Stranger Things 2. Sezon: Arada Kalmışlığın Hikâyesi
Hopper ormanlık alanda dedesinden kalan evde yaşamaya başlamıştır. İşten eve dönerken kapı açılır ve Eleven bizi karşılar! Eleven ölmemiştir, Hopper tarafından koruma altına alınarak yaşadığı Mike dahil kimseye söylenmemiştir. Hopper ile Eleven arasında kahvaltı ederlerkenki sahnede geçen diyalog tüm dizinin nerede duracağına dair en önemli sinyali verir: “Hayatta kalmak için orta yolu bulmamız lazım. Orta yolu bulmak demek, arada olmak demek. Yarı mutlu olmak demek.” Upside Down’ın dünyaya hakim olma savaşında, başta Will olmak üzere aslında tüm karakterler kendi içlerindeki arada kalmışlığın savaşını veriyorlar. En büyük savaşı ise Will veriyor. İçine giren Demogorgon virüsü yüzünden her iki evrende de var olabilmektedir. Upside Down’ın tüm karanlığını içinde barındırırken gerçek dünyada hayatına devam etmek zorundadır. Ta ki bu virus tamamiyle Will’e hakim olana kadar. Bunun üstesinden gelebilmek ve Will’e yardım edebilmek için tüm karakterler üzerine düşeni yapar. Ancak bir gerçeği kabul etmeleri gerekir. Upside Down (Baş aşağı) ile başa çıkabilmeleri için öncelikle “aşağıda” olmak zorundadırlar. Arada kalarak hayatta kalmayı ancak böyle başaracaklardır.
Bu sezonda en çok beğendiğim nokta 1. sezona dair olayları flashbacklerle vererek izleyici yormayıp karakterlerin arasındaki diyaloglar üzerinden bilgileri hatırlatıyor olması. Eleven’ın hikayesini gerçekten 1. sezonu izlemiş olanlar biliyor, tekrar hatırlatmak için herhangi bir zahmete girilmiyor. Bu da sadık izleyicisini bu savaşın sıradan bir şahidi yapmak yerine takım arkadaşı olarak konumlandırıyor. Yine ilk sezonda olduğu gibi birçok metafora atıfta bulunan Stranger Things 2’de benim en çok gözüme çarpan Will’in odasındaki Jaws posteri ile Eleven’ın (Jane) annesinin evindeki odasında yer alan tavşan resmi. Jaws, suyun altından (bir nevi aşağıdan) gelen tehlikeye maruz kalanı işaret ederken, tavşan ile Alice Harikalar Diyarında’daki tavşan deliğinden diğer tarafa geçmeye göz kırpıyor. Bunun gibi birçok metafor eminim sizin de dikkatinizi çekmiştir. Tüm olaylar 8. bölüm itibariyle kopma seviyesine geldiğinde ise bu sezona hakim olan abartı karanlık yanına kanı da alıyor.
Kötülüklerden arınmış yeni bir dünya anca onu yok edip yeniden inşa etmekten geçer. Demogorgonların ateş ile yok olmalarının ardında yatan bu yol, kanların gösterilmekten çekinilmediği bir cehenneme dönüşür. Dizinin yaratıcıları, büyük patlama sonrası yeni bir hayatın varoluşuna atıfta bulunur mu onu size bırakıyorum ancak ateş olgusunun son üç bölümdeki yeri yadsınamaz bir gerçek. Will’in ızdırabının ateşle sona ermesi, tüm kasabanın altına yayılan ağların ateşle yok olması ve iki evren arasındaki kapının ateş rengindeki bir güç ile kapanması bunun için birer örnek niteliğinde.
Nancy ve Jonathan dışında tüm karakterlerin arasındaki bağı oldukça kuvvetli hissediyorsunuz. Hawkins laboratuarında Eleven’ın kaybolan kız kardeşi olarak karşımıza çıkan Kali, Eleven’ın güçlerini nasıl kullanması gerektiğini öğreten bir mentor olarak karşımıza çıkıyor. Bir an için dizinin Heroes’a döneceğinden korksam da korkum çok şükür ki boşa çıktı. Eleven, Upside Down ile olan gerçek savaşına geri dönüyor.
Mike, Lucas ve Dustin’in hafiften büyümüş ama hala naif ergenlikleri çok güzel yansıtılmış. Bir ergende gördüğümüz abartılı tepkiler, kızlarla olan ilişkileri tam olması gerektiği gibi. Asıl bu sezon en çok öne çıkan karakter ise kesinlikle Dustin! Gaten Matarazzo, adeta Dustin karakterini alıyor, dilediği gibi yoğuruyor ve doğrusuyla yanlışıyla önümüze tepside sunuyor. Arka planda gibi gözükse de kendini belli etmeyi hep başarıyor.
Dizinin son sekansında Hawkins okulundaki kış balosuna giden gençler ilk romantik deneyimlerini yaşarlar. Tam “e önümüzdeki sezonu neden bekleyeyim?” düşüncesi sizi alırken, okulun tam kadraj görüntüsü bir anda ters dönmeye başlıyor ve okulun Upside Down’daki görüntüsü ve gelecek sezona işaret edercesine fonda çalan Sting’in şarkısı ile başbaşa kalıyoruz: “I’ll be watching you…”