Kayseri’de kimi öğrenci, kimi de çalışan olarak hayat süren dört arkadaşla birlikte, 31 Ekim Cumartesi gününü Kayseri’nin komşularından olan Niğde ilini, Niğde ilinde ikamet eden güzel Müslümanları ziyaret ederek değerlendirelim istedik. Mevzu seyahat ve yeni mekânlar görmek olunca, kararımızı hemen uygulamaya koyulduk. Yüce Rabbimizin güzel ikramlarından olan aracımıza kurulup “euzu besmele”lerimizi çektik ve evvela sağımıza üflemek suretiyle sonra solumuza, önümüze, arkamıza, yukarımıza, aşağımıza, tüm etrafımıza ve son olarak da içimize çekmek şeklinde birer kere Ayete’l-Kürsi (Bakara sûresi 255. ayet) okuduk. Bunu, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin sünneti olarak işledik; manevi sigortamızı yapmış olduğumuza inanarak. Sonra Ahmet Melih, Mehmet, Muhammed, Salih kardeşler ile bendenizden oluşan seyahat ekibimizden imam-hatipliğe aday olan kardeşimiz Salih’in güzel sesinden Buruc sûresini, Ahmet Melih kardeşimizden de sûrenin anlamını/mealini bir güzel dinledik. Yüce Rabbimizin kerim Kitabı’nın güzel ayetleriyle ve o ayetlerin güzel anlamlarıyla yola çıkmak, bambaşka bir hissiyat veriyordu içerimize.
Bir buçuk – iki saat sonra varmıştık Niğde’ye. Medeniyet Vakfı Niğde Şubesi'nin sorumlu ve gönüllülerinden Halil İbrahim, Gökhan ve Yasin kardeşler bizi karşılayıp kucakladılar. Kardeşlik böyledir; yolun beklenir ve sonrasında ise sımsıcak kollar arasına alınırsın. Bu lezzeti ancak tadanlar bilir. Ve bu lezzeti herkesin tatmasını diliyoruz tabi ki de, yoksa bundan ötesi bencillik olurdu Allah muhafaza.
Sungurbey Camii bizi büyüledi
Kardeşlerimizin kahvaltı ikramından sonra, havanın kapalı olmasına rağmen “Bizi şöyle Niğde’nin tarihî zenginliklerine doğru bir götürün bakalım.” deyiverdik. Hava kapalıymış, yağmur yağar, rüzgâr esermiş ne çıkar! Biz bir kere niyetimizi almış ve yüz yirmi kilometreyi aşıp da gelmişiz. Gökhan ve Yasin kardeşlerin rehberliğinde ilkin şehrin hemen hemen ortasında bulunan en görünürdeki yükseltisi Niğde Kalesi'ne çıktık. Etrafı ağaçlarla ve oturaklarla çevrilmiş bu güzel yerden bir müddet şehri seyreyledik. Ağaçların sık olmasından dolayı batı tarafına nazar etmemiz biraz zor olmuş olsa da, biz görebildiğimizle kifayet etmeyi bildik. Kaleden inip aşağıya doğru süzüldüğümüzde karşımıza Selçuklu mimarisi olan Alaaddin Camii çıkıverdi. 1223’te inşa edilen bu güzel cami, tüm orijinalliğiyle Müslümanları misafir ediyordu; kulluk etme gayesinde olanları, rükûlardan secdelere uzanmak isteyenleri… İçeri girip yüz yıllar öncesinin ellerinden doğan bu mimariyi seyran eyledik.
Öğle namazı vaktine çok az kalmıştı. Alaaddin Camii’nin biraz aşağısında, 1335’te yapıldığını duvarındaki tabeladan öğrendiğimiz Sungurbey Camii’ne ulaştık. Namazı burada ikame etmeyi yeğledik. Abdest silahını kuşandıktan sonra, daha dışından itibaren bizi büyüleyen bu kocaman ibadetgâhın içine süzülelim derken, girişi ve özellikle de ilk günkü haliyle durduğunu öğrendiğimiz kocaman kapısı dikkatimizi çekmişti. Altından-üstünden kimi yerleri aşınmış, kırılmış fakat bir değişikliğe uğramadan öyle korunmuş. Kapının üstündeki duvara verilmeye çalışılan oymalı desenlerde de yer yer kırılmalar, dökülmeler olmuş. Bu haliyle bile görkeminden bir şey kaybetmemiş. Asıl şaşkınlığı ve hayret duygusunu içeri girdiğimizde tadacaktık. Adımlarımızı kapıdan içeri attığımızda olabildiğince yüksek tavanıyla ve dört bir yanının tarihi dokusuyla göz göze geliverdik. Ortasına pek çok sütunlar yerleştirilmiş. Duvarlarına dikkat kesildiğimizde, muhatap olduğumuz görüntüyü gözlerimizle anlamlandırmaya çalışsak da, meselenin künhüne vakıf olmak için çareyi namaz sonrası cami hocası ile görüşmekte bulduk. Büyükçe bir mihrabı ve mihrabın etrafında kırıklıklar, aşınmalar, dökülmeler vardı. Okuyabildiğimiz kadarıyla mihrabın sağ alt köşesinden başlayıp sol alt köşesinde biten bir Ayete’l-Kürsi yazılı idi. Orijinalliğine pek dokunulmadan ufak tefek restorasyonlar yapılmış. Sonradan değen ellerin farkı fark ediliyordu bariz bir şekilde.
Namazımızı tamamlayıp Rabbimizi tespih ettikten ve dualar ile yalvarışımızı yerine getirdikten sonra mihraptaki yerinden hareket edip ayağa kalkan, adının Metin olduğunu öğrendiğimiz hocayla selamlaşıp musafaha eyledik. Kayseri’den geldiğimizi, misafir olduğumuzu söyleyince, hoca daha yakın ve sıcak davrandı sağ olsun. Bize camiden bahsetmesini istedik. Caminin Selçuklu dönemine ait olduğunu (zaten tıpkı Kayseri’de olduğu gibi Niğde’de de cami mimarileri hep Selçuklu’ya aitmiş), büyükçe bir kubbeye ve iki minareye sahip olduğunu söyledi. Ancak 1929’da cumhuriyet döneminde, cami bir müddetliğine cephanelik olarak kullanılmış. Bir vakit gerçekleşen korkunç bir patlama sonucu duvarlar sağlam kalmak suretiyle üst kubbe ve minarenin biri yerle bir olmuş. Zaten içeri girer girmez ortada bol miktarda bulunan ince yuvarlak sütunlarda bir gariplik olduğunu hissetmiştik. Meğer sonradan inşa edilmiş.
Dışarı çıkıp camiyi daha geniş çerçevede incelediğimizde duvarları, etrafı ve yalnız kalan bir minaresinin yanında çatı kısmı ciddi manada farklılık arz ediyordu. Caminin yanında ve önünde yine en az kendisi kadar eski olan bir kümbet ve uzunca bir bedesteni görüyoruz. Cami ile bedestenin neredeyse bitişik olması, hayatla dinin, yaşam ile inancın öyle zannedildiği gibi ayrı şeyler olmadığını hatırlatıyordu bizlere yeniden. Ecdadımız imanıyla birlikte hayatını idame ettirmenin farkındalığıyla ömürlerini bereketlendirmişler. Bize ise bu geleneği daha güzeliyle, en güzeliyle sürdürmek kalıyor. Bulunduğumuz vakti kalıcı kılma adına avluda Metin hoca ile birlikte fotoğraf çekinildi. Sonrasında, diğer güzelliklere açılmak için hoca ile vedalaşarak ayrıldık Sungurbey Camii'nden. Bu arada Metin hocanın, ayrılırken birer tane ikram ettiği o leziz Amasya elmasını da unutmayalım. Salih kardeşimizin yol boyunca tadına doyamadığı o elmadan açması, “Hoca poşetin tümünü bize verse ne olurdu sanki?” serzenişini yapmaya götürdü bizi. Ah hocam ah!
Kütüphaneli cami
Bedestenin etrafını dolaşarak aşağıya indiğimizde küçük bir camiye rast geldil. İsmi, Kıble Camii. 1500’lerde inşa edilen camide, o dönemlerin dokusu ve dahi kokusu vardı. Müşahede etmek için, ancak başımızı eğerek geçebildiğimiz o küçümen kapısından içeri daldığımızda, ufacık alanına rağmen yükselmiş koca kubbesi bizi hayran bıraktı. Kubbenin altında konuştuğumuzda yankı yapan sesimiz, biraz uzaklaşınca o özelliğini kaybediyordu. Demek ki hocaların sesini güzel ve dokunaklı kılan sebeplerden birisi ve belki de en önemlisi, kubbenin o mimarisi oluyordu. Hatta ufaktan ezan cümlelerini seslendirmek şeklinde deneme yapınca, bunu daha iyi gözlemlemiş olduk. Kubbeden uzaklaşınca, sesimiz de etkileyiciliğini kaybediyordu. Şu halde diyebilir miyiz ki, alet işler el övünür. Sanırım caizdir bu denemeden sonra bu sözü sarf etmek.
Niğde’nin meşhur ve geçilmesi mecbur olunan “mecburiyet caddesi”ni adım adım adımlarken, etrafında, belki avlusunda diyebileceğimiz Öğretmenler Cay Evi olan Dışarı Camii’ne vardık son uğrak yeri olarak. Cami, 1600’lerde Niğde’ye kazandırılmış. Diğer camilerden farklı ve çok güzel bir özellik olarak burada kütüphane görüyoruz. Maalesef diğerlerinde o kadar güzelliklere şahid olmamıza rağmen alımlı bir kütüphane ile karşılaşmadık. Bu da az bir kusur olmasa gerek camiler için, camiyi mekân edinenler için… Diyanet Vakfı’nın 44 cilt halinde tamamladığı İslam Ansiklopedisi, tefsirler ve muhtelif İslamî eserlerle zenginleşmiş bu kütüphane için görevli ve sorumlulara, gıyaplarında Kayserililerin tabiriyle “İşiniz rast gelsin.” dedik.
İkindi namazımızı bize mihmandarlık eden sevgili kardeşlerin evlerinde ikamet edip kardeşçe sundukları ikramlardan ve meşguliyeti dolayısıyla fazla görüşme fırsatımız olmayan Medeniyet Vakfı Niğde sorumlusu Erol Hoca ile yaptığımız ufak bir sohbetten sonra müsaade isteyip yola çıkma zamanımızın geldiğini ifade ettik. Kısa günün kârı olarak değerlendirdiğimiz Niğde ziyaretimizi, buradaki kardeşlerin de Kayseri’ye buyurarak iade-i ziyarette bulunmaları ricasıyla sonlandırmış oluyorduk. Allah Teâlâ’nın rızası için ziyaretleşmenin değerini de tekrar kavramıştık. Hiçbir dünyevi beklenti gözetlemeksizin o kadar kilometreden çıkıp gelen biz kardeşlerini, aynı şekilde hiçbir dünyevi karşılık beklemeksizin misafir eden, gezdiren ve ikramlarını esirgemeyen kardeşlerimizden Rabbimizin razı olmasını temenni ediyoruz. Bu davranışın başka şehirlerdeki kardeşlerimize emsal teşkil etmesini ümit ederek, Müslüman olduğumuzdan ötürü duyduğumuz sevinçle birlikte yüce Rabbimize hamd-ü senalarda bulunuyoruz vesselam…
Haberin fotogalerisi için tıklayınız://www.dunyabizim.com/?aType=fotohaber&FotoID=9856
Fatih Pala yazdı
Yorumunuz Onaylanmak Üzere Gönderildi
Son dönemlerin alışveriş merkezleri bu durumu kırdı mı yoksa mecburiyet caddelerinden mecburiyet merkezlerine mi geçtik tartışılır ama kesin olan, “mecburiyet caddeleri” hafızlarda ve yer yer de kullanımda olmaya devam edecek!
Ankara’da büyüyüp, üniversiteye de Ankara’da gidince benim bir mecburiyetim olmadı. Lakin benim yaşamımda bir cadde daha doğrusu bulvarın ayrı bir yeri oldu; biz Eskişehir Yolu dedik, resmi ismi uzun yıllar İnönü Bulvarı’ydı, sonra bir gün bu iktidar ismini Dumlupınar Bulvarı yapıverdi.
1980’lerin başında ODTÜ’ye gitmek için Tunus Caddesi’nden bindiğimiz mavi otobüs, Bahçelievler’deki Milli Kütüphane’ ye ulaştıktan sonra uzun bir ıssızlık başlar, şehirlerarası yolda gidiyormuş hissine kapılırdık.
1980’lerin neoliberal politikaları kentlerde yüzünü 1990’lı yıllarda göstermeye başlamıştı. Aynı yıllarda Eskişehir Yolu üzerindeki ıssızlıklar da dolmaya başladı. Açılışı Dışişleri ve Ulaştırma Bakanlığı yaptı, onları Hazine ve bazı bankaların genel müdürlükleri izledi.
2000’lerin başında sahnede yıldızı yükselen AVM’ler vardı. Zaman içinde sırasıyla Armada, Cepa, Kentpark, Gordion ve yakın zamanda Next Level, verilen yüksek imar haklarıyla sağlı sollu Eskişehir Yolu üzerine yerleştiler. Bu arada geçmişte tek tük utangaç gecekonduların mekânı Çukurambar, muhafazakâr orta sınıfla özdeşleşen arsız bir beton kütleye dönüşürken, Çukurambar’ın bulvara bağlandığı noktaya Gökçek imalatı demir kafes ve yanı başında Marriott Oteli yerleşti.
2010’lu yıllarda Bilkent kavşağından hemen sonra yolun bir tarafına Danıştay, AFAD gibi kamu kurumları yerleşirken, karşı tarafında Tepe Prime, Mahall, Mydone gibi rezidans, iş ve eğlence merkezi yoğun bloklar inşa edildi. Bilkent kavşağına hızlı biçimde bir protokol camii inşa edilirken, içeride Atatürk Hastanesi çoktan (2004) hizmete girmişti bile!
Sonra bir gün öğrendik ki, aynı alana Bilkent Şehir Hastanesi de gelecek! Bu hastane için hazırlanan ÇED raporunun trafik yüküne yönelik değerlendirmesinde, aşağı yukarı “ben gelmeden önce buranın trafik sorunu zaten içinden çıkılamaz hale gelmişti; bir sorun var ve bu benim sorunum değil, büyükşehir belediyesi çözsün,” dedi. Sonrasında maliyetin ODTÜ yeşiline ödetildiği bir dizi yol projesiyle karşı karşıya kaldık. Bu alanda sorun çözmek adına dünyanın en sorunlu katlı kavşağı inşa edildi.
Derken birkaç ay önce ölçüsüz imar haklarının mahkeme duvarlarına çarptığı TOGO Kuleleri’yle gündeme geldi Eskişehir Yolu.
Bitti mi derken birkaç gün önce, Sağlık Bakanı, Bilkent Şehir Hastanesinin bulunduğu bölgenin bir Sağlık Vadisi olacağı müjdesini verdi!
Müjdeli haberi okurken düşündüm Eskişehir Yolu’nun bugünkü sermaye düzeninin mecburiyet caddesi olduğunu! Bunca kaynağın akıtıldığı ve rantın devşirildiği sermaye düzeni, günün sonunda başkent Ankara’da bir bulvara sıkışmış durumda! Ne bulursa oraya sıkıştırıyor.
Anadolu’da devletin kıt kaynaklarla yarattığı mecburiyet caddelerinden farklı bir mecburiyet bu! Bu mecburiyet milyarlarca dolar akıtılarak yaratıldı. Bunca kaynakla bütün yaptıkları mecburiyeti caddeden bulvara taşıdılar.
Bütün bu mekânsal dönüşüm aslında daha genel bir dönüşümü anlatmıyor mu? Mecburiyet o düzenin kilit kavramı değil mi?
Tüm Yazıları