Yakup Kadri Karaosmanoğlu tarafından yılında yazılan Yaban romanı oldukça çok sevilmiş ve günümüze kadar onlarca kez baskı yapmıştır. Cumhuriyetin kurulduğu yıllardaki o derin aydın-halk arasındaki uçurumu acı bir gerçeklikle gözler önüne seren roman köylülerin acımasızca kötü gösterilmesi nedeniyle oldukça yoğun bir eleştiriye de maruz kalmıştır. O yıllara güçlü bir tanıklık etmiş yazarın gözlemleriyle realist bir roman olan Yaban, her gencin okuması gereken bir tarih kitabıdır aynı zamanda.
Roman Adı: Yaban
Yazarı: Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Basıldığı Tarih:
Yaban Romanının Konusu
Birinci Dünya Savaşında Çanakkale cephesinde sağ kolunu kaybeden subay Ahmet Celal, İstanbulun işgal edilmesiyle birlikte gidecek yer bulamayınca askerlerinden Mehmet Alinin daveti üzerine Porsuk Çayı üzerinde bir köye yerleşir. Milli Mücadelenin devam ettiği günlerde ismi verilmeyen köyde yaşadıkları ve Anadolu köylüsü hakkındaki gözlemleri sonucu oluşan düşünceleri romanın konusunu oluşturur.
Birinci Cihan Harbinde subay olan Ahmet Celal, Çanakkalede sağ kolunu kaybeder ve askerden terhis olur. Taburcu olduktan sonra İstanbulun işgal edilmesi nedeniyle evine gidemeyen Ahmet Celal ortada kalınca askeri Mehmet Ali kendisini köyüne davet eder. Başka çaresi kalmayan Ahmet Celal isteksizce de olsa köye gitmeyi kabul eder. Hiç alışık olmadığı bir yaşama doğru yola çıkan kahramanın zihninde çeşitli düşünceler geçer. Köye ulaştıklarında arabadan kendisini de bir eşya gibi indirdikleri düşüncesi kendisini kötü hissettirir.
Mehmet Alinin annesinin evinde bir odaya yerleşen Ahmet Celal köylüleri, yaşam şartlarını, düşüncelerini ve ezilmişliklerini büyük bir şaşkınlık içerisinde gözlemler. Gözlemleri arttıkça buna paralel şaşkınlığı da artar. Köyde kolunun olmamasını kimse garipsemez, kimse ona bir yakınlık göstermez. Sorduğu zaman kendisinin bir yaban olduğu ifade edilir. Kolsuz olmasının yadırganmamasını sonradan anlar. Köyün her evinde neredeyse sakat biri olduğundan bu durum herkes için normal karşılanmaktadır.
Birkaç hafta sonra Ahmet Celal anlar ki Anadolu köylüsü hiç de düşündüğü gibi değildir. Köylüler oldukça geri kalmış, memleket meselelerine uzak ve genelinde çıkarcı bir yapı vardır. Özellikle memleketin işgal edilmemesiyle ilgili herhangi bir kaygılarının bulunmaması kendisini çok kızdırır. Ne zaman ki savaş muhabbeti açılsa birçoğunun korkusu tekrar askere çağrılmak olur. Ahmet Celal git gide köylülere sinir olmaya başlar. Aynı zamanda köydeki anılarını bir deftere not almaya başlar.
Ahmet Celalin dişlerini fırçalaması, saçlarını taraması, akşamları kitap okuması köylüler tarafından yadırganır ve kendisi köyden iyice dışlanır hale gelir. Bu durumun kendisinin zoruna gider çünkü savaşta kolunu vatan için yani onlar için kaybetmiştir. Bu düşünceler doğrultusunda köylülerden soğumaya başlar ve onları küçümser. En çok kızdığı şey ise köylülerin son derece cahil olması, kendisine inanmamasıdır. Bu nedenle köylüleri toprak altında kalmış binlerce yıllık toprak heykellere benzetir. Birkaç ayda bir köye gelen ve büyük bir ilgiyle karşılanan şeyhin bu kadar sevilmesine, köylüleri sömürmesine dayanamaz ve şeyhe birkaç laf söyler. Bu durum köylüleri kendisinden daha da soğutur fakat eski asker olmasından korkan köylüler kendisine bulaşmaz.
Savaşın şiddetlendiği günlerde köye seferberlik emri gelir ve Mehmet Ali ile birlikte köyden dört kişiyi askere götürürler. Mehmet Alinin ailesine bakacağına söz veren Ahmet Celal, komşu köyden yetim bir kız olan Emineye aşık olur. Onunla evlenme planları kursa da bir yaban olduğundan Emine kendisini istemez ve Mehmet Alinin kardeşi olan İsmail ile evlenir. Bu durum Ahmet Celalin moralini bozar ve köyden kendisini iyice soyutlar.
Bu şekilde yaşamına devam eden Ahmet Celal, Yunan askerlerinin köye doğru geldiklerini ve savaşın şiddetlendiğini anlar. Ancak her ne durumda olursa olsun köyden ayrılmamaya, gerekirse tek koluyla sonuna kadar mücadele etmeye karar verir. Bu sırada Yunan uçakları köye bildiriler atar ve kendilerinin Halife destekli olduklarını, tüm Anadoluyu Ankara hükümetinden kurtarmak için geldiklerini söyler. Bunun kesinlikle yalan olduğunu, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının vatanın bağımsızlığı için mücadele ettiğini söylese de köylüler kendisini umursamaz.
Birkaç hafta sonra Yunan askerleri köye gelip yerleşir ve köylülerin tüm ürünlerine el koyar. Karşılığında köylülere bir kağıt parçası verirler. Kendilerini kandırdıklarını söylese de köylüler yine Ahmet Celale inanmaz. Yunan ordusunun Anadoluda başarısızlığı arttıkça askerlerin köylülere karşı tavırları sertleşir. Ev yakmalar, dayaklar, tacizler artsa da köylü korkusundan bir şey yapmadan topluca beklemeye geçer. Bu durumdan rahatsızlık duyan Ahmet Celal, Yunan komutanlara gidip durumu anlatır ancak zulüm katliam boyutuna ulaşır. Emineyle birlikte köy meydanından kaçmak isteyen Ahmet Celal ve Emine kaçarken kurşunla yaralanır. Emine yaranın etkisiyle hareket edemez duruma gelince Ahmet Celal yazmış olduğu günlüğü ona bırakarak karanlığa karışıp kaybolur.
İstanbul’da yetişmiş bir paşazadenin dünya harbinde kolunu kaybetmesi ve doğduğu şehrin işgale uğraması neticesinde askeri Mehmet Ali’nin köyüne yerleşmesiyle başlayan bu roman aslında Kurtuluş Savaşı’nın arka yüzüne yani Anadolu ve halkına ışık tutan bir yapıttır. Bu romanda Anadolunun yüzlerce yıldır kaderine nasıl terk edildiğini acı bir tablo halinde bulabiliyorsunuz. Yokluk içerisinde dünyadan bihaber yaşayan, eğitilmemiş ve bir kenarda unutulmuş Anadolu halkının içinde bulunduğu her türlü kötü koşullara rağmen vatan için bedel ödemektedir. Zaten aydınların ve yöneticilerin yüzyıllarca Anadolu halkından beklediği de bu değil midir? Anadoluyu ekmemiş, onu beslememiş ve sürmemiş ancak en zor durumda buradan ekin vermesini bekliyor değil midir aydınlar? Yakup Kadri, romandaki şu sözlerle Anadolunun yüzlerce yıllık halini ve aydınların onlara bakışını çok iyi özetler:
“Anadolu halkının bir ruhu vardı; nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı; işletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabanî ot gibi bitti. Şimdi elinde orak, buraya hasada gelmişsin! Ne ektin ki, ne biçeceksin?..”
Evet, memleketin düştüğü her kötü durumda aydınların bedel ödemesini beklediği kesim Anadolu halkıdır. Yakup Kadri burada aydınlara sert çıkar ve onları eleştirir: Ne ektin ki ne biçeceksiniz?
Aslında roman ilk başta cahil kalmış köylülerin eleştirildiği şeklinde bir intiba oluşturmaktadır. Hatta bu nedenle yazar eleştirmenler tarafından sert bir şekilde eleştiriye maruz kalmıştır. Ancak romanın bütünü düşünüldüğünde bir paşa çocuğunun köydekileri garipsemesi ve kötülemesi üzerine başlayan düşünceler daha sonra İstanbulda yaşayan aydınların eleştirisine dönüşür. Yani köylülerin bu kadar cahil olmasının sebebi aslında onları yüzlerce yıldır sömüren, yoksul bırakan ve eğitmeden yok sayan aydınlardır. İşte romanın en önemli yeniliklerinden birisi de yüzlerce yıllık unutulmuşluk sonrasında Anadolu halkının içinde bulunduğu durumdan yazarın kendini de dahil ederek aydınları suçlamasıdır.
Anadolu halkının cahil bırakılmasının eleştirisini bu romanda görürüz ancak şunu da ifade etmeliyiz ki aslında bu bakış açısı yeni kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyetinin de temel felsefesini yansıtır. İstanbul işgal altındayken yokluk içerisinde yine tüm fedakarlığını yaparak Avrupalı düşmanlarını yenen Anadolu halkı, aslında yüzlerce yıllık kaderini de yenmiştir. Yeni devletin tüm politikası sadece İstanbulun ya da aydınların üzerine değil daha çok Anadolu ve köylüler üzerine kurulur. Anadolusuz bir kalkınmanın gerçekleşemeyeceği fark edilmiştir. Topyekün bir kalkınma hareketi başlamıştır
Köylüler İle İlgili Gözlemler
Kurtuluş mücadelesi başladığında Yakup Kadri Karaosmanoğlu Ankaraya gelmiş, Milli Mücadelenin içinde bulunmuş ve Anadoluyu gezme fırsatını bulmuştur. Yunan işgalleri sonrasında bölgelerin araştırılması için kurulan Tetkik-i Mezalim heyeti içinde de bulunan yazar işgal sonrası bölgeleri yakından gözlemleme fırsatını da bulmuştur. Bu nedenle mücadele boyunca fedakar davranan köylünün aslında nasıl bir bakış açısında olduğunu, bitmez bilmeyen savaşlardan nasıl bitkin düştüğünü ve kolaylıkla kandırılabileceğini gözlemlemiştir yazar. Bu nedenle gerçekçi bir gözlem sonucunda köylünün durumunu eleştirir gibi aktarsa da sonunda en büyük suçun köylüleri cahil bırakan aydınlar olduğu gerçeğini dile getirir. Kitabın en hüzünlü yönlerinden birisi de yüzyıllarca sömürülmüş ve cahil bırakılmış köylünün içinde bulunduğu durumdur.
a) Yaban Romanının Kahramanları
Ahmet Celal: Romanın ana karakteri olarak karşımıza çıkar. İstanbullu paşalardan birinin oğludur ve iyi bir eğitim almıştır. Birinci Dünya Savaşında subay olarak görev yaparken Çanakkalede sağ kolunu kaybetmiştir. İstanbulun işgal edilmesi sonrasında buraya gidemez ve emir eri Mehmet Alinin teklifiyle Eskişehir civarlarında bir köye yerleşir. Ahmet Celal romanda Türk aydınını simgeler. Memleketine bağlı bir birey olan Ahmet Celal ilk başlarda köylüleri küçümser ve onlardan nefret etse de sonradan köylülerin bu kadar cahil ve vatan mücadelesine kayıtsız olmalarının sebebini kendisi gibi Türk aydınında görmeye başlar.
Mehmet Ali: Çanakkale Savaşında Ahmet Celalin askeridir. Savaş sonrasında komutanını köye davet etmiştir. Okumamış ve memleket davasına düşkün olmamasıyla köylüleri temsil eder. Savaş sürerken tek korkusu tekrar askere çağrılmak olmuştur. Askerdeyken daha farklı bir kişiliğe sahipken köye döndüğünde kendisini köy hayatına kaptırmıştır.
Salih Ağa: Köyün en zengin kişisi olmakla birlikte ağa olarak anılmaktadır. Kendisine karşı koyamayan köylülerin malına mülküne zorla el koyabilecek kadar gaddardır. Her ne kadar zengin olmasına rağmen çok kötü giyinir ve oldukça cahildir. Çıkarı için düşmanla bile işbirliği yapmaktadır.
Bekir Çavuş: Uzun süre askerlik yapmış ve çavuşluk rütbesine yükseldiğinden bu lakapla anılmaktadır. Kendisi de köylüler gibi cahildir ancak askerlik nedeniyle birçok şehir gezdiğinden daha ön plana çıkar. Yine uzun süre askerlik hayatı olduğundan Ahmet Celale yakınlık göstermiştir.
Emine: Ahmet Celalin yaşadığı yerin komşu köyünde yaşayan yetim bir kızdır. Yeşil gözleri, beyaz dişleri ve utangaçlığıyla Ahmet Celalin dikkatini çeker. Her ne kadar kendisiyle evlenmek istediğini ifade etse de Ahmet Celale kolsuz biri olarak bakar ve yaban olduğu için onunla konuşmaktan çekinir. Mehmet Alinin kardeşi İsmail ile evlenir.
İsmail: Mehmet Alinin erkek kardeşidir. İlk başlarda hem annesinin hem de Ahmet Celalin sözünü dinlese de daha sonra Emineye aşık olarak kendi başına hareket etmeye başlar. Her ne kadar annesi istemese de sonunda Emineyle evlenir.
Zeynep Kadın: Kocasını erken yaşta kaybetmiş, oğlunu askere göndermiş ama yine de tek başına ailesini ayakta tutmaya çalışan ve tek amacı geçinmek olan bir kadındır. Fedakar olması, acılara dayanması, yoksulluklar içinde yaşama azmi ve hiçbir zaman çalışmamazlık etmemesiyle Türk kadınını simgeler.
Bunlarında dışında romanda yer alan diğer kahramanlar: Süleyman, Cennet, Emeti Kadın, Hasan, Köy imamı, Şeyh
b) Roman Mekanları
Roman Eskişehir-Sivrihisar civarlarında Porsuk Çayı kenarlarında kurulmuş bir köyde geçmektedir. Köyün adı tam olarak geçmemektedir.
c) Romanın Zamanı
Yaban romanının zamanı tam olarak ifade edilmemişse de biz tarihte geçen olaylardan zaman konusunda çıkarım yapmaktayız. Romanın büyük bir çoğunluğu Milli Mücadelenin yaşandığı arasında geçmektedir. Ancak Birinci Dünya Savaşından da bahsettiğinden zaman aralığını şeklinde söylemek mümkündür.
d) Anlatıcının Bakış Açısı
Yaban romanının anlatıcısının bakış açısı Kahraman bakış açısıdır. Olaylar hep roman kahramanı olan Ahmet Celalin gözünden 1.şahıs anlatıcı olarak bizlere aktarılır.
c) Yaban Dil ve Anlatım Özellikleri
Dönemine göre oldukça yalın bir dille yazmıştır romanını yazar. Bu nedenle kitap çok rahatlıkla okunabilmektedir. Yine ağır psikolojik tahlillere de yer vermediğinden roman oldukça akıcıdır. Köylülerin konuşmaları ise yerel ağızlarla verilmiştir.
İlk başta Türk köylüsünün bir eleştirisi olarak görünen Yabanın ana düşüncesi aslında Türk aydını-halkı arasındaki derin zıtlıktır. Yüzyıllarca Türk köylüsünü küçümseyen, onu umursamayan ve en önemlisi onu cahil bırakan aydınların eleştirisidir roman.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, bu romanında Anadolu halkını cahil bırakan, yoksullaştıran ve yine de ondan bir şeyler bekleyen aydınları yerden yere vurmuştur.
Türk Edebiyatının en önemli yazarlarından birisi olarak kabul gören Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Milli Mücadeleye tanıklık etmiş birisidir. Bu gözlemlerini daha sonra yazdığı romanlarında bir malzeme olarak kullanmayı başarmıştır. Gözlemlerinden yola çıkarak yazdığı romanlarından birisi de Yabandır. Bu roman vatan işgal edilirken memleketin hangi durumda bulunduğunu göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Aynı zamanda İstanbulda yaşayan ve Anadoludan uzak kalmış Türk aydınının bir eleştirisini de içermektedir bu roman. Burada Anadolu halkının yüzyıllarca yoksulluğa ve cahilliğe nasıl mahkum edildiğinin bir fotoğrafını da görmek mümkündür. Bu acı tabloyu özetlemek için yazar kitabına Ateşten Gömlek adını vermek istemiştir. Ancak kendisinden önce Kurtuluş Savaşını anlatan bir roman yazan Halide Edip Adıvar bu ismi kendi romanında kullanınca Yakup Kadri, romanına Yaban adını vermiştir. Ancak biz yazarın daha önce belirlemiş olduğu Ateşten Gömlek adına bakacak olursak romanın içeriğini ve çizdiği tabloyu anlayabiliriz.
Avrupalı devletler tarafından bölüşülen Anadoluda mücadele edebilecek halkın yüzlerce yıl nasıl yoksul bırakıldığını ve vatan mücadelesini büyük bir zorluklar altında gerçekleştiren Mustafa Kemal ile arkadaşlarının yaşadıkları sıkıntıları görmek adına bu romanın her Türk genci tarafından okunması gerekmektedir.
yılında Kahirede varlıklı bir ailenin çocuğu olarak doğmuştur. Yabancı okullarda eğitim gören yazar daha sonra yaşadığı rahatsızlıklar nedeniyle yurt dışında tedavi görmüştür. de İstanbulda diğer genç arkadaşlarıyla bir araya gelerek Fecr-i Atiyi oluşturmuştur. Kısa süren bu topluluktan sonra bireysel olarak yazın hayatına devam eden yazar Anadolunun işgali üzerine Ankaraya geçmiş ve Milli Mücadeleyi yakından gözlemlemiştir.
İşgallerin sona ermesinden sonra işgal bölgelerinin incelenmesi ve tüm dünyaya duyurulması için kurulmuş olan Tetkik-i Mezalim heyetine dahil olmuştur. yılında yazmış olduğu Yaban adlı roman da bu dönemdeki gözlemlerine dayanmaktadır.
Admin
Kitabın Ön Kapağı | |
---|---|
Yazar | Yakup Kadri Karaosmanoğlu |
Yayım | 1. baskı 9. baskı basım (İletişim yayınları) |
Yayımcı | İletişim |
Sayfa |
Yayın Tarihi: | |
---|---|
Sayfa Sayısı: | |
Cilt Tipi: | Karton Kapak |
Kağıt Cinsi: | Kitap Kağıdı |
Boyut: | 13 x 19 cm |
Yayın Tarihi: | |
---|---|
ISBN: | |
Dil: | TÜRKÇE |
Sayfa Sayısı: | |
Cilt Tipi: | Karton Kapak |
Millî Mücadele sırasında Orta Anadolu’da bir köy. Tanzimat aydınının sosyo-
psikolojik özelliklerinin uzantılarını taşıyan Ahmet Celal. Kendini kurtarıcı
olarak gören, halkı eğitmeyi (ya da adam etmeyi) görev edinmiş, kafasında
yarattığı gerçekle yaşanan gerçeğin çatışması sonucu “yaban”laşan tipik
aydın.
Yirminci yüzyılın ilk yarısında büyük bir üretkenlikle dergilere yazdığı şiir,
öykü, makale ve eleştri türü yazılarla Türk edebiyatı sahnesine adımını atan
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, romanları, hikayeleri, denemeleri, oyunları
ve anılarıyla, en önemli edeiyatçılarımız arasında yer alır. Üslup özellikleri
bakımından Yakup Kadri’nin ’dan ’e dek verdiği eserler Türkçe’nin
geçirdiği bütün evreleri yansıtır. Eserlerinin konu ve fikir zenginliği de
dil özelliklerinin çeşitliliğinden aşağı kalmaz. Yakup Kadri’nin Fransız
edebiyatı etkisinde başlayan yazarlığı, ’lerden sonra özgün bir sese
kavuşarak siyasi ve sosyolojik konulara, tarihe, dönem çatışmalarına ve
birey psikolojisi irdelemelerine yönelir. Fecr-i Ati’den yetişmiş ama bunu
izleyen elli yıl boyunca toplumsal koşullar, tarihi süreçler ve bireysel
portreleri romanın dokusuna işlemek için roman tekniğiyle de boğuşmuş
bir yazar olan Karaosmanoğlu’nun eserleri, hala tüketilmemiş ayrıntılarının
tartışılıp incelenmesi gereken zengin bir “panoroma”dır.
Yaban, Yakup Kadri Karaosmanoğlunun çok tartışılmış, çok beğenilmiş bir o kadar da eleştirilmiş romanıdır. Yabanı belki de en iyi özetleyen cümleleri Fethi Naci yazmıştır:
Yaban, dünyadan elini eteğini çekmek isteyen bir aydın kişinin acı ve korkunç bir hakikatle karşı karşıya gelmesinin tepkilerini anlatır. Aydın kişi ile köylüler (acı ve korkunç hakikat) arasındaki düşünce ayrılığı bütün ayrıntılarıyla verilmiştir. Sağ kolumu ben onlar için kaybettim diyen Ahmet Celal, bir yandan da köylülerin geriliği, cehaleti karşısında aydınlar takımını suçlayan bir aydın kişidir. Yakup Kadri hep Ahmet Celal'in karamsar gözüyle bakar olaylara, kişilere: Ama bu, söylenmesi yürek isteyen birtakım acı gerçeklerin söylenmemesine engel olmaz. Yaban'ın en önemli yanı da burasıdır. Ne var ki Yakup Kadri'nin, Ahmet Celal'e, Emine'den biraz sevgi görünce, Türk köylüsü ile Türk entelektüeli arasındaki acıklı davadan hiçbir eser kalmadığını söyletmesi kişiyi yadırgatıyor; pek ucuz bir çözüm yolu gibi görünüyor. Ama roman sonunda Emine'yi bırakmak zorunda kalan Ahmet Celal'in Bize gene yol göründü, demesi sembolik ve epey karamsar bir anlam kazanıyor: Aydınlar yollarında gene yalnız yürüyecekler.
Selim İlerinin yazdıklarına da kulak vermek gerekir:
Yakup Kadri, yarı aydının şaşkınlığını, üzüntüsünü anlatırken ilginç bir ikilemi de vurgular. Bir yanda ulusal bağımsızlık sorununu önemsemeyen, önemsememe durumunda olan köylüler; öbür yanda, önemsenmeyişin bilincine henüz varamamış bir Ahmet Celal Şunu belirteyim: Yaban bu tür açılımlarıyla ustalığa ermiş bir yapıt. Kendinden sonra yazılmış birçok aydınköylü karşıtlığı romanına önayak olmuş, yol göstermiş.
Şimdi de romandan bazı alıntıları paylaşayım.
Talim, terbiye, iyi örnek, bunların hepsi geçici şeylerdir. Ve çevre değiştirmedikçe, insanın değişmesine imkân yoktur. Bu küçük mülahazadan, Türkiye'deki yenilik ve garpçılık hareketlerinin, neden başarısızlığa uğradığı sorununa kadar çıkabiliriz.
Gün geçtikçe daha iyi anlıyorum: Türk entelektüeli Türk aydını, Türk ülkesi denilen bu engin ve ıssız dünya içinde bir garip yalnız kişidir. Bir münzevi mi? Hayır; bir acayip yaratık demeliyim. Öyle ya, bir insan tasavvur edin ki hangi ırktan, ne cinsten olduğu belli degildir. Kendi vatanı addettiği memleketin dibine doğru ilerledikçe, kendi kökünden uzaklaştığını hissediyor. Hissetmese bile etrafında nasıl olan boşluk, soğuk ve itici hava, ona her an kendi toprağından sökülmüş bir aykırı, bir acayip nebat olduğunu bildiriyor. Her memleketin köylüsüyle okumuş yazmış zümresi arasında, aynı derin uçurum var mıdır? Bilmiyorum! Fakat okumuş bir İstanbul çocuğu ile bir Anadolu köylüsü arasındaki fark bir Londralı İngilizle bir Pencaplı Hintli arasındaki farktan daha büyüktür.
Lakin işte görüyorum ki, bir çanak suda bir damla zeytinyağı gibiyim. Ne karışıyorum, ne de dibe çökebiliyorum. Bize, bunun için toplumun kaynağı diyorlar galiba.
Şimdi ne görüyorum? Anadolu Düşmana akıl öğreten müftülerin, düşmana yol gösteren köy ağalarının, her gelen gasıpla bir olup komşusunun malını talan eden kasaba eşrafının, asker kaçağını koynunda saklayan zinacı kadınların, frengiden burnu çökmüş sahte sofuların, cami avlusunda oğlan kovalayan softaların türediği yer burasıdır.
Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun. Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi biti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi?
Bir gün, Bekir Çavuş'a verdigim söze rağmen, kendimi tutamadım:
Ayıptır. Düşman böyle seyredilmez dedim.
Kümenin içinden bir ses:
Nolacak, bize dokunmuyor ki dedi.
Bunun üzerine, keyifleri bozulmuş insanlar gibi homurdanarak dağıldılar. İçlerinden yalnız Salih Ağa pabuçlarını sürükleyerek benden yana geldi. Sırıtarak ve biraz da hışmımdan korkarak:
Sen öyle diyon emme, bunların bize faydası oldu. Görmüyon mu, hiçbir yanda kargalardan iz kalmadı. Harman yerinde, tahılı hep yirlerdi.
Bir gün, Bekir Çavuş fena bakarak söyledi:
Düşman, tee İzmir'de idi, sağdan sataştılar, soldan sataştılar. Herife rahat vermediler. Buralara kadar gelmesine sebep oldular. Ne diyeyim bilmem ki, Allah sebep olanları,
Elimin tersiyle suratına bir tokat aşketmek istedim. Fakat kendimi tuttum. Ve ona son defa olarak, vatanın bütünlüğü hakkında bir fikir vermeye çalıştım:
Bir Türk için İzmir ne ise Sivas da odur. Diyarbakır ne ise Samsun da odur. İzmir zaptolundu mu, bütün Anadolu'nun ilmiği düşmanın elinde demektir. Orası kurtulmayınca burası kurtulamaz. Bekir Çavuş sözümü kesti:
Haydi be, sen de Bu lafları sen başkasına anlat.
Yabanı gençliğimde okumuştum ama ne kadarını anlamıştım hatırlamıyorum. Geçenlerde tekrar okudum: Müthiş bir roman. Mutlaka okuyun derim