virginia woolf dalgalar ekşi / the waves - ekşi sözlük

Virginia Woolf Dalgalar Ekşi

virginia woolf dalgalar ekşi

“Percival gidiyor,” dedi Neville.”Biz burada oturuyoruz, çevremizde insanlarla, ışık içinde, rengarenk; her şey – eller, perdeler, bıçaklar ve çatallar, yemek yiyenler – iç içe giriyor.Burada bir duvar örülü çevremizde. Ama Hindistan dışarıda”

“Hindistan’ı görüyorum” dedi Bernard. “Alçak, uzun kıyıyı görüyorum; harap pagodaların arasına dalıp çıkan, eğri büğrü, çamurlu yolları görüyorum, basıla basıla ezilmiş; Doğu’daki bir sergide geçici olarak kurulmuş yapılar gibi narin ve çökecekmiş gibi duran yaldızlı ve mazgallarla süslü binaları görüyorum. Güneşin kavurduğu yolda basık bir arabayı çeken bir çift öküz görüyorum. Araba hantalca iki yana savruluyor. Tekerleklerden biri tekerlek izlerinin bıraktığı çukura saplanınca bir anda, belden yukarısı çıplak sayısız yerli arabanın çevresini alıyor, telaşlı telaşlı konuşuyorlar. Ama hiçbir şey yapmıyorlar. Zaman sonsuz, çabalar beyhude görünüyor. Her şeyin üzerine insan çabasının boşunalığı duygusu çökmüş. Tuhaf, ekşi kokular duyuluyor. Bir çukurdaki yaşlı bir adam betel yaprağını çiğneyip göbeğini seyretmeye devam ediyor. Ama bakın işte Percival geliyor; kahverengi benekli kır bir ata binmiş, başında bir kolonyal şapka var. Batı’nın standartlarını uygulayarak, kendine özgü sert sözcüklerini kullanarak çukurdaki arabayı beş dakikaya kalmadan doğrultuyor. Doğu sorunu çözülmüş.Percival yoluna devam ediyor; kalabalık onun etrafını alıyor, sanki -aslında öyle- bir tanrıymış gibi bakıyorlar ona”

“Yabancı da olsa, sırları olsa da olmasa da, önemi yok” dedi Rhoda, “bir göle düşen ve çevresinde golyan balıkları kaynaşan bir taş gibi o.Bir o yana bir bu yana koşuşturan bizler de o gelince, tıpkı o balıkları gibi çevresini aldık. İri bir taşın varlığını hisseden golya balıkları gibi biz de hoşnutlukla kıvrılıp dönüyoruz. Rahatlık siniyor üstümüze. Kanımızda altın akıyor. Bir, iki, bir, iki; kalpler huzur içinde atıyor, güven içinde, esenlikle kendinden geçerek, sevecenlikle coşarak; ve bakın – dünyanın en uzak köşeleri – ufkun en uzağındaki soluk gölgeler. Hindistan örneğin, görüş alanımıza giriyor.Kuruyup büzülmüş olan dünya yuvarlaklaşıyor; uzak eyaletler karanlıktan çekilip çıkarılıyor; çamurlu yolları, dolaşık cangılı, kalabalıktan şişmiş bir leşi didikleyen akbabayı sanki yakınımızdaymış gibi gururlu ve harika eyaletmizin bir parçasıymış gibi görüyoruz, çünkü kahverengi benekli kır bir ata binmiş Percival, tenha bir patikadan geçerek buraya geliyor, ıssız ağaçların arasında kurmuş kampını, tek başına oturmuş heybetli dağlara bakıyor”

“Bulutlar meltemle ikiye ayrılıp tekrar birleşirken, gıdıklayan otların arasında oturduğu gibi sessizce oturan” dedi Louis,”bir beden ve bir ruhun birbirinden ayrılmış parçaları gibi bir araya geldiğimizde ‘ben buyum, ben şuyum’ deme çabalarımızın yanlış olduğunun farkına varmamızı sağlayan kiki Percival. Korkulduğu için söylenmeden  kalmış bir şey var. Kibir yüzünden değiştirilmiş bir şey de. Farklılıkları vurgulamaya çalıştık. Ayrı olmayı arzulayıp yanlışlarımızın altını çizdik ve bize özel olanların. Ama altında çelik mavisi bir daire çizerek dönüp duran bir zincir var.”

“Nefret bu, sevgi bu” dedi Susan. “Vahşi, kapkara nehir bu, içine bakarsak başımız döner. Burada bir kaya çıkıntısının üzerinde duruyoruz ama aşağıya bakarsak başımız  döner.”

“Sevgi bu,” dedi Jinny, “nefret, bir kez Louis’i bahçede öptüm diye Susan’ın bana karşı hissettiği gibi; çünkü ben öylesine donanımlıyım ki içeri girdiğimde ister istemez ‘ellerim kırmızı’ diye düşünüp onları gizlemek zorunda kalıyor. Ama nefretimiz neredeyse ayırt edilemiyor sevgimizden”

“Üzerine çılgın platformlarımızı kurduğumuz,” dedi Neville, “bu köpüren sular, ayağa kalkıp konuşmaya çalışırken ağzımızdan çıkan sinirli, cılız ve tutarsız bağrışlardan; ileri sürdüğümüz görüşlerden, ‘ben buyum, ben şuyum’ tazrzındaki sahte iddialardan daha sağlam. Konuşmak sahtedir”

Fotoğrafçı: Ian Berry, Hindistan, Mumbai, 1999

Like this:

LikeLoading...

the waves

  • hem şiir hem roman. ayrıca rastgele bir yerinden okumaya başladığınızda kendinizi büyük olasılıkla güvende hissetmeye başlayacağınız kitaptır kendisi.

  • cesedi yakıldıktan sonra gömülen küllerinin üzerindeki mezar taşında, dalgaların son cümlesi yazılıymış:
    `kendimi sana doğru savuracağım, yenilmeksizin ve boyun eğmeden,ey ölüm!`

  • 'güneş daha doğmamıştı' betimi ile doğmuş varoluşunun akıl almaz dizimini art arda okumakla 'tüketilemeyecek', 'stream of counciousness' adı verilen 'şey'in ingiliz edebiyatındaki önde gelen öznelerinden, virginia woolf'un yaşamda başka bi özne tarafından asla önüme sürülemeyeceğine inandığım tanrısallıkta -yarattığı- kitabı. peh ilk entry'nin ilk cümlesi bu kadar mı sadete uzak olucaktı.. / roman adı verilen bi düzyazı-şiir bileşimidir, yazılan hiçbir romana ne konu ne de biçemce bir benzerlik gösterir. woolf kitapları içinde en geç ve zevkle hazmedilenidir. kitabın girişi itibariyle zekanın ve kurguda hakimiyetin pırıltıları, o an orda ele vermese de kendini, adım attıkça arkadan ışıldar, ileriyi aydınlatırlar okuyucunun şaşkın pasifliği karşısında. woolf, bu kitapta zamanı ve mekanı hiç belirtmez. dış dünya bütünüyle yok olmuş gibidir; yalnızca kişilerin iç dünyalarına yansıdığı ve 'gerekli' olduğu kadarıyla vardır.zamana dair ip uçlarını, kitabın her çeptır bitiminde beliren, italik harflerle yazılmış, öznesi (bkz: omniscient point of view) olan ufak yerlerde yakalıyoruz; değişen tek şeyin,güneşin, gökyüzündeki konumuna bakıp.güneşin doğuşu, yükselişi ve batışı: kitap kişilerinin baş uzatışları ışık bahçedeki ağaçlara değerken ve kişilerin o soyutlukta betimlenen varlıklarının sona erişi, karanlık yüksek yaylalardaki yokuşlara savrulurken.

    karakterlere de dokunursak ufacık: altı karakter oluşturur kitabı. üç kadın ve üç erkek( gelişimlerine göre üç çocuk üç yeniyetme üç yetişkin üç ölüme yakın vs.). bu altı kişi bir birlerine hiç benzememeleri, her birinin hem diğerinin bir bütünü hem de tamamlayamacağı aks/i olması, simgesel anlamda tek bir insanın bambaşka yanlarının ayrı insanlarda daha geniş çeperlerle yaratılması sonucu oluşur.bir bakıma belki de woolf'un özyaşam öyküsüdür. bu kadar muhteşem bir kitap, ancak çıldırma evresine yakın dönemlerde tamamlayabilirdi gerçekliğini. /onca yanılsama içinde./

    'ışık bahçedeki ağaçlara vurdu, bir yaprağı saydamlaştırarak sonra bir başkasını.usulca titredi perde, içeride her şey loştu, düşseldi. dışarıda kuşlar, anlamsız şarkılar söylüyorlardı'

    the sun had sunk.

    ne gsel şey
    (bkz: high hopes)

  • "ama bedenlerimiz birbirinin onayını almış durumda. artık bedenlerin oluşturduğu kocaman bir toplum var, benimki de tanıtıldı orada.."

  • (bkz: breaking the waves)

  • odtu fizik bolumunde 2300215 ders koduyla islenen bir dersin adi...

  • ''simdi de yukselen gunes kirmizi kiyili perdeye dokunarak pencereden iceri girdi''

  • okurken "daldık bir aleme ama dur bakalım" hissi uyandıran, o alemden bir türlü çıkamadığım, neredeyse hafiften sarhoş eden güzel, çok güzel bir virginia woolf romanı.

  • inanılmaz öznel. her insanın her cümleden farklı anlamlar çıkarabileceği bir roman. hatta kişi psikolojik moduna göre bir cümlede umutsuzluğu ve aynı cümlede coşkuyu bulabilir. ilginç..

  • ocean colour scene'in one from the modern albümünün kapanış parçası.

ekşi sözlük kullanıcılarıyla mesajlaşmak ve yazdıkları entry'leri
takip etmek için giriş yapmalısın.

01/01/2023Manifold

Manifold İştirakçilerinin
2022’de Okudukları

Her yıl sonunda yapmaya çalıştığımız iştirakçi kitap listesi, bize gelen tepkilerden anladığımız kadarıyla, Manifold iştirakçileri ve okurları tarafından ilgiyle takip edilen içerikler arasında. Listeyi, artan iştirakçi sayımız nedeniyle bu yıl da her editörün kendi davetlilerinden gelen yanıtlarla hazırladık. Şiirden felsefeye, çocuk kitabından romana, biyografiden öyküye uzanan türlerde farklı dillerde yazılan ve 2022’de Manifold iştirakçilerini en çok etkileyen kitapları derlediğimiz bu yeni liste de çeşitliliğiyle öne çıkıyor.

***

Mohsin Hamid, The Last White Man.

“Bir sabah, beyaz bir adam olan Anders uyandığında koyu ve inkâr edilemez bir esmere dönüştüğünü gördü.” Bu, kitabın ilk satırı. Franz Kafka’nın Dönüşüm’ünün ilk satırı üzerine bir oyun. Bir adam bir sabah farklı birisi olarak uyanır. Bu çok fazla karmaşıklığa neden olur, çünkü adamın sadece teni koyu esmer olmakla kalmamış, fiziksel görünümü de tamamen değişmiş. Benzer boyut, şekil ve güçte olmasına ve aynı kişiliğe sahip olmasına rağmen başlangıçta en yakın olan sevgilisi ve babası tarafından bile tanınmaz hâle gelmiş: Aynı kişi ama farklı bir görünüme sahip artık. [Waseem Ahmad]

***

Ölü Brugge, 1892 yılında Georges Rodenbach tarafından yazılmış, Brugge kentinde eşinin ölümünün yasını tutan Hugues’ün öyküsünü anlatan bir roman. Türkçede Roza Hakmen çevirisi ve Selim İleri’nin sonsözüyle sunuyor Yort Kitap. Karanlık atmosferi öylesine sarıp sarmaladı ki beni, kitabı elimden düşüremedim. Hugues, kaybettiği eşinin yası içinde algıladığı eşinin doppelganger’ı denebilecek bir kadına âşık olur. O sırada kent de Hugues’ü hem izlemekte hem ona eşlik etmekte hem de köşe başlarında ona yeni sürprizler hazırlamaktadır. Bir kent, birtakım karanlık duygular ve kaybın giderilmesi ihtiyacı… Her şey o kadar canlı ki! [Emre Akaltın]

***

Sana Hikâye Geliyor, Sevecen Tunç.

Sevecen Tunç bu kitapta bize çok eskilerden gelen hikâyeler armağan ediyor. Üst başlığı “Memleket Sporundan Öncü Portreler”. Önce hep tekrarlanan, spor tarihimizin ünlü isimleriyle karşılaşacağınızı sanıyorsunuz ama sayfaları çevirdikçe yanıldığınızı anlıyorsunuz. Kitapta portreleri yer alan yirmi beş kişiden en çok üç-dördünü daha önce duymuşum. Lakin onlar da herkesin duyacağı, bileceği isimler değil, çünkü yazarımız saklı kahramanların peşinde!

Kitaptaki portrelerin gizli hikâyeleri beni heyecanlandırıyor. “Uçan büyükanne: Malahat Aksel”in adını Süreyya Paşa’nın kızı olması nedeniyle duymuştum ama Türkiye’nin ilk kadın binicisi olarak aldığı kupalardan haberim yoktu. Yetmiş yaşında bile sürücülüğü sürdürdüğünü görmek şaşırtıcı oldu. Ömer Besim’in adı ise bir “Afro Türk” olarak hafızamın bir köşesinde kalmış. Ama soyadının Koşalay olmasından da anlaşılacağı gibi ilk koşucularımızdan biri. 1924 Olimpiyatlarına katıldığında tanıştığı “kırmızı eşofman”ın hikâyesi dikkat çekici. Kitabın en çarpıcı öykülerinden biri de ilk kadın spor fotoğrafçımız (belki de dünyada da ilk) Eleni Fotiyadu Küreman’ın yaşamını aktarıyor. Erkekler dünyasında tırnaklarıyla kazıya kazıya ulaştığı yer göz yaşartıcı.

Sana Hikâye Geliyor’da ilk kadın tenisçilerimizden Ludmila Grodetski, yurtdışında da ilginç bir serüvene sahip boksör Sabri Mahir, adını hep duyup öyküsünü bilmediğimiz Ahmet Robenson, Selim Sırrı’nın beden eğitimcisi kızları Selma ve Azade Tarcan beni en çok yakalayan hikâyeler. Her biri bir roman kahramanı olacak kadar ilginç ve çarpıcı öykülere sahip. İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından yayımlanan Sevecen Tunç’un bu kitabı, son dönemlerde karşıma çıkan en değerli kitaplardan biri oldu… Arka kapakta yazdığı gibi: “Sevecen Tunç bir tarihçi titizliğiyle, az bilinen ya da hiç bilinmeyen hikâyeleri yeniden inşa ediyor, sporun bu yıllarda üstlendiği bireysel ve toplumsal işlevleri gün ışığına çıkarıyor.” Ellerine sağlık! [Gökhan Akçura]

***

Olivia Laing, Everybody: A Book About Freedom, 2021, Picador.

2022 yılında beni en mutlu eden, umutlandıran kitap Olivia Laing’in Everybody: A Book About Freedom isimli kitabıydı. Bedenin özgürleşmesini, bedene biçilen kategorileri ve bu kategorilerin dışında kalmaya çalışan kişilerin hayatlarını konu alan bu kitap, hem özgürlük karşıtı geleneklerin gerçekliğini olduğu gibi sunuyor hem de bu gerçekliğe karşı direnen bedenlerin günlük hayatlarına yaklaşma fırsatı veriyor okura. Bir bedenin başka bir beden için sağlayabileceği ortak özgürlük hissini, bir dakikalığına da olsa, tahayyül edişimize rehberlik ediyor. [Betül Aksu]

***

Sisters of the Yam: Black Women and Self-Recovery, bell hooks. Geçtiğimiz yıl ağırlıklı şekilde “siyah müzik” dinledim. Şarkılar dolayısıyla, diğer kültür ürünleri de ilgimi çekmeye başladı, o kültürün sunumunu da anlayabilmek istedim. 68 hareketinden günümüze, mesela Beyoncé’ye varan çizgi çok ilgimi çekiyordu. Bu kitapta, ilgilendiğim konuya dair doğrudan bir bilgi bulamadım ama ilgimi çeken başka yeni şeyler oldu. Robert Farris Thompson’ın Black Gods and Kings isimli kitabıyla başlamıştım, bitirdiğim yer daha kalıcı oldu galiba. Hakkında yazıp Manifold’a göndermeyi düşünüyorum, umarım yazabilirim. [Ezgi Alkan]

***

Böylesi anketlerde kurallara uymak önemliyse de bu seferlik bir istisna… Cumali Büker imzalı Çetin Altan’ın Roman ve Oyunlarında Aydın ve Küçük Burjuvazinin Sorunları yanına Jennifer Clement imzalı Dul Bayan Basquiat: Bir Aşk Hikâyesi, hem de şu alıntıyla: “Bir gün, ‘Suzanne’ diyor, ‘artık neredeyse ünlü bir ressam sayılırım ama çizim yapmayı bilmiyorum. Kaygılanmalı mıyım sence?’” [Ömer Altan]

***

Süreyyya Evren’den Günümüzde Sanat ve Deneyim. Sanat ile sanat hakkında yazmanın feci problemli ilişkisine inat, çok canlı, kendiliğinden bir aktarım biçimi. Süreyyya’ya WhatsApp’tan da ilettiğim gibi: Müthiş! [Umut Altıntaş]

***

Maria Parr, Işıltıvadi’nin Minik Fırtınası, resimleyen: Ashild Irgens, çeviren: Dilek Başak, YKY.

Kitap ya da diyelim romanın başkarakteri Tonje, edebiyat tarihinin iki önemli kahramanından açık izler taşıyor: Pippi Uzunçorap ve Heidi. Müthiş eğlenceli, heyecanlı bir hikâye anlatıyor olmasının yanında, romanın en etkileyici yanı, yazarının kendini, katmanlarca gerideki kendini duyan, dinleyen dili. Okur belki tam da bu dil sayesinde Heidi’nin, Pippi Uzunçorap’ın ve Tonje’nin ayakta kalmak için yaptıklarına bakabiliyor yeniden. [Sema Aslan]

***

Achille Mbembe’nin Necropolitics’i. Yeni frankofon teorinin mitokondrisi... Mbembe bu kitabında küresel mülteci krizini ve İsrail’in apartheid yönetimini ele alarak Agamben’in Homo Sacer’de geliştirdiği “çıplak yaşam”ı biyopolitikanın ölüm dürtüsüyle birleştirip bir neo-sömürgesel ölüm politikasının teorisini oluşturuyor. Pandora’nın kutusu ağzına kadar açılıyor; paramiliter vahşet, savaş ağaları, uyuşturucu kartelleri ve devletlerin asamblajlarından doğan ölüm yönetiminin ve gösterişli gore-power’ın dokunmadığı bir yaşam alanı kalmıyor. [Akın Aşkınoğlu]

***

Correspondences (Tim Ingold, 2021). İnsandan daha fazla bir dünyayı bize hatırlatmak ve ilişkilerimizi onarmak için bir davet. Ingold bu kez çizgileri insan olmanın bir fiil olmasının ötesinde ele alıyor. Yazma pratiği olarak, bugüne kadar okuduğum diğer Ingold kitaplarına kıyasla epey samimi bir dili var. [Bilge Bal]

***

Bu yıl yine işim ya da keyfim gereği çokça kitap okudum. Dönüp dönüp bakmak istediklerimin, üzerine en fazla düşündüklerimin başında Hasta Olmaya Dair / Hasta Odalarından Notlar geliyor.

“Yaşlı”larla iyice içli dışlıyım bir süredir; anılarını dinliyorum, kaydediyorum. Birlikte uzun saatler geçiriyoruz, gidebildiğimiz kadar uzak geçmişlerine gidiyoruz. Kimileri hasta. Onlarca yıl yaşamış, öğrenciler ya da sanatçılar yetiştirmiş, zihni halen pırıl pırıl insanların artık güçten düştüğünü hissetmesi, kimi örneklerde bakıma muhtaç kalması tabii ki içime işliyor. Çocuklarının ya da diğer bakımverenlerinin tutumunu izliyorum: Her iki tarafın jestlerini mimiklerini, bakışlarını, sesinin şiddetindeki değişimi zihnim kaydediyor.

Bütün bu vakitlerde bu kitap işte çok geliyor aklıma. Virginia Woolf ile annesi Julia Stephen’ın metinleri iki ayrı bölüm hâlinde tek kitapta bir araya getirilmiş. Julia Stephen Hasta Odalarından Notlar’da “hasta odalarında öğrenmiş veya öğrenmemiş olduğu şeyler”i ince ince anlatıyor. Odalarda neler konuşulmalı-konuşulmamalı mesela, hasta yatağındaki ve giysilerdeki en büyük bela olan kırıntılar nasıl def edilmeli, çarşaf nasıl düzeltilmeli hastayı rahatsız etmeden… Hasta Olmaya Dair kısmında ise Virginia Woolf hastalığın-acının dilinden, düşüncesinden, etkisinden bahsediyor Rimbaud, Shakespeare, Hare, Mallarmé ve başka edebiyatçıları da devreye sokarak.

Ebeveyni üzerine, kendi müstakbel yaşlılığı ya da olası hastalıkları üzerine düşünmek isteyenler için iyi bir eşlikçi; okunsun isterim. Volkan Atmaca’ya da güzel çevirisi için teşekkür ederim. [Nihal Boztekin]

***

Boş bir sayfadan halka halka genişleyerek uzaya yayılan Perec’in harikulade mekân anlatısı benim için bu yılın en esaslı kitabı oldu. Perec’in kendimi bulup bulup kaybettiğim satırları:

“Bir odada ikamet etmek ne demektir? Bir yerde ikamet etmek, o yere sahip olmak mı demektir? Bir yere sahip olmak ne demektir? Bir yer neden ve nereden itibaren bütünüyle bize ait olur? Plastik pembe bir leğenin içinde üç çift çorabı yıkadığımız zaman mı? Bir tüpün üzerinde spaghetti ısıttığımız zaman mı? Elbise dolabındaki her biri ayrı telden çalan bütün askıları kullanmış olduğumuz zaman mı? Carpaccio’nun Azize Ursula’nın Düşü’nü resmeden eski bir kartpostalı duvara çivilediğimiz zaman mı? Boşa çıkan beklentilerin acısını ya da tutkuyla alevlenen azgınlıkları ya da çürüyen dişlerin verdiği ıstırabı tecrübe ettiğimiz zaman mı? Perdeleri keyfimize göre çektiğimiz, duvar kâğıtlarını yapıştırdığımız, parkeleri zımparaladığımız zaman mı?” Georges Perec, Mekân Feşmekân, çev. Ayberk Erkay (İstanbul: Everest Yayınları, 2022), s. 44.

[Melis Cankara]

***

Mark Fisher’ın Acid Communism’i. Her ne kadar ilk başta retro-fantastik bir politik programı andırsa da, Fisher’ın narko-komünizm fikri hâlâ güncel (Bu kitabın yarım, hatta çeyrek –bu bir önsöz tabii– kalması da ironik, belki de yazılmadan kalan kısmı ancak “eylem”le tamamlanabilecek bir programdır bu…). Politik muhalefeti tek elde toplamaya ant içmiş gibi duran günümüz solunun Fisher’dan öğrenecek çok şeyi var. Dün olduğu gibi bugün de mesele, politik olarak –bir şeylerin hâlâ bir özü olduğuna inanacak kadar saf kalabildiysek– benzer bir tarafta yer alan franksiyonları tamlayıp tümlemek ve bir tür polis Exodus’u (atak puanı da defans puanı da sonsuz Yu-Gi-Oh! kartı) oluşturmak değil, daha ziyade birbirine indirgenmesi imkânsız tüm alt-politik franksiyonları heterojenik göndergeselliklerinde muhafaza edip kuşatacak bir politik ortamı tesis etmek, bunun için uğraşıp didinmek (Tabii ki bu ortam –muhtemel bir kafa karışıklığını gidermeli– kesinlikle alt-leftist yani çeşitliliğin hırçın, hoyrat ve haşin bir müdafaasına dayanan bir ortam olmayacak). Herhangi bir iktidara muhalefetin monarşik bir otokratlaşmasıyla karşı gelinemez, yalnızca (bilerek ya da bilmeyerek, ama genelde bilerek) yan çıkılır. Çözüm “oyları bölmemek”te değil, antagonistik olanı (politik ayrıklıkların tamamını) politik olanın ana dinamosu kılmakta (Antik Yunan’ın bilgeliği –lanet olsun ki– bize hâlâ musallat oluyor). Fisher bunu çok iyi anlamış. Kafaların biraz “güzel” olmasını istemesi de, geleceğin 60’ların asidik Zen budizminin model alınarak tasarlanmasını (kısmen) salık vermesi de bundan. Zaten “ben” olmadan herkes “bana” nasıl katılsın ki? (William Burroughs’un sesi bir başka boyuttan –kendisi muhtemelen arafta– duyuluyor: “Uyuşturucuda saklı bir bilgelik var dememiş miydim size?”) Parlementer demokratların rüyaları bile lucid. Sleep tight light. [Hasan Cem Çal]

***

Ice Haven, Daniel Clowes (2005). Şiir nasıl yazılır? [Burak Çevik]

***

Bu yıl, okurken ve incelerken en verim alabildiğim kitap İlker Aytürk ve Berk Esen’in derlediği Post-Post-Kemalizm başlıklı çalışmaydı. Bana kalırsa, Kemalizmin çevresinde şekillenen tartışmaların yanında 20. yüzyıl Türkiye’sini odağına alan mimarlık tarihi ve siyaset tarihi ilişkisi üzerine farklı yönlerden düşünmeme zemin sağlayan birçok bölüm içeriyor. Çoğunlukla iç içe olan mimarlık, siyaset ve politika dinamiklerini retrospektif bir şekilde inceleme hevesimi artıran bir eser oldu. [Orkun Dayıoğlu] 

***

Nick Montgomery ve carla bergman, Neşeli Militanlık: Toksik Zamanlarda Direnişi Örmek, çev. Gülnur Elçik (İstanbul: İletişim Yayınları, 2022).

Mutluluk yerine etkileme ve etkilenme kapasitemizin artması anlamında neşeyi odağına alan bir politik arzudan bahsediyor Neşeli Militanlık. Her çözümleme fragmanı sonrası özgürlüğün ne olduğunu yeniden sorguluyor. Bu esnada geniş bir duygu skalasında salınıyor hem kitap hem de okuru. Kendimi ve tanıyıp sevdiğim pek çok kişiyi düpedüz bedbaht hâlde bulduğum 2022 bitmeden bana canlılığın, üretken hareketin varlığını hatırlatan kitap oldu. [Handan Demir]

***

Mahmut Yesari, Hanife Hanım’ın İstanbul Maceraları (İstanbul: Can Yayınları, 2021).

Mahmut Yesari’nin 1930’lu yılların başlarında Yeni Gün gazetesinde tefrika edilen ve geçtiğimiz sene Tahsin Yıldırım tarafından yayına hazırlanarak Can Yayınları’nın Can Miras projesi kapsamında basılan kitabı Hanife Hanım’ın İstanbul Maceraları, bu sene okuduğum kitaplar arasında beni en mutlu eden, en eğlenceli kitaptı. Hanife Hanım, Fatih Çarşambalı, beyaz demir çerçeveli gözlüğü, kara çarşafı ve elinden hiç bırakmadığı karga burun şemsiyesiyle epey geleneksel bir Osmanlı kadınıdır. Mahmut Yesari kitap boyunca onu Suriçi’nde alışkın olduğu güvenli alanından çıkarır, 1930’ların İstanbul’unun hemen hemen tüm modern etkinliklerine götürür. Hanife Hanım, Şişli’de şık bir apartmanda düzenlenen çay davetine katılır, Güzel Sanatlar Akademisi’ne, Matbuat Balosu’na ve hatta bir boks maçına gider; bu esnada İsmail Müştak Mayakon’dan Vâlâ Nurettin’e, Namık İsmail’den İbrahim Çallı’ya dönemin siyaset, matbuat, sanat camiasından pek çok aşina olduğumuz isim hikâyelere dahil olur. Yesari, Karagöz-Hacivat’tan beri süregelen mizah anlayışını burada da devam ettirir; Hanife Hanım ve gittiği yerler üzerinden ortaya çıkan gelenek-modern çatışmasını, pek çok yanlış anlama ve kelime oyunlarıyla eğlenceli hâle getirir. Modernleşme sürecimizin dönemin gündelik hayatı üzerindeki etkileri üzerine okumayı seven herkesin Hanife Hanım’a bir şans vermesi gerektiğini düşünüyorum. [Aygen Demiriz]

***

2022’yi geride bırakırken bende iz bırakan en kayda değer kitap, [Robin George] Collingwood’un Akademim Yayınları etiketiyle yayımlanan Din ve Felsefe kitabıdır. Türkiye’de her iki kavramın da içi bu denli boşaltılmış bir hâlde iken Collingwood’un kolları sıvayıp, bu konu üzerine konuşacaksak işin yöntemi ve biçimi bu şekilde olmalı minvalinden inşa ettiği duruş beni epey etkiledi ve olası eylem ve hamlelerime belli belirsiz bir yön çizdi. Onun henüz yirmi yedisinde yazdığı ilk kitap olması, benim de aradan geçen onlarca yıl sonra onun hissiyatına bürünerek Türkçedeki editörlüğünü yapmam, daha nicelerini deneyimleyeceğimiz bir yol arkadaşlığının başlangıç adımlarını göstermesi açısından da oldukça hoş. [Talha Dereci]

***

Elsa Schiaparelli, Shocking Life: The Autobiography of Elsa Schiaparelli, V&A Publishing, 2018.

Elsa Schiaparellli’nin kendisinin ve kendisine dış göz olarak baktığı “Schiap” ağzından anlattığı otobiyografisi Shocking Life: The Autobiography of Elsa Schiaparelli bu sene beni en çok etkileyen kitap oldu. Elsa Schiaparelli ve onun şoke edici tasarımlarıyla ilgili çok fazla bilgiye sahip olsam da bu kitapla onu bütün yönleriyle tanıma şansı buldum ve şunu söyleyebilirim ki tasarımları kadar yaşam hikâyesi de şok edici… Kitap boyunca kariyerinden ve Paris’teki avangart çevresinden çok az bahseden Schiaparelli, kendi hayatını nasıl defalarca tekrardan inşa ettiğini anlatıyor. Kitabın beni en çok etkileyen kısımı olan 2. Dünya Savaşı ve Schiaparelli’nin New York’a taşınma kısmında Nazi işgalindeki Fransa’nın bağımsızlı için yaptığı yardımlar oldu. Bu sürükleyici hayat öyküsünü okuyunca Elsa Schaiaprelli’nin tasarımlarının nasıl bu kadar zamansız ve güçlü olduğunu tekrardan anladım. [Selin Esen Dostoğlu] 

***

Seçimin 2022’de yayımlanmış kitaplardan yapılmasının zorunlu olmayışının rahatlığıyla, pek yeni sayılamayacak bir kitap; Pierre Bayard’dan How to Talk About Books You Haven’t Read (çev. Jeffrey Mehlman, Granta, 2007). Türkiye’de Okumadığımız Kitaplar Hakkında Nasıl Konuşuruz? (çev. Aysel Bora, Everest, 2015) başlığıyla yayımlandı. Türkçe çevirinin baskısı tükendiği için bu yıl İngilizce çevirisini okudum. Bu kitap, birkaç sebeple: Neşesi, ironisi, muhafazakâr ve katı edebiyat dünyasıyla dalga geçme konusundaki üst düzey becerisi, tuhaflığı ve muzipliği, yazarının okumadığı kitaplar hakkında üniversitede dersler verdiğini itiraf edecek kadar açık sözlü oluşu, okunmayan ama bir şekilde bilinen kitapları mükemmelen kategorize etmesi, tabuları “Tabuları yıkıyorum” diye bağırmadan yıkması, okurunu yazı yazmaya teşvik etmesi… [Necdet Dümelli]

***

Our Aesthetic Categories: Zany, Cute, Interesting, Sianne Ngai (2015). Bu kitabı okuyunca sadece Ngai’nin estetik teorisine katkısına değil aynı zamanda buz kutucuklarından kafeterya mimarisine, “Hello Kitty”li objelerden Emile Zola’nın eserlerine kadar geniş bir yelpazede metin ve şeyleri bir arada değerlendirebilen heyecan, merak ve “oburluğa” hayran olmamak elde değil. Ngai bu kitabında, bir önceki kitabı Ugly Feelings’i takip ederek adlandırılmak ve önemsenmek açısından kıyıda köşede kalmış ama geç kapitalist kültürü anlamak için de merkezi olan estetik kategorileri (zany, tatlı, ilginç) incelemeye devam ediyor. Ngai şüphesiz çağın en dikkat çekici estetik teorisyeni, Türkçeye de en kısa sürede kazandırılması dileğiyle. [Ruken Doğu Erdede]

***

Tove Ditlevsen’nin The Faces’ı. Ana karakteri olan kadının, etrafındaki insan yüzleri, fısıltılar ve kapı ardında geçen konuşmalarla ilgili yaşadığı ikilemleri güvensizlik hissi ve korkuyla harmanlayan, içinde barındırdığı kırılganlıkla beni çok etkileyen bir kitap. Ağır bir psikolojik etkiye sahip olsa da bu yıl bu kitabı okumuş olmaktan (yazarın Kopenhag Üçlemesi’yle tanışmama da vesile olmasından dolayı) çok mutluyum. [Dilara Erdem]

*** 

Virginia Woolf, Dalgalar.

Virginia Woolf ile üniversite birinci sınıfta arkadaşımın Kendine Ait Bir Oda’yı hediye etmesiyle tanışmıştım. Anlaması, okuması bazen zor gelse de okumaktan son derece mutlu olduğum bir kitap olmuştu. Dalgalar’ı ise kitapçıdayken elime alıp rastgele bir sayfasını açtığım an almaya karar vermiştim. Açtığım o sayfada “Şu anın olduğu bir dünyada...” şeklinde bir cümle geçiyordu. “Şu anı” önemseyen ve dile getiren bir kitabın içeriğini çok merak ettim ve hiç düşünmeden aldım.

Her biri birbirinden farklı arkadaşların yıllar içindeki değişimlerine, fikirlerine ve hayatlarına tanık oluyoruz kitapta. Farklı olmalarına rağmen kitabın her bölümünde farklı bir karaktere benzetiyorum kendimi. Rhoda ise kendime en yakın hissettiğim karakter oldu. O, dile getiremediklerimi dile getirdikçe kendimi tanımladım.

“Şu anın olduğu bir dünyada” dedi Neville, “Fark gözetmek niye? Hiçbir şey bizim onu değiştirmemize göre tanımlanmamalı. Bırakın var olsun, bu kıyı, bu güzellik ve ben bir an için hazza gömüleyim...”

[Hilye Melis Erdoğan]

***

Frank Trentmann, The Empire of Things: How We Became a World of Consumers, from the Fifteenth Century to the Twenty-First. Penguin Books, 2016.

Kitabın konusu başlığından menkul: Tüketimin altı asırlık tarihçesi. 15. yüzyıldan günümüze, dünyevi nesnelerle ilişkimizin nasıl kurulduğunu ve nasıl değiştiğini, bireysel ve toplumsal alışkanlıklarımızın evrimiyle nasıl bir tüketim kültürü yarattığımızı anlatan; Anglosakson akademik kültürünün kendine özgü akıcı, sözünden emin ve anlayanına-mizahi diliyle yazılmış, ayrıca epey küçük puntolarla dizilmiş 862 sayfalık dev bir araştırma. İnsana adeta roman okuyor hissi vererek şaşırtan bu etkileyici metni, tüketimin değil kapitalizmin tarihçesi olarak da tanımlamak ve okumak mümkün, hatta kaçınılmaz.

Kitabın ilk sayfası Pablo Neruda’nın o güzelim şiiri “Ode to Things” [Şeylere Güzelleme] ile açılıyor.

Son cümlesi ise, tüketim sözcüğünün Latincedeki kökenine de gönderme yaparak, İsa’nın çarmıha gerilmeden hemen önceki son sözlerinden alıntı: Consummatum est. (“Tören bitmiştir” veya “Her şey tamamına erdi”.)

“I have a crazy, crazy love of things / … / not only was I touched by them, or they by my hand, but they became such an integral part of my very existence / they lived half of my life with me, and they will die half my death.”

[Alev Erkmen]

***

Seneler, Annie Érnaux, Can Yayınları.

“Benim modellerim arasında Flaubert, Proust, Virginia Woolf vardı. Yazmaya tekrar başladığımda hiçbiri yardımıma koşmadı. İçimde boylu boyunca uzanan gediği bulup çıkarmak, göstermek ve anlamak için ‘iyi yazmaktan’ ve güzel cümlelerden –tam da öğrencilerime yazmayı öğrettiğim cümlelerden– kopmam gerekti. Öfke ve alay, hatta çiğlik aktaran bir dilin feryadı kendiliğinden geliverdi bana; küçük düşürülenlerin ve güceniklerin sıklıkla başkaları tarafından hakir görülmenin, utancın ve utanmanın utancının anısına verdikleri yegâne yanıt olarak kullandıkları bir aşırılık, baş kaldırma dili. […] …dördüncü kitabımdan itibaren tarafsız, objektif, ne metafor ne duygu emaresi içerdiğinden ‘yavan’ bir yazma şekli benimsedim. Şiddet kasten gösterilen bir şey değildi artık; kaynağını yazıda değil, hakikatin kendisinde buluyordu. Hem gerçekliği hem de gerçekliğin temin ettiği hissi içeren kelimeleri bulmak konu ne olursa olsun benim yazma sürecimin süregelen kaygısı oldu, bugün de hâlâ öyle.”

Annie Érnaux, Nobel ödül konuşmasından. [Bülent Erkmen]

***

Uğur Tanyeli, Korku Metropolü İstanbul. Tanyeli, kitabın önsözünün sonlarına doğru “Ele aldığım konuları doğrudan mimari mekânın fizikselliği açısından değil, toplumsallığın hangi beşeri pratiklerle nasıl mekânlar kurduğu bağlamında tartışıyorum. Tüm insani pratikler mekân kurar...” cümleleriyle mimarlık kuramına bakışını net şekilde özetliyor. Mimarlık ve toplumsallık ilişkisi üzerinden dünyayı anlamlandırmaya çalışan biri olarak Tanyeli külliyatına sıkı sıkı bağlılığımın sebebi de bu bakışındandır. Metropol kavramından İstanbul’a, mimarlığın mı toplumsallığı-toplumsallığın mı mimarlık ürettiğine dair korku kavramı üzerinden ufukları aralıyor, düşündürüyor, not aldırıyor. [Aytekin Erten]

***

Kavgam (çev. Ebru Tüzel, Monokl, 2015), Karl Ove Knausgaard. Knausgaard’ı ve Kavgam serisini okuyacağımı hiç düşünmezdim. Popülerliği ve uzaktan imgesi boş geliyordu. Şimdi bu metni yazacağım diye elime aldım ve görüyorum ki kitapların kapakları bile boş bir seri izlenimi veriyor. İçinde hiçbir şey yok gibi. Bır bır nordik karanlık otokurmaca pim pom vır zır. Gelgelelim, edebiyatta büyük konuşmayacaksın, günlerden bir gün, şu güzel geçmekte olan 2022 içinde, birileri aracılığıyla beklenmedik şekilde birinci cildin bir kopyası elime geçti ve neredeyse rastlantı eseri okumaya başladım. Önce metinde kurduğu durumlara bayıldım (bana Alberto Moravia’yı, özellikle Romalı Kadın’ı anımsattı), durum durum altını çizdim, sahnelerinden, konumlandırmalarından, tartıştırmalarından hoşlandım ama sonra okumam yazarın bu tekniği derinleştirmesini ilgiyle izlemeye döndü. Edebiyat sevgisine ve her bir damlayan satıra değer verip her birini ciddiye alma tavrına da bayıldım. Kitabın içinde çekiştirilen bir sürü başka Norveçli yazar ve şair keşfettim, ama dahası Norveçli yazarların birbirlerini –sevmeseler, nefret etseler veya hakir görseler dahi– okuma biçimlerine hayran kaldım. Örnek göstermek, kimi ahbaplara tavsiye etmek istedim Kavgam’ı ancak Karl Ove Knausgaard çok boş tınlıyor genel olarak, fazla ilgi çekemedim. Şimdi burada da bu kitabı önermenin beni hem eski hem kötü göstereceğini tıpkı Kavgam’ın kahramanının iç sesinden Stockholm ev partilerinde dökülebileceği gibi düşünüp gerildim. Daha niş bir şey seçebilirdim, en azından İngilizce bir şey veya seviyesini koruyan bir sanat disiplininden not aldırtacak bir teorik katkı. Kuşkusuz Stockholm’e daha fazla uyum gösterilebilirdi. Yapacak bir şey yok. Neyse, şuna dönelim: Kitapta gördüğüm, Norveç edebiyatındaki hor gördüğünü dahi doğru düzgün okuma üzerine kurulu evren maalesef, bulunduğumuz yazınsal coğrafyanın iç alışkanlıklarını düşününce, bana şaşırtıcı geldi. Benim bildiğim, kendi edebiyat dünyamızdan gene bahsediyorum, yazarların hazzetmedikleri diğer yazarlara dair bir olumsuz imgeye sahip olmakla genelde yetinmeleri ve hazzedilmeyenin ne yaptığını doğru düzgün takip etmemeleridir bir kez hükme vardıktan sonra. Takip etmeye, alıcı gözle okumaya devam edip bir yandan da hor görmeyi derinleştirmek, hemen tüm yazarlara tanınan bir ayrıcalık olduğunda bir edebiyat dünyasının metinleri ve yazma çabaları içindeki bağların çok güçlü olacağını hissettim ve Knausgaard’ın bu kitaplara onu götüren teknik buluşları derinleştirebilmiş olmasını da buna bağladım kıskançlıkla. Yalnız değildi Karl Ove. İlk yazınsal jestini yapıp sonra kendi kendini tekrar etmiyordu. Veya iyi yakaladığı şeylerden yankısızlık yüzünden vazgeçip onları net göremez olup yeni keşiflere, başka başka mırıltılara –bunları da erken bırakmak üzere– sapmıyordu. Geliştiriyor, artırıyor, karmaşıklaştırıyordu. Serinin ilk iki kitabını merakla, zaman zaman bir daha başka bir şey okumak istemeyerek tadında okudum bu yıl, üçüncü cildi ise yüz buruşturarak, atlayarak okudum, sevmedim, atlayarak da bitirdim. Eminim bir noktada dördüncü cildi de elime alacağım. Ama önce neden yazıyorum/z sorusuna yanıt verdiği makalesinden oluşan kitabı İstemsiz’i (çev. Haydar Şahin, Monokl, 2021) araya aldım. İstemsiz’de kendisini Kavgam serisine götüren teknikleri açarken yakınlık ve mesafe kavramlarına başvuruyor Karl Ove Knausgaard. Hamsun’ün Açlık’ındaki gibi kahramana yakın bir yazma formunu benimsediğinden, Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde yaptığı gibi yazarın kahramanlarına mesafeli durmasının zıddı bir form arayışıyla hareket ettiğinden bahsediyor. Bunu okuyunca neden bu kitapları sevdiğimi teorize edecek bir ipucu da bulmuşum gibi geldi: Mesafenin içine yakınlık gömülmesini ve bunun oyunlaştırılmasını zaten seviyordum, ancak yakınlığın içine mesafenin gömülmesinin bu taze sayılabilecek örneğinde forma giden çetrefil oyunların düşünsel ve duygusal tadını teslim etmek gerekiyordu. Hoş, gerçek gerçekten de daha istemsiz olabilir elbette… [Süreyyya Evren]

***

Miras, Miguel Bonnefoy. Bir ailenin iki kıtaya yayılan üç kuşağının hikâyesini 176 sayfada anlatıyor kitap. Tarihin şansla ve tekerrürle, olasılıklar ve kaçınılmazlıklarla örülü büyülü evreninde heyecanlı bir yolculuk. [Fatih Gençkal]

***

Bedri Ruhselman. İlahi Nizam ve Kainat. MTİAD1950 Yayınevi, Günümüz Türkçesiyle. 11. Baskı, Nisan 2020, İstanbul. ISBN: 978-605-63845-1-6 (319 sayfa; 16,5 × 23,5 cm).

Ruh ve madde ilişkisine farklı bir perspektif sunan, yaşadığımız hayata ve felsefi düzlemde varlık konusuna dair bakış açısını oldukça genişleten, bir çırpıda okunması, anlaşılması güç olan, ancak algı genişledikçe her okumada yeni şeyler katan bir kitap. [Gizem Hız]

*** 

Richard Llewellyn’in 1939 tarihli How Green Was My Valley romanını, 2022’nin başlarında okudum. Epey önce bir kitapçıda Türkçe baskısını görmüş ve başlığına vurulmuştum: Vadim O Kadar Yeşildi ki. Yordam Kitap’tan çıkan kitabın çevirisi Gani Yener’e ait. Bu şairane başlık aklımdan çıkmadı ve denk gelince İngilizcesinden okudum. Kitabın orijinal dili de şairane, ama anlatılanlar naif değil. Kömür madenciliğiyle geçinen ailelerin yaşadığı bir Galler kasabasında, 19. yüzyılın sonlarında yaşanan değişime yani modernleşme sürecine tanık oluyoruz Morgan ailesinin en küçüğü, Huw’un gözünden. Sanayi Devrimi ve kapitalizm, insan ilişkilerini ve çevreyi değiştiriyor, ama roman bunu gerçekçi bir şekilde, gündelik hayatın yavaşlığında anlatıyor. Buruk bir gülümsemeyle okunacak, geleneksel ilişkilerin çözülmesi ve Britanya’ya has olmasına rağmen bize oldukça yakın çelişkiler üzerine düşündürücü bir roman. [Murat Can Kabagöz]

***

Louis-Ferdinand Céline, Gecenin Sonuna Yolculuk.

Romanın hem anlatıcısı hem başkarakteri olan Bardamu’nün şahsında kimlikleşen acı alay duygusuna hayranlığa yakın bir bağlılık duydum diyebilirim. Eser benim için tek bir kişiden, sadece bu sinik adamın iç konuşmalarından ve parlak gözlemlerinden ibaretti denebilir. Gecenin Sonuna Yolculuk, çok geniş bir coğrafyada geçmesine, mekân üstüne mekân atlamasına karşılık, en büyük romanın insanın kafatasının içinde olduğunu bir kez daha anlamama yaradı, bu bakımdan değerli. [Tevfik Kanoğlu]

***

The Wisdom of Insecurity, Alan Watts, 1951 (Türkçe çevirisi varmış: Güvencesizlikteki Bilgelik, İstanbul: Sola Unitas Yayınları, 2018).

Keşke daha önce okumuş olaydım dedirtenlerden. Öyle değil aslında tabii. Çünkü ancak bu sene sezdiklerimi, bu sene görebilirdim kelimelerde… Çok mersi Alan Abi. Kimse olmadığımı, kimse olmadığını bilen senden öğrendim desem çelişkili olur herhalde. Olsun. [Barış Kansu]

***

Kadınlık Daima Bir Muamma – Osmanlı Kadın Yazarların Romanlarında Modernleşme, Ayşegül Utku Günaydın, Metis Yayınları, 2017.

Kimi hakların, sıkça iddia edilenin ya da yaygın kanının aksine, muktedirler tarafından öylece bahşedilmiş değil, çeşitli mücadeleler sonucunda elde edilmiş haklar olduğunu bir defa da Osmanlı kadın yazarlarının “minör edebiyatı” üzerinden hatırlamak benim açımdan coşku verici oldu. Kadınların, nesnesi değil öznesi olduğu romanlarla hasbıhal etmenin ve “kadınlık mefkûresi”ni dönemin kadınlarının sesinden işitebilmenin dayanışmayı telkin eden, güçlendirici bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Ayşegül Utku Günaydın’ın bu çalışmasıyla karşılaşmamı ise tam da bu deneyime bir kapı aralaması bakımından kıymetli bir tanışma addediyorum.

“Biz Osmanlı kadınları kendimize mahsus inceliğimiz, kendimize mahsus âdar ve âdabımız vardır. Onu erkek muharrirler bir kadının anlayabileceği ruhla anlayamazlar, lütfen bizi kendimize bıraksınlar, hayallerine baziçe [oyuncak] buyurmasınlar!.. Biz kadınlar hukukumuzu kendimiz bizzat kendi ictihatımızla [inancımızla] müdafaa edebilir[iz].” (Kadınlar Dünyası 1:3)

[Damla Karadeniz]

***

Manifold’un ilk yayına giren Kadraj’ında Işık Kaya’nın çok sevdiğim “Natür-Mort” serisinden bir seçki yer alıyor(du). Yapılı çevreyi devasa şantiyelerde yaptığı gece çekimleriyle okuyan Işık, gece tutkusunu hiç kaybetmedi. Yüksek lisans eğitimi için San Diego’ya gitmeden önce gündüzleri yaptığı işler arasında Manifold’un Jeff Talks ve Q videoları da vardı. “Tasarımcı ne biriktirir?” serisi ise onun sayesinde var oldu. San Diego kanımca Işık’a çok iyi geldi: “Natür-Mort”la didişmeye başladığı meseleler Monuments ve Crude Aesthetics serilerinde iyice görünür oldu. Heyecanla takip ettiğim işleri arasına zamanla Kaliforniya’nın palmiye kılığına bürünmüş baz istasyonları sızmaya başladı. Sonuçta bu sahte ağaçlar Second Nature adını alan muazzam bir araştırmanın parçasına dönüştü. Benim için bu yılın en esaslı kitabı Işık Kaya’nın Thomas Georg Blank ile birlikte gerçekleştirdiği ve Kehrer Verlag tarafından 2022 yılı içinde yayımlanan kitabı Second Nature oldu. Kitabı daha elime alamadım, ancak en başından beri süreci izleme ayrıcalığına sahip oldum. Yapımına fiilen dahil olmadığım bir kitabı bu kadar yakından tanıyor olmanın tadı başka. Palmiyeler ve çam ağaçları tüyler ürpertici, Işık’ın imgeleri de öyle. Ağaçlar da Işık’ın imgeleri de insan yapımı. Biri korkutucu, diğeri kutlanası. İmgelerin güzelliği, eleştiriyi hafifletmiyor. İnsan çok tuhaf. Kitap bu tuhaflığı büyüleyici bir şekilde gözler önüne seriyor. [Esen Karol]

***

Ayşe H. Köksal, Resim ve Heykel Müzesi: Bir Varoluş Öyküsü, İletişim Yayınları, İstanbul, 2021.

Geride bıraktığımız senenin bence en önemli kitabı Ayşe H. Köksal’ın Resim ve Heykel Müzesi: Bir Varoluş Öyküsü adlı çalışmasıydı. Köksal’ın 2011’de İstanbul Teknik Üniversitesi’nde tamamladığı doktora tezinin üzerinde yeniden düşünülmüş biçimi olan bu kitap, benim de içinde bulunduğum bir ekibin seneler sonra İstanbul Resim Heykel Müzesi’ni yeniden açmak için yoğun biçimde çalıştığı dönemde yayımlandı. Kitap, Müze gibi sanat tarihimizin uzun süre en belirleyici unsuru olmuş bir kurum hakkında yapılmış olan tek çalışma olma özelliğine de sahip; elbette Müze’yle ilgili önceden yazıldı, konuşuldu ve tartışıldı (hâlen de tartışılıyor). Fakat Resim ve Heykel Müzesi’nin ne tarihçesini ne de bu tarihçenin içine oturduğu politik ve kültürel bağlamı bu kadar doğru biçimde inceleyen, böylesine cesametli bir metin kaleme alınmamıştı. Bu yüzden kitabı heyecanla, bazı yerlerini dönüp tekrar okuyarak bitirdim. 2021’in sonunda, uzun zaman sonra yeniden faaliyete geçen Resim ve Heykel Müzesi’nin kapılarını Serginin Sergisi II’yle açtığımızda, serginin küratörlerinden biri olarak kafamda bu kitap vardı. Şimdi aradan zaman geçtiğinde farkına varıyorum ki bana açılışa iki ay kala, artık epey yorucu olmaya başlamış olan çalışma temposu karşısında devam etme gücü veren şeylerin başında Köksal’ın bu kitabında anlattığı tarihin gücü geliyordu. Ayşe H. Köksal’a, Ali Artun’a ve İletişim Yayınları’na bizlere bu harika çalışmayı armağan ettikleri için müteşekkirim. [Ali Kayaalp]

***

Stockhausen Serves Imperialism’in (Primary Information, 2020) söylemlerinin benim anladıklarım olduğundan bir hayli şüpheliyim. Ancak bu şüphe, her ne nezdinde oluşmaya başlarsa başlasın daha da bir sürükleniyor insan –veya insan olan Furkan– şeye. Zira bu şüphe zaman zaman kitabı araçsallaştırmak ve direkt ama direkt düşünce üretmeye çalışılabilecek bir alan, oyun sahası hâline evirmek adına daha da kolaylaştırıyor insanın işini. Tam da bu yüzden, bu kitap bazı konular hakkında görüş almak için okuduğum bir kitap olduğu kadar bazı konular hakkında not aldığım bir defter de oldu. Hakeza, Karl-Heinz Stockhausen ve John Cage’in müzikleri ve müziklerinden yola çıkarak müzik denen şeyin kendisi hakkında birçok radikal söylem –bence– çokça tartışılması gereken şekillerde geliyor. Fakat ne önemi var ki, kitap nesnesiyle ve hatta kendi kendine tartışmak da en az birisiyle tartışmak kadar keyifli sonuçta. Bu açıdan kitabı, densizce boşluk doldurmaca oynanması adına daha çok önerir vaziyette olduğumu belirtmeden edemeyeceğim. Modernizmin toplumsal açıdan negatif sonuçlar açığa çıkarabilecek veçhelerine ilişkin kendinize konuşmacı değil de bir tartışma moderatörü arıyorsanız biçilmiş kaftan olabilecek bir derleme Cornelius Cardew’in kitabı sanırım. [Furkan Keçeli]

***

The Hand, an Organ of the Mind: What the Manual Tells the Mental, ed. Zdravko Radman, MIT Press, 2013.

Uzun yıllardır üzerinde düşündüğüm ve çalıştığım bir konu olan “tasarımda elle üretim ve geleneksel yöntemlerin kullanımı”na felsefi ve teorik bir bakışla yaklaşan pek çok yazarın katkı sağladığı bu kitap el ve zihin arasındaki çok önemli bağı derinlemesine anlamamı sağlayan bir ortak çalışma oldu 2022’de. [Konur Koldaş]

***

2022 yılının en ilginç kitabı, İstanbul’daki bir sahafta tesadüfen elime geçen 1974 yılında Dietz Yayınevi tarafından yayımlanan Resimli İşçi Gazetesi’nin Tarihi 1921–1938 [Geschichte der Arbeiter Illustrierten Zeitung 1921–1938] isimli gazete monografisi oldu. Kısaltma adıyla A.I.Z, 1920’lerin Weimar Almanya’sının propaganda sanatçısı John Heartfield’in politik fotomontajlarının yayımlandığı ve Heartfield’i kısa sürede üne kavuşturan sosyalist bir yayın organıydı. Heinz Willmann’ın kitabını ilginç kılan özelliği, Resimli İşçi Gazetesi ekseninden 1921–1938 arası Weimar Almanya’sının politik ve kültürel ortamını katman katman deşmesi ve gazetenin tasarım, basım ve dağıtım sürecinde Heartfield kadar emeği geçen klişeci, mürettip ve diğer anonim aktörler arasındaki ilişki ağlarını belgeleyerek okuru aynı zamanda izleyiciye dönüştürmesiydi. [Sinan Niyazioğlu]

***

Arno Gruen, Empatinin Yitimi / Kayıtsızlık Politikası Üzerine. Ses çıkarma, itiraz etme ve karşı koyma eylemlerini sıradanlaşan bir biçimde terk ettiğimiz dönemlerden geçiyoruz. Çoğu saçmalık koşulsuz kabule ya da boyun eğmeye varıyor. Bu kitap biraz başkaldıran insanın neden yalnız kalabileceğini ve kayıtsızlığın niye hüküm sürebileceğini anlatıyor. Kafamdaki sorulara cevap, veryansınlarıma açıklama... Kurmayacağımla da empati kurdum sayesinde, hayret ediyorum! [Sanem Odabaşı]

***

2022’de Jules Verne’nin kitaplarını tekrar okudum; çocukluğumdaki kısaltılmış metinlerde duyduğum heyecanı bu sefer tam metin olarak duyumsadım. Yine de tek bir kitap olarak Denizler Altında Yirmi Bin Fersah’ı söylemek istiyorum: Taksonominin karakter özelliği olarak idraki bileyen yeti olduğunu öğrettiği ve ayrıca Kaptan Nemo’yu ruhsal gücü, soğukkanlılığı, dirayeti, karar verme ve uygulama becerisiyle bir umut abidesi olarak zihnime mıhladığı için… [Oktay Orhun]

***

Stefania Barca’dan Forces of Reproduction. Manifold’un sorusuna cevap vermek için bu yıl okuduğum kitaplara göz attığımda fark ettim ki birincil araştırma alanlarıma daha yakın olan, daha hemfikir olduğum veya daha yüksek “puan” verdiğim kitaplar olmasına rağmen alışık olmadığım, zihnimi açan birçok bakış açısı sunması, beni yeni kavramlarla tanıştırması vasıtasıyla bu yılın öne çıkanı bu kitap olmuş benim için. [Deniz Cem Önduygu]

***

Nijigahara Holograf (Inio Asano): Okurken terledim. [Berk Özalp]

***

Marguerite Duras, Mavi Gözler Siyah Saçlar, çev. Roza Hakmen, Can Yayınları.


Yıllardır bu kitabı okumayı ertelediğimi hatırlıyorum. Doğru zamanı beklediğimden mi yoksa hazır olduğumu düşünmediğimden mi tam emin değilim. İyi ki beklemişim. Benim için en doğru zamana denk geldi. Dalgalar kıyılarımla buluştu. Yalnızlık daha da kıymetli bir şeye dönüştü benim için. Tüm bu sürecin sonunda kitaptaki kuir arzunun peşine düştüğüm bir yazı da yazdım. Ayrıca Jérôme Delbey’in kitapla aynı ismi taşıyan dans performansına göz atmanızı kesinlikle tavsiye ederim.


“Sizinkiler kadar mavi gözler hep biraz… korkutur insanı… ama belki saçlarınız bu kadar siyah olduğu içindir…”

[Furkan Öztekin]

***

Quentin Meillassoux, Sonluluğun Sonrası.

 Meillassoux bu eserinde, kendinde olanın bilgisine ulaşabileceğimizi arkhe-fosil kavramını ileri sürerek gösterir. Meillassoux’ya göre düşünce, dil ve bilinçle sınırlı değildir; geçmişte bizim dışımızda, biz yokken de bilimsel olarak gözlemleyebildiğimiz olgular süregelmiştir. Öyleyse kendinde olanın bilgisine ulaşmak pozitivist anlamda mümkündür. 

Böylelikle Meillassoux felsefeyi, postmodernitenin savurduğu uçlardan tekrardan merkeze doğru çeker. 

Öyle gözüküyor ki, bilimi düştüğü yerden ancak Meillassoux’nün ontolojisi kaldırmaya muktedir olacaktır. [Burak Öztürk]

***

Yazarın kendisi gibi olmayanlarla kurduğu empati dolayısıyla etkilendiğim kitap Mine Söğüt’ün, Başkalarının Tanrısı (İstanbul: Can Yayınları, 2022), s. 96.

“Tüm kilitlere lanet ediyorum. Bir zamanlar içinde yaşadığım evin çelik kapısına. Üç ayrı anahtarla kapatılıp açılan kilidine. Çelik kapısının dışındaki parmaklıklı kapıya. Pencerelere taktırdığımız alarmlara. Yirmi dört saat nöbet tutan güvenlik görevlilerine. Site duvarlarını saran dikenli tellere. O tellerin üzerindeki kameralara. Bizden başka kimsenin girmemesi için her türlü önlemi aldığımız evimize aslında bizim de giremememize; o evden bizim de asla çıkamamamıza. Çalınmasından korktuğumuz kıymetlilerimize. Alınmasından korktuğumuz canımıza. Kaybolmasından korktuğumuz huzurumuza. Lanet ediyorum.”

[Aslı Paköz]

***

Çok okumalı bir yıl oldu 2022 ama tek bir kitap dediğiniz için Celine Bonicco-Donato’nun, Janus Yayınları’ndan çıkan Heidegger ve İkamet Etme Meselesi benim için en önemli kitap oldu. Çünkü yazar bir tür “şarihlik” yaparak Heidegger’i mimarlara anlaşılır kılmak için elinden geleni yapmıştı. [Nevzat Sayın]

***

Bu yıl okuduğum neredeyse her kitap beni bambaşka nedenlerle bir hayli etkiledi. Ama bir taraftan da şunu fark ettim: Ben bu sene kitapların bana anlatacağı hikâyelere odaklanmayı değil de kitaplarla konuşmayı seçtim sanırım. O yüzden de 2022 yılı benim için deneme türüne döndüğüm yıl oldu. Kendimi yazarın dünyasına en yakın hissettiğim ve kitaptaki cümleleri okurken bir taraftan da iç sesimle karşılık verdiğim bu tür tüm bir yıl benim yanımda oldu. Elena Ferrante’nin Tesadüfi Buluşlar’ı da işte tam bu hislerle karşıma çıktı. Ferrante’nin üslubu o kadar duru ki bir olguyu, bir hissi tanımlarken sergilediği eforsuzca kendini ifade ediş hâli beni bir okuyucu olarak her seferinde etkiliyor. Bu kitaptaki denemelerde de birçok konuda onun tanımlarına, ifadelerine, dikkat çektiği noktalara benzer şeyler düşündüğümü fark edip onun cümleleriyle birlikte bunlar üzerine yeniden düşünme olanağı buldum. Özellikle yazma eylemiyle ilgili bana ilham veren bu yazardan yine aynı eylemle ilgili cümleler okumak, bu yıla dair en kıymetli okuma deneyimlerimden oldu. [Sezen Sayınalp]

***

Tayfun Pirselimoğlu, Otel Odaları (İstanbul: İthaki Yayınları, 2009). 

Tayfun Pirselimoğlu’nun dünyasına olağanüstü şekilde geç de olsa giriş yapmama vesile olan Otel Odaları benim adıma epey ilginç bir buluşma oldu. Bu kitap sayesinde farklı coğrafyalarda, küçük metrekarelerde tekerrür eden gizem ve hüzne –en az benim kadar– meraklı bir yazarla tanışmış oldum. Karakterlerine mesken olan odalarda bir süre zaman geçirdim. Kerelerce el değiştiren bu küçük yaşam alanlarının biricik hikâyelerini Pirselimoğlu’nun kuvvetli mekânsal anlatımıyla tahayyül ettim. [Dilara Sezgin]

***

Achille Mbembe, Brütalizm, 2020, İletişim Yayınları.

“[B]rütalizmin karakteristik özelliği aklın birden fazla figürünün sıkı sıkıya üst üste binmesidir: ekonomik ve araçsal akıl, elektronik ve dijital akıl ile nörolojik ve biyolojik akıl. […] Maddenin, makinanın ve yaşamın dünyaları birdir artık.”

[Sema Serim]

***

Filistin’de Etnik Temizlik, Ilan Pappé (çev. Yankı Deniz Tan, İntifada Yayınları, İstanbul 2022).

Bugün dünyanın maruz kaldığı pek çok kötülüğün kaynağında, yerleşimci sömürgecilik tarafından –Avustralya’dan Asya’ya, Afrika’dan Amerika’ya dünyanın dört bir köşesine– ekilen tohumların olduğunu düşündüğüm için bu kitabın gecikmeli de olsa Türkçeye çevrilmesi beni çok mutlu etti. Yaşayan en önemli Ortadoğu tarihçilerinden Ilan Pappé, hafızalardan silinmeye çalışılmış bir tarihi eşeleyerek 1947-48’de Siyonist milislerin sivillere yönelik katliam, terör ve yıldırma eylemlerinin dökümünü yapıyor ve İsrail’in kuruluş çalışmalarının sistematik bir etnik temizlik operasyonu ile eşgüdümlü yürütüldüğünü belgeleriyle kanıtlıyor. 800 bin Filistinlinin topraklarından ve evlerinden zorla tehcir edildiği Nakba felaketini bilmeden, bugün Ortadoğu’yu ve bölgemizi doğru okumak mümkün değil. Bu kitap ayrıca, Filistin sorununun İslamist riyakârlığın tekeline bırakılmayacak enternasyonal bir dava olduğunu hatırlatıyor bir kez daha. [Necati Sönmez]

***

Thomas Bernhard, Nefes. Bir Karar. [Der Atem. Eine Entscheidung.], Almancası: Residenz Verlag, 1978. Türkçesi: Sezer Duru, Sel Yayıncılık, 2019.

“Sağlığıma kavuştuğumda bana ne olacağı, onların değil, benim sorunumdu, yani ileride ne olacağım, onları değil sadece beni ilgilendirirdi. Hiçbir şey olmak istemiyordum, dolayısıyla kendimi herhangi bir uzmanlığa yönlendirmek amacında değildim. Benim tek istediğim kendim olabilmekti. Ama bu hakikat, onların anlayamayacağı kadar basit ve sertti.”

“Das Problem, was, wenn ich wieder gesund sei, aus mir werden sollte und also was aus mir würde, war, von mir aus gesehen, überhaupt nicht ihr Problem, sondern ausschließlich mein Problem. Ich hatte überhaupt nichts werden und natürlich niemals ein Beruf werden wollen, ich hatte immer nur ich werden wollen. Das hätten sie aber, gerade in dieser Einfachheit und gleichzeitigen Brutalität, nie verstanden.”

[Onur Sönmez]

***

Beni bu yıl içinde en çok mutlu eden kitap Edward St. Aubyn’den Double Blind oldu. Hak ettiği sevgiyi bulamadığını görüp üzülsem de yılın en katmanlı ama bir şekilde akışkan kalabilen anlatısına sahip romanı olduğunu düşünüyorum. Kurmacanın bugün ne olabileceğine dair birçok iyi fikir sunduğu gibi geleneksel romanın kodlarını da taşımaya devam ediyor. Ben Lerner ve David Foster Wallace severler için St. Aubyn’e iyi bir giriş kitabı olabilir. [Sarp Sözdinler]

***

Birhan Keskin, Soğuk Kazı.

Yeni değil, zamansız. Hüzünleri sevin, arkadaşlığı sevin, sevmeye tutunun diyen otuz yedi şiirli bir biricik. Sizi dünyanın katılığına diktiği gözleriyle üzüseviverecek (üzerek sevecek); sonra sıcacık sarılan nehirlerle, kardeşiniz olan bademlerle, sardunyalarla ve diğer ince şeylerle avutacak. [Özge Subaşı]

***

Marco Bolzano, I’m Staying Here, Other Press.

Kısa da olsa ziyaret ettiğim ve sevdiğim yerlerle duygusal bir bağ kurabilmek için ya yazarının orada yaşadığı ya da o şehirde gecen bir roman okurum. 2022 yazında ilk defa İtalya’nın Güney Tirol bölgesine gittim. Güney Tirol, İtalya’nın kuzeyinde otonom bir bölge, bugün hâlâ çoğunluğu Almanca konuşuyor ve yer isimleri iki dilli: Almanca ve İtalyanca. Orayı tanımak için seçtiğim kitap, Marco Bolzano’nun I’m Staying Here romanıydı.

Kendimizi ait hissettiğimiz kültürü ve dili yaşatma özgürlüğü ne kadar önemli? Ya kendi dilimizde bir isme sahip olma ve eğitimimizi anadilde almak? I’m Staying Here, 1920’lerde Güney Tirol’de öğretmenlik eğitimi almış Tirollü genç bir kadının, Trina’nın yıllar sonra anılarını kendi ağzından kızına anlattığı bir roman. Her roman gibi kurgu olsa da Trina ve ailesinin acı hikâyesiyle birlikte, tarihi olayların sıradan insanların hayatlarını nasıl mahvettiğini görme şansı sunuyor. Mussolini rejimi altında ya İtalyanca konuşup ikinci sınıf vatandaş olarak yaşamak ya da yüzlerce yıl yaşadıkları toprakları bırakıp Nasyonal Sosyalist Almanya’ya göç etmek seçiminde bırakılan Güney Tirollülerin hikâyesi.

Kitabın orijinal İtalyanca baskısı ve farklı dillerdeki çevirilerinde kapağında hep Graun im Vinschgau (İtalyancası: Curon Venosta) kasabasında bir gölün içinde batmış, kulesi görünen bir kilise resmi var. Zaten, Bolzano da bu manzarayı görüp çok etkilenmiş. Baraj yapımı sonrası bu kilisenin nasıl sular altında kaldığını araştırıp gerçek belgelere ulaşmış ve romanı onun hikâyesinden esinlenerek yazmış. [Ömer Sümer]

***

Thomas Mann, Yol Hikâyeleri, Can Yayınları.

Yolda ve “Yolcu-lukta” geçen bir yılın yol arkadaşlarından birinin hediyesi olması, bir “yol hikâyeleri” derlemesi olmasının yanı sıra, yolda bir yerlerde Thomas Mann okuyan, tartışan bir grup zihni-gençle denk gelip, mis gibi bir Ege akşamını paylaşmış olmaya kadar uzanan değişik bir kesişmeler serisi, bu 2022’yi benim için Thomas Mann yılı yapan... Yılın çoğunluğunu, Mann’ın doğduğu topraklarda, Almanya’da geçirmiş olmamı da eklemek gerekli belki bu seyahatin duraklarına, ha bir de kitabın benimle okyanus ötesine kadar uzanmış olmasını da. [Firuzan Melike Sümertaş] 

***

Her ne kadar hakkında Amazon’a iki yıldızlı bir değerlendirme yazısı yazmış olsam da bu sene benim için en esaslı kitap Zinn & The Art of Mountain Bike Maintenance (Lennard Zinn, 6. baskı, Velo Press, 2018) oldu. Yılın son ayı kendime yılbaşı hediyesi çok eski –neredeyse otuz-otuz beş yıllık– ikinci el bir dağ bisikleti almamla beklediğimden daha kapsamlı bir maceraya atılmış oldum. Eski bisikletin orasını burasını onarıp, parçalarını değiştirmek hiç bildiğim bir şey değildi. Hâliyle her sabah çalışmaya başlamadan ve her gece uyumadan önce bu hacimli kitabı okumaya giriştim. Oğlumun sevdiği oyuncakları sürekli yanında taşımasına özenerek nereye gitsem yanımdan ayırmadığım bu sevimsiz ve anlaşılması zor kitap, beni hem kendi çocukluğuma döndürdüğü hem de bir tasarımcı olarak ellerimle çalışmayı hatırlattığı için çok ama çok değerli oldu. Tüm bunlara rağmen yeni ve umarım daha basit anlatımlı bir bisiklet tamiri kitabı daha –Big Blue Book of Bicycle Repair (Calvin Jones, 1. Baskı, Park Tool, 2005)– sipariş ettiğimi de ekleyeyim. [Barış Şehri]

***

The Chernobyl Herbarium, Michael Marder ve Anaïs Tondeur. Nükleer eleştiri ve sanatla hizalanarak geçen yılın son çeyreğinde tahayyül edilemeyen, duyumsanamayan bir olay olarak konumlanan nükleerin ne’liğini, kavranamayan zamansallığını düşünmeye, duyumsamaya ilk davet oldu kitap. Hatırlama ve tanıklık pratiklerinin, yaralanabilirliğin yalnızca insana mahsus olmadığını yeniden pratik etmeye de. [Merve Şen]

***

Carlos Maria Dominguez, Kâğıt Ev, çev. Seda Ersavcı, Jaguar.

Okumaya ilişkin iki marazın –görev ahlakının ve maymun iştahlılığın– hem zihnimi hem de çalışma odamdaki rafları bezdirdiği bir dönemde yeniden okudum bu novellayı.

Yayımladığım ve okurunu beklemekten bitkin düşmüş binlerce nüshayı, bir vesileyle edinip okuduklarımla, yarıda bıraktıklarımla, hiç dokunmadıklarımla bir araya getirseydim, ben de küçücük bir kâğıt ev inşa edebilirdim. Neyse ki bezginlik marazı bile tüketebiliyor. [Osman Şişman]

***

Uzun süredir okuma ritmimi kaybettiğimden iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıda kitap okuduğum bu senede yanıtım: Requiem For a Manual Typewriter, Jonas Mekas. Belki de, planlı bir okuma olmaktan ziyade, ilk defa gittiğim küçük bir şehrin küçük bir kitapçısında karşıma çıktığı ve bana çok sevdiğim Mekas’ın kafasının içinde –şimdilik iki– tur atma şansı verdiği için. [İpek Şoran]

***

Pygmalion Photographe (Genève, 1985). Aslında en başından beri çok istedim bu kitaba kavuşmayı. Öte yandan alıp almamak konusunda da çok direndim onu, sırf o sahip olma arzusuyla başa çıkmak için. Sonunda Pygmalion’un aşkı galip geldi. Bir ay önce az sayıda kalan ikinci el kopyalarından birine “sahip” oldum. Pygmalion Photographe [Fotoğrafçı Pygmalion], 1985 yılında Genève Sanat ve Tarih Müzesi Baskı Departmanı tarafından düzenlenen sergi için basılmış bir katalog. 1844-1936 yıllarından heykel fotoğraflarını, heykelin kamera karşısındaki duruşunu sergiliyor. Bu kitapta “Tanrılar Pygmalion’un eline bir kamera verselerdi ne olurdu?” sorusunun cevabı saklı olabilir. Arayışa devam. [Naime Taşdemir]

***

Alasdair Gray, Lanark: Dört Kitaplık Bir Hayat, çev. Emine Ayhan, Metis Yayınları.

İçerinin ve dışarının, geçmiş ile bugünün eriyen sınırlarında çoksesli bir dünyada dolaştırdığı, her türlü evrende insan deneyiminin biricikliğini ve kırılganlığını berraklıkla hissettirebildiği için Lanark’ı seçtim. Pek çok parçadan oluşan bir meta-roman ya da bir kaleydoskop oldu benim için. Emine Ayhan’ın titiz ve canlı çevirisi böyle bir eserin çevirisinin hem mümkün, hem de bir hediye mutluluğu yaşatan güzellikte olabileceğini gösteriyor. [İrem Temel]

***

2022 yılında, farkında bile olmadığımız gündelik yaşamı bana hatırlattığı için George Perec’in Olağan-içi: Gündelik Hayatın Envanteri isimli kitabını önemsiyorum. Her gün yaşadıklarımızı hiç yaşamamışız gibi hissettiğimizde, yani dejavu’yu vujade’ye çevirdiğimizde birçok şey kolaylaşıyor, sadeleşiyor, dinginleşiyor… [Şule Uz]

***

Collected Poems of Samuel Beckett [Yayına hazırlayanlar: Seán Lawlor ve John Pilling. Faber and Faber, 2012].

it is high time lover

it is high time lover
hochzeit lover
to lay thy belted livery all adown
bring the whole scrotum of tricks up on to an high mountain
even as the priapean bard that did
in arles of his being merely
dirt in the dirt floor
of his chapel now a stable
on the bank of Loire
where now the magi and a hayrake
wake him without ceasing
except at harvest home when the latter is removed

it may be a plant
but
tears covering all risks
you take a time exposure and you
weep into your hat

then shall brimstone lend its fire
juniper crackle on the pyre
spinning-jenny drown
vermuth and vervain plaster the old pox
oil of vitriol cover the earth
big with her bric-á-brac
the scurf of beauty go mad in the gale
the dicky-bird egged out of captivity
the dove sperming at the beak plucked quick
and anteros
cloud of latter rain
lay the moon

[E S Kibele Yarman]

***

Bu senenin son günlerinde okudum Bihter Sabanoğlu’nun Şüpheli Şeylerin Keşfi romanını. Bilirsiniz, Bizans’a ait her zerre bizde bir romana ya da filme konu olacaksa muhakkak işin içinden bir ahlaksızlık, ihanet ve rakiplik çıkmadan bu yapılmaz. Ancak, Bihter Hanım bu romanıyla petit bourgeois bir ailenin kızı olan Ayla hem kendi hem de kentinin geçmişiyle bir bir yüzleşirken Bizans katmanlarını da soyuyor ve roman da bu motiflerle dokunuyor. Ayla karakterini pek seçemedim ama Edhem karakterini ben de dahil birçok tarih meraklısı yakinen tanıyor aslında. Bizim gibi yeni yetme tarihçi namzetlerinin roman boyunca kendini Edhem karakteriyle özleştirmesini çok doğal karşılarım, ben de okurken sıklıkla yaptım bunu. Romanın en çok basit bir dille gayet güzel bir şey ortaya çıkarabilmesini sevdim. Uzun süredir edebiyat okumayan bana iyi bir soluk oldu. Ancak, romandaki karakterlerin ve olayların biraz daha metne yedirilmesini ve okurunu “Evet, aşinayım ama kim yahu?” diye ufak bir sınava tutmasını da beklerdim. Bihter Hanım’ın ilk romanı umarım içindeki karakterlerin tarihçilerle ve onlara benzeyenlerle dolu romanlar yazmaya devam eder. [Agâh Enes Yasa]

***

Benim adayım: Atlas of the Heart: Mapping Meaningful Connection and the Language of Human Experience, Brené Brown. Hem bir atlas hem de duygularımızı anlamak adına okunabilecek en açıklayıcı kitaplardan biri. [Mahir Yavuz]

***

Audre Lorde, Bahisdışı Kız Kardeş, Otonom Yayıncılık, 2022.

“Kendi içimizdeki evetten, en derin ihtiraslarımızdan korkacak şekilde yetiştirildik.” Bu cümleyi okuduğumda, durdum ve bir süre kitaba devam edemedim. Keza “Hayatlarımızı kendimizin dışında yaşarsak” da benzer bir etkiyi yaptı. 1984’te Sister Outsider olarak yayımlanan kitabın 2022’de Türkçeye çevrilmiş olması, onca zaman geçmiş olsa da iç ferahlatıyor, hepimizi güçlendiriyor. Sevgili Gülkan ‘Noir’ ve Yusuf Demirörs’ün hassas çevirisiyle belli aralıklarla, ara ara yeniden, “hatırlamak” ve merkezimize bağlanmak üzere okunması gereken kitaplardan biri olduğunu düşünüyorum. [Seçil Yersel]

***

2022 yılı değişik bir kitap okuma stratejisi denememe fırsat verdi! Kanada’nın Halifaks şehrinde okuyan kızım Deniz’le uzun zamandır okumak istediğimiz bir kitabı WhatsApp ve Zoom üzerinden karşılıklı olarak yüksek sesle ve tartışarak okuduk: Kökler’in yazarı Alex Halley tarafından 1960’lı yılların başında kaleme alınmış ve daha sonra pek çok baskısı yapılmış olan Malcolm-X biyografisi (The Autobiography of Malcolm X as Told to Alex Haley, New York: Ballantine Books, 1999). Önsözünü de Malcolm X’in kızı Attallah Shabazz yazmış. Aynı zamanda okulda Soğuk Savaş dönemi ve Amerika’daki ırkçılık ve ırkçılık karşıtı hareketler üzerine bir tarih dersi alan Deniz için bu kitap neredeyse birinci el bir kaynak görevi gördü. Okumamız birçok kez Deniz’in “Bu öyle mi olmuş? Bu olayı veya ismi biliyorum” müdaheleleriyle kesintiye uğradı. Benim açımdan kitabı özel yapan daha kişisel bir sebep vardı. Malcolm-X’in hapisteyken ve daha sonraki hayatında akıl hocası olan ve bir noktada fikir ayrılığına düştüğü Elijah Muhammad, çok yakın arkadaşım Amal Muhammad’ın dedesiydi. Bu kitabı bana yıllar önce Amal “Geçmişi ve bugünü daha iyi anlamak için bir tür kapı vazifesi görsün” diyerek hediye etmiş ve ben de ilk fırsatta okumak üzere rafa koymuştum. Deniz’in aldığı ders, bu kitabı raftan indirip satır satır okumak için vesile oldu. 1920’ler Amerika’sından 1960’lara Malcolm-X’in yaşam hikâyesini onun ağzından anlatan Alex Haley, Amerika’nın kanayan yarası ırkçılığın hayatın farklı boyutlarında nasıl kendini gösterdiğini ve bunun Malcolm Little ya da daha sonraki adıyla Malik el-Shabazz’ın otuz dokuz yıla sığdırdığı hayatında oynadığı rolü birinci elden hikâye ediyor. Kitapta Amerika’daki siyah hareketi ve özellikle de Elijah Muhammad’in ırkçılık karşıtı bu hareketi İslamla birleştirerek 1950’lerde ve 60’larda yarattığı güçlü akım (Nation of Islam) birçok yönüyle sergileniyor. Malcolm X’in hem Elijah Muhammad hem de Nation of Islam’la ayrı düştüğü dönem ve akabinde kurban gittiği suikast, kitabın son kısmında Alex Haley tarafından ayrıntılarıyla anlatılıyor. Haley burada Malcolm X’in geriye bıraktığı mirası da etraflıca değerlendiriyor. Time dergisi tarafından roman dışı kategoride geçen yüzyılın en önemli on kitabı arasında gösterilen Malcolm X otobiyografisi, Afrika kökenli Amerikalılar için en az Martin Luther King Jr. kadar önemli olan Malcolm X’i bilinmeyen yönleriyle ve Alex Haley’in güçlü anlatımıyla bizimle tanıştırıyor. [Onur Yıldırım]

***

2022’de okuduğum en iyi kitaplardan biri, Natalia Ginzburg’un The Dry Heart’ıydı (New Directions, çev. Frances Frenaye).

Ginzburg’un herhangi nitelikten yoksun bıraktığı isimsiz kadın karakteri, domestik bir “tutunamayan”. Girmek için can attığı dünyaevinde sıcacık aile hayatı yerine karanlık gerçeklerle ve inkâr edemeyeceği bir boşlukla karşılaşıyor. Fakat başına ne gelirse gelsin asla bir kurban değil o: İkna edilmiyor, kandırılmıyor, yarı yolda bırakılmıyor. Yazarın ustalığı tescilleniyor burada; Ginzburg, klişelere tenezzül etmeden, kolaya kaçmadan ama oldukça ekonomik ve serinkanlı bir damar tutturarak, karakterinin dar kadrajı ve bulanık lensinden epey elektrikli ve zengin bir hikâye sunuyor. Böylesine kompakt bir romanın, yarım düzine karaktere dair açıkça tasvir edilmeyen sonsuz detayı zihnimde netlikle canlandırabilmesi benim için gerçekten ilham vericiydi. [Elmira Zenger]

2022, kitap, Manifold

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır