SİS
Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,
beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan
ağırlığının altında her şey silinmiş gibi,
bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü;
tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar
onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar!
Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık;
lâyık bu örtünüş sana, ey zulümlér sâhası!
Ey zulümler sâhası Evet, ey parlak alan,
ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha!
Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan,
Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kıralıçesi!
Ey kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden
sefahate susamış bağrında yaşatan.
Ey Marmara’nın mavi kucaklayışı içinde
sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın.
Ey köhne Bizans, ey koca büyüleyici bunak,
ey bin kocadan artakalan dul kız;
güzelliğindeki tâzelik büyüsü henüz besbelli,
sana bakan gözler hâlâ üstüne titriyor.
Dışarıdan, uzaktan açılan gözlere, süzgün
iki lâcivert gözünle nekadar canayakın görünüyorsun!
Canayakın, hem de en kirli kadınlar gibi;
içerinde coşan ağıtların hiç birine aldırış etmeden.
Sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken,
lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi!
Zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır,
İçerinde temiz bir zerre aslâ bulamazsın.
Hep riyânın çirkefi; hasedin, kârgüdmenin çirkeflikleri;
Yalnız işte bu Ve sanki hep bunlarla yükselinecek.
Milyonla barındırdığın insan kılıklarından
Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar?
Örtün, evet ey felâket sahnesi Örtün artık ey şehir;
örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahbesi!
Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
Kaatil kuleler, kal’ali ve zindanlı saraylar.
Ey hâtıraların kurşun kaplı kümbetlerini andıran, câmîler;
ey bağlanmış birer dev gibi duran mağrur sütunlar ki,
geçmişleri geleceklere anlatmıya memurdur;
ey dişleri düşmüş, sırıtan sur kafilesi.
Ey kubbeler, ey şanlı dilek evleri;
ey doğruluğun sözlerini taşıyan minâreler.
Ey basık tavanlı medreseler, mahkemecikler;
ey servilerin kara gölgelerinde birer yer
edinen nice bin sabırlı dilenci gürûhu;
“Geçmişlere Rahmet! ” diye yazılı kabir taşları.
Ey türbeler, ey herbiri velvele koparan bir hâtıra
canlandırdığı halde sessiz ve sadâsız yatan dedeler!
Ey tozla çamurun çarpıştığı eski sokaklar;
ey her açılan gediği bir vak’a sayıklıyan
vîrâneler, ey azılıların uykuya girdikleri yer.
Ey kapkara damlariyle ayağa kalkmış birer mâtemi
sembole eden harap ve sessiz evler;
ey herbiri bir leyleğe yahut bir çaylağa yuva olan
kederli ocaklar ki, bütün acılıklariyle somutmuş,
ve yıllardır tütmek ne çoktan unutulmuş!
Ey mîdelerin zorlaması zehirinden ötürü
her aşâlığı yiyip yutan köhne ağızlar!
Ey tabi’atin gürlükleri ve nimetleriyle dolu
bir hayata sâhip iken, aç, işsiz ve verimsiz kalıp
her nâmeti, bütün gürlükleri, hep kurtuluş sebeplerini
gökten dilenen tevekkül zilleti ki.. sahtadir!
Ey köpek havlamaları, ey konuşma şerefiyle yükselmiş
olan insanda şu nankörlüğe lânet yağdıran feryât!
Ey faydasız ağlayışlar, ey zehirli gülüşler;
ey eksinlik ve kaderin açık ifadesi, nefretli bakışlar!
Ey ancak masalların tanıdığı bir hâtıra: Nâmus;
ey adamı ikbâl kıblesine götüren yol: Ayak öpme yolu.
Ey silahlı korku ki, öksüz ve dulların ağzındaki
her tâlih şikayeti yapageldiğin yıkımlardan ötürüdür!
Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için
yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı!
Ey tutulmıyan vaitler, ey sonsuz muhakkak yalan,
ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”!
Ey en şiddetlikuşkularla duygusu kö¨rleşerek
vicdanlara uzatılan gizli kulaklar;
ey işitilmek korkusuyle kilitlenmiş ağızlar.
Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret!
Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm;
ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre!
Ey korku ağırlığından iki büklüm gemeye alışmış
zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet!
Ey eğilmiş esir baş, ki ak-pak, fakat iğrenç;
ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç!
Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı-koca;
ey kimsesiz; âvâre çocuklar Hele sizler,
hele sizler
Örtün, evet, ey felâket sahnesi Örtün artık ey şehir;
Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!
Tevfik Fikret
PROMETE
Kalbinde her dakika şu ulvi tahassürün
minkar-ı âteşinini duy, dâima düşün:
Onlar niçin semâda, niçin ben çukurdayım?
Gülsün neden cihan bana, ben yalnız ağlayım? ..
Yükselmek âsümâna ve gülmek, ne tatlı şey! ..
Bir gün şu hastalıklı vatan canlanırsa Ey
müştâk-ı feyz u nûr olan âti-i milletin
meçhul elektrikçisi, aktâr-ı fikretin
yüklen getir ne varsa biraz meskenet fiken,
bir parça rûhu, benliği, idrâki besleyen
esmâr-ı bünye-hıyzini; boş durmasın elin.
Gör dâimâ önünde esâtir-i evvelin
gökten dehâ-yi narı çalan kahramâanını
Varsın bulunmasın bilecek nâm ü şânını! ..
Tevfik Fikret
BİR LAHZA-I TAAHHUR
Bir darbe… bir duman… ve bütün bir gürûh-i sûr.
Bir ma şer-i vazî-i temâşâ, haşin, okur
Tırnaklariyle bir yed-i kahrın, didik didik,
Yükseldi gavr-i cevve bacak, kelle, kan, kemik…
Ey darbe-i mübeccele, ey dûd-i müntakim
Kimsin? Nesin?. Bu savlete sâik, sebeb ne kim?
Arkanda bin nigâh-ı tecessüs ve sen nihân,
Bir dest-i gaybı andırıyorsun, rehsen â-feşân.
Mâlik sesin o servet-i ra’dîn-i gayza ki
Her yerde hiss-i hakk ü halâsın muharriki
Sadmenle pâ-yi kaahiri titrer tegallübün,
En gırre tâc-i haşmeti sarsar tekarrübün.
Silkip ukub-i ribka-i a’sân, en çetin
Bir uykudan uyandırır akvânu dehşetin
Ey şanlı avcı, dâmını beyhude kurmadın!
Attın… fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın!
Dursaydı bir dakikacağız devrî bî-sükûn,
Yâhud o durmasaydı, o iklil-i ser-nikûn.
Kanlarla bir cinâyete pek benziyen bu iş
Bir hayr olurdu, misli asırlarca geçmemiş.
Lâkin tesadüf., âh, o kaviler münâdimi,
Acizlerin, zavallıların hasm-ı dâimi.
Birden yetişti mahva bü tedbir-i hârikı.
Söndürdü bir nefeste bu ümmîd-i bârikı;
Nakş etti bir tehekküm için baht-i bî-şuûr
Târih-i zulme bir yeni dibâce-i gurûr.
Kurtuldu; haklıdır, alacak şimdi intikam;
Lâkin unutmasın şunu târih-i sifle-kâm;
Bir kavmi çiğnemekle bugün eğlenen denî
Bir lâhza-i teahhura medyun bu keyfini!
Tevfik Fikret
HAN-I YAĞMA
Bu sofracık, efendiler ki iltikaama muntazır
Huzurunuzda titriyor bu milletin hayatıdır;
Bu milletin ki mustarip, bu milletin ki muhtazır!
Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Efendiler pek açsınız, bu çehrenizde bellidir
Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir?
Bu nadi-i niam, bakın kudumunuzla müftehir!
Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say
Haseb, neseb, şeref, oyun, düğün, konak, saray,
Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay;
Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı yok zarar
Gurur-ı ihtişamı var, sürur-ı intikaamı var.
Bu sofra iltifatınızdan işte ab u tab umar.
Sizin bu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malını
Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini
Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i balini.
Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak!
Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak!
Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak,
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Tevfik Fikret
ELHAN-I ŞİTA
Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş;
Eşini gaib eyleyen bir kuş
gibi kar
Geçen eyyâm-ı nevbahârı arar
Ey kulûbün sürûd-i şeydâsı,
Ey kebûterlerin neşîdeleri,
O bahârın bu işte ferdâsı:
Kapladı bir derin sükûta yeri
karlar
Ki hamûşâne dem-be-dem ağlar!
Ey uçarken düşüp ölen kelebek,
Bir beyâz rîşe-i cenâh-ı melek
gibi kar
Seni solgun hadîkalarda arar;
Sen açarken çiçekler üstünde
Ufacık bir çiçekli yelpâze,
Nâşın üstünde şimdi ey mürde
Başladı parça parça pervâze
karlar
Ki semâdan düşer düşer ağlar!
Uçtunuz gittiniz siz ey kuşlar;
Küçücük, ser-sefîd baykuşlar
gibi kar
Sizi dallarda, lânelerde arar.
Gittiniz, gittiniz siz ey mürgân,
Şimdi boş kaldı serteser yuvalar;
Yuvalarda -yetîm-i bî-efgan!
Son kalan mâi tüyleri kovalar
karlar
Ki havâda uçar uçar ağlar!
Destinde ey semâ-yı şitâ tûde tûdedir
Berg-i semen, cenâh-ı kebûter, sehâb-ı ter
Dök ey semâ -revân-ı tabiat gunûdedir-
Hâk-i siyâhın üstüne sâfî şükûfeler!
Her şâhsâr şimdi -ne yaprak, ne bir çiçek!
Bir tûde-i zılâl ü siyeh-reng ü nâ-ümîd
Ey dest-i âsmân-ı şitâ, durma, durma, çek.
Her şâhsârın üstüne bir sütre-i sefîd!
Göklerden emeller gibi rîzân oluyor kar,
Her sûda hayâlim gibi pûyân oluyor kar.
Bir bâd-ı hamûşun per-i sâfında uyuklar
Tarzında durur bir aralık sonra uçarlar.
Soldan sağa, sağdan sola lerzân ü girîzan,
Gâh uçmada tüyler gibi, gâh olmada rîzân,
Karlar.. bütün elhânı mezâmir-i sükûtun,
Karlar.. bütün ezhârı riyâz-ı melekûtun
Dök hâk-i siyâh üstüne, ey dest-i semâ dök,
Ey dest-i semâ, dest-i kerem, dest-i şitâ dök:
Ezhâr-ı bahârın yerine berf-i sefîdi;
Elhân-ı tuyûrun yerine samt-ı ümîdi!
Cenap Şahabettin
YAKAZAT-I LEYLİYYE
Gel bu akşam da ser-be-ser güzelim,
İhtizâzât-ı leyli dinleyelim:
Tâ uzaklarda işte bir piyano,
Tâze parmakların temâsıyle
Ağlıyor bir hazân havâsıyle…
Dinle ey yârim işte ağlayan o
Gecenin ka’r-ı pür-sükûnunda
Zulmet-i ebkemin derûnunda…
Gâh onun ihtizâz-ı pestiyle
Mütevahhiş, hazin, rakîk ü nizâr
Dağılır cevve bir sürûd-ı hezâr.
Geh onun irtiâş-ı mestiyle
Dolaşır kâinât-ı nâimeyi
Bir umûmî şehîk-i tenhâyî…
Onu kim dest-i ra’şe-dârıyle
Çalıyor, perde perde inletiyor?
Onu kim böyle gamla söyletiyor?
Tellerin lâhn-ı inkisârıyle
Hangi metruke böyle eğleniyor?
Hangi mâtem bu sesle söyleniyor?…
Gâh olur ince, nâzenîn bir ses.
Leyl içinde sürüklenir, inler;
Onu zulmet sükût ile dinler.
Gâh olur bir figân-ı tîz-i heves;
Bütün â’sâb-ı kâinâtı gerer;
Kalb-i hâbîde-yî cihân titrer.
Sonra bir şübka-yi bükâ olarak
Düşer âguş-ı leyl-i târike,
Çalışır rûh-ı samtı tahrike…
Sonra tedricen alçalıp solarak
O kadar pest olur ki öksürerek
Zannedersin tebâh olup gidecek…
Sonra baygın, kesik, sükût eyler;
Mûsikî-yî sükûtu okşayacak
Bir enîn-i hafî kalır ancak…
Kim bilir, kim bilir neler söyler;
Bu süreksiz, hevesli zemzemeler,
Bu susup durma, sonra söylemeler,
Bu nevâzişli, nazlı, hoş nağamât,
Bu rekâket, bu lüknet-î elhân,
Bu tereddüdlü mûsikî-yi figân,
Bu yarım cümleler, yarım kelimât,
Belki leyl-i hamûşa yalvarıyor;
Belki bir tûf-ı tesliyet arıyor.
Gâh mestâne bir şetâretle
Bâd-ı pür-gûyu eyliyor taklîd;
Uçuyor cevve pür hayâl ü ümîd;
Gâh bir muğşiyâne hâletle
İnliyor muhtazır, zebûn ü harâb;
Oluyor can-be-leb tuyûra cevâb…
Tâ uzaklarda işte bir piyano:
Onu, bî-şübhe, bir kadın çalıyor;
Mûsikîden cevâb-ı ye’s alıyor.
Dinle ey ruhum işte ağlayan o…
Cenap Şahabettin
Merhaba arkadaşlar size bu yazımızda Türk Dili ve Edebiyatı Konuları hakkında bilgi vereceğiz. Yazımızı okuyarak bilgi sahibi olabilirsiniz. Servet-i Fünun Şiir sorusunun cevabı aşağıda sizleri bekliyor
» Türk edebiyatını kesin olarak modernleştiren Servet-i Fünun büyük bir hızla sonuç aldığı ilk edebi tür şiirdir.
» Topluluğun genelinin şair olması ve Tevfik Fikret’in güçlü bir şair olması şiir konusunda hızlı bir netice almayı sağlamıştır.
» Servet-i Fünuncular ilk zamanlarında divan edebiyatının nazım şekillerini kullandılar. Ancak toplu olarak hareket etmeye başladıkları zaman, bu şekilleri derhal terk etmişlerdir.
» Kullandıkları nazım şekillerini üç grupta toplayabiliriz:
** Fransız şiirinden aynen alınanlar. (sone gibi)
** Divan edebiyatından alınıp değiştirilenler. (Serbest müstezat)
** Ne divan şiirinde ne de Fransız şiirinde bulunmayıp kendi kendilerine icad ettikleri ve nazımda geniş bir kafiye kolaylığı sağlayanlar.
Böylece Türk şiiri yepyeni bir görüş kazanmış oldu.
» Şiirin konusu sınırsızlaşmıştır. Her şeyin şiire konu olabileceği kabul edildi. Ama sosyal ve siyasi konulardan uzak durmuşlardır. Şiirlerde aşk, tabiat ve aile hayatı başlıca temalardır.
» YY. Fransız şiirinin romantizminden sembolizmine kadar her merhalesini tanımışlardır. Böylece yeni bir duyuş, yeni bir zevk estetik getirmişlerdir. Beğendikleri birçok hayali de getirdiler.
» Bu anlayış da şiirde Arapça ve Farsça kelimelerin sayısını haddinden fazla çoğaltmıştır. Arapça ve Farsça kelimelerin artması ve «sanatkârane üslup» gayesi ile yapılan çabalar Servet-i Fünun şiirini ancak sınırlı bir aydın topluluğunun anlayabileceği duruma getirdi
» Teknik bakımdan başarıyı yakalamışlardır.
» Kafiyede ses benzeyişlerine fazla titizlik göstermedikleri için söyleyişte kolaylık sağlamışlardır.
» Fakat aruza bağlı kalmışlardır. Bu da teknik bir güçlüğü devam ettirmiştir. Aruzda başarılı olmuşlardır. Klasik aruz anlayışını değiştirmişlerdir.
» Servet-i Fünun şiirinde resim sanatından etkilenilmiştir.
» Sanat sanat içindir anlayışına uygun bireysel şiirler yazılmıştır.
» Sadece Tevfik Fikret bireysel şiirler yazdığı ilk döneminden sonra toplumcu şiirler yazmıştır.
Şiirlerde aşk ve doğa gibi bireysel konular işlenmiş, sıfatlara ve doğa tasvirlerine bolca yer verilmiştir.
» Tanzimat sanatçılarından olan R. M. Ekrem’in “Güzel olan her şey şiirin konusu olabilir.” anlayışıyla hareket edilmiştir.
» Kulak için kafiye anlayışı benimsenmiştir.
» Aruz Türkçeye uydurulmaya çalışılmıştır.
» Arapça ve Farsçadan, daha önce kullanılmamış sözcükleri kullanmayı bir hüner olarak görmüşlerdir.
» Divan edebiyatı ve Tanzimat edebiyatından farklı yeni imgeler (beyaz titreyiş, anılarımın gecesi vb.) kullanmışlardır.
» Süslü, sanatlı bir dil vardır.
Anlam bir mısrada değil diğer mısrada tamamlanmış, şiirin bütünlüğüne önem verilmiştir.
» Şiirde sembolizm ve parnasizmin etkisi vardır.
» Nazım nesre yaklaştırılmıştır, manzum hikâyeler yazılmıştır.
» Bu dönemde, mensur şiir örnekleri verilmeye başlanmıştır.
Servet-i Fünun Şairlerinden Bazıları
Tevfik Fikret()
» Kendi akımının ve Türk edebiyatının en önemli şairlerindendir.
» Aruz ölçüsünü Türkçeye başarıyla uygulamıştır.
» Fen, bilim, teknik onun kalemiyle şiirimize girmiştir.
» Parnasizm akımından etkilenmiştir.
» Şiiri düz yazıya yaklaştırmıştır.
» Şermin adlı eserinde hece ölçüsünü kullanmıştır.
» Servet-i Funundan sonra herhangi bir topluluğa katılmamış, bazı sosyal şiirler yazmıştır.
» Türk edebiyatında ilk defa İstanbulu eleştiren şair olmuştur.(Sis şiiri)
» Mehmet Akif ile atışmışlardır. Oğlu Amerikaya okumak için gider; ancak papaz olur.
Eserleri: Rubab-ı Şikeste, Halukun Defteri, Rubab-ın Cevabı, Tarih-i Kadim, Doksan Beşe Doğru, Şermin.
Cenap Şahabettin ()
» Sanat, sanat içindir görüşünü benimsemiştir.
» Halk arasında birçok dizesi atasözü gibi kullanılmaktadır.
» Dilini süslemiş, kelime oyunları bol, söz sanatları oldukça fazla kullanmıştır.
» Şaire göre şiir kelimelerle resim yapma işidir.
Eserleri: Hac Yolunda, Evrak-ı Eyyam, Tamat, Nesr-i Harp, Nesr-i Sulh, Afak-ı Irak Tiryaki Sözleri.
Süleyman Nazif ()
» Servetifünun topluluğuna katıldıktan sonra bireysel konuları işlemiştir.
» ’den sonra ise toplumsal konuları işlemiştir, “toplum için sanat” anlayışını benimsemiştir.
» İtilaf Devletleri tarafından İstanbul’un işgal edilmesi üzerine “Kara Bir Gün” adlı yazısının yayımlanmasından dolayı Malta’ya sürülmüştür.
» Daüssıla şiirinde milli duyguları ve ıstırapları anlatmıştır.
» Malta’da sürgündeyken yazdığı “vatan” konulu şiirleriyle ünlenmiştir.
» Şiirlerinde Namık Kemal’i örnek alan sanatçı, toplumcu bir anlayışa sahiptir.
» Eserlerinde vatan, millet, hürriyet konularını işlemiştir.
Eserleri
Şiir: Gizli Figanlar, Firak’ı Irak
Şiir-Nesir: Batarya ile Ateş, Malta Geceleri
Makale: Çal Çoban Çal, Malum-ı İlam, Tarihin Yılan Hikâyesi
Monografi: Namık Kemal, Mehmet Akif, Fuzuli
Sınıf Şiir Konu Anlatımı Tıklayınız
Sınıf Türk Dili ve Edebiyatı Konuları için Tıklayınız
Sınıfta Yer Alan Diğer Ders ve Konuları için Tıklayınız
Servetifünun Şiir, Servetifünun Şiir Konu Anlatımı
Ali Ekrem Bolayır, Servet-i Fünûn şiirinin kusurlarından bahseden "Şiirimiz" başlıklı yazısını dergiye gönderir. Tevfik Fikret yazıyı, bazı değişiklikler yaptıktan sonra yayımlar. Yazı tepkiyle karşılanır ve Ali Ekrem Bolayır da yazısının kısaltılmasından duyduğu rahatsızlıkla dergiden ayrılır. Halihazırda 'de Ali Ekrem'in Servet-i Fünûn'da yayımlanan Vasiyyet şiiri çok beğenilmiş ve Tevfik Fikret ile aralarında bir çekişme başlamıştı. Şiirimiz makalesi ile bu gerginlik büyüdü ve Ali Ekrem'in dergiden ayrılışını Ahmet Reşit Rey, Samipaşazade Sezai ve Menemenlizade Tahir Bey izledi. Tevfik Fikret de kısa bir süre sonra Ahmet İhsan Tokgöz ile aralarında çıkan bir tartışma sebebiyle dergiden ayrıldı ve yerine Hüseyin Cahit Yalçın geçti. Hüseyin Cahit Yalçın, 16 Ekim tarihli derginin sayısında Fransızcadan çevirdiği "Edebiyyat ve Hukuk" makalesini yayımladı. Makale, II. Abdülhamid tarafından sakıncalı bulundu ve dergi altı haftalık kapatma cezası aldı. 5 Aralık 'de tekrar yayın hayatına başlamış olsa da dergi, ilk hali olan fen dergisi kimliğine dönmüş, bünyesindeki tüm edebiyatçılar dağılmıştı.[5]
Servet-i Fünun Şiirinin Özellikleri