sait başer kimdir / Dr. Sait Başer yazdı: "Ene'l-hakk şehîdi"! - monash.pw

Sait Başer Kimdir

sait başer kimdir

Dr. Sait Başer yazdı: "Ene'l-hakk şehîdi"!

Bir gazelinde:

“…

Bu gün ey dil temâşâ kıl cemâl-i vech-i cânânı

Şu kim görmez anı bugün yarın olur ol a’mâdan

Kamû eşyâ eğerçi kim haber virür cemâlinden

Velî insan olan ismin nişân virür müsemmâdan

Düşübdür derbeder âşık taleb eyler dilârâyı

Dilârâdur gönül içre haber ister dilârâdan

…”

diyen İsmâil Mâşukî Hz. için anlatılan menâkıp çok. Onun bir Vahdet-i Vücud serdengeçtisi olduğu ise menkıbeler üstü bir gerçek.

Kanunî devri mutasavvıfı.

İsmail Maşûkî, Hacı bayram çizgisinde, Ayaşlı Bünyamin müritlerinden. Doğumu , öldürülüşü   31 yaşındayken idam edilerek öldürülmüş. Babası Aksaraylı Pir Ali Dede. İsmail’e Maşûkî adını veren Ayaşlı Bünyamin.

Devrin ulemâ ve mollaları tarafından tekfir edilerek, oniki öğrencisiyle birlikte idam edilmiş.

Bugün, uzmanları indinde, Türk düşünce ve inanç geleneğinin en önde gelen akımı olan tasavvufun taa Hoca Ahmed Yesevî Hz.’nden beri kuvvetle toplumu motive ettiği, fütuhat devirlerinin yüksek voltajlı enerjisini bu cereyandan aldığı hususu her türlü tartışmanın üzerinde. İsmâil Mâşukî de hem mensubu bulunduğu Bayramiye ekolü bakımından hem de âilesinden tevârüsü sebebiyle o çizginin tarihe mal olan isimlerinden.

Safeviler’le girişilen siyasî hâkimiyet mücâdelesinin Osmanlı idâresini sıkıştırdığı, Şah İsmail’den oğluna da intikal eden Erdebil Tekkesi şeyhlik otoritesinin kırılamadığı yıllar o yıllar. İran’da gayet kuvvetli bir Vahdet-i Vücud rüzgârı esiyor, o rüzgâra hiç de yabancı olmayan Anadolu halkı da İran’dan gelen dâvete tabiatıyle olumlu cevap veriyordu.

Esefle kaydedelim ki, Osmanlı yönetimi ise kendisinin de varlık sebebi olan geleneğe karşı endişeyle bakmak zorunda kalıyordu.

Gerçi siyâsetin hakimiyet kavgası başka, tasavvuf bağlılarının “Hakikat” addettikleri bir kutlu yolu sürdürme gayreti başkaydı.

İdareciler ne kadar saltanatlarını tehlikeye atan bir tehdit olarak görürlerse görsünler! Siyasetin hatırı için itikadından vaz geçilir miydi? Öldürüldüğü sırada 31 yaşında, son derece inanmış, muhakkik birisi olan genç ve cezbeli Şeyh İsmail Mâşukî’ye bu “lüzum” anlatılabilir miydi?

Belki can korkusuyla Safevîler’le iş birliği ithamlarından ürkenler vardı. İnsan bu. Can tatlı!

İsmail Mâşukî, canını dâvâsından esirgeyecek birisi değil. Hele o tarihlerde henüz dergâhlarda sâhici şeyhler önemli ölçüde görev başındadırlar ve Mâşukî  onlardan birinin oğlu ve o da onlardan biri “Şehâdet ehli” birisi olduğunu şiirlerindeki yanık ifadeler apaçık haber veriyor:

Ey gönül, bir derde düş kim, anda dermân gizlidür

Gel eriş bir katreye kim, anda ummân gizlidür

Terkedüp nâm ü nişânı, giy melâmet hırkasın

Bu melâmet hırkasında nice sultân gizlidür

Tut Hakk’ı bilmek dilersen ehl-i irşâd eteğin

Niceler bilmediler kim böyle erkân gizlidür

Değme bir hor ü hakîre hor deyû kılma nazar

Kalbinin bir kûşesinde arş-ı Rahmân gizlidür

Bu cihân dervîş nâm oldu hicâb-ender-hicab

Sen hicâb altında kaldın sanma sultân gizlidür

Belli ki Kanunî Sultan Süleyman’ın taksirat hânesine bunu da eklemek gerekiyor. Siyaseten, Safevî Şahı Tahmasb ile mücadelesi uğruna, milletinin kudret sırrı bir hikmet geleneğine sırt dönmekten pervâ göstermemiş ve bu hâlis, genç ve olağanüstü sâdık  iman erinin canını almaktan geri durmamış!

/19/monash.pwİbrahim Maşuki’nin mezarı Beşiktaş’ta bulunuyor.

Üstelik bir sefer dönüşü Aksaray’dan geçerken, onu babası Aksaraylı Pir Ali Dede’den talep edip İstanbul’a getiren, bizzat Sultan Süleyman!

Halvetîlik ise, uzun ve tesirli tarihi boyunca şeksiz şüphesiz bir Vahdet-i Vucut okulu! Kimse “bilmiyordum” deme mevkiinde değil.

Hikâyenin detayı çok. Meraklıları için Google’da küçük bir sörf kâfî

Burada bizi ilgilendiren şey, tarihteki bir anekdota dalma zevki sanılmasın.

Bizi fitilleyen Yahyâ Kemal!

Üstâd Yahyâ Kemal’le alışverişimiz seneler geçtikçe daha köklü ve daha emniyetli bir hal aldı.

Y. Kemal, bilindiği üzere derinlikleri, renkleri, ustalığı, yaratıcılığı, fikrî terkibinin emrine verdiği şâirliğiyle, dikkatleriyle tüketilemeyen bir mâden.

Bâzı şâirler bir okumalıktır.

Bâzıları bir mevsimlik, bazıları ömrümüzün bir faslında can bulurlar…

Oysa Yahyâ Kemal, seneler geçtikçe gönüllerdeki yerini kalıcı hale getiren bir tarih, kültür, dil, psikoloji, dâüssilâ, hasretler, vuslatlar, kemal yürüyüşleri etrafında kendisini açarken, okuyucusunun ruh ve fikir dünyasını da inşa sırrına ulaşmış bir sihirbazdır. Şiirlerinde olağanüstü incelikler, mütâlâalar, işâretler ve bilmeceler bulunur.

Tabiî  kendi  dünyasına yaklaşabilenlere söyler!

Çâresiz.

Bir müddetten beri, onun Mâverâda Söyleniş şiirindeki bir mısrâına takılıyorum.

İsterseniz önce şiiri hatırlatayım:

Mâverâda Söyleniş

Geldikti bir zaman Sarı Saltık’la Asya’dan.

Bir bir Diyâr-ı Rûm’a dağıldık Sakarya’dan.

Seyrindeyiz atıldığı sâhilsiz enginin,

At Meydanı’nda ölmüş “Ene’l - Hak” şehîdinin.

Merhûm Edirne şeyhi Neşâtî diyor ki: “Biz

Sâf aynalarda sırroluruz öyle gãibiz.”

Zâhid hayâl eder bizi meyhâne zındığı,

Bilmez ki sen ve ben hepimizdir tapındığı.

Gãibde bir muhâvere geçmiş de pek hafî,

Gaybî’ye söylemiş bunu İdris-i Muhtefî.

Şiirde birçok dikkate değer yön var. Sakarya boylarından Rumeli’nin fethini mümkün kılan mânâ önderlerini ilk işâret eden şiir bu. Üzerinde uzun uzun durulmayı hak ediyor, ancak konuşulsa konu dağılacak. Bu yazıya sebep olan ilgili beytimiz:

Seyrindeyiz atıldığı sâhilsiz enginin,

At Meydanı’nda ölmüş “Ene’l - Hak” şehîdinin.

beyti…

Mısrâ ise ikinci mısrâ!

“At Meydanı’nda ölmüş “Ene’l - Hak” şehîdi…”

Ölmüş” ve “şehid”!

Üstad’ın: “Mısra benim haysiyetimdir” sözünü hatırlayarak bakmalı bu mısraya. Yahyâ Kemal gibi birisi, ölüm olayını şehadetle bir tutmaz. Ölümsüzlük sırrı taşıyan bir irtihale aynı zamanda ölüm demez!

Bu “ölüş” bir “öldürülüş”tür! Bunu bilerek konuştuğu muhakkak Yahya Kemal’in.

“Şehid” olmaklığını ayrıca vurgulamaktadır.

Üstelik bu “şehâdet”, “Ene’l-Hakk şehidliği”dir.

Yahyâ Kemal, Kanûnî zamanında “Ene’l-Hak” sözünde sembolleşen inanma üslubunun artık bir “idamlık suç” haline getirilişine dikkat çekmektedir.

Yoksa Türk tasavvufunda sayısız mutasavvıfta sayısız örneği bulunan bu “ontolojik/îtikadî tercih”, o vakte kadar bizim kültürümüzde hiç de suç olmamıştı. Biz erenlerimizle yaşardık. Onların ölümsüzlük sırlarını “Hak ile Hak oluş” kemâline ulaşmışlıklarında görürdük… Bilakis; Şam, Bağdad veya diğer Eş’arî-Arap coğrafyalarında, gerek Hallac-ı Mansur gerek Şıhabüddin Şühreverdî ve gerek Seyyid Nesimî gibi örnekler o coğrafya yobazlarınca tahammülsüzce öldürülürlerken, bizim Mâturidî-Yesevî coğrafyamızda İsmail Maşukî’nin selefleri serâzat Tevhid divanları yazıyorlardı. Bakın bütün edebiyatımız onlarla doludur.

Yani Maşukî yukarıya aldığımız şiirlerindeki fikirlerin ilk temsilcisi değildi. Taa Hoca Ahmed Yesevî’den beri sayısız Türkmen kocası hep bunu terennüm ettiler. Mevlanalar, Hacı Bektaşlar, Hacı Bayramlar, M. Arabîler… Bütün fikir ve edebiyatımızın en temel mektebi budur çünki!

Mâşukî’ye uygulanan “siyâset”, tamamen konjonktürel bir tercihin, itikat güzergâhımızdaki rota değişikliğine sebep oluşunu haber vermektedir.

O ana damarın dâvâsını terk ettiği söylenemez tabiî…

Ancak yıldırıldığı, sindirildiği muhakkaktır. Mâturidî/Yesevî gelenege son derece sıdk ile bağlı halkın tepkisini frenlemek için “medrese-tekke çatışması”  adıyla resmî Eş’arî yöneliş kamufle edilmiş de olsa, artık hüküm onlara geçmektedir!

Bizim: “Mâturidîlik Yavuz’dan sonra, resmen olmasa da fiilen terk edilmiş ve bizim büyük medeniyet krizimiz başlamıştır… Duraklama ve gerilemenin temel sebebi budur.” deyişimize Yahyâ Kemal’den (bir başka) destek gibi göründü gözüme.

“Ene’l-Hakk şehîdi”!..

Kanûnî Sultan Süleyman zamanında!

Bugün câmilere çocuk girmesine itiraz eden, tasavvuf ve musıkîsi başta, medeniyetimizi red anlamına gelen ve dini, çağlar öncesindeki inşasında donmuş bir fıkha indirgeyenler, bu ekolü hâlâ tekfirde yarışanlar aramızdalar…

“Biz nerede düşmüştük ki? Oradan kalkalım” merakında olanlara bir şeyler der belki…

kaynak:monash.pw

Makaleler - Dr. Said Başer

0 ratings0% found this document useful (0 votes)
views pages

Copyright

Available Formats

PDF, TXT or read online from Scribd

Share this document

Share or Embed Document

Did you find this document useful?

0 ratings0% found this document useful (0 votes)
views pages

Üst Müessese
Töre
Ahşab ve San’at
Muhabbetin İçtimâîleşmesi veyâ Töre ile Türk Olmak
Eşyaya Dost muyuz?
Neden “Türk Münevverinin Müşterek Fikir ve Îman Zemîni” ?”
Niçin “ Asrın Eşiğinde Türkiye”?
Ufkumuzda Doğum Sancıları
Artık Çelişkiler Çözülsün!
Kimlik, Kişilik, Ontik Kimlikler ve Türkiye
Türk Münevverinin Müşterek Fikir ve Îman Zemini
Bahçe Konuşmaları – Malkoçoğlu Olmazsa Keloğlan!
Kendi Misyonumuzdan Korkmayalım
Nevâ’nın Esrârı
Ruh Ufuklarımızın Fatihi Olarak Yahya Kemal!
Türk Kültürünün Hâl-i Hazır Durumu, Potansiyel ve İlâve Edilebilir Gücü, İmkân ve
Kabiliyetleri
Türk İllerinde Türk Hasreti
Tayyip Erdoğan’ın Ontolojisi
Bir Muhasebe Denemesi
Dünyada ve Türkiye’de Kitle Kültürü
Korku Ve Riya
Fark’tan Düşünce’ye
Dev Tohumu Veya Divânü Lugâti’t-Türk
Tarihle Oynamak Gelecekle Oynamaktır
Bir Kurucu Akıl Olarak Yahyâ Kemal
Toplumsal Akıl ve Millet
Ailede Kültür İntikâli
Hizmetsiz İbâdet , İbâdetsiz Hizmet..!
Kültürümüzün Uç Beyi
Yesevî’den Günümüze Türk Düşüncesi Etkinlikleri ”Yahyâ Kemal Düşüncesi”
Hayattaki Değişime Uygun Çalışacak Bir ”İstanbul Enstitüsü” Kurmak
Türkiye’deki Parlemento,Demokrasi ve Basın Hakkında
İlâhî Kös
Türk Kültürünün Omurgası ve Cumhûriyet
Sıkılmalı mı, Düşünmeli mi ?
Yabancı Bir Mûsıkîşinas : ” Wouter Swets” İle Mülâkat
Devam ve Beka Sırrı
Türk Anlama ve İnanma Modeline Dair
Şimdinin ve Tarihin Felsefesi Üzerine
Resmî Tercihlerle Sosyal Gerçeklerimizin Çelişkisinden Doğan Sonuç: Arabesk!
Tasavvufun Edebiyâtı Hikmetin Güncelliği
Ü​st Müessese
Sait Başer, “Üst Müessese”, Yurttan Dünyadan haber, S, Ekim-Kasım , s
MÜŞTEREK FİKİR VE İMAN ZEMİNİ
Bir evvelki yazıda müesseseleşmenin lüzumu, ehemmiyeti ve Türk tarihi içinde geçirdiği
merhalelerden bahsedilmişti. Müesseseleşmenin ancak istikrarlı ve müsbet milli hasIetlere
dayanarak gerçekleşebileceği anlatılmıştı. “Milli hasletlerdeki süreklilik önce münevver kitlenin
kabul edeceği sonra da milletin yeni nesillerine aktarılacak bir müşterek fikir ve iman zemini
teessüs ettirmekle mümkündür. Böylece milli hasletler eğitim-öğretim yoluyla yeni nesillerde
devam edecek ve o meziyetlerin üzerine müessese bina etmek kolaylaşacaktır.” anafikri üzerinde
durulmuş ve misaller verilmişti. (Kervansarayların misafirseverlik hasletine dayanarak kurulması
gibi… )
Burada mevzu dışına taşmamak için o “müşterek fikir ve iman zemini”nin tesisi hakkında
fazlaca konuşmak istemiyoruz. Bu mesele yalnız müesseseleşme hususunda değil, milli
hayaliyetimizin devamı hususunda da önde gelen şartlardandır. Ve kendi kültürünü yaşayan milli
insan tipinin elde edilmesinin yegane yoludur.
Bu defa ise yukarıdaki fikirlerin tahakkuku için elden gelen gayreti sarfederken, tez elden neler
yapabileceğimizi düşünelim.
SÜRAT VE İHTİSAS
Asrımızda değil fen ilimleri, sosyal ilimler sahasında bile insanlığın peşinden gidebileceği;
“Mutlak Hakikat” bilip uymak mecburiyetini duyacağı istikrarlı kaideler, prensipler aramak artık
beyhudedir. Dünyamız baş döndürücü bir süratle değişmektedir. Değişme, değer hükümlerinden
üretim vasıtalarına, aileden sosyal bünyeye kadar nüfüz etmiştir. Sürat mefhumu hayata tam
manasıyle hakim vaziyettedir. Hem beşeri ilimler hem de teknik ve fen ilimIeri bu hıza ayak
uydurabilmek için artık bir “mutlak hakikat” aramamaktadırlar; böyle bir kaygıları yoktur; ancak
anlaşılan odur ki, hakikatin bilinmediği yerlerde kendini gösteren “mutlak izafiyet” içinde mesafe
alırlarken, kendilerine aid bazı geçici kanunlar vaz etmekte, üstelik ihtisaslaşmanın getirdiği dar
acılar sebebiyle de zaaflarını görememektedirler. Mesela bir kalp doktorunun verdiği ilaç mideyi
rahatsız ederken ferdin psikolojik sıhhatini hedef alan tedavi usulleri sosyal bünyede büyük
rahatsızlıklar doğuran çarpıklıkIara yol açmaktadır. Yine mesela bir dilci tarihi devir ve şartlardan
habersiz değerlendirmeler, etimolojik izahlar yaptığından, zaman zaman milli kültürlere zararlı
bile olabilmektedir.
Malumatla alakalı teferruat arttıkça, fer’i olandan asli olanı çıkarmak, tahlilden terkibe gitmek
güçleşmekte; görünür çokluğu sağlam prensipler etrafında birleştirip, insanın ihtiyaç duyduğu
bütüncü ve mütekamil bir dünya görüşü teşkili adeta imkansız hale gelmektedir.
Çağımızda ilim ve mensuplarının aczi, ruhi yönü boş bırakılan insanlığa aldatıcı mesajlar veren
Hind veya Uzak-Doğu menşeli garip cereyanların hem de Amerika, Almanya gibi “ileri ilim
Ülkeleri” sayılan memleketlerde rağbet görmesinden bellidir. Hemen her gün gazetelerde boy
göstererek bu sapık cereyanlara ilmi (!) kisveler biçen, onlara mensubiyetten gurur duyan pek çok
Batılı ilim adamı (!) (veya Batıcı geçinen bizimkiler), o dar açıların, sadece bir mevzuda
ihtisaslaşırken, bütün hayata karşı ortaya çıkan cehaletin kurbanları sayılmalıdırlar; ama maalesef
titrlerin gölgesine sığınıp diğer insanları da peşlerinden sürükleyebilmektedirler. Netice ise daima
ruhi buhran ve tatminsizliktir.
Yukarıdaki ifadelere bakarak bizim ihtisaslaşmaya muhalif olduğumuz zannedilmesin. Elbette
son derece dallanıp budaklanan, içiçe branşlara ayrılan günümüz ilmi başka türlü bir çalışma
tarzını kabul edemez. Çağımızda sürat vakıası ile ihtisaslaşma birbirlerini teşvik eden faktörlerdir.
İhtisaslaşma dolayısıyle de artık bir zamanların bütün ilimIere vukuf kesbetmiş alimlerini bulmak
mümkün değildir.
Dikkat çekici bir husus da, ilmi tetkiklerin, hiçbir devirde olmadığı kadar maddi imkanlara
ihtiyaç göstermesidir. İlimlerde yeni sahalar açıldıkça yeni kadrolar, yeni kadroların çalışması için
de ilave tahsisat gerekmekte ve bu işler tedricen büyük devletlerin kontrolüne girmekte, ilim,
kudret ve zenginlik giderek aynı ellerde toplanmaktadır.
MÜESSESELER HAKİMİYETİ
Zamanımızın diğer bir özelliği olan müesseler hakimiyetine gelince. Denilebilir ki, fertlerin tek
başlarına beceremedikleri insanlığa dengeli ve alemşümul bir terkip hediye etme işi,
müesseselerin bünyelerinde kurulan heyetlerce ters yönde ve kendi menfeatleri istikametinde,
mevzii ölçüler içinde yapılmakta böylece bu kısmi birlikten büyük maddi güçler eIde
edilmektedir. Zamanımızda ihtisas heyetleri tarafından üretilen bilgi ve teknik buluşların, tröstlere,
konsorsiyumlara kazandırdığı servetler astronomik rakamları bulmuştur. Büyük maddi güçlerin
siyasi sahada tesir icra etmeleri tabiidir. Dolayısıyle bu kuruluşların elde ettikleri siyasi
potansiyel mevuun diğer bir cephesidir.
Bugünün bütün sosyal, siyasi, askeri ve iktisadi faaliyetleri müesseseler eliyle yürütülmektedir.
Müesseseler ilim metodlarını kullandıkları nispette gelişirken, ilim de ancak güçlü teşekküller
elinde gelişme vasatı bulabilmektedir.
Bu noktada “ilim” ve “müessese” mefhumlarını, hizim tarihimizde kazandıkları manalarla
anlamamak lazımdır. Bizdeki yaratılış sırlarına akord edilmiş ilim anlayışı ve “ilahi emanetin
hamili insan”a hizmet gayesi etrafında örgütlenen müesseseler nizamı ile şimdikiler arasında hem
gayeleri hem de kullandıkları metodlar bakımından esaslı farklar vardır.
BU AÇIDAN TÜRKiYE
Gerçi şimdikilerde de esas unsur insandır; ama bu insan “Homo Economicus” derekesine
inmiştir. Menfaat hesabı her devirde yapılmıştır fakat bugün birilerinin menfaatı, diğerlerinin canı
bahasıdır. Acı olan, bu türden müesseseleşmenin ivmesi gittikçe artan bir hızla yayılması,
devletler çapında tatbik edilmek suretiyle tehdidini arttırmakta oluşudur.
Artık ilim de fen de şimdiki “kurum”, tröst ve menfaat şebekesi halini alan devletler elinde
kudrete vesile olacak silahlar, üretilip güce-kuvvete tercüme edilecek şeylerdir. Katiyyen hakikat
arayıcılığı, hikmet sevgisi yahud insanlığın hayrı diye bir meseleleri yoktur.
Çizilen manzara içerisinde Türkiye pek zavallı bir mevkidedir. Zavallılığı iki yöndendir.
Birincisi, ahlaki ve insani değerleri tarihe terk edip maddi sahada zamana karşı yarışan diğer
kavimlerle yarışa giremez değildir; Türkiye de o yarışa katılabilir. Hatta ucundan kenarından
sokulmuştur da… Ancak görülmüştür ki, güzel milletimizin özü o derecede ters mahiyet
değiştirmeler karşısında fesada uğramaktadır. Töresi, inancı, milli kültürü o anlayışla telif
edilememektedir. “- Ne pahasına olursa olsun girelim!…” denirse, ortada “millet vakıası”
kalmayacağından, nötrleşeceğinden bu türlü bir girişin kıymeti ne olur ki?…
İkincisi, mana ve mahiyet bakımından Batı’nın kültürü ve karanlık şuuraltı ile kaynaşmamak
fikri galip gelse dahi, bu defa da onun imkan ve silahlarıyla baş edecek, gelişme süratine erişecek
maddi gücümüz yoktur.
Değişik bir ifadeyle; Batı dünyasının müesseseleşmesi, kendi geleneklerinden, tarih içinden
bütün manevi unsurlarını ayıklaya ayıklaya getirdikleri kendi kültürlerinden tecelli etmiştir. O
anlayış istikametinde hakimiyetini genişletecek şekilde teşkilatlanmış, esası iktisadi refah ve
“Hayvanlaşan İnsan” ın egosunu tatmin duygusu olan bu müesseseleşme, ilmi de kendisine esir
etmiştir. İlmin körlüğü buradan gelmektedir.
Baştan beri ilim-ilim deyip onu ön planda ele alışımız sebebsiz değildir. Çünkü ilim, hayatı
daha yaşar hale getirirken, kainatın sırlarını araştıran, insanı bu sırlara intibak ettirip varoluş
gayesini tahakkuk ettirecek yegane yoldur.
Ancak maalesef Türkiyemizin mutlak hakikat ve gerçek ilim talebi de pek cılızdır. Devletimiz
milli devlet felsefemizden uzak, zahirdeki hay ü huya gore günlük politikalar güderken, ciddi, ilmi
davranışlar sergileyememektedir. Bunlar bir yana, Cumhuriyetimiz, elindeki milli potansiyelleri en
akıllıca kullanmak suretiyle, kendi iç bünyesindeki henüz rüştünü ispatlıyamıyan müesseseleri
arasında bir koordinasyon ve gaye birli,i sağlayamamıştır. İdarelerimiz sürat, daimi değişme
gerçeğine uyum ve çağı günü gününe yaşama gibi hayati ehemmiyet taşıyan anlayışlara karşı
bigane kalmışlardır.
Zaruretler sebebiyle varlığımıza katlanan bir dünyanın daima üç-beş adım gerisinden gitmeye
ve el yordamıyla yürümeye daha ne kadar tahammül edeceğiz? Bu suali bir sitem farzerdiniz…
Elbette ki bir milletin kendi özüne dönüşünün zamanı olamaz. Böylesine komple ve bizim
manamıza zıt yapıdaki bir dünyada, muadil silahlarla teçhizatlanmadan o dönüşte rahat
bırakılmayacağımız tabiidir, şüphesizdir.
O halde nasıl bir yol takibetmeliyiz ki, mesafeleri sürat mefhumunun asrımızda kazandığı
korkunçluktan sıyrılarak kapatabilelim?
BİR TEKLİF
Devletimizin gücü ilmi araştırmalara kafi derecede tahsisat ayıracak kadar fazla değildir.
Zamanı israf edilemeyecek kadar değerlidir ve deneme yanılmalarla kaybedilecek ölçüde
“hovardalıklara” tahammülü yoktur. Öyleyse kendi ölçülerimiz dahilinde müesseseleşmek için bir
merkezi planlamayı niçin düşünmüyoruz? Kendi içinde rahat hareket etme imkanı tanınacak bir
“Üst Müessese” kanalı ile diğer bütün müesesselerimize çekidüzen vermek mümkün olabilir.
Esasen milletimizin tarihinde olgunlaştırdığı kendisine mahsus bir devlet anlayışı vardır. Bir
önceki yazımızda da belirtildiği gibi bu anlayışta devleti, unsurları arasında gaye farkı
bulunmıyan, ahenkli bir müesseseler manzumesi meydana getirir. O devlet ile müesseseleri
arasında ne kuruluş gayesi ne de hizmet anlayışı bakımından herhangi bir fark yoktur.
Ancak halihazırdaki kuruluşlarımızın tek tek kendi kuruluş gayeleri ile devletin felsefesini
bağdaştırması mümkün değildir. Bunun ehemmiyetini anlasalar bile, muhtemel fedakarlıkları
gösteremiyebilirler. Dünyadaki son yenilikleri takibetmeye takatları yetmez. Yeni bir teknik
yakalasalar bile, bunun milli bünyeye uydurulması mesuliyetini taşımazlar. Ayrıca her teşekkülden,
kullanageldiği metodların fayda ve zararlarını tesbit edip ıslah yolları araması baklenemez.
Şimdiki halde müesseselerimiz ferdi egoizme benzeyen bir kendi kendini yaşatma tutkusu
içindedirler. Onlardan hizmet gibi, kendi aralarında yardımlaşma gibi yüksek davranışlar
beklemek hakkımızdır. Hakkımızdır ama; hem bunun mekanizması kurulmamıştır hem de her geçen
günle beraber zarar hanemiz büyümektedir.
Video, bilgisayar, yaygın öğretim… gibi bir çok buluş, teknik ve metod bize son derece şuursuz,
kontrolsüz, adaptasyon endişesinden uzak mesüliyetsiz ellerle girmiştir. Aslında müspet neticeler
vermesi gereken bu teknikler, geliş yolları dolayısıyle, resmi kontrol mekanizmaları dışında tatbik
sahaları bulmuşlar, faydalı olmak yerine büyük tahribat yapmışlardır. Bu gibi durumlarda idare,
tahribat ancak içtimai bir yara hüviyeti kazandıktan sonra tedbir yetiştirebilmektedir. Uyanma
çoğunlukla zayıf, yasakçı ve gelgeç tedbirlerden ibaret kaldığından, tahribat uzun zaman gizliden
gizliye devam etmektedir.
Bunlar meselenin menfi taraflarıdır. Bir de kârdan zarar mahiyetindeki kayıplarımız vardır.
Bilgisayar, Batı’da otuz yıldan beri kullanılageIen bir buluştu. Biz, bütün dünya bilgisayar
teknolojisi ile donandıktan sonra durumu farkettik ve aramızdaki mesafenin büyüklüğünden dehşete
düşerek, bu defa da ne bulduysak topladık. Sonunda kontrolsüzlük sebebiyle birden yayılıveren
“Atari” ve bilgisayarlı kumar kulüplerine karşı gençliğimizi korumaktan aciz kaldık. Bunu
zamanında tesbit edip, nerede, nasıl kullanılacağını, fayda ve zararlarını hesaplayarak o vakitler
alabilirdik. Böylece hem elektronik tekniğiyle daha evvel tanışıp nimetlerinden istifade eder hem
de ortaya çıkacak zararlı kullanılışlarına karşı tedbirler geliştirebilirdik.
Her neyse, zaman dövünmek için bile harcanamıyacak kadar kıymetlidir. Bu devirde kalkınma,
milletler arasında zamana karşı bir yarış şeklinde yapılmaktadır. Artık hiç bir milleti kalkınma
yolundan döndüremezsiniz. Bugünkü milletlerarası mücadele metodlarından biri de rakipleri
oyalıyarak geri bırakmak ve vakit kazanarak üstün duruma geçmektir. Kalkınma planlarımızda
mühim yer işgal eden büyük projelerimizin gecikmelerle tahakkukunu bir de bu açıdan düşünmekte
faydalar vardır.
Batı ile Türkiye arasındaki aleyhimize neticeler doğuran mesafeleri ölüm-kalım meselesi
addetmeliyiz; zira kültürlerimizin insana verdiği mesaj ve idealler, hayat anlayışları birbirine
zıttır. Batı tecrübe ve araştırmalarıyle, Türk’ün tarihi misyonunu çok iyi bilmekte; fakat sadece
yurdumuzun jeostratejik konumu dolayısıyle ayakta kalmamıza (kalkınmamıza değil!) müsaade
eder görünmektedir. Mesela şu meşhur “Uzay Savunma Sistemi”ni kurup ihtiyacının kalmadığını
kestirdiği an, Türkiye’yi bir çırpıda harcayıvermekten çekinmiyecektir. İşte bu yüzden Batı ile
aramızdaki farkı bir an önce kapatmak zorundayız. Meseleyi zamana bırakıp, milletin kendi
kendine bir yerlere gelmesini beklemek hatalıdır.
Evet, memleketimizin araştırma imkanları azdır, ilmi tetkiklere fazlaca tahsisat ayıramamaktadır.
Tamam!.. Ama sürat mefhumunu devreden çıkaracak bir “üst müessese” kurup, bunu mevcut
kaynaklarımızla iş görecek bir sistemle çalıştırabiliriz.
Bir merkez karar ve değerlendirme kurulunun nezaretinde, yurdumuzun dinamik teşekküllerinin
tamamını (özel-resmi) ele alıp, bunlar arasında koordinasyonu sağlıyacak; devletimizin felsefesi
ile bu teşekküllerin kuruluş gayelerini telif edecek; kullanmakta oldukları metodlarla ilgilenip,
bunların tahlil ve ıslahı ile uğraşacak; gerektiğinde ayrı ayrı her müessesenin bünyesine uygun
metod ve teknikler geliştirip tavsiye edecek bir Üst Müessese…
Tabiatıyle böyle bir kuruluş: Üniversitelerin ilgili kürsüleriyle, gerekli göreceği bürokrat ve
devlet adamlarıyla, müessese idarecileriyle yurt içinde; bütün milletlerarası ilmi araştırma-
geliştirme kuruluşlarıyla, dış dünyadaki büyük sanayi kuruluşlarının ilmi etüd daireleriyle yurt
dışında irtibat kurmalı ve toplıyacağı bütün bilgileri kendi bünyesindeki değerlendirme
birimlerinde tahIiI etmelidir; ki, yukarıda sayılan fonksiyonları gercekleştirebilsin.
Şu anda tamamen fikir planında ele aldığımız böyle bir kuruluş, aynı zamanda memleketimize
girecek eski ve modası geçmiş tekniklere karşı bir filter vazifesi göreceği gibi, bizde sıkça görülen
müesseselerin fonksiyon tazeleyememesi durumlarında tavsiyeleriyle ictimai canlılığı sürekli
kılabilecektir. Eğer bu teşekkül dışarıdan alınacak şeylerin milli bünye ile uyumu vazifesini,
yapılacak iyi bir düzenleme sonunda ifa edebilirse, Batılılaşmanın açtığı sosyal yaralar içinde bir
tedavi dönemi başlatılabilir.
Töre
Sait Başer, “Töre”, Türk Münevverinin Müşterek Fikir ve İman Zemini, Kubbealtı
Akademizi Kültür ve Sanat Vakfı, Akademik Toplantıları, Hazırlayan: Sait Başer,
Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, , s
Göktürkler devrinden kalma Irk Bitig adlı kaynakta şöyle bir cümleye rastlıyoruz: (Tanrı
diyor ki) ”Ben KARA yol Tanrısıyım. Kırılanları birleştiririm; yırtılanları onarırım.”
Bu cümlede Tanrı konuşmakta, yâni “kelâm” sıfatını kullanmaktadır. Ama söyledikleri daha
önemlidir. O,kendisinin “Kara Yol Tanrı’sı” olduğunu ve “kırılanları birleştirdiğini, yırtılanları
onardığını” belirtiyor. Konumuzun sırrı bu cümlede gizlidir. Sondan başa doğru alıp tahlil edelim.
“Kırılanların birleştirilip yırtılanların onarılması” ifadesi, İslâmî anlayış içinde Cenâb-ı
Hakk’ın “Cebbar” isminin târifinde aynen karşımıza çıkmaktadır. Fakat Tanrı inanışı ile Allah
inanışı arasındaki benzerlik bundan ibâret değildir.
Diyânet işleri neşriyâtından Ali Osman Tatlısu imzâsıyla yayınlanan Esmâü’l-Hüsnâ Şerhi’ni
esas alıp Eski Türk kaynaklarına akseden Gök Tanrı inanışını araştırdığımız bir çalışmada Sıfatlar
ve Esmâ’yı birlikte değerlendirdiğimiz için Tanrı ile Allah inanışları arasında yüzden fazla
benzerlik tespit etmiş bulunuyoruz.1
Birkaç misâl verelim.
Allah Kadîm, Tanrı Bayat; Allah Bakî, Tanrı Mengü; Allah irâde sâhibi, Tanrı Erkli; Allah
Kâdir-i Mutlak, Tanrı Ogan; Allah Semi, Basar; Tanrı duyan, işiten; Allah muhâlefetü’n-lil havâdis
ve müstağni, Tanrı Mungsuz; Allah Halîm, Tanrı Tüzün; Allah Hâlık, Tanrı Törütgen vs… dir. Bu
misâlleri çoğaltmak mümkün; bahsettiğimiz araştırma sonucunda gördük ki aslında İslâmi
telâkkiler içindeki Allah inancıyla Eski Türk’ün “Gök Tanrı” dediği kudret değişik ad taşımakla
berâber aynı büyük kudret ve yaratıcı ilâhtır.
Baştaki cümlede bir de “Kara yol Tanrısı” ifâdesi vardı. Acabâ bu ne demektir?
Doğrudan bir târif veyâ bir hüküm vermektense, bu hükmün sizleri zihninde oluşmasını tercih
ediyorum. Bunun için önce İslâmiyet’te “siyah” renge verilen değeri birkaç ana unsur arz ederek
nakletmeye çalışayım.
’lerde Mâverâünnehir’de Nesef (veyâ Nahşeb) kasabasında yetişen bir Türk-İslâm
filozofu vardır. Adı Azizeddin Nesefî’dir.
Nesefî, devrin geleneği îcâbı her dalda kendisini yetiştirmiş olmakla birlikte asıl mesleği
hekimlik olan bir âlimdir. Prof. Nihat Keklik’in tesbitlerine göre Nesefî tefekkür yoluyla hücreyi
keşfetmiş ve hücrenin unsurlarına kendisine göre adlar vermiştir. Hattâ Nihat Keklik, Nesefî
tamâmen tefekkür yoluyla redüksiyon bölünmeyi dahi keşfettiğini söylemektedir. Burada bizi
ilgilendiren husus Nesefî’nin hücre çekirdeğine verdiği isimdir. O, çekirdeğe “Sevdâ” demiştir.
Sevdâ, yâni kara nokta veyâ aşk. Kısa bir araştırma neticesinde gördük ki “svd” sülâsisinden
türemiş ve mefhum değeri kazanmış, bir çok tâbir vardır.
Meselâ: Sevdâ: kara nokta, Sevâdü’l-ayn: Göz bebeği, (bu tâbir önemli) Sevâd-ı Azam: Ulu
şehir yâni Mekke demekmiş. Sevâdü’l-kalb: Kalpteki kara nokta, can noktası, insanın zamiri
demekmiş. Sevâd-ı müslimin: İslâm cemaati mânâsına geliyormuş.
Kâbe örtüsünün siyah olduğunu, Mirâc’da Hz. Peygamber ile Cenâb-ı Hakk’ın bir siyah nûr
âleminde buluştuklarını, burada bir yayın iki ucu gibi birbirlerine değecek kadar yaklaştıklarını
biliyoruz.
“Sevâdü’l vech fî’d dâreyn” tâbirinin: Fenâ fillah makâmının diğer bir adı olduğunu,
tasavvufta mutmainne makâmının, seyr-i sülûkta bu makâma gelen dervişin nûrunun siyah
olduğunu, Kur’an-ı Kerim’de Nûr Sûresi’nin âyeti’nde “Allah göklerin ve yerin nûrudur. Onun
nûrunun temsîli, içinde lâmba bulunan bir kandil gibidir. O lâmba bir billûr da sanki inciye benzer
bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nisbet edilemeyen mübârek bir ağaçtan yâni zeytin
ağacından çıkan yağdan tutuşturulur. (Bu öyle bir ağaç ki) yağı neredeyse kendisine ateş değmese
dahi ışık verir. (Bu ışık) nur üstüne nurdur. Allah insanlara (işte böyle) temsil verir. Allah her şeyi
bilir.” Dendiğini, Mesnevî’de Hz. Mevlânâ’nın “Allah siyah bir nurdur” dediğini, yâni siyah renk
ile, sevdâ kelimesi ile bir hakikât anlayışının ifâde edildiğini öğrendik.”
Bu misâller çoğaltılabilir. Ama gördük ki siyah renk bu sebeplerle kudsiyet kesbetmiş ve aynı
zamanda aşk, muhabbet demek olan “Sevdâ” kelimesi bu çekirdek mânâsı dolayısı ile de
Azizeddin Nesefî tarafından kullanılmıştır. Bu konuda Türkler’de de durum pek farklı değildir.
Çünkü, “kara” kelimesi bir renk anlattığı gibi Eski Türkçe’de, haslık, hâlislik, hakîkat, gerçek,
çekirdek mânâlarını da taşıyan bir kelimedir. Arapça’daki Sevâdü’l-ayn gibi Türkler de göz
bebeğine “Karak” demişlerdi. Bilinen en eski Türk bayrağı, yâni Alp Er Tunga’nın bayrağı siyah
renkli idi. Hâkan siyah bir posta oturarak vazîfeye başlamaktaydı. Töre ve devletin asıl sâhibi olan
kavim Sevâdü’l-müslimin gibi “Kara bodun” adını taşıyordu. Türkler en eski atalarına “Karahan”
diyorlardı, hattâ kışın maksimum noktası, her tarafın bembeyaz karlarla kaplandığı an “katıksız
kış” mânâsına “kara kış” diye isimlendirilmiş ve bizzat Tanrı “Ben Kara yol Tanrısıyım” demekle
bu meseleye açıklık getirmişti. Burada Türkçe’nin güzel bir azizliğiyle de karşılaşıyoruz. Bilindiği
gibi Türkçe’de birleşik kelime gruplarından biride mânâyı pekiştirmek için aynı mânâya gelen iki
kelimenin yan yana kullanılmasıyla oluşur. Dede Korkud’un Allah-Tanrı deyişi gibi, türlü ve kara
kelimeleri arasındaki münâsebet burada bütün açıklığıyla belirtmektedir. Asıl mevzûa girebilmek
için misâlleri kesiyor ve yine baştaki cümlede geçen “Yol” kelimesine dönmek istiyorum.
Evet böyle bir Tanrı ve hakîkat anlayışının beşeri tatbîkâtı nasıl bir sistemle gerçeklik
kazanmaktaydı? Bu hakîkatlere insanlar hangi yoldan ulaşmaktaydılar? Tanrı’nın koyduğu “yol”un
mâhiyeti ne idi? Bu konu üzerinde duralım.
İşte bu noktada karşımıza Töre çıkmaktadır ve Töre kelimesinin diğer bir mânâsı da yol
demektir.
Bilindiği gibi Yusuf Has Hacib’in Balasagun’da ve ’lerde yazdığı, Kut kazanma bilgisi
veren ve orijinal Türk düşüncesini, devlet anlayışını en derli toplu şekilde ortaya koyan Kutadgu
Bilig adlı bir temel eserimiz vardır. Bu eserde, her biri kültürümüzün bir temel değerini temsil
eden dört adet sembol kahraman, karşılıklı soru –cevaplarla geçmişten o güne kadar ulaşan içtimâî
yapı ve millî felsefemizi işlerler.
Bu eserin baş kahramanı Töre’dir. Eserde şahıs kimliği verilmiş ve Küntogdı adı ile Hâkan
rolü yüklenmiştir. Burada Töre – Güneş Hâkan sembol silsilesine dikkat çekmek isterim.
İkinci kahraman Kut’tur. Eserde vezir rolündedir. Ona verilen isim ise Aytoldı’dır. Burada da
Kut- Ay- Vezir sembollerine dikkat edilmelidir. Diğer iki kahraman akıl ve irfan mefhumlarıdır ve
eserde Kut’un, yâni Aytoldı’nın oğulları olarak takdim olunmuşladır. Birincisi Ögdülmüş adıyla
vezir, ikincisi ise Odgurmış adıyla mânevi uyanıklığın sembolü, devlet müşâviri sıfatıyle eserde
yer almışlardır. Biz şimdilik ilk iki kahraman üzerinde duracağız. Hükümdar ve vezir, yâni Kut ve
Töre üzerinde.
Peki, KUT nedir? Bu konuda birçok çalışma yapılmıştır. Bu çalışmaların bir dökümü Doç.
Dr. Abdülkadir Donuk Bey’in bir çalışmasında topluca verilmiştir. Burada zamandan kazanmak
için oralara girmeden neticeyi, Kut hakkında verdiğimiz son hükmü sizlere arzedeceğim.
KUT; Gök Tanrı’nın her an, her yerde mevcut olan tecellisine, insanın Töre’ye uymak
sûretiyle, kendi içinde yaptığı nefis tasfiyesi sonucunda, kendi varlığında mahzar olması demektir.
İnsanın kendi öz cevherinde Tanrı ile temâsa geçmesi mânâsı taşır.
Burada mühim nokta insanın Töre’ye uymaksızın Kut kazanamayacağı noktasıdır. Şimdiye
kadar sâdece hâkanlara mahsus siyâsi iktidar mânâsına geldiği zannedilen Kut’un, bu mânâları yine
mahfuz tutulmakla birlikte, bütün beşeriyet için geçerli bir ideal olarak anlaşıldığı tespit etmiş
bulunmaktayız. Kutadgu Bilig’e göre en üst seviyede Töre emri olan Türk Cihân Hâkimiyeti
Mefkûresi’nde maksat bütün dünyânın “Kut Kuşağı” bağlanmasını temin etmek, kurt ile kuzuyu bir
arada yaşar hâle getirmekti. Yâni zıd unsurları âhenkleştirmek bahis konusuydu. En alt seviyede
ise atasözü dinlemek, misâfir ağırlamak, hikmet ehline yâni bilgelere yakın olmak gibi hususlar,
yalansız, dürüst ve doğru bir hayat yaşamak kutlanma sebebidir ve herkese şâmildir.
Öyle anlaşılmaktadır ki, İslamiyet’teki Allah’ın Rahîm isminin tecellisinde olduğu gibi, Tanrı
güzel ve istediği istikâmetteki davranışları sebebiyle kullarına husûsi teveccüh gösterdiği takdirde
bu hal ”kutlanma” diye tavsif olunmaktadır.
Kutadgu Bilig’in kozmik âlemi tasvir eden girişinde, beyitte Yusuf Has Hâcib: “Bütün
bu gezegenlerin en altında ay dolaşır ve güneşle karşı karşıya gelince dolunlaşır” diyor. Yâni ayın,
ışığını güneşten aldığından haberdar olduğunu bildiriyor. Kezâ kahramanlarını tanıttığı bölümde de
Töre’yi güneşe, Kut’u aya benzettiğini hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak bir kesinlikle
açıklıyor.
Orhun Kitâbeleri dahîl kaynaklarımızda son derece açık bir husus vardır. Kut’un kaynağı
Tanrı’dır. Ama Kut’un görünür hâle gelmesini Töre’ye borçlu olmasını nasıl anlamalıyız? Bu
manzara, Tanrı ile Töre arasında zarûrî bir münâsebeti gerektirmez mi? tanrı’nın Kut’unu Töre’ye
uyan, o istikâmette hizmet eden kişilere vermesi de bunu gösteriyor olmalıdır. Nitekim Kutadgu
Bilig’in beytinde
Ugan ol könü çın törü birgüçi
Törümiş kamug halkka yetrü küçi
yâni: “Tanrı kâdirdir, âdildir, gerçek töreyi koyan O’dur, yarattığı bütün mahlûklara gücü
yeter” ifâdeleri Tanrı ile Töre arasındaki münâsebeti bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır. Yâni
Töre, Tanrı’nın türetilmişler için koyduğu nizâmdır ve buradaki türetilmişlerin hudûdu da bir
başak beyitte ( b.) “Bu kök tirgüki ol könilik Törü” yâni: “Adâlete dayanan Töre bu
gökyüzünün direğidir…” ifâdesinde belirtmektedir. Buradaki Töre anlayışı, aynı zamanda kâinatın
da nizâmı sayılmaktadır. Görüldüğü gibi Kutadgu Bilig’e göre Töre ilâhı nizâmdır ve Tanrı ancak
kendi koyduğu nizâma uyulduğu takdirde kut vermektedir.
Bir de Töre’nin insan anlayışı nedir, buna bakmak lâzımdır. Çünkü Töre’yi koyan insandır.
Hz. Âdem’e nispet edilen insan.
Töre’nin insan anlayışı nedir?
Yusuf Has Hâcib bu konuda, insanlığı iki kategoride ele almaktadır:
1. Yalnguk,
2. Kişi,
Yalnguk yanılan, hatâ ve gaflet içindeki bir insanlık seviyesini temsil emektedir. Yalnguk adı
ona yanıldığı için verilmiştir. Kişi adıyla belirtilen insan ise iki türlüdür: I- Bey, II- Bilge. Ve bu
iki tip kişi yalngukların başı sayılmıştır. Burada bir açıklama yapmak isterim. Bu tasnif meselâ
Hind’de yâhut eski Avrupa’da olduğu gibi katı bir sınıf sistemi değildir. Yalnguk, gayretleriyle hem
Kut kazanabilmekte, hem de ehliyeti nispetinde yükselebilmektedir. Bu sınıflama insanların
akıllarına göre yapılmıştır. Yalnguk hizmet ve ilim öğrenmek yoluyla hem bey hem de bilge
olabilmektedir.
İnsana verilen değerin onun aklıyla mütenâsip olduğunu söyledik, Kutadgu Bilig’de akıl
hakkında da ikili bir tasnif söz konusudur. Aklın yalnguka mahsus olanının adı “US” tur. Us günlük
hayâtı devam ettiren, basit meselelerde iyi- kötü ayrımını yapabilen basit akıldır. Gaflet bu akıl
sâhipleri için geçerlidir. Eski Türkçe’de gaflet bildiren: Usal, usallık, usayuk, usanma gibi
kelimelerin Us kökünden gelmeleri mânidârdır. Yusuf Has Hâcib’e göre bu sıfatlar yalnguk
seviyesine mahsus sıfatlardır. Gaflet ise bir türlü uyku hâlidir. Gerçeklere uyanamamak demektir.
Aklın ikinci derecesinin adı ise “ÖK” kelimesiyle verilmektedir. Ök, yâhut Ög: Hayrı şerden
ayırt etmek, aslını araştırmakla mükellef, hikmetle meşgul olan, gönül sâhibi kişilerde bulunan ve
hikmete teslim olan bir akıl seviyesidir. Aynı kelimenin diğer mânâsı ise “ana” mefhûmudur. Şimdi
anasız yerine kullandığımız öksüz kelimesi buradan gelmektedir. Dolayısıyla burada ök
seviyesindeki aklın, asla mensûbiyet, akl-ı küll ile münâsebet bildirdiğini de düşünmek
gerekecektir.
Böylece İslâmiyet’te görülen beşer-insan (beşer yâni insan olmakla müjdelenmiş, insan yâni
Allah ünsiyet kurmuş kişi) anlayışı ile, akl-ı maaş ve akl-ı maad tasfini andıran bir sistemle karşı
karşıya gelmekteyiz.
Kut kazanma bilgisi demek olan Kutadgu Bilig adı ve Kut’un da Töre’ye riâyetle
kazanılabileceği prensibi birlikte değerlendirilince görülecektir ki; Kutadgu Bilig, aslında bizzat
Türk Töresi’nin anlatıldığı bir eser olarak yeni bir kıymet kazanmaktadır. Bu esere göre de Ög
sâhibi ve eserin 3. kahrâmanı olan Ögdülmiş yâni Kut’un oğlu vezir; “akıl baştadır” derken, başını,
eserde mânevi uyanıklığın timsâli olan irfan ehli Odgurmış’a, eserdeki muhtevâsıyla gönül sâhibi,
gönlü pişmiş bilge kişiye “benimki oyundur, hakikat sendedir” diyerek teslim etmektedir. Yâni Kut
= Akıl + İrfan’dır. Töre bu iki unsur tarafından konmakta ama Odgurmış’ın mânevî vesâyeti
süreklilik taşımaktadır. Dolayısıyla Ögdülmiş’in temsil ettiği akıl, irfana boyun kesen bir akıldır.
Âileden devlete kadar Türkler’in bütün sosyal ve siyâsî hayâtını tanzim eden Töre’nin
mücerred plândaki doğuşu böyledir. Müşahhas plânda buradaki sembolleri temsil eden Bilgeler
elindeki teşriî hükümlere kavuşmaktadır. Bilge hâkanlar ve devlet meclisi mâhiyetindeki Toylar
Töre üzerindeki tasarruf yetkisine sâhiptirler.
Burada Töre’nin teşriî hükümlerine girmeyeceğim. Ama görüldüğü gibi Tanrı dostu ve
hakîkat ehli kişilerce ihdas edildiği için –Çünkü Töre koymanın birinci şartı, Töre koyanın Bilge
ve Kutlu kişi olmasıdır- ilâhi nizâm mâhiyeti kazanan bir sistemdir Töre.
Bu sistemdeki insan ve akıl anlayışı yanında gönül anlayışı da hayli ilgi çekicidir.
Yaratılışta insana verilen ilk nîmetin gönül olduğu beyan edilmekle ve gönül, insan varlığının
merkezi sayılmaktadır. Hal hatır sorulurken “gönül nasıl?” diye sorulmaktadır. K. B.’de göre
bilginin kaynağı gönüldür. Ancak akılla birleşmedikçe bir değer ifâde etmez. Zîra, nefsi, hevesleri
zapteden, bağlayan akıldır ve hevesler dirilince gönül ölür. Gönlün ölmesi ise hakîkatle irtibâtın
kesilmesine yol açar. Gönül bilgeliğin baş şartıdır. Pişmiş gönül bilgelik alâmetidir. Gönülsüz kişi
bilge adını kaybeder. Gönül o hâle gelmelidir ki, insan onu avucuna koyup diğer insanlar arasında
dolaşabilmektedir. Kut ancak pişmiş, süzülmüş gönüle uyuşabilir ve bunun sonucunda da iktidar,
kudret, zenginlik ve akla gelen her türlü nimet o insana bağlanır. O kişi bilge sıfatıyla sulak
arâziler gibi olur. Bastığı yerden su fışkırır. Gönül yay, vücut ok gibidir.
Bu noktada K. B.’de sâdece ÖG ve İrfan arasında geçen ve bu iki değerin yakınlıklarını ifâde
eden gönüldeş kelimesi de dikkatimizi çekmiştir. Bu iki haslet birlikte olunca o kişi bilge olmakta
ve irşâd ile vazîfelenerek Töre koymakta, Kut kaynağı olup karşısına gelen insanlara ayna gibi
kendi hakîkatlerini göstermektedir. Bilge yankı gibi görülmektedir. “Âlem içre âyineyim” diyen
Fuzûlî’yi hatırlamamak mümkün mü?
Divânu Lügâti’t-Türk’e göre bilgeler hırpalanırsa yeryüzünün faziletleri bozulmaktadır. En
doğru yol onların yoludur. Kezâ: “Eğer bilgeler olmasaydı, ekilmiş bile olsa yerden yiyecek
çıkmazdı.” ifadelerindeki düşünüş, bilgeleri yeryüzünde (aslında Tanrı’ya râci olan) birçok işin
mutasarrıfı gibi göstermektedir. Ki bu inanış bir manada Tanrı adına tasarruf gibi anlaşılmakta,
İslâm tasavvufundaki halîfe, kâmil insan inanışını akla getirmektedir.
Zirâ “kutlu bilgenin sözü câhile göz” sayılmakta, cehâletin ilâcı bilinmektedir. Kaşgarlı’nın:
“Eski bilgelerin sözleriyle gönül sağlık bulurdu.” deyişi, bilge- gönül münâsebetini aydınlatmakta
ve bilgelik müessesesinin eskiliğini dile getirmektedir. Gönül sağlığı bilgeye bağlanmaktır. Kezâ
bilge kişiler kut ve sevinç kaynağı bilinmişleridir. Kut hem Tanrı’dan, hem Töre’den, hem de
bilgeden zuhur ettiğine göre, bilgenin kilit mevkîinde bulunduğu apaçıktır.
Görüldüğü gibi yalnguk’u bilge yapmak Töre’nin baş hedefidir. Bu maksadla ahlâkî, içtimâî,
siyâsî birçok prensip koymuş, müesseseler kurmuş, insanlığa kendi hakîkatlerini bildirmek ve
onarlı sükûnetle refah içinde yaşatmak maksadıyla devlet gibi insanlığa en büyük faydayı getiren
yüksek bir merkez müessese vücûda getirmiştir. Yâni Töre’nin devleti de insanı kendi hakîkatine
götürmek maksadının bir vâsıtasıdır.
Bu ulvî ideale bağlandığı için Türk devleti gerçek devlettir. Türk halkı bu yüzden devlet
yolunu, Allah yolu saymıştır. İslâmiyetten sonraki devirlerde de bu yönelişini, devlet terbiyesini
yaşatmıştır.
Burada son olarak şu kadarını söyleyelim ki, Töre büyük bir ihtimalle eski Türk dininin
adıdır. Tam mânâsıyla vahdâniyetçi bir inanç sistemidir. İslâmla şereflenen boylar hâricindeki
Türk unsurların, başka inançlara kapılananların (Bulgarlar, Macarlar gibi) kimliklerini yitirmeleri
karşısında, kabul edenlerin yükselmeleri ve varlıklarını korumaları bu yapının bir eseri olmalıdır.
Sorular
1. SORU: Eski Türk inanışındaki Gök Tanrı bundan önce yapılan açık oturumda Prof. Dr.
Rûhi Fığlalı tarafından millî Tanrı olarak vasıflandırıldı. Ve Mûsevilerin Yehova’sına benzetildi.
Bu mevzûda ne dersiniz?
2. SORU: Kutadgu Bilig bütün düşünce târihinin temel problemi olan ve bütün dinlerin
yaklaşık aynı cevapları verdiği yaratılış ve kıyâmet, yâhud mebde ve mead mevzûunda herhangi
bir fikir beyân ediyor mu?
CEVAP: Her iki soru da çetin ceviz. İkinci sorudan başlayarak cevaplayalım Kutadgu Bilig’in
verdiği bilgilerden önce, ben size bu hususta kitâbelerin verdiği bilgileri nakledeyim.
Mâdem ki bahsimiz Mebde, Mead’dir; Türkler’in bu konudaki inanışlarını merak ediyoruz.
Bu noktada Kutadgu Bilig’in İslâmi telâkkilere ters bilgi vermesi mümkün değildir. Çünkü Yusuf
Has Hâcip iyi bir müslümandır. Ancak Töre, kut gibi orijinal meselelerde Türk görüşünü,
aksettirmiştir.
Hepiniz bilirsiniz ki Bilge Kağan’ın diktirdiği kitâbede ilk cümle “Tengri tek Tengride
bolmuş Türk Bilge Kağan” diye başlar. Yâni geçen Türkoloji kongresinde Ahmet Bican Ercilasun
Bey’in de açıkladığı gibi “Tanrı gibi…” veyâ “Tanrı’dan olmuş Türk Bilge Kağan”. Tanrı’dan
geliş inancı burada çok açıktır. Yolug Tigin, Köl Tigin ve Bilge Kağan’nın vefâtından sonra
yazdığı bir ilâvede: Hepiniz uça vardınız, öteki âleme uçtunuz, Tanrı’daki diriliğinize döndünüz”
diyor. “Tengride tirigdekce” bu ifâdenin orijinal şeklidir. Yâni Tanrı’dan gelen, Tanrı’dan olan ve
Tanrı’daki hayâtına dönen bir insan ve mebde mead inanışı… Mebde olarak Tanrı’dan gelen,
Tanrı’da olan; mead olarak da Tanrı’daki dirliğe dönen yâhut dönüldüğüne inanan bir topluluk
görüyoruz. Kıyâmet ve yaradılış bahsini de kitâbelerden arzedeyim. Kitâbelerde yaratılış târif
ederken “Üstte gök ve aşağıda yer kılınmış, ikisinin arasına kişioğlu kılınmış” der. Yâni önce
gökler sonra yerler yaratılmış, bu ikisinin arasında da kişioğlu yaratılmıştır. Bu sıralama İslâmi
têlakkiye de uyuyor. İslâmî telâkkiye göre de önce gök, sonra yer, sonra da Hz. Âdem yaratılmıştır.
Kitâbelerde yaratılış fikri böyledir. Kıyâmet fikri ise “Üsten Tanrı basmasa, altlan yer delinmese,
senin ilini töreni kim bozabilir…” diye bir cümlede geçiyor. Yâni üstten Tanrı basmasa ve altta
yer bu sebeple delinmezse, parçalanmazsa senin ilin Tören bozulabilir mi? Bir bakıma (târifini
yaparak) kıyâmete kadar senin ilin ve Tören bâkidir, denmek isteniyor. Töre’nin ilâhi nizâm
olduğunu düşünecek olursak bu inanışın son derece mâkul olduğunu görürüz.
Burada girmek istemediğim bir bahis vardı. Bu cevab soruyu soran arkadaşımı tatmin etti mi
bilmiyorum. İlk soruya dönüyorum .
Girmek istemediğim mevzu şu idi: “TÜRK” adına çeşitli mânâlar verilir. Kimisi “güzel” der;
kimisi kuvvetli, güçlü, muktedir, olgunluk çağı” der. Pek çok Türkolog tarafından söylenen bir
izahı da –Bu Türkologlar arasında Rasonyi, Eberhard, Kafesoğlu, Gökalp, Banarlı da vardır.–
“TÜRK” adının “Törük” den geldiği ve “Töre’ye uyan” demek olduğudur. Eğer bu izâhı kabul
edecek olursak şöyle bir neticeye geliriz: Türk adı Töreye uyan demek ise; o zaman Türk kelimesi
bir ırk adı olmaktan çıkar. Bir inanışın mensubları mânâsını kazanır. Ve kitâbelerde geçen, Gök
Tanrı’nın millî Tanrı şeklinde anlaşılmasına sebep olan, “Türk Tanrısı” ibâresi bu mânâsını yitirir;
Töre’yi kabul edenlerin inandığı Tanrı mânâsıyla karşımıza çıkar ve “millî Tanrı” olma vasfını ve
ona millî Tanrı denmesine sebeb olan düşünceyi ortadan kaldırır. Ve bu izâhın neticesi olan tabiî
mantığa göre, Türk adı daha ziyâde bir inanışın temsilcilerine verilmiş ad olur. Dolayısıyla Gök
Tanrı ve Yehova arasında bir münâsebet yoktur.
SORU: Bildiğiniz gibi Allah mekândan münezzeh. Gök Tanrı olarak Allah’ın gökte olan
vâcibü’l-vücud olmasını nasıl izah ediyorsunuz?
CEVAP: Gökte veyâ yerde diye tavsif etmek yanlıştır. Burada kâinatı bütün olarak
değerlendiren bir telâkki bahis konusudur. Tanrı’nın vâcibü’l-vücut oluşuna inanıldığı muhakkak.
Çünkü yaratı olan Tanrı’dır. Tanrı’nın isimlerinden biri Törütgen’dir. Hâlık Mevlâ mânâsına
Törütgen İdim denmektir. Bundan dolayı Tanrı elbette yarattıklarından önce vardı, dolayısıyla
vâcibü’l-vücut’dur.
SORU: Töre eşittir İslâmiyet denildi. Halbuki Kur’ânı Kerim’de: Biz bugün dinimizi
tamamladık” buyuruluyor. Eksik olmayan bir din varken, Allah İslâmiyeti ne sebeble indirsin? Bu
mantıkla Töre’de eksikler olması gerekiyor. Bunlar nelerdir?
CEVAP: Vefâtından bir hafta önce Kafesoğlu Hoca’yla çalışmalarımızın son safhalarımıza
gelmiştik. Bana: “Artık bunları yaz. Fakat bir noktaya çok dikkat et –Bu soruya cevab olması için
söylüyorum- Yazarken bâzı hususları usturupluca ifâde et ki seni tekfir etmesinler.” dedi. Efendim,
elbette İslâmiyet en mükemmel dindir. Ben Töre ile İslâmiyet’i karşılaştırmıyorum. İslâmiyet
mihenginde Töre’nin makbüllüğünü ortaya koymaya çalışıyorum. Çünkü ilim bilinene kıyasla
bilinmeyeni aramaktadır. Eskilerin tabiriyle ilim mâlûma tabidir.
SORU: Töre’nin içtimâî plândaki teşkîlâtlanması nasıldır?
CEVAP: Töre, gâyet iyi işlenmiş bir sistemdir. Hocamın tâbiriyle bir külliyedir. Birbirini
tamamlayan unsurlardan mürekkeptir. Yâni Töre’nin içtimâî plânda da bir takım akisler
yapmaması mümkün değildir.
Kısaca birkaç misâl arzedeyim: Fertten devlete, devletin cihân hâkimiyeti ideâline kadar kısa
kısa, birkaç basamak atlayarak gideyim. Gönül anlayışlarından bahsettik. Bir beyit: “Gönül yay,
vücut oktur” diyor. Ok ve yay eski Türklerde bir semboldür. Yay, Tanrı irâdesini temsîlen hâkânı;
ok ise bağlılık ve kulluğu temsil eder. “Gönül yay, vücut oktur” derken, gönül padişah; vücut tâbi,
vücûda bağlı diğer azâlar buna bağlı, tâbîdir denmek isteniyor. Bu ferdi plânda böyledir. Âilenin
kurulmasına bakalım. Bir genç kız nişanlanıyor, nişanlı kızın adı artık nişanlı değil, oklu’dur. Yâni
bağlandı diyor. Aîle kuruldu: Baba yay; çocuklar ve âilenin diğer fertleri ok oluyor. Baba vefât
etti, miras paylaşılacak. Mirastan âilenin her bir ferdine düşen hissenin adı ok’tur. Rahmetli
Osman Turan Belleten’de çıkan bir makâlesinde bu meseleyi geniş geniş izâh etmiştir. Artık
babaya bağlı olan o mülkün dönüp yeni sâhibine bağlandığını ve onun tasarrufuna geçtiğini ifâde
ediyor.
Boyda ise; Boy beyi yay’dır. Boyun diğer fertleri ok’tur. Yine yay ve ok’un remiz mânâları
devam monash.pw bir mânâda boylar birliğidir. Devlette ise Hâkan yaydır, hâkâna bağlı olan
boylar oktur. Burada enteresan bir husus var. Bizim bugün “Oğuz” dediğimiz kelime (oğuzlar
kelimesi etimolojik bakımdan yanlış bir söyleyiş, çünkü Oğuz kelimesi zâten çokluk ifâde ediyor)
Oklar demektir. Ben’den biz demek gibi. Bugüne kadar gelmiş bir kelime daha Sen’den siz demek
gibi, Ok’tan Oğuz olmuş. “Oklar, hâkâna bağlı olan boylar” demek. Türkler’in devlet teşkîlâtında
bu boy teşkîlâtı fevkâlade mühimdir. Oğuz Destânı’nda; gök yerden kıdemlidir. Gök yaydır; yer
oktur. Böyle inanılıyor. Ve Oğuz Han Destânı’nda Oğuz Han’ın büyük oğullarının isimleri gök
cisimlerinin adını taşıyor: Gök Han, Ay Han, Yıldız Han şeklinde. Bu üç oğulun çocukları olan
oniki boy Bozoklar’ı teşkil eder, devletin gerçek sâhipleridir. Destan’da altın yay bulmuşlardır.
Devlet teşkîlatında doğuyu ve güneyi bunlar almışlardır. Batıyı ve kuzeyi ise küçük oğullar gümüş
okları bulan Üçoklar, yâni yer isimleri taşıyan oğullar Dağhan, Denizhan, Gökhan zannediliyordu,
Osman Sertkaya’nın tesbitine göre Gölhan- Gölhan almışlardır. Yer isimleri tasıyan küçük oğullar
okta temsil edilmiş ve Bozoklar’a bağlanmıştır ve bu hâl devam edip gelmiştir.
Bugün hâlâ Çankırı yârân sohbetlerinde Bozoklar’ı ve Üçoklar’ı temsilen 12 şer kişilik
Büyük ve Küçük Başağa kolları teşkil edilir. Töre’ye göre, Büyük Başağa kolunun ferdi Küçük
Başağa başkolunun 1. ferdinden daha kıdemlidir. Bu husus böyle gelmiş ve hâlâ Çankırı’da
yaşıyor. Bir husûsu daha arzederek misâl verip bağlayayım. Birinci şu: Hun devleti en geniş
sınırlarını buluyor. Büyük Hun İmparatorluğu fiilen çok büyük bir arâziye yayılıyor. Fakat tesir
sâhası bakımından bütün dünyâyı hâkimiyet altına almış. Artık cihân hâkimiyeti tahakkuk etmiştir.
Çin kaynaklarına şöyle bir cümle aksediyor: “Ok yay bir araya geldi.” Yâni Töre tam mânâsıyla
hükümran oldu demektir. 2. misâlimiz; Sultan Melikşah devrine âit. Son derece geniş hudutlar ve
cihân hâkimiyetinin fiilen tesis edildiği bir devir. Bizans’ta (Karaköy’de) Emeviler’in kuşatması
sırasında yapılmış olan bir Arap Câmii var. -hâlâ içinde ibâdet yapılıyor- O câmi harâb olmuş;
Melikşah tâmir ettirmek istiyor ve tâmirâtını yaptırıyor. Tabiî Selçuklular tesirli devlettir, Bizans
bu işe boyun eğiyor. Tamir ettirdikten sonra çok enteresandır, geleneğe göre mihrâbın sağına ve
soluna Allah ve Muhammed yazıları yazılması gerekirken, böyle yapılmamış ve bu isimlerin
yerine mihrâbın üzerine ok ve yay nakşettirmiştir. Söylemek istediğim şu: Ok ve yay birlikte Eski
Türkler’de tevhid sembolü olarak kullanılmıştır. Bilindiği gibi yayın bu mânâsı İslâm’da da Mîrac
hâdisesinde vuslat ânının tasvirinde görülür.
Mâruzatım bu kadardır.
Sait Başer
1 Sait Başer, Gök Tanrı’nın Sıfatlarına Esmâü’l Hüsnâ Açısından Bakış, İstanbul,
Ahş​ab ve Sanâ​​at
Mülâkat: Sait Başer, “Ahşab ve San’at”, Nahhat Sâlih BALAKBABALAR ile Bir
Sohbet, Kubbealtı Akademi, S:1, İstanbul, Ocak , s
- Sayın Balakbabalar, değerli bir ahşab san’atkârı olarak insan-tabiat münasebetleri hakkında
neler düşünüyorsunuz? Bu mevzûa bağlı olarak da insan-ağaç ikilisi hakkındaki fikirlerinizi
öğrenmek isteriz.
- Efendim, ahşap konusuna geçmeden önce gerçekten insan-tabiat münasebetini ortaya koymak
gerekiyor.
Bildiğimiz gibi sıcak iklimlerde yetişen bitkiler kutuplarda yetiştirilemez. Bülbül âfâka kanat
açmak için altın kafesi reddeder. Bunun en basit izahı, her varlığın kendi yaratılış şartlarına uygun
bir çevrede yetişebileceği, gelişebileceği, kısacası hayat bulacağıdır. İnsan da tabii varlıkların en
mükemmeli olduğuna göre, rahat ve huzurlu bir yaşayışı, o tabii çevrede bulacaktır, ki bu tabiatın
kendisidir. Bugün modern hayat anlayışıyla uzaklaştığımız tabiata yeniden dönme temayülleri
düşüncemizi teyid etmiyor mu?
Milletler arasında tabii çevre içinde yaşama arzusu ve bunu tatbik etmede bir sıralama yapılacak
olsa, Türklük mutlaka en ön sırayı alırdı. Çünki asırlar boyu at üstünde tabiatle daima iç içe
yaşayarak ülkeler fetheden bizim insanımızdır. «BOZKIR KÜLTÜRÜ» böyle meydana
getirilmiştir.~
Ayrıca saf-dil, yapmacıktan hoşlanmayan (ve bir türlü beceremeyen) bir millet oluşumuz da bizim
tabii mizacımızın başka bir tarafıdır.
İnsanoğlu hayatına yön verirken içinde yaşadığı tabiatı kullanmış, taşıyla, toprağıyla, ağacıyla bir
bütün olmuştur. Bu hem-hal oluşu Bursa’da Zaman şiirinde monash.pwınar ne guzel dile getirir:
«Bursa’da bir eski câmî avlusu
Mermer şadırvanda şakırdayan su
Orhan zamânından Imlma bir duvar
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar.»
*
**
Merhum Ârif Nihad Asya’nın «AĞAÇ» şiiri ne güzeldir:
Bir ağaç ki eğile eğile
İbâdet olmuş,
Bir ağaç ki «Ağaç, .. » deyip geçmek,
Âdet olmuş.
Dalları sallana sallana
Salıncak,
Budakları, inile çıkıla
Basamak.
Kendisi renkten, ışıktan, kokudan
Bir demet olmuş…
Cenneti anlatan
Bir âyet olmuş.
Karışmış dallar dallara…
Kuşlarını çağırır yollardan,
Uçurur kuşlarını yollara…
Rengiyle, kokusuyla, tadıyla,
Ziyâfet olmuş,
Bir ağaç ki «Ağaç… » deyip geçmek
Âdet olmuş.
Evet, «âdet olmuş» ama târihimizi de anlatır olmuş. Oğuz Kağan Destanı’nda, Dede Korkut’taki
ağaç motifleri aramızdaki ünsiyyetin ne kadar eski ve köklü olduğunun delîlidir.
Çiçeği, meyvesi, kokusu, dalı, budağı, dikeni, rengi nice şâirin malzemesi olurken, onu
işleyenler nice güzelliklerle karşılaşmışlar. Her cinsin kendine has dokusuna, kokusuna, rengine
hayran olmamak elde değildir. Bir kayısı ağacının tahtalarından sehpa yapmaya çalışıyordum .
Meyvesindeki bütün renkleri, o tahtada da hayret ve zevkle seyrederken Bektaşi Baba’nın, «Hey
Allahım, sen ne güzel boyacısın» deyişine daha çok hak verdim.
- Efendim, maalesef böyle aşkla, cezbeyle san’atma bağlanmış, san’atını zikir haline getirmiş
insanlar pek azaldı. Dolayısıyle sizden Türk zevkinde ahşabın yerini de rica etsek…
- Batı zevklerinin istilasından önce insanımız, yaşayışını ahşap etrafında meydana getirmişti. Öyle
ki Yaradan’ın «Baki» olduğunu ifade eden eserlerin dışında kendisinin faniliğini anlatmak için hep
ahşabı kullanmıştır. Kerpiç duvarlar içinde, ağaçlı, çiçekli ahşap evlerde oturmuş, ağaç kaşık
kullanmış, nalınlarla dolaşmış, ahşap rahlelerde ders okumuş, ahşap sazlar çalmış, onlarla
şarkılar, türküler terennüm etmişlerdir.
«Öt benim sarı tamburam
Senin aslın ağaçtandır
Ağaç dersem gönüllenme
Kırmızı gül ağaçtandır.»
diye medhiyeler düzmüşlerdir.
Ahşabın bolca kullanılmasında başka sebepler de vardır. Mesela sıhhidir, rutubet barındırmaz.
Sonra taş ve diğer malzemelerin soğukluğu karşısında o, sıcaklığı ile sizi kucaklar. Ayrıca yumuşak
oluşu insana daha bir yakınlık hissi verir.
Ahşabın San’at Haline Gelişi
San’at denilen hadiseyi, insanın güzeli arayışı manasında kabul edersek zevk sahibIeri ahşabın
rengini, dokusundaki güzellikleri farketmişlerdir. Böylece ahşap insandaki san’at zevkine hitab
etmiş ve etmektedir.
Mesela Türk sazlarının hepsi ahşaptan yapılır. Davulu, zurnası, sazı, kemençesi, kanunu, udu,
tamburu, ve dünyanın en tabii, insana en yakın sazı NAY!… Saz yapımcısı da bir san’atkardır. Tek
tek yaptıkları her sazda gönüllerinde yankılanan sesi ararlar. Kimbilir belki de «Elest
Meclisi»ndeki sestir bu.
Günlük hayatımızda kullandığımız ahşap malzemelerin dışında, bir san’at hadisesi olarak ahşap
bütün çevremize yayılmıştır. Ahşap mescidler dahi yapllmıştır. Selçuklu ve Osmanlı’dan
günümüze ulaşan eserlerde kündekari teknikle yapılmış kapılar, mihrab ve minberler, pencere
kanatları, Kur’an mahfazaları, sandukalar v.s. görüyoruz. Bu eserler neccarın, hakkakin, nahhatın
keskin uçlu çelik kalemleri ile işlenmiştir. Rumiler, geometrik desenler, çiçek ve bitki motifleri
ahşabi süslemiştir.
BaIakbabalar’ın ceviz köküne sedef kakma tekniğiyle meydana getirdiği bir eseri
Bir büyüğüm sergi defterime, «San’atkar, Allah’ın yaratıcı sıfatını ruhunda duyan ve ona ayna
olabilen insandır» diye yazmıştı. Ahşaptaki yaratılış estetiğini gören san’atkar gönlündeki arayışı
onda devam ettirmiştir.
Günümüze kadar ahşap tel, başına kullanıldığı gibi, sedefle, gümüşle, bağa, fildişi ve kemikle
beraber de kullanılmıştır. Oyma, kündekari, geçme, telkari gibi teknikler uygulanmıştır.
Ahşap, Selçuklu ve Osmanlı’nın elinde zirvesine ulaşmış. Ancak Batı tesiri ile gelen «Taş devri»
nden sonra bu san’atla beraber, san’atkar da unutulmuş. asırdan sonra Rum ve Ermeniler’in bu
san’atlarımıza hakim oldukları görülür. Son olarak İkinci Abdulhamid Yıldız Sarayı’nda bir atölye
kurdurarak, bilhassa sedef işçiliğine hizmet etmiş; hem çalışmış, hem çalıştırmıştır. Cumhuriyet
devrinde bir zamanlar «Sedefkarlık» olarak Güzel Sanatlar’a ders konulmuş ise de -ki son hocası
Sedefkar Vasıf’tır- üvey evlat olmaktan öteye gidememiştir. Bugün yeniden ders olarak konmuştur.
Fakat henüz icra-yı faaliyeti yoktur.
- Efendim, ifadelerinizden bngün için bu san’atın yine ferdi gayretlerle yürütülmesi gerektiği
anlaşılıyor, Pekala! Bugün bu san’atı icra ederken sizin gayeniz nedir diye sorsak?
- ilk sözlerimiz arasında insanlığın yeniden tabiata ve tabiiliğe dönüş arzusundan bahsetmiştik.
Gayr-ı ihtiyari bu temayül olabilir. Ancak daha şuurla düşündüğümüz zaman gayemiz, bize ait olan
ve unutulan bu san’at kolunu ve zevkini canlandırmak, yaşamak, yaşatmaktır diyebiliriz. Önce
geçmişteki teknikleri, uygulamaları iyi bilmek, çalışmak gerekiyor. Zamanımızdaki imkanlar
fazlasıyla mevcuttur. Yeter ki işleyen el, anlayan gonul olsun. Burada topluma ait bir eğitim ve
kültür anlayışı ile karşılaşıyoruz. Bu yüzden çok çalışmak, guzel eserler yapmak gerekiyor.
Kullanılan Alet ve Malzemeler
- Mevzuun bir de teknik taraflarını ele alsak diye düşünüyoruz. Önce kullandığınız alet ve
malzemeler hakkında bilgi rica etsek, sonra da tatbikat hakkında söyliyeceklerinizi dinlesek,
tekniklerinizin neler olduğunu öğrensek…
- Marangoz aletlerinin yanısıra en büyük yardımcıınız kıl testeredir. Bir sapa bağlı, U biçiminde,
gerilmeye müsait metalden yapılmış testere koluna kıl testere diklemesine yerleştirildikten sonra,
sapa bağlı ucu sabitleştirilir. Desen veya işleyeceğimiz yazı ahşaba geçirilir veya bir kağıtta çizili
ise yapıştırılır. Oyulması gereken kısımlar delinir. Kıl testerenin boşta kalan ucu bu delikten
geçirilir ve testere gergin vaziyete getirilip, sabitleştirilir, Uç tarafı V biçiminde oyulmuş bir tahta
içinde kesilmeye başlanır.
Kullandığımız malzemeler ise çeşitli ağaç türleri, onlardan elde edilmiş kaplama, kontralar, sedef,
bağa, metallerdir.
İnce işçilik için kıl testere çok büyük imkanlar sağlıyor. Ve diyebiliriz ki bu teknikle yepyeni bir
çığır açılıyor. Bu sebeple, bu yeni çalışmalara «oygu» adını verebiliriz.
Nelerin uygulaması yapılıyor?
Şimdiye kadar Türk Hat ve Tezyinatının seçkin örneklerini çalıştık. Yine devam edeceğiz. Ancak
her hat ve desen ahşabla veya kullandığımız diğer malzemelerle imtizac etmiyor. Buna bilhassa
dikkat etmek gerekiyor.
Teknikler :
Üç türlü uygulama yapıyoruz. İlki «Kabartma Oygu». Bunda kesilen parçalar bir zemin üzerine
yapıştırılıyor. İkincisi «Gömme Oygu». Erkek ve dişili olarak ayrı ayrı kesilen parçalar birbiri
içine oturtulur ve daha sonra bir zemine yapıştırılır. Sonuncusu ise «Mücerret Heykel». Bu tavır
bütün İslam aleminde canlanan bir san’at. Bilhassa hat uygulanıyor. Oyulmak ve bir kaideye
oturtulmak suretiyle hazırlanıyor.
Yalnız bu san’ata merak salanların bilmesi mutlaka gerekli olan zanaatlar var. Önce ahşabı ve
diğer malzemeleri iyi tanımak gerekiyo, ya11i biraz J11arangozluk. Yanı sıra boyacılıgı bilmeli,
cilacılık keza. Kıl testereye ve diğer aletlere hakimiyet en mühimidir. Bunlardan başka hat ve
tezyinat san ‘atları hakkında yeterli bilgi ve kültüre sahip olmak şarttır. Yani basit gibi görünen bu
iş, pek de kolay değildir.
Gelişmesi :
On yılı geçen bir zamandır uğraştığım oyguculukta, önceleri elime geçen, güzel sandığım yazı ve
desenleri kestim. Kumaş üzerine, ahşaba yapıştırdım. – Bugün onların alelade olduklannı
görüyorum.- Zamanla öylesine bir yakınlık doğdu ki, boş vakitlerimin hepsini bu işe verdim.
Tabii olarak bu zemini hazırlayan bir takım sebepler vardı. Edebiyat Fakültesi’nden aldığımız bir
Türk edebiyatı zevki, musıki ile olan temasımız, Konservatuar, bu arada bir mobilya atölyesindeki
meşguliyet ve bilhassa, Niyazi Sayın Hoca’nın, musıki ile uğraşan bir insanın mutlaka başka bir
san’at dalıyla uğraşması gerektiği hususundaki küçük ama tesirli işareti beni çalışmalarıma
zorladı. Daha sonra Kubbealtı Nakışhanesi hocaları İnci Birol ve Çiçek Derman
Hanımefendilerle, akabinde Uğur Derman Ağabeyimle tanıştıktan sonra çalışmalarım yavaş yavaş
bir seviye bulmaya başladı. Onlardan Türk hat ve tezyinatının “Haddeden geçmiş» zevkıni
öğrendim.
San’atkarımızın bir diğer eseri
-Salih Bey, bizim klasik san’atlarımız için “sabır san’atları » tabirinin kullanıldığı malüm. Bir
san’at dalının kendisiyle meşgul olan san’atkarı terbiye etmesi keyfiyetinden bahsediImesi ise
hayli dikkat çekici. Bu mevzuda siz ne düşünüyorsunuz? San’atlarımızın terbiye edici bir
fonksiyonu da var mıdır?
- Bu gelişme grafiğine dikkatle bakılırsa san’atla beraber insan ruhunun da nasıl değiştiğini,
başka bir hüviyete büründüğünü hayretle görürüz. Mükemmel duyuş ve düşünceler san’at
şaheserlerini, onlar da insanı tekamüle götürüyorlar. Zevkleriniz, hissiyatınız, varlıklara bakışınız
değişiyor. Üstelik bizim san’atlarımız doğrudan gönüle hitap eder, mücerrettirler.
Yunus Emre’nin dediği gibi:
«Beni bende demen, bende değilem
Bir ben vardır bende, benden içeru,»
hep gönlümüzü, içimizi süslemeye çalışmışız. Bu fikrin ağırlık kazandığı hiç bir eserde dış
süsleme yoktur. Dışta sadelik, içte ihtişam, işte Türk zevki.
Bunlar da doğrudan doğruya san’atın insanı nasıl yetiştirdiğinin en bariz delilleri değil midir?
- Son bir sual : Yaptığınız işin Hat san’atı ile çok yakın bir münasebeti var. Bu mücerred ve
maveri çizgiler, şekiller sizce ifade ettikleri ibareler dışında da birer mesaj taşımakta mıdırlar?
- Türk hat ve tezyinatının temelinde şekil yatıyor dersek, herhalde hata yapmış olmayız. Bir
sonsuzluk ifadesi taşıyan bu san’atlarla şekillerdeki ruh ve o ruhun mesajı neşredilmektedir.
Şevket Rado’nun «Türk Hattatları» adlı eserinde «Hat san’atı bir resim san’atıdır» ifadesini
görüyoruz. Modern resmin kurucusu Pikasso, «Benim yirminci yüzyılda yapmak istediğimi,
Müslümanlar bin yıldır yapıyorlarmış» diyor. Bu manada düşünürsek hat san’atkarı, şekildeki ruhu
kavrayan, cozen ve bunu yeni bir terkib halinde sunan insandır. Diğer bir deyişle mana-şekil
bütünleşmesini hat ve tezyini san’atlarımızda en mükemmel örnekleriyle hattat ve müzehhibin
çizgilerinde bulmak mümkündür.
Yaradan, ahşaba öyle şekiller vermiş ki, onda aynı mesajı daha geniş , daha mücerred görmek
kabiL. Bir kök cevizde, gül ağacının kökünde binbir hare ile, renk ile karşılaşırız. Kuş gözü, maun,
pelesenk, ıhlamur. hepsinde ayrı bir şekil ve mana ahengi sergilenir.
Ahşaptaki, hat ve desenlerimizdeki bu güzellikleri bütünleştirince karşımıza yepyeni, müşahhas bir
varlık ortaya çıkar.
- Çok teşekkürler ederiz efendim.
- Estağfurullah! Ben teşekkür ederim…
Muhabbetin İçtimâîleşmesi veyâ Töre ile Türk Olmak
Sait Başer, “Muhabbetin İctimâîleşmesi veya Töre ile Türk Olmak”, Yeni Toplum, S.1,
İstanbul, Mayıs , s
Sevgili okuyucu! Sen, eline kalem alıp yazan, yazmayı düşünen gelmiş geçmiş bütün
müelliflerin adı belirsiz, olgunlukla mütekâmil, müsâmahası engin, halden anlar, büyük kederlere v
sevinçlere ortak olabilen geniş kavrayışlı bir şahıssın. Birçok büyük mütefekkir, kendi
devirlerinde yakınları, yaşadıkları toplumun ileri gelenleri tarafından anlaşılmasalar dahi kaleme
sarılır ve nerede, nasıl, ne zaman yaşadığını bilmedikleri sana içlerini dökmekten kendilerini
alamazlar. Sen o yazarın yakını veyâ çağ dışı yaşamak zorunda değilsin. Düşünüyorum da bunca
büyük gönüllü insanın muhâtabı olan sen, belki de tarihin en kayda değer meçhul kahramanısın.
İnsanda bir yerlerde saklı, sadece kendine âit tutmak istediği mahrem dünyalar bulması pek tabiî
görünür. Fakat gene insanda en büyük duygu, fikir, icat, keşif birikimlerini deşifre edip
hemcinsleriyle paylaşma ihtiyâcı da baskın bir rûhî taleptir. Bu iki kutsî hal arasındaki çelişki
senin şahsında muvâzenesini bulur. Gerçi yazan en mahrem duygularını, meselelerini ortaya
döktüğünü zannetse de çok defâ cemiyet o gönül dağını ne görür ne de duyar… Ama ey aziz
okuyucu! Senin karşında, bir fikrin çilesini çeken insan, kuytu mâbet köşelerinde en içten, en
niyazlarını Rabbine döken âşıklardan farklı değildir. O, senin şahsında bir itminan duygusunu
yaşar.
Aslında tek tek bildik sîmâlar değildir okuyucu. Okuyucu bir ma’şerî şuurdur. Ve yazı zamâna
rehin edilmiştir. Yazı, ebediyet demektir. Okuyucu bu edebiyyetin sâhibi sıfatıyla yazarın karşısına,
halde e bütün gelecek zamanlarda yaşayacak insanlık âilesi nâmına çıkar.
* * *
Hz. Yusuf’a kardeşleri bile dost değildi. Onu kandırıp çöl ortasında bir kuyuya atarak ölüme
terk ettiler. Ama Yusuf kardeşlerinden görmediği sevgi ve alâkayı Züleyhâ’dan ve hattâ daha sonra
bütün Mısır halkından doya doya gördü ve yaşadı.
İnsanlar sâdece yaşama içgüdüsüyle mi bir arada bulunma ihtiyâcındadırlar? Âileyi câzip kılan
sadece kan bağımıdır? Yoksa o ocakta, insanın ezelî ve fıtrî yönelişi olan muhebbet en tabiî
tezâhürleriyle yaşandığından mı vazgeçilmez ilk toplum örneğidir! Âile, anne babanın ivazsız
garazsız sevgileri etrâfında, sürekli çevresindekileri rahatlatan ferâgatleri sâyesinde şekillenen ilk
sosyal birlik. Âile, ancak özünde gönlünden sevgi kaynayan bir merkezin bulunduğu sevgi ocağı
ise mânâlı toplum örneği olabiliyor. Aksi taktirde, arada birinci dereceden kan bağı bulunsa dahî
bu, paylaşacak, ortaklaşa yaşayacak sevgileri tükenen insanların berâberliklerini sürdürmelerine
yetmiyor. Aynı mantık, içinde barındığımız her cins topluma şâmil kılınabilir. İnsanları bir arada
tutan en mühim güç sevgidir. Tarih boyunca yaşanmış berâberlikler dâimâ şu veyâ bu seviyede, şu
veyâ bu mâhiyette sevgiler üzerine binâ edilegelmiştir.
Mutasavvıflarımız sevginin mahluk olmadığını söylerler. Kendi edepleri içersinde kâinâtın bu
harç ezelî kudretini tebcil ederler. Varlık âlemindeki her bir tezâhürün mânâsı, aslında o şeyin
mazhar olduğu sevgi tecellîsiyle eşdeğer olmaktadır. Dolayısıyle sevgi mehûmuyla mânâ mefhûmu
arasındaki organik birlik görülmeden madde ve ruh ilişkisi çözülmezmiş gibi geliyor. Toplumlar,
insanların gönüllü birlikte yaşama irâdeleri tarafından şekilleniyor iseler, bu gönüllü hayâtın
sürekliliği, paylaşılmakta olan daha geniş çerçevelerdeki değerler sistemiyle îzah edilebilir ancak.
Bu hâle muhabbetin içtimâileşmesi demek aşırı bir ifade sayılmamalıdır. Yoksa kan bağı gibi
sâdece uzvî bir sebeble insanları ilelebet yan yana tutmak kabil değildir. Kaldı ki gönül
akrabalıklarına dâir deyim ve atasözleri dilimizde hayli zengindir. Yâni kan bağı esâsına bağlı gibi
görünse bile insan behemehal geri planda daha güçlü sevgilere dayanıyor.
Bu sevgiler, alt seviyedeki insanlarda güç kuvvet elde etme hırsı, yaşama sevgisi… gibi normal
veya egoist türlere bürünürken, derece derece daha ileri idraklerde mücerret değerlere doğru
yükselmektedir. Bir toplum içinde yaşamının, bağlanılan sevgiyi teneffüs etme imkânı verdiği,
vereceği hükmü, insanları o toplum içinde tutan harç olmaktadır.
Dikkat edilirse Fransız İhtilâli’ne kadar ırk fikrine dayalı millet tariflerine rastlanmaz.
Eski zaman milletleri aslında birer ümmettirler. Bir dünya görüşünün mensuplarına millet
denmektedir.
Millet-i İbrahim, İsâ’nın ümmeti, Mûsâ’nın Ümmeti, Ümmet-i Muhammed tâbirlerini hepimiz
biliriz. Bu toplulukların hepsi de -zaman zaman bâzı bölünmelere uğramakla berâber-ortak bir
ilâhî sevgi, bir merkez şahsiyete duyulan aşkın muhabbet esâsına göre terekküp etmişlerdir. Bu
merkez şahsiyetler başta peygamberler, mezhep kurucuları, büyük veliler… vs. dir. Mezhep ve
tarikatlar din kurucularının merkezi fonksiyonlarını reddetmeyen, büyük daire içinde yer alan daha
husûsî dâirelerden ibarettirler. Ortodoks da Katolik ve Protestan da Hz. İsa’ya aynı kıymeti verir,
kendi sevgisinin daha saf olduğu iddiâsını bırakmaz. Siyasî organizasyonların şekilleri, güçleri,
ihâta alanları, sayıları ne kadar çeşitli olursa olsun, ihtilâl öncesi dünya insanlığı genel olarak
imanlarına göre sınıflandırabilecek bir ana karakter taşımaktaydı.
İman ise sevginin dînî literatürdeki adıdır: Çünkü insanın bağlılık veyâ teslimiyeti ancak
sevgiyle mümkündür. Aklî bilgiler emin bilgiler değildir. Ne kadar sübjektif de görünse, müminin
imânı, onun için her türlü akli alternatifin ötesinde bir kesin bilgi, derûnî tecrübedir. İspatlanması
da gerekli ve şart değildir.
* * *
Orhun Kitâbeleri’nde “Öd Tengri yaşar (veyâ “yasar”)” şeklinde geçen ifâde, eski
kültürümüzdeki Tanrı, varlık ve zaman (Öd zaman demek) idraklerinin mâhiyetlerini ortaya koyan
çok kuvvetli bir inanışı aksettiriyor. Daha İslâm’dan evvel Kağan’ın dilinden zamanda yaşayanın
yalnız Tanrı olduğu fikrinin taşa kazınarak edebileştirilmesi, aynı taşlarda Tanrı’dan gelip
Tanrı’daki diriliğe dönüldüğünü aksettiren ifadelerle birleştirilirse, bu gün bile söylemeye cesâret
edemeyeceğimiz bir hayat felsefesi ortaya çıkar. Bu hükümler, bize göre, küçük fâniler olan
insanların da Tanrı’ya mânâca iştirâki ve bir iştirak idrâki içinde yaşaması demektir.
Modern zamanlardaki pozitivist anlayışlar, insanoğlunu kuşatan fizik ve metafizik çerçeveleri
meydana getiren unsurları, o kadar alelâde materyallermiş gibi gösterdi ki insan, zaman, insanın
ruh dünyası… ilk bakışta bütün derinliğini kaybetmiş göründü.
Mâverâî mesajlarını kaybederek sıradanlaşan sâhalardan biri de tarih oldu. İnsanlık tarihindeki
büyük rolü, vücûda getirdiği muhtelif varyantlı engin medeniyetli ile Şark ve Garp medeniyet
dâireleri yanında üçüncü büyük ekolü meydana getiren Türklük ve medeniyeti de, bilinen bütün
kaynaklarına rağmen bu sıradanlaşmadan nasibini aldı.
Zamanı yaşayan Tanrı’dır diyen Bilge Kağan kitabeler boyunca düşündüğü ve yaptığı her
hareketi, ulaştığı hedefleri ve kurduğu düzeni açıkça Tanrı’ya ve O’nun düzeni demek olan Töre’ye
bağlarken biz bu metinleri siyâsî ve harp tarihi dokümanları olarak görmekten bir türlü vaz
geçmedik.
Halbuki, başka bir açıdan bakıldığı zaman, yâni Bilge Kağan’ın açısından bakıldığı takdirde
onca mâcerânın ve daha nicelerinin ancak ve sâdece Tanrı yolunda gidildiği, Töre’ye hizmet vasfı
taşıdığı zaman makbul tutulduğu görülecektir. Asıl olan töre gayrettir.”Üstten Tanrı basmadıkça,
altta yer parçalanmadıkça” bozulması muhal görülen Töre okadar merkezi fonksiyona sâhiptir ki,
“KÖK TÜRK” tâbiri de buna bağlanır. Sanıldığı gibi buradaki “TÜRK” kelimesi bir ırkı ifade
etmez. Türk, Töre’ye uyan, Töre ise Tanrı’nın yaratış kânunları demektir. Kutadgu Bilig müellifi
bu konuda açıkça “Töre’nin gerçek koyucusu Tanrı’dır.”(b.) hükmünü vereli bin sene oluyor.
Ama fark etmenin zamanı yeni geliyor herhalde. Törütgen Tanrı’nın koyduğu ilâhi düzendir Töre
ve Türk de ona uyan kişi… Yani Tanrı’ya yönelen insandır Türk. Bütün gayretini Töre’yi ihyâ
prensibine bağlıyan İlterişler, Köl Tiğinler, Bilge Kağanlar onun için devletlerine “KÖK TÜRK”
ismini koymuşlardır. Bu tâbir, “Töre’ye gerçekten bağlı, onun hakîkî mutevâsıyla yaşayıp ihyâ
eden topluluk ” mânâsında kullanılmıştır. Asla ırk ifade etmez. Çünkü, Kök Türk’ün ne öncesi ne
sonrası vardır. Maksat tamamıyle Tanrı nizâmına sadâkati göstermekten ibarettir. Âsırlar sonra
Kuzey Afrika’da kurulan bir İslam devletinin “MUVAHHİDLER” ismini alması gibidir. Yâni
Türklük bir dünya görüşü mensuplar arının bir sıfatıdır, bir ırkın adı değildir. Antropolojik
bakımında da Türklük dâiresindeki topluluklarında hiçte aynı ırka mensup olmadıkları görülür.
Uygar’la Gagavuz, Macar’la Osmanlı, Kazak’la Azeri tiplerine aynı ırkın mensupları denilebilir
mi? Fakat bunlar Türk’tür. Çünkü asırlar boyu Töre Mihverli bir devlet ve tevhid kültürü içinde
yaşamışlar, kültürel bütünlük kazanmışlardır.
Kültürün ekseni Töre, Töre’nin tevhid anlayışı, Töre’nin hâkim karakteri mensuplarını yâni
Türkler’i devlet kurmaya zorlamasıdır. Çünkü ancak Töre devlet müessesiyle mer’î olabilen bir
sistem ihtivâ etmektedir. Neden devlete ihtiyaç duyulur? Çünkü Töre’deki tevhid mesajına inanan
insanların öteki beşerî organizasyonlar karşısında ayakta durabilmeleri lazımdır. Tevhid fikri de
bu birliği zarûrî kılmaktadır. Töre’nin devletinde kendi varlığında Tanrı’yı bulmuş, küllî kavrayışı
beşerî plana aksettirebilecek, yâni Tanrı’nın Kut’unu kazanmış insanlar olabilirler. Böylece
eşyânın hakîkatine nüfuz etmiş ”BİLGE” idâreciler, madde mânâ muvâzenesini kurmuş olan Türk
Medeniyeti’ni Şark’a ve Garb’a rağmen asırlarca üstün ve hâkim kılabilmişlerdir.
Daha önce belirttiğimiz gibi Fransız İhtilâli’yle ortaya çıkan ırk fikri etrafında oluşmuş millet
târifi, İhtilâl öncesi tarihte rastlanmamış bir anlayıştır. İstisnâsı Yahudi’lerde görülür. Çünkü
onların dini millî karakterlidir ve İhtilâl’in önde gelen fikir adamlarının Yahudi asıllı veya mason
olmaları bu fikri meydana getirir.
Elbette biline geçmişi bakımından bu günkü Türk topluluklarının soy problemi yoktur. Dünya
kavimleri arasında bilinen en uzun geçmişlerden biri bu topluluklara âittir. Ancak başlangıçtan
beri bir soy ve ırk gayreti Türk tarihinin karakteristiği olmamıştır. Peki Töre’ye uyan topluluklara
Türk deniyorsa, Türkçe nereden çıktı? diye bir soru akla gelebilir. Bizce Türkçe Töre’nin içinden
doğduğu ilk topluluğun dili olmalıdır. Bu gün bu ilk topluluk hakkında fikir yürütmek için yerince
bilgimiz yok. Şu kadarını düşünmeden edemiyoruz:
Bilindiği gibi Töre’de KARA renkli HAKÎKAT’in sembolüdür. Kitâbeler’de geçen “KARA
BODUN” hakîkî kâvim manasına geliyor. Çünkü kitabelere bakılırsa Kök Türk devleti içinde onca
kavim bulunmasına rağmen Töre’nin kaybına üzülen en fazla üzülen zümre bunlardır. Ve
kendilerini Bilge Kağan, TÜRK sıfatıyla anar. Türkçe bunların dili olmalıdır. Diğer toplulukların
bugün karşılaştığımız şîve farklılıkları coğrafî ve kültürel muhitleri yanında, Töre öncesi
hayatlarından kalan dil yâdigârları olmalıdır. Ancak bu gün hiç kimse diğerine Türklüğünün
nisbetiyle öğünemez. Töre’yi benimseyen herkes Türktür. Arnavut asıllı Mehmet Âkif de, Çerkez
Ethem de, Tunuslu Hayrettin Paşa da, Gazî Giray Han da, Rum Mehmet Paşa da, Said-i Kürdî de,
Hırvat Sokullu, Acem Nizâmülmülk… Türktürler.
Devşirmelik, sadece Osmanlı’ya mahsus bir sistem zannedilir. Halbuki yukarıdaki isimlere
bakılınca da görüleceği gibi bütün Türk tarihinde mer’iyette bulunan bir müessesedir. Ayrıca
başka topluluk insanlarına kendi savunmasını yaptırmak gayretinden ziyâde bir tür beyin göçü ve
kalifiye eleman transferi olduğu kadar, mevcut tevhid müesseselerini en liyâkatle kim yürütürse
ona teslim etme büyüklüğüdür aynı zamanda.
İslam öncesi Töre devletlerinde de, İslam sonrası Töre devletlerine de (devlete ana
özelliklerini yine Töre verdiği ve Töre’deki tevhidci nizam fikri İslâmiyetle tam bir uyum
gösterdiği, İslâmi dönemde de Türk Töre’si hayâtını sürdürdüğü için) bu gönüllü transfer sistemi
kullanılmıştır. Bilge Tonyukuk’tan Sogd kavmine, Nizâmülmülk âilesinden Sokullu’ya kadar
Töre’ye intisab edip Türk olan herkes en yüksek makamlara kadar çıkabilmişler ve medeniyete
unutulmaz katkılar da bulunmuşlardır. Aynı durum Arnavut, Boşnak, Çerkes, Kürt… kavimleri için
de söz konusudur. Bunlar aynı zamanda Orta Asya’daki Yakut, Çuvaş, Kazak, Kırgız ve benzerleri
gibi Türk olmuş topluluklardır artık.
* * *
Vaktiyle sevgili Kabaklı Hoca’nın Türk Edebiyatı dergisinde Tolstoy’un bir mektubu
yayınlanmıştı. Bir Gürcü kadını ona yazdığı mektubunda oğullarının İslâmiyet’e geçerek Kafkas
direnişine katıldıklarını anlatıyor ve onlar adına duyduğu teessürü naklederek cehennem azâbına
mahkûm olmalarından korktuğunu dile getiriyordu. Şimdi Edebiyat dergisinin hangi sayısında
neşredildiğini araştırma gereğini duymadığım cevâbî mektubunda Tolstoy meâlen, her büyük dinin
insanları iyi, doğru ve güzele sevk ettiğini, onları sevgi ortamlarında mes-ud yaşama gâyesine
yönelik olduğunu anlatıyor ve “İtiraf etmeli ki hanımefendi, İslâmiyet Hristiyanlığa göre daha derli
toplu bir dindir. Müsterih olunuz” diyerek kadını rahatlatmaya çalışıyordu.
Büyük kafalı, büyük gönüllü insanların bu vasıflarının arkasında teferruat çalılarına takılmadan,
dikkatlerini dâimâ asıl olanda tutmaları bulunsa gerekir. Tolstoy’un bu tavrı insan ve din
konusunda aradığımız müsâmahanın ipuçlarını veriyor.
“Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız” hükmü, dînin özüne dâir yapılacak tefekküre
zemin veriyor. Çünkü insan din için değil, din insan içindir. Halifetullah sıfatını hâiz insan, dinler
vâsıtasıyla insanın iç dünyasını (geçmiş tecrübeler ışığında) daha kolay tasfiye edilebiliyor.
Temelinde ilâhî aşk bulunan İslâm dîni de aslında yeni bir din değildir. Allah indinde(baştan beri)
tek din İslâm’dır. Hz. Adem’den bu yana gelen bütün semâvî dinler İslâm’dır. Nitekim Âmentü ‘de
Kitaplar’a ve Peygamberler’e iman şarttı, insanlık tarihini bu noktadan birleyen anlayışın en veciz
bir hükümdür. İslam’ın büyük ölçüde eski gelenekleri -dinleri- toparlayıcılığı gayet sarihtir.
Neshettiği hükümler istisnâ edilirse ana sistemde tevhid ana fikri dâimâ eksen teşkil etmiştir. O
bakımdan özünde tek Tanrı inanışı ve tevhid mesajı bulunan Töre’nin târihimizdeki devamlılığı
yadırganacak bir durum yaratmaz.
Eş​yaya Dost muyuz?
Dostluk duygusunun insanoğlundaki saadet ihtiyâcına cevap veren bir haslet olduğu görüşü her
türlü tartışmadan uzaktır. Çünkü dost bir çerçeve, sevginin sıcaklığı ve emniyeti içerisinde insan
rûhunu tatmin eden bir platform sunar. Dostluk konusu gibi fevkalâde şümullü bir mevzûu en basit
bir noktasından ele alalım.
Eşyâya dost muyuz?
Ya da şöyle düşünelim: Çevremizdeki eşyâlar; malzeme, şekil, vazîfe, işleyiş tarzı ve
birbirilerine olan nisbetleriyle bizde dostluğun emniyetini uyandırıyorlar mı?
Ayaklarımızı uzatıp koltuğumuza oturduğumuz vakit, televizyona; programlar, ışık dozu, ses
dozu, elektromanyetik dalgalar, elektronik çınlamalar, reklâmlar vesâir unsurlara rağmen bir iç
tedirginliği duymadan emniyetle bakabiliyor muyuz? Radyonun düğmesini çevirdiğimizde, çeşitli
elektrikli âletleri kullanırken, hattâ betonarme binâlar içinde, yolda, trafikte; çerçeveyi büyütelim
şehirde ve bu çerçeve içinde geçen hayâtımızda biz eşyâya dost muyuz? Eşyâdan bize dostça
mesajlar geliyor mu?
Yoksa şehir üstümüze üstümüze mi yürüyor?
Bugün hemen çoğumuz bu sorulara kolay kolay olumlu cevap verebilecek durumda değiliz.
Bakış açımızı biraz daha genişletecek olursak, hayâtımızı tanzim eden sanâyi toplumu şartları
içerisinde, bizim mi eşyâyı, eşyânın mı bizi kullandığı çok tartışma götürür sorulara dönüşmüştür.
Artık birçoğumuz vaktimizin büyük kısmını üzerine hiçbir emeğimiz sinmeyen, yapısını asla
anlamadığımız sayısız tüketim maddesine sâhip olabilmeğe ve onların bakımlarına harcıyoruz. Bir
bakıma dev üretim çarklarının dönmeğe devam edebilmeleri bize bağlı olamasa da bu dev endüstri
çarkının bir dişlisi olmak sanki kaderimizmiş gibi gösteriliyor. Sosyoloji buna cafcaflı bir de isim
takmıştır: Tüketim Toplumu! Saadetimiz bahasına bu çarkın dönmesine, hiçbir ünsiyetimiz olmayan
eşyâlar dünyası içinde yaşayarak yardımcı olmaya mahkûm durumdayız.
Sözü uzatmaya hâcet yok. Alt plandaki tecelliler hakkında şikâyetnâmeler döktürmek mümkün.
İşin özü, günümüz teknolojisinin mantığıyla insan fıtratı arasındaki derin çelişkidir. Bizim gibi
varlığını bu teknoloji ve ürünlerini kullanmak sûretiyle sürdürmek mecbûriyetindeki bir toplum,
bu gelişmelere hâkim olamamak dolayısıyla, tâbi olmak gibi bir mahkûmiyetin içindedir. Bütün
tabiî kaynaklarımız ve insan gücümüz, gitgide değersizleşmekte, artan şehirleşme dolayısıyla,
tehlikenin çapı büyümektedir. Tehlike gün geçtikçe askeri, siyâsi, iktisâdi, tabiî çevre… vs.
cepheleriyle bütün hayâtımızı kuşatan bir mâhiyet kazanıyor. Körfez’e dökülen bir-iki milyon varil
petrol gözlerimizde büyürken, her sene atmosfere milyarlarca tonluk atık verildiği unutuluyor. Bir
zamanlar büyük mârifetmiş gibi takdim edilen teknolojik gelişme sürati; insanlığı çatlatacak, bütün
değer ölçülerini öğütecek bir değirmene dönmüştür.
Arkeolojik kazılarda bulunan bir İnka testisinde: “Olan bir daha olacak ve bu testilerle
yeldeğirmenleri bütün insanoğlunu tekrar mahvedecek” mânâsındaki bir cümleyi sayın Nâbi
Avcı’dan duyduğum vakit, kendi kendime “O İnka bir de bugünkü testilerle yeldeğirmenlerini
görseydi, ne derdi acaba?” diye sorduğumu hatırlıyorum.
Târih noktasından bakıldığında, kendine göre bir takım haklı sebeplere dayanarak İslâm âlemi
içerisinden Türk dünyâsına koparmak,Türk dünyâsıyla da tek hareket kabiliyeti olan Türkiye’nin
irtibâtını kesmek isteyen Hıristiyan dünyâ, bugün galip ve mağrurdur. Galibiyeti geçmiş
zamanlardaki sâdece askerî siyâsî mâhiyet taşıyan gâlibiyetlere benzememektedir. Bu defâ sâdece
dışarıdan hükmeden bir gâlib düşmanla karşı karşıya değiliz. Batı dünyâsı asılardır süren
oryantalist çalışmalar sonucunda da bütün İslâm âleminin, bu arada bilhassa Türkiye’nin mevcut
kültür değerlerini ve potansiyellerini tamâmiyle kavramış ve o değerleri hayâtın dışına itecek her
türlü tedbiri bize empoze etmiş durumdadır.
İslâm ve Türk münevverleri bu eziklikten kurtulabilmek için “Batı’nın teknolojisini alalım ama,
kendi kültürümüzü de muhafaza edelim” anafikrini çok uzun zaman bir kurtuluş zannetmişlerdi.
Oysa bugün görüyoruz ki, teknoloji dediğimiz yapı; Batı’nın egosit, pozitivist ve mukaddeslerini
kaybetmiş kültürünün tabiî bir sonucudur. Teknolojiyi alıp kültürü almamak, televizyonu alıp sahne
sanatlarını reddetmek ölçüsünde garip ve imkânsızdır. Üstelik bu teknoloji israf ve tüketime dayalı
bir teknolojidir. Ve insan faktörünü, çevre faktörünü, hâsılı fıtratı reddeden bir teknolojidir.
XIX. yüzyıl ortalarında harâretlenen “Batı’nın kültürü mü, teknolojisi mi tercih edilsin?”
sorusu, zaman içerisinde her iki yönüyle de tatbik sâhası bulmuş sayılabilir. Devletin resmî
politikaları yanında, bâzı cemaat ve cereyan mensupları bu konunun mümkün olan bütün
alternatifleri üzerinde yeterince tahlil yapmışlardır. Sonuç ortadadır. Kültürü terk edip teknolojiyi
almak mümkün olmamış; Batı egoizmine dayalı bir teknolojiyi reddederek Batı karşısında
savunmasız kalmak ise büsbütün dramatik sonuçlar vermiştir.
Bir yandan oryantalizmin ulaştığı sonuçları kullanan Batı diplomasisinin telkin ve dikte ettirdiği
kültür politikaları, diğer yandan teknoloji karşısındaki dolaylı esâret bugün bizi içten ve dıştan,
maddi ve manevi, görünür ve görünmez, sayısız mekanizmayla kıskıvrak bağlamış durumdadır.
Teknolojisini kullanmak sûretiyle Batı’ya ulaşmak, başka türlü bir yenilgi mânâsına geliyor. Çünkü
o mantık içerisindeki yükseliş, bizim kendimiz olmaktan çıkmamız netîcesini vermektedir. Burada
çok garib görünecek bir anafikir söylemekten kendimiz alamıyoruz. Kendi teknolojisine karşı
mağlûb olacak bir Batı, başka türlü bir zafer kazanmış sayılacaktır. Kaldı ki bunun pratikte ne
kadar uzak bir ihtimal olduğu ortadadır.
Mütâreke yıllarında işgal altında bulunan, bütün ümitlerini kaybetmiş İstanbul’da muzdarib bir
Yahyâ Kemal vardı. İstikbâle dâir hemen hemen hiçbir ciddî ümit ışığı bulunmayan o günlerde
fâtihâne rüyâlar görür ve istikbâli kurtaracak çâreleri, eski İstanbul semtlerini dolaşarak
düşünürdü. Koca Mustafa Paşa’da, Üsküdar’da, Eyüb’te, Rumelihisarı sırtlarında… Bâzen
Rumeli Hisarı yapımında şehit düşen ilk şehitlerin türbelerini ziyâret eder, bâzen Üsküdar’ın dost
ışıklarında, Süleymaniye’nin dinlendirici kubbeleri altında ecdâdımızın zamânı ve mekânı nasıl
Türk kıldıklarını, Bizans’ın nasıl “Türk İstanbul”, “Aziz İstanbul” hâline getirildiğini çok derinden
duyan şâir sezgisiyle fark ederdi.
Matbuattaki Yahyâ Kemal, Ahmed Nâim Efendi kavgası meşhurdur. O çileli günlerde bir çıkış
yolu olarak, Türklüğün köklerini Ahmet Yesevi’ ye bağlayan Yahyâ Kemal, yeni bir metod
kullanıyordu. Onun metodu III. Sultan Ahmed’den bu yana denenenlerden çok farklı, milli fakat
modern bir metottu. Büyük şâir haşmet devirlerini şakil ve politika ölçülerine göre değil, öz
medeniyetimizi vücûda getiren temel düşünce ve inanış üslûbuna göre yakalama peşindeydi.
Bilhassa millî karakterin bozulmadığı dönemlerdeki Osmanlı san’atından hareketle bir millî
felsefeye; yeni bir estetik anlayışına doğru dev adımlarla ilerliyordu. Türk mîmârîsinin büyük
medenî kıymetini, Türk mûsıkîsindeki mâverâî ifâde kudretini, Türk dil ve edebiyâtının ulaştığı
vâsi terkîbi; Türk Müslümanlığındaki engin müsâmaha, şevk, tevhid terbiyesi ve mukavemeti ilk
olarak onun yazı ve şiirlerinde bir araya gelmiş görüyoruz.
Eşyâya dost olmaktan başlayıp, teknoloji canavarından Batı emperyalizmine geçtiğimiz bir
yazıda, durup dururken Yahyâ Kemal de nereden çıktı? diye düşünmek mümkün. Yahyâ Kemal,
bize göre, diş şartlar bakımından en zelil olduğumuz bir devirde, esir İstanbul’da “akıncı
cedlerinin ihtirasını duyarak” harâbelerde gizlenmiş, taşa kubbeye sinmiş büyük medenî kuvveyi
yakalayarak, milletinin önünde bir kurtuluş meşalesi uyandırmıştı. Onun bakışlarıyla görünen
Türk-İslâm medeniyeti dost bir medeniyettir. Kendisiyle dosttur, Allâh’ıyla dosttur, yetmiş iki
millete dosttur, hattâ madde ve eşyâyla dosttur.
Madde ve eşyâ ile o kadar dosttur ki, Batı’nın insana eşyâ kıymeti vermediği devirlerde, değil
insan eşyâya dâhi şahsiyet tanıyan dev bir vakıf medeniyeti kurmuştur. Eşyâya şahsiyet tanımıştır.
Çünkü o ecdâdın gözünde ilâhî varlığın, Cenâb-ı Hakk’ın tecellîsine mazhar olmayan bir zerre bile
söz konusu değildir. Ve o ecdâd; eşyâ, nebat, hayvan, insan… kendi görüş ufkuna giren ve
kontrolünde buluna her şeyi Rabbinin bir emâneti bilmiştir.
Yahyâ Kemal’in yaşadığı devrin şartları dikkate alınırsa, öncü mütefekkirlere mahsus bir
kaderle sâdece ana çizgilerini, fakat mükemmel bir bütünlük içinde verebildiği bu medeniyet
anlayışının günlük hayâta dair unsurlarını bulmak ve müstakbel çehresini çizmek bizim neslin
boynuna borçtur. Dünyânın içine girdiği büyük değişme süreci ve beşeriyetin akıl almaz ebadlara
ulaşmış buluna rûhi ıztırâbı karşısında Yahyâ Kemal’in açtığı müstakbel yolun hedefleri, öncelikle
milletimizi sonra da âlem-i İslam ve insanlığı selâmete çıkaracak işâretler taşımaktadır.
“Kökü mâzîde olan âti” sözü boş bir tekerleme değildir. Siyâsî, askerî, iktisâdî ve içtimâî
alanda yorumları yapılan bu sözün; günlük hayâtı, eşyâ ile insan, teknolojiyle insan
münâsebetlerindeki çarpıklığı da çözecek bir yanı vardır. Yukarıda eşyâya şahsiyet tanıyan
vakıflardan bahsetmiştik. Ama eşyâ-insan münâsebetinin günümüzdeki tüketim ekonomisi mantığı
çerçevesinde kazandığı mâhiyet hazindir. Artık her şey ve hattâ insan, gücü elinde bulunduranların
ihtira ve egoizmlerini tatmin etmeğe yarayan, bir defâ kullanılıp çöpe atılacak âdi unsurlara
dönüşmüştür. Bu tavır insanı her geçen gün daha da maddî ve süflî derekelere düşürmektedir.
Muhâtâb olduğu canlı cansız her varlığa birer âyet nazarıyla bakıp, el sürdüğü her eşyâya
rûhâniyet kazandıran ataların torunları nerededir?
Tevhid akîdesinin günümüzdeki kuvvetli kalemi, fakat mütevâzı bir mümessili olarak muhterem
Sâmiha Ayverdi Hanımefendi’nin ifâdesiyle: “Evinin her köşesine kendi zevkinin damgasını vuran
bu kız, giydiği terlikten, ileride kocasına kullandıracağı uçkura, para ve mühür kesesine kadar her
el süreceği eşyâda akla şaşkınlık ve saygı veren mahâret, zevki mûcizeleştiren bir hüner
göstermekte…” idi. “Gerçi, ne eşi ne benzeri olan toprak ve çini eşyâyı bir şiir ahengine yetmiş
ipekli kumaşlarını, sedef, fildişi, akik, mercan, boynuz saplı kalemtraşlarını; divitleri, maktâları
hep o san’atkâr yaptı. Öpülecek kadar zarif kaşıklar… fincanları kucaklayan zarflar, zarflarının
koynunda saklanan fincanlar… bütün bu eşsiz eserler de gene aynı coşkun san’atkârın elinden
çıktı. ”
Elbette ki zamânın imkan, ihtiyaç ve zorlamalarını reddetmek gibi bir maksadımız yoktur.
Târihin yeniden canlanamayacağını ve yalın mânâsıyla bizim elimizden tutmayacağını da
bilenlerdeniz. Ancak eşyâya muâmelemizin gene Ayverdi’ nin tabiriyle söylemek gerekirse “bir
ibâdet huşûu” çerçevesine oturtulması bize çıkış yolu olacakmış gibi görünüyor.
Fakat nasıl târih bizim elimizden tutmayacaksa, çok ortalama bir tasavvuf bilgisiyle kestirip
atmak da doğru değildir. Esas îtibâriyle, teknoloji sadece Batı’da doğup gelişmiş bir vâkıa
değildir. Burada bizim îtirâımız pozitivizt ilim geleneğine dayalı bir teknolojiye ve değer
ölçülerinden tecrdi edilmiş tüketim toplumu kalıbınadır. Batı, tüketim toplumunu elbette teşvik
edecektir. Çünkü moda tâbiriyle serbest piyasa ekonomisinin dünyâ toplumlarına benimsetilmesi
demek, hem Batı’nın pazarlarının sürekli açık kalması, hem de tüketim maddeleriyle en ücrâ
köşelere kadar ulaşan Batı teknolojisi sâyesinde Batı’nın siyasî ve kültürel hegemonyasının
pekiştirilmesi demektir.
Yoksa bizim genel mânâda Doğu’nun kullandığı bir teknoloji de vardır. Hiç kimse Drina
Köprüsü’nün, Selimiye’nin, dev kadırgaların, Pîrî Reis’in haritasının, Ebu’l İzz’in çalışmalarının,
Dede Efendi’nin mûsikîsinin, Fâtih havan toplarının, Safranbolu evlerinin temelsiz rast gele
unsurlar olduğunu iddiâ edemez. Kullandıkları hamam taşından rahlesine, çadırından ahşap
mîmârîsine, kışlasına, sarayına kadar, hayâtının bütün unsurlarını müzelerde saklamaya değer
bulduğumuz o medeniyete baktıktan sonra, bizim yaşadığımız hayattan geriye ne kalacaktır,
düşünmek zorundayız.
Ancak teknolojinin gemi azıya almış sürati karşısında şoka uğramış halden sıyrılıp, sâkin kafa
ile düşünmek mecbûriyeti de vardır. Kendine göre hızı giderek artan bir ritm taşıyan Batı
teknolojisine nasıl karşı durabiliriz? Eğer her birimiz bu sûali soracak hâlet-i rûhiyeye geldiysek,
diyebilmeliyiz ki, bu teknolojiyi canavarlaştıran, arkasındaki mukaddeslerini reddetmiş Batı
pozitivizmidir. Televizyonu meydana getiren binlerce teknolojik buluş, acaba tevhid şuuru taşıyan
bir insanın eline geçmiş olsaydı gene Televizyon şeklinde mi terkib edilirdi?
Çâreyi yine kültürümüzde arayalım. Türk mûsıkîsinde fasıl esnâsında, temponun yükseldiği bir
demde gerilimi azaltmak ve dinletmek için, araya taksim hattâ taksimler konur. Bu taksimler
yapılırken dinleyicinin birden boşlukta kalmasına engel olunarak, faslın kaldığı alınıp, tedricî ve
yumuşak geçişlere başka bir makam ve usûle zemin hazırlanır. Böylece, şartlara göre daha tabiî
başka bir form ve yavaş bir usûle atlanmış olur. Teknoloji bahsinde daha mûnis ve insânî ölçülere
ulaşmak için böyle bir metodun tatbîki çâre olabilir. Batı müziğinde kullanılan 2 ve 3 zamanlı ilkel
ölçülerden, Türk mûsıkîsindeki 28 zamanlı Devr-i Kebir, 32 zamanlı Muhammes, 88 zamanlı
Darb-ı Fetih ve benzeri yüksek ve mütekâmil usullere geçmek gibi, kendi medeniyet felsefemizin
teknolojisini de hep berâber düşünmeliyiz.
Varlık âlemindeki tecellîlere gönlümüzü yeniden açmalı ve eşyâya dost olabilmeliyiz!..
Neden “Türk Münevverinin Müşterek Fikir ve Îman Zemîni” ?”
Sait Başer, “Neden “Türk Münevverinin Müşterek Fikir ve Îman Zemîni” ?” ,Türk
Münevverinin Müşterek Fikir ve Îman Zemîni, Hazırlayan: Sait Başer, İstanbul, , s
“Ayağımızın altından zemin kayıyor!” sözü, son senelerde memleketimizin kültür hayatıyla
ilgilenen, cereyan halindeki kültür ve ahlak erozyonu karşısında elem duyan pek çok vatan
evladından işittiğimiz bir deyim haline gelmiştir. Bu, maalesef doğru bir tespittir. Gerçekten de,
zaman zaman bastığımız toprağın ayağımızın altından âdeta çekildiğini hep hissetmez miyiz?
* * *
Her türlü beşerî davranış ve ortaya konan eserin başlangıçta bir fikir yahut duyguya dayandığı
nasıl inkâr olunur? “Kuvveden fiile çıkmak” dediğimiz oluş bunu anlatır. Fert planında da
“kuvve”; fikirler, değer ölçüleri ve hislerdir.
Cemiyetlerin yükselişleri, bu kuvve’nin insicam ve kuvvetine bağlıdır. Birbirini nötrleştiren
yönlere doğru hareket ettirilen cemiyet potansiyellerinin, yükselmek bir yana, gerileme sebebi
olduğu açıktır. Hele müesseseler dünyasında yaşayan günümüz toplumları için, her biri ötekini
nakzeden düşüncelere dayanılarak kurulup yaşatılmaya çalışılan bir takım teşekküller elinde
ilerlemek mümkün mü?
Artık “Bilgi Çağı” diye anılan zamanımızda, toplumlara önayak olacak zümreler ister istemez
yine münevverlerdir. Türkiye bu kaidenin dışında kalamaz. Ancak, maalesef Türk aydınları kaskatı
kamplara ayrılmış durumdadır. Halkının değer yargılarına saygılı, fakat çağa da açık aydınlara
ihtiyacımız ne kadar büyüktür!
“Bugün Türkiye’nin en büyük meselesi kendi milletinin ölçülerinden sapmadan kalkınmak ve
dünya milletleri arasındaki yerini almaktır. Yani bir numaralı meselemiz kalkınmaktır. Bu noktada
“kalkınma” ve “müesseseleşme” devlet hayatında yapışık ikizler gibidir. Çünkü aslında devlet de
bir müessesedir; kendisini meydana getiren müesseseler manzumesi içinde bir “merkez müessese”
hüviyetindedir.
Kervansaraylarımızın, an’anevî Türk misafirperverliğine dayanarak bina edilip asırlarca
yaşaması gibi; müesseseler, ait oldukları milletin müspet, istikrarlı haslet ve faziletlerine
dayanırlar; ancak bu sayede uzun ömürlü ve verimli olabilirler.
Fakat millî hasletlerdeki mâhiyet ve mânâ birliği, istikrar, millet fertlerinin tamâmında hakim
olan müşterek fikir ve iman zemininin eseridir. Nitekim mazimizin parlak devirlerine dikkatle
bakarsak görürüz ki, o zamanlar bütün milletçe olduğu gibi münevverler tarafından da kabul
edilmiş, yaşanmış, devlete temel teşkil etmiş bir ortak fikir ve iman zemini vardı. Eski
müesseselerimiz arasındaki gaye birliği, verim yüksekliği ve bilhassa bugün eksikliğini kuvvetle
hissettiğimiz devlet-millet kaynaşmasının temeli o zemine yerleştirilmişti.
Elbette insanların yaratılışları, bünye ve mizaçları birbirlerinden farklıdır. Fertlerin fikir ve
iman dünyaları diğer insanlarla yüzde yüz intibak halinde değildir. Bu tabiidir. Ancak fertlerde
aynı milletin mensubu olmanın getirdiği bir çok birleşme ve iştirak noktaları vardır ki, bunlar bir
arada mütalaa edildiği takdirde müşterek bir zemin teşekkül eder. Bir takım yenilenmeler bu zemin
için de mukadderdir. Fakat yeni nesillere esas unsurlarını kazandıracağımız bu zemin, aynı
zamanda milli canlılığımızın teminatı olacaktır.
Aslında millete bu zemini tanıtıp kazandırması gereken müessese milli eğitim mekanizmasıdır.
Ama, milli eğitimimiz maalesef bu işi bir türlü hakkıyla yerine getirememiştir. Çünkü iş başına
geçen her kadronun kendisine has fikirleri vardır ve kadrolar değiştikçe politikalar da değişmiştir.
Dolayısıyla, mevzu milli eğitim de olsa işi görecek olan zümre nihayet münevver zümresidir ve bu
noktada devlet demek adeta münevver demektir.
konferans programımızı “Türk Münevverinin Müşterek Fikir ve İman Zemini Nedir?
Suali çerçevesinde meydana getiren açık oturumlar serisi şeklinde tertipleyişimizin sebebi budur.
Kubbealtı böylece asırlık kargaşalıklar içindeki fikir dünyamızın, son senelerde girdiği kendine
geliş vetiresini göz önüne alarak, mütevazı bir adım atmayı düşünmüştür. Çünkü bu açıdan
bakıldığı takdirde yapılacak ilk iş, münevverlerimizin fikir ve iman anlayışını tespit etmek ve
ancak ondan sonra, bu tespitler ışığında bütün diğer meselelerimizle birlikte milli eğitim
meselesine dönmek olmalıdır. Dolayısıyla senelerdir şikâyetçi oluğumuz halkımızın devletine ve
münevverine karşı küskünlüğünün önü alınmış olacaktır. Ayrıca, tamamen ilmî usullerle
yapılmasına gayret ettiğimiz böyle bir çalışmanın, müesseseleşme ve istikbale doğru atacağımız
adımlar için de sağlam bir zemin meydana getireceği ümidindeyiz.
* * *
Fakat biz bir kültür kuruluşuyuz. Bir takım hata-sevap cetvelleri tutmak mevkiinde değiliz.
Vazifemiz milli irfanımıza gücümüz ölçüsünde katkıda bulunmaktır. Yaptığımız çalışmalar mesul
mevkilerde vazife yapan kadrolara ışık tutar, onların kararlarını daha bir isabetle vermelerine
yardımcı olursa kendimizi bahtiyar addederiz.
Saygılarımızla.
Niçin “ Asrın Eşiğinde Türkiye”?
12 sene sonra yeni bir asra , belki de yeni bir tarih devrine giriyoruz. Birkaç neşir organına
kısaca göz gezdiren herkesin göreceği gibi , bu yeni devrin getirecekleri karşısında hemen bütün
insanlık haklı bir korku duymaktadır. Doğuda , batıda pek çok ülke asrın muhtemel çehresini
hesaplamak gayreti içerisindedir . Fütüroloji araştırmalarıyla önümüzdeki yüz yılı görmek, onu
plana bağlamak gayretindeki süper güçler bile haberleşme, bilgi akışı, teknik buluşların sermaye
ile birleşmesinden doğan hesapsız alternatif imkanlardan ürkmektedirler.Çünkü artık her üç-beş
senede bir, tarih çağlarının getirdiğine denk bilgi birikimlerinin sağlandığı günümüzde, nerede ,
nasıl bir teknik buluş , bir sosyal veya siyası oluşun zuhur edeceği monash.pw
yıllarda bilgisayarlar, otomasyon, enerji üretim teknikleri, inşaat teknikleri.. vs . nin getirdikleri
yanında tıp , astronomi ve sosyal ilimlerdeki büyük gelişmeler de günlük hayata süratle intikal
etmektedir. Bir sosyoloji toplum mühendisliği mahiyeti kazanmış , kitle psikolojisinden de
istifade eden büyük devletlere dünyanın siyasi manzarasına rahatlıkla müdahale imkanları
getirmiştir. Bütün bu gelişmeler sonucunda Batı’ da “Sanayi Toplumu”, “Sanayi Ötesi Toplum”
gibi tabirierin modası geçmiş “BİLGİ TOPLUMU” denilen yeni bir merhaleye ulaşılmıştımonash.pw
hafızalarda depo edilen bilgi , aynı anda milyarlarca bilgi ünitesini devreye sokabilen
bilgisayarlar vasıtasıyle gelişmenin hızını arttırmaktadır. Gelişmelerin hazing bir tarafı vardır.
Kendisini elinde tutanlar için büyük imkanlar bahşeden bilgi, muhtelif tekniklerle menfi yönde
kullanılıp silah halini almakta , bir vahşet aracı da olabilmektedir.
Maalesef, asrımız bütün zahiri gelişmelere rağmen ahlaki ve insanı ölçülerdeki düşmeler
bakımından da aynı süratin yaşandığı bir zaman olmuştur. Cüsse itibariyle büyük devletler ve dev
sermayeleri işleten bu küçük insanlar elinde; fevkalade imkanlar, metodlar getiren bilgi,
umumiyetle ve öncelikle menfaat araçları veya tahakküm silahlarına dönüştürülmektedir. Dehşete
dayalı bir barış devri bu asrın eseridir.
Halbuki bilgi, tarihte umumiyetle nefs muhasebesinin ne olduğunu bilen insanlar tarafından
kontrol edilen bir kudretti, onlar tarafından ve insanların idrakleri ölçüsünde, kontrollü olarak
öğretilirdi. Bilgi mukaddesti. Hikmete yol açardı. Toplumların irfan hayatlarını da takviye ederek
bünyesindeki güç, kendisine sahip olan mütefekkir hakimler elinde hayra yöneltilirdi. Bugün ise
bilginin illa hakikat arayıcısı olması gerekmemekte, eriştiği mevzii doğrular süfli emeller için de
kullanılmaktadır.
İlmin muhtelif sahalarında ortaya konan hakikatleri birleştirip, yekpare bir dünya görüşü elde
etmek, günümüzde hemen hemen imkansızdır. Ihtisaslaşmalar sebebiyle eski zamanların büyük
mütefekkir ve cemiyet terbiyecisi mesabesindeki liderlerini artık bulamıyoruz . İhtisaslaşmanın
getirdiği diğer husus ise çok dar sahalarda teferruatlı bilgi edinmekle birlikte hayatın bütünü
karşısında cahil denebilecek fikrı yapıdaki insanların giderek artmasıdır.
Bu durum fark edilmemiş değildir. Önüne geçmek için sermaye organizasyonlarıyle enstitüler
kurulmakta ve ancak bu suretle ihtisas sahaları kısmı bütünlük kazanmakta, işe yarar şekiller
almaktadır. Enstitüleşmek vakıası propaganda faaliyetlerine de girmiş , böylece usulleri çoğaltılıp
tesir sahaları genişletilmiştir. Kendi kültürünü zamana göre işleyip, insanlarını bu propaganda
şoklarına karşı hazırlamamış cemiyetlerde, ihtisaslaşmanın getirdiği bu yeni cehalet türü, güçlü
devletlerin kendi felsefelerini empoze etmeleri için çok uygun vasatlar hazırlamıştır.
Artık bir merkezi iman mihrakına göre akord edilip tabiatın gidişiyle çatışmayan, onunla hem-
ahenk ruh haline sahip insanlar çok azalmış , sevgisizlik yaygınlaşmıştır. Goethe‘nin dediği gibi
sevmeyenin iman da edemiyeceği ortada iken , Yahya Kemal‘in aradığı “imanın bir şevk olduğu”
zamanları yakalamak, ihlas ve samimiyeti öne almak, bugün kuvveti ellerinde tutan devlet ve
sermayedarlardan beklenebilir mi? Beşeriyet, temeli sevgi olan bir iman mihveri etrafında
birleşmeye, hilkate hükmeden ezeli hakikatlere, sükunete ve huzura susamıştır. İnsanlar hikmetsiz
ilim, aşksız san’at ve merhametsiz ideolojiler elinde bunalmıştır.
Alabildiğine kaba çizgilerle anlatmaya çalıştığımız bu umumı manzara içerisinde İslam ve Türk
dünyaları ne durumdadır?
Burada malum şeyleri tekrara hacet yoktur. İslam dünyası müslüman olmak noktasından , zahirde
birlikmiş gibi görünse de iç yapıda perişan, ilimsiz, samimiyetsiz, petrol zengini olmakla birlikte
alt yapısız Arap memleketleri dışında fakir ve siyası rejimIerinin dayandığı felsefeler bakımından
dağınık durumdadır. Türk dünyası ise tamamen yaralı, tarihi şahsiyetinin gereği olan mevkii
bulamamış, büyük ölçüde istiklalsiz, parçalanmış bir vaziyettedir.
Türkiye‘ye gelince …
Haberleşme imkanlarının yaygınlaşması, turizm hareketleri, iktisadı sistemlerin beynelmilel
hale gelmesi yanında kültür yozlaşması, yanlış Batılılaşma politikaları … vs. sebebiyle yukarıda
sayılan sıkıntılardan Türkiye de nasibini almıştır . Üstelik kendisine mahsus ihmal edilemez
meseleleri vardır.
Kendi dünya görüşünü, milli ölçülerini terk etmek bahasına girdiği Batı medeniyeti dairesinde
Türkiye sadece pasif bir alıcı mevkiine düşmüştür. Hakim ve büyük bir kültürün temsilcisi olması
gereken aydın zümremiz ne yazık ki “kimlik krizleri” yaşamakta, bunu yüksek sesle de
söylemektedir. Tabiatıyle durup dururken bu noktalara gelinmemiştir. Mazımizle ilgili bütün
bağları koparıp atmamız sebebiyle ortaya çıkan ve bir kaç nesilden beri devam eden kültürsüzlük
politikaları bizi bu noktalara kadar düşürmüştür. Felsefemizi, milli düşünce ve inanç tavrımızı
bozmadan yenilenerek, devam ederek değişmek yerine Batı kültürünün kopyacı hayranları elinde
milli irfanımız bozguna uğramış, ezilmiştir. Büyük bir “devlet terbiyesi” taşıyan bu aziz millet asi
olmamıştır belki ama devletine de küsmüştür. Okumuşuna küsmüştür.
Aydınlarımız arasında en temel meselelerde dahı anlaşma olamamıştır. Son senelerde halkın
çocukları arasında sakat maarifin bozmaya muvaffak olamadığı veya tam manasıyle nüfuz
edemediği münevverlerin zuhur ettiğini memnunlukla görüyoruz. Çok şükür devlet ve millet
fikrine, tarih şuuruna sahip bu aydınlarımız arasından “Milli Mutabakat” çağrıları gelmeye
başlamıştır.
Bu isabetli bir teşebbüstür. Hakiki meselelerimizin, vatanın hakiki çocukları tarafından
konuşulmaya , düşünülmeye başlanması ve birlik arayışlarına girilmesi istikbal için ümit vericidir.
Kubbealtı Akademisi Kültür ve San’at Vakfı bu hayırlı teşebbüslere bir katkıda bulunmak için
konferans mevsimini bütünü ile: “Türk Münevverinin Müşterek Fikir ve İman Zemini
Nedir?” sualinin cevaplarını bulmaya hasretmiştir. Bu program geniş akisler yapmış ve hayli
umumi kabullere mazhar olmuştur. Ancak ele alınan meselelerimizden sadece fikri, kültürel ve
manevi muhtevada olanlar işlenmiş, temel prensiplerin tesbitine çalışılmıştır. Bu prensiplerin
ışığında müşahhas meselelere girilmemiştir . Biz asra girerken meselelerimizin sadece çok
sıkıntılı ve mücerred yönlerini işlemekle yetinmeyip, hayatın gerçeklerini, imkanlanmızı,
müesseselerimizin durumlarını da tesbit ettiğimiz prensipler ışığında değerlendirelim istedik.
asrın eşiğinde Türkiyemizin imkanlarını, içinde bulunduğu dünya şartlarını, meselelerini kuş bakışı
bir dolaşalım, üniversite gençliğine memleketimizin sıkıntıları yanında istikbale ümitle bakmaya
yetecek imkanlarını da ehil ağızlardan duyuralım diye düşündük.
Evet! Türkiyemizin başta (eğitimsiz de olsa) genç nüfusu, coğrafi mevkii, tabii kaynakları ve
yatırım hamleleri, ordusu… dosta itimat düşmana korku vermeye devam etmektedir.
Ancak yukarıda dile getirilen süratli teknolojik inkişaflar karşısında bizim daha çok yol
almamız gerektiği aşikardır. Keza manevi çözülüş vakıası bizim için de geçerlidir. Bu noktada
Müslüman-Türk terbiye sistemi ile dünya görüşünün mutlaka birlikte devreye sokulması, bir
çalışma seferberliğine girişilmesi icab etmektedir. Ümidimiz, bu manada bir sistemden hareketle
ortaya çıkacak olan terkibin, belki insanlığa bile rahat nefes aldıracak muhtevayı da taşıyacağı
istikametindedir.
İşte Kubbealtı fikri faaliyet mevsiminde, 15 açık oturum ve 2 konferans
çerçevesinde asrın eşiğindeki Türkiye’yi tahlil edecektir. Böylece sürat, müesseseler, sosyal
ve siyası gelişmeler, bloklaşmalar, planlama faaliyetleri, savunma meseleleri, çeşitli milli
hedeflerimiz, milli tezimizin tesbit ve yayılması, ilmi araştırma meseleleri gibi bahislerin ele
alınıp tahlil ve terkib edilmesi için bir pencere açılmak istenmiştir.
Elbette Türkiye’de konuşulacak daha bir çok ehemmiyetli mevzu vardır. Biz bunlardan
programda görülecek olanları seçtik. Bir milli hukuk sistemi, bir din anlayışlarının tahlili, milli
eğitim meseleleri, dil meseleleri, yeraltı servetlerinin kavimlere göre dağılışı, nüfus meseleleri,
otomasyon ve işgücü… vs gibi daha yığın yığın mesele ele alınmayı beklemektedir. Bu mevzuları
önümüzdeki senelere bırakarak hürmetlerimizi sunuyor, programın milli irfanımıza, devletimize
hayırlar getirmesini niyaz ediyoruz.
Ufkumuzda Doğum Sancıları
Bir müddetten beri Türk milleti, tarihinin ve milli karakterinin tabii seyrini bilenleri şaşırtan
ciddi bir tezatlar devri yaşamaktadır. Hele son asırdaki barış devri zarfında en çok milli kültür
sahalarında mahiyet değiştirmeyi hedef alan gayretler gündemde tutulmuş ve bu çabalar ise
tamamen Batı’yla bütünleşme ana fikrine bağlanan garip bir milliyetçilik düşüncesine gore
yönlendirilmiştir. Gerçek manada kendine gelme, kalkınma ve milli varlığı canlandırma siyaseti
yerine, bugün yanlışlığı bir çok sahada itiraf edilmiş, pek çok sahada da reddi ilmen imkansız hale
gelmiş sathi ideolojik saplantılardan yakın tarihimiz geçilmez olmuşmonash.pw tarihten sonra oynanan
demokrasi oyununda ise halkın tercih ettiği zihniyet ve kadrolar ancak o ideolojik zeminde söz
hakkı elde ettiklerinden, ciddi neticelere ulaşılamamış, maalesef milli enerji uzun süredir heba
olmuşmonash.pwci asırda dünya dengeleri bir kaç defa yeniden kurulduğu halde biz ya yerimizde
saymak veya gerilemek zorunda bırakılmışızdır. Başlıca sebep ise Türk’ün tarihi şahsiyetine
kavuşmasını önlemeye yönelik komplolar ve bunu görmeyen -görmemezlikden gelen –aydınları-
mızın tutumudur. Nüfus, coğrafya, tabii imkanlar, tarih ve kültür birikimi bakımından dünyanın ilk
birkaç milleti arasındaki Türklüğün halihazırdaki durumu elbette ki düşmanlarımızın başarısı
sayılır.
***
Yukarıdaki gerçekler muvacehesinde Kubbealtı‘nın yirmi senelik akademik faaliyet geleneği
milli kültürümüze yönelik olarak sürdürülmüştür. Geçmişi olmayan bir gelecek mümkün müdür?
Şüphesiz hiç bir geçmiş de tekrar ihya edilemez. Onu ancak “bugün”ün gözlüğüyle, değer
hükümleriyle anlarız. Zaten normal şartlar altında “bugün”, geçmişin yekunu olarak düşünülürse,
geçmişe bakmak, bir yeniden durum muhakemesi mahiyeti taşır. Gerçi bizde “normal şartlar”
aksamıştır; fakat son senelerde aydın yelpazemizdeki kendine geliş umut vericidir. Eğer her konuda
yüzde yüz mutabık bir aydın kitle beklemiyecek ve genel durumdaki müspet ağırlığı kafi
sayacaksak, zamanla ortaya çıkacak fiili durumlar, geri kalan ısrarlı menfi zümreyi ister istemez ya
bize katılmaya veya toplum içinde bir kör barsak gibi kalmaya mecbur ve mahkum edecektir.
Dolayısıyle artık kendimizi ispatlamak için yapagelmekte olduğumuz savunmalardan, aşağılık
duygusundan uzaklaşmalı; kendi gerçeklerimiz ve tezlerimiz doğrultusunda bir geleceğe
yönelmeliyiz.
Evet, henüz kültür sahasında eksiklerimiz pek çoktur. Ama kültürün azameti düşünülürse, eksik
daima bulunacaktır. İstikbale yönelmek mevcut eksiklerin tamamlanması gayretlerinin bırakılacağı
manası da taşımaz. Hatta şimdi ağır aksak giden çalışmalar, müşahhas neticelere ulaşma ümidinin
hedef alınmasıyle daha da ehemmiyet ve şevk kazanacaktır.
Geleceğimiz sadece kendi gayretlerimizle kurulacaktır. Artık Doğu yahut Batı tercihli aydın
zümrelerimizin, dünyanın umumi dengelerindeki gelişmeler sebebiyle bize hiç bir taraftan sabit
destek verilmeyeceğini görmüş olmaları gerekiyor. Dünyamızda bloklar sadece geçici tehlikeler
karşısında kurulan mevzii menfaat gruplarıdır. “Batı” diye statüsü sabit bir dünya yoktur. Bu husus
yalnızca iki Almanya’nın birleşmesi karşısında en çok kaygılanan devletlerin yine batılılar
arasında bulunmasıyla sabit olmuştur.
Keza NATO ve AT de, Doğu Bloku’ndaki çözülme dolayısıyle esastan değişikliklere
uğramaktadır. Sürat gerçekten baş döndürücüdür. Geçen seneki program girişinde “bloklar arası
uzlaşma” dan söz etmiştik. Bugün Doğu Bloku erimiştir. Mevcut siyasi birliklerin ne şekil alacağı
meçhuldür. Doğu Bloku’ndaki gelişmelerin bir benzeri İslam dünyasında olacakmış gibi
görünüyor. Yani mevcut durumu dikkatle takip etmekle birlikte, değişen ve daha da değişecek bir
dünyada varlığımızı sürdürmenin tek yolu kendi geleceğimizi derhal kurmaya başlamamızdan
geçiyor.
Türkiye doğusunda ve batısında meydana gelen bu sosyal ve siyasi depremler karşısında bir
taraftan ciddi zararlara uğramak tehlikesine maruzdur, diğer taraftan da Orta-Doğu, Türk Dünyası,
Balkanlar kaynarken bunlara kayıtsız kalmama durumu ile karşı karşıya bulunmaktadır.
Sözün kısası Türkiye yakın tarihindeki en ciddi yol ayrımına gelmiştir. Yürümekte olduğu yolun
ilerisinde tatsız emrivaki ve tehlikeler bekliyor. Diğer taraftan yeni gelişmeler, ciddi riskler
taşımakla birlikte fevkalade imkanlar ve geçmişimize, karakterimize yaraşır bir gelecek vaad
etmektedir.
Vakfımız bu noktada yaşanan sıkıntıların bir doğum sancısı olmasını temenni etmektedir.
Dertlerimizi bölüşmek, birlikte yaşayacak milli hassasiyeti kazanmak o dertlerin devası olacaktır.
Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı manevî kurucusu ve mütevellîsi merhuma Samiha
Ayverdi’nin tensip ve onayı ile Sait Başer tarafından projelendirilip gerçekleştirilen Ufkumuzda
Doğum Sancıları başlıklı açık oturum programı:
Artık Çelişkiler Çözülsün!
Haberleşme ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmelerin demir perdeyi erittiği şu yıllarda, bütün
dünya insanlığı köklü arayışların doğurduğu büyük sosyal çalkantılar içerisinde yaşıyor.
Zamanımızda bir yandan siyasi rejimler ekonomik ve teknolojik sistemlerden tecrid edilemezken,
öte yanda da insanlık ailesi hayatındaki bariz tenakuzlara artık tahammülünü yitirmiştir. Her
yönüyle şeffaflaşan dünya şartlarının baskıcı ve vurdumduymaz yönetimlere tahammülü kalmamış
görünümonash.pw dünya harbi sonrası soğuk savaş devri icabları birçok haksızlığa göz yummak
zarureti getiriyordu. Ancak, sonrası nükleer silahlara dayalı dehşet dengesinin maliyet ve
korkunçluğu yanında yukarıda belirtilen teknoloji ve haberleşme imkanları süper güçlerin dünyayı
sımsıkı tutmak gayretlerini hükümsüz kılmaktadır… Dolayısıyla artık her millet kendi kültür
gerçekleri istikametinde ilerlemek istiyor. Bunun için bazen hayli yüklü faturalar ödemesi gerekse
de milletler sağlıklı bir yürüyüş ve dengeli sosyal nizamlar kurabilmek arzusuyla ne kadar
çelişkili müessese fikir ve rejim varsa teker teker çözmek gayretine düşüyor. Macaristan, Polonya
ve Azerbaycan örneklerinde olduğu gibi…Çünkü farklı felsefelere dayanan müesseselerin icraatı,
cemiyetlerdeki ictimai canlılığı, istikbale ümitle bakabilmeyi öldürmektedir. Hele müzminleşmiş
resmi çelişkiler toplumları kahretmekte, gençliğin enerjisini fuzuli şeylere yönelterek ziyan
olmasına yol açmaktadımonash.pwçi, mevzii durumlarda elde olmayan tezatlar bulunması anlaşılabilir;
geçici olarak kabul de edilebilir. Ancak, doğrudan doğruya millet hayatını ilgilendiren temel
mevzulardaki terslikleri bütün topluma devamlı olarak benimsetmek imkansız değilse bile,
neticeleri hiçbir vakit iyi ve guzel olmamakta, hayatın her cephesi yozlaşmaktadır asrın
eşiğindeki Türkiye’nin şeffaflaşan dünya şartlannda varlığını kendini kaybetmeden devam
ettirmesi, milli varlığının tabii ihtiyaç ve kültür değerlerini esas alacağı umumi siyaset sayesinde
olacaktır. Zira, hürriyetçi rejimler ancak idaresindeki milletin tabii gücünü harekete geçirerek
dünya rekabet şartlarına ayak uydurabilmektedirler. Bizde ise, maalesef toplumumuzun tarihi
gelişme seyrini şaşırtan, tabii temayüllerine aykırı müesseseler tesis edilmiştir. Milli eğitimden
hukuki sistemlere, sanat hayatından eğlence müesseselerine varıncaya kadar birbirini nakzeden
yüzlerce teşekkül ortaya çıkmış, kültürümüzün temel değerlerindeki aşınma ve karışıklıklar
sonunda Türk aydını kimlik krizine düşmüştür. Arka arkaya gelen ilim, siyaset hatta spor
bozgunları çarpık şehir hayatının şaşırttığı büyük kitleler milletimizin uzun zamandır yaşadığı çok
ciddi buhranların neticeleridir.
Yani milletimize kendi ölçülerinin iade edilmesı ve onun fıtri kabiliyetlerine meydan açılması
gerekiyor. Artık, iyi niyetten bile doğsa, gizli hesapların uzun ömürlü olmadığı günümüz
dünyasında Türk milleti bin türlü çelişkilerle -bazen şuurlu olarak- elini kolunu bağlayan
mekanizmalardan kurtarılmalıdır.
Kubbealtı’nın seminer mevsiminde böylesine mühim bir sosyal yaraya neşter vurması
elde edilecek faydanın büyüklüğüne ve hayrına inanması sebebiyledir.
Programa şöyle bir göz atan dostlarımızın derhal görecekleri gibi bu sene ilim ve fikir
hayatımızdaki görüşlerin hemen büyük bir kısmını kürsümüzden dinlemek mümkün olacaktır.
Aydınlarımız, aynı vatanda birbirinden ayrı milletler gibi yaşamanın daha nereye kadar devam
edeceğini düşünmek zorundadırlar. Uzlaşma ve anlaşma anafikri blokları bile yaklaştırırken
Türkiye’nin en temel meselesi zaten çok az sayıdaki yetişmiş, vatan ve kültür endişesine sahip
samimi elemanlarının düşman kardeşler gibi davranmaya devam etmesi değil midir?
Fikir ayrılıklarımız milli hayatiyet işareti sayılmalı fakat bazen zulüm derecesini bulan resmi
gayr-ı resmi, çelişkilerimiz de artık görülmeli ve lütfen çözülmelidir.
Dolayısıyle programın ilk neticesi Vakıf kürsüsünde yan yana gelmeyi kabul eden aydınlarımıza
karşılıklı konuşabilme imkanının açılmasıdır.
Ve biz burada konuşmacı olmayı kabul eden değerli ilim ve fikir adamlarımıza günümüzün bu
acı gerçeğini dile getirdikleri için şükranlanınızı sunuyoruz. Onlardan Vakfımızın en mühim ricası
ikili çekişmelerden ziyade acıda olsa hakikatleri dile getirmeleridir. Vanlacak neticeler ve açığa
çıkacak gerçekler, ileride şartların müsadesi halinde kitaplaştığı takdirde yapılan hizmetin çapı
daha iyi görülecektir.
Biz akademik bir kültür kuruluşuyuz ve maksadımız hata sevap cetvelleri tutmak değildir.
Gayemiz milli irfanımıza, insanımızın ve devletimizin geleceğine ışık tutmak, gücümüz ölçüsünde
katkıda bulunmaktır.
Saygılarımızla …
Kimlik, Kiş​ilik, Ontik Kimlikler ve Türkiye
Kimlik konusunun üzerine oturacağı aidiyet hissi, çok sayıda zemin bağlamında varlık
kazanabilmektedir. Şöhretli bir pop şarkıcısını sevmek, bir takım taraftarlığı, bir sanat ekolüyle
nispet kurmak, bir zevki veya trajediyi birlikte yaşamak, aynı geçim kaynağına mahkum olmak, bir
inanış biçimi yoldaşlığı, meslek yakınlığı… gibi muhtelif kurbiyetler “sen kimsin?” sorusuna
cevap zemini teşkil edebilirler. Yurt dışında bir Türk’ün Ermeni lokantasında karnıyarık, Rum
lokantasında dolma bulma heyecanıyla işletmecilere duyacağı sempati gibi, paradoksal
yakınlıklardan da söz etmek, birer vakıanın tespiti.
“Ben kimim?” sorusu, hissedilen aidiyetlerin güçlülüğü oranında cevabı belirlenen bir soru.
Hissedilen aidiyetin güçlülüğü ise, tabiî veya sentetik yakınlaşmalar, yakınlaştırmalar, tekrar ve
telkinler sebebiyle öncelik kazanabiliyor. ‘Tabiî veya sentetik güçlendirme’ ifadesi üzerinde bir
miktar düşünmeli. Tabiî nispetlerde hiç mi sentetik kurgu yoktur, sentetik olarak kurulmuş aidiyet
zeminlerinde tabiî mensubiyetler tamamen ihmal mi ediliyor?
Ne mutlak bir tabiîlik, ne de mutlak bir sentetiklik mevzu bahis değil elbette. En tabiî
mensubiyet alanlarında, o nispetleri iktidar aracı görenler tarafından, nispeti tahkim maksadıyla,
bağlılığı güçlendirici sentetik mübalağalar tespit etmek mümkün. Keza tamamen sentetik olarak
şekillendirilen aidiyetlerde de, gene çoğunlukla bu aidiyetlerden iktidar çıkarmak isteyenlerin,
aidiyeti kalıcı kılmak (aidiyeti kalıcı kılmak, yani iktidarı kalıcı kılmak) için, tabiî nispetlerle
sentetik nispetlerin tahkimi örneklerine rastlayabiliriz.
İktidar, kimlik konusunda en kritik belirleyici unsurmuş gibi görünüyor.“İktidar” illa siyâsî
iktidar olmak zorunda değil tabiî ki. Pekalâ ekonomik, sanatsal, dinî, linguistik, popülerlik…
türlerinde iktidarlar mevzu bahis edilebilir.
İktidar-kimlik ilişkisi üzerine yoğunlaşıldığı zaman, konunun karakterinde gerçekten çok önemli
bir temel veri olarak “ontik algı” konusu öne çıkmakla beraber, bu algıyı teşvik eden, yönlendiren,
uyuşturan bazen imha eden bir “sosyal hipnoz” mekanizması ile de karşı karşıya gelmek mukadder
oluyor.
Neden “sosyal hipnoz”? Bizim sosyal hipnoz dediğimize bir başkası bilinçlenme,
bilinçlendirme diyemez mi? “Bilinç”, bir farkındalık durumunun zihinde kendiliğinden uyanık
kalmasıdır. Özne “kendini idrak”ini o farkındalıkeşliğinde kurmaktadır. Hipnoz ise, aksine
farkındalığın yerine “telkin”i koyar ve o telkinin devamı adına, öznede bir kişisel bilinç haline
fırsat vermemeği prensip edinir.
Bilinç durumu öznenin kendini inşa imkanını içinde barındırırken, hipnoz hali angaje hayatlara,
zımnî köleliklere yol açmaktadır. Bilinç durumu öznedeki “kişilik” teşekkülü için olmazsa olmaz
bir şarttır. Giydirilmiş sentetik ve elbettekollektif kimlikleri kurgulayan sosyal hipnozcular ise,
kişisel farkları “istenen” homojen toplumsal yapıların elde edilmesine en ciddî engel
olarakgörmektedirler. Kişilikte, bireysellik; kimlikte ise toplumsallık ağırlıkla göze çarpmaktadır.
Kişiliğin zayıflatıldığı kimliklerde, homojen toplumsal yapıya uyum esastır. Sosyal hipnozun
sürekliliği, o yeknesak toplumsal dokunun devam şartı…
Niyazi-i Mısrî’nin “cem ve fark” kavramlarına atıfla diyebiliriz ki, kimlik esaslı bir toplumsal
yapı, muktedirlerin arzuladığı homojen bir kültürel ortam elde etme sonucuna ulaştırmakla
beraber, bilinç esaslı kişiliğin teşekkülüne mani olmaktadır. Çünkü bilinç durumu, bireyselleşmeyi
yani farklılaşmayı, yani homojenliğin “ihlâlini” beraberinde getiriyor.
Akıl, fark kavramı temelinde kıyaslamalar yapan melekenin adıdır. Dolayısıyla farka tahammül
etmeyen kimlikçi yaklaşımlar, aklı da “belirlenmiş bir vadi” ye sürmekte ve rasyonel toplum yahut
gerçekçi bireyler oluşmasından rahatsızlık duymaktadır. Kimlikçi siyasetler, aynı zamanda bir
diğer adlandırmayla “ideolojik” yaklaşımların ifadesinden ibarettir.
Türkiye Kürt probleminin tazyikiyle yıllardır kimlik tartışmalarıyla kördüğüm bir durumdadır.
Kürt meselesi üzerinden bakıldığı zaman, Kürtetnisitesi ve linguistik ana elemanlar olarak öne
çıktıklarından, tartışma da burada kilitleniyor. “Mesele” siyasî bir düzenleme üzerinden
çözülebilirmiş gibi düşünülüyor.
Mesele?
Gerçekten mesele, etnik yahut linguistik bir mesele midir?
Yoksa mesele, kimlik adına kişiliğin feda edildiği “ideolojik Türkiye” iktidarını, bir küçük
ortakla bölüşüp devam ettirmek midir?
Yoksa “asıl mesele” bu toprakların insanlarını, kendi kişiliklerini bulma yolunda, onların
ideolojik mahkumiyetlerinin sona erdirilmesi midir?
İş bu noktaya geldiği zaman toplumun kaç türlü ideoloji gömleğini üst üste giydiğini araştırma
ihtiyacı da ortaya çıkar ve “kimlik giydirme” konusunda bütün rakip tarafların ne kadar hayret
verici bir yöntem ittifakı içindebulundukları görülür.
Kimlik inşaları çoğunlukla muktedirlerin “sürü edinme” oprerasyonlarıdır. Çünkü tahkim
edilmiş kimliklerin tabiî kişilik oluşumlarına bir tür rakip gibi baktıklarının sayısız örneği var.
İster etnik kimlik, ister sportif kimlik, ister mezhepsel kimlik, sınıf kimliği, cemaat kimliği,
bölgesel mensubiyet kimlikleri vb. hepsi de özünde birer sürüleştirme operasyonudur.
Açıklamalarında kullandıkları tabiî faktörler, kişiliklere izin vermeyiş ayıbını kamufle maksadıyla
sistemlerine dahil edilmiştir.
***
Kimlik inşa siyasetleri, arka planlarına dikkatle bakıldığında birer ideoloji niteliğiyle tesbit
edilebilirler. İdeolojilerde ise bir gayeye akord edilmiş de olsalar, ister istemez bir felsefî yapı
üzerine yerleşme ihtiyacı genel özelliktir. Tabiatıyla felsefelerin daima birer “ontik tabanı”
bulunmak zorunda!.. Zirâ her felsefî “doktrin”in behemahal bir “varlık tasavvuru”na bağlı
yapılandığını görmekteyiz. Varlık, her tür bilim felsefesi, ahlak anlayışı, estetik, metafizik ve
mantığın temel elemanı olmak zorunda. Dolayısıyla ontoloji, felsefe sistemlerinin temel
elemanıdır. Hatta diğer felsefe alanlarının mahiyetlerini belirleyen bir temel alan… Ontolojilerin
de bir kaçınılmaz zaafı var, o da mutlakaçıklamalarla stabilize edilemeyişlerdir. Dolayısıyla,
ontolojiler bir ölçüde birer inanç sistemi niteliğini taşımaktadırlar.
***
Elbette hayatın bin bir yüzü ve meselesi var. Ancak perspektifi, görüş açısını genişlettikçe her
meselenin birbiriyle münasebettar olduğu görülebilir. Yani,İnsanlığın anlama temelli uygarlığı
ister istemez inanma zemininde tahakkuk ediyor. İnanma ise temelinde ontoloji bulunan bir alan.
“varlık”ın neliği ve niteliği hakkında “son söz”ü söyleme iddiası insanlıktan henüz bir hayli uzak.
Dolayısıyla varlığa hem birey hem de toplumlar kendi beka ihtiyaçları üzerinden bakıp, anlam
vermektedirler. Demek ki, ontik köken tasavvuru hayat ve beka kavrayışından ayrı düşünülemiyor.
***
Esas itibariyle insanlık tarihinde üç grup varlık tasavvuru görülebiliyor:
1-Varlığı metafizik boyutuyla birlikte “tek”e indirgeyen monist yaklaşım.
2-Fizik ve metafizik kavrayış alanlarını ayıran yaklaşım.
3-Metafiziği ihmal veya reddedip, fizik âlemi kaotik çokluk farzedenyaklaşım.
Bu yaklaşımlar bizim toplumumuz için de dikkate değer birer tarihe sahip, nesnel
gerçekliklerimizdir. Monist, düalist ve plüralist mahiyetteki bu ontolojilere bizim dünyamızda
vahdet-i vücud, vahdet-i şuhut, pozitivizm adlandırmasıyla rastlanır. Sonu gelmez kelâmî – felsefî
tartışmalara girmeden diyebiliriz ki, adı geçen ontolojilerin her birinin birer ilim, ahlâk, sanat ve
metafizik tasavvurları vardır. Hatta dikkatli bir göz bunların kullandıkları mantıklarını dahi ayırt
edebilir.
Dikkat edilirse, bu üç ontolojiye mensup adeta “üç ontik millet” var bu coğrafyada!..
Müziklerinden mimarilerine, siyaset ve örgütlenme biçimlerine…kadar son derece karakteristik
bir tablo sunuyorlar, gözü açık toplum bilimcilerin dikkatlerine…
Bu ontolojiler doğuş ve tekâmül süreçleri itibâriyle gayet karakteristik sosyal yapı analizlerini,
anlayan gözler için ifşâ ederler. Ontolojinin inanç alanıyla ilgisini yukarıda zikrettik. Hakkında son
sözün söylenemediği “varlık”, hayatın vazgeçilemez temeli ve şartı olduğundan, açıklama
boşlukları inanmalarla doldurula gelmiş. İnsanlık, özünde bu sebeple din temelli bir geçmişe
sahip. Bilhassa monist ve düalist yaklaşımlar ekseriya “Tanrı” fikri olmadan konuşulamazlar.
Monist yaklaşımda varlık ve Tanrı iki ayrı değer olarak görülmez. Düalist yaklaşımda ise Tanrı
varlığa nispetle tenzih edilmiş vemüteal, aşkın bir konumdadır. Tanrıyı varlıktan ayıran
yaklaşımlar daha ziyade sınıflı geçmişe sahip toplumlarda ortaya çıkıyor. Aşkın Tanrı ve nesnel
âlemkategorilendirmesi aşağıya doğru yürütüldüğünde, sosyal sınıfları da köleliği de
meşrulaştırıyor. Düalist ontoloji, varlığı gene kozmik bir düzen içinde düşünmektedir; ama tasnif
ederek, sınıflandırarak!..
Politeist ve pozitivist yaklaşımlar ise, âlemde düzenlilik ve bir “büyük akıl” görmek yerine
parçalı algıları mevziî değerlendirmeleri veya modern zamanlarda ortaya çıkan materyalist
örneklerdeki niteliğiyle, âlemi dışlayan, nesneleştiren, ben merkezli bir bakışa sebep olmaktadır.
Ben ve diğerleri!Burada kavga ve kaos esastır. “Ben” kavramı merkezde olup, diğerleri tahakküm
edilmesi meşru, aksi halde birer rakip ve hasım konumundadırlar. Politeist ve materyalist
ontolojiler daha ziyade sınıf çatışmalarından çıkmış ve o geçmişe geri dönmek istemeyen
toplumsal tecrübelerin ürünü olarak görünüyor.
Bizim toplumumuz kültürel nüvenin karakteri itibariyle monist geleneğin ürünüdür. Gerek İslâm
öncesindeki Töre’de gerek İslâmiyet’le beraber yaygın kabul gören Hanefî, Mâturîdî, Yesevî
perspektifin genel hakimiyetiyle çok yaygın bir vahdet-i vücut medeniyeti inşa etmiştir. Bu vahdet-
i vücut yaklaşımı,aynı zamanda “adalet” kavramının ontik cevherini vermiştir. Çünkü sınıfsız atlı
toplum hayatı, hem doğası itibariyle hem de örgütlenme ve kurumlaşma çizgileriyle başka türlü bir
düşünceye vücut veremezdi. Anlaşılan odur ki, XVI. Yüzyıl sonlarında Türk medeniyetine nüfuz
eden (örtülü düalist) Arap-Eş’arîanlayışının giderek toplumda yer edinmesi ve şeraiti bir düalist
mantığa bağlamasıyla toplum, özünde birbiriyle intibak etmeyen iki ayrı ontolojinin mücadelesiyle
önemli bir enerji kaybına uğradı. Düalist İslâm şeraiti ve ontolojisi XVIII. Asır sonlarından
itibaren resmi adı vahdet-i Şuhut olan İmamRabbânî Nakşiliği ile buluşmakla siyâset ve
epistomolojik hakimiyetini zirveye taşımış oldu. Osmanlı ıslahatçıları bu radikal ontik dönüşümü
görememiştir. Çare diye düalist yaklaşımın ahireti yani ebedî hayatı önemseyen medresesi
öncülüğünde bir fasit daireye düşmüştür. Tanzimat, bu kısır döngüden çıkma hamlesi olarak
pozitivist veya materyalist ontolojinin aydınlar arasına kuvvetle yerleşme hamlesi olarak
değerlendirilebilir. Modern geleneğin Tanzimat-Meşrûtiyet ve Cumhûriyet aydınları arasında genel
kabul gören pozitivist ontolojinin eseri olduğu basiretle bakanlar için meçhul değildir.
Bugün Türkiye, etnik kimlikleri konuşuyor. Aslında bizim problemimiz daha derindir. Asıl
konuşmamız gereken bahis “ontik kimlikler” meselesidir. Bizbugün geleneksel kitle tercihi
itibariyle: “Yunus, Mevlana, Hacı Bektaş…” söyleminin beyanındaki vahdet-i vücûdu ve onun
yarattığı kimliği devam ettiriyoruz. Bu geleneksel kimliğin bilincinin zayıfladığı toplumsal
kesimlerde adı “İslâmcılık” olan ve varlıkla Tanrıyı birbirinden ayırmış düalist şeriati din yerine
ikame etmiş bir kitlenin hakimiyeti söz konusudur. Bu kitle aslında “modern bir kimlik” inşa
etmekte ve batıdaki felsefî ideolojilerin yaratmaya heveslendikleri türden bir homojen din toplumu
özlemektedir. Şu sıralar bu anlayışın iktidarını tecrübe ediyoruz. Kavga bu ikinci grupla
Tanzimat’tan bugüne sistemin efendisi rolündeki pozitivist ontolojinin mensupları arasında cereyan
etmektedir. Ana kitlenin ise gerçek anlamda yapının niteliğine vakıf, açık bilinçli sözcü aydınları
yoktur.
Son olarak okuyucumuzun bizi eklektiklikle itham etmemesi temennisiyle bir ümidimizi dile
getirelim. Dikkat edilirse mesela Nur cemaati içinde birçok etnik kimlik problemsizce bir arada
yaşayabiliyor. Keza “İslamcı” kitleye baktığımız zaman da bilhassa Mavi Marmara olayı bu
noktada laboratuar görevi yapabilir;orada da Arap, Türk, Kürt vb. etnik kimliklerin birbirinden
rahatsız olmadıklarını görürsünüz. Diğer yandan pozitivist – modern geçinen- tarafın,kendi
arasında da etnisitenin önemini yitirdiğini tespit ediyoruz. Pekalâ bir Yahudi, herhagi bir
Kafkasyalı, herhangi bir dönme veya onların ontolojisini benimsemiş bir batılı aralarında pek
güzel anlaşabiliyorlar. O halde “etnik problem, alevî-sünnî çatışması, doğulu-batılı kavgası” gibi
nitelemeler, tarihseletkisini ve anlamını kaybetmiş, “paravan kavga alanları” na dönüşmüştür.
Esasen insanımız nezdinde ise “kimlik siyasetleri”nden ziyade, kendini idrakin ana değeri olan
“kişilik hakları”na saygı konusu daha etkili bir konuma yükselmiştir.
Burada bürokrasinin, pozitivist bürokrat dünyanın tekke ve zaviyeleri kapatırken hedef aldığı,
adını “irtica” diye koyduğu zihniyet “İslâmcılık” söylemiyle kendini güncellemiş, dünya ile temasa
geçmiştir. Bu kitle, hukukî engellemeleri aştığı gibi dünya konjonktürünün yarattığı dengelerin
öğreticiliği ile bir nefsmuhasebesi ihtiyacı da duymuştur. Şimdi hem bu İslâmcı cenah hem de
resmî – pozitivist bürokrasi Türkiye’yi dünyaya açarken Yunus Emre Kültür Merkezleri içinden
konuşma konusunda ittifak halindeler!.. Tuhaflık şuradadır: Yunus veMevlânâ isimlerinin arkasına
sığınan bu iki ontik anlayışın mümessilleri,Yunusları yetiştiren mektepleri kilit altında tutmakta da
anlaşıyorlar!..
Umuyorum ki bu sakaletin görüldüğü gün toplumumuz büyük buluşmasını ve barışını tesis
edecektir. Çünkü o mektepler “her dem yeniden doğmak”gerçeğinin farkındadırlar. Bu geleneksel
“ana yapı”,
Beri gel barışalım
Yâd isek bilişelim
derken fantezi yapmıyor.
Onlar “fark’a hürmeti ibadet sayan” büyük evrensel barış ve millî bir tezin neşvü nemâ bulduğu
ve bulacağı bir zemin sunageldiler.
Türk Münevverinin Müşterek Fikir ve Îman Zemini
Kubbealtı Akademisi Kültür ve San’at Vakfı, 15 seneden beri düzenleyegeldiği akademik
konferans serileriyle yurdumuzda güzel bir gelenek başlatmıştır. Bilhassa İstanbul’da zamanla
teşekkül eden diğer kardeş kuruluşların da iştirâkiyle bu tür faaliyetlerin çapı hayli genişlemiş ve
bir takım kültür muhitlerimiz teessüs etmeye başlamıştır. Artık bir çok millî kültür meselesi,
değişik mahfillerde, muhtelif açılardan ele alınıp işlenebilmektedir.
Vakfımız bu gelişmelerden fevkalâde bahtiyarlık duymaktadır.
Millî kültürümüz mâdem ki artık umûmî hatlarıyle işlenebilir hâle gelmiştir, o halde
meselelerimiz üzerinde, daha köklü neticeler verecek daha ciddî ve husûsî çalışmalara girilebilir
demektir.
Bugün Türkiye’nin en mühim meselesi, kendi milletinin ölçülerinden sapmadan kalkınmak ve
dünyâ milletleri arasındaki tabiî yerini almaktır. Yâni bir numaralı meselemiz kalkınmaktır. Bu
noktada “kalkınma” ve “müesseseleşme” devlet hayâtında yapışık ikizler gibidir. Çünkü aslında,
devlet de bir müessesedir; kendisini meydana getiren müesseseler manzumesi içinde bir “merkez
müessese” hüviyetindedir.
Kervansaraylarımızın, an’anevî Türk misâfirperverliğine dayanarak binâ edilip asırlarca
yaşaması gibi; müesseseler, âid oldukları milletin müspet, istikrarlı haslet ve faziletlerine
dayanırlar; ancak bu sâyede uzun ömürlü ve verimli olabilirler.
Fakat millî hasletlerdeki mâhiyet ve mânâ birliği, istikrar, millet fertlerinin tamâmında hâkim
olan müşterek bir fikir ve iman zemininin eseridir. Nitekim mâzîmizin parlak devirlerine dikkatle
bakarsak görürüz ki, o zamanlar bütün milletçe olduğu gibi münevverler tarafından da kabul
edilmiş, yaşanmış, devlete temel teşkil etmiş bir ortak fikir ve îman zemîni vardı. Eski
müesseselerimiz arasındaki gâye birliği, verim yüksekliği ve bilhassa bugün eksikliğini şiddetle
hissettiğimiz devlet millet kaynaşmasının temeli o zemine yerleştirilmişti.
Elbette insanların yaratılışları, bünye ve mizaçları birbirlerinden farklıdır. Fertlerin fikir ve
îman dünyâları diğer insanlarla yüzde yüz intibak hâlinde değildir. Bu tabiidir. Ancak fertlerde
aynı milletin mensûbu olmanın getirdiği birçok birleşme ve iştirak noktaları vardır ki, bunlar bir
arada mütâlâa edildiği takdirde müşterek bir zemin teşekkül eder. Bir takım yenilenmeler bu zemin
için de mukadderdir. Ama yeni nesillere esas unsurlarını kazandıracağımız bu zemin, aynı zamanda
millî canlılığımızın teminâtı olur.
Aslında millete bu zemîni tanıtıp kazandırması gereken müessese millî eğitim mekanizmasıdır.
Ama, millî eğitimimiz maalesef bu işi bir türlü hakkıyle yerine getirmemiştir. Çünkü iş başına
geçen her kadronun kendisine has fikirleri vardır ve kadrolar değiştikçe politikalar da değişmiştir.
Dolayısıyle, mevzû millî eğitim de olsa işi görecek olan zümre nihâyet münevver zümresidir ve bu
noktada devlet demek âdetâ münevver demektir.
konferans programımızı “Türk Münevverinin Müşterek Fikir ve İman Zemîni
Nedir?” suâli çerçevesinde meydana getirilen açık oturumlar serîsi şeklinde tertipleyişimizin
sebebi budur. Kubbealtı böylece asırlık kargaşalıklar içindeki fikir dünyâmızın son senelerde
girdiği kendine geliş vetîresini göz önüne alarak, bu konuda mütevâzı bir adım atmayı
düşünmüştür. Çünkü bu açıdan bakıldığı takdirde yapılacak ilk iş, münevverimizin fikir ve îman
anlayışını tesbit etmek ve ancak ondan sonra, bu tesbitler ışığında bütün diğer meselelerimizle
birlikte millî eğitim meselesine dönmek olmalıdır. Dolayısıyle senelerdir şikâyetçi olduğumuz
halkımızın devletine ve münevverine karşı küskünlüğünün önü alınmış olacaktır. Ayrıca, tamâmen
ilmî usûllerle yapılmasını arzû ettiğimiz böyle bir çalışmanın, müesseseleşme ve istikbâle doğru
atacağımız adımlar için de sağlam bir zemin meydana getireceği ümîdindeyiz.
Elimizdeki mevzû son derece geniş çaptadır. Pratik netîceler elde edilebilmesi için,
sınırlandırılması mecbûriyeti vardır. Nasıl sınırlandırmak gerektiği husûsunda bir hayli
düşünülmüştür. Sonunda, metod bakımından hem konferans mevsiminin vereceği imkânlar, hem de
dinleyicilerin rahat tâkip edebilmesi keyfiyeti bir arada mütâlâa edilip, mevzûların haftada bir ele
alınması münâsip bulunmuştur. Mevzûlar ise yıllardır, konferanslar esnâsında ve sonrasında
dinleyicilerimizin ısrarla sordukları sorular içinden, daha çok meselelerimizin fefsefî temellerini
alâkadar edenlerin seçilmesi ve bunların kendi aralarında tasnîf edilmesi sûretiyle tesbit
olunmuşlardır.
Konferanslarımızda dinleyicilerimizin içine girdikleri bir tavır var idi ki, yıllardan beri
dikkatimizi çekmekteydi. Dinleyici, meselelerin umûmî ifâdelerle geçiştirilmesinden hoşnud
değildi. Konferanslarda haklı olarak ya yeni bir görüş beklemekte veyâ farklı bir ifâde yoluyle
değişik görüş açıları yakalamak arzûsundaydı. Değerli konuşmacılarımız vâsıtasıyle
konferanslarımızda da karşılamaya çalıştığımız, bu talebe, bu açık oturumlar serisinde daha geniş
ölçüde cevaplar bulmak istiyoruz. Bu maksadla, ele alınacak mevzûları bâzı alt başlıklarıyle
birlikte tesbit edip, ilim ve fikir sâhasındaki sâhiplerini bularak onlara tevdî ettik. Mevzû
tahlillerinde indî, keyfî bir yol tutulmamıştır. Mümkün mertebe, gençliğimizin cevâbını aradığı
sorular gün ışığına çıkarılmaya dikkat edilmiştir.
Aralık ve Ocak, Mart ve Nisan aylarında, her haftanın Cuma günleri Saat ′den
sonra Vakıf konferans salonunda düzenlenecek bu serideki ana mevzûlar: Târih, Din, Töre, Fikir
Hayâtımızda Felsefenin Yeri Ne Olmalıdır?, Tefekkür anlayışımız, Dünyâ Görüşümüz, Örf ve
Adetlerimiz, İnsan Tipimizin Psikolojisi, Millî Hukuk Sistemi, Devlet Anlayışımızın Zemîni,
Batı’da ve Bizde İlim Anlayışı, İlmî ve teknik İnkişaflara Nasıl Ayak Uydurmalı?, Sanatlarımız,
Millî İktisat Siyâsetimiz bahisleridir.
Bu mevzûlar, kendi içlerinde konuşmacı adedine göre önce iki veyâ üç ana başlığa ayrılmış ve
bunlardan her biri bir konuşmacıya tahsis edilmiştir. Böylece bu tür toplantılarda sıkça görülen,
konuşmacıların aynı bahsi tekrarlama tehlikesi önlenmeye çalışılmıştır. Ayrıca ana başlıklar da
yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığımız usûlle alt başlıklara ayrılmıştır. Maksad, birbirine çok
yakın gibi görünen mevzular arasındaki farkları belirtmeye çalışmak olduğu kadar, aynı zamanda
bir konuşmacıya düşecek yarım saatlik zamânın en iyi şekilde değerlendirilebilmesini sağlamak
için, ona düşecek mevzûun hudutlarını çizebilmektir.
Hazırlanan bu program hem konuşmacılarımıza, hem basın mensuplarına hem de
dinleyicilerimize dağıtılacaktır. Böylece konuşmacılar serinin bütünü hakkında fikir sâhibi
olacakları gibi, diğer mevzûlar içinde kendi konuşmalarının yerini de tâyin edebileceklerdir. Aynı
şekilde, basın mensuplan monash.pwicilerimiz de dinledikleri konuşmaları bir bütünlük içerisinde
görebilecekler, kıyas ve değerlendirme yapabileceklerdir.
Önceki yıllarda olduğu gibi, bu serideki konuşmaları da bantlara kaydedeceğiz. Bantları, yıl
sonunda topluca çözerek bir kitap hâlinde yayınlamayı da düşünmekteyiz. Konuşmacılarımızın,
toplantı sonunda ellerindeki metinleri vermeleri tabiîdir ki işimizi daha kolaylaştıracaktır. Ortaya
çıkacak kitabı ise yetkili mercilere ulaştırmak, memleketin istikbâli üzerinde düşünenlere takdim
etmek niyetindeyiz.
Programa dikkatle bakılırsa, sorularla üzerinde düşünülmesi istenen meseleler, istikbâle tesiri
olacak, zamâna bağlı olmayan hususlardır. Meseleler suâl hâline getirilirken mümkün mertebe
millî geleceğimizin felsefî temellerini verecek mâhiyetteki sorular tercih edilmişlerdir.
Meselâ ilk açık oturumda ana mevzû “Târih”tir. Bir başkan ve iki konuşmacı vardır. Mevzû iki
yönüyle düşünülmüştür:
1 – Türk târihinde devamlılık arzeden millî husûsiyetler
2- Türklerin, fikrî açıdan târih boyunca millî gâye ve hedefleri
Türk târihi gibi engin bir sâhada neden bu iki mesele bahse konu edilmiştir?
Bu iki konu seçilmiştir, çünkü bizim aradığımız, fikir ve îman zemînidir. Mevzû târih bile olsa,
maksad gelecektir. Târih boyunca değişmeyen özellikler, târihi yapan ve gelecekte de yaşayacak
şeylerdir ki, bunları bilmek, istikbâl hesaplarıyle uğraşan münevverlerimiz için basacakları zemîni
tanımak demektir. Ayrıca milletler arasındaki büyük yarışta, Türk milleti adına başı çekecek olan
münevverlerin, milletin âdetâ genlerine işlemiş gâyelerine, hedeflerine uymayan istikâmetler
göstermesindeki yanlışlığın gün ışığına kavuşması; bundan sonraki hedeflerin de, imkânlar
nisbetinde tabiî yönelişlere uydurulmaya çalışılması ümit ve temennîsindeyiz.
Diğer oturum mevzûları tesbit edilirken de aynı istikâmetteki düşünceler müessir olmuştur.
Ayrıca serideki mevzûların herbiri, kendisinden sonraki oturumun fikrî-ilmî esaslarının ortaya
çıkmasını sağlayacak ve giderek bütünlük kazanacak tarzda sıralanmışlardır.
Konuşmacıların süreleri 30 dakikadır. Konuşmacılardan sonra oturum başkanı mevzûu
toparlayacak, gereken neticeleri, hükümleri çıkaracaktır.
Böylece Kubbealtı, haftanın Cuma günlerinde bu serinin tartışıldığı bir akademi havasıyle bir
mevsimi daha elinden geldiğince verimli geçirmeye çalışacaktır. Arzû edilen müspet netîceler
elde edilir ise, önümüzdeki yıllarda daha husûsî ve hayâtî ehemmiyet taşıyan diğer meselelerimizi
akademik tartışma zemînine getirebileceğimizi umuyoruz.
Gayret bizden yardım Allah’tan ve ilgi münevverlerimizden olur ümidiyle.
Hürmetlerimizle..
Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı manevî kurucusu ve mütevellîsi merhume Samiha
Ayverdi’nin tensip ve onayı ile Sait Başer tarafından projelendirilip gerçekleştirilen Türk
Münevverinin Müşterek Fikir ve Îman Zemini başlıklı açık oturum programı:
Malkoçoğlu Olmazsa Keloğlan!
Kültürümüzdeki Keloğlan bir tür kamuflaj tipi. Şartlar, Türk’ün içindeki kahramanın ortaya
çıkmasına eğer imkan vermiyorsa, kılık değiştirip kel oğlan oluyor. Gücüyle, kuvvetiyle,
iktidarıyla elde edemediğini bu defa zekasıyla elde etmek üzere, asıl kişiliğini ortaya çıkaracağı
zemini kurup çıkarmak için ortamı tarassut ediyor, tarıyor. Yani Keloğlan da aslında millî bir tip.
Maskesinin arkasında mesela Battal Gazi, Danişmend Gazi veya Malkoçoğlu var!.. Fakat
Malkoçoğlu’nun hareket yeteneğinin ortadan kalktığı bir ortam söz konusu olduysa,
Malkoçoğlu’nun tebdil-i kıyafet etmesi lazım. O zaman Keloğlan sahneye çıkıyor.
Şimdi bizim Keloğlan namusun elden gitmek üzere olduğunu fark edince yani artık ‘ana sıçana
bak!’ deyip de, kedi fare oyununu seyretmekten bıkıp, bir yerli dizi seyretmek istediği vakit
televizyonda Yabancı Damat çıkıyor. Oradan paçayı sıyırsa Avrupa Yakası çıkıyor. Keloğlan’ın
zekasını kullanarak, bu vampirleşmiş büyük güçlerin içerisinde yaşamanın formülünü bulması
lazım. Ya bunlardan birine yem olacak, ya da kendi hayat sırrını hayata geçirecek bir formül icat
edecek.
Yani “Evvel zaman içinde, zaman bugün içinde…” dediğimiz masalda, herkes ya bir güç veya
bir zaaf pazarlıyor. Nasıl Çin 1,5 milyarlık büyük nüfus kitlesini, yıllık geliri kırk elli dolarlarda
dolaşırken batı dünyasının ucuz iş gücü ihtiyacını karşılamak üzere piyasaya sürdüyse! Bu bedava
gibi bir şey. Çin iş gücüyle üretilen mamül mal, dünyanın her yerinde rekabeti mümkün olmayan
bir fiyatla alıcının önüne geliyor. Hemen hemen her sektörte Çin iş gücü piyasaya girdi. Ama bunu
sadece bir iş gücü olarak bırakmadı. Bir yandan komünist bir yönetimin imkanlarını kullanarak
totaliter bir sisteme devam ediyor; fakat diğer yandan da, uluslararası sermaye için, çok uluslu
şirketleri ülkeye çekmenin her türlü formülünü üretiyor. Ele geçirdiği sermaye birikimini de
araştırma, geliştirme, uzay teknolojilerinde, silahlanmada, askerî senayide kullanıyor. Dünya
güçlerinin ellerinde olan her türlü silah, belki teknolojik anlamda onlarınkiyle aynı ayarda değil;
ama, onları korkutmaya yetecek bir nükleer güç oldu. Zamanla bunları bu sefer pazarlamaya
başlıyor. Çevresinde kendisiyle ittifak etmek isteyen çeşitli ülkelere bunları satıyor, uydular
kurmaya çalışıyor. Ayrıca da hiç bir tarihî idealinden vaz geçmiyor. Milliyetçi Çin adıyla bilinen
Tayvan’ı kendisinin doğal bir uzantısı olarak kabul ediyor. Hiç bir zaman bu tezinden geri
çekilmedi. Hong Kong’tan hiç bir zaman vaz geçmedi, yüz sene beklemeyi göze aldı. O kadar
büyük bir nüfus var, o kadar büyük bir insan okyanusu ki Çin, hiç bir düşman işgali Çin kültürünü
ortadan kaldırmaya yetecek bir yağmayı yapamaz. Bu güvenle kendisini hür dünya uzunca bir
zaman tanımadığı halde komünist rejim yıllarında bu demir perde ittifakı yıllarında fütur
göstermedi. Doğu Türkistan’ı hiç bir zaman “Türkistan” adıyla anmadı. Yeni sömürge ülkesi Sing
Kiang diye adlandırdı. Gene en önemli gücü olan nüfusu Doğu Türkistan’a sevkederek oradaki
Türk halkı azınlığa düşürme politikası güttü. Büyük ölçüde başarılı olduğunu da söylemek lazım…
Aynı şey Hindistan için de geçerli. Hindistan özellikle lı yıllarda cumhurbaşkanlığı yapan
Radha Krişna’nın fikirleri ve ondan önce de onu hazırlayan Sri Aurobindo var. Büyük bir geleneği
tevarüs etmiş düşünürler bunlar. İngilizler Hindistan’daki etkilerini sürekli kılabilmek için Hint
aydınlarını İngiltere’ye götürdüler. İngiltere’de eğitim yapmak, Hint elitleri içinde bir üstünlük
sebebi olarak görüldüğünden, önemli sayıda Hint zengini, çocuklarını Batı’da okutmayı tercih
ettiler. Özellikle İngiltere’de. Bu Batı’da okuyan çocuklardandı Radha Krişna. Delhi Üniversitesi
rektörlüğü ve Moskava Büyükelçiliği yaptı uzunca bir zaman. Hindistan’ın Birleşmiş Milletler
daimî temsilcisi olarak UNESCO nezdinde görevler yaptı. Dünyanın batılı vampir ideolojilerini
fiilen tanıdı. Böyle bir dünyada eski usulle yaşamanın artık mümkün olmadığını gördü.
Hint aydınları toplumun geleneğiyle barışık bir hamle yapmadıkça da o büyük kitleyi harekete
geçiremeyeceklerini gördüler. Gelenekeleriyle ve kültür kodlarıyla barışık bir hamle yapmaları
lazımdı. Gandi’nin pasif direnişteki başarısı da zaten aynı tekniği kullanmasından kaynaklanıyordu.
Benzer bir şeyi bu defa daha da ilerleten Radha Krişna Brahmanizm üzerinde bizim tabirimizle bir
“içtihat” yaptı. Brahmanizm’de varlığın esası Brahma’dır. Brahma’dan başka varlık yoktur. Bizim
Vahdet-i Vücûd’a çok benzeyen bir inanış. Benzediği için de vaktiyle Hindistan’daki müslümanlar
Vahdet-i Vücûd teorisini tenkid edip kendilerini Hint kültüründen ayrı gösterebilecek bir Vahdet-i
Şuhut felsefesi inşa etmişlerdi. Geleneksel Brahmanizm varlığı yanılsama diye görüyordu.
Brahma’nın hayalleriydi varlık. Fakat Radha Krişna gördüğü ciddi felsefe eğitimi sonucunda,
insan fark etmesinin varlık bağlamında mümkün olduğunu, farklar diyarından bakıldığında
Brahma’nın dahi ancak anlaşılabildiğini, homojen ortamda aklın faaliyete geçmediğini anladı. Bu
farkedişle beraber Brahma’dan bağımsız bir varlık da olamayacağını, buna yanılsama dahi
deseniz, bu yanılsamanın bile kaynağını Brahma’dan alacağını fehm etti.. Dolayısıyla varlığa
Brahma’dan birşeyler sinmesi icap ettiğini kabullendi. Realite de buydu. “Maya” kavramının (yani
varlığa yanılsama demenin adı “maya”) dönüştürülmesi gerektiğine karar verdi. Varlıkta da
Brahma’nın yansıdığını, Brahma’ya dair ne biliyorsak, ne anlıyorsak varlık üzerinden
anladığımızı; yani bizdeki Muhiddin Arabi’nin “Tenzih ile teşbih arasında olmak gerekir”
demesine benzer bir yaklaşımla, varlık olmadan Brahma’nın bilinemeyeceğini, ama Brahma
olmadan da varlığın teşekkül etmeyeceğini, varlığın anlam kazanamayacağını ifade etti.
Yani varlıkla Brahma arasında vazgeçilmez bir karşılıklı ihtiyaç ilişkisi bulunduğunu gösterdi.
Hint aydını, daha doğrusu Hint fakiri, bu yaklaşımla yüzünü varlık alemine de döndü. Eskiden hep
sırtı dönüktü varlık alemine. Bir Brahmanist kendi iç dünyasına dalmakla mükellefti. Oysa Radha
Krişna ve benzerlerinin yaklaşımlarıyla dış dünyaya da açıldılar. Ama bu arada binlerce yıllık
Brahmanist geleneğin Hint insanına kazandırdığı son derece nüanslı hayal gücünü bu sefer
bilgisayar yazılım programlarına uyguladılar. Toplumun yapısı sanal alemde bu tür tasavvurlar
geliştirmeye çok yatkın. Zaten bilgisayarın yazılım alanı bir sanal alan! Adı üstünde, sanallıkla
yanılsama arasında bir paralellik var…
Mesela Türkiye Çin karşısında tekstil sektörünü kaybetti. Deri sektörü pes etmek üzere, demir
çelik sektörü pes etmek üzere, elektronik alanında zaten doğru dürüst bir söz hakkı elde
edememiştik, bilgisayar yazılımında bütün dünya devleri Hindistan’a teslim oldular. Hemen hemen
bütün uluslararası şirketlerde bilgisayar yazılım programları Hindu personel tarafından yönetilir
hale geldi.
Rusya’da ise da, SSCB esaslı demir perdenin çöküşü ve uydularını nisbi olarak serbest
bırakmasından sonra, ekonomi korkunç bir çöküntü yaşıyordu. Mümkün olabilecek her türlü çareyi
denedi. Mesela Doğu Almanya’yı Batı Almanya’ya resmen sattı, Alman kredileri karşılığında.
Yani imparatorluğunu dağıtırken, kalanı ayakta tutacak çareler üretmeye çalıştı. Mafyayı, mafya
tekniklerini KGB elemanları tarafından kullanılır hale getirdi. Büyük bir rus mafyası oluştu, ve bu
Rus mafyası dünyanın en önemli sermaye gruplarını teşkil ettiler. Batının büyük futbol takımlarını
satın aldılar. Bir yandan ekonomik güç haline gelirken bir yandan da tanıtım ve propoganda imkanı
verecek serbest piyasa ekonomisi şartları içerisinde, kamu oyunun çok öne çıktığı dünyada,
kamuoyu üzerinde birtakım tesirler husule getirebilecek planlar kurmaya çalıştılar. Kadınlarını
sattılar! Bundan daha ötesi olabilir mi. Türkiye’de yüzbinlerce Türk erkeğinin Rus nataşalarıyla
evlendiğini biliyoruz. Bir de düpedüz hayat kadını olarak sayısız Rus kadını dalga dalga
Türkiye’ye geliyor. Sadece Türkiye’ye mi geliyor acaba? Hayır başka yerlere de gidiyor. Bunlar
profesyonel hayat kadını değil; üniversite mezunları. Rusya’da pekala iyi eğitim almış kadınlar
geliyor Türkiye’de bir Türk işçisiyle ücret karşılığı yatıp kalkıyor. Topladığı paralarla gidiyor
Rusya’da şirket kuruyor. Yani o da zaafını sattı bir manada. İmparatorluğu ayakta tutmanın, Sovyet
İmparatorluğu’nu ayakta tutmanın imkansız hale geldiğini görünce, o imparatorluğun birtakım
unsurlarını, elemanlarını, satarak geri kalan yapıyı canlandırmanın çarelerini aradı. Doğalgaz ve
petrol ticareti, enerji hatları,
dünyaya özellikle Avrupa’ya hükmedebileceği bir koz haline geldi. Sermaye birikimini
buralarda tedricen kullandı.
Şimdi bizim Keloğlan’ın diyarında büyük bir sıkıntı var. Keloğlan diyarı öncelikle mağlubiyet
hukuku içinde yaşıyor. Mağlubiyet hukuku, I. Dünya Savaşı yenilgisine dayalı bir hukuk. Hepimiz
biliyoruz ki Lozan Andlaşması Sevr’i düzelten bir anlaşmadır. Zafer kazanmış ülkenin, mağlup
tarafa dikte ettirdiği değil. Muhataplarımız, İstiklal Harbi’nde yendiğimiz Yunan’ın diplomatları
değil; İngilizler Fransızlar İtalyanlar… Muhataplarımız bunlar. Özellikle İngiltere, 1. Dünya
Savaşı galip devletlerinin lider ülkesi ve karşımızda o oturuyor. Ve biz Lozan’ı İngilizler’den,
Türkiye Cumhuriyeti’ni tanımaları şartıyla kopardık. Sevr’den çok ileri bir anlaşma olduğuna hiç
şüphe yok; fakat esas itibariyle “galip devletler” önünde bir mağlubiyet hukuku kuruluşu da bir
vakıa! Bugün dünyada Keloğlan’ın ülkesinden başka Birinci Dünya Savaşı mağlubiyet hukuku
içinde yaşayan başka bir ülke yok. Ve bu mağlubiyet andlaşması, mesela bir Hindistan’ın yaptığı
gibi, Türk aydınına toplumun kültür gelenekleri ya da kodlarıyla uyumlu yürüme imkanını
vermiyor. Biz batılılaşmayı, batılı bir toplum olmayı taahhüt etmiş bir ülkeyiz. Bunu büyük bir
safiyetle benimseyenler yok mu? Evet var. Fakat hiçbir zaman üst yönetim bu yaklaşımı tam bir
kabulle kabul etmiş değildir. Yani Mustafa Kemal Paşa’nın da İsmet İnönü’nün de sonraki
Demokrat Parti yönetiminin de batılılarla yaptıkları her türlü andlaşma ve işbirliğinde, batının
dostluğuna kayıtsız şartsız inanmaları söz konusu değildir. Hatta hep ince ve hüzünlü bir alayla:
“Sevgili batılı dostlarımız” diyerek başımıza gelen birçok felaketin oralarda pişirilip, kotarılıp
piyasaya sürüldüğünü bilirler. “Batılı dostlarımız!” ifadesi, “Bu nasıl dostluk ki; yaptığınızı
düşman etmez!” anlamına gelen bir ifade olarak, Türk diplomasisinin gelenekleşmiş tabirlerinden
biri haline geldi.
Tabiî bu yapının yarattığı bir elit var. Bu yapının yarattığı bir ekonomik hakim sınıf var. Bunlar
elbette düzenin artık devamını ister hale gelirler, olayı bir mağlubiyet hukukundan sıyrılma
mücadelesi olarak görmez artık bunlar. Görmemeleri de çok tabiîdir. Varlıklarını, iktidarlarını
devam ettirmek isterler. Öyle de oluyor ve bu iktidarın devam ettirilmesi çabası, günümüzün yeni
imkanlarıyla da buluşturuluyor. Özellikle medya, iletişim sektörü, haberleşme sektörü, eğitim
sektörü… Bu iktidarın teminatı olmak, devamını sağlamak adına kullanılır hale geliyor. Bunun
birçok örneği var. Konu çatallanmaya çok müsait. Yani buradan “Türk eğitim sisteminde bu
mağlubiyet hukukunun yarattığı elitleri etkileri” konusu mesela, başlı başına bir mesaiyi hak eden
başlıklardan. Orta öğretim sisteminin müfredatı, yüksek öğretim sisteminin işleyişi, eğitim
fakültelerinin garip akreditasyon programı, hatta Tevhid-i Tedrisat kanunu!..
Çeşitliliğin, farklılığın yaşama sebebi olduğu bir dünyada Tedrisatı tevhid etmek, milli
potansiyeli homojenleştirmek, tektipleştirmek akıl alacak bir iş değildir. Nitekim düzen
koruyucusu pozisyonunda olan, düzeni devam ettirmeyi üstüne vazife sayan, hatta durumdan vazife
çıkararak bu düzeni devam ettirme adına hamleleer yapabilen kuruluş, kendi eğitim sistemini kendi
mensuplarını yetiştirdiği yapıyı Tevhid-i Tedrisat’ın dışında tutmaktadır. Elbette ki Tevhid-i
Tedrisat kafasıyla bağımsız bir strateji geliştiremezsiniz. Bizde askeri eğitim Tevhid-i Tedrisat’ın
dışında, müstakil ve kendi şartları bağlamında gerçekleşiyor. Keza diğer sivil elit tabakanın
çocuklarıysa onların imkanları bağlamında ya özel üniversitelerde veya yurt dışında -ki önemli bir
kısmı yurt dışında- okuyor. Oralarda okuyorlar ve gördükleri aldıkları terbiyenin icabı olarak,
dünyanın efendilerinin Türkiye’deki acentaları rolünü gelip burada ifa ediyorlar. Birçoğu
oralardan evleniyorlar. Yabancı eşleri olan insanlar, tipik örnekleri Mustafa Koç, Kemal Derviş,
Çetin Doğan… evet karıları ya ingiliz ya Amerikalı!..
Dolayısıyla şimdi Keloğlan ne yapsm? bu mağlubiyet hukuku çerçevesinden çıkıp halkıyla
buluşma bütünleşme hamlesi yapsa, içerden dışardan çekirge sürüsü gibi tepesine üşüşecekler.
Keloğlan ne yapsın? Fakat öyle bir yere gelinmiş ki; artık diğer dünya şartları dolayısıyla
Türkiye’yi 1. Dünya Savaşı yıllarındaki gibi bu dikdörtgen ülkede rahat bırakma durumu da
giderek ortadan kalkıyor. İsrail’e nefes aldırma projesi, veya BOP veya Çin’in, Hindistan’ın ve
Uzak Doğu Kaplanları denen Yeni Çin Seddi ülkelerinin kendi başlarına buyruk hareket etmelerini
önlemek için “Batılı Dostlarımız”ın, onların şahdamarını elinde tutması lazım! Şahdamarın
bağlandığı enerji bölgesi ise İslam dünyası ve burada büyük bir düzenlemeye ihtiyaç var! yeni
Rusya’nın yeni Çin’in yeni Hindistan’ın; hatta serbest bırakılırsa japonya’nın, Kore’nin bağımsız
hareket etmelerini önleyecekseniz!
Dünyanın bu cenahında hükümranlığınızı devam ettirecekseniz, orta doğuda kayıtsız şartsız size
piyonluk yapacak birtakım müttefikler bulacaksınız. Nitekim buldular da. O, bizim Barzani, Sultan
Barzani, Keloğlan’ın “kızına aşık olduğu adam!”. Modern sultan veya sultan oldu adam orda, Irak
harekatının akabinde… Bütün Irak hergün yüzlerce bombayla sarsılıyor; Kuzey Irak denilen,
onların Kürdistan dediği bölgede de tek tabanca patlamıyor!.. Oraları Türk sermayesiyle inşa
ediyorlar, bu da bir başka fenomen. Yani Türk sermaye çevrelerine, “yedek efendi” sınıfa oradaki
fiilî durum karşısında sus payı veriliyor…
Fakat ilk defa bizim Silahlı Kuvvetler Amerika’yla müşterek hareket etmiyor gibi duruyorlar.
Tabii bu resim çok da güvenli bir resim değil, yani son Hudson senaryosu göz önüne alındığında,
toplantıda askerlerin de bulunması, Amerikalı ve Kürt ileri gelenlerle aynı masa etrafında,
Türkiye’nin de içinde bulunduğu bir orta doğu düzenleme senaryosunu beraberce konuşabilmeleri,
Silahlı Kuvvetler’in tam bir Amerikan karşıtı pozisyonda mı olduklarını sorgulatıyor… Acaba
dedirtiyor; ama resmi söyleme baktığımızda Silahlı Kuvvetler batı karşıtı bir pozisyon edinmiş!
Sebebi de iktidar tabii. Çünkü bizim Keloğlanlar batılılılaşma adına enselerinde boza pişirildiğini
görünce, batılılaşma adına hareket edenlerden daha fazla batılı olma hamlesi yaptılar!!! Bir de
onlar kadar batılı olamayan kurucu batılılaşmacılar, batı karşıtı oldular. Kurucu batılılaşmacılar bu
batılı dostlarımız tabirini biliyorlardı herşeye rağmen. Hiç olmazsa en tepede bir avuç elit bunu
koruyordu sanıyorum. Şimdi bizim zaaflarımızı kullanıyorlar. Türkiye’nin Amerikan projelerine
kayıtsız şartsız teslim olmasını sağlayabilmek için. İsrail Amerika işbirliğiyle Türkler tedib edildi.
Çok büyük bir ihtimalle PKKlıları da Yahudi ve Amerikalı uzmanlar eğitiyor. Türkiye’ye bunlara
dönük tedbir alma, askeri harekat yapma izni vermiyorlar. Bunların Türkiye’den taleplerini de
biliyorlar.
Bunun anlamı ne?
Bunların dediklerini yapın, parçalanın, Kürtler’e istediklerini verin, bunlarla savaşmanızı kabul
etmiyoruz; ama onları da himaye ediyoruz demektir. Bunlara istediklerini verin demektir. Bu defa
Kuva-i Milliye ruhu ne ister? İster Misak-ı Milli sınırlarına sadakat de, ister varlığım Türk
varlığına armağan olsun damarları kabardı de.
Günümüzde Huntington’un Medeniyetler Çatışması tezi bağlamında öne sürülen medeniyetler,
İslam ve Hristiyan dünyası imiş gibi sunuluyor. Evet Huntington, malum makalesinde çatışma alanı
olarak bu bölgeleri işaret ediyor! Atıfları Kafkasya’ya Balkanlar’a, Orta Doğu’ya ait… Aslında
çatışan medeniyetler Hristiyan dünyasında Ortodoks ve Protestanlar!.. Hristiyan olmayan dünyada
ise Taocu Budist ve Brahmanist medeniyetler! Asıl kastedilen çarpışan güçler bunlar. Budist
dünyayı başta Japonya olmak üzere onu destekleyen Kore ile beraber mütalaa edebiliriz.
Kamboçya, Vietnam’ı da bunlara katabiliriz.
Taocu dünya Çin! Çin’i durdurmak artık hayal. Brahmanist dünya Hindistan. Onu durdurmak da
bir hayal.
İslam dünyası kendi medeniyetinin muhasebesini yapabilmiş bir dünya değil; zaten Cabirî, Arap
Aklı’nda -doğrudan doğruya böyle bir hedef taşımasa da- birtakım göndermeler yapıyor; ama
İslam dünyası kendi tarihiyle hesaplaşmış değil!.. Ama bir de fiili durum var. Bu fiili durum o
hesaplaşma yapılsa da yapılmasa da hükmünü icra ediyor. Bir İran var. İran, İslam dünyasında
kendi farkına vurgu yapmaktan asla vazgeçmeyen bir karakteristiği gösteriyor. Gerçi YY başına
kadar İran bir Türk devleti oldu; ama ideolojik olarak geçmişte etnisite önem taşımadığı için, bir
de İran varlığını Osmanlı’ya karşı muhafaza edebilme kaygısı taşıdığı için, vurgu hep Şia
üzerinden yapıldı ve Humeyni… Dolayısıyla bir tür ruhban sınıf var İran’da. Bu ruhban sınıfın
gücünü kullanarak İran kendi kültürüyle intibaklı ve kendi halkıyla bütünleşmiş bir elit marifetiyle
devletini ancak YY’da kurma başarısı gösterebildi. Belki bin yıldır ilk defa İran’da bir Fars
devleti kuruldu. İslamî karakterli; ama bu, bir “İran İslamı”. Bu bir fiili durum.
Arap dünyası Eş’arî geleneği temsil ediyor; fakat o kadar pejmürde, o kadar kabilecilik
kavrayışına mahkum bir vaziyette ki, o da kendisince bir muhasebe yapamadı! Bazı çıkışlar
yapılmadı değil; ama bu çıkışlar başarılı olamadı, bir siyasi güce dönüşmedi; müstakil, kendi
başına yeten, kendi kararlarını, kendi hayat tarzını üreten bir yapıya dönüşmedi…
Türkiye bu dünya içerisinde, mağlubiyet hukukunun getirdiği zebun psikoloji ile birtakım
kıpırdanmalar içerisine girse de, o da kendi geçmişiyle gerçekten hesaplaşmadı. Şimdi bu düşman
kontrolünde, ona tabi programlar çerçevesinde, bir geçmişi kötüleme bağlamına oturtularak o
hesaplaşma yapılmıştır denilebilir; ama bu katiyen doğru değil!.. Türkiye geçmişiyle hesaplaşmış
değildir. Ne tür bir medeniyetin icracısı olduklarını, kültürlerindeki ana dinamiklerin neler
olduğunu gördüklerini söyleyemeyiz. Bizim, yaptığımız gözlemlerin verdiği imkanlarla, el
yordamıyla hareket ettiğimizde şöyle birşey çıkıyor: Türkiye de dahil olmak üzere, İslam dünyası
dünyadaki sözünü ettiğimiz medeniyetlerin, yani çarpışan kuvvetlerin biri değil. İran’ı istisna
tutarak konuşuyoruz. Esefle söylemeli ki üzerinde doğu ve batının paylaşma kavgası yaptığı bir
coğrafya İslam coğrafyası! Müslüman dünya katiyyen kavganın taraflarından biri değil.
Vakıa modern dönemde özellikle nükleer silahların yarattığı dehşet dengesi dolayısıyla taraflar
kavgayı direkt olarak birbirlerinin alanlarında değil, İslam coğrafyasındaki taraftarları aracılığıyla
yapıyorlar. Ortaya çıkan görüntü kamuoyu yönlendirme, kamuoyu oluşturma cihazları aracılığıyla
İslam dünyasıyla batı dünyası arasmdaymış gibi gösteriliyor! Halbuki gerçek durum bu değil.
Çarpışan taraflar, doğu medeniyetleri ile batı güçleri. Rusya’yı da Protestan batının karşıtı bir
doğu olarak kabul edebiliriz, doğu Hristiyanlığı olarak kabul edebiliriz, bu bağlamda yanlış olmaz.
Türkiye’ye de el yordamıyla baktığımız zaman, medeniyetinin karakteristik yapısı, başlangıçtan
itibaren atlı göçebe devirlerinin kazandırdığı ana ilkeler etrafında yükselmiştir. Medeniyetini
özgün kılan şey, tarım toplumu olmayışından kaynaklanan sınıfsız toplum olmak gerçeğidir…
Toplumsal sınıf kavramı tarih felsefesinde üzerinde çok durulan bir kavram. Koca Marx’ın tarih
yorumu bir sınıflar kavgası tezi üzerine oturuyor. Marx burda çok da yanılmıyordu. Sınıflar
kavgası meselesi sadece Marx’ın dikkatini çeken bir konu da değildi zaten. Batılı birçok felsefeci
ve sosyolog bu sınıf çatışması meselesini bilir ve çok da işlenmiş bir konudur. Ama bu sınıf
meselesinin, batıda Hristiyanlığın öte dünya inanışı, hesap günü inanışı, Tanrı’nın Krallığı tezi
yanı sıra, bir de ruhban sınıf gerçeğiyle bütünleştirilerek ele alınması gerekiyor. Batıdaki ruhban
sınıfı öyle ağır baskı kurmuş ki avrupa üzerinde, Hristiyan dünyaya tövbe etme imkanı bile
tanımıyor! Günah çıkarma mekanizması, eğer çıkarmazsan aforoz edilmene, günah çıkarırsan da
verdiğin bilgilerin aleyhinde kullanılmasına yol açıyor… Şantaj mekanizmaları kurumlaşmış!
Tabiî kilise astronomik bir güç elde ediyor.
Buna karşı işte meşhur Martin Luther’in Protestanlık hareketi doğdu. Protestanlık hareketi,
zahirde kilise içinde iki tarafın kavgasıymış gibi görünmekle beraber, burjuvazi ile kilise ve
aristokrasinin işbirliğinden doğan diğer cephe arasında cereyan etti. Tabiî kilise Protestan
hareketinin ortaya çıkmasından sonra, burjuvazinin bunu bir yandan da sekülerizme dönük
yorumlamasıyla geriledi.
Sosyal sınıf babadan oğula intikal eden bir yapı. Geçişsiz bir yapı tabii hayattaki çeşitliliği
renkliliği, herbir insanın özel yeteneklerinin bulunması gerçeğini onun yararına kullanmasına
imkan vermeyen bir yapı. Batı dünyası özellikle felsefenin de desteğiyle, Protestanlık ilkesine
dayalı aydınlanma, getirdiği serbestlikle, hatta burada ateizmin ve pozitivizmin de alt sınıfların
kendini serbest hissetmesinde müsbet bir rol oynadığı söylenebilir, dolayısıyla sınıflar arası kavga
reel bir zemin bulmakta ve alt sınıfların mensupları arasında bu kavga meşrulaşabilmekte idi.
Halbuki doğu medeniyetlerinde özellikle reankarnasyonun getirdiği bir sonraki hayatta, şimdide
yaşanan hayata göre yeni bir hayat kazanma tezi, ahret fikrinin olmayışı, ölen kişinin yeniden bu
dünyaya geri gelecek olması ve geri geldiğinde daha üst bir sınıfa çıkabilme ihtimali, bu yapıyı
yaratışın doğal icabıymış gibi kabul edi; hayata bunu bir kriter olarak alıp onun üzerinde bakmayı
gerektirir. Nitekim doğu dünyasında bir sınıflar kavgasına şahit olmuyoruz. Halbuki doğu dünyası
da sınıflı idi. Çünkü tarım toplumu idi ve sınıflar arasındaki ayrım, batı dünyasına göre çok daha
katıydı. Geçişe kesinlikle izin vermeyen bir yapıydı; ama buna rağmen doğu dünyasında bir
sınıflar kavgasına şahit olmuyoruz. İster doğudan bakalım ister batıdan, sınıflı yapı bizatihi kendisi
zulüm aracı ve adaletsizlik üreten trajik bir sistemdir. Yani sınıflı toplumlarda adalet kavramının
ön plana çıkma şansı yoktur. hakim zümrelerin iktidar güçlerini devam ettirebilme çabaları bu
yapının devam imkanı haline dönüşür.
İşte Türk medeniyeti, sınıfsız geçmişinde adaleti temel ilke haline getirebilmenin imkanıyla bir
tarih yaratabilmişti. Yapılacak muhasebede bu gerçeğin mutlaka dikkate alınması gerekiyor.
Mevcut dünya konjonktüründe hala en önemli problem adalet noksanlığıdır…
Battal Gazi rolünden Keloğlan rolüne inmiş olan Türk’ün aslî rolüne avdet etme mevsimidir…
Kendi Misyonumuzdan Korkmayalım
Sait Başer, “Kendi Misyonumuzdan Korkmayalım”, Öğüt, Sayı, Trabzon, Mart ,
s
Kendi varlığından, misyon ve kültüründen korkan başka devlet var mıdır bilmiyorum. Bu
korkunun tazyikiyle bir sürü peşin hüküm edinmiş ve kendimizi mazur görmeye alışmış gibiyiz.
Son körfez krizi bu korkulardan birisini daha ne kadar bariz şekilde ortaya koydu.
Bazı siyâset adamlarımız ve aydınlarımız, Ortadoğu konusunda açılan tartışmalarda olumsuz
tavır takınmak için yine hazır bir bahane buldular: “Ortadoğu batağına saplanmamak…”
Ortadoğu’da kimler yaşamaktadır? Buradaki Türk ve Müslüman toplulukların bizimle hiç mi
ilgileri yoktur? İnsan haysiyetini korumaya yönelik olarak sene o bölgelerde hâkim olan ecdat,
bizden bu kadar mı uzaklaştı? Arjantin’den İtalya’ya kadar bir yığın devletin hak iddia ettiği bu
bölgeyle bizim hiç mi ilgimiz kalmadı? Burası niçin bir bataklığa dönüşmüştür? Bunda bizim hiç
mi günahımız yahut dahlimiz yoktur? Bu bölge neden daha evvel bataklık değildi de şimdi bu
haldedir?…
Soruları istediğiniz kadar çoğaltın. Bizdeki, Batı karşısında dizlerinin bağı çözülmüş mağlup
aydınların, sualle veya ikazla, farklı bakış açıları da olabileceğini kabullenmeleri imkânsıza yakın
bir keyfiyettir.
Aydınlarımızın şablonları vardır. Bu şablonları nereden edindiklerini sormak da, sorsanız bile
sağlam ve sistematik, sağlıklı cevaplar almak da mümkün değildir. Ya müstemleke aydını gibi
konuşurlar, veya kendi sun’î dünyaları içinde, serâpâ çelişkilerden örülmüş hayatlarını yaşamaktan
hoşnutturlar. Keyiflerini mevcut şartlara borçludurlar ve bu şartların hazırlayıcısı resmî
ideolojilerin, sadece değişik yorumlanmaları sonucu ortaya çıkacak statü değişikliklerine bile razı
değildirler. Nerede kaldı ideolojiler ötesi serbest düşünce ve tabiî, aksiyon!… Böyle âhir zaman
icatlarına asla tahammülleri yoktur.
Evet! Ortadoğu, yüzyıla yakın zamandan beri Hakk’ın ne tarafta olduğu kestirilemeyen entrikalı
mücadelelere sahne oluyor. Dolayısıyla bu bölge gerçekten bir batağa dönüşmüş olabilir. Ammâ
bu bataklık nasıl ve niçin hazırlanmıştır? Bugün unutmamalıyız ki; Birinci Dünya Savaşı’nda bizi
arkadan vurdukları gerekçesiyle affetmeye yanaşmadığımız Müslüman-Arap dünyası, Osmanlı
Devleti’ni en son terk eden gayr-ı Türk(!) kitledir. Bu terk edişte ise İngiliz, Fransız, Alman vs.
Batılıların para, kadın, silah, bölücülük, askerî güç ve daha nice metodu kullanışının rolü
küçümsenemez.
Her düşman devlet, rakip gördüğü devletle teb’ası arasındaki rabıtayı gevşetmek, onları ihanet
ve isyana teşvik etmek ister. Bunun için gereken satılık adamlar her devir ve devlette bulunabilir.
Bozgunculuğa muhatap olan devlet güçlüyse bu oyuna gelmez.
Osmanlıların son yılları ile Cumhuriyetin ilk zamanlarında –Lozan dahil- bu düşmanlarla baş
edecek gücümüzün olmadığını farz ve kabul edelim. Geçici olarak, zaman kazanıp kalkınmak ve
çoğalmak için “Yurtta sulh cihanda sulh” prensibini pasif siyâset sebebi yapmak, millî
ideallerimizden fedakârlık yapmamızı gerektirmez. Zaten hiç kimsenin böyle bir talepte bulunma
hakkı da yoktur. Ayrıca yurtta ve cihanda sulh, soyut ve aptalca iyi niyet gösterileriyle sağlanamaz.
Aynı sözün aktif yorumu da vardır ve doğrusu daha realistçedir.
Ortadoğu’da hak Türkiye’den yanadır. Burada sulhun bilerek kurulmayışı ve bataklık görüntüsü,
Türkiye’yi bölgeden uzak tutmaya yönelik stratejiler sebebiyledir. Fakat unutmayalım ki, büyük
milletlerin misyonları belki geciktirilebilir; ancak ortadan kaldırılamaz.
Tarihteki sulh devirlerine dikkatlice bakılırsa; batıda Roma, doğuda Hunlardan beri barış, güçlü
devletlerin kendi dünya görüşlerini etraflarına bilek gücüyle benimsetip, zayıflayıncaya kadar bu
sükûneti korumalarından ibarettir. Yoksa hiçbir zaman bize anlatılan manada “barış için barış”
gibi bir gariplik söz konusu değildir. Tekrar edelim barış; büyük siyâsî güçler arasındaki
çekişmelerin, askerî mücadeleler sonunda galip gelen tarafların, galibiyetle elde ettikleri
menfaatleri, güçlerinin yettiği zamana kadar korumalarının, bu esnada yaşanan geçici sükûnetin
adıdır. Bizim safdil(!) eğitim sistemimiz her ne kadar aksini söylese de -ne yazık ki-, dünyanın
tarih boyunca değişmeyen gerçeği budur.
Ammâ bugün bizim artık güçlü bir tarafımız var. Devletimizin şimdiki stratejik değeri ve
iktisâdî seviyesi yanında, içimizdeki katmerli satılmışları kaale almazsak, dost da düşman da
Osmanlı hakimiyet asırlarında bizim emperyalist olmadığımızda birleşiyor. Ayrıca biz Osmanlı
Devleti’nin her konuda vârisi, hattâ devamıyız. Bir dönemlik resmî gafletle içine düşürüldüğümüz
redd-i miras politikalarının telkinleri, millî bir tavır değildi. O politikaların bizim dedelerimizi
değiştirmesi imkânsızdır!..
Memleketimizdeki köksüz menfî zümreye rağmen biz, Osmanlı coğrafyasının hâlâ binbir
sancıyla kıvrandığını göz önüne almak zorundayız. Batılılar Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’yı
kendi varlık ve çıkarlarını garantiye alabilmek için “bataklık” haline getirmiş olabilirler. Bize
düşen ise bu manzara karşısında korkup sinmek değil; son senelerde çok müsâit bir mâhiyet
kazanan dünya konjonktürünün getirdiği imkânlarla, mevcut potansiyellerimizi kullanarak
bataklıkları kurutmak ve Türk barışını tesis etmek olmalıdır. Üzerimizdeki vebali görmezden
gelmekle, kendi varlık ve misyonumuzu da reddetmekte olduğumuzu anlamak mecbûriyetindeyiz.
Bu iş, ister iktisâdî, ister siyâsî, ister teknolojik, ister başka yollardan gerçekleşsin; milletimizin
ufuk ve hedeflerini sınırlandırmak hiç kimsenin selâhiyet dâiresine girmez.
Sait Başer
Öğüt, Sayı, Mart , ss.
Nevâ’nın Esrârı
Sait Başer, “Nevânın Esrârı”, Tercüman, İstanbul,
Dağılırken nevânın esrârı
Başlıyor şark ufuklarında vuzuh
diyor, kendisi gibi bir efsâne olan Itrî’yi anlattığı şiirinde, üstad Yahya Kemal.
***
El Câhiz’in meşhur “Fezailü’l-Etrâk” adlı kitabını okuyordum. Cahiz, VIII. asrın ilk yarısında
Halife’nin emriyle, islâm’ın askerî gücüne güç katmak için dine kazandırılması düşünülen
Türkler’in ahlâkî yapılarını araştırmak vazifesini üstlenmiş ve intibalarını adı geçen kitabında
toplamıştı. Müellifin, o günlerde başka bir gayeye yönelik çalıştığım için dikkatimi çekmeyen, ama
zihnimde kalan bir cümlesi vardı. Türkler şöyle ahlâklı, namuslu, silâhşör, vatanperver; böyle usta
binici, misafirperver, tok gözlü, ama sert bir kavimdir diye anlatırken bir de şu cümleyi
sarfediyor: “Bu Türkler’in en sertleri bile nevâ makamından bir şarkı duyacak olsalar gözleri
yaşarır.”
Bir ara, geçici bir hevesle bağlama çalışıyordum. Musıkiyi iyi bilen arkadaşlarımdan biri
(merhum ve mağfûr Ali Fırtına), beni bir gün bağlamayla boğuşurken bulunca, “Haydi bir çal da
dinleyelim” diye takılmıştı. “O kadar değil”, dedim; “ama bir ses var ki pek hoşuma gidiyor!” ve
ona bağlamadaki “re” sesini verdim. Arkadaşım “Bu nevâ perdesidir” deyince birden Câhız’ın
sözünü hatırladım ve ona da bahsederek lâtife yollu, “Demek ben Türkmüşüm!” dedim.
Meğer nevâ sesi, Türk musıkisinin orta sesi imiş. Sazlar ney’den istenen nevâ sesiyle akord
edilmekte ve bu akorda “yerinden akord”, sese de “yerinden ses” denmekteymiş. Taksimlerde
makamların “asma karar perdesi” dedikleri bitiş nağmeleri umumiyetle nevâ’dan olurmuş. Hele
türkülerimizin çoğu bu perdeye dayanmaktaymış. Hattâ sokak satıcıları bile sattıkları malın cinsini
müşterilerine nevâ perdesinden duyururlarmış.
Bir başka enteresan husus da, eskiden tekkelerde zikir yapılırken, zâkirbaşı zikri serbest
bırakırsa, zikir gelir nevâ’da karar kılarmış. Görülüyor ki, nevâ, nağme dünyamızın merkezine
yerleşmiş. Türk’ün gönlü bu sese akord edilmiş.
Peki yaratılış mayamızın bu sese akord edilmesindeki hikmet ne idi? Bu noktada Türkçe’nin
seslerinden biri üzerinde durmak gerekiyor:
Bilindiği gibi, harf inkılâbından evvel, Türkçe’nin en fazla kullanılan seslerinden birisi de -
halen mahallî şivelerde lezzetle söylenen- kâf-ı nûn (ng) sesidir. Yine bilindiği gibi seslerin
mahreçlerinden çıkarken tabiî olarak büründükleri bir ses vardır. “Kâf-ı nûn” sesinin genizden
çıkarken verdiği tabiî ses “nevâ” sesidir. Meselâ Tangrı, göngül derken bu sesteki titreşim, bizde
sanki o mânânın temâsı gibi bir duygu uyandırmıştır.
Eskiler “Musiki, kâf ile nûn’un çarpışmasından doğar!” derlermiş. Acaba Osmanlı ng sesine, bu
inleyiş sadâsına kâf-ı nûn (nunlanmış kef) ismini koyarken bunu mu anlatıyordu?
Ve acaba kef ve nûn’dan mürekkep “Kün” (Ol!) emrinin bu perdeden mi vaki olduğuna
inanılmıştı?
Aşık Paşa’mız Garipname’sinde ne diyor:
Kâf ü nûn dan kopdı nâgmât u usûl
Kim işitdi ilk anı ol ulu kul
Akl-ı Kül’dür adı mâ’ruf ol kulun
Kamu kuldan ön gelüpdür ol bilün
…”
(c. I, s. 15, b)
Ruh Ufuklarımızın Fatihi Olarak Yahya Kemal!
Sait Başer, “Ruh Ufuklarımızın Fatihi Olarak Yahya Kemal”, Yahya Kemal Düşüncesi
Paneli, Yalova,
Efendim, değerli valimi, sayın belediye başkanımızı ve bütün hâzirunu hürmetle ve muhabbetle
selamlıyorum.
Ben doğrudan doğruya Yahya Kemal şiirinden bahseden bir konuşma yapmaktansa, şöyle kısa bir
ufuk turu yaptırmak istiyorum.
Türk Medeniyeti kendisine has bir medeniyettir. Doğuya da Batıya da nispet edilmesi, Doğuya
da Batıya da bütünüyle mal edilmesi mümkün olmayan bir medeniyettir. Türk Medeniyeti karakteri
itibarı ile bir adalet medeniyetidir. Tabii bu çok kullanılan bir tabir: Türk medeniyetinin adalet
temelli bir medeniyet olduğu konusu aşağı yukarı bugün bir slogan haline geldi. Fena da olmadı,
yanlış da değil. Günümüzde hükümetimiz de bu slogana sahip çıkıyor, hatta dış siyasetin mihveri
haline getirmeye dönük bir takım hamleleri de memnuniyetle görüyoruz. Şimdi nizam-ı alem ideali
Türk tarihinde en öne çıkan idealdir. Alemin nizamından kendisini mesul hisseden bir
medeniyetten söz ediyoruz. Alemin nizamı dendiğinde ister istemez önümüze adalet kavramı çıkar.
Şimdi, adalet nedir? Bir takım hukukî, sabitlenmiş kurallar mıdır adalet, veya sadece hukuk alanını
bağlayan bir değer midir, yoksa başka alanlara doğru da kaydırılması, başka alanların da adalet
kavramı üzerinden tekrar düşünülmesi gerekir mi?
Bana göre gerekiyor.
Geri dönmek üzere sözü burada bırakıp Doğu ve Batı medeniyetlerinin karakterlerini bir kaç
cümleyle özetlemeye çalışayım. Sonra tekrar dönelim adaletin neden Türklerde ortaya çıktığı ve
önemle tarihte Türklüğün alamet-i farikası olduğuna. Burada, gördüğüm kadarıyla mürekkep
yalamamış bir dinleyici yok, aşağı yukarı genel kabulleri, genel kültür içerisindeki
değerlendirmeleri bilen bir dinleyici kitlesi var. Doğu dendiğinde Hindistan merkezli bir kavrayış
ortaya çıkar. Yanı sıra Çin eklenir. İran düşüncesi eklenir. Orta Doğu Sami topluluklar düşüncesi
buna eklenir; ama merkez Hindistan’dır. Doğunun alamet-i farikası Hint düşüncesi, Batınınki ise
daha ziyade Roma merkezlidir. Daha geriye gidersek, Eski Yunan, Roma ve Hıristiyanlığın
eklenmesiyle beraber eski Yunan, Roma, Hıristiyanlık; ama yy’da ortaya çıkan reform
hareketlerinden sonra rasyonalitenin damgasını vurduğu bir medeniyet anlayışıdır.
Şu nokta çok önemli: Doğu medeniyeti derken de Batı medeniyeti derken de sosyal ve ekonomik
faaliyetlere baktığımızda, aşağı yukarı birbirine benzeyen yapılar görürsünüz. Doğuda da tarımla
meşgul olunmaktadır Batıda da! Tarım toplumlarında ise sosyal sınıf kavramının ortaya çıkması
kaçınılmazdır. Tarihî tecrübenin ortaya koyduğu realite bu. Doğu toplumları da Batı toplumları da
sınıflı toplumlar. Sınıf kavramının devreye girmesinden itibaren, zulmün ortaya çıkması
kaçınılmazdır arkadaşlar. Çünkü zulmün ortaya çıkmasını sağlayan zemin sınıf problemidir. Bir
avuç aristokrat, ruhban ve asker, büyük kitleyi ya köle ya yarı köle halinde tutabiliyor.
Hindistan’daki kast sistemini aşağı yukarı hepimiz biliyoruz. Batı dünyasında da servage (servaj),
yani toprak kölesi kavramı var. Halk toprağa bağlıdır, köle toprakla birlikte alınır satılır… Halkın
fiyatı bile yoktur, emtia gibidir, maldır; kölelerin zaten hiçbir hukuku yok. Servaj, nisbeten yarı
köle olmakla beraber, köle sınıfının hiçbir hukuku yoktur, mal hükmündedir, ticari emtia
hükmündedir ve bu durumda Doğuda da Batıda da halkın büyük bir kısmı, küçük bir zümrenin
zulmü altında kalmıştır tarih boyunca.
Batıda özellikle rasyonalitenin önünün açılmasıyla beraber; reformlardan sonra, felsefenin
önünün açılmasıyla beraber, Batının talihi de değişti. Felsefenin önünü açan Martin Luther’in
yorumudur. Büyük filozoflar dikkat ederseniz genellikle Alman asıllıdır, Protestan’dır. İlk
müzisyenler ve filozoflar genellikle, istisnaları olmakla beraber Protestan’dırlar. Yani
Protestanlığın serbest bıraktığı rasyonalite, Batıyı değiştirmiş, dönüştürmüş, sınıf kavgalarını
meşrulaştırmıştır.
Doğuda niye sınıf kavgası olmadı Batıda olduğu gibi? Doğu dünyasında reankarnasyon
düşüncesi vardır. Reankarnasyon yani tekrar dünyaya gelmek. Brahmanizm’in “Samsara” denilen
bir kavramı var. Samsara’da ruh ölümsüzdür, tekrar tekrar sonsuz kere dünyaya geri gelir. Ne
zamana kadar gelir? Brahma’ya kavuşuncaya kadar. Brahma’ya kavuşunca ruh sükûn bulur.
Brahma’ya kavuşmanın da çaresi, içinde bulunduğunuz sınıfın şartlarını tam olarak içselleştirmek
ve asla isyan etmeden itaattir. Çünkü isyan Brahma’nın koymuş olduğu düzene isyandır. Varlık
Brahma’nın kendini açmasından meydana gelen bir nitelik taşıdığı için, üst sınıflara itirazlar
Brahma’ya itiraz gibi alınır. Dolayısıyla bir sonraki hayatınızda, hali hazırda bulunduğunuz sınıf
şartlarını “doğru bir biçimde” yaşamazsanız daha geri sınıflara doğru düşmeniz, hatta hayvana,
hatta böceklere, hatta nesneler alemine kadar gerilemeniz mevzu bahistir.
Dolayısıyla bulunduğunuz sınıfa itibar etmek, onun şartlarını kayıtsız şartsız benimsemek,
uygulamak zorundasınız. Bu düşünce, Doğuda sınıf çatışmasının önünü kesmiştir. Aynı keyfiyet
doğuşunda sınıflı yapıyı reddeden Budizm’e de zamanla yansımıştır. Budizm, Brahmanizm’in bir
uzantısıdır. Eski Çin düşüncesinde de var bu. Dolayısıyla doğuda bir sınıf mücadelesi teessüs
etmiyor. Yani bir toplumsal tavır olarak “adalet arayışı” yok!..
Peki, insanda hak duygusu hiç mi yok? Mesela Taoizm’in kurucusu Lao Tzu’nun Tao Te King
adlı kitabının birinci ilkesi, “haklı haksız ayrımı yapmama ilkesi”dir: “Haklıyı gözet; ama aynı
oranda haksızı da gözet.” diyor. En önemli erdemlerden biri bu! Yani insanın görevi adaleti yerine
getirmek, beşeri düzeni ıslah etmek değildir. Çin düşüncesinde öyle, Brahmanizm’i de demin
söyledim. Böyle olunca insanın aksiyonu içine döndürülüyor, kalbe çevriliyor, bir iç aksiyon söz
konusu hale geliyor. Kendi içinde derinleşme söz konusu oluyor. Bir hayata dair sorumluluk
taşımayan mistik insan tipi ortaya çıkıyor ve bu sebeple aksiyonu içine döndürülmüş olan
toplumlar olmaları dolayısıyla tarih boyunca Hindistan’dan dışarıya huruç hareketi görmezsiniz.
Hindistan defalarca işgale uğramıştır. Milattan önceki yüzyıllardan beri, Büyük İskender’den beri
daha öncesi de var. Sürekli işgale uğramıştır; ama dışarıya huruç hareketi yapmamıştır.
Son dönemde bakıyoruz Hindistan’da bir değişme var. Ne oldu Hindistan’a? Hindistan dünyaya
açılıyor. Hindistan dünya piyasalarıyla, dünya fikir platformlarıyla, zeminleriyle ilişkiler kuruyor.
Hint insanı dünyanın her yerine gidiyor. Ne oldu da Hindistan insanı, binlerce yıldan beri kendi
coğrafyasından çıkmadığı halde bugün çıkıyor?
Şu oldu değerli dostlar: yy’da iki tane önemli filozof geldi. Bunlardan birisi Auro Bindo,
diğeri Radha Krişna adlı filozoflar. Radha Krişna aynı zamanda Hindistan cumhurbaşkanlığı da
yaptı ′lerde. Hindistan’ı temsilen BM nezdinde, Unesco nezdinde temsilcilikleri, Moskova’da
büyükelçiliği var. Üniversitede profesörlükleri var Radha Krişna’nın.
Bu iki büyük filozof dediler ki: “Brahmanizm’de varlığı yanılsama (=maya) olarak kabul eden
anlayış değiştirilmelidir. Madem varlık Brahma’nın kendine açmış halidir ve insanın gayesi
Brahma’ya ulaşmaktır. O halde varlığı küçümseyen bu anlayışı terk etmeliyiz. Varlık artık
yanılsama diye algılanmamalıdır. Brahma olmadan varlık ortaya çıkamazdı. Varlık olmadan da
Brahma’yı tanıma şansımız yoktur. Biz Brahma’yı varlıktaki fenomenleri üzerinden tanıyabiliriz.”.
Bu yorum Brahmanizm’e getirilen müthiş bir güncellemedir. Dikkat buyurulsun, Hindistan insanı
bu yorumla beraber dış alemle barıştı. Demokrasinin de buna ciddi bir katkısı var. Şu anlamda
var: Demokrasiyle beraber eski sınıf çatışmaları büyük ölçüde zayıfladı. Böylece Radha
Krişna’nın görüşleri Hint insanını dış dünyaya açtı.
Bugün Brahmanizm’deki o olağanüstü muhayyile geliştiren büyük tarihî tecrübe bilgisayar
programcılığında kullanılıyor ve Hint insanı bütün dünyaya bilgisayar programlarını üretir, satar
hale geliyor. Hint ekonomisi bugün dünyada en hızlı kalkınan ekonomilerden biridir.
Brahma’sız varlık mümkün değildir, Brahma’yı varlıkların üzerinden tanırız.
Şimdi bu iki cepheli bakış açısı bizde yüzyılda Muhyiddin İbnü’l Arabî’nin formüle ettiği:
”Tenzih ile teşbih arasında olmalıyız” düşüncesiyle aynı şeydir. Tenzih Tanrı’yı (Allah’ı) noksan
sıfatlardan arındırma demektir. Fakat aşırı giderseniz, Tanrı soyut bir Zeus’a döner. Sırf teşbihte
kalırsanız Tanrı, Spinoza’nın sistemindeki gibi bir kaba varlığa indirgenmiş olur. Buna panteizm
derler; ama o bir tür materyalizmdir. Tanrı, varlığı indirgenmiş olur.
Ne odur ne budur. Allah’ın tecellisi olmadan varlık söz konusu edilemez; ama Allah varlığa da
indirgenemez.
Şimdi bu anlayış bizde ta yüzyılın başında Semerkantlı Türk düşünür İmam Maturidi’nin
(ö) belirlemiş olduğu Allah’ın zat ve sıfatları arasındaki ilişkiye dönük formülle de aynıdır.
Ne diyordu İmam Maturidi: “Allah’ın zatî ve sübutî sıfatları birbirinden ne ayrıdır ne gayrıdır, ne
aynıdır ne ayrıdır. Güneş ışığı güneş değildir diyemezsiniz, ona güneştir de diyemezsiniz”. Bunun
gibi “ne aynıdır ne ayrıdır; hem ayrıdır hem aynıdır”daki dikkat ve titizlik, teyakkuz hali, “tenzih
ve teşbih arasında olmalıyız”da da vardır. Aslında bu, İslam’ın Sırat-ı Müstakim dediği şeydir.
Ve bizim kültürümüz de adalet kavramı üzerinde durmakta idi. Adalet her an yeniden
keşfedilmesi gereken, bulunması gereken bir karar halidir, bir denge halidir.
Sözün başına dönmüş oluyorum burada. Bir denge halidir adalet ve bunu özellikle Maturidi’den
gelen Türklüğün dünya görüşünü yani “îtikad” kavramını, Yahya Kemal’de sık sık görürsünüz.
Yani burada Yahya Kemal’e böyle bir atıf var. Zat-sıfat arasında, yani varlıkla Allah’ın zatı
arasında Matüridi ile kurulan ilişki, daha sonra Muhyiddin-i Arabi’deki “tenzih ile teşbih arasında
olmak gerekir” denilen anlama üslubu, uzatıldığında Türk düşüncesinin omurgasını bulursunuz ve
bu omurga üzerinde en aktif zümre olarak özellikle mutasavvıfları görürsünüz.
Hoca Ahmet Yesevi burada öne çıkar.
Hoca Ahmet Yesevi nereden çıktı birden bire? Asırlardır unutulan bir isim nerden çıktı?
Hoca Ahmet Yesevi ismi, Yahya Kemal’in öğrencisi olan Fuat Köprülü’ye verdiği bir talimat,
bir ödev sayesinde tekrar keşf edildi…
Yahya Kemal, genç Köprülü’ye de: ”Köprülü, şu Yesevi’yi bir incelesen! Öyle tahmin
ediyorum ki bizim milliyetimiz onda saklıdır” diyor.
“Bizim milletimiz orda saklıdır.” Hoca Ahmet Yesevi’nin eseri elimizde, Divan-ı Hikmet’tir.
Baştan sona okuyun, bir kere Türkçülük, bir kere Türklük, bir kere milliyetçilik sözü geçmez. Bir
kere Türkçe kelimesi geçer. Türkçe söylemenin güzelliğine ve önemine vurgu yapan bir kıtası var.
Bunun dışında -ki o da hitap ettiği toplumla iletişim kurmanın şartı zaten.- Ahmet Yesevi’de millet,
milliyetçilik yani bugünkü modern ideolojik çerçeve anlamında bir “batılı rasyonalite” kavramı
bulamazsınız.
Buna mukabil Hoca Ahmet Yesevi’ye Orta Asya halkı “Hz. Türkistan” der, Hz. Türkistan! Bir
vatanın adıyla, bir coğrafyanın adıyla anılıyor büyük mütefekkir velî!..
Coğrafya insan ilişkisine dair İsa kardeşimizin Yahya Kemal’den aktardığı form, Ahmet Yesevi
ismi etrafında tesbit edilmiş oluyor.
Bir örnek…
Bir tarafıyla milliyetimizi onda bulacaksın, diğer tarafıyla Türkistan’ı. Yani bir tarafı vatan
adam, bir tarafı millet adam…
Peki, Yesevi’nin görüşlerindeki ana karakter nedir?
Yesevi’nin görüşlerindeki ana karakter, varlık ile zat arasındaki organik ilişki, yani “Vahdet-i
Vücud” anlayışıdır. Varlığı ilahi tecelli görmek, dolayısıyla muhabbet üzerinden, aşk üzerinden
varlığı anlamlandırmak. Tecellinin temel kavramı aşk, muhabbet; ama bu içe dönük, Hindu tarzı bir
mistik muhabbet değil!
Yesevi’de sembolleşen model, aynı zamanda toplumsal bir faaliyet olarak Hakk ile halkı
buluşturan ontolojik yaklaşımdır.
Sırf Hakk değil, sırf halk değil!..
Yesevi’nin görüşünde bu var.
Dolayısıyla Yahya Kemal, Hoca Ahmet Yesevi’de bir kimlik prototipi görmüştür ve
Köprülü’nün “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” adlı eseri bundan sonra yazılmıştır ve “İlk
Mutasavvıflar” Türk Edebiyatı tarihi araştırmalarında çığır açıcı bir eser olarak halen görevine
devam etmektedir.
Bu anlayış tabi yy’ı son derece kıvama getirdi. Bu asırda Anadolu’da yoğun bir entelektüel
faaliyet görürüz. Toplumla çok ciddi manada bütünleşmiş bir faaliyet görüyoruz. Bazı sembol
isimler ortaya çıkıyor. Mevlana gibi, Sadreddin Konevî gibi, Ahi Evren gibi, Hacı Bektaş Veli
gibi, Yunus Emre gibi… Bunlar toplumun tam olarak barışık olduğu aydınlardır.
Şimdi yy’a doğru gittiğimizde vaktiyle aydınıyla bütünleşmiş olan toplumda, aydın-halk
ayrışması, çatışması ortaya çıkar. Tanzimat aydınlarına baktığımız vakit, Tanzimat’a kadar
yüzyıldan itibaren Osmanlı’nın ıslahat hareketleri var biliyorsunuz. Bu ıslahat hareketlerinde,
“dine daha sıkı sarılalım” tezi etrafından kurulmuş bir ıslahat düşüncesi var. Fakat dine daha sıkı
sarıldıkça da bu ıslahatlar başarılı olamıyor.
yy da bir kırılma var, bu konuya çok girmeyeceğim vakit darlığı dolayısıyla; ama “Tanzimatçı
aydın” ezcümle diyor ki: “Artık bu kültürden çözüm çıkmaz. Çözüm ne olacak? o zaman batıya
döneceğiz. Batıya döneceğiz ve bunu Osmanlıcılık üzerinden yapacağız.”. Tabiî “Osmanlıcılık
büyük bir hayal kırıklığıyla neticelenmiş” diyor Yahya Kemal. Tanzimat’ta da, Meşrutiyetlerde de,
Jön Türklerde de kültüründen çözüm üretme ihtimali kalmadığında inanan bir aydın tavrı
görürsünüz. Tabii aydınlarda, bu yaklaşımın sonucu olarak, toplumunun değerlerine karşı bir
küçümseme ortaya çıkıyor. Toplumunun değerlerinden kopan bir aydın tipi…
Yahya Kemal komplekssiz bir aydındır ve kültürüne herhangi bir takıntıya kapılmadan
bakıyordu. Bu noktada Yahya Kemal’in gene çok derin bir kavrayışıyla karşı karşıya geliyoruz.
Yahya Kemal, tarihe derin bir bakışla eğilmiş, problemli alanları çok iyi tespit etmiştir. yy’ın
başında toplumun yeniden ihya edilmesi gerektiği konusunda batıcı aydınlarla aynı noktada.
Toplum elbette yeniden ihya edilmelidir; ama bu ihya, batının değerleriyle olmamalıdır. Batının
analitik düşüncesi kullanmalı ama “mektepten memlekete de dönülmelidir”. Batı bir mektep
olabilir; ama konumuz biziz ve bizim kültürümüz bizim değerlerimiz söz konusudur. Çare batının
şehrini getirip buraya dikmek değil, batının müziğini aynen getirmek değil!..
Yapılan ise bu idi.
Konservatuarlar kuruldu, batı operası vesairesi; Türk müziği yasaklandı. Efendim Latince
mecburi ders yapıldı. Roma hukuku hukuk fakültelerinde temel ders haline getirildi; binlerce yıllık
büyük Türk medeniyetinin hukuku yokmuş gibi davranıldı. Hala mimarlık fakültelerimizde Türk
Mimarîsi bölümü yoktur.
Peki, bütün bunlar ne adına yapıldı? Türkçülük adına yapıldı. Cenap Şahabettin’in bir cümlesi var.
Yahya Kemal onu çok beğeniyor. Diyor ki Cenab Şehabettin, kendisi bir Batıcı olarak: “Bugün”
diyor, “Turancı ekibin de yaptığı şey bizimkinden farklı değil. Onlar da Batı emtiası satıyorlar!
Onların malı da Berlin’de, Paris’te imal oluyor; ama onlar bunu ay yıldızlı ambalajla satıyorlar”.
Yani Türkçülük fikri, batıda imal edilmiş bir nationalism türüdür. Sonra “Türk’üm, doğruyum”
diye her sabah çocuklara bağırttığımız halde, bunun içine bize dair bir şeyler koymak yerine, bunun
içi boşaltılıp, batılı değerleri doldurulmuş; ama azınlık duygusu taşıyanlara karşı da Türkler hedef
haline getirilmiştir.
Şimdi Yahya Kemal’e bu perspektiften bakınca, ki zamanımız da kısaldı, diyelim tarih:
Cumhuriyet’te Ziya Gökalp Türkçülüğü üzerinden kurulan resmi tarih, İslam öncesi Türk tarihi
esaslı oldu. Bütünüyle unutulmuştu o tarih, bir bakıma isabet oldu, çünkü tarih bir devamlılıktır.
Lakin Selçuklu’yu, Osmanlı’yı atlayıp, Gökalp yaklaşımıyla yy’ın, yy’ın çocuğuna kimlik
kazandıramazsınız. Yahya Kemal’deki kavram imtidattır, devamlılıktır. Tarihte devamlılıktır.
Efendim milliyet, Ziya Gökalp’in tarifinde verdiği dil birliği, tarih birliği, kültür birliği, bilmem
ne birliği… bir çok kavram konur. Altına da, işte, bunlarda birleşenler millettir denir. Bu, batıdaki
modern toplumsal bencilliğe, yani rasyonaliteye bağlı, homojen toplum yaratma projesinin
tarifidir. Yahya Kemal’in milliyet tarifine bakıyorsunuz, çok sade ve çok özgündür:
“Kalp ve menfaat birliği”dir. Başka hiçbir şart yoktur. Beklentilerimiz, sevgilerimiz ve
menfaatlerimiz örtüşüyorsa aynı millettenizdir. Efendim, vatan kavramına bakar, vatana da vahdet-
i vücut fikri üzerinden bakar. Vatan Hakk’ın bize tecelli ettiği yerdir ve bizim varlığımızı aldığımız
şeydir. Toprağın milliyetidir vatan. Millet ise toprağın ayağa kalkmış halidir. Kimlik meselesinde
“Ezansız Semtler” yazısını hatırlayın. Türk olmak diye bir ifade vardır Yahya Kemal’de. Türk
doğmaktan ziyade Türk olmaktır değerli olan. Tarih boyunca da böyleydi zaten. İmparatorluk
kültüründen gelen bir toplumda soy vurgusu üzerindenn bir siyasî teşkilatlanma mümkün değildir.
Hiç bir imparatorluk soy vurgusu üzerine oturamaz. Değerler sistemi mensubiyeti üzerine oturur.
Dolayısıyla kimlik konusunda Zaharya’yı da, İsak’ı da, Rum Mehmed Paşa’yı da… Mesela
Otlukbeli savaşında şehit olan bir Murat Paşa var. Fatih’in yanında çarpışırken şehit olan Murat
Paşa… Bir Paleolog prensi. Yahya Kemal için, şüphesiz Türk’dür. Yani ırk fikrini, soy fikrini
reddetmek mümkün değil. Elbette insanların bir soyu var; ama değer soydan gelmiyor. Türk
dediğiniz insan bir imparatorluk insanının modelidir. Onun değerlerine mensup olan kim varsa
Türk’dür. Arnavut da olabilir, Boşnak da olabilir, Sırp da olabilir, Kürt de olabilir. İşte İstiklal
Marşımızın şairi bir Arnavut’dur, Hamdullah Suphi Arnavut’dur vs. bunu çoğaltabiliriz. Rejimin
reddi miras yapmasına hiçbir zaman razı olmaz. Musikî konusunda, musikînin yasaklandığı
devirlerde,
“Çok insan anlamaz eski musikîmizden
Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden”
dedi. Bir başka şey: “Medeniyet, sadece üzerinde yaşanılan toprağı fethetmek değildir!” diyor.

Akademisyen, fikir adamı, araştırmacı, yazar. 

Son yıllarda Türkiye'nin yetiştirdiği en önemli ve verimli münevverlerden birisidir.

4 Aralık tarihinde Isparta-Yalvaç’ın İleği köyünde doğdu. İstanbul Sağmalcılar Lisesini bitirdi. Üç yıl Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde okudu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde yüksek öğrenimini tamamladı(). “Yahya Kemal’e Göre Türk Kimliği ve Görüşlerinin Kamuoyundaki Yansımaları” konulu teziyle doktor oldu(). Sakarya Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde öğretim üyeliği yaptı. yıllarında Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’nın neşriyat müdürlüğünü yürüttü. Kubbealtı Akademi Mecmuası’nın Yazı İşleri Müdürü idi.

Türk kültür ve inanç tarihi üzerine çalışmalarıyla tanınır. Türk Edebiyatı, Türk Yurdu, Doğu Türkistan’ın Sesi, Kültür Dünyası dergilerinde yazdı. Daha bir çok süreli yayında yazıyor.

Nihad Sami Banarlı külliyatını hazırladı.

ESERLERİ

Ekrem Hakkı Ayverdi – Makaleler ()
Türk Münevverinin Müşterek Fikir ve İman Zemini ()
Gök Tanrı’nın Sıfatlarına Esmaü’l-Hüsna Açısından Bakış ( yılında yeniden basıldı)
Kutadgu Bilig’de Kut ve Töre ( yılında yeniden basıldı)
Yahya Kemal’de Türk Müslümanlığı ( yılında yeniden basıldı)
Toplumsal Aklı Anlamak ( yılında yeniden basıldı)
Türk İnanma ve Anlama Modeline Dair ()

ÖĞRENİM DURUMU

Lisans
İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fak.,Tarih Bölümü, Umûmî Türk Târihi Kürsüsü, İstanbul,

Sertifikalar

1- Türk-İslâm Felsefesi Târihi,
2- Ortaçağ Târihi, ,
3- Osmanlı Medeniyeti ve Müesseseleri Târihi,

Lisans Tezi
Esmâü’l-Hüsnâ’ya Göre Eski Türk Dinindeki Tanrı’nın Vasıfları, Danışman: monash.pw İbrâhim KAFESOĞLU.

Yüksek Lisans
İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, İstanbul,

Yüksek Lisans Tezi
Kutadgu Bilig’de Kut ve Töre, Danışman: Doç.Dr. Mehmet SARAY.

Doktora
İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Anabilim Dalı, İstanbul,

Doktora Tezi
Yahyâ Kemal’e Göre Türk Kimliği ve Görüşlerinin Kamuoyundaki Yansımaları, Danışman: monash.pw Durali YILMAZ.

İŞ DENEYİMİ

  • Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı Neşriyat Müdürü,İstanbul-Beyazıt,
  • İstanbul Fetih Cemiyeti- İstanbul Enstitüsü- Yahyâ Kemal Enstitüsü Yönetim Kurulu Üyeliği, İstanbul,
  • “Seyran İktisâdî İşletmesi Genel Müdürü, İstanbul-Beyazıt,
  • Seyran Kitap, Kültür- Sanat –Organizasyon Ltd. Şti. Kurucusu ve Yönetim Kurulu Başkanı, İstanbul-Beşiktaş,
  • İstanbul Türk Ocakları Genel Sekreterliği, İstanbul-Çemberlitaş,
  • Sakarya Üniversitesi, Eğitim Fak.Öğretim Üyesi,
  • Sakarya Üniversitesi, Eğitim Fak. İlköğretim Bölümü, Sınıf Öğretmenliği Anabilim Dalı Başkanı,
  • Sakarya Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyeliği -
  • Sakarya Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fak. Felsefe Bölüm Başkan Yardımcılığı
  • Sakarya Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fak. Felsefe Bölümü Türk-İslam Düşünce Tarihi Anabilim Dalı Başkanlığı
  • Sakarya Üniversitesi, Eğitim Fakültesi Dekan Yardımcılığı
  • Marmara Üniversitesi Öğretim Üyeliği -

VERDİĞİ DERSLER

Lisans

Türk Kültürü ve Tarihi Uygarlık Tarihi İlk Çağ Tarihi Sosyal Bilimlere Giriş Felsefeye Giriş Çağdaş Dünya Sorunları Dil ve Kültür Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi İslam Öncesi Türk Düşüncesi Kaynak Metin Okuma ve Anlama-1 Eski Çin ve Hint Düşüncesi Uzak Doğu Düşünce Hareketleri Türk Tarihi ve Kültürü Türk Kültür Tarihi

Yüksek Lisans

Eğitimin Felsefî ve Sosyal Temelleri Türk Eğitim Târihi Tarih Felsefesi İslâm Öncesi Türk Düşünce Tarihi

İSTİĞNA MAKAMINDA BİR ADAM: Sait BAŞER

Hayri ATAŞ

Sait ağabey Seyran Kitabevi’ni sadece kitap satışı yapan bir yer değil aynı zamanda hem edebî, hem de ilmî neşriyatın yapıldığı bir yayınevi olarak da düşündüğü için daha kurulur kurulmaz kitap neşriyatına da başlamıştı. İlk kitap da Sait ağabeyin Kutadgu Bilig’te Kut ve Töre isimli kitabının yeni baskısıydı. Sait ağabey bu kitaba daha önce Türk kültür ve medeniyetiyle alâkalı olarak yazdığı yazıları da ekleyerek Kutadgu Bilig’te Kut ve Töre’den Sevgi Toplumuna adıyla neşretti.

“Sana da burs verelim Hayri”, dedi; ben ise “öğrenci kredisi alıyorum”, diye itiraz edecek oldum. “Öğrenci kredisinin ne kadar olduğunu biliyorum, biz sana burs verelim de hiç olmazsa bazı kitaplarının bedelini buradan öde, zaten biz de çok fazla bir şey veremiyoruz, ancak bir cep harçlığı”, dedi. Oysa o günlerde o cep harçlığına ne kadar ihtiyacım olduğunu ifade edemiyordum ki… Bahsettiğim yıl baharıydı sanırım, belki de yaz ortası; daha geç olamaz (bu aralar tarihleri unutur oldum, neye alamettir acaba?!).

Bazı toplantılarda birkaç defa kendileriyle karşılaşmıştım. Daha öncesinde ise Kültür Bakanlığı yayınları arasında çıkmış olan Kutadgu Bilig’te Kut ve Töre isimli o nefis incelemesini okumuş ve çok istifade etmiştim. Kendilerini hocam Halil Açıkgöz’ün vasıtasıyla daha yakından tanımış, Çarşıkapı’daki çalıştığı mekâna çeşitli vesilelerle daha sık uğrar olmuştum. Birçok kişiyi orada tanımış, o sayede birçok kimseyle dostluk ve arkadaşlık kurmuştum. Sait Başer’le (bundan sonra kendisinden hep ağabey diye bahsedeceğim, bunun sebepleri yazdıklarımdan daha iyi anlaşılacaktır kanaatindeyim) tanışmamız işte bu minval üzere olmuştu. O zamanlar Sait Ağabey Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’nın müdürüydü. Aynı zamanda Vakfın kitap satışı yapan işletmesi olan Seyran Kitabevi’nin de kurucusuydu. Sait ağabey daha çok burada bulunurdu. Seyran hemen her yaştan ve meslekten kişinin uğradığı, sohbet ettiği bir yerdi. Ben de hem bursumu almak için hem de ihtiyacım olan kitapları temin etmek maksadıyla Seyran’a gider gelirdim (Sait ağabey hem indirim yapar, hem de bize kredi açardı, bir ton kitap alır, ufak ufak öderdik veya ödemeye çalışırdık!..). Sait ağabeyin kendine has konuşması, fevkalâde bilgisi ve kültürü, fevrî olmayan, abartısız davranışları karşısında ve hemen hepsi yol yordam bilen Seyran müdavimleri arasında elim ayağım dolaşır, şaşırır kalırdım çoğu zaman. Ben ve benim gibilerin, bazen yaptığımız patavatsızlıklar, lüzumsuz çıkışlarımız ve hele cehaletimiz yüzümüze vurulmaz, fakat lisan-ı münasiple bu hatalarımız gösterilir, sivriliklerimiz onların tatbikini takip ederek törpülenirdi. Ben kendi adıma âdâb-ı muaşerete dair birçok şeyi orada öğrendiğimi bilhassa söylemeliyim (Burslarla ilgili bir hatıramı “Bir Bayram Hatırası” adlı yazımda anlatmıştım, bakınız: Ufuk Ötesi, Ekim ). Sait ağabey, sanırım yılı ortalarında, Vakıf’tan ayrıldı. Ara sıra yine karşılaşıp görüştük Sait ağabeyle, bilhassa Halil (Açıkgöz) hocamın vasıtasıyla. Ben okulu bitirmiş, iş telâşesine düşmüştüm. Bu arada Sait ağabey başlarında Beşiktaş’ta yeni bir kitabevi kurmak niyetinde olduğunu söylediğinde çok sevinmiştim. Hatta bir yer de kiralamıştı ve buranın tefrişi meselesi vardı. Burası Beşiktaş’ta Serencebey Yokuşunun hemen başında dar ve uzunca bir yerdi. Hemen hazırlıklar yapıldı. Raflar yerleştirildi. Ben bu işlerin hepsine katılamadım, ancak kitapların yerleştirilmesi sırasında uzakta kalmadım. Buranın ilk sermayesi, Sait ağabeyin kütüphanesindeki kitaplarıydı, bunlara yayıncı dostlarının bedeli daha sonra ödenmek üzere yani açık hesapla verdiği kitaplar da ilave edildi. Böylece bu küçük kitabevi şenlenmiş oluyordu.

Bu küçük yer kısa zamanda Çarşıkapı’daki yeri aratmaz olmuştu. Zira Sait ağabeyin dostları onu burada yalnız bırakmamışlar, kendisinin dost sohbetinden uzak kalamamışlardı. Bu küçük mekân yetmeyince Seyran bir yıl kadar sonra Deniz Müzesi’nin karşısında bulunan Büyük Beşiktaş Çarşısının alt katındaki yerine taşındı. Burası öncekine nispetle daha geniş bir yerdi. Buradaki sohbetler daha düzenli hale getirilmeye çalışıldı. Bilhassa Perşembe günleri öğleden sonra İstanbul Teknik Üniversitesi’nden, Konservatuar’dan, Yıldız Teknik Üniversitesi’nden ve Mimar Sinan Üniversitesi’nden hocalar ve öğrenciler çıkışta buraya uğrarlar, konuşurlar, fikir alış verişinde bulunurlardı. Bu küçük yerde hemen her fikirden insanın bir araya gelip konuşması oldukça faydalı aynı zamanda eğlendiriciydi. Çünkü burada oldukça ciddi tartışmalar sürerken gayet zekice ve çarpıcı espriler de yapılırdı. Bilhassa İsmet Bozdağ hocamın anlattığı tarihî olaylar ile kayıtlara geçmemiş anekdotları zikretmek lâzım. Buraya gelenler arasında hemen hatırıma gelen isimlerden bazıları şunlar: Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre, Nermin Suner Pekin, Hacı Cemal Öğüt'ün kızı Hikmet Öğüt Hanımefendi, Çiçek Derman Niyazi Sayın, Cinuçen Tanrıkorur, Prof. Dr. İskender Pala, Beşir Ayvazoğlu, Memduh Cumhur (Seyran tabiriyle Büyük Memduh), gençliğine rağmen aile yâdigârı Osmanlı-Türk muaşeretini hakkıyla temsil edebilen Memduh Süzer beyefendi (Küçük Memduh), Prof. Dr. İbrahim Bakırtaş, Emin Işık, Ali Murat Daryal, Beşiktaş müftüsü Kamil Hayati Aydın, Dursun Gürlek, Necati Asım Uslu, Aydil Erol, Halil Açıkgöz, Prof. Dr. Teoman Duralı, Prof. Erol Sayan ve isimlerini yazamadığım daha birçok ilim, kültür ve sanat erbabı… Hatta yılında rahmetli Cinuçen bey için burada bir imza günü düzenlendiğini de hatırlıyorum, zira o gün kendilerine Müzik Kimliğimiz Üzerine Düşünceler (Ötüken yay. İstanbul, ) isimli kitabı ile Cinuçen Tanrıkorur’un Bestelerinde Yahya Kemal (İstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri, A.Ş, ) isimli albümünü imzalatmıştım.

Sait ağabey Seyran Kitabevi’ni sadece kitap satışı yapan bir yer değil aynı zamanda hem edebî, hem de ilmî neşriyatın yapıldığı bir yayınevi olarak da düşündüğü için daha kurulur kurulmaz kitap neşriyatına da başlamıştı. İlk kitap da Sait ağabeyin Kutadgu Bilig’te Kut ve Töre isimli kitabının yeni baskısıydı. Sait ağabey bu kitaba daha önce Türk kültür ve medeniyetiyle alâkalı olarak yazdığı yazıları da ekleyerek Kutadgu Bilig’te Kut ve Töre’den Sevgi Toplumuna adıyla neşretti. Bu kitabın yayını ve Seyran’ın kuruluşu da kalabalık bir davetli topluluğunun katıldığı bir iftar yemeğinde ilan edilmişti.

Sait ağabey Sakarya Üniversitesi’nde hoca olarak göreve başlayınca Seyran Kitabeviyle ilgilenmesi de ister istemez azalmaya ve zorlaşmaya başladı. yılında tamamen Sakarya’ya yerleşme kararı alınca Seyran’ı da devretme veya kapatma düşüncesi ortaya çıktı. İşte bu esnada yıllardır içimde olan heves kabarınca Sait ağabey Seyran’ı olduğu gibi bana devretti. Seyran müdavimlerinde de ister istemez bir azalma oldu, çünkü oranın cazibe merkezi Sait ağabey idi. Ben ne kadar uğraşsam da onun kadar ilgilenemiyor, Seyran’ı istenilen duruma getiremiyordum. Zaten o yıl sonuna doğru patlak veren ekonomik kriz beni epey zor bir duruma sokmuş, artık altından kalkamayacağımı anlayınca da Seyran’ı yılı sonuna doğru kapatmak zorunda kalmıştım. Bu durum Seyran müdavimlerini epey üzmüştü, ancak benim elimde de başka çare kalmamıştı. Buranın kapanması Seyran müdavimleri dışında Çarşı esnafını da üzmüştü, aradan yedi yıl geçmiş olmasına rağmen birçok kişi başka bir yerde devam edip etmediğimizi sorar. Orası Beşiktaş’ta insanların bir nefes alma yeriydi âdeta. Şimdi maalesef öyle herkesin rahatça girebileceği ve kendisini rahat hissedeceği bir yer yok Beşiktaş’ta.

Aslen Ispartalı olan Sait ağabey uzun yıllardır İstanbul’da yaşamış, üniversiteyi İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde okumuş, hem bitirme tezini hem de yüksek lisansını burada İbrahim Kafesoğlu nezaretinde hazırlamıştır. Türk kültürü üzerine incelemeleri ile tanınan Kafesoğlu’nun ilmî dikkat ve endişesi Sait ağabeyin çalışmalarına da yansımıştır. Eski Türk dini üzerine bir etüt hazırlayan Kafesoğlu, Sait ağabeye bitirme tezi olarak da eski Türk inancı (veya dini) Göktanrı inancıyla bir çalışma yaptırmıştır. Bu çalışmasında Sait ağabey ilk defa Göktanrı’nın sıfatlarına Esmâü’l-Hüsnâ açısından yaklaşarak ortaya önemli tezler ve sonuçlar koymuştur (bakınız: Göktanrı’nın Sıfatlarına Esmâü’l-Hüsnâ Açısından Bakış, Seyran yay., İstanbul, ). Kut ve töre kavramlarını da, Türk edebiyatının İslâmî dönemdeki ilk yazılı eseri olan Kutadgu Bilig’teki yansımalarıyla ayrıntılı bir şekilde incelemiştir. Bu çalışma da Kutadgu Bilig üzerine yapılmış en önemli çalışmalardan birisidir. İslâmiyet sonrası Türk tarihi üzerindeki incelemeleri sonucunda Türklerin İslâmiyeti nasıl anladıklarını ve pratiğe nasıl uyguladıklarını da “Türk Müslümanlığı” kavramıyla ortaya koymuştur. Bu alanda yaptığı çalışmalarda İslâm dünyasının geri kalma ve bilhassa Türklerin onaltıncı yüzyıldan itibaren Batı karşısındaki güç kaybının ve nihayet hezimetinin İslâmiyeti anlama ve uygulamadaki farktan kaynaklandığını, bu farkların neler olduğunu, müesseseleri nasıl etkilediğini ayrıntılı bir şekilde ortaya çıkarmıştır. Bu konudaki çalışmalarını ve fikirlerini yirminci yüzyıl Türk şiirinin en büyük üstadı kabul edilen Yahyâ Kemal’e uygulamış, onun sadece bir şair değil bir fikir adamı olarak tarihe yaklaşımını ve İslâmiyeti nasıl algıladığını, bunu eserlerinde ne şekilde işlediğini ayrıntılı bir şekilde Yahyâ Kemâl’de Türk Müslümanlığı (Seyran Kitap, İstanbul, ) adlı çalışmasında ortaya koymuştur.

Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı müdürlüğünü yaptığı sırada bu Vakfın kurucularından olan edebiyat tarihçisi Nihat Sami Banarlı’nın kitaplaşmamış yazılarını tasnif ve tertip ederek yılları arasında yedi cilt halinde (Târih ve Tasavvuf Sohbetleri, Nihat Sâmi Banarlı’nın Kaleminden Yahyâ Kemâl, Bir Dağdan Bir Dağa, Kültür Köprüsü, Kitaplar ve Portreler, İstanbul’a Dâir, Devlet ve Devlet Terbiyesi, İman ve Yaşama Üslûbu,) yayınlamıştır. Yine müdürlüğü esnasında Vakfın yayınladığı Kubbealtı Akademi Mecmuası’nın ve birçok kitabın editörlüğünü yaparken yıl boyunca düzenli olarak yapılan konferansları da tertip etmiştir. Bu konferansların bir kısmını daha sonra kitap haline getirmiştir: Türk Münevverinin Müşterek Fikir ve İman Zemini (Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı Yay., İstanbul, ). Son çalışması olan Toplumsal Aklı Anlamak isimli eserinde ise akıl ve hikmet kavramları üzerinde durmuştur. Burada “hikmeti sürgüne göndermenin” (bu tabir Sait ağabeye aittir) doğurduğu sıkıntıları ele almıştır (Toplumsal Aklı Anlamak, Ataç Yayınları, İstanbul, ).

Sait ağabey tam bir mahviyetkârdır. Hemen her söylediğinde ve yaptığında karşınızda yüreği yanık bir insan olduğunu fark edersiniz. Milletinin derdiyle dertlenen, sevinciyle sevinen kimselerdendir. Ben kendi adıma elimden tutan kişilerden biri olarak bilirim Sait ağabeyi, gerek öğrenciliğimde gerekse daha sonra birçok konuda yardımlarını gördüm. Hakkını ödeyemem. Özellikle geçen yıl Mayıs ayında kaybettiğimiz Cem Özdemir’in Sait ağabeye olan bağlılığı ve Sait ağabeyin Cem’in elinden tutup onu âdeta rehabilite etmesini bir başka yazımda anlatmıştım (bakınız: “Bir Garip Ölmüş Diyeler”, Ufuk Ötesi, Mayıs ). Birçok kimsenin okulunu bitirmesine, iş güç sahibi olmasına vesile olmuş bir kimsedir Sait ağabey. Üstelik kendisi sıkıntılı anlarında hiç kimseden de bir şey istememiş, beklememiştir de

Samimidir, inandığını dobra dobra söyler, inanmadığını da üzerine basa basa belirtir. Ancak bütün bunları yaparken lüzumsuz polemiklere girmez ve asla nezaket sınırlarının dışına çıkmaz. Mütevazıdır, kendisiyle konuşurken onun bilgisi ve muhakeme gücü karşısında şaşırırsınız fakat bu durum sizi ezmez, bilakis kendinizi o seviyeye yaklaşmış hissedersiniz. Babacandır, yanında kendinizi rahat hissedersiniz. Ara sıra parladığı zamanları oluyor Sait ağabeyin, o zaman anlamalısınız ki ya şekeri düşmüştür, ya da fırlamıştır. İşte o zaman biraz dinlenmesini sağlayıp, bir şeyler atıştırmasına fırsat verirseniz sohbet kaldığı yerden aynen devam eder. Sait ağabeyle konuştuğum zamanlar kendimi gerçekten rahatlamış, moralimi yükselmiş hissederim. Bu durum kendileri İstanbul’dayken daha sıkça oluyordu, Sakarya’ya taşındıktan sonra biraz aralıklı olmaya başladı. Ara da bir Sait ağabeyi ziyarete giderim veya çeşitli vesilelerle Sakarya’ya gittiğimde muhakkak kendisini ararım. Sağolsunlar Sait ağabey ve Fatma abla beni bırakmazlar ve bir huzur mekânı olan evlerinin bahçesinde çaylarımızı içerken bir yandan sohbet eder, bir yandan da dertleşiriz. Bu arada evin neşesi “Gufran ağabeyle” de oynamayı ihmâl etmeyiz. Bu arada Fatma abla da sohbetimizi yaptığı güzel atıştırmalıklarla zenginleştirirken yine akşam yemeğinde Fatma ablanın maharetli elleriyle yaptığı tadı damağımızda kalan yemekleri yer ve ben kalmam için yapılan bütün ısrarlara rağmen, geç bir saatte İstanbul’a doğru yola çıkarım; içimde hem bir dostu ziyaret etmiş olmanın sevinci, hem de derdine hemdert bulmuş birisinin rahatlığı ve huzuru içinde.

Yukarıdaki yazı monash.pw?yazi_no=' den alınmıştır.

Yazarın diğer makalelerinden:

Tarih olmadan anlama olmaz

Bu kelimelerin hepsini yutacak,anlayacak,
hakkını verecek idraklere o kadar 
ihtiyacımız var ki,Sait Hoca&#;nın eline sağlık.

KİMLİK CİNNETLERİ &#; Sait Başer

İdrak mahpus, vicdan sürgün, ye&#;sten mezarlıklar yasta;
Çünki hastanın ömrünü kurşunla döllüyor hasta!..

Tarih olmadan anlama olmaz, ancak kurulmuş tarihlerden azad olmak şartıyla.
Din olmadan mânâya nüfuz etmek muhal, ancak &#;yeniden anlama&#; olmadan bütün dinler birer müebbet hapse dönüyor.
Cemaatte rahmet vardır; ama mutlaka ferdiyetini bulmuş, kişiliklerden müteşekkil cemaat olmak kaydıyla!..
Siyaset kurumu toplumun selameti için şarttır; ama siyasetin eski hastalığı olan şahsiyet öldürücü kimlikler kurmasına izin vermeden, değerlere dayalı bir toplum hayatından vaz geçmeden&#;
Milyonlarca insanın ortak hayatında sistemli uygulamalardan vaz geçilemez; ancak her ferdinde o sistemlerdeki ruha intibak şartıyla, o şuurun faydalarını idrak ettiren bir insan esaslı eğitimden vaz geçmeden.
İnsan haklarından vaz geçilemez; fakat önce &#;insan olma değerleriyle bütünleşmiş bir yapı&#;yı kurma lüzumunu yerine getirerek!
Demokrasi, insan iradesini takdis ediyor ve ideal haliyle çok değerli; şayet başkalarının tercihleriyle birlikte olabilme terbiyesi, saygılı bir irade ve sabır eğitiminden sonra&#;
Hukuk bir toplumun bir arada yaşama imkanını diri tutar; lâkin hukukçuda Hakk duygusu teşekkül etmiş ise!..
Ehl-i Tevhid olmak insanın tek huzur kaynağıdır; ama eğer emanet ehline verilmiyor, liyakat baş üzerinde taşınmıyorsa orada küfür düzeni hakim demektir&#;
&#;
Sabır rızaya dönüşmeden Tevhid zuhur etmez; ancak sabrında rızayı bulmuş kimselerin hukukuna saygı ve öncelikle onların değerlerini tebcil etmeden topluma bu yüce değeri anlatacak kimse bulamazsınız!
O zaman da, &#;hakım derken b&#;m diyen&#; bir vahşetle, hep beraber terbiye olursunuz&#;
Bazen hayrın yolu şerden de geçermiş, bize hayır ummak yaraşır!

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır