı anlaşılmaktadır. Daha çok tasavvufî ve işârî tefsirlerde itibar edilen bir yoruma göre ise buradaki yaklaşma olayı mi‘racda Allah ile peygamberi arasında gerçekleşmiştir.

    “O, kuluna vahyini iletti” diye çevrilen âyette de öznenin Cebrâil veya Cenâb-ı Allah olması muhtemeldir. Birinci ihtimale göre mâna, “Bu yaklaşmayı takiben Cebrâil, Allah’ın, kulu Muhammed’e gönderdiği vahiyleri ona getirip öğretti” şeklinde olur. İkinci ihtimale göre ise âyeti şöyle yorumlamak gerekir: Resûlullah rabbine öylesine yaklaştı ki aradaki vasıtalar kalktı ve Allah Teâlâ kuluna vahyini doğrudan doğruya verdi. Bu âyetlerde mi‘rac sırasındaki gelişmelerin anlatıldığı kabul edildiği takdirde ikinci yorum daha kuvvetli olmaktadır. Bize göre âyet şöyle de yorumlanabilir: Cebrâil asıl şekliyle göründü, sonra iyice yaklaştı ve Allah onun aracılığıyla kuluna dilediğini vahyetti. Âyetlerin mi‘racı anlattığı kabul edilirse “görünme, yüce ufukta, sidretü’l-müntehâda olma, inme, çok yaklaşma” gibi ifadeleri mecazi mânada almak, nasıllık ve nicelikle ilgili olmaksızın Allah’a mahsus fiilller ve sıfatlar olarak anlamak gerekecektir.

    “Gözün gördüğünü kalp yalanlamadı” diye tercüme edilen âyete “O kulun gördüğünü veya kalbin gördüğünü kalp yalanlamadı” mânası da verilebilir; fakat âyette “göz” anlamına gelen basar kelimesinin kullanılmış olduğu dikkate alınarak burada da gözle görmenin kastedildiği düşünülüp âyet şöyle yorumlanabilir: Resûl-i Ekrem’in, Cebrâil’i ona özgü müthiş donanımlarıyla veya mi‘racdaki o olağan üstü tecellileri görmesi bir hayal ürünü değil, hakikatin ta kendisiydi; gözün gördüğünü kalp de onaylamıştı. “Şimdi siz şüpheye düşüp gördükleri hakkında onunla tartışmaya mı kalkışıyorsunuz?” anlamındaki âyette “görme” fiilinin geniş zaman kalıbında olması burada sözü edilen görmenin bir kereye mahsus olmadığına işaret sayılabilir. Nitekim müteakip âyet de bu mânayı teyit etmektedir. Burada Resûlullah’ın (gözündeki algılama gücünün kalbine verildiği ve böylece) rabbini kalbiyle gördüğünün kastedildiği yönünde rivayetler de bulunmaktadır. 13 ve âyetleri “Andolsun ki onu bir başka iniş esnasında da sidretü’l-müntehânın yanında bir daha gördü” veya bizim yaptığımız gibi “Andolsun ki onu iniş esnasında sidretü’l-müntehânın yanında gördü” (Şevkânî, V, ) şeklinde çevirmek mümkündür. Birinci mânayı tercih edenlere göre burada, Resûlullah’ın mertebesinin Cebrâil’den üstün olduğuna işaret bulunmaktadır. Bu âyetteki “iniş” kelimesinin Cebrâil’in inişini anlattığı kanaatini taşıyanlar da vardır. Bu kelimenin Allah Teâlâ hakkında olduğu yorumu da yapılmış olmakla beraber bu zayıf bulunmuştur. âyette geçen sidretü’l-müntehâ”tamlaması için yapılan yorumları da “yaratılmışlarca bilinebilirlerin son sınırını işaretlediği kabul edilen hudut noktası; akıllara durgunluk verecek ölçüde hayreti arttıran makam” şeklinde özetlemek mümkündür (sidre kelimesinin bir ağaç türünü ifade etmesinden ve “sidretü’l-müntehâ”nın cennetin uçlarında olduğunu belirten rivayetlerden hareketle yapılan yorumlar da sonuç itibariyle özetlenen bu mâna ile örtüşür).

    “Ki onun yanında huzur içinde kalınacak cennet vardır” diye çevirdiğimiz âyet müfessirlerce daha çok, “ki onun yanında me’vâ cenneti vardır” mânasıyla açıklanmıştır. Bu açıklama, “cennetü’l-me’vâ” tamlamasını “müttakilerin veya şehidlerin ruhlarının varacakları cennet” anlamında, müstakil bir isim olarak düşünmüş olan âlimlerin anlayışına uygun düşmektedir. Fakat İslâm âlimleri arasındaki hâkim kanaate göre burada geçen, “sığınılacak, barınılacak yer” anlamındaki me’vâ kelimesi cenneti nitelemektedir (Bekir Topaloğlu, “Cennet”, DİA, VII, ); bu sebeple, meâlde belirtilen mâna tercih edilmiştir.

    O an sidreyi bürüyen bürümüştü” mânasına gelen âyetle ne kastedildiği hususu oldukça kapalı olup daha çok bu konudaki rivayetler ışığında değişik yorumlar yapılmıştır. Bunları, “Resûlullah’ın sidretü’l-müntehâda bulunduğu esnada Allah’ın nuru veya melekler yahut yaratılmışların nuru ya da altın bir pervane orayı öylesine kaplamıştı ki Resûlullah kimsenin tasavvur edemeyeceği bir güzelliğe bürünmüştü” şeklinde özetlemek mümkündür. Bize göre burada anlatılan, “bürünme, kaplama, örtme”yi, vâki olacak yakınlık ve müşahedeye bir beşer olan Hz. Peygamber’in tahammül etmesini sağlayacak değişim ve koruma çemberi olarak anlamak daha uygundur. âyette belirtildiği üzere bu esnada göz kaymamış ve hedefinden şaşmamıştı; yani Resûlullah gözlerin kamaşacağı, akıllara sığmayacak ve insanı hayretler içinde bırakacak şeyler gördüğü halde sağa-sola yönelmemiş, gördüğü olağan üstü şeylerin etkisiyle kendinden geçmemiş, edepte kusur etmemiş; aksine tam bir dikkatle müşahedelerde bulunmuş ve sağlıklı tesbitler yapmıştı. Burada kullanılan fiillerden ilki onun edebini ikincisi de bakışındaki gücü belirtme mânası taşır. Bu âyetin yorumu sırasında Hz. Mûsâ’nın Allah’ı görme arzusu ile Hz. Muhammed’in burada yaşadığı olay arasında bir mukayese yapılır ve Hz. Mûsâ örneğinde dağ dayanamayıp parçalandığı ve kendisi de bayılıp yere düştüğü halde bu olayda sidre ve Resûl-i Ekrem açısından böyle bir durumla karşılaşılmadığı hatırlatılır.

    âyetteki “Hiç kuşkusuz o, görmüştü” anlamındaki cümlede öznenin Hz. Peygamber olduğu açıktır; fakat onun neyi gördüğünü şu mânalardan biriyle açıklamak mümkündür: a) Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü, b) Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını, c) Rabbinin en büyük âyetlerini gördü. Bunlardan ilk mânayı tercih eden müfessirlerden bazıları bunu Cebrâil’i görmesi şeklinde açıklamışlar, bazıları da Hz. Peygamber’in rabbini görmüş olması ihtimali üzerinde durarak bu konuyu geniş biçimde tartışmışlardır. İbn Abbas’tan meşhur olarak nakledilen rivayette Peygamber’in rabbini gözüyle gördüğü belirtilirken, kendisine bu konuda soru sorulan Hz. Âişe bu ihtimali reddetmiştir. İbn Mes‘ûd ve Ebû Hüreyre’den meşhur olarak nakledilen rivayet de bu yöndedir. İslâm âlimleri bu rivayetleri Allah’ın zâtı, sıfatları ve görülmesine ilişkin âyet ve hadislerle birlikte değerlendirerek iki eğilimi de savunan açıklamalar yapmışlardır. Bazı âlimler Hz. Peygamber’in Allah’ı gözüyle değil kalbiyle gördüğü, Allah’ın zâtının değil sıfatının tecelli ettiği gibi telifçi yorumlar ortaya koymuşlardır. Bu noktada unutulmaması gereken bir husus da, anlatılan oluş ve tecellilerin farklı bir âlemde, farklı varlık boyutunda, farklı şartlar içinde gerçekleşmiş olmasıdır; dolayısıyla bu bir iman konusudur.

    Elmalılı’nın sûrenin, başından buraya kadarki kısımla ilgili yorumları verirken ara ara kaydettiği ve önemli bulduğumuz kendi tercihiyle ilgili düşüncelerini şöyle toparlamak mümkündür: Resûlullah, Cebrâil’i Kur’an’ın her inen parçası esnasında, hangi sûrete girmişse öyle görüyordu. Gerçek sûretinde ise bir defa mi‘racdan önce gördü, o vakit Cebrâil Resûlullah’a inmişti. Bir kere de mi‘racdan inerken gördü, bunda Resûlullah Cebrâil’e doğru iniyordu ve Cebrâil sidretü’l-müntehânın yanında onu karşılıyordu. Hz. Peygamber namaz konusunda birkaç defa inip çıkmış olduğundan âyetteki “nezleten uhrâ” tamlamasını “son bir iniş” şeklinde düşünmek daha mânidar olur. Dolayısıyla ufukta istivâ etmeyi (doğrulmayı) Hz. Peygamber’in kendisine yapılan tâlim (öğretme) üzerine nübüvvet ilminde yükselip istikametini alması (en yüksek ufukta istivâ etmesi) şeklinde anlamak uygun olur. Cebrâil’in tâlimi üzerine Resûlullah en yüksek ufukta istivâ ile kalmamış, ondan sonra Allah Teâlâ’ya doğru yaklaşmıştır. Bu durumda 8. âyetteki yaklaşmanın Resûlullah hakkında olduğu, cezbe (çekme) mânası içeren “tedellâ” fiiliyle de onun cezbedilmesinin yani aşağıdan yukarı doğru çekilip çıkarılmasının kastedildiğini, dolayısıyla burada mi‘raca işaret bulunduğunu söyleyebiliriz. 9 ve âyetlerden de şu mâna çıkmaktadır: Mi‘racda Allah’ın has kulu olan arkadaşınız Muhammed (a.s.), o istivâdan sonra rabbine öyle yaklaştı ki, her vasıta ortadan kalktı yani mi‘racda Cebrâil dahi vasıta olmaksızın Allah Teâlâ kuluna her ne vahyetti ise vahyetti. âyetten, Resûlullah’ın, Cenâb-ı Allah’ın rubûbiyyetini gösteren, mutlak egemenliği altındakilere ait hayretler uyandırıcı ve söz kalıpları içine sığmayacak nice delilleri veya en büyük delili gördüğü anlaşılmaktadır; şu halde bunun mahiyetini açıklamaya kalkmak bizim haddimiz değildir. Âyette “Rabbini gördü” denmeyip “Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü” buyurulduğuna göre, bu ifadenin zâhirinden O’nun zâtını gördüğü anlamı çıkmaz. Bu konuyu açıklarken Râzî’nin kullandığı bir ifade bize başka bir mânayı düşündürdü: Rü’yet (görme) en büyük âyet olunca burada “kübrâ” (en büyük) kelimesini “rü’yet” ile tefsir edebiliriz. Bunu da iki yönlü düşünmek mümkündür: a) Rabbinin âyetlerinden yani mûcizelerinden en büyüğü olan rü’yet mûcizesini gördü; âhirette ümmetinin göreceği gibi beni gördü demek olabilir. b) En büyük âyet olan rü’yetin hakikatini gördü demek olabilir. Çünkü En‘âm sûresinin âyetinde geçtiği üzere “basar” (görme) olayının künhünü ve dolayısıyla rü’yetin hakikatini Allah bilir. O halde rü’yetin hakikatini görmek, –bir kudsî hadiste yer alan “... artık onun kulağı, gözü ve kalbi ben olurum” (Müsned, VI, ; Buhârî, “Rikāk”, 38) ifadesiyle Enfâl sûresinin âyetinin mazmunu üzere– Allah Teâlâ’nın Resûlullah’ta tecelli eden en büyük yakınlık âyet ve delillerinden olmuş olur. Bu yoruma göre âyet-i kübrâ (en büyük delil) “hakîkat-i Muhammediyye” demektir. Sözün akışı makam-ı Muhammedî’nin açıklanmasıyla ilgili olduğundan, biz de (Elmalılı) en büyük âyetin hakîkat-i Muhammediyye olduğu kanaatini taşıdığımızı belirtmek istiyoruz. Çünkü maksat hangisi olursa olsun, âyetlerin en büyüğünün veya âyetlerden en büyüğünün onda tecelli etmiş bulunduğunda şüphe yoktur (VII, , , , , , ,, ; mi‘rac olayının mahiyeti ve bu esnada vahyedilenler hakkında bilgi için bk. İsrâ 17/1).


    Kaynak :Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa:

    Kur'an-ı Kerim Portalı

    Diyanet İşleri Başkanlığı Kur'an-ı Kerim Portalında Kur'an hakkında istediğiniz biligilere ulaşabileceksiniz

    Bağlantılar

    • Windows
    • Windows Store
    • IOS
    • Android
    • Mac

    Uygulamalar

    • Windows
    • Windows Store
    • IOS
    • Android
    • Mac

    nest...

    oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır

    © 2024 Toko Cleax. Seluruh hak cipta.