sürekli haksızlığa uğramak / Haksızlık düşüncesinin çocuk üzerindeki etkisi - Yazarlar - Deniz Adnan ÇOBAN | STAR

Sürekli Haksızlığa Uğramak

sürekli haksızlığa uğramak


Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Dünyada dost da, düşman da, Allah’ın yarattığı nimetleri yer, içer, kullanır, fakat bu saltanat ancak ölünceye kadar sürer. Hadis-i şerifte, (İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar) buyuruluyor. Nasıl ki sarhoş ayılıp aklı başına gelince, (Ben ne yaptım, neredeyim?) diye sorar, (Sen şunu söyledin, şuralara gittin) denince de hatırlayamayıp, (Ben öyle şeyler yapmadım, oralara gitmedim) der. İşte insan da ölüp kabre girince uyanacak, aklı başına gelecek, (Ben iyi şeyler yapmak istiyorum) diyecek, ama (Şimdiye kadar yapsaydın) denecek. (Ama ben sarhoştum) diyecek. (Kendin isteyerek sarhoş oldun) denecek.

En büyük sarhoşluk, dünyaya tapmaktır. Dünya malını sevmektir. Dünya, para, mevki muhabbeti içinde olan kişiler, ölürken sarhoşluktan ayılırlar, ama bu ayılmalarının hiçbir faydası olmaz. Bunun için, ölmeden önce uyanmak, âhirete yarayacak olanları sevmek gerekir.

Eden kendine eder. Herkesin her an, konuştuğu, yaptığı, baktığı her şey, omuzumuzdaki melekler tarafından kayda geçiriliyor, bir videoya alınıyor. Ancak Allahü teâlâ, tevbe istigfar eden sevgili kulları için, o yaptığı rezaletleri, günahları yok ediyor. Çünkü herkes hesap gününde, dünyada yaptıklarını bir film gibi görecek. Bazı kareler boş geçecek. Kul, (Bunlar niye boş?) diye soracak. Melekler, (Cenab-ı Hak, bunu herkesten gizlediği gibi, mahcup olmayasın, utanmayasın diye senden de gizledi, o günahları sildi) diyecekler. Dünyada kim kimin günahını görmemişse, silmişse, unutup o hataları hatırlamazsa, âhirette de Cenab-ı Hak, onun günahlarını silecek, hiç kimseye göstermeyecektir.

Hazret-i Lokman Hakim oğluna vasiyet eder, (Oğlum, şu iki şeyi; yaptığın iyilikleri ve sana yapılan kötülükleri unut!) buyurur. İyiliği her anlatışta, biraz daha sevabı azalır. Haksızlığa uğramak ve buna sabretmek büyük sevabdır. Ama bunu intikam alırcasına, tekrar tekrar gündeme getirirsek, bu kadar sevab yazılmışken, her bahsettiğimizde sevabı biraz daha azalır.

Hazret-i Lokman sözüne devam eder, (Oğlum, şu iki şeyi; Allahü teâlâyı ve ölümü ise asla unutma!) buyurur.Cenab-ı Hak, kullarını ibadet etmeleri için yaratmıştır. İbadetten maksat da, Onu unutmamaktır. Yerken, içerken, gezerken, namaz kılarken hep Allahü teâlâyı hatırlamaya çalışmalı. Ölümü, yatınca yastığın altında, kalkınca burnumuzun ucunda bilmeliyiz.

İşyerinde Uğranılan Her Haksızlık Mobbing Sayılır Mı?

İş hayatı her zaman profesyonel çerçeve içerisinde sürdürülemeyebilir. İşyerinde, gerek çalışanların birbirleri arasında gerekse çalışan ve işverenleri arasında gerginlik çıkabilir. Bu gerginliklerin devam etmesi halinde ise işyerinde huzursuzluk artmakta, bu durumdan rahatsız olan çalışan ise daha fazla dayanamayarak istifaya yönelmektedir. Bu noktada, çalışanların hiçbir hak talep etmeden istifa etmek yerine mobbing (psikolojik taciz) nedeniyle tazminat talep etme hakkının saklı olduğunu belirtmek gerekir.

Mobbing yani psikolojik taciz, Yargıtay kararlarında[1]“…işçilerin birbirine sistematik olarak düşmanlık beslemesi, kasten güçlük çıkarması, eziyet etmesi veya bu eylemlerin işçinin başta işveren olmak üzere amirleri tarafından gerçekleştirilmesi olarak tanımlanmıştır. (BAG, 15.01.1997, NZA. 1997) Görüleceği üzere işçi bir taraftan diğer işçiye, diğer taraftan işverene karşı korunmaktadır. İşçinin anlattığı mobbing teşkil eden olayların tutarlık teşkil etmesi, kuvvetli bir emarenin bulunması gerekmektedir. Kişilik hakları ve sağlığın ağır saldırıya uğraması mobbingin varlığının tartışmasız kabulünü doğurur…” olarak tanımlanmaktadır.

Başka bir Yargıtay kararında ise[2]“…Mobbingin varlığı için kişilik haklarının ağır şekilde ihlaline gerek olmadığı, kişilik haklarına yönelik haksızlığın yeterli olduğu, ayrıca mobbing iddialarında şüpheden uzak kesin deliller aranmayacağı; davacı işçinin, kendisine işyerinde mobbing uygulandığına dair kuşku uyandıracak olguları ileri sürmesinin yeterli olduğu, işyerinde mobbingin varlığını gösteren olguların mahkemeye sunulması halinde, işyerinde mobbingin gerçekleşmediğini ispat külfetinin davalıya düştüğü; tanık beyanları, sağlık raporları, bilirkişi raporu, kamera kayıtları ve diğer tüm deliller değerlendirildiğinde mobbing iddiasının yeterli delillerle ispat edildiği gözetilmeden yazılı şekilde karar verilmesi hatalı olup bozmayı gerektirmiştir…” denilmiştir.

Mobbing ile bir diğer kararda[3] ise “…Somut uyuşmazlıkta davacının idari yargıya başvurarak yargı kararı sonrasında atandığı şeflik kadrosunda görev yaptığı süre boyunca görev ünvanına uygun işler yerine daha alt düzeyde işlerde çalıştırıldığı sabittir.Yaklaşık 5 yıl süren bu durum bir yönüyle işçiye karşı mobbing uygulamasıdır.Ancak bu uygulamanın dil,ırk,cinsiyet,siyasal düşünce,felsefi inanç ,din ve mezhep ve benzeri nedenlere dayandığı iddia ve ispat olunmadığından somut olay bakımından 4857 Sayılı İş Kanunu’nun 5.maddesinde gösterilen ayrımcılık tazminatının şartları bulunmamaktadır. Lakin; yukarıda açıklandığı üzere davacıya davalı işveren tarafından mobbing uygulandığı sabit olmakla makul oranda bir manevi tazminata hükmedilmesi gerekir. Manevi tazminat fazla olup, oluşa uygun olarak daha az bir tutarda belirlenmelidir…” denilerek, pozisyonundan daha kıdemsiz işlerde çalıştırılmanın ve bunun 5 yıl boyunca devam etmesinin mobbing olarak kabul edilmesi gerektiği belirtilmiştir.

Mobbing unsurlarının en kapsamlı şekilde izah edildiği kararlardan biri de[4] Yargıtay 22. Hukuk Dairesi’nin 2016/24622 E. sayılı kararıdır. Bu kararda “…Aynı ortamda bulunan veya aynı organizasyona bağlı olan bir veya birden fazla kimsenin, bir kişiye belli bir amaçla, sistematik bir şekilde, yılgınlık, korku, tedirginlik, endişe, bunalım, bıkkınlık, sıkıntı veya kaygı oluşturacak söz, tutum veya davranışlarla psikolojik ve duygusal baskı kurarak onu belli şekilde davranmaya ya da davranmamaya, ortak alandan uzaklaştırmaya, güçsüzleştirmeye, değersizleştirmeye, aşağılamaya, küçük düşürmeye veya pasifize etmeye yönelik çabalarına mobbing denilir.

İşyerinde mobbing, belirli kişi ya da kişilerin zarar verici söz, tutum ve davranışlarına maruz kalınmasıyla başlayan yıldırma, yıpratma, sindirme, bıktırma ve belli şekilde davranmaya mecbur bırakma sürecini içermektedir. Bu sürecin başından sonuna kadar hedef alınan kişi veya kişilere sistemli bir şekilde psikolojik, duygusal ve sosyal saldırı gerçekleştirilmektedir. Hedef alınan kişinin şeref, kişilik, karakter, inanç, değer, yetenek, tecrübe, düşünce, tercih, yaşam biçimi ve kültür gibi yönlerine topluca bir saldırı söz konusudur. Bu saldırı, dedikodu ve söylenti çıkarma, iftira atma, çalışanlar önünde küçük düşürme, hafife alma, karalama, kötüleme ve yok sayma gibi kişiyi zihinsel, ruhsal, fiziksel ve bedensel olarak etkileyebilecek eylemlerle yapılmaktadır.

Uluslararası Çalışma Örgütü’ne göre mobbing, “bir veya bir grup işçiyi sabote etmek için yapılan, zalimce, kötü niyetli, intikamcı, aşağılayıcı ve eleştirici tavırlarla kendini gösteren davranış biçimi” şeklinde tanımlanmaktadır.

Mobbingi; stres, tükenmişlik sendromu, işyeri kabalığı, iş tatminsizliği ya da doyumsuzluğu gibi olgulardan ayıran husus, belli kişinin belli bir amaca yönelik olarak hedef alınması, yapılan haksızlığın sürekli, sistematik ve sık oluşudur.

Süreklilik göstermeyen, belli aralıklarla sık sık tekrarlanmayan, haksız, kaba, nezaketsiz veya etik dışı davranış mobbing olarak nitelendirilemez.” denilerek hem mobbing tanımı kapsamlı şekilde açıklanmış; hem de nelerin mobbing kapsamına girmeyeceği açıkça belirtilmiştir.

Anılan kararlar ışığında, işyerinde yaşanan her haksızlığı -bu durum birden fazla yaşanmış olsa bile- mobbing olarak nitelendirmek güçtür. İşyerinde çalışanlar arasında veya çalışanlarla işverenleri arasında yaşanan haksızlıkların sürekli, belli bir amaç kapsamında, karşısındakini yok sayıp küçük düşürme, kişilik haklarını hiçe sayarak pasifize etme gayretiyle gerçekleşmesi halinde mobbing olduğu söylenebilir. Görüldüğü üzere, işyerinde yaşanan gerginlik ve haksızlıkları mobbing olarak tanımlamak zor olup buna dayanarak talepte bulunacak çalışanların olayları ve delilleri ciddi bir değerlendirmeden geçirmesi gerekmektedir.

Profesyonel destek almak isterseniz iletişim sayfamızdan bize ulaşabilirsiniz.

[1] Yargıtay 9. Hukuk Dairesi 2016/12989 E., 2020/2304 K. 17.02.2020

[2] Yargıtay 22. Hukuk Dairesi 2020/230 E., 2020/1601 K. 04.02.2020

[3] Yargıtay 9. Hukuk Dairesi 2016/9885 E., 2019/17630 K. 08.10.2019

[4] Yargıtay 22. Hukuk Dairesi’nin 2016/24622 E., 2019/23339 K. 12.12.2019

Tuğçe Isıyel’in Gazete Duvar için röportajı (Nisan 2019)

Prof. Yazgan: Adaletsizlik en çok temel güven duygusunu sarsıyor. Haksızlık hissini doğuruyor. Haksızlık algısıyla birlikte genellikle gelen duygu öfke. Öfke de genellikle savunma niteliğinde olan saldırgan dürtüleri tetikliyor. Çünkü saldırıya uğramışlık duygusunu veren, sınırlarınızın aşıldığı, elinizdekinin alındığı bir durum yaratıyor. Bu nedenle toksik etkileri olan bir stres.

Yankı Yazgan, bireysel ve toplumsal sorunlara sunduğu çok yönlü bakış açısıyla ve üretkenliğiyle zihinlerimizi sürekli harekete geçiren biri. Bu zihinsel hareket, birileri ve bir şeyleri damgalamanın, genellemenin, dışlamanın çok ötesinde bir yerde umutla, değişebilirliğe olan inançla buluşuyor sayesinde.

Kendisiyle YSK’nın seçim sonuçlarını iptal ettiği o çok stresli akşamın ertesinde adaletsizliğe, stresin işlevi ve işlevsizliğine, can sıkıntısına, çocukluk/ergenlik hallerine, ebeveynlerin çocuk yetiştirmede üstlendiği rollere, bireysel ve toplumsal kriz çözme biçimlerimize dair bir söyleşi gerçekleştirdik.

 ‘TOKSİK STRES OPTİMAL HALE DÖNÜŞEMEZ’

YSK’nın seçim sonuçlarını iptal ettiği gece attığınız tweet’i gördüm. Şöyle yazmıştınız: “Adaletsizlik doğurduğu duygularla toksik stres etkisi yapar. Toksik stres ruh sağlığımızı bozarak güven ve umudu aşındırabilir.” Nedir toksik stres?

Stres belli düzeylerde olduğunda insanı geliştirici etkisi olan, vücudun dışarıdan gelen etkenlere karşı verdiği bir reaksiyon. Stres yaratan durumlar bizi zorlayabilir, ancak çoğu her zaman zarar vermez; optimal düzeyde olduğunda geliştirici etkileri de olabilir. Ama insanda, stres yaratan olayların frekansı, sıklığı, kişinin niteliklerini ve o andaki yük kaldırabilirliğini aşan boyutta olduğunda ve stresin kaynağı olan durum geleceğinizi tehdit eden, fiziksel veya ruhsal varlığınızı zora sokan bir stres ise toksik strestir. Fakat otobüsü kaçırmak strestir ama toksik değildir. Ya da eşinizle o gün tartışmalı bir şekilde güne başlamak strestir ama toksik değildir. Her güne o şekilde başlarsanız, stres toksikleşir. Yararlı, optimal hale dönüştürülemez.

Peki ya adaletsizliğe maruz kalmak?

Adaletsizlik de en çok temel güven duygusunu sarsıyor. Haksızlık hissini doğuruyor. Haksızlık algısıyla birlikte genellikle gelen duygu öfke. Öfke de genellikle savunma niteliğinde olan saldırgan dürtüleri tetikliyor. Çünkü saldırıya uğramışlık duygusunu veren, sınırlarınızın aşıldığı, elinizdekinin alındığı bir durum yaratıyor. Bu nedenle toksik etkileri olan bir stres. Böyle şeyler sadece bir kez değil, devamlı, peş peşe oluyorsa birikiyor. Kümülatif stres, stresin tekrarlanarak birikmesiyle oluşan bir kavram. Toksik ve kümülatif stres birbirinin alternatifi değil. Kişisel hayattan örnek verirsek boşanma, hastalık, sevdiğimizin ölümü her biri yüksek düzeyde birer stres; ama bu stresler her zaman toksik olmayabilir. Ama, aynı kişinin hayatında bu tek tek toksik olmayabilecek streslerin üçü birden dar bir zaman diliminde olursa kümülatif stres oluşuyor. Bunun önemi şu: organizmamız, biyolojik ve psikolojik varlığımız, küçük ya da büyük stresle karşılaştığında zaten belli bir düzeyde savunma pozisyonuna geçiyor. Savunma pozisyonu başta biyolojik olarak bir mücadeleye hazır olma için gereken hormonal değişiklikleri harekete geçiriyor, kortizol başta olmak üzere.

 ‘DEVLETE GÜVENME İHTİYACIMIZ VAR’

Kortizolün nasıl bir rolü var burada?

Stresle ilgili çalışmalarda en çok kortizol düzeyi kritik. Sabah saatlerindeki kortizol düzeyi, uyuyup uyandıktan sonra nasıl kalktığımız stres düzeyini yansıtmak açısından önemli. Nitekim mesela ağır depresyon, sabah çok kötü bir duygu durumu ile karakterizedir. İntiharların büyük bölümü sabaha karşı gerçekleşir. Gecenin nasıl sabaha vardığı, sabah nasıl kalktığınızı etkileyen bir şey. Özetle, kortizol düzeyi yüksekliği strese maruz kaldığımızın bir göstergesidir. Stres sürekli olduğunda, tekrarlayıcı olduğunda, “kümülatif” birikici tipte stres olduğunda, bu “küçük” streslerin birikimi sonucu toksikleştiğinde veya tek ve travmatik niteliği yüksek bir stres unsuru toksik bir etki gösterdiğinde, vücutta oluşan hormonal aşırılıkların, başta kortizol düzeyine bağlı olmak üzere, bilhassa beyin dokusunda bellekle ilgili sistemleri tahrip edici etkisi olmakta. Bellek, bireyin dünyayla ilişkisini, dünyayı kavrayışını, dünyasını belirleyici bir rolde. Çünkü biz devamlı hayatla ilgili bir hikâye, dünyamızla ilgili senaryolar yazıyoruz, başkalarıyla ilgili senaryolarımız da var. Zihnimiz yazıyor bunu, varlığımıza bir anlam kazandırmak amacıyla. İşler ters gidince, toksik stresin karmakarışıklaştırdığı belleğimiz, dünyayla ilişkimizi çarpıtmaya başlıyor. Anılarımıza dayanarak oluşturacağımız hedefleri, bir bakıma yaşama amacımızı ya da amaç oluşturabilme kapasitemizi kaybedebiliyoruz. Klinik bir depresyonda olmasanız bile, toksikleşen veya kümülatif stresi yaşam amacını kaybetme, umutsuzluk, güvensizlik şeklinde yaşayabiliyorsunuz. Bunun en belirgin örneklerini ihmale ve şiddete uğramış çocuklarda, yoksullarda, yerinden yurdundan olmuş, savaşa yakalanmış, başına felaketler gelmiş insanların hayatlarında görüyoruz. Örneğin, kamu kurumlarına ve devlete güvenme ihtiyacımız var; onlar bizim hem psikolojik-fiziksel güvenliğimizi sağlamak hem de kendi içinde tutarlı, öngörülebilir bir düzende yaşama ihtiyacımızı karşılamayla sorumlular. O nedenle kamu kurumları, devlet kurumlarının yaptığı adaletsizlikler, tıpkı anne babamızın yaptığı adaletsizlikler gibi, varoluşumuza ilişkin kaygılarımızı arttırıyor, sahipsizlik duygumuzu, hayatın karmaşıklığı karşısındaki çaresizlik duygumuzu çoğaltıyor, öfke, saldırganlık peş peşe geliyor.

Çocuklar buna dayanmak için ne yapıyorlar?

Böyle durumlar aileler içinde olduğunda anne-baba ile ilişkilerinde kendilerini ihmal edilmiş, adaletsizliğe uğramış hisseden çocuklar, dayanabilmek için kardeşleriyle, arkadaşlarıyla ilişkilerine tutunabiliyor. Dayanışma orada bir araç oluyor. Tabii, bu kaynakları yaratamayan, kullanamayan çocukların çoğunun suç, toplum dışılık gibi yönlere sürüklenmeleri yüksek olasılık.

Aslında bütünleştirici bir şeye dönüşüyor.

Evet, sizi koruması, kollaması, esirgemesi gerekenlerin yaptığı adaletsizliğin toksik etkilerine dayanabilmek için başka dayanaklar, kaynaklar buluyorsunuz. Kendiniz gibi olan insanlara, size saygı gösteren değer veren insanlara tutunuyorsunuz. Bu bazen adalet vaatleriyle kandırılmanıza, ayartılmanıza da imkan verebilir. Toplumsal adaletsizlik ya da ailenizdekinin negatif, toksik stres etkilerinden bir şekilde korunuyorsunuz. Kurtulamazsınız, ama korunabilirsiniz. Toplumda da insanlar arasındaki dayanışma, birbiriyle konuşma, paylaşmanın bile bu tür stres etkilerini nötralize ettiğini görüyoruz. Bunun klinik düzeydeki karşılığı psikoterapi, psikolojik destektir. Safları sık(ı)laştırmak derken kastedilen de, insan ilişkilerini sıkılaştırmak, başkalarının hayatımızdaki yerini, bizim başkalarının hayatındaki yerimizi anlamak, tanımlamak, güçlendirmektir.

Bu iyi bir tablo. Peki işlerin böyle gitmediği zamanlarda, dayanılaşılamadığında, ailenin buna bile izin vermediği durumlarda neler oluyor? Mesela iktidarı ebeveyn gibi düşünürsek yaşanan krizlerle bölmeye yönelik bir baş etme yöntemi kullandıklarını görüyoruz.

Varlığını sürdürmek için mutsuz ailelerin çocuklarla ilgili kullandığı yöntemlerden birisi adaletsiz yaklaşımlar, keyfi tutumlar. Bazen anne-babalar, kendi rahatını gözeten bakış açılarıyla çocuklarda ikilik yaratmakta, çocukların çatışmasıyla aileye bir varlık sebebi oluşturmakta. Ama, bu durumlarda ailelerin en azından böyle bir amaç gütmeksizin, davrandıklarını biliyoruz. Anne babaların bilinçdışı mekanizmalarla o rollere sürüklendiklerini, kendi çocukluklarının getirdiği zorlanmalarının sonucunda böylesi durumların yaşanabildiğini görüyoruz. Kendi geçmişlerinde yaşadıkları dramalar, çocuklarının dramasına dönüşüyor. Halbuki bunu kamu görevlisi, yönetici, politikacı her ne şekilde toplumu yönetme sorumluluğunda olanlar, bunu bilerek ve isteyerek, bir varlık sürdürme aracı olarak kullanarak yapıyorlar. Aile içindeki durum dramatik, diğeri ise bir adaletsizlik, ciddi bir yanlış. Aradaki fark o.

‘AİLELER ÇOCUĞUN GERÇEĞİNE DAYALI PROJE YAPMALI’

Narsistik ebeveynlerde çocuklarını bir proje olarak ele alma eğilimi çok yüksek ve mesela o çocukların başarısız olma hakları yok. Çünkü çocukların başarısızlıkları ebeveynin kendi başarısızlığı gibi algılanıyor veya ebeveynler kendi yapamadıklarını çocukları üzerinden telafi etmeye çalışıyorlar. Bu çağın ebeveyn modeli fazla çocuk merkezli gibi geliyor bana. Aileyi büyük ölçüde çocuk yönetiyor. Bununla paralel olarak da çocuk/gençlerde yoğun bir can sıkıntısı, anlamsızlık hali gözlemliyorum. Siz ne düşünürsünüz?

Doğru. Tabii bu konularda çok sayıda parametre var. Ama biz en kontrol edilebilir olan veya en maniple edilebilir olana odaklanmalıyız ki çocukların/gençlerin hayatında hiç olmazsa bir etki yaratalım, onların gelişiminin önündeki birkaç engel varsa onları kaldıralım. O nedenle toplumsal koşullar, dünya, dijitalleşme, teknoloji, şu bu gibi değişkenlerin içinde olduğu sosyal ve ekonomik bağlamı anlamak gerek. Mesela anneler babalar yaşam standartlarını sürdürmek için çok çalışıyorlar. Çalışılan iş saati geçmiş yıllara göre aslında çok daha fazla artmış vaziyette, geçmişe göre daha çok kazanıyorlar ama bunun maliyeti de çok yüksek.

Suçluluk maliyeti yüksek.

Evet. Anne-babaların yapmadıkları, kaçırdıkları birçok şey var aslında, geçmiştekileri telafi edelim derken. Burada yeni ve sahici bir proje de yok, çocuklarla ilgili. Aslında kendilerinin başladıkları ama tamamlayamadıklarını düşündükleri, başka şekilde tamamlansın istedikleri projelerinden söz edebiliriz. Buradaki sıkıntı, “proje” yaklaşımı iyidir kötüdür değil, projenin kendi kafamızdakini çocuğumuzun yaşamına, o yaşamın gerçeklerini gözardı ederek dayatma şeklinde yapılması. Oradaki gerçekliğe göre değil, kendi kafamızdaki gerçekliğe çocukları uydurmaya çalıştığımızda genellikle hayal kırıklığı oluyor. O yüzden değerli olanın, önemli olanın ne olduğu konusunu çocuğun gerçekliğiyle beraber düşünmek gerekiyor. Çocuğun gerçekliğinde, benim kafamda önemli olana yer var mı?

Bence aileler çocuklarıyla ilgili proje yapsınlar, ama çocuğun gerçeğine dayalı bir proje yapsınlar. Projenin ilk adımı nedir, çocuğun ihtiyaçlarının değerlendirilmesi. “Bu çocuğun ne ihtiyacı var?”ı düşünmeksizin, “Ben onun neye ihtiyacı olduğunu biliyorum” üzerinden gidildiğinde, doğru ve iyi bir yere varmak mümkün değil.

Yani çocuğu özne olarak konumlandırmak gerek, projenin nesnesi olarak değil.

Çok güzel. Onu anlamak, onunla birlikte çalışmak, onun kendini geliştirme sürecinde onunla beraber olmak. Tabii ki, çocuklar kendileriyle ilgili, yaşamışlıkları daha az olduğu için ve toplumsal olarak birçok konuda karar verme yetisine henüz sahip olmadıkları için tek başına merkezde karar alıcı olamazlar. “Oğlum biz annenle boşanalım mı?” diye çocuğa soramazsınız. Hatta birçok durumda yargıçların küçük çocuklara “Annenle mi oturacaksın babanla mı oturacaksın?” diye sormasının da çok problemli olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla çocukların bazı kritik kararlar alması için bir sebep yok. Onların kendi yaşamlarındaki küçük kararları almaları gerekiyor. Bizim onları ciddiye alıyor olmamız, büyük kararları almaları değil bir karar almaları noktasında. Ve bu karar, “Bodrum uçağına binmek üzereyiz, çocuğumuz uçağa binmek istemedi, o yüzden babasıyla arabayla gelecek” şeklinde olursa çocuğun yükümlenemeyeceği bir kararına göre hareket ediyoruz, bu yükü çocuğa bindirmemiz, saçmalık yani.

Aileler disiplinli olmaktan, sınır koymaktan çekiniyorlar sanki. Bazı kitaplarda disiplinin kötü bir şey olduğu bile anlatılıyor.

Ben bu popüler psikoloji metinlerinin, kitaplarının -iyi niyetle- bir hapa dönüştürülüp aileler için işe yarayacak bir şeyler haline getirilmeye çalışılması sırasında bazen yanıltıcı mesajlar verildiğini düşünüyorum.

‘SINIRLARI AŞMAK İÇİN SINIRA İHTİYAÇ VAR’

Fazla genelleyici çünkü, bireysel farklılıkları çoğu zaman yok sayıcı.

Fazla genelleyici ve doğrunun kaybolmasına sebep olabiliyorlar. Sevmediğimiz kavramları düşünelim, disiplin gibi kolayca tukaka edilen. Disiplin nedir? Sabahleyin her gün belli bir saatte kalkıp yürüyüş yapmak bir disiplindir. Disiplin, kendimize koyduğumuz kurallardır. Anne babanın kendisine koyduğu kurallar ölçüsünde çocuklar da zaten otomatik olarak o evin yaşantısında bir kural ve disiplin sistemine tabi oluyor. Disiplin, bizim ıvır zıvırla uğraşmayıp asıl meseleyle uğraşmamıza imkân veren, neyin öncelikli neyin önemli olduğunu ayırt etmemize olanak veren bir yapılandırmadır. Sınırlar bir başka sevilmez kavram, neoliberal ebeveynlik çerçevesinde! Sınırları zorlamak, sınırları aşmak için sınıra ihtiyaç var, nerede duracağımızı, nereye yöneleceğimizi anlamak için pusula gibidir sınırlar. Hayatında bir çocukla oturup konuşmamış kişilerin çocukların büyütülmesiyle ilgili popüler psikoloji kitaplarında ahkâm kesmesi, garip geliyor yani.

Hadsizlik had safhada.

Evet. Had de şu, her şeyi bilemeyiz; hayatı anlayışımız o ana kadarki deneyimimizle sınırlı, o deneyime dayanarak ürettiğimiz öngörü ve bilgimizle sınırlı her şey. Ve her şeyi de açıklayamıyoruz. Her şeyin bir açıklaması yok.

Evet her şeyi bilemeyiz. Yani orada o eksikliği de kabul etmek gerekiyor.

O eksikliğe tahammül edememe, biraz önceki narsisizmin uzantısı olan mükemmeliyetçilik zaten. Çünkü bir şeyin tam olmaması durumunda, onun var olmadığı yargısına varıyoruz. Tam olmamakla, var olmamak aynı şey değil. Ama bu eksiklik, tam olmama kavramının bu kadar kritik bir değer kazanması, giderek büyüyen ve doldurulan bir boşluk duygusuyla ilgili. O kadar az olunca kaynaklar, en ufak bir eksiğe tahammülümüz kalmıyor. Geçenlerde sosyal medyada dolaşan, havaalanında bir güvenlik görevlisine bağırıp çağıran kadın örneği sanki çok nadir bir durum! Büyük bir ihtimalle o kadın hakkında atıp tutanların çoğu kendileri garsonlara, güvenlik görevlilerine, doktorlara, sekreterlere kendilerine hizmet sunmakla görevli varsaydıkları kişilere aynı şekilde davranıyorlar, ama bunun ayırdında değiller belki de… Sınıfsal bir yanı da var, özellikle üst orta sınıfta çok yaygın olduğunu düşünüyorum.

Çünkü merkezde ben varım!

Evet. Ama başkası yapınca, “Vay narsistik!” deniyor. Ben yapınca “E ben başkayım, benim hakkım, hak ediyorum ama.” Böyle bir sıkıntı var yani. Bu çocukların dünyasına böyle yansıyor, çiftler dünyasına başka şekilde yansıyor…

‘TATSIZLIK KALDIRACAK HALDE DEĞİLİZ’

Çocukların dünyasına daha çok “can sıkıntısına tahammülsüzlük” olarak yansıyor galiba? Çünkü bazı ebeveynlere göre canı sıkılmamalı çocuğun. Her saatleri o kadar dolu ve programlı ki… Halbuki can sıkıntısı aslında çok yaratıcı bir şey. Çocuğun kendisini tanımasına ve çevreyi keşfetmesine olanak sağlayan bir şey. Ama buna izin yok.

Doğru. Genellikle de şöyle: O şeyi doldurmadığınızda işte şu telefonu alıp oynama şeklinde oluyor zaten. Her şey eğlenceli olmak zorunda adeta. Neşelilik, şen olmak her zaman eğlenceli işler yapmakla olmaz. Aile, çocuğunu çeşitli kurslara, aktivitelere taşımadığında doğan boşluk nasıl kullanılıyor? Çocuk onu yaratıcı bir şekilde, o can sıkıntısını giderecek bir şekilde kullanamıyor. Örneğin, eline akıllı telefonu geçiriyor. Telefonu vermemezlik edemiyorsunuz. Çünkü “çocuğa faydalı şeyler var, Youtube’dan faydalı videolar izliyor” diye aileler de kendilerini çok güzel inandırıyorlar, yani belki yüz çocuktan birisi böyle bir şey yapabilir, ilginç şeyler öğrenebilir, ama doksan dokuzun öyle yapmadığını biliyoruz. Çocuğun canının sıkılmasını yönetmek için gereken sabır anne babada da kalmamış. O da, hemen hallolsun, kimsenin canı sıkılmasın, istiyor. Yoksa bu iş telefonu verdin-vermedin meselesi değil. Negativite, tatsızlık kaldıracak halde değiliz, dayanamıyoruz, yılıveriyoruz. Anne-babaların da toksik stres altında olduğunu düşündürüyor.

Ergenlik dönemine biraz gelelim. Özellikle aileler tarafından o dönemde yaşanan ayrışma/ farklılaşma süreçlerine pek izin verilmiyor sanki?

Ailelerin korkusu çocukların onlardan kopması, uzaklaşması ve geri gelmemesi. İyi olmayan, güvene dayalı olmayan bir bağ varsa, çocuk kopar, yakında kalabilir ama yakın olmaz. Bazen bağlar gevşeyebilir. Bağların gevşemesinden dolayı duyduğumuz, ya koparsa korkumuz sebebiyle gereksiz sıkıyoruz ergenleri. Çocuğun ayrışması, anne babadan sert bir kopuşla mı yoksa aslında gevşek bırakmaya cesaret ettiğimiz bağın bir yere kadar gidip ondan sonra tekrar geri gelmesiyle bize tekrar yaklaşmasıyla mı sonuçlanacak, bu konudaki korkularımız durumu zorlaştırıyor. Çocuğun uzaklaşmayı denemesine izin vermiyoruz. Buna çiftler arasındaki ilişkilerde de siz de sıkça rastlıyorsunuzdur herhalde?

Tabii.

Hatta flört eden gençler devamlı telefonda “Neredesin? Ne yapıyorsun? Bir göster yanında kim var?”, “Bir görüntülü ara bakayım neredesin.” halindeler. Bir kuşkuculuk ve güvensizlik durumu var. O zaman güvenemediğimiz insanlarla niye illa beraberiz yani? Hadi anne-baba-çocuğu anlıyoruz ama çiftler ve eşler açısından nasıl görüyorsunuz bu durumu? Bunu merak ederek soruyorum.

Bahsettiklerinizi daha çok birliktelik-bireysellik dengesinin bozulduğu çiftlerde görüyorum. Kişinin neredeyse hayattaki tüm doyum kaynağı eşi veya sevgilisi oluyor. Her şeyiniz tek kişi olursa onu kaybetme ihtimalinde neredeyse hayatınızı kaybedeceğinizi düşünürcesine paniklersiniz. Kişiler kendilerine ait bir dünya, bir arka bahçe yokmuş gibi yaşıyorlar. Kendisiyle ilişkisi çok zayıf olduğu için de kendisiyle iletişimini/ilişkisini öteki üzerinden kurmaya çalışıyor. Onun övgüsü, ilgisi, onaylaması üzerinden kurmaya çalışıyor. Bu yüzden ona yapışıyor.

Yine sıkılmamayla ilgisi olabilir belki. Tek başıma sıkılırım, değil mi?

Evet çünkü kendimle duramıyorum. Kendimle nasıl durabileceğimi bilmiyorum. Bu yüzden ötekine bağımlılık derecesinde ihtiyaç duyuyorum.

Son soruma geleyim. Çocuk yetiştirirken hiç hata yapmamak mümkün mü? Aileler hata yapmaktan fobik derecesinde çekiniyorlar sanki?

Hepimizin çocuklarımızı büyütürken, anne babalarımızın da bizi büyütürken yaşadığı sayısız pişmanlığı, yanlış olduğu sonradan çıkan başta doğru diye alınmış sayısız kararı var. Tüm kararların doğru olması ya da doğru çıkması gerekmiyor. Bu da ayrı bir durum. Her kararımız doğru olabilir mi ki? O nedenle, bazen ailelerin çok kritik olmayan durumlarda bile doğru karar alalım diye bir danışman görüşü aldıklarını görüyoruz; bu da ruh sağlığı alanında çalışanlar olarak ya da bu konularda hap önerileri içeren yazılarla istemeden beslediğimiz bir tür bağımlılık doğuyor. Dikkatli olmamız gerekiyor. Her sorunun bir kitapta cevabı yok, böyle bir başyapıt kitap da yok, olmasın lütfen.

Evet bunu bazen hayat ve deneyimler de öğretiyor.

Bunu öğrenebilme kapasitesine sahip olmak önemli. İş yaşadıklarımızdan ders çıkarmaya gelip dayanıyor. Değerlendirmeye, ders çıkarmaya değer bir hayat yaşamak istiyorsak…

Ama Bu Haksızlık !

Haksızlık duygusu hakkında epeydir birşeyler yazmayı düşünüyorum aslında. Haksızlık...Biraz üstünde düşünelim. Herkes hayatında bir haksızlığa uğramıştır ve o haksızlık duygusunu hissetmiştir mutlaka. Ne kadar çırpınsanız da bir öğretmeninizin sizi hiç farketmediğini anladığınızda ya da bir arkadaşınızın kırdığı camı oradan kaçmadığınız için üstlenmek zorunda kaldığınızda...Birinden daha çok ders calısıp onun daha yüksek aldıgını gördüğünüzde...Çok istediğiniz bir işe sırf torpili olduğu için sizden daha vasıfsız biri alındığında... Bir yarışmada adil olmadığı halde sizin denginiz olmayan rakiplerle yarıştığınızda... Çok sevdiğiniz birini etrafınızdakilerden daha erken kaybettiğinizde belkide...ve size ait olan bir şey çalındığında en çok da... Çok severek okumuş olduğum bir kitabın beni en çok etkileyen altını defalarca karalıdığım bir sözünü hep hatırlarım bir haksızlığa şahit olduğumda. Şöyleki: "Yalnızca bir günah vardır, tek bir günah. O da hırsızlıktır. Onun dışındaki bütün günahlar, hırsızlığın bir çeşitlemesidir. Bir insanı öldürdüğün zaman bir yaşamı çalmış olursun. Karısının elinden bir kocayı, çocuklarından bir babayı almış olursun. Yalan söylediğinde birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın. Hile yaptığın, birini aldattığın zaman doğruluğu, haklılığı çalmış olursun.." Evet bu cümleleri okuduğumda hayatın yaşanan tüm o keyifsiz anlarında aslında hep bir hırsızlık ve haksızlık olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. Sizden birşey çalındığında siz ne hissediyordunuz? Zihninizden hangi düşünceler geçiyordu? "Ama bu haksızlık!" cümlesini hiç kurmadınız mı ? Birinin kalemi çalındı birinin hayalleri...Birinin cüzdanı çalındı birinin emekleri...Birinin arabası çalındı birilerinin inancı...Birilerinin hayatı... Peki sizi bu haksızlıklarla savaşırken ayakta tutan şey ne oldu? Nasıl tekrar ayağa kalkabildiniz? Nasıl devam edebildiniz ? Hayatta yaşadığınız haksızlıkların sadece sizin başınıza geldiğini düşünseniz başa çıkabilir miydiniz ? Yoksa "yaşayan tek ben değilim o da atlattı." , "Şunun da başına geldi." demek, tek olmamak, yalnız olmamak sizi hep rahatlatan şey mi oldu ? Evet. Haksızlık duygusuyla, yaşadığınız şeyi diğerlerinin de deneyimlediğini, tek olmadığınızı düşünerek bir de hakkınızı arayarak, haksızlığın karşısında durarak başa çıkabilirsiniz. Unutmamanız gereken şeyse o haksızlığa uğramış olmanın sizinle ve sizin değerinizle alakalı olmadığıdır. Onu siz istemediniz ve sizin yüzünüzden yaşanmadı. Evet haksızlıkla karşı karşıya kaldığınızda birçok duyguyu bir anda yaşıyor olabilirsiniz aslında. Çünkü haksızlık duygusu içinde birçok başka duyguları da barındırır. Öfke, nefret, hayal kırıklığı gibi...Bu yüzdendir ki haksızlığa uğramış kimsenin kolayca sakinleşemediğini, bir şekilde bir çıkış yolu aradığını görürsünüz çoğu zaman. Rahatlama yaşayabilmesi için o haksızlık duygusuyla başa çıkması bir çıkış yolu bulması gerekir. Bunu bazen tek başına yapması güç de olabilir. Yakınlarının ya da bir uzmanın desteğine ihtiyaç duymaları oldukça doğaldır. Böyle zamanlarda yakınınıza olabildiğince anlayışlı olmak, uğramış olduğu haksızlığı anladığınızı yalnız olmadığını hissettirmek kişiye iyi gelebilir.En önemlisi ise şefkattir.İstemediği halde birşeyi çalınmış ve haksızlığa uğramış kişiye verebileceğiniz en iyi şey şefkattir. Eğer bu haksızlığı yaşayan kişi sizseniz kendinize uygulayabileceğiniz en iyi tedavi de yine şefkattir. Kendinizi anlamak, kendinizi duymak, kendinizi sevmek, kendinize şefkat göstermek.

Uzman Klinik Psikolog Eda Malkav

Uzman Klinik Psikolog Eda Malkav
[email protected]

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır